TEFSİR, HADİS, VE FIKIH USULU KONULARI, SAYFA 1'DE ''BİLGİ BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE TEFSİR, HADİS, VE FIKIH USULU '' BAŞLIĞI ALTINDA HAZIRLANMIŞTIR.
2013-2014 YÜKSEK LİSANS ÖDEVİ
ŞABAN KESECİ
YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
ÖĞRENCİ NO: 13912720
MUKAYESELİ TARİHLER VE USULLER
TEFSİR TARİHİ VE USULU
HZ. PEYGAMBERİN TEFSİRİ
Hz. Peygamber’in görevleri
tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı kadar kur’anı tefsir
etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın nasıl kılınacağını
uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir
etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.
HZ. PEYGAMBERİN TEFSİR
YÖNTEMİ
1.Mücmeli Teybin
Kastedilen mananın kapalı oluşu ve anlaşılması için başka bir beyana ihtiyaç
duyması münasebetiyle mücmeli tebyin etmiştir. Mesela; gayb, yaratılış, kader,
kıyamet, diyet meselelerini tebyin edişi…
2.Mübhemi Tafsil
Kur’an bazen bir varlığı i.işaret, i.mevsul, zamir, belirsiz zaman
ve mekan, cins isim ile zikretmektedir. İşte bu noktada anlaşılmazlığı Hz.
Peygamber gidermiştir. Mesela; Kur’andaki orta namaz ifadesiyle ikindi namazı
kasdedildiğini söyleyerek mübhemi tafsil etmiştir.
3.Mutlakı Takyid
Allah hırsızlığın cezası olarak hırsızın elini kesin buyurmuştur
ama elin nereden kesileceği hangi şartlarda kesileceği sünnette beyan
edilmiştir.
4.Müşkili Tavzih
Birbirine tezad gibi gözüken Kur’an ayetlerinin tavzihinde yine
sünnet devreye girerek kur’anı doğru anlamamızı sağlıyor.
SAHABENİN TEFSİRİ
Sahabe arap dilini, örf ve
adetlerini çok iyi bildiğinden, vahyin iniş ortamına şahit olduklarından
onların kur’an yorumları herkesden daha isabetli olma ihtimali yüksektir.
Akılla bilinmeyen mesellerde sahabenin yorumları bizim için hüccettir çünkü;
hz. Peygamberden duyma ihtimalleri çok yüksektir.
Sahabe ihtiyaç esaslı
tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir ve İçtihadla tefsir şeklinde
özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle
tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.
MEŞHUR MÜFESSİR SAHABELER
İ.ABBAS(h.68): ‘Allahım ona kitabı öğret onu dinde fakih kıl’ şeklinde
Hz.Peygamberin duasına mazhar olmuştur. Arap dili ve şiirinde uzmanil uzman, ‘Hıbru’l
Umme’ ve ‘Tercümanu’l-Ku’ran’ lakablı
müfessir sahabidir. Hz.Ömer ve Hz.Ali ilim meclislerinde yanından ayırmazdı.
Mekke ekolünün temsilcisidir.
İ.MESUD(h.32): Hz.Ömer’rin
Kufe valisi, Kufe’de ‘Rey Ekolü’nün temelini atmıştır. Vahyi günlük takip
etmiş, kendine has özel nüshası vardır.
UBEY B. KAB (h.30): Medine’deki ilk vahiy katibidir.
HZ. ALİ(40) ‘ Ayetlerin gece
mi gündüz mü nazil olduğunu bilirim’ demiştir. Hz.Ömer halifeliği döneminde görüşlerine başvurulmuştur.
TABİİUN DÖNEMİ(65-132)
Yeni kültürlerle karşılaşılmış, iç karışıklıklarla beraber yeni
meselelr ortaya çıkmıştır.
MEKKE EKOLÜ: Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden
Mücahid akli metodu ilk uygulayan
kişidir. Mücahid, ‘Mushafı baştan sona 3
defa İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.
İbn-i Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi
Rebah, Tavus bin Keysan’dır.
MEDİNE EKOLÜ:
Medine bu dönemde ilim merkezidir. Dört bir yandan insanlar buraya akın
etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet
bir aradadır.
IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki
sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin
Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.
Sahabeler gittikleri yerde
medrese kurmuşlar. Sonraki nesil de bilgileri sahabeden almışlardır Tabiun bazı bilgileri ehli kitaptan alıntı yapmıştır.
Bu dönem israiliyytaın tefsire girdiği dönemdir. Tedvin henüz yoktur, şifahi
nakiller devam etmektedir. Tefsir faaliyetleri hadisin altında başlamıştır.
Hadis kitaplarında Kitabu’t-Tefasir başlığı altında nuzul sebebleri şeklinde toplanmıştır.
TEFSİRİN TEDVİNİ
TEDVİNİN GECİKME SEBEBLERİ
1.Hadis yazılmasına sonradan izin verilmesi
2.Ümmi bir toplum olmaları
3.Hafızalarına güveniyor olmaları
4.Kağıdın kısıtlı olması
MÜSTAKİL TEDVİN
1.İlk tefsir çalışması Ali binTalha(ö.143) İbn-i Abbas’tan yaptığı
bazı nakilleri içeren sahifesi
2.Elimize ulaşan ilk tefsir Mukatil bin Süleyman’ın (h.150) Tefsir-i
Kebiri’dir. Mukatil bin Süleyman(h.150)’ın Tefsirul Kebir’i tam bir tefsirdir.
3.Süfyan-ı Sevri(h.161)
5.Ferra(h.207) Maani’l-Kur’an
Daha sonraki dönemlerde
rivayet ve dirayet tefsirlerinin yazılmasıyla tefsir ilmi ve eserleri
genişlemiş ve müstakil bir ilim
olmuştur.
HADİS TARİHİ VE USULU
HIFZ DÖNEMİ
SAHABELERİN HADİSLERİ ÖĞRENME YOLU
a. Müşâfehe (ağızdan)
b. Müşahede (Hz. Peygamber'in fiil ve tasviblerini görerek),
c. Sema' (Hz. Peygamber'den duymuş ya da O'nun fiilerini görmüş
bir başka sahâbîden işiterek) öğenebiliyorlardı.
EZBERLEME SEBEBLERİ
1.Başlangıçta, Hz. Peygamber, hadislerinin yazılmasına müsaade buyurmamıştı.
2.Sade bir yaşayış ve zihin berraklığına sahip olduklarından
hafızasına güveniyor ve uzun hitabe ve
şiirleri bir kez dinlemekle ezberleyebiliyorlardı.
3.Dîni koruma ve yayma («tebliğ, davet») görev ve şuurunun olması
Hz. Peygamber de, «sözümü dinleyip belleyen ve bellediklerini aynı
şekilde başkalarına tebliğ edenlerin Allah yüzlerini ağartsın! » (Ebu Davud,
ilim 10) Unutmamanın da en geçerli yolu onu yaşamaktı.
2. KİTABET
(Yazıya Geçirilmesi)
Kitabet, herhangi bir
sahâbînin, bizzat Hz. Peygaber'den duyduğu hadisleri kendisi için yazıp bir
araya getirmesi olayıdır. Bunlar, hatırlamak maksadıyla tutulmuş özel notlar
(«müzekkirât») dır.
YAZININ YASAKLANMASI
Ebu Said el-Hudrî (r.a.)
Rasûlullah'm şöyle buyurduğunu nakletmektedir: ’Benim ağzımdan Kur'ân'dan başka
hiçbir şey yazmayınız. Kurandan başka bir şey yazmış olan kimse varsa, derhal o
yazdığını imha etsin. Ancak yazmaksızın benden dilediğiniz gibi rivayet ediniz.
Bundan bir beis yoktur. Bir de bile bile her kim bana isnad ederek yalan
uydurursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.’
YAZMANIN SERBEST OLMASI
Abdullah ibn Amr'ın şu
rivayeti yer almaktadır: «Rasûlullah 'dan duyduğum her şeyi ezberlemek
maksadıyla yazıyordum. Kureyş beni bundan nehyetti ve «Rasûlullah (s.a.)
kızgınlık ve sükûnet hallerinde konuşan bir insan iken sen O'ndan duyduğun
herşeyi nasıl yazarsın? dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra
durumu Rasulullah'a arzettim. Eliyle ağzına işaret ederek;«Yaz, canım kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz!»
buyurdu »
Hz. Ebû Hureyre (r.a.) de şöyle demektedir: «Nebî (s.a.) nin ashabı
içinde Abdullah b. Amr hariç, benden daha fazla hadis bilen rivayet eden kimse
yoktur, Abdullah yazar, ben yazmazdım.» Hz. Peygamber'in: «ilmi (hadisi) yazı
ile tesbit ediniz! Buyurması hadislerin
baştan itibaren yazıldığını gösterir.
DEĞERLENDİRME
Mesele, sünnetin sünnetle
nesh edilmiş olmasıdır. Önce yasaklamış; sonra müsaade etmiştir. Mekke'nin
fethi günü Ebû Şah için Fetih Hutbesinin yazılmasını emreden Hz. Peygamberin bu
emri zaman bakımından son yıllara rastladığı için yazma izninin sonra olduğunu
göstermektedir. Abdullah tbn Amr, vefat ettiği zaman es-Sâdıka diye meşhur olan
sahifesi yanında bulunmaktaydı
Yazma izninin sadece Abdullah b. Amr'a mahsus
olmasıdır. Çünkü Abdullah b. Amr, eski kitapları okumakta, Süryânice ve Arapça
yazı yazmaktaydı. Onun dışındaki ashâb ümmî idi. Onlardan sadece bir-iki kişi
yazı yazabilirdi. Onların da yazıları kusurlu idi. Nebî, onların yazmakta
hattâ edebilecekleri endişesi ile onları hadisleri yazmaktan menetti. Fakat
Abdullah b. Amr'ın yazısından emin olduğu için ona müsaade etti. Böyle bir
endişenin bulunduğu yer ve zamanda yasağın; böyle bir endişenin bulunmadığı
yer ve zamanda da iznin geçerli olduğunu düşünmek en doğru çözüm olmaktadır.
Ah-med Naim'in ifadesiyle «yerine göre nehiy
hadisi ile de, izin hadis ile de amel olunur. Nehiy hadisi, hıfzına güvenilir
ve bazı yazarken sû-i hattı veya dikkatsizliği yüzünden iltibasa, tahrife
meydan verir kimselere; ibâhe hadisleri de hafıza gevşek ve yazısı okunaklı ve
dürüst olanlara göredir.»
Hadislerin Kur'ân
âyetleriyle aynı sahifeye yazılmasını yasakladı da denilmiştir. Yoksa bizatihi
yazı yazmanın sakıncalı olması ve yazı ile hadisi kaydetmenin yasaklanması gibi bir şey söz konusu değildir.
YAZMAYA GENEL İZNİN VERİLMEMESİNİN SEBEBİ
Kur’andan başka bir şeye
düşkünlük gösterimesi ve bu yüzden kur’anın terk edilmesi endişesi… Hz. Ömer,
sünnete ait bilgileri yazdırmayı ve bir araya toplamayı düşünmüş, bu fikrini
sahâbîlere açıklamış, tasviblerini almıştır. Ancak bir ay süren istihare
sonunda kararını: «BEN HADÎSLERİ YAZDIRMAYI İSTEMİŞTİM. HATIRLADIM Kİ SÎZDEN
ÖNCE BÎR MÎLLET, KÎTAPLAR YAZMIŞLAR VE ONLARA ÖNEM VERMİŞLER VE ALLAH'IN
(kendilerine göndermiş olduğu) KİTABINI TERKETMİŞLER-Dî. ALLAH'A YEMİN EDERİM
Kî BEN, ALLAH'IN KÎTABINI BÎR BAŞKA ' ŞEYLE ÖRTEMEM, ONA GÖLGE DÜŞÜREMEM»
sözleriyle bildirmişti.
İlk asırda hadislerin
yazılmasının hoş karşılanmaması, Allah'ın kitabına bir başka şeyi eş tutmamak
veya bir başka şey sebebiyle Kur'ân'la meşguliyetten uzak kalmamak içindi.
HADİS EDEBİYATININ İLK ÜRÜNLERİ
SAHİFELER
1000 kadar hadisi ihtiva
ettiği Abdullah b. Amr b. e.î-Âs'ın es-Sahifetu's-sâdikası ve günümüze kadar
ulaşmış bulunan «en eski hadis eseri», Hemmâm b. Münebbih (101/718)'in, hocası
Ebû Hureyre'den aldığı 138 hadislik sahifesi, Sahife' nin bütün hadisleri,
Ahmed b. Hanbel’in Müsned'inde Ebû Hureyre' ye ayrılmış olan sayfalarında
aynen yer almaktadır.
HADİSLERİN TEDVİNİ
Tedvin henüz yazıya geçmemiş rivayetleri yazıya geçirmek, eskiden
yazılmış olan dağınık malzemenin sınıflandırmaya tâbi tutulmaksızın bir araya
toplanması anlamına gelmektedir.
İLK RESMİ GİRİŞİM
Ömer bin abdulaziz(101) döneminde olmuştur. Medine Valisi, Ebu Bekr
b. Hazm'a (120/738) ve ülkenin her
tarafına gönderdiği resmi yazı şudur :«Hz. Peygamber'in hadislerini,
sünnetlerini (Amra bnt. Abdirrahman'ın rivayetlerini) araştır ve yaz; zira ben,
ilmin kaybolmasından ve âlimlerin yok olup gitmelerinden endişe ediyorum.» îbn
Şihâb(124) için «hadisi ilk tedvin eden kişi» denilmektedir
Daha sonra tasnif dönemiyle
hadis eserleri ale’l- ebvab ve aler’rical sitemiyle derlenmiştir. Kütüb-ü sitte
eserleri ve diğer sahih kitaplar bu dönemde ortaya çıkmış, isnad sistemi
sayesinde mevzu hadislerin önüne geçilmeye çalışılmıştır.
İSLAM HUKUKUNUN EVRELERİ
1. (FIKHIN DOĞUŞU)HZ.PEYGAMBER DEVRİ
2. (GELİŞME ÇAĞI)HULEFA-İ RAŞİDİN DEVRİ
3. (OLGUNLUK ÇAĞI) TABİİUN DEVRİ H.50-H.101
4.ABBASİLER DÖNEMİ H.101-350
5.(DURAKLAMA ÇAĞI) TAKLİD-TAHRİÇ VE TERCİH DÖNEMİ H.350-650
6.(GERİLEME ÇAĞI) MECELLENİN YAZILIŞINA KADARKİ DÖNEM H.650-1292
7.(UYANIŞ ÇAĞI)MECELLEDEN SONRAKİ DÖNEM H.1293-1893
1. (FIKHIN DOĞUŞU)HZ.PEYGAMBER DEVRİ
Kaynak Vahiy ve sünnet idi. Problemler Hz. Peygamber’e
intikal edince problemleri O(sas) çözerdi, sorun ortadan kalkardı. Mekke’de akideye dair ayetler nazil olduğundan akide ön
planda idi. Medine ise muamelat ayetleri ağırlık basmaktadır.
HÜKÜM KOYMA USULU KAİDELERİN ORTAYA ÇIKIŞI
Bazen hadise vuku buluyor bazen
sual soruluyor bazen de vahiy şeklinde geliyor direk hüküm izah ediliyordu.
Bazen de Hz. Peygamber kendisi içtihad
ederek hükmü vuzuha kavuşturuyordu. Mesela Bedir’de esirlerden fidye alınması
sahabe ve Hz. Peygamberin ortak içtihad neticesi verilmiş bir hüküm idi.
2. (GELİŞME ÇAĞI)HULEFA-İ RAŞİDİN DEVRİ(10-40)
Yeni milletlerle
karşılaşılmış dolayısıyla yeni meseleler
ortaya çıkmıştı. Bu dönemde kaynak Vahiy, sünnet, rey ile içtihad, örf kıyas ve
istihsanı içine alan icmadır.
İHTİLAFLARIN SEBEBLERİ
Sünnetin anlaşılmasındaki
farklılıklar; Hz.ömer boşanan bir kadının Resulullah bana nafaka ve sukna takdir etmedi demesine itibar
etmemiş boşanan kadına nafaka ve sükna hakkı takdir etmiştir.
Kuranın anlaşılmasındaki
farklılık; İ.Mesud boşanan kadının kur beklemesi ayetindeki üç kur’u temizlik
süresi olarak almış, Zeyd bin Sabit ise hayız süresi olarak Kabul etmiştir.
Celbu’l-Menfeat için bazı hükümler uygulanmamıştır. Hz. Ömer Müellefe-i
Kulub’a zekat vermemiş. Kıtlık yıllarında hırsızlık cezasını uygulammış, fethedilen
arazileri askerlere dağıtmamıştır
Defu’l-Madarrrat için yeni
hükümler getirmişlerdir. İddet süresi içindeki kadınla evlenen erkeğe nikahı
ebedi yasaklamışlar ve Kur’an cem
edilmiştir.
3. (OLGUNLUK ÇAĞI) TABİİUN DEVRİ H.40-H.132
Emevi devletinin yıkılışına kadar devam eder.
GENEL ÖZELLİKLERİ
1.Meselelerin artması ihtilafların çıkması
2.Hadis rivayetlerinin yaygınlaşması
3.Ehli hadis(Medine) ve Rey
Ekolleri’nin(kufe) ortaya çıkması
Kaide ve kurallar henüz teşekkül etmemiştir
4. (OLGUNLUK ÇAĞI) ABBASİLER DÖNEMİ H.132-350
Fıkhın Altın Çağı diyebileceğimiz dönemdir. Müçtehid
İmamlar bu dönemde ortaya çıkmış
Hadis ve rey ekolleri iyice belirginleşmiş, Fıkıh ilmi
şekillenmiştir. Usulu fıkıh ortaya çıkmıştır.
GENEL ÖZELLİKLERİ
-Abbasi halifeleri hür bir ortam oluşturmuş
-Farklı kültürlerle karşılaşınca fıkıh zenginleşmiş
-Hadisin tedvin edilmesi fukahanın işini kolaylaştırmış
- Usulu ilk kaleme alan İ.Şafi er-Risale Fıkhi ıstılahlar ortaya
çıkmış
-İ.azam Rey Ekolunü, İ.Hanbel Hadis Ekolunü, Şafi ve Maliki Karma Ekolu
benimsemiştir.
-Buhari, Müslim,Maturidi, Eş’ari Evzai, Mezhep imamları bu dönemde
ortaya çıkmıştır.
-Farklı örfler ortaya çıkınca içtihadlar başlamıştır. Fıkıh ortaya
çıkmaya başlamış.
-Malikiler Seddi Zerai prensibini uygulamışlar. Ehli medineye göre
amel etmişlerdir.
-Şafiler istishap prensibini uygulamışlar. Şafi’nin Kavli- kadim
kavli cedid fikirleri mekana göre
hükümler değişebildiğine açık delildir.
-İ.azam Sa’anda hristiyanlar çok olduğunda Hristiyanlara içki için
dükkanını kiyraya vermeyi caiz görmüştür.
5.(DURAKLAMA ÇAĞI) TAKLİD-TAHRİÇ VE TERCİH DÖNEMİ M.750-1258
Bağdatın düşmesine kadar
devam eder. Mekke- Medine yolu üzerinde
olduğu için temel Kültür Merkezi
Bağdatttır. Mezhep taassubu oluşmuş. Mezhepler şekillenmiş, kaideler oturmuştur.
Ne varki içtihadlar kapısı kapanmış, rüçhaniyet tartışmaları başlamıştır..
6.(GERİLEME ÇAĞI MECELLENİN YAZILIŞINA KADARKİ DÖNEM
(H.650-1292)m.1869
Şerh, ihtisar ve haşiye dönemidir. Alet ilimlerine daha çok önem
verilmiş, fetva kitaplarının en çok yazıldığı dönemdir. Devr-i inhitat-düşüş
devri olarak adlandırılmıştır.
7.(UYANIŞ ÇAĞI)MECELLEDEN SONRAKİ DÖNEM H.1293-m.1893
İnfial,İntihal,Taknin(kanunlaşma)
Dönemi’dir.
Taknin dönemiyle içtihad ruhu yeniden uyanmış, fıkıh
ansiklopodileri çıkmış, mukayeseli çalışmalar yapılmıştır. Taknin(kanunlaşma)
Döneminde mecelle 57 sene tatbik edilmiş.
Bu zamana kadar İ.Hukuku kanunlaştırılamamıştı Mecelle’den sonra diğer İslam
ülkeleri de bu tür faaliyetlere başlamıştır.
ALİ BAHADIR ÖZDEMİR
BİRLEŞİK DOKTORA
ÖĞRENCİ NO :13952701
2013/2014 GÜZ YARIYILI
TEFSİR TARHİ/TEFSİR USULU,
HADİS TARİHİ/HADİS USULU, FIKIH
TARİHİ/FIKIH USULÜ
Kur’an; Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla elçisi son peygamber Hz.
Muhammed’e mütavatir olarak peyderpey Arapça vahyolunan tüm insanlığa
gönderilmiş okunmasıyla ibadet olunan ilahi bir kitaptır. Bu ilah vahiy , insanlık tarihi boyunca fıtri olarak gelen ,insanın kainat
ve hayat hakkındaki merakına , geçmişteki vahiyler gibi bu insani arayışa
cevap vermek
üzere indirilmiştir. Yüce
Mevla’nın inayetiyle efendimizin
insanlığa tebliğ etmesi için on dört asır evvel son vahiy olan Kur’an vahyolunmuştur. Kıyamete kadarda baki kalacaktır.
Bu nedenle kişi ,problem ve meselelerde çözümü son vahiy kur ’anda aramalıdır. Bu bağlamda kur ’anın nüzulüne ,indiği
zamana peygamber dönemini incelediğimizde aynı şekilde dönemin insanları
(ashab-ı kiram) kainat ,evren ,hayat ve
bütün meraklarını Resulullah’a arz etmişlerdir. Efendimiz de öncelikle vahiyle bu meraklarına çözüm
getirmeye çalışmıştır. Örneklerini kur ’anda bulmak söz konusudur:
Vahiyde birebir cevap bulamadığında vahye
paralel olarak çözüm bulmuştur. Zaten efendimizin hayatına bakmaya
çalıştığımızda membaı Kur’an yani vahiy olan bir hayatı görürüz. Kur’an da buna
ayeti celile ile delalet etmektedir: ‘O heva ve hevesinden bir şey söylemez.’
Buna paralel Hz. Aişe validemize efendimizin ahlakı sorulduğunda o şu cevabı
vermiştir: O yürüyen bir Kur’an’dı.
Efendimiz zamanında hal
böyleyken daha sonraki dönemlerde durum nasıldı?
Sonraki dönemlerde Resulullah’ın yokluğu
hissedilince Efendimizin fiilleri, söylemleri ve de takrirleri mercek altına
alınmaya başlandı. Fakat Kur’an haricinde yazılı bir metin yoktu. Şifahi olarak
öğrenilen bilgiler, bu yolla da aktarılıyordu. İslam fetihleriyle beraber,
değişik millet ve kültürlerle kaynaşma olunca beraberinde de sorunları ve
farklı anlayışları doğurmuştur. Bunun neticesinde de İslami ilimler tedvin ve
tasnif edilmiştir. Bu disiplinler hicri 2. Asırdan itibaren müstakil olarak ele
alınmaya başlanmıştır: Tefsir Tarihi ve Usulü, Hadis Tarihi ve Usulü, Fıkıh
Tarihi ve usulü bu ilimler içinde önemli bir yer almıştır. Her biri farklı sahada ve farklı isimlerle çıksa da ,membaı
bir olan bu ilimler gaye ve amaç bakımından ortak bir hedef içindedirler. O da
Kur’an’ın ve sünnetin anlaşılıp, yaşanıp
ve sonraki nesillere aktarılmasıdır.
TEFSİR TARİHİ
Tefsir efendimiz(sav)’le beraber doğmuştur.
Yani vahiyle beraber doğmuştur. Kur’an nazil olmaya başlayınca sahabe-i
güzin’in bir takım soru ve merakını gidermek üzere açıklamalarda bulunan
Efendimiz (sav), tefsir tarihinin müessisidir.
Bunun haricinde kendisi soru sormak kaydıyla
zuhur ederken ,bazen de herhangi bir konuda söylediği bir sözü veya yaptığı bir
fiili delillendirmek için tefsirde bulunmuştur.
Peygamberimiz (sav) tefsirde bulunurken ;
Mücmeli tebyin, Müphemi tafsil, Mutlakı takyid
ve Müşkil’i tavzih yöntemlerine başvurmuştur.
Sahabe-i Kiram’a gelince ;
Açıklamaları
resulullah’a bağlı olarak sınırlı idi.
Tefsiri yaparken öncelikle ,ayeti ayetle ,sonra da ayeti sünnetle veya indiği
sebeb-i zikrederek (sebeb-i nüzul)yapıyorlardı. Bunun haricinde ictihada da
rastlanmaktadır. Tefsiri olarak yapıyorlardı.
Sahabiler içinde Tefsirde
öne çıkmış olanlar : Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Selam,
Ubey b. Ka’b, Hz. Ali ,Hz. Aişe validemiz gibi.
Tabiun Dönemi ise ;
sahabenin metodunu uygulamakla beraber, bazı farklılıklar arz etmektedir.
Tabiun Kur’an ve sünnette yardımcı bir malzeme bulamadıklarında ,özellikle
esbab-ı nüzul, mübhemat ve gaybi konularda sahabilerin görüş ve tercihlerine
başvuruyorlardı. Bazen de Ehl-i kitabın görüşlerine başvuruyorlardı. Bunun
yanında mecburiyet durumunda tefsirde kişisel yorumlarını da katmışlardır.
Kur’an’ın tamamını tefsir etmişlerdir. Tabiun ’un en önemli atılımları medreseler
kurmalarıdır. Bunlar ; Mekke Medresesi, muallimi ;ibn-i Abbas’tır. Öne çıkan
talebeleri ;Mücahid, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi
Rebah’tır.
Medine Medresesi ; En
meşhur talebeleri ; Ebu’l Aliye, Zeyd b.Eslem.
Küfe medresesi ; En meşhur
Talebeleri, Alkame b. Kays, Mesruk, Hasan el-Basri, Katade.
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Hadis lügat manası yeni,
haber, tebliğ gibi manalara gelir. Kur’an’da, Kur’an anlamında da
kullanılmıştır. Istılah olarak, söz, fiil, ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadis Kur’an’dan sonra
gelen asli delillerdendir. Yani Kur’an’dan sonra en önemli kaynaktır. Hadisleri
en sağlıklı bir şekilde sonraki nesiller
aktaran sahabelerdir. Bu aktarmayı şifahen gerçekleştirmişlerdir. Hz.
Resulullah(sav) yazıya geçirilmesini yasaklamasının sebepleri arasında, yazı
bilenlerin azlığı, Kur’an’a karışma tehlikesi sebepler önem arz eder.
Ancak Resulullah’ın
döneminde Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Ali b.Ebi Talib, Ebu Hureyre
gibi sahabilerin sahifelerine rastlanmaktadır.
Fütuhatın artmasıyla İslam toprakları
genişlemiş, bunun sonucu olarak da ; Medine, Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır’da
ilim merkezleri kuruldu.
Hicri 2. Asır Hadis ilminin teşekkülünün
başlangıcıdır. Bu asırda siyasi çalkantılar, ilhadi hareketleri ve de İtikadi
mezhepleri doğurdu. Cerh ve Ta’ dil hareketi yine bu dönemde baş göstermiştir.
Hicri 3. Asır tedvin ve tasnif hareketinin
altın çağını yaşadığı çağdır. Bu asırda Siyer ve
Meğazi eserleri, Sünenler, Cami’ler ,Musannefler, Müsnedler yine bu
asırda yazılmıştır. Bu devir bir bakıma Kütüb-i Sitte devridir.
Hadis usulü ;hadis tenkidinin temel
kurallarını belirler ve hadis usulüne ait temel kavramlarını belirler. Ve
tanımını yapar. Hadis Usulü Mustalahu’l Hadis olarak da tanımlanır.
Hadis Usul’ünde Rical İmi
önemli bir yer alır. Racul (adam) kelimesinin çoğulu olan Rical ilmi ;hadis
ravileri’nin hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik
gereken bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek üzere zuhur etmiştir.
Ayrıca Cerh ve Ta’dil olarak da adlandırılır.
İlelü’l- Hadis, Garibu’l-
Hadis, İhtilafu’l- Hadis ilimleri Hadis Usulünün kategorisindeki
disiplinlerdir.
FIKIH TARİHİ/ FIKIH USULÜ
Fıkıh
Usulünün tarihçesi ; İslami ilimlerin kaynağı asr-ı Saadettir. Fıkıh usulü her
ne kadar isim olarak ilk dönemde ortaya çıkmammış olsa da uygulama olarak
Resulullah (sav) döneminde vardı. Sahabe efendilerimiz bu uygulamayı aynen
devam ettirmişlerdir. Peygamberimize vahiy,
ya sorulan bir soru üzerine ya da Allah Teâlâ’nın bizzat vahyin kendisinin bir olayla ilgili olarak indirmesi
şeklinde gerçekleşmiştir. Vahyin gelmediği meselelerde de içtihad devreye girmiştir. Peygamber
efendimizin bu dönemi en önemli dönemdir. Zira vahye dayanan ve vahyin denetimi
altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönemde gerçekleşmiştir. Sonraki
dönemlere kaynaklık etmiştir. Bu dönemim en önemli üç özelliği ; Tedric ,
kolaylık ve nesih.
Fıkhın 2. Dönemi bir
kırılma noktasıyla Hulefay-ı Raşidin ve Emeviler’dir. Bu dönemlerde sahabiler
belirleyici olmakla beraber Emeviler dönemi siyaset-fıkıh ilişkisi açısından
önemlidir. Hulefay-ı Raşidin döneminin en belirgin özellikleri; içtihad kapısı
açılmış, yaptıkları içtihadları kesin görmemiş, Resulullah’ın kavlinden
ayırmışlardır. Ayrıca bu dönemde nazari fıkıh henüz başlamamıştır. İllet ve
hikmeti değişen bazı hükümler değiştirilmiş, bazı hükümler askıya alınmıştır.
Resulullah’ın vefatından sonra Sahabe-i Güzin
yeni fetihlerle beraber bu beldelere
hicret etmiş , Şam, Küfe, Basra, Mısır gibi yerlerde yeni merkezler oluşmuştur.
Abbasiler döneminde fıkıh
olgunluk çağını yaşamıştır .ilk fıkıh usulü eseri bu dönemde yazılmıştır. (İlk
usul kitabı İmam Yusuf’a ait olduğu söylense de bize ulaşan eser İmam Şafii’nin
Risalesi’dir.
Bu dönemin belirgin
özellikleri ; Tabiin içtihadları eklenmiştir. Nazari ve farazi fıkıh
çalışmaları hızlanmıştır. Yeni fetihlerle beraber yeni milletlerin bazı
örf-adetleri kültürleri fıkıha girmiştir. Fıkıh adına rihleler
yapılmıştır.
Moğol istilasından Mecelle
’ye kadar fıkhın gerileme çağıdır. Mecelle ’den günümüze kadar devam eden dönem
uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.
Fıkıh usulü alanındaki
eserler ;Mütekellimin (kelamcılar) ve Hanefiyye metotlarıdır.
-Mütekellimin metodu: Usul
kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok
mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın
mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar
etmemişlerdir. Buna göre bu metot, tümevarım biçimindedir. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu
metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
- Hanefî metodu: Bu metodun
müntesipleri, araştırma neticesi genel
kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu Fer’i meselelerden
genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya
koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu
sistemleştirmişlerdir. Bu yüzden, kitaplarında fürua ait meselelere sık sık
rastlanır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi Usul kaideleri
koyup, onları tespit etmiştir.
Usulün iki önemli işlevi vardır:
-Usulü bilen zevatın var
olan usulden hüküm istimbat etmeleri.
-Usul bilmeyenlerin de var
olan usul üzerinden kendinden önceki alimlerin uygulamalarından istifade
etmeleri.
Usulcü, Kitap Sünnet, ve
diğer delilleri inceleyip bu delillerin durumlarına bakarak ve bunlardan her
birinin hükmünü açıklayan kurallar koyarak şablon oluşturan kişidir. Usulcünün
görevi külli delilleri inceleyip, müçtehidin tafsili delillerden cüzi hükümler
çıkarmasına yardımcı olacak nitelikte kuralları tespit etmek, bu kuralları şer’i delillerle ispatlayıp sağlam temellere
oturtmaktır. Bu da fıkıh usulünün konusudur.
Fakih ise bir olayın
hükmünü tespit etmek istediğinde sözü edilen usul kurallarını alıp, bunları
olaylara uygulayarak hükümler çıkaran kişidir.
Fıkıh usulü ilminin gayesi,
kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer’i
hükümlere ulaşmaktır. Fıkıh usulü ile şer’i naslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların
manaları bilinir. Aralarında ta’riz olan lafızların arasını bulma ve bunlardan birisini
tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi içtihad salahiyetine haizse, oluşan
problemlerin hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb.
kaideleri kullanarak ictihdda bulunur. Eğer bu salahiyete haiz değilse, eski müçtehitlerin
ortaya koydukları hükümlerden, hüküm çıkararak, yeni meselelere cevap arar.. Bu
da usulü fıkhı ve onun kaidelerini
bilmekten geçer.
Sonuç olarak , Tefsir
Tarihi-Usulü, Hadis Tarihi-Usulü, Fıkıh Tarihi- Usulü hakkında verdiğimiz özet
bilgiye binaen ,birbirinden müstakil olan bu ilimler ,birbiriyle memzuc
olduklarını görürüz. Birbirleriyle içiçe
ve membaı bir olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir ilimin diğerine bağlı
olarak daha iyi anlaşılacağını müşahede etmekteyiz. Ayrı ayrı ele
alındıklarında İslami ilimler sahasında ciddi gedikler oluşabileceğini
görmekteyiz. Günümüzde de ister Tefsir alanında ,ister Hadis alanında, İsterse
Fıkıh alanında yapılan çalışmalarda bu
bütünlük korunması gerektiği kanaatindeyiz.
Selam ve saygılar.
Kaynakça
1- -Muhsin DEMİRCİ.
Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010
2--
Muhsin DEMİRCİ. Tefsir Usulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010
3-Talat KOÇYĞİT, Hadis
Tarihi, T.D.V.Y. Ankara 2012
4-Talat KOÇYİĞİT, Hadis
Usulü, T.D.V.Y. Ankara 2012
5-İslam
Ansiklopedisi,c.13.Fıkıh Md. T.D.V.Y. İstanbul 1996
2013-2014 YÜKSEK LİSANS ÖDEVİ
MUSTAFA DİŞLİ
YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ
ÖĞRENCİ NO: 13912725
MUKAYESELİ TARİHLER VE USULLER
TEFSİR TARİHİ VE USULU
Tefsir:
İstılahi olarak “Kur’ân’ın lafızlarını,
Arap dili ve edebiyatı açısından tahlil edip kendisiyle kastedilen manayı
tespit etmektir. Dolayesiyle müfessir, Arap dili ve belagati ile ilgili bütün
araçları kullanıp, ayetleri çevreleyen her şartı dikkate alarak Allah’ın
muradını ortaya koymak durumundadır. Bu da esasen doğruluğu kesin delillere
dayanılarak yapılmalıdır. Aksi halde sihhatli bir tefsirden bahsetmek mümkün
değildir. İşte bu noktada tefsir usulu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve
yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve
bumların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
Tefsir usulü: Kur’ân ayetlerini çeşitli
yönleriyle ele alıp inceleyerek Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
Nasıl plansız olarak herhangi bir üretim olmadığı gibi, Kur’ân’ın sağlıklı bir
tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usulü ilmine ihtiyaç vardır.
Tefsir usulü veya Kur’ân ilimleriyle, şanlı
ve ebedi olan bu kitapla alakalı konular kastedilmektedir. Şöyle ki:
İnmesinden, toplanmasından, terdibinden, yazılmasından, inmesinin sebeplerinin
bilinmesinden, Mekke devrinde, Medine devrinde inmesinden, nasihin, mensuhun,
muhkem ve müteşabihin bilinmesinden veya direk veya dolaylı olarak Kur’ân’ı- Azim’le
alakalı diğer ilimler kastedilir. Kur’ân’ın sağlıklı bir şekilde tefsirinin
yapılması için tefsir ilmine ihtiyaç vardır.
Kur’ân ilimlerini incelemekten maksat,
Resulüllah (s.a.v.) den gelen açıklamanın, sahabe ve tabiinden nakledilen Kur’ân
ayetleri tefsirlerinin ışığı altında Allah’ın (c.c.) kelamını anlamak, müfessirlerin
tefsirde takip ettikleri yolu ve üslubu bilmek, müfessirlerin meşhurlarını
açıklamak, müfessirlerden her birinin özelliklerini ve tefsir şartlarını ve bu
ilmin diğer inceliklerini bilmektir.
Kur’ân’ı açıklamayı hedefleyen Tefsir ilmi,
konusu itibariyle diğer İslami bilimlerle doğrudan veya dolaylı olarak ilişki
içerisinde ve diğer İslami ilimlere hazır bilgi sağlayan bir merkez
konumundadır.
Fıkıh Usulü ( İslam hukuk metodolojisi)
Usul: metot,
yöntem, kaide, asıllar ve kökler anlamlarına gelmektedir.
Usul-i Fıkıh
ise, özel bir ilmin adı olup, müçtehidin dini ameli hükümleri tafsili
delillerden çıkarabilmesine yarayan kuralların tümünü ifade eder.
Fıkıh usulu
ilmi, Hicri ikinci asrın sonlarında ortay çıkmış olup, delillerden hüküm
çıkarma metodunu, delillerin hüccet olma bakımından derece ve durumlarını inceler.
Delilleri tertip edip, kimlerin şer’i hükümlere muhatap olduğunu, kimlerin
hüküm çıkarma ehliyetine sahip olduğunu açıklar. Kısaca fakihin doğru yoldan
sapmaması için hüküm çıkarırken bağlı kalması gereken metotla ilgili bütün
hususlar fıkıh usulunun konusuna dahildir. Fıkıh usulü eserlerinin kaleme
alınışı konusunda, mütekellimin metodu ve Hanefiyye metodu olmak üzere iki ayrı
metot ortaya çıkmıştır. Mütekellimin metoduna göre yapılan çalışmalar tamamen
nazaridir. Bu metodu benimseyen usulculer, bir mezhebi dikkate almaksızın
kaideleri ortaya komaya çalışırlar. Bu kaideleri belirlerken, çıkacak neticenin
kendi mezheplerinin görüşüne uyup uymadığına bakmazlar. Bu metoda Şafiiyye
metodu adı da verilmektedir. Hanefiyye metodu ise, usulcüler, mezhep
imamlarından nakledilen fıkhı çözümlere dayanarak, mezhep imamlarının içtihat
ederken ve fıkıh meselelerinin hükmünü verirken takip ettikleri usul
kurallarını tespit etmeye çalışmışlardır. Hanefi mezhebi imamları fıkıh usulunu
tedvin etmedikleri için, daha sora gelenler bu metotla imamlarının usulünü
belirlemeye çalışmışlardır.
Fıkıh
usûlü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden istihraç edebilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme
imkânım hazırlamaktır. Baska bir ifade
ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir.
Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î nasslar
anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan
lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkânı elde edilir.
Kim ictihad ehliyetine tam sahip olursa usûl kaideleri yardımıyla
şer’i nasları -açık olsun kapalı olsun- anlayabilir ve delâlet ettiği
hükümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan, ıstıslah, istishab ve
diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin hükümlerini bulmakta
kullanabilir.
İçtihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbât yollarını
öğrenmek, müçtehitlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak
benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli içtihadı
meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak
delilin en kuvvetli olanını alabilmektir Böylece
onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm
çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüşü
ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların
delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur.
Çünkü farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tespit ancak
bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm
çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usulü-fıkıh
kaidelerini bilmektir.
Hadis Usulü (Mustalahu’l- hadis)
Hadis Usulü Bilimi: Sened ve metin durumlarını anlamaya imkan
veren birtakım kaideler ilmi ve hadis ilminin dayandığı prensiplerdir.
Kur’ân’ı Kerim ‘i dünya ve
ahiret mutluluğunu kazanma yollarını gösteren hidayet rehberi olarak gönderen
Allah (c.c.), onu duyurma ve açıklama “tebliğ ve beyan”görev ve yetkisini de
elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vermiştir.
Tebliğ görevinin sonucu kitap, beyan yetkisinin neticesi de Sünnettir.
Kitap ve sünnet arasındaki bu açıklanan-açıklayan ilişkisinin
farkında olan sahabe-i kiram, ta başlangıçtan beri Hz. Peygamber’in hadislerine
ve yaşayışına çok büyük bir özen göstermiş, onları aslına uygun olarak
öğrenmek, uygulamak ve başkalarına ulaştırmak için büyük gayret sarf
etmişlerdir. Hadis kitaplarımız, bu üstün ve hasbi gayretlerin bilimsel
delilleriyle doludur. Her ilmi faaliyetin belli esaslara göre yapılması ne
kadar tabii ise, hadis usulü ilminin de bir takım kural ve esasları vardır.
Gerek sünnet malzemesinin doğru olarak nakli, gerekse bu metinlerin sağlam bir
şekilde korunup, eğitim- öğretiminin ve değerlendirilmesinin yapılması ve
değerlendirmeye yardımcı olacak her türlü tetkik ve faaliyetin başlatılması,
itiraf edelim ki ashab-ı kirama ait bir nasip ve şeref olmuştur. Ashab-ı kiram,
hadis metinlerini nakline öncülük ettikleri gibi rivayet olayının vazgeçilmez
kaidelerini koymuş, yani rivayetül- hadis bilimini kurmuşlardır. Öte yandan
hadislerin anlaşılmasına ve uygulamasına yönelik gayretleriyle de dirayetül-
hadis biliminin ilk temellerini atmışlardır. Hadisçiler, hadis ilmini, rivayet
ve dirayet yönünden iki kısma ayırmışlardır. Rivayet yönünden hadis ilminin konusu,
Hz. Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerin bilinmesi, zabtı ve
rivayetidir. Dirayet yönünden hadis ilmi ise, rivayetin hakikatini, şartlarını,
çeşitlerini, hükümlerini, ravilerin hal ve şartlarını ve merviyyatın
sınıflarını inceleme konusu yapmıştır. Bu taksimden de anlaşılmaktadır ki, birincisi,
Hz. Peygamberin hadislerinin zabt ve rivayetinden ibaret olduğu halde,
ikincisi, zabt ve rivayet edilen hadislerin sıhhatini inceleyen, sahih
olanlarla zayıf olanları birbirinden ayırmayı gaye edinen bir ilimdir. O halde,
bu ikincisi olmaksızın yani, hadislerin tenkit ve tahlillerini yapıp sahih
olanlarını zayıf olanlarından ayırmaksızın onların zabt ve rivayetinde hiçbir
faide sağlanamaz. Bu sebepledir ki, dirayet yönünden hadis ilmi, bu ilmin
temelini teşkil eder ve hadis ilmi denildiği zaman da, umumiyetle dirayete
dayanan ilim anlaşılır.
SONUÇ
Tefsir,
Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin
yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü
Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu
ayetle ilgili ne söylediğidir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden
bağımsız ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla bir müfessirin tefsir
yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi
Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir. Tefsir,
Hadis, Fıkıh, Kelam gibi islami her bir bilimdalı, her ne kadar kendi
bilgi edinme usulleri ve süreçleri geliştirsede, temel yöntem ve ilkelerde
uzlaşarak bütünlük sağlamıştır. Çünkü hepsinin ana kaynağı Kur’ân’ı Kerim’dir.
KAYNAKLAR
Tefsir Usulü – Prof. Dr. Muhsin DEMİRCİ
Dini Kavramlar Sözlüğü – DİA
FIKIH USULU- prof. Dr. Fahrettin ATAR
İslam Hukuk İlminin Esasları- Prof. Dr. Zekiyuddin
ŞABAN
Hadis Usulü- Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT
Hadis Usulü- Prof. Dr. İ. Lütfi ÇAKAN
Adı: Fikret
Soyadı: AKMAN
Öğrenci No: 12912768
USUL-U FIKIH
Fıkhın Tarifi:
Lügatte bilmek, anlamak ve bir şeyin esasına vakıf olmak ve mahiyetini idrak
etmek anlamında gelir. Dinde “Bir insanın lehinde ve
aleyhinde olan her şeyi bilmesidir.” Fıkıh bu geniş anlamı ile
Hukuk’tan ayrılır. Hukuk sadece “Şeriat” denen kişinin sosyal hayata ve
muamelâta ait hususları ihtiva eder. Fıkıh ise itikad, muamelat, ahlak, ukubat
ve ibadetin bütününü içine alan geniş bir kavramdır.
İslam bilginleri fıkhı geniş anlamı ile “Mesâil-i şer’iyye-i ameliyeyi tafsilî delillerden
çıkararak bilmek” (Ahkâm-ı
Mecelle-i Sultaniye Madde:1) şeklinde tarif etmişlerdir. Fıkıh, fert ile
yaratıcı, fert ile fert, fert ile cemiyet ve devlet arasındaki münasebetleri ve
hukuku tanzim eder. Bu bakımdan “İslam Hukuku” dediğimiz “Fıkıh” dinî, siyâsî ve
medenî hayatın bütün safhalarını dini ve şer’î delillerle tanzim eder.
B.
Fıkhın Kapsamı:
Fıkıh genel olarak “İtikat, İbadet, Muâmelat ve Ukubat” olmak üzere dört ana gruba ayrılır.
İtikad, inançla ilgili hükümleri ihtiva eder. İbadet, ferdin Allah ile olan
münasebetlerini düzenler ki bunlar namaz, oruç, hac ve zekâttır. Muâmelât,
insanın insanlarla ve devletle olan münasebetlerini düzenler. Ukubat ise,
insanların sosyal hayatta huzur ve güven içinde yaşamaları için emniyet ve
asayişi koruyacak olan ve suç işleyenlere verilecek cezaları tanzim eder. İslam
Hukuku bütün bu düzenlemeleri “şer’î delillerden” yani “Kitap ve Sünnetten”
istihraç eder.
C. Usul-u
Fıkıh:
Fıkıh “mesâil-i şer’iye-i ameliye”dir. Ancak mesâil-i şer’iye hüküm olması
için şer’î delillerden çıkarılmış olması gerekir. Şer’î deliller ise “Kitap ve
Sünnet” esas olmakla beraber “Kitap ve Sünnette olmayan hususlar yine bu iki
temel kaynağa aykırı olmamak üzere akıl yoluyla, kıyas, icma, örf, maslahat ve
diğer delillerden çıkarılması gerekir. Bunlara “Tafsilî Deliller” denir.
Delillerden sahih ve doğru hüküm çıkarmak için disiplinli, metotlu ve sistemli
hareket etmek gerekmektedir. “Usul-u Fıkıh” işte bu disiplini sağlayan ve doğru
hükmün çıkarılmasını sağlayan bir ilimdir.
Usul-u Fıkıh, şer’î hükümleri edile-i tafsiliyesinden,
müşahhas delillerinden istinbata vesile olan bir ilimdir. Meselâ, “Alışveriş helaldir.”
Bu hüküm şer’î delillerden yani ayet ve hadislerden istinbat olunmuştur. Bu
hükmü delillerden çıkaracak olan “Usul-u Fıkh” denen yüksek bir ilimdir.
Fıkıh, ibadete, muamelâta, ukubata ait bütün şerî delilleri ihtiva eden, İslam
hukukunu vucûda getiren malumatın tamamıdır. İslam hukuku “edile-i erbaa” denen “Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas” gibi delillerden ibarettir.
Bununla beraber ilm-i usulün tefsir, hadis, fıkıh, belagat, mantık,
felsefe gibi pek çok ilimlerle alakası vardır.
Şer’î hükümler kulların fiillerine bakar. Şariin ilâhî emirlere muhatap olmasına
göre işlediği ameller farz, vacip, mendup, sünnet, haram, mekruh, helal, fesat
ve butlan gibi hükümlerden birisine muhatap olur. Mükellefin fiilinin farz veya
haram, alışverişinin sahih veya fasit olması ancak şari-i hakîmin o husustaki
beyanı iledir.
Kitapla, yani Kur’ân ile Sünnetin ihtiva ettiği delillere “Edille-i Sem’iye” denir. Bunlar da sübut bakımından ve
hükm-ü şer’iye delâletleri itibarıyle dörde ayrılır:
1.
Sübutu da delaleti de kat’î olan deliller: Namaz ve zekat ile ilgili
hükümler. Hem sübutu hem de delâleti katî olan mütevatir delillerle gelmiştir.
Bu delillerden kesin Farz ve Haram hükümler çıkar.
2.
Sübuta kat’î delâleti zanni olan deliller: Bu nevi deliller tevatüren
sabit olup şari-i hakikiden geldiği kesin olmakla beraber manaya delâleti
zannidir. Bu gibi delillerden sabit olan hükümler farz değil, vâcip hükmünü
alır. Bayram namazı ve kurban kesmek bunun için İmam-ı Azam’a göre vaciptir.
Aynı şekilde mütevatir hadis ile sabit olan hükümlere “Sünnet-i müekked” denir.
3.
Sübutu zanni, delâleti kat’î olan delillerdir. Bunlar haber-i ahad ile gelen ehadis-i
şeriflerle gelen hükümlerdir.
4.
Sübutu da delâleti de zanni olan delillerdir. Bunlar haber-i ahaddan olup
elfazı farklı manalar arasında müşterektir.
Usul-u Fıkhın
Mevzuu ve Gayesi:
Usul-u fıkh mevzuu itibarıyla şer’î hükümleri ispata vasıta olan delillerdir.
Şer’î delillerden hüküm çıkarmak amacı ile usul ve esasları belirler.
Delillerden şâriin makasıdını ve rızasına muvafık olan amelleri ortaya çıkarır.
Amacı Allah rızasını kazandıracak amelleri belirlemek ve bu amellerin
hükümlerini ortaya koymaktır.
Kur’ân-ı Mübînin ayetleri ve hadis-i şeriflerin lafızları hass, âmm, müşterek,
müevvel, hakikat, mecaz gibi çeşitli kısımlara ayrılır. Hadis-i şerifler de
mütevatir, meşhur, haber-i ahad gibi çeşitleri vardır. Bunlar emirleri ve
nehiyleri ihtiva eder. Bu emirlerin kesin emir olmaları veya tavsiye olmaları
muhtemeldir. Hangisinin kesin emir, hangisinin ne gibi delillere dayanarak
tavsiye olduğunu belirlemek “Usul-u Fıkhın” mevzuu ve gayesidir.
Meselâ gasp, başkasının malını haksız yere almak ve yemektir. Bu ayet-i kerime
ile yasaklandığı için kesinlikle caiz değildir. Ayet-i kerime lafzen sübutu da
delâleti de katî olan bir nassdır. Bu neyh hurmeti ve memnuiyeti icap eder.
İşte Usu-i Fıkh bunları mevzu edinir.
Usul-u
Fıkhın gayesi ise, ahkâm-ı
şer’iyenin hikmeti teşriiyesini bildirmek, dünyevî ve uhrevî saadete vesile
olmaktır. Bunu da şerî delillerden istinbata çalışır ve hikmetini beyan eder. Usul-u
fıkh sayesinde hukuk bilgisi ilmî bir mahiyet arz eder. Kanunların ve nizamnamelerin
tanzim usulleri öğrenilir. Son zamanlarda batıda gelişen “Metodoloji” ilmini
İslam bilginleri bundan 1300 sene önce geliştirerek tedvin etmişlerdir.
İnsan
fıtraten medenidir. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam eder.
Toplumda yaşayan karşılıklı haklara riayet etmek, sorumluluğun idrakinde
davranmak gerekir. Bununla
beraber bencil insanlar birçok problem çıkarır ve haksızlık yaparlar. İyi ve
kötü duyguların tesiri ile pek çok haksızlıklara sebep olurlar ve kendilerini
haklı bularak yaparlar. Bu durumda haksızlığa uğrayan hakkını almak için
mahkemeye vererek hakkını arar. Mahkeme de elbette hukuk çerçevesinde hakkı hak
sahibine vererek ihkak-ı hak eder. Bunu da Usul-u fıkhın kaideleri ile yapar.
Medenî hukuktan farklı olarak İslam Hukuku dünya ve ahret mutluluğunu beraber
sağlar. Allah âdildir. Adaleti emreder. Bunun için Adalet ancak Allah'ın
istediği şekilde sağlanır. Bu sebeple İslam hukuku adaletin tam tecellisine
hizmet eden bir ilim dalıdır.
Fıkıh Usulü adaleti sağlayacak olan usul ve kurallar çerçevesinde kuralların
oluşmasına ve yeni hükümlerin ortaya çıkmasına hizmet eder.
Usul(Metot) Nedir ve NedenGereklidir?
Usul, aslın cemi olup “kök ve temel, dayanak ve kaynak” anlamına gelir.
Fıkıh Usulü, Fıkhın dayanakları ve dayandığı ana temellerdir. Fukaha,
Fıkıh Usulünü, “Fıkıh hükümlerini çıkarmaya ulaştıran kâideleri bilmektir”
şeklinde tarif etmişlerdir. Tafsilatlı olarak “fakihin delillere dayanarak
hüküm çıkarırken izleyeceği yolu ve delilleri kuvvetine göre tertip ederek
Kur’an Sünnetten, Sünneti kıyas ve doğrudan nassa dayanmayan diğer delillerden
ayıran metotlardır. Fıkıh ise bu metotlara dayanarak hükmün çıkarılmasıdır.
Fıkha nispetle “Usul” Felsefî ilimlere nispetle “Mantık” gibidir. Nahiv, Arapça
için ne kadar lazımsa usul de fıkıh için o derece gereklidir. Biz doğru cümleyi
Nahivle, doğru hükmü mantıkla anladığımız gibi bir hükmün Farz ve Sünnet olmasını
“Usul” ile anlayabiliriz. Farzlarına, vaciplerine, sünnetlerine ve adabına
uygun kılabilmek için nelerin farz ve vacip, hangi fiillerin sünnet olduğunu
bilmek için fakihler “Fıkıh Usulü” kaideleri ile ilgili ayet ve hadislerden
farz, vacip ve sünnet olanlarını çıkarmışlar ve sistemli hale getirmişlerdir.
Farzların delillerini, vaciplerin delillerini ve sebeplerini, sünnet olanların
da delillerini ve kaynaklarını ortaya koyarak nedenlerini izah ve ispat
etmişlerdir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki “Fıkıh usulü “Nasslardan” hüküm istinbat etmek
için kendisine başvurulan metotlardır. Böylece delillerin hüccet olma
bakımından dereceleri ve durumları incelenir. Sonuçta hükme varılır. Bu hüküm
nassa, nassın gücüne, mantık silsilesine ve akla uygun bir şekilde ispat
edilir. Bütün bu hususlar Fıkıh Usulü konularına dâhildir.
USUL-U HADİS
Usul, asl’ın çoğuludur.
Asıllar, kökler, kaynaklar manasına gelmektedir. Terim olarak yol, yöntem, nizam,
kaide, düzen ve metod anlamlarında kullanılmaktadır. Bu manada bir ilmin asıl
mevzuundan önce öğrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri
ve tekniklerini ifade etmektedir. Hadis Usulcüleri denilince, hadi ilminin
dirayete dayanan prensipler bölümü (usuliyyat) ile meşgul olan âlimler
(usuliyyun) anlaşılır.
Hadis usulü ilmi de hadis ilminin dayandığı
prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına başlangıçta
Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis
ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.
Hadis Usulü, kabul ve red
yönünden hadisin sened ve metnini inceleyen ilim dalıdır.
Hadis ilmi temelde rivayetu'l-hadis ve
dirayetu'l-hadis diye iki ana bilim dalına ayrılmaktadır. Rivayetü'l-hadis
ilmi, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in söz, fiil, takrir ve hallerini; bunların zabt
edilip usulüne uygun olarak sonraki nesillere nakledilmelerini (rivayetlerini)
konu edinen hadis ilim dalıdır. Mustalahu'l-hadis ve usûlü'l-hadis diye de
isimlendirilen dirayetü'l-hadis ilmi, "Sened ve metnin durumlarını
anlamaya imkân veren kaideler ilmi" olarak tarif edilmektedir.
Terim olarak da yol, yöntem, kaide, düzen ve
metod anlamlarına gelen usül, bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi
gereken esaslar, prensipler, başlangıç bilgileri ve teknikleri demektir. Böyle
olunca, hadis usûlü, hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis metodolojisi
anlamına gelmektedir. Dirayetü'l-hadis ilmi ve dolayısıyla hadis usûlü
edebiyatı da temellerini, rivayetü'l-hadis ilmi ve edebiyatı gibi ashab-ı
kiramın hadis nakli ve rivayetinde gösterdikleri titizlik, araştırma ve denetim
faaliyetlerinde bulmaktadır.
Ashab ile başlayan bu araştırma ve tetkik
gayretleri, dirayetü'l-hadise ait kaidelerin şekillenmesine zemin
hazırlamıştır. Tebliğ görevi ve Hz. Peygamber'e yalan isnad etmeme dikkati,
hadis ilmine dair tüm faaliyetlerin temelinde yatan gerçek olmanın yanında,
hadis usûlünün, en erken bir dönemden itibaren uygulama alanına intikalini de
gerçekleştirmiş olan asıl sebeptir. Hadîs İlminin bu şûbesine rivâyetü'l-hadîs
ilmi denir.
Usûl-i hadîs deyince
öncelikle hatıra gelen muhteva ve müfredat da budur. Şunu hemen kaydedelim ki,
Usûl-i Hadîs ilmine ulûmu'l-hadîs de denmiştir ki, hadîs ilimleri mânâsına
gelir. Böylece hadîsle ilgili ilimlerin birçok şubelere ayrıldığı ifâde edilir.
Usûl-i Hadîs daha ziyâde ıstılahlar üzerinde durduğu için ona mustalahu'l-hadîs
de denmiştir. İslam âlimleri her ilmin olduğu gibi hadis ilminin de esaslarını
ve metodlarını tesbit etmişlerdir. Bu ilmin konusu Hz. Peygambar’in hadisleri
olunca metodolojisi de diyebileceğimiz usulü, bunları bilmeye, sahihini
zayıfından ve mevzu olanlardan ayırdetmeye yarayacak esaslar, kaideler ile
hadisleri nakleden ravilerin hallerini açığa çıkarmaya yarayacak kurallardan
ibarettir. Buna göre Hadis Usulü, hadisler ve ravilerinin hallerini bilmeye
yarayacak kaide ve esaslardan ibaret bir ilimdir. Tarifi açıklamak gerekirse
bir hadis isnad ve metinden ibarettir. İsnad metni rivayet edenlerin
isimlerinin sıralanması, metni ise bildiğimiz gibi isnadla rivayet edilen Hz.
Peygamber’in bir sözü, bir fiili, davranışı, takriri veya onunla ilgili bir
özelliği bizlere aktaran ifadelerdir. Hadise güven ancak ravilerin güvenilir
kimseler olduklarının açığa çıkmasından sonradır. Şayet raviler adalet ve zabt
bakımından güvenilir kimseler değilseler hadis ilk planda sahih kabul edilemez.
Böylece hadisin sahih kabul edilebilmesi ilk olarak ravilerinin sika
olmalarıyla mümkün olmakta daha sonra başka özellikler aranmaktadır. Öyleyse
Hadis Usulü hadis ilmi hadislerin kabul veya rededilebilmesi için bir taraftan
onlarda bulunması gerekli esasları tesbit etmekte öte yandan ravilerinin adalet
adalet ve zabt yönünden güvenilir olup olmadıklarını araştırma esasları tesbit
etmektedir. O halde tarifimizi biraz daha genişleterek tekrar edecek olursak
Hadis Usulü hadis ilmi kabul ve red itibariyle hadisler ve ravilerinin
hallerini bilmeye yarayacak esaslar ve kaidelerden ibaret bir ilimdir.
2013-2014 Yüksek Lisans Öğrencisi Hacı Turan DEMİRCİOĞLU 12912775
MUKAYESELİ TARİHLER VE USULLER KIRAATI HÜLASASI
TARİHTE TEFSİR HAREKETLERİ
Hz. Peygamber Zamanında Tefsir
Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz.Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zat, kendisine kitap gelen Hz. Muhammeddir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlarsız peygamber olunamaz.
Hz. Peygamber, Enam Sûresi’nin 82. ayetinde geçen “Zulüm” kelimesinin anlamını vermektedir. Buharinin Sahihinde İbn Mes'ud tarafından nakledilen bu haberde, En'âm Suresi’nin bu ayeti nazil olduğu zaman, âyetin muhtevası sahabeye ağır gelmiş ve Hz. Peygamber'e şöyle demişlerdi: “Ey Allah'ın Resulü, kim nefsine zulmetmez? Hz. Peygamber de onlara cevap olarak, o, kastedilen şey değildir. Siz Hz. Lokman'ın oğlu için “Doğrusu Allah'a eş koşmak büyük bir zulümdür” dediğini işitmediniz mi? demek suretiyle, âyette zikri geçen zulmün “şirk” anlamında olduğunu beyan etmiştir
Hz. Peygamber'in (s.a.s) Tefsirinin Önemli Kısımlar:
1. Kur'ân'ı, Kur'ân'la Tefsiri,
2. Mücmeli Beyan Etmesi,
3. Kur'ân'ın Mânâsını Tekit Suretiyle Beyanı,
4. Umûmu Tahsis Etmesi,
5. Mutlakı Takyit Etmesi,
6. Müşkili Tavzih Etmesi,
7. Mübhemi Beyan Etmesi,
8. Neshi Beyan Etmesi,
9. Amelî Olarak Tefsir Etmesi,
10. Lügavî izahlarda Bulunması,
11. Tavsîf Ederek Açıklaması,
12.Temsillerle Açıklaması,
Sahabe Zamanında Tefsir
Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem zevatı tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebebleri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûL sebeblerine vâkıf olmaları idi sahabe efendilerimiz tefsirde şu metodu izlemişlerdir:
1.Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri,
2.Kur'ân'ın sünnetle tefsiri,
3.Kendi re'y ve içtihatları ile yaptıklan tefsir.
Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
a. Ali b. Ebi Talib (ö. 40/661),
b. Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652),
c Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640),
d. Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688),
e. Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664),
f. Zeyd b. Sabit (ö. 45/665)
g.Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). . Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
Tabiun Zamanında Tefsir
Tabiiler tıpkı ashab gibi tefsirde öncelikle Kur’an ve sünnete dönüyorlardı.Bütün bunları İslam beldelerinde kurulan medreselerde yapıyorlardı.Bu medreseler şunlardır:
A. Mekke Medresesi:
Bu medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. "Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas tarafından kurulmuştur. Kur'ân tefsirinin ustası olan bu sahabinin kurmuş olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiye: "Tabiîler içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir." diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasındaki yerini ortaya koymuştur.Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).Allah onlardan razı olsun.Amin
B. Medine Medresesi:
Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eslem (v. 136/753), doğrudan veya dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.
C. Kufe Medresesi:
Tefsir ve kıraat konusunda sahabe müfessirlerinin en önde gelenlerinden biri de Abdullah b. Mes'ûd'dur. (v. 34/654) İbn Mes'ûd, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vahiy kâtiplerinden olması hasebiyle O'nun yanından pek ayrılmazdı. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Kur'ân'a yönelik açıklamalarına daha çok muttali olmuştur. O'nun bu niteliğini ve ilimdeki derinliğini bilen Hz. Ömer (r.a.) halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etmiştir. İbn Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini vermişlerdir.
a. Mesruk b. el-Ecda (v. 63/683),
b. Esved b. Yezîd (v. 75/694),
c. Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708),
d. Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721),
e. Hasan Basrî (v. 110/728),
f. Katâde b. Diâme (v. 117/735),
g. İbrahim en-Nehaî, gibi alimler, İbn Mes'ud'tan ilim alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.
Tabiiler Devrinden Sonraki Tefsir Hareketleri
Kur'ân-ı Kerîm tefsiri ilmi, İslâm'ın zuhuru ile başlamış, bizzat Kur'ân, kendisinin tefsir edilmesini istemiştir. Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar böylece devam etmiştir. Bu bakımdan ilk asırlarda bu ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. , hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Meselâ, Ali b. Ebî Talha, Mukâtil b. Süleyman, Süfyân es-Sevri Sevrî, Yahya b. Sallam ve Abdurazzak b. Hemmâm gibi alimlerin tefsirleri buna örnek verilebilir.
TEFSİRİN TEDVİNİ
Ashab bir taraftan Hz Peygamberden işittiklerini ve çeşitli şekillerdeki mişahedelerini, diğer taraftan da kendi ictihad ve kavillerini yine aynı yolla tabiilere nakletmişlerdir. Ama ne yazıkki tefsir bu dönemdede sözlü nakilden kurtulamamıştır.İkinci asrın ikinci yarısında yavaş yavaş yazıya geçirilmiştir.Bu gecikmeyi alimler şöyle sıralamıştır.
1. Kaynakların bildirdiğine göre Kur’an indirilmeye başladığı andan itibaren yazdırılıyordu. Kur’an la karışma endişesiyle başlangıçta buna izin verilmeyip, Hz Peygamber: (قيدواالعلم بالكتاب) ‘‘İlmi yaziyla tespit ediniz’’ diyerek hadis yazılmasına sonradan izin verilmesi ,[1]
2. Diğer sebep de Kur’an’ın ilk muhataplarının Ümmi bir toplum olmalarıdır nitekim Kur’an, (هوالذي بعث في الاميين رسولا منهم يتلو عليهم ءاياته ويزكيهم ويعامهم الكتاب والحكمة وان كانوامن قبل لفي ضلال مبين) ‘’ Ümmilere içlerinden kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.’’ Cuma 62/2 diyerek bu hakikatı ortaya koymaktadır.
3. Tefsirin tedvinindeki gecikmenin önemli bir sebebide, ilk muhatap kitlenin hafızalarına güveniyor olmaları,
4. Yazı malzemelerindeki zorluk ve sıkıntılar da sözü edilen tedvinin gecikme sebeplerinden biri sayılabilir.
2013-2014-Yüksek Lisans- Abdullah ARSLAN-12912771
MUKAYESELİ TARİHLER VE USULLER (TEFSİR, HADİS VE FIKIH)
TEFSİR TARİHİ: Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilen bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen faaliyete tefsir denir. Hicri ikinci asrın yarısında başlayıp bugüne kadar devam edegelmiştir.
Kur’an’ı Kerim’i ilk tefsir eden Hz. Peygamberdir. Hz. Muhammed, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır. O mutlak olarak, İnsanlar içinde, Kur’an’ı en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu yüzden, Hz. Peygamber, Yüce Allah tarafından Kur’an diliyle kendisine gelen vahiyleri diğer insanlara duyurmak (tebliğ) ve onlara açıklamakla (teybin)ile vazifelendirilmiştir.
Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ait olan hadis ilmi Kur’an tefsirinde en önemli kaynak kabul edilmiştir. Kur’an’daki hükümlerin ekserisi genel olduğundan, bu hükümleri açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Bu bakımdan başlangıçtan beri, Hz. Peygamberin hadisleri, İslam teşriinin ve Kur’an tefsirinin ikinci kaynağı olmuştur. Hz. Peygamberin hadisleri dikkatle takip edilerek, onları hafızalarda tutmaya ve toplamaya önem verilmiştir.
Sahabe tefsirde öne çıkanları; Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali’dir.
Tabiin döneminde ise tefsirde medreseler oluşmuştur.
a) Mekke Medresesi; kurucusu Abdullah b. Abbas’tır. Arap şiirini tefsirde kullanmıştır. Talebeleri; Mücahid b. Cebr, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rabah. Mücahid akli tefsir uygulayanların ilki olarak kabul edilmektedir.
b) Medine Medresesi; Medine’nin en büyük âlimlerinden olan Ubey b. Ka’b’ın öğrencileri; Ebu’l Aliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazi, Zeyd b. Eslem’dir. Rey ile tefsirde öne çıkan Zeyd b. Eslem’dir.
c) Kufe Medresesi; kurucusu Abdullah b. Mesud’dur. Onun medresesi rey medresesi olarak nitelendirilmiştir. Öğrencileri Alkame b. Kays, Mesruk b. Ecda, Esved b. Yezid, Mürretü’l-Hemedani, Amiru’ş-Şabi, el-Hasan el-Basri, Katade b. Diame. Tabiin döneminin müfessirlerinin çoğu mevalidendir, yani Arap olmayanlardandı.
Bu dönemde içtihadın boyutları genişlemiş, itikadi ve ameli mezheplerin temelleri atılmıştı. Bu dönemde Kur’an baştan sona tefsir edilmiş, kelimelerin izahına geniş geniş fıkhi açıklamalara, şiirle istişhad metoduna ve israiliyat haberlerine yer verilmiştir. Tefsirde tedvin bu dönemde gerçekleşmemiş ama medreselerle ekolleşme başlamış oldu. Tefsir ilk olarak hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilmiştir. Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk şahıs Mukatil b. Süleyman’dır. Tedvin döneminin ilk tefsirlerinin ortak özellikleri dilbilimsel tefsirler olmalarıdır.
Tefsir çeşitleri: iki ana başlıkta zikredebiliriz; mevzii ve mevzui tefsirler.
Mevzii tefsir; müfessirin Kur’an’daki sure sıralamasını esas alarak her ayeti birer birer açıklamasıdır. İcmali tefsirde müfessir, ayetleri kelimeden hareket ederek literal bir okumayı esas alır, ilahi mesajın ne olduğunu tespit cihetine gitmez. Lafızlardan yola çıkarak ilahi iradenin maksadını ortaya koymaya çalışan yorum eksenli tefsirdir.
Bunlar rivayet ve dirayet tefsirleridir.
-Meşhur rivayet tefsirleri ve müfessirleri; et-Taberi / Camiu’l Beyan, el-Begavi / Mealimu’t-Tenzil, İbn Atiyye el-Endülüsi / el-Muharraru’l Veciz, İbnü’l Cevzi / Zadu’l-Mesir, İbn Kesir / Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, es-Suyuti / ed-Dürrü’l-mensur.
-Dirayet Tefsiri; yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp, dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir. Buna rey ve akli tefsir de denilir. Önce rivayet kaynaklarına başvurulur, buradan elde edilen bilgi akıl süzgecinden geçirilir. Buna ek olarak ilm-i mevhibeye de ihtiyaç duyulur.
Dirayet tefsirinde, öncelikle lugat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, meani, kıraat, usulu-d-din, usûl-i fıkıh, esbâb-ı nüzul, nesih-mensuh gibi ilimlerinin bilinmesi, ön yargılı olunmaması, Kur’an’da kullanılan Arapça’nın bugünkü Arapça olmadığının farkında olunması, kendi şahsı arzu ve isteklerine göre hareket edilmemesi, hususlarına riayet edilmelidir.
Dirayet tefsirlerinin öne çıkan isimleri; er-Razi / Mefatihu’l gayb, el-Beyzavi / Envaru’t-Tenzil, en-Nesefi / Medariku’t-Tenzil, eş-Şirbini / es-Siracu’l-Münir, Ebussuud Efendi / İrşadu’l akli-s-selim, Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili.
Mevzui Tefsir; konulu tefsir de denilebilir. Kur’an’daki herhangi bir meseleyi -inanç, toplum, hayat, evren vb.- araştırma konusu yaparak değişik surelerde zikredilen nassları nüzul sırasına göre ele alıp usulüne uygun bir şekilde incelemek suretiyle onun pratik hayata uygunluğunu ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamberin uygulamış olduğu, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri metodunu çağrıştırır.
FIKIH USULÜ VE TARİHİ: Mutlak manada şari’ Allah’tır. Hz. Peygamber efendimiz ise mecazen şaridir. Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı Kuran ve Peygamberdir.
Fıkıh ilminin disiplin haline gelmesi tarihi gelişimi yedi devrede incelenebilir.
1-Risalet devri. 2-Raşid halifeler devri (bu iki devre İslam hukukunun doğuş ve hazırlanış evresidir). 3- Hicri I.asrın ortalarından itibaren fıkıh mekteplerinin ortaya çıktığı devir. 4-Hicri II.asrın başlarından IV.asrın ortalarına kadar devam eden fıkıh usulü ilminin vazedildiği devir. 5-Mezhebler arası tercihin mezheple ilgili kaidelerin çıkarıldığı (tahric) hicri yedinci asrın ortalarına kadar devam eden duraklama devresi. 6-Yedinci asrın ortalarından mecellenin hazırlandığı hicri 13.asıra kadar devam eden gerileme devresi. 7-Meceleden zamanımıza kadar süren “yeni devre.”
İslam hukuk tarihinde mezheplerin teşekkül devrinde ırakta rey ekolü hicazda da eser (hadis) ekolü ortaya çıkmıştır. Medine’de şartlar ve durumlar çok fazla değişmediği için fukaha ellerinde bulunan mevcut hadislerle meselelere çözüm bulmakta zorlanmıyorlardı. Irak bölgesinde ise coğrafya değiştiği yeni kültürlerle yeni şartlarla karşılaşıldığından kıyas istihsan gibi ictihada kapı aralayan yeni yollarla meselelere çözüm bulmaya çalışmışlardır.
Mezheplerin teşekkül devrinde literatürde Sünni mezhepler olarak nitelendirilen meşhur dört imamın öğrencileri ve görüşleri, fetvaları, kitaplaşmış ve zamanla kurumlaşmıştır. Öte yandan mutlak müçtehit olduğu halde Leys bin Sa’d, Taberi gibi bazı âlimlerin müntesipleri olmamıştır. Bununla birlikte Sünni tanımlamanın dışında yer alan Zeydiyye, Caferiyye gibi ameli mezhepler de tarihsel süreç içerisinde gelişmiş ve günümüzde de hala varlığını devam ettirmektedir.
Fıkıh Usulü, dinî metinlerin (Kur’an ve Sünnet) anlaşılması ve yorumlanması konusunda İslâm geleneği içinde Müslümanlar tarafından oluşturulmuş yönteme ilişkin disiplindir. Fıkıh usulü, genel bir anlama ve yorumlama teorisi oluşturma gibi bir iddia taşımamakla birlikte böyle bir genel teori ve tefsir, hadis, kelâm gibi diğer disiplinler için dil, anlama ve yorumlama konusunda zengin bir bilgi birikimini ve çeşitli tartışmaları içermektedir.
Usul tarihi açısından bakıldığında bu alanda iki yöntemin oluştuğu görülmektedir. Birincisi, mezhepler tarafından oluşturulan fıkhî birikime uygun bir yöntem tesis etme çabasında olan fakihlerin oluşturduğu “fakihler yöntemi” (tarîkatü’l-fukahâ); diğeri ise kendilerini herhangi bir mezheple kayıtlı görmeyen kelâmcıların oluşturduğu “kelâmcılar yöntemi”dir (tarîkatü’l-mütekellimîn). Ve bir de her iki metodu cem edenlerin yöntemidir.
Fukahanın fıkıh anlayışı gibi fıkhi görüşlerin içtihatların oluşmasına sebep olan usul anlayışları da birbirinden farklı olabilmektedir. Asli delillerin yanında fukaha ve usuliyyunun zaman zaman kullandığı feri deliller de ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hanefiler daha çok istihsan delilini kullanırken, Şafiiler daha çok istıshab delilini, Malikiler ise mesalihi mürsele delilini kullanmışlardır.
HADİS TARİHİ: Sünnet İslam’ın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş fakat rekâtların adedi, şekli ve vakitleri Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere içtihatta bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih edilmiştir.
İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak hayatlarını onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın olsun ondan ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis tedvini daha Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bu toplama işi hafızaya tevdi edilmiş yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber hadis rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur.
Hadislerin ilk kaynağı sahabedir. Medine’de hicretten hemen sonra yapılan sayımda erkek-kadın, ihtiyar herkesi şamil olan 1500 sahabe sayısı açıklamaktadır. Hz. Peygamberin vefatı esnasında bu sayının 60.000 civarında olduğu rivayetler arasındadır. Ama bütün bu zikredilen sahabenin hadis rivayet ettiği söylenemez. Bazı rivayetlere göre hadis rivayet eden sahabe sayısı 1300 veya 1060 civarındadır. En çok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hurayre’dır (5374 hadis), ikinci sırada Abdullah İbn Ömer İbn Hattab (2630 hadis), üçüncü ise Enes İbn Malik (2286 hadis), sonra sırasıyla Hz. Aişe, Abdullah İbn Abbas, Cabir İbn Abdillah, Ebu Said el-Hudri’dir.
Hadislerin sıhhatinin garantisi ise sahabelerin adalet vasfına sahip olmalarıdır. Sahabe Kur’an’da ve hadislerde övülmüştür.
Sahabe devrinde hadislerin yayılması fetihlerin yayılmasıyla gelişmiştir. Sahabeler de fetihlere katılıp fethedilen topraklarda yaşamaya başlamışlar ve ilk iş olarak yapılan iş ise Hz. Peygamberin yaptığı gibi mescit inşası olmuştur. İşte bu mescitler âlim sahabilerin önderliğinde ilim merkezleri olmuştur. Bunlar; Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’dır. Medine’de Abdullah İbn Ömer, Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah İbn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn Amr İbni’l As, Basra’da Ebu Musa el-Eşarî ve Enes İbn Malik, Şam’da Muaz İbn Cebel medreselerin teşekkülüne rol oynamıştır. Bu sahabelerin rivayet ettikleri hadislerin sayısı ve onların ilimleri birbirine eş değildi, bu yüzden gittikleri bölgelerde kendi bildiklerini öğrettiklerinden bilmediklerini öğretememişlerdir ve böylelikle medreseler arasında farklılıklar olmuştur.
Başta İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka, fıkhî mezhepleri vs. methetmek, teveccühlere nail olmak gibi çeşitli sebeplerle hadis uydurma (mevzu) işine girişenler olmuştur. Irak’ta hadis uydurma o dereceye ulaşmıştır ki oranın hadislerine kuşkuyla bakılır hale gelmiştir. Bundan sonra hadiste seçicilik olabilmesi için faaliyetlere girişilmiş hadisin tahammül ve rivayet kaidelerini, ravilerin şartlarını, cerh ve ta’dil hükümlerini tespit eden bir ilim teşekkül etmeye başlamıştır. Tedvin döneminde hadis ravileri diyanetine taalluk eden adaleti, hadisi tahammül ve rivayetindeki dirayeti açısından incelemeye tatbik tutulmuşlardır.
Böylelikle sahih olan hadisin tarifi yapılırsa denir ki; râvileri âdil ve zâbıt, senedi muttasıl olandır. Ve hatta râvilerin birbirlerine adalet ve zabt derecelerinin üstünlüklerine göre sahih li zatihi ve sahih li gayrihi diye bile isimlendirilmişlerdir. Râvisi ne kadar güvenilir olursa olsun diğer rivayetlerden muhalif bir şekilde tek kalırsa buna da şâz adını vermişlerdir. Şâzlar da kabul görmemiştir. İsnadında sahabe atlanmışsa mürsel, sahabeden sonraki tabakalarda bir veya birkaç ravi atlanmışsa munkatı’ veya mu’zal isimlerini almıştır. Bir yalan üzerine ittifak edemeyecek bir çoğunluk tarafından rivayet edilen hadisler mütevatir diye adlandırılmıştır. Ve bunların doğrulukları kesindir. Bunların dışında doğru olup olmadıklarını tespit için birtakım karineler gereken hadiselere de âhâd denmiştir. Tek bir kişiyle gelen haber garib veya ferd, iki kişiyle gelen aziz, üç veya fazlasıyla gelen meşhurdur.
Ömer İbn Abdilaziz’in emriyle hadis tedvinini ilk yapan isim olarak İbn Şihâb ez-Zuhri (Hicri 124) zikredilir, yani hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında.
Bir de tasnif var ki -üçüncü asırda ortaya çıkmıştır- o da, bu toplama işini yaparken hadisleri sınıflandırmaktır. Bu kitaplara musannaf denilmiştir. Beş grupta toplarız: a) siyer ve meğazi; Hz. Peygamberin sireti ve gazveleri ile ilgili haberler – hicretin birinci asrının sonuna doğru tasnif edilmeye başlanmıştır. b) sünen; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleri – ikinci asrın başlarında tasnif edilmeye başlanmıştır. c) câmiler; sünenlerdeki gibi ahkam hadisleriyle, siyer ve megazi konularını ve diğerlerini de kapsar – hicri ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmıştır. d) musannaflar; câmi gibi bütün konuları kapsamayıp sünenlerden daha geniş bir muhteviyata sahiptir – ikinci asırda tasnif edilmişlerdir. Tasnif işinin ravi isimlerine göre bir araya getirilenine de müsned denilmiştir.
Murat CAN:
12912777
Yüksek Lisans
MUKAYESELİ TARİHLER USULLER KIRAÂTİ
Yüce Allah’ın halife olarak yarattığı insanoğlu yaratılış gayesini unutup
şeytan’a, nefsine ve hevasına uyup ahlaki, imani ve insani değerlerini yitirip
cehaletin, haksızlığın, zulmün, zulmetmenin bataklığında yüzmeye başlayınca,
Rahmeti bol yüce mevla mağfiretinin tecellisi olarak insanlara yol gösterici
Peygamberler, kitaplar gönderip onlara hidayete, kurtuluşa giden yolları
gösterip açıklamıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.) de bunlardan birisi ve sonuncusu idi. Ashab her
konuda ona başvuruyor, sıkıntılarını, sorunlarını Onun ve vahyin ışığı altında
halledip çözüme kavuşturuyorlardı. Allah Rasülü’nün Rafiki âlâya irtihalinden
sonra Ashab bu yöntemi kendi arasında uygulamaya devam etmiştir. İslam
topraklarının genişleyip deyişik millet ve kültürlerle karışıp kaynaşınca
sorunlar ve çözümler de farklılaşmış, bunun sonucu olarak da genelde şifahi
olarak tevarüs edip yayılan islâmi ilimler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır.
Tefsir tarihi ve usulü, Hadis tarihi ve usulü, Fıkıh tarihi ve usulü bu
ilimlerdendir. Her biri kendi sahasında özel bir konuma sahip olmakla beraber
gaye ve amaca bakınca her üçününde hedefinin aynı olduğu anlaşılmaktadır.
TEFSİR TARİHİ VE USÛLÜ
Tefsir İlminin ortaya çıkışı Hz. Peygamber (S.A.V.) ile başlamaktadır. Onun
ashabına yapmış olduğu Kur’ani hakikatler, tamamen onları irşada yöneliktir.
Bunu da bazı vesileler ile gerçekleştiriyordu.
1- Ayet okuyarak
tefsir etmesi
2-
Ashaba soru sorarak tefsir etmesi
3-
Sözünü delillendirmek maksadıyla tefsir etmesi
4- Sahabilerin soru
sorması üzerine tefsir etmesi
Allah Rasülü’nün Tefsir Yönemi
1- Mücmelin tebyini
2- Mübhem’in tafsili
3- Mutlak’ın takyidi
4- Müşkil’in tavzihi
Hz. Peygamber (S.A.V.)in Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını tefsir etti
diye İslâm âlimleri arasında ihtilaf olmuştur.
Sahabe Tefsirinin Özellikleri
1- Yaptıkları açıklamalar mübhem, garip, müşkil ve mücmel lafızlar ile
sınırlı idi.
2- Yöntemleri âyeti âyetle, sünnetle ve nüzul sebebini açıklamaktan ibaret.
3- Aralarında tefsir ihtilafı olsa da bu bir çeşitliliktir çelişki değildir.
4- Ahkâm ayetleri ile ilgili ayetlerde ictihada fazla rastlanmaz.
5- Açıklamaları ve tefsirleri Şifahi nakil yolu ile yapılıyordu.
Tefsirde en meşhur sahabiler Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b.
Kab ve Hz.Ali
Tâbiûn dönemi
Bu dönem yefsir yöntemi sahabe dçnemi ile aynı olmakla beraber bazı
özellikleri ile onlardan ayrılırlar. Bunlar
1- Ku’anın tamamı tefsir edilmiştir.
2- Görüşlerin delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirler açıklanmıştır.
3- Şiirle istidlal edilmiştir.
4- Bazı konularda Ehli kitaba başvurulmuştur.
5- Ekolleşmeler ve tefsir okulları ortaya çıkmıştır.
Bu dönemden sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak tedvin ve tasnif edilmeye
başlanmıştır.
HADİS TARİHİ VE USÛLÜ
Hadis ilminin konusu; hadisleri nakleden raviler ve bu
raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair rivayetlerdir.
Hadis ilminin amacı; hadislerin makbul olanlarını makbul
olmayanlardan ayırmaktır.
Hadis ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler, rivayet ve
dirayet olmak üzere 2 ye ayrılır.
Hadis İlminin Önemli Alt Dalları
Hadis Tarihi
Hadisi tarih biliminin ölçütleriyle ele alır. Türkçe yazılan
ilk hadis tarihi kitabı İstanbul üniversitesi İlahiyat şubesi hocalarından
İsmail Hakkı tarafından 1924’de yazılmıştır.
İlk müstakil Türkçe eser Ankara üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in yazmış olduğu ve ilk
baskısı 1977 ‘de neşredilen Hadis Tarihi isimli eserdir.
Hadis Usulü
Hadis ilmi hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken,
Hadis Usulü sadece hadis tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel
kavramlarını tanımlar. Hadis usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen
Mustalahu’l Hadis ‘de denir.
Rivayet: Daha çok hadis öğrenme, nakletme,
derleme, hadisleri içeren kitaplar telif etme gibi faaliyetlerini kapsar.
Dirayet: Hadislerin senet ve metinleri ile
ilgili her türlü birikimi, yeteneği ve faaliyeti kapsar.
Hadis Usulü
Kitapları: Hadis usulü alanında günümüze ulaşmış en eski eser İmam
Şafi’nin er-Risale’sidir. Bu eser aynı zamanda ilk fıkıh usulü kitapları
arasında zikredilir. Günümüze ulaşan ilk hadis usulü kitabı Râmâhürmüzi’nin
el-Muhaddisü’l-Fasl’ıdır.
Hadis usulü
kitapları Mütekaddimun ve Müteahhirun dönemleri denilen iki dönemde ele alınır.
Hadis tarihinde klasik kitapların yazıldığı mütekaddimun dönemi h.4. asrın
başına, hatta bazılarına göre sonlarına kadar devam eder. Bundan sonrasına
müteahhirun dönemi denir.
Rical İlmi; Rical
Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical
ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri, yani ravileri kendisine konu
edinmesi sebebiyledir.Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil
olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek,
korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.
Rical ilminin bir diğer adı da Cerh
ve Ta’dil dir. Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat bildirme Ta’dil ise;
olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.
Cerh edene Carih, cerh edilmiş yani
kusurlu bulunmuş olana ise mecruh denir. Ta’dil edene muaddil veya müzekki,
ta’dil edilmiş olana ise adil, adl, sika, cerh-ta’dil faaliyetine tenkid, bu
faaliyeti yapana münekkid denir.
*Rical İlmi; hadis
alimlerinin insani hatalara ve hadis uydurmacılığına karşı bir tedbir olarak
geliştirdikleri ve başka medeniyetlerde görülmeyen İsnad Sisteminin bir
uzantısıdır. Ali b. El-Medini “Hadislerin manalarının
anlaşılması ilmin yarısıdır.Diğer yarısı da rical bilgisidir.”demiştir.
İlelü’l-Hadis ilmi; İlal Arapça, sebep hastalık ve
kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur. Hadis ilmin de illet ilk
bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis
uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir. Bu tür gizli kusur
taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi
hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları
bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.
İllet, ağırlıklı olarak hadisin
senedinde olmakla beraber metninde de bulunabilir. İlletli hadisler konusu
muhaddisler tarafından çok önemli görüldüğünden bu konuda müstakil kitaplar
yazma gereği duymuşlar.Bu yüzden de illet konusu hadis ilminin ayrı ve müstakil
bir alt dalı olarak kabul edilmiştir.
Günümüze ulaşan ilel kitapları
şunlardır
Ali b. El-Medini’nin İlel’ül-Hadis’i
Yahya b. Main’in et-Tarih
ve’l-ilel’i
Ahmed b. Hambel’in el-ilel ve
merifetü’r-rical’i
Ğaribü’l-Hadis İlmi; Hadis ilminde Ğaribü’l-Hadis
dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı olduğu için
anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı anlaşılır.
Hadisteki ğarip kelimelere dair
yazılmış olup günümüze ulaşan ilk kitap Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam’ın
Ğaribü’l-Hadis isimli kırk senede hazırladığı kitaptır. Günümüze ulaşan en
mühim eser ise; Hattabi’nin Ğaribü’l-Hadis’idir.
İhtilafül-Hadis İlmi; İhtilaf Arapçada iki veya daha
fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması insanların
görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis sağlam bir
hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi yada
algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu edinip
bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.
USÛL-Ü
FIKHIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
Allah Rasülü (S.A.V.) Sahabe ve
Tabiînden sonra, İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve
tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve
düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni bir takım problemler çıktı. Bu
problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı.
Bunun sonucunda fıkıh usûlü ilmi hicrî
ikinci asırda doğmaya başladı. Fıkıh usûlü, fıkhın konuları arasında serpili
bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden
istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün
deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı.
Usûlü’l-fıkıh
sahasındaki ilk eser İbn Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak,
Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim
konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî’nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü
ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki bu eseri
matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina
göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b.
Hanbel, Kitabu Taati’r Rasûl, Kitabu’n-Nâsih ve’l-Mensûh ve Kitabu’l-İlel
adındaki eserlerini yazdı
Usûlü’l-fıkıh
sahasında eser yazan alimler te’liflerinde iki ayrı metot uygulamışlardır.
Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.
a- Mütekellimîn
metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit
edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları
koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup
olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir.
usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz.
Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda
getirmişlerdir. Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır:
1- Kadı
Abdülcebbar el-Mu’tezilî, eseri: el-Umde,
2- Ebu’l-Hasen
el-Basrî, eseri: el-Mü’temed,
3-
İmamu’l-Harameyn Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan,
4- Ebû Hamid
el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ,
5- Ebû’l-Hasen
el-Âmidî, eseri: el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm
6- Abdullah b.
Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc.
b- Hanefî
metodu: Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler
koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer’î meselelerden genel
kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu
bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir.
Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî
kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait
meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin
sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam
Şafiî ise böyle değildir. Bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit
etmiştir. Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmiş birçok eser
vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır:
1- Ebû Bekir
Ahmed b. Ali el-Cassas’ın “el-Usûl”ü,
2- Ebû Zeyd
Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî’nin “Takvîmu’l-Edille”si,
3-
Şemsu’l-Eimme es-Serahsî’nin”el-Usûl”ü,
4-
Fahru’l-İslâm Pezdevî’nin “el-Ûsûl”ü,
5- Hafîzuddin
en-Nesefî’nin “el-Menâr”ı.
Bir de bu iki
metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda
getiren âlimler vardır. Bu metoda da Memzüc Metod denir. Bu gruptakiler
bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken,
diğer taraftan fıkıh kurallarını usûlî kaidelere bağlayarak fıkha hizmet
etmişlerdir. Bu metotla te’lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1-
Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî’nin “Bedîu’n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey
el-Pezdevî ve’l İhkâm”ı,
2-
Sadru’ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes’ûd’un “et-Tenkîh”ı. Bu eseri bizzat kendisi
et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî’nin Usûl’ü, Râzî’nin Mahsûl’ü
ve İbn Hâcib’in Muhtasar’ı cem edilmiştir.
3- Tâcuddîn
Abdülvehhab es-Sübkî’nin “Cem’ul-Cevâmî” adlı eseri.
4-
İbnu’l-Hümâm’ın “et-Tahrîr”i (Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî,
a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd.)
Bu eserlerin
dışında, ayrı özellikleri olan, eş-Şatıbî’nin el-Muvafâkat ve el-İ’tisam,
Şevkânî’nin İrşadü’l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Usûl alanında
yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. daha
kolay anlaşılması için usulcüler yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid
Bey, Muhammed Ebu’z-Zehra, Abdulkerim Zeydan ve Zekiyuddin Şâban’ın usûlleri
burada zikredilebilir.
Bu eserlerden,
Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri arapçadır. Arapça olanların bir kısmı
Türkçeye çevrilmiştir. Hayreddin Karaman’ın İmam Hatib okulları için
hazırladığı usûlü ile, Fahreddin Atar’ın hazırladığı usûl de zamanımızda Türkçe
olarak hazırlanan eserlerdir.
Usûlü’l-Fıkhın
Konusu
Usûlü’l-fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek
araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği
sonucuna varır ve kaidesini koyar. Usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih
de bu planın uygulayıcısıdır.
Usülü I-Fıkıhın
Gayesi
Fıkıh usûlü
ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek
suretiyle şer’î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer’î amelî
hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri
sayesinde şer’î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir.
Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih
imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin
dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri
kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski
müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap
bulmaya çalışır. Bununda yolu usulü fıkhı ve onun kaidelerini bilmekten geçer.
Kaynak: Muhsin DEMİRCİ – Tefsir Usûlü ve Tefsir Tarihi;
Talat KOÇYİĞİT – Hadis Tarihi
Hayrettin KARAMAN – İslâm Hukuku Tarihi
Mürtaza Trabzon / Yüksek Lisans Öğrencisi 2013-2014/ Öğrenci No:13912724
TEFSİR TARİHİ VE USULU
Tefsir hareketinin ilk merhalesi olarak Hz. Peygamber ve ashabının
tefsir anlayışını kabul edersek, tefsirde çeşitli âlimlerin rol oynadığı
tabiiler devrini de ikinci merhale olarak görebiliriz. Bu devrenin hemen
akabinde başlayan tedvin hareketi ise tefsirde çeşitli yönler belirmeye
başlamıştır ki bu devre de tefsirin üçüncü merhalesini teşkil eder.
A- HZ. PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR
Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber'e Arap dili
ve üslûbu ile nazil olmuştur. O da nazil olan bu vahyin hedef ve maksadını
tabii olarak anlıyordu. Çünkü Kıyamet Suresi’nin 17-19 uncu âyetleri “Doğrusu
vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak bize düşer. Biz onu
Cebrail'e okuttuğumuz zaman, ona uy (onun okumasını dinle). Sonra onu sana
açıklamak bize düşer” Kur’an’ın, Hz. Peygamber'e Allah tarafından
açıklanacağını ifade etmektedir. Kur’an’ı, ilk muhatapları kendi kültür
seviyeleri nispetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en
salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı.
Hz. Peygamberi, Kur’an tefsirine sevk
eden en mühim âmil, şüphesiz İslâmiyetin kendi emridir. Kısacası, Kur’an
kendinin anlaşılmasını, açıklanmasını, tefsir edilmesini, uygulanmasını
istemiştir. Bu bakımdan İslâm'da tefsir hareketi, bizzat İslâm'ın kendi
bünyesinden doğmuştur. Onun için Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim
kaynağı, Kur’an-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in kendisi olmuştur.
Hz. Peygamber, Kur’an’ın umumunu ve hususunu,
mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kısacası, sünnet,
Kur’an’da gelen bir hususu, ona uygun olarak tekit, mücmeli beyân, ammı tahsis,
mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur’an’da hakkında hüküm
bulunmayan veya Kur’an’ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.
Her sahabenin Kur'ân'ı, icmâlen ve
tafsilen aynı derecede anlamaları mümkün olmamakla beraber; Kur'ân'ı anlamakta
insanların en muktediri onlardır. Kur'an'dan yaptıkları tefsirlerde,
kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra
gelenlere örnek olmuşlardır.
Dört Halife, Abdullah b. Abbas (68/687), İbn
Mes’ud (32/652), Zeyd b. Sabit (45/665), Ubeyy b. Ka’b (30/650), Ebu Musa
el-Eş’ari (44/664), Abdullah b. Zübeyr (73/692). Bunlar başta olmak üzere diğer
sahabilerden gelen rivayetlerle tüm Kur’an’ın tefsiri yapılmamakla birlikte
bazı ayetlerin kapalı yönleri açıklanmıştır.
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulunduğunu
görüyoruz:
a- Kur’an-ı Kerîm.
b- Hz. Peygamber.
c- İçtihat ve re'y.
d- Diğer İlâhî kitaplar
ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.
Netice olarak,
sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetleyebiliriz:
a- Sahabe asrında yapılan
tefsir tedvin edilmemiştir.
b- Sahabe, Kur'an'ı
tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.
c- Aralarındaki ihtilaf
tezat ihtilafı değil, nev'i ihtilafıdır.
d- İcmâiî mânâ ile iktifa
edilmiştir.
e- Ahkâm ayetlerinden
istinbatlar fazla yapılmamıştır.
Bu dönemde İslam
Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber,
ayrı kültür ve dine mensup cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Tabiiler
devrinde ise, ayetleri kendi re'yleri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak
görülmektedir. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini
beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri
tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurafeleriyle birlikte
aksettirmişlerdir. İslâm'a ilk defa
sahabe devrinde girmeye başlayan İsrâiliyât, tabiîler ve daha sonraki nesiller
döneminde, Ehl-i Kitaptan çok sayıda kimsenin Müslüman olmasıyla, geniş
boyutlara ulaşmıştır. Mücahid b. Cebr
(104/722), Ata b. Ebi Rebah (115/733), İkrime (107/725), Katade (118/736),
Hasanu’l-Basri (110/728), Said b. Cübeyr (95/713), Zeyd b. Eslem (136/753).
Bunlar Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubeyy b. Ka’b, Irak’ta Abdullah b. Mesud’a
bağlanarak yaptıkları rivayetlerle Mekke, Medine ve Irak ehlini
oluşturmuşlardır.
D. TABİÎLER DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Sahabe ve tâbiûn rivâyetleriyle başlayan
tefsir ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda
tefsir ilmini, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip
asırlarda rivayet tefsirinin yanı sıra dirayet tefsiri de gelişmeye başlamış,
böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsirler
meydana getirilmiştir. Şu anda en eski matbu tefsir Süfyân es-Sevrî'nin(161/777) tefsiridir. Bu tefsir
âyetlerin bazısını ele alan me'sur bir tefsirdir.
Kur'ân'ı bir bütün olarak baştan sona kadar
tefsir eden, şu anda elimizde bulunan delillere göre Mukâtil b. Süleyman (ö.
150/767) ın tefsiridir.
H- GÜNÜMÜZDEKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Birkaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikrî ve ilmî
hareketler, İslâm âleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmişti. Birçok
İslâm ülkesinde bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçerek,
yeni görüş ve anlayışla, ilmin de ışığı altında diğer ilimlerde olduğu gibi,
Kur’an-ı Kerim tefsirinde de yeni ufuklar açmışlardı. Hiç şüphesiz miladi XIX.
asır, Müslümanlar arasında dinî hareketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim
adamları tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe bir son vermeye
çalıştılar. İslâm dininin, ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket
ederek yeni metot ve usullere tevessül ettiler. Tefsir ilmi açısından bu asra,
tecdit asrı da denilebilir.
Asrımızdaki tefsir hareketleri, genel olarak dirayet veya aklî
tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. Fakat aralarında gösterdikleri
farklılıklar sebebiyle onları dört grupta inceleyebiliriz.
1- İlhâdi Tefsirler
2- Mezhebî Tefsirler.
3- İlmî Tefsirler.
4- İçtîmâi-Edebi Tefsirler.
HADİS TARİHİ VE USULU
Hz.
Peygamber (s.a.s)'in hadislerinin rivayetini, rivayetindeki gelişmeleri, tedvin
ve tasnif devrelerini tarihî seyri içinde ele alan ilim dalına denir. Konusunu
kısaca hadislerin Hz. Peygamber'den işitildiği veya görüldüğü şekilde rivayet
edilmesinden başlayıp çeşitli devreler geçirerek nasıl ve hangi şartlar
dâhilinde nesilden nesile ulaştığı ve ne gibi eserler verildiği teşkil eder.
Hadis tarihi ise, hadislerin ortaya çıkış zamanlarını, hangi olaylar yüzünden
söylendiklerini, kimler tarafından ve nasıl, ne yolla nakledildiklerini
araştırır... Her hadis gerçek bir olay yüzünden söylendiği için; hadisin anlamıyla
olay arasındaki bağlantıyı göz önünde tutmak, hadisi olayla açıklamak gerekir. Hazreti Peygamber devrinde toplanan geniş hadis külliyatının, daha sonraki
nesillere naklinde ilk mühim rolü oynayan neslin sahabe olduğu elbette bilinen bir
husustur.
Hz. Peygamber hadis usulünün temelini atmıştır. Söylemediği
bir sözün kendisine isnat edilmesini haram olarak niteleleyerek yalan ve
yalancılığın kötülüğüne dikkat çekmiştir. bu harama karşı
uyarılmış olan sahabe gününde, yalan hadis uydurma faaliyeti başlama imkânı
bulamamıştır.
«Bu sözleri işitenler, işitmeyenlere bildirsinler,»
«şahit olan gaip olana tebliğ etsin» sözleri de böyle temel kanunlardır.
Hadis ehlinin
ıstılahlarıyla ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360
H.) olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î
adını vermiştir. Ancak bu kitap, hadîs usûlü ile ilgili bütün konuları içine
almamıştı. Er-Râmahurmuzî'den sonra gelen ikinci musannif, el-Hâkim Ebû
Abdillah en-Neysâbürî (Ö. 405 H.)'dir ve Ma'rifet ulûmi'l-hadîs adlı kitabını
telîf etmiştir.
RÂVİLERDE ARANAN ŞARTLAR
1. Râvînin Adaleti 2. Râvinin Zabtı 3. Râvinin Akıl ve Bâliğ
Olması
HADİS ALMA YOLLARI (TAHAMMÜ'L-HADİS)
a) Semâ b) Arz - Kıra'a c) İcâze d)
Münâvele e) Mukâtebe f) İ'lâm
h) Vİcâde
HADÎSLERİN TOPLANMASI VE YAZILMASI
Günümüze kadar ulaşmış bulunan «en eski
hadis eseri», Hemmâm b. Münebbih (101/718)'in, hocası Ebû Hureyre'den aldığı
138 hadislik sahifesidir. Bu kıymetli eseri Prof.Dr. Bünyamin Erul hocamız
dilimize kazandırmıştır.
Medine’nin ilerleyen yıllarında Hz.
Peygamber’in en azından bazı sahabîlerin hadis yazmalarına izin verdiği
görülmektedir. Nitekim genç ve gayretli sahâbîlerden Abdullah b.Amr (ö. 65),
Rasûlullah (sas)’tan işittiği her sözü ezberlemek kastıyla yazıyordu. Onun bu
durumunu gören Kureyşliler, Rasûlullah’ın da bir beşer olduğunu, onun rıza halinde
konuştuğu gibi, öfkeliyken de konuştuğunu hatırlatarak onu uyardılar. Bu uyarı
üzerine yazma işini durduran Abdullah, durumu Hz. Peygamber’e iletince
Rasûlullah (sas) ona “Yaz, nefsim elinde olan (Allah’)a yemin ederim
ki, benden haktan başka bir şey sadır olmaz!” buyurdu (Ebû Dâvûd, Sunne 10,
no: 4659, V. 46).Hadislerin az da olsa yazıldığı bu erken dönemden sonra,
onları “derleme, toparlama, belli bir defterde bir araya getirme, divan
oluşturma” anlamına gelen ‘Tedvin’ dönemi başladı. Herhangi bir konuya
yahut râvîye göre gruplandırmaksızın yapılan bu tedvin faaliyeti, İbn Şihâb,
Salih b. Keysân, Abdullah b. Zekvân gib özel gayretlerle yapıldığı gibi, halife
Ömer b. Abdulaziz’in (99-101/717-720) emri ve Medine Valisi Ebû Bekr b.
Muhammed b. Amr b.Hazm’a ve Medine halkına talimatında olduğu üzere resmi
görevlendirmeler şeklinde de gerçekleşmiştir.
Hadislerin tedvin edilmesinden sonra
hicri ikinci asrın ilk çeyreğinden itibaren ‘tasnif
faaliyeti’ başladı. Kısaca hadislerin
sınıflandırılması, belli bir yöntem çerçevesinde planlı bir şekilde derlenmesi
anlamına gelen tasnif, farklı şekillerde gerçekleştirildi. Her dönemin
alimleri kendi şartları ve ihtiyaçları doğrultusunda tasnifler ortaya
koydular
Sahabeden sonra ilmî mirası devralan
Tâbiûn nesli de hadis ve sünneti hocaları olan sahabenin yaklaşımlarıyla
anlamaya ve anlatmaya devam etmişlerdir. İbn Mes’ud, Hz. Ali gibi sahabe
mektebinden gelen Tâbiûndan Alkame, İbrahim en-Nehaî ve Hammâd’ın medresesinde
yetişen Ebû Hanîfe, hadisleri anlamada fakih ve müctehid sahabîler geleneğini
başarıyla sürdürmüştür.
Hadislerin Korunmasına Dönük Alınan Tedbirler
1. Güvenilen kimselerden, bilinen
hadislerin alınması,
2. Önce tesebbüt, ardından da isnad tatbikinin
başlatılması,
3. Resmi ve özel gayretlerle hadislerin
yazılmaya, tedvine başlanması,
4. Râvîlerin güvenilirliğiyle
ilgili cerh ve ta‘dîl ilminin başlaması,
5. Hadislerin kabul edilmesi için
musanniflerce bazı şartların belirlenmesi,
6. Belli yöntemler ve şartlar dahilinde
hadislerin seçilerek tasnif edilmesi,
7. Hadis eğitiminin ve kitapların
rivayetinin belli yöntemlerle verilmesi,
8. Hocanın talebelerine icâzet ve
rivayet hakkı vermesi,
9. Hadislerin nasıl rivayet edileceğine
dair usul kitaplarının telif edilmesi,
10. Hadis ilimleri denilen çeşitli
dallara dair eserlerin telif edilmesi,
11. Asırlarca hadislerin ezberlenmesi,
hadis hafızlarının yetiştirilmesi,
12. Metin ve muhtevaya yönelik tahlil ve
tenkit yapılması…
İslâm hukuku metoduna verilen bu isim,
"fıkıh" ve "usûl" kelimeleri birleştirilerek ortaya
çıkarılmıştır. Fıkıh kelimesinin lügat manası: Bir şeyi bilmek ve kavramaktır. Fıkıh
kelimesinin ıstılahi manası: Müctehitlerin şer'i delillerden hüküm çıkarmaları
ve çıkarılan bu hükümleri bilme demektir. Mesela faizin haram olduğu hükmünü
tesbit etmek fıkıh olduğu gibi, onun haram olduğunu öğrenmek de fıkıhtır. Fıkıh
usûlü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer'î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden istihraç edebilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme
imkânını hazırlamaktır.
Fıkıh usûlü ilmi Hulafa-i Râşidîn ve
kendilerine yeni meselelerin fetvası sorulan diğer sahabilerin zamanında ortaya
çıkan ictihad hareketi ile beraber doğmuştur. Sahabeden müctehid olanlar
meselenin şer'î hükmünü önce Kur-'an-ı Kerim de sonra Sünnet-i Nebevî'da
arıyor, bulamazsa "Ey basiret sahipleri ibret alın" (Haşr: 59/2)
ayet-i kerimesinin emri gereğince kıyasa yani şeriatın ruhuna ve mefhumuna
uygun görüş ortaya koyarak içtihada gidiyorlardı. H. 204'de vefat eden İmam-ı Şafii
"Ümm" adlı kitabının girişi mahiyetinde olan ''Usûl Risalesi"ni
yazmıştır. Böylece Fıkıh Usûlü İlmini sistemleştiren ilk kişi olmuştur.
İslâm hukukunun gerçekleştirmeyi
hedeflediği asıl amaç, insanların yararıdır.
İslâm hukukunun beş temel ilkesi
şunlardır:
a. Sıkıntıları ortadan kaldırma,
zorlukları kolaylaştırma ilkesi
b. Sorumlulukların azlığı ilkesi
c. Hükümlerde tedrîcîlik ilkesi
d. İnsanların yararının gözetilmesi
ilkesi
e. Adaleti gerçekleştirme ilkesi
Fıkıh Usûlü ile ilgili eser yazanları
izledikleri yöntem bakımından 5 (beş)
sınıfa ayırmak mümkündür:
1. Fukahâ Yöntemi
2. Mütekellimîn Yöntemi
3. Karma Yöntem
4. Asllara dayanarak fer‟i meseleler
üretmek yöntemi
5. Fıkıh Usûlünü, şerîa„tın maksatlarını
esas alarak ortaya koyan yöntem
Sonuç olarak: Fıkhın,
Kitap ve Sünnetin uygulamalı bir açıklaması olduğunu görüyoruz. Fakihlerin
Müslümanların günlük hayatlarını düzenleyen içtihatlarından oluşmaktadır. İctihat
bağlamında düşündüğümüz zaman fıkıhta yer alan hükümler tartışılabilir
mahiyettedir. İslâm hukukunu sadece bir mezheple sınırlamak, o mezheple özdeşleştirmek
yanlıştır. İslâm hukuku, bütün mezhepleri oluşturan nazariyelerin/teorilerin
tamamının oluşturduğu bir nazariyeler/kuramlar bütünüdür.
İlimlerin kaynağı Kur’an’dır.
Dolayısıyla ilimler birbiriyle bağlantılıdır ve yekdiğerinden zorunlu olarak yararlanmışlardır.
Dini ilimler ilk başta birken daha sonra çeşitli dallara ayrılmıştır. Bazı âlimlerimiz
büyük bir kabiliyeti haiz olduklarından çok çeşitli alanlarda eserler
vermişlerdir. Çok ciddi çabalar ve emekler verilmiş ve meydana büyük bir
kütüphane çıkmıştır. Pek tabiidir ki her âlim konumuz olan tefsir, hadis ve
fıkıh alanlarında kendi zamanlarına, şartlarına ve istidatlarına vb. imkânlarına
göre iyi niyetle eserler bırakmışlardır. Ama –tefsir usulü, hadis usulü, fıkıh
usulü dediğimiz- belli bir usul/sistem oluşturmuşlar ve onu muhafaza
etmişlerdir. Bütün bunlar gıpta ile takdir ettiğimiz gerçeklerdir. Bu gün de bu
ilmi gayretlerin her alanda ciddi şekilde devam ettirilmesi zaruridir bizlere
bir borçtur. Kur‟ân ve Sünnet‟in temel ilkeleri
ışığında Müslümanların problemlerine ictihâd yaparak çare bulmak bir
zorunluluktur.
Yararlandığım
kaynaklar:
1. Tefsir
tarihi-İsmail Cerrahoğlu-Fecr yayınevi
2. Hadis
tarihi-Talat Koçyiğit-Diyanet Vakfı yayınları
3. Hadis
tarihi-Ali Osman Koçkuzu-Dergâh yayınları
4. Fıkıh
usulü-Hasan Karakaya-Darul-kitap
5. Fıkıh
usulü-Prof.Dr.İbrahim Çalışkan-Ankara Üniversitesi yayınlarından
Amacımız,
aşağıda zikredilen usullerdeki bilgileri buraya aktarmaktan ziyade kendimizce
sonra hatırlanmak üzere alınmış olan notları sizlerle paylaşmaktır.
TEFSİR USÛLÜ
– İSMAİL CERRAHOĞLU
Tefsir
usulü ilmiyle ilgili bilgilerden önce Arapların durumunu gözden geçirirsek; İslamiyetten
önce Arapların ensâb, vesen ve sanem (putperestlik) inançları sonradan oluşmuş
olmalı. Ensâb ve vesen tabiattaki varlıklara kudret izafe edilip yüceltme,
sanem ise daha kuzeydeki insanların (Akdeniz kıyısı) altın, gümüş ve ağaçları
işleyerek yaptıkları şekillerdir. Arapları putperestliğe sürükleyenin Abdullah
b. Lühey olduğu söylenir.
Müsteşrikler
Kur’an’ın vahiy olduğunu kabul etmedikleri için bu yolda bayağı bir çaba
harcamışlardır.
İlk vahiy
katibi Abdullah ibn Sa’d ibn Ebi Sarh idi, irtidat edip tekrar Müslüman oldu.
Medine’de ise ilk katip Ubeyy ibn Ka’b, daha sonra ve devamlı olarak Zeyd b.
Sâbit’tir.
Medine’de
ilk nâzil olan ayet Bakara suresidir. (ez-Zerkeşi, “el-Burhân”)
Sureler
uzunluklarına göre; Fâtiha’dan sonra 7 uzun sureye “es-Seb’ut-Tıval”, ayetleri
100’den fazla olanlara “el-Miun”, ayetleri 100’den az olanlara “el-Mesani”daha
sonraki besmeleli fasılalar ve kısa surelere “el-Mufassal” (ki bu da kendi
içinde et-Tıval, el-Avsat, el-Kısar diye adlandırılır) denir.
Mekki ve
Medeni sureler;
1) كلا lafzının geçtiği
sureler Mekkidir.
2) Secde
bulunan sureler Mekkidir.
3) Bakara
ve Âli İmrân sureleri hariç içinde hecâ harfleri bulunan sureler Mekkidir.
4) Bakara
hariç peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarını anlatan sureler
Mekkidir.
5) Bakara
hariç Adem-İblis kıssası ihtiva eden sureler Mekkidir.
6) “Yâ
eyyühennâsü” ibaresi bulunan “yâ eyyühellezine âmenü” ibaresi bulunmayan
sureler Mekkidir (istisnaları vardır).
1) Hudud
ve miras payları ihtiva eden sureler Medenidir.
2)Cihada
izin veren ve cihad hükümleri ihtiva eden sureler Medenidir.
3) Ankebut
suresi hariç münkafıklardan bahseden sureler Medenidir (Ankebut suresi Mekki
ancak 11 ayeti Medenidir).
Nazil
olan ayetleri ilk günden itibaren ezberleyenlere el-Kâri deniyordu. Kâri
Peygamber zamanında duyduğunu ezberleyen anlamına kullanılırken sonra anlamı
Kur’an’ın tamamını ezberleyip kıraatlerine göre bihakkın vakıf olan anlamına
kullanılmıştır.
Kur’an’ın
teksiri konusunda Hz. Osman’ı ikna eden Huzeyfe ibnu’l Yeman’dır. Kur’an’ın
istinsahında çalışanlar Zeyd b. Sâbit, Abdullah ibnu’l Zübeyr, Said ibnu’l Âs,
Abdullah ibnu’l Hâris b. Hişam’dır.
Çoğaltılan
nüshaların gönderildiği şehirler; Basra, Kufe, Şam, Medine + Mekke + Bahreyn +
Yemen olarak 4+5+7 olarak ihtilaflıdır.
Ebu’l
Esved ed-Düeli (ö. 688) tarafından harekeleme çalışmaları yapıldı. Harekeleme
nokta şeklinde yapıldı, bugünkü manada harekeleme el-Halil b. Ahmed (ö. 791)
tarafından yapılmıştır denmektedir.
Zaman
karıştırılan “Yedi Harf”le “Yedi Kıraat” aynı şeyler değildir. “Harf”
meselesinde madde ve lafızlar farklı okunmaktadır. “Kıraat” meselesinde ise
hareke, med, kasır, noktalama, irab gibi hususlarda farklılık yani değişiklik
olmasıdır.
Harf
sözlükte “vech” manasına geldiği gibi “lugat” ve “lehçe” manalarına da
gelmektedir. Yedi harf meselesi lafızdaki değişikliktir, anlamda bir değişiklik
yoktur. Kur’an’ın tamamında da böyle bir değişiklik söz konusu olmuş değildir
zaten. Bu belli bir zaman aralığıyla kısıtlıdır ve Kureyş lehçesinin yaygınlaşmasıyla
mesele sona ermiştir, der Kurtubi ve Abdi’l-Berr.
Yedi
kıraat konusunda ise Ebu Bekir b. Mücahid (ö. 936) kıraatları yedi tane olarak toplamıştır. Kıraatta esas olan
“tevatür”dür. Tevatüre değil de Arapça’nın gramerine dayanan kıraatlara “Kıraatü’ş-Şâzze” denir. Mütevatir
kıraat imamlarının aralarındaki ihtilafa قرءة ,kendilerine
mensub ravilerin ihtilaflarına رواية , diğer
ihtilaflara ise وجه denir.
Kıraat
imamları ve Ravileri;
1) Ebu
Abdirrahman Nafi’ b. Ebi Nuaym (Isbahan - ö. 785), Ravileri; Kâlûn ve Verş
2)
Abdullah b. Kesir el-Mekki (ö. 738) (İmam Şafii onun kıraatini nakletmiş ve
methetmiştir), Ravileri; el-Bezzi Ahmed b. Muhammed, Kunbul
3) Ebu
Amr b. el-Alâ el-Basri (ö. 772) (Ahmed b. Hanbel kıratını övmüştür) Ravileri;
Ebu Amr Hafs b. Ömer el-Ezdi ed-Dûri ed-Darir, Ebu Şuayb b. Salih b. Ziyad es-Sûsi
4)
Abdullah b. Âmir ed-Dımaşki (ö. 736) Ravileri; Hişam b. Ammar b. Nasir
es-Sülemi, Abdullah b. Ahmed b. Bişr b. Zekvan el-Kureşi el-Fihri
5) Ebu
Bekr Asım b. Ebi’n-Necud el-Kufi (ö. 745) (Ahmed b. Hanbel’in babası onun
kıraatını övmüştür) Ravileri; Hafs b. Süleyman el-Esedi el-Kufi (üvey oğlu),
Ebu Bekr Şu’be b. Ayyaş el-Kufi
6) Ebu
Ammare Hamza b. Habib ez-Zeyyat el-Kufi (ö. 773) Ravileri; Halef b. Hişam
el-Bezzar, Hallad b. Halid el-Kufi
7) Ali b.
Hamza Ebu’l-Hasen el-Kısai (ö. 805) (Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafi onu
medhetmişlerdir) Ravileri; Ebu’l-Haris el-Leys b. Halid el-Bağdadi, Ebu Amr
Hafs b. Ömer ed-Dûri
Halef b.
Hişam el-Bezzar (Hamza’nın ravisi), Ebu Cafer Yezid b. el-Ka’ka el-Mahzumi el-Medeni,
Ebu Muhammed Ya’kub b. İshak el-Hadremi el-Basri ilavesiyle bu sayı 7’den 10’a
yükseltilir.
Günümüzde
kullanılan kıraatlar; Ebu Amr (Sudan’ın bir kısmında), Nâfi (Mısır hariç Kuzey
Afrika’da, Mısır Nâfi kıraatına rağmen Hafs rivayetini kullanmaktadır), Âsım
kıraatı Hafs rivayetiyle çoğunluğu oluşturmaktadır.
Kur’an
ayetlerinin ekserisi bir sebebe bağlayamadığımız, doğrudan doğruya indirilmiş
olanlardır. Esbab-ı nüzul eserlerinden başlıcaları Ali b. el-Medini (ö. 848),
el-Vahidi (ö. 1075), es-Suyuti’nin (ö. 1505) eserleridir.
Kur’an’da
nesh mümkün ve caizdir. Nesh hükümlerle ilgilidir ve ancak nesh hükümlerde söz
konusu olabilir, akide esaslarına tesir edemez. Kur’an’ı ancak Kur’an nesheder
(İmam Şafi). Kur’an’da nesh yoktur (İsfahani [ö. 934 – mutezili], Dr. Muhammed
Tevfik Sıddık ve Ömer Rıza Doğrul)
Mütekellimler,
hurufu mukattanın açıklanmadan bırakılamayacağını kabul ederler ve Kur’an’da
müteşabihler üzerinde durmak vaciptir derler.
Hurufu
mukatta için; dikkat çekmek, bu sesten sonra ne gelecek diye dinleyiciyi tenbih
etmektir en makul olanı (Hurufu mukatta ile başlayan 29 surenin 27’si Mekki,
2’si Medenidir). Kur’an’ın icazını beyan eden delillerdendir bu harfler.
Rivayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1) Taberi
(ö. 923) – Camiu’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
2)
Semerkandi (ö. 983) – Tefsiru’l Kur’ani’l Azim
3) Ebu
İshak es-Sa’lebi (ö. 1036) – el-Keşf ve’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
4)
el-Begavi (ö. 1122) – Mealimü’t-Tenzil
5) İbn
Atiyye (ö. 1148)
6) İbn
Kesir (ö. 1373)
7)
es-Saalibi
8)
es-Suyuti (ö. 1505)
Dirayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1)
Fahruddin er-Razi
2)
el-Beydavi
3)
en-Nesefi
4)
el-Hazin
5) Ebu
Hayyan
6)
eş-Şirbini
7)
Ebu’s-Suud (ö. 1574) – İrşadu Akli’s-Selim
8)
el-Alusi (ö. 1854)
Tefsir
Allah’ın muradını beyandır. Tefsir, müfesserden farklıdır.Tefsir asla Kur’an
yerine kaim olmaz. Kur’an-ı Kerim’in tercemesi yapılamayacağına göre Kur’an’ın
başka dillerdeki ifadesine meal diyoruz. Irak tefsir medresesinin temelini
Abdullah ibn Mesud (ö. 652) atmıştır. Abdullah ibn Mesud rey ve kıyasın
öncüsüdür.
Tefsirde
israiliyyatla ilgili olarak şu isimler öne çıkmaktadır; Abdullah b. Selam (ö.
664), Kabu’l Ahbar (ö. 653), Vehb b. Münebbih (ö. 734), Abdülmelik b. Cüreyc
(ö. 767 – Nasrani kökenlidir). Abdullah ibn Abbas (ö. 688) Kabu’l Ahbar ve Abdullah
b. Selam’dan rivayetleri vardır.
Tefsir
başlangıçta hadis ilminin bir koluydu. Hicri ikinci asırdan itibaren hadis
ilminden müstakil olarak tefsir rivayetlerini görmekteyiz. Tefsirin en faal
dönemi tebeuttabiin dönemidir. İlk tefsir sayfaları İbn Abbas’ınkiler olmakla
beraber bize ulaşmamıştır. Onlardan ancak Ali b. Ebi Talha vasıtasıyla haberdar
oluyoruz. Ki onun tefsiri de bize ulaşmamıştır, onu da Taberi rivayetlerinde
buluyoruz. Tefsirde ikinci isim olarak karşımıza çıkan Mukatil b. Süleyman’dır.
Yalancılıkla, hadis uydurmakla, tedlis (kelime anlamı malın kusurunu gizlemek)
ile itham edilmiştir. Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafi tefsirini övmüştür,
beğenilmeyen tarafı ise israiliyyat ve isnatları vermeyişidir. Üçüncü isim,
Yahya b. Sellam (ö. 815 – Kufe). Taberi’nin tefsirinden öncelenebilecek bir
tefsir, farkı şiirle istişhad yok, yabancı kültürlere istinad eden ilimler yok,
Nakl ve Nakd var. Dördüncü isim, Abdürrezzak b. Hemmam (ö. 827 – Yemen).
Tefsir;
fıkhi, itikadi, siyasi fırkaların teşekkülüyle çeşitlenmiştir. Öne çıkanlar;
Zemahşeri (ö. 1144 – mutezili) tefsirin ilmi kısmıyla ilgilenir ve Kur’an’ın
icazını inceler, Beydavi (ö. 1286 – Tebriz) tefsirinde Zemahşeri, Razi ve
İsfahani’nin tesirleri görülür. Ebu’s-Suud (ö. 1574)
Mezhebi,
ilhadi, ilmi, içtimai tefsir faaliyetleri olmuştur.
HADİS USÛLÜ
– TALÂT KOÇYİĞİT
Malik b.
Enes, Şube, Abdullah ibn Mubarek, Sufyan ibn Uyeyne, Yahya ibn Said el-Kattan
ve talebeleri, Yahya ibn Main, Ali ibn Medini, Ahmed ibn Hanbel ve daha sonra
Buhari, Müslim, Ebu Zur’a, Ebu Hatim gibi hadisçiler cerh ve tadil ilmini
geliştirmekle ün kazanmışlardır.
Hadis
ilminde dirayet; hadislerin sıhhatini inceleyen ilimdir. Bu ilim İlmu
Dirayeti’l Hadis, İlmu Mustalahi’l Hadis, İlmu Usuli’l Hadis’tir yani.
Sünnet,
gidişat demektir.
“Onun
kendi heva ve hevesinden konuşmadığı”, Kur’an’a sünnet müstenid olsa da lafız
itibariyle muciz değildir.
Hadis
sözlükte, haber vermek, nakletmek veya yeni anlamına gelir. Istılahta ise,
nübüvvetten önce ve sonra Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleridir.
Hadis
usulünde haber denince Hz. Peygamberin hadisleri anlaşılmakla beraber, hadisten
ayıranlar hadis için Hz. Peygamberin sözleriyle beraber sahabe ve tabiundan
nakledilen sözleri de dahil etmişlerdir.
Mütevatir;
her nesilde sayısı belirsiz bir kalabalık tarafından nakledilen, mütevatirdeki
kalabalık yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir kalabalıktır, mütevatir
haber ilmi zaruri yani ilmi yakin olur, [ilmi nazari; istidlali yani araştırma
gerektiren ilimdir].
Âhad;
mütevatir derecesine ulaşmayanlar tarafından nakledilen, ahad haberin her
nesilde en az üç ravisi varsa meşhur, her nesilde en az iki ravisi varsa aziz,
her nesilde bir ravisi olursa garib adını alır.
Garib;
ferdi mutlak yani sahabe veya tabiinin tek kalması, ferdi nisbi; haberin
meşhurken teferrüdün bir şahsa nisbetle vuku bulması
Sahih (li
zatihi); adalet, zabt, senedin muttasıl olması, şâz ve muallel olmaması
şartlarını taşır
Sahih (li
gayrihi); bir rivayette ravinin zabt kusuru olan bir hadis başka bir senedle
tekrar sahihleşir
Hasen (li
zatihi); zabtı kusurludur
Hasen (li
gayrihi); zayıf hadisin dışarıdan destekle hasen olduğu hadisler
Muallak;
ravinin kendi şeyhini veya onunla beraber birkaç şeyhi veya isnadın tamamını
hazfederek naklettiği hadisler, Buhari’nin Sahih’ine has özelliklerden biridir.
Özellikle bab başlıklarında görülür.
Maklub;
ravilerin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin
yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadisler.
Musahhaf;
metin veya isnadında bir kelime veya ravinin birinin ismi hatalı söylenmişse
(yazı şekli baki kalarak sadece bir nokta veya bir yahut birkaç harf
değişmesiyle olur) şekil ve hat değişmesine uğrayanlar
Murcie;
imanla ameli ayırıp masiyetin imana zarar vermeyeceğini savunur.
Mutezile;
Kur’an’ın mahluk olması tartışmaları ve mihne olayları (Ahmed b. Hanbel’e
yapılan baskılar)
Zındık;
umumiyetle zahiren Müslüman olan fakat içinde küfrü gizleyen kimse
Cerh ve
ta’dil; cerh kusurlarını ortaya çıkarmak, ta’dil ise adaletini ortaya koymaktır.
Hadis isnad ilmidir. Hadislerde isnad kullanılması Hz. Osman’ın şehit
edilmesinden sonra fitnenin zuhuruyla başlamıştır. Çünkü mevzu hadisler bu
dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Hadisleri
ilk defa tedvin etmekle şöhret bulan İbn Şihab ez-Zuhri’dir (ö. 741). Tasnif
işine ilk başlayanlar da er-Rabi ibn Subeyh, Said ibn Ebi Arube’dir.
Ebu
Hureyre’nin hadis sahifesi “es-Sahife es-Sahiha” adıyla Hemmam b. Münebbih
tarafından yazılmıştır. “Hemmam b. Münebbih’in Sahifesi” olara k A.Ü.İ.F.
yayınları arasından basılmıştır.
İmam
Malik (ö. 795) “Muvatta” musannaftır.
Ahmed ibn
Hanbel (ö. 855) “Müsned” ravilerine göre düzenlenmiştir
İmam Şafi
(ö. 820) “er-Risale” hadis usulü özelliğindeki ilk kitaptır
İSLAM
HUKUK FELSEFESİ – ABDULVAHHÂB HALLAF / HÜSEYİN ATAY
İlimler
bir bütünlük arzeder. Bakara 62., Maide 69. ayetlerine bakarak konuşmak aslında
kelam ilminin konusu gibi görünse de ondan Fıkıhla ilgili genel ilkeler
çıkarabilirsiniz. “İslam dini kendisine ulaşmayan kimselerin de uyması gereken
genel ilkeler nelerdir”, gibi.
Şeriat
sözlükte açık, doğru, düz yol demektir, ıstılahta Allah’ın hükümleri demektir.
Fıkıh ise bilme, anlama, kavrama demektir. Şeriatle fıkıh aynı şeyler demek
değildir, sahabe ve müçtehitlerin içtihatlarına fıkıh deriz. Dinde dinden
olduğu zorunlu olarak bilinen “Kur’an-Sünnet” şeraiti; istidlal, istinbat ve
ictihad ile elde edilen hükümler fıkhı oluşturur. Fıkıhta akli kabiliyetler ve
değişik anlayışlar işin içindedir.
Mezheplerin
ortaya çıkışıyla fıkıh ve şeriat terimleri aynileştirilmiş aralarındaki fark örtülmüştür.
Sonrakiler mezhebi uygulamalarını Kur’an, sünnet ve sahabenin önüne
geçirdikleri için kazuist (olmuş ve olacak her hadiseye ayrı ayrı hüküm koymak)
olmuşlardır.
Kur’an
usûlü fıkhın menşeidir. Fıkıh usulünün doğuşu fıkıh ilminden sonradır. Sarahsi
(ö. 1096) el-Mebsut’u (Hanefi fıkhı), İmam Malik (ö. 795) el-Muvatta’ı, İmam
Şafi (ö. 820) el-Umm’u fıkıh kitaplarıdır.
İmam Şafi
“er-Risale” ile ilk hukuk usûlünü yazmıştır. Şafi imamlardan Gazali’nin
“el-Mustasfa”, Ebu’l Hasan Amidî’nin “el-İhkam”, Beydavi’nin “el-Minhac” adlı
fıkıh usulü kitapları vardır. Hanefi usulcüler; Debbusi “Usûl”, Pezdevi “Usûl”,
Hafız Nesefi “el-Menar” ve bunun şerhi olan “Mişkat el-Envar”
Hükümlerde
maslahat aranmakla birlikte, şer’i hükümlerin var oluş ve yok oluş bakımından
hikmetler (Şari’nin maslahat kastı) ile değil nedenlerine göre cereyan eder.
Ramazanda hasta veya yolcu olanın oruç tutmama ruhsatı (zorluk çekmemek için)
taş ocağı ve madende çalışana da oruç tutmama ruhsatı getirmez. Sebep
önemlidir, sebep de hastalık ve yolculuktur.Maslahat olan diğer bir ifadeyle
hikmetli olan zorluk çekmemek bu hüküm için sebep değildir.
Ulul Emr;
müçtehitlerin birleştikleri hükme uymaya denir.
İstihsan;
bir delile dayanarak açık kıyasa gizli kıyası tercih etme, bir delile dayanarak
genel hükümden tek bir olayı istisna etmek (Vakfedilen arazinin su yolu, geçme
yolu ile birlikte sayılması, bağ-bahçe yarıcılığına müsaade edilmesi)
Maslahat-ı
Mürsele; Şari’nin gerçekleşmesi için bir hüküm koymamış, şer’i bir delilin de
onun muteber sayılıp sayılmamasını göstermiş olduğu, lağvedilmesine de bir
delil bulunmadığı durum (hapishaneler açma, Kur’an’ı toplama işi)
Örf;
insanların anlaştıkları ve ona göre davrandıkları söz, iş veya terk etme olup
buna âdet-(alışkanlık) denir. (“et” sözünün balık için söylenmemesi, “veled”
erkek çocuk için söylenmesi)
İstishab;
bir hükmün değiştiğine delil bulunmadıkça onu bâki kılmak (evliliğin bittiğine
bir delil yoksa varlığı geçerlidir, öldüğü ispatlanmayanın yaşadığına kanaat
getirilmesi)
Usulcülere
göre hükümler teklifi ve vaz’i hükümler olarak iki çeşittir. Teklifi; bir işin
mükelleften yapılmasını veya yapılmamasını ister veya muhayyer bırakır. Bunlar
vacip, mendup, haram, mekruh, mübahtır. Vaz’i (bağıntılı); bir nesnenin bir nesneye
sebep veya şart ya da engel konulmasını gerektiren hükümdür.
Neden -
Sebep farkı; Neden’in içinde akılla kavrama da vardır. Yolculukta namazın
kısaltılmasının nedeni Ramazan ayı ramazan orucunun farz olmasının bir
sebebidir.
Delaleti
açık olanın mertebeleri;
Zâhir;
yorum ihtimali varsa, anlaşılan mana söylenişinden doğrudan doğruya gaye
edilmiş değilse “Allah alışverişi helal ve ribayı haram kıldı” bu ayet haram ve
helal kılmak gayesi ile değil “Alışveriş riba gibidir” diyenlere cevap olarak
gelmiştir.
Nass;
yorum ihtimali olup ancak anlatılan mana doğrudan doğruya kastedilmiş ise
“Allah alışverişi helal ve ribayı haram kıldı” alışveriş ile riba arasındaki
benzerliği kaldırmada nasstır.
Müfesser;
yorum ihtimali olmaz ve hükmü neshi kabul edebilir “Namazı kılın, zekatı verin”
ayetinin mücmeli Hz. Peygamber tarafından namazı kılış ve zeketın veriş
uygulamalarıyla müfesser olmuştur.
Muhkem;
yorum ihtimali olmaz, hükmü de neshi kabul etmez. Yalnız Allah’a tapmak gibi.
Delaletin
açıklığı yönünden en açık olanından başlarsak; muhkem, müfesser, nass, zâhir
diye sıralarız.
Hâfi,
müşkil, mücmel ve müteşabih delaleti açık olmayan nasslardır.
Hâfi;
hırsızın el kesme cezasının yankesiciye uygulanıp uygulanmaması meselesi
Müşkil; “Boşanmış
kadınlar üç kar’ beklerler” kar’ kelimesinin anlamının hem temizlik hem hayız
bildirmesidir.
Mücmel;
namaz, oruç, zekat kelimeleri gibi sözlük manalarından şer’i özel manalara
nakletmesi
Müteşabih;
hurufu mukatta, Allah’ın eli, gözü gibi
(Tefsir;
Şari’nin kendisi tarafından kesin bir delil ile kastedilen mananın açıklanması,
Te’vil; başka mananın kastedilmesine imkan vermesi)
TEFSİRİN
TANIMI VE NİTELİĞİ
I.TEFSİRİN TANIMI
A.Tefsir Kavramı
*Tefsir kelimesi ( فسر ) veya taklibi olan (سفر ) dan türemiş , tef’il vezninde bir masdardır .
*ilki sözlükte bir şeyi açıklamak,ortaya çıkarmak anlamları içerir ikincisiyse
aydınlatmak ,ortaya çıkarmak ve üzerindeki örtüyü kaldırmak manalarındadır.
*Tufî(716) ‘ye göre tefsir masdarı “parçalara ayırmak ,çözmek “ manasına da
gelir
*Emin el Huli bu masdarların her ikisinde de keşfetmek ortaya çıkarmak anlamı
vardır fakat tefsirde manevi diğerinde ise maddi bir keşif söz konusudur
demiştir.
* Kavram olarak ise İbn Manzur tefsiri : müşkil olan lafızdan kastedilen manayı
keşfetmektir demiştir . Zerkanî’nin tanımı ise şöyledir : Allah Teala’nın
muradına delaleti bakımından beşer gücünün yettiği ölçüde Kuran’ın manasını
araştıran bir ilimdir .
*Genel anlamda tefsir ”Arap dili ve belagatı ile ilgili bütün araçların
kullanılıp ,ayetleri çevreleyen tarihsel şartlar da dikkate alınarak Allah’ın
muradının kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarılmasıdır “
*Tefsir birbiriyle çelişen veya birbirine alternatif olan anlamların bulunduğu
lafız ve cümleler için değil ,daha ziyade bir lafzın tek olan anlamını
açıklamak için kullanılan bir kavramdır.
*Sahih rivayetlere(tarih) ve Arapça dil bilgisine dayandığı oranda nesnel
bilgiler içerir.
*Ashab döneminde tefisr Allah ve Hz.Peygamber’in beyanları için söz konusu iken
daha sonra muhtevası genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya
başlamıştır.
B.Tefsirle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar
1.Te’vil
a.Tanımı
*Sözlük manasında aslına dönmek anlamında olan (اول)
kökünden tef’il vezninde masdar olup döndürmek ve herhangi bir şeyi varacağı
yere vardırmak demektir.
*Kur’anda te’vil kelimesi farklı anlamlarda kullanılmıştır.
1)Kesin bilgi (Aliİmran7)
2)Sebep(Kehf78)
3)Sonuç(Nisa59)
4)Rüya Tabiri(Yusuf100)
*Terim olarak ta “meşrû bir sebep veya delilden ötürü herhangi bir ayeti ya da
kelimeyi zahiri manasından alıp,bağlamından koparmadan kitab ve sünnete uygun
bir şekilde yorumlamaktır”
b.Şartları
1)Tevile esas olan mananın,mecaz yoluyla da olsa lafzın kendisine delalet
ettiği manalardan olması gerekmektedir.
2)Tevil manası açık olan bir nassa ters düşmemelidir.
3)Tevil
bir lafzın ilk anda akla gelen zahiri anlamından başka manada yorumlanmasına
imkan tanıyan şeri bir delile dayanmalıdır.
c.Çeşitleri
ca.Beyani Tevil
*Kelamcıların,fakihlerin,müfessir ve dilcilerin kullandığı yorum yöntemi
*”Arap dilinin kuralları dahilinde hareket ederek Kuran’dan anlamlar üretmek”
olarak tanımlamnır.
*Kurani nasların anlamalarını subjektif bir tercihle ortaya çıkarmak olarak
ifade edilebilir.
*Subjektif
tercihe (ictihad) konu olan bilgiler zan ifade etmektedir.Bu da sonuç
itibariyle beyani tevilin zanni olmasını gerektirir.Zan da kesinlik ifade
etmediği için sorgulanabilirlik özelliği taşır.
cb.İrfani Tevil
*Tasavvuf erbabının kalbine sezgi ,keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi
türüdür.
*Bu
onların tedebbür,teemmül,tefekkür ve tezekkür gibi kavramlarla ifade edilen bir
manevi tecrübeyi içselleştirmelerinin bir sonucudur.
Tedebbür : Kuran okuyarak onun derin anlamları üzerine düşünceye dalmak
Teemmül:Dış dünyanın bağlantılarından sıyrılıp ilahi hakikatlere kafa yormak
Tefekkür:Allah’ın nimetleri üzerine düşünmek
*Sezgi,keşf ve ilham tamamen özneldir.Başkalarına iletilemez ve aktarılamaz.Böyle
olduğu için bu tür bilgilerde objektif doğrulama söz konusu olmaz.
cc.Burhani Tevil
*En meşhur kuramcısı İbn Rüşd(595)’dür.
*”faslul makal” adlı eserinde burhani tevili,nasları bütünsellik içinde ele
alarak,zahiri manalarına uygun düşecek şekilde yorumlamaktadır.
*Naslarda herhangi bir konuda bilgi yoksa burhan yani akli bilgi esas
alınır.Eğer aynı konu naslarda varsa akli bilgi ile uyumuna bakılır uyum içinde
ise problem yok demektir.Uyum yoksa yani nakli bilgi ile akli bilgi ters ise bi
problem var demektir.Bu problemin çözümü naslardaki bilginin tevil edilmesidir.
d.Tevil
ile Tefsir Arasındaki Farklar
1)Tevil kesinlik ifade etmez tefsir kesindir.
2)Tevil içsel manalara tefsir lafızlara yöneliktir
3)Tefsir
ekseriye rivayete tevil akla dayanmaktadır.Tevil tabiî ki de aklı naklin önüne
geçirmek degildir.Bu tarz teviller “mezmum/sakıncalı” sayılır.
2.Tercüme
a.Tanımı
*Kök itibariyle rubai “terceme” veya sülasi “receme” fiilinden türedigi
iddia edilen “tercüme” kelimesi,sözlükte bir kelamı bi dilden başka bir dile
çevirmek bir sözü diğer bir dilde tefsir ve beyan etmek,bir lafzı kendisinin
yerini tutacak bir lafızla değiştirmek gibi manalara gelir.
1)Tercüme bir kimsenin yaşantısını ya da çalışma hayatında başından geçen
olayları anlatması manasını ifade eder.(terceme-i hal)
2)Bir sözü birisine ulaştırmak veya haberi olmayan bir insanı herhangi bir
konuda haberdar etmektir.
3)Bir sözü söylendiği dilde tefsir etmek ,Abdullah b.Abbas (68) için
“tercümanul kuran” tabirinin kullanılması bu sebebe dayanmaktadır.
4)Maksadın açık şekilde anlaşılması için bir sözü kendi dilinden başka bir dile
çevirip o dilde tefsir etmektir.
*Terim olarak “bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabirle ifade
etmek”
b.Çeşitleri
ba.Harfi Tercüme
*nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen”tercümedir.
bb.Tefsiri Tercüme
*asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir
sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmektir.
II.TEFSİRİN NİTELİĞİ
A.Tefsirin Konusu ve Amacı
*Kuran’ın gerçeklerini ortaya çıkararak insanlığa hidayet yolunu açık ve net
bir şekilde gösterip,dünya ve ahrette onların mutluluğunu sağlamaktır.
B.Tefsirin Gerekliliği
1)Hz.Peygamber’in ahirete irtihal etmesiyle sahabenin Kuran’ın anlamaya yönelik
imkanlarının ortadan kalkmış olması
2)Kuran’ın bazı ıstılahlarıyla kelimelere yeni anlamlar kazandırması
3)Müteşabih ayetlerin olması
4)İsmi işaretler,ismi mevsuller ve zamirlerle işaret edilen şahısların müphem
oluşu,zahiren birbiriyle çelişen müşkil nasların varlığı,kısa ifadelerin
delaletlerinin açık olmaması yani mücmel ifadelerin yer alması
5)Kuran ‘ın şahsi ve toplumsal alanda hükümler koyması
6)Kuran’da yer alan mecaz,kinaye,istiare,teşbih gibi sanatlar
7)Kevni (kozmolojik) ayetler
8)Kuran’da konuların dağınık bir şekilde her yerinde olması
9)Kuran’ın Arapça olarak gönderilmesi
C.Tefsirin Diğer İslami İlimlerle İlişkisi
*Tefsir,hadis,fıkıh,kelam,siyer,tarih,ahlak,ilimlerinin hepsinin ortaya çıkış
amacı Kuran’ı anlamak üzere geliştirilmiş ilimlerdir . Bu bağlamda en önemli ve
kapsamlı görev tefsir ilminindir.
III.TEFSİRDEKİ FARKLILIKLARIN SEBEPLERİ
*Peygamberimiz’in vefatıyla beraber tefsirde
sıkıntıya düşülen konularda başta yine Kuran’a daha sonra Rasulullah’ın
sünnetine başvuruyorlardı.Ancak bu ikisinde tefsirle ilgili malzemeye
ulaşılmadığında sahabe rey ve ictihadla kastedilen manaya ulaşmaya
çalışıyordu.Bunun sonucu olarak ashab devrinden itibaren tefsirde ihtilaflar
başladı.
A.Kıraat İhtilafları
B.Çok Anlamlılık
C.Itlak-Takyid Anlayışı
D.Umum-Husus İhtilafı
E.Mensuh-Muhkem İhtimali
F.Seleften Farklı Rivayetlerin Gelmesi
G.Mezhep taraftarlığı
H.Tefsirde Dirayet ve Rivayet Olgusu
TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ
I.TEFSİRİN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
*Tebliğ ve teşride olduğu gibi tefsirde de ilk muhatab Allah Rasulüdür.
A.Hz.Peygamber’in Tefsiri
*Bir yandan vahyedilen bölümleri okuyor diğer yandan manası açık olmayan
hususları açıklayarak teybin ediyordu
1.Hz.peygamber’in Kuran’ı Tefsir Vesileleri
a.Ayet Okuyarak Tefsir Etmesi
*Bir ayeti ya nüzulüne müteakip tebliğ maksadıyla
okuyarak açıklar ya da kıraat esnasında veya hutbe irad ederken tefsir ederdi.
b.Ashaba Soru Sorarak Tefsir Etmesi
*Soru sormak şeklinde muhataplarının dikkatini çekerek ayeti açıklardı.
*Burada amaç ashabın bilgisini ölçmek değil onların zihinlerini yeni bir şey
öğrenmeye hazırlamaktır.
c.Sözünü Delillendirmek Maksadıyla Tefsir Etmesi
*Bir hüküm veya nasihatin ardından mana bakımından alakalı gördüğü ayetleri
okurdu ve onu açıklardı.
*Buna Rasulullah’ın “ayeti temessül etmesi” yani
delil getirmesi denilmektedir.
d.Sahabilerin Soruları Üzerine Tefsir Etmesi
*Hükümlerin pratiğiyle alakalı durumlarda iki veya daha çok ihtimal bulunduğu
zaman öğrenme amacıyla Rasulullah’a sorular yönelttikleri oluyordu.
2.Hz.Peygamber’in Kuran’ı Tefsir Yöntemi
a.Mücmelin Tebyini
*Mücmel kendisinden ne kastedildiği kapalı olup anlaşılması için ilave bir
beyana ihtiyaç duyan lafız demektir.
*Bu nasların bi kısmını Allah bi kısmını hz.Peygamber (s.a.v) açıklamıştır.Bu
nasların konuları ahkam,gayb,yaratılış,kader,kıyamet konuları içeren
haberlerdir.
b.Mübhemin Tafsili
*Mübhem “insan,melek ve cin gibi varlıkların
yahutta bir topluluk veya kabilenin veya bir kelime ve nitelemenin Kuran’da
açık olarak değil de ismi işaretler ,ismi mevsuller ,zamirler,cins
isimleri,belirsiz zaman zarfları ve mekan isimleriyle zikredilmesi”demektir.
*Bu mübhemlerin açıklanmasındaki yaklaşım akli
değil naklidir.
c. Mutlakın Takyidi
*Mutlak,herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması,bir başka
kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir.
*Bu ifadeler sünnet ile takyid edilmiştir.
d.Müşkilin Tavzihi
*Müşkil sözlükte “karışık olan” demektir.Kavram olarak ta Kuran’ın bazı
ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir.
*Çelişki zannını ortadan kaldırmak suretiyle muhtemel sorunu çözmüş olmaktır.
3.Hz.Peygamber’in Tefsir Ettiği Nasların Miktarı
a.Kuran’ın Bir Kısmını Tefsir Ettiği İddiası
*Bu görüşü ilk olarak Gazzali(505) ortaya atmıştır.Daha sonra da Suyutî(911)
onu savunmuştur.
-Hz.Aişe’nin naklettiği hadis
-Peygamberimiz’in yalnız manaları anlaşılmayan ayetleri tefsir etmesi ve
diğerlerini tefsir etseydi “malumu i’lam” olurdu düşüncesi
-Sahih hadis kitaplarında Kuran’ın ancak bi kısmına
dair müsned ve merfu haberler olması
-Eğer her şey açıklansaydı İbn Abbas’a “onu dinde fakih kıl ve tevil öğret”
demezdi düşüncesi
-Ahmed b.Hanbel’in “Megazi,Melahim,Tefsir bu üç şeyin aslı yoktur” demesi
b.Kuran’ın Tamamını Tefsir Ettiği İddiası
*İlk olarak İbn Teymiyye(728) ortaya atmıştır.
-Nahl 44
-Ashabın 10ayet öğrenip onalrla amel etmedikçe başka ayetlere geçmediklerini
ifade eden rivayetler
-Her hangi bir ilim dalındaki kitabın bile izahı
vardır düşüncesi
4.Sünnetin Kuran Karşısındaki Fonksiyonu ve Değeri
a.Sünnetin Fonksiyonu
*Kurtubî(671) tefsirinin mukaddimesinde sünnetin Kuran karşısında iki
fonksiyonu olduğunu belirtir.Birincisi açıklanması gereken Kuranî nasları
tefsir ki bu beyandır.İkincisi de bazen helal haram noktasında bazen değişik
konularda Kuran’da yer almayan hükümler koymasıdır ki buna da teşri’ denir.
*Ancak Allah’ın verdiği yetkiye dayanarak Hz.Peygamber Kuran’ın boş bıraktığı
alanlarda hüküm koyabilir.Buna göre Allah mutlak manada şari Hz.Peygamber de
mecazi anlamda şari denebilir.
b.Sünnetin Kaynağı ve Değeri
ba.Kaynağı
*Bazı alimler sünnet de Kuran gibi vahiy kaynaklıdır demiştir.Bazı alimler de
Hz.Peygamber’in kendi çevresinden elde ettiği bilgi birikimi ve tecrübesiyle
Kuran’la ilgili yaptığı yorumların bir ürünüdür demişlerdir.
*İbn Hibban(354) ve İbn Hazm(456) gibi alimler sünnetin tamamını vahiy kaynaklı
kabul etmişlerdir.Bu görüşün günümüzdeki temsilcileri Afzalur Rahman ,Muhammed
Taqi Usmanî,Muhammed Hamidullah’tır.
*Kuran dışı vahyi sünnetin tamamına teşmil etmek pek isabetli bir görüş
değildir.O halde bu konuda söylenecek en doğru söz Kuran dışındaki vahyin belli
konularla sınırlı olduğunu belirtmek ve vahiy dışında kalan kısmın
Hz.Peygamber’in içtihadı olduğunu kabul etmektir.
*Bu anlayış neticesinde Kuran vahyi
1-vahyi metluvv veya vahyi celi
2-vahyi
gayri metluvv veya vahyi hafi
olarak ikiye ayrılır.
bb.Değeri
*Kaynak itibariyle Kuran’la arasında bir fark gözetilmemiştir.
*Kuran’ın boş bıraktığı hükümleri Hz.Peygamber tamamlamıştır.Eğer bir hata
yapacak olsa yine Allah tarafından uyarılmıştır.
B.Sahabe Tefsiri
*Arap dilinin üslup ve inceliklerini,Arap örf ve adetlerini çok iyi
biliyorlardı.
*Eski medeniyetlerin ve felsefi akımları etkisinden uzak oldukları için
zihinleri berrak ve dilleri fasihti.
1.Yaklaşım Yöntemi
a.Rivayet Taraftarları
*Müteşabih ayetler konusnda çekingen davranarak rey ile tefsire karşı
çıkmışlardır.
*Mübhem,mutlak,mücmel,müteşabih ayetleri açıklama hususunda çekingen
davranmışlardır.
*Bu sahabelerin müracaat ettiği kaynaklar
-Kuran
-Sünnet
-Esbab-ı nüzul
-Nasih Mensuh
-Arap şiiri
-Ehl-i kitap nakilleri
b.Rey Taraftarları
*Bu sahabeler bir ayeti tefsir ederken öncelikle rivayet tefsir kaynaklarına
müracaat ediyorlar eğer aradıklarını bulamazlarsa kendi re’yleriyle tefsir
ediyorlardı.
2.Bağlayıcılığı
*Sahabe sözleri merfu hadis hükmündedir veya mevkuf haberdir.
*İslam alimlerinin çoğunluğu merfu hadisleri delil kabul eder.Çünkü bunlar
sahabenin müşahede ve semâına (görme ve işitme) dayanır.
*Mevkuf haberlerde ise ihtilaf vardır.Çünkü bunlar sahabenin bilgi birikimine
dayanan ve ictihadın mümkün olduğu alanlara ait haberlerdir.
3.Genel Özellikleri
*Kuranı baştan sona tefsir etmemişlerdir.Yaptıkları açıklamalar yalnız
garip,mübhem,müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlıydı.
*Yöntemleri ayeti ayetle,sünnetle ve esbab-ı nüzul ile açıklamaktı.
*Sahabeler arasında zaman zaman bir kısım ihtilaflar çıkmıştı ama bunlar tezat
ihtilafı değil tenevvü ihtilafı idi.
*Ahkam ayetlerini geniş bi tahlile tabi tutarak hüküm istinbatında
bulunmamışlardır.
*Henüz bu dönemde tefsir tedvin edilmemişti,beyanlar şifahi nakil yoluyla devam
ediyordu.
4.Meşhur Sahabe Müfessirler
*Abdullah B.Abbas *hz.Ebubekir
*Abdullah b.Mesud *hz.Ömer
*Ubeyy b.Kab *hz.Osman
*hz.Ali
C.Tabiun Tefsiri
*Bazen son şık da olsa ehli kitap görüşlerine yer vermişlerdir.
*tefsir medreseleri açılmıştır. Nedeni :
-ihtilafların artması
-mensubu olduğu görüşü savunmak için Kuran’dan referans alma çabaları
-bir takım yanlış ve bozuk te’villerin ortaya çıkması
a.Mekke Medresesi
Abdullah b. Abbas (ilim denizi/tercümanul Kur’an)
*Mücahid b.Cebr (akla en çok önem veren,rey)
*İkrime
*Said b.Cübeyr
*Tavus b.Keysan
*Ata b.Ebi Rebah
b.Medine Medresesi
Ubeyy b.Kab
*Ebul Aliye
*Muhammed b.Kab el Kurazi
*Zeyd b.Eslem
c.Kufe Medresesi
Abdullah b. Mesud
*Alkame b.Kays
*Mesruk b.el Ecda
*Mürretül Hemedani
*Hasan el Basri
*Katade b. Daime
d.Mevali Müfessirler
*Hata yapma konusunda tabiuna güven tam olmadığında kaynak kabul etmeyenlerle ;
tefsirleri sahabeden aldıkları görüşü ile kaynak kabul edenler ve icma ile
ittifak edilenlerin kabulunun ; ittifak edilmeyenlerin lugat ilmine havale
etmeyi kabul edenler olarak ayrı
görüşlere sahiptir (alimler)
*İctihad edilmiş bilgileri almak vaciptir.Fakat ictihad mümkün olmadığında da
(mugayyebat) alınmalıdır.
Tabiun Dönemi Özellikleri:
*Sahabe döneminde belli ayetler tefsir edilirken tabiun döneminde tüm Kuran
tefsir edilmiştir.
*Bir yandan ayetler ayetle tefsir edilirken bir yandan da ortaya konan görüş ve
iddiaların temellendirilmesi için kelime tahlili yapılmış.
*Geniş fıkhî izahlar,ayetlerden istinbad istidlal
yoluyla çıkartılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.
*Şiirlerle bazı garip kelimelerin istişhad metoduyla şerhi ve izahı
gerçekleşmiştir.
*Kuranda geçen bazı kıssaları açıklayabilmek için Ehli Kitaba başvurmuşlardır.
*Tefsir henüz tedvin edilmemiştir.
II.TEFSİRİN TEDVİNİ (Yazılı Nakil Dönemi)
*Tebei tabiin döneminde yavaş yavaş tedvin asrına girilmiştir.
Tedvinin daha önce başlamama nedenleri :
*Sahabelerin Kuran’dan başka bir şeyin yazımıyla meşgul olmamaları
*Kuranın ilk muhataplarının ümmi bir toplum olması
*İlk muhatap toplumun yazıdan ziyade hafızalarına
güvenmeleri
*Yazı malzemelerindeki zorluk ve sıkıntılar
*ilk zamanlar tefsir müstakil kitap olabilecek kadar hacimli
değildi.muhaddisler hadisleri tedvin amaçlı beldeleri dolaşırken tefsirle
ilgili merfu ve maktu haberleri toplamışlardır.Yani ilk olarak hadisin bir
şubesi olarak ele alınmıştır.
*Yezid b. Harun esSülemi
*Şube b.elHaccac
*Süfyan esSevri
*Kısa bir zaman sonra mevcut olmayan hadiselerin
yaşanması insan tefekkürünün gelişmesi sonucu akli (ictihadi) tefsir de ortaya
çıkmıştı.Akli efsirir de muhafaza etmek için müstakil tevile başlandı.Kuran2ı
sure tertibine göre ilk tefsir eden şahıs Mukatil b. Süleyman’dır.
Tedvin Döneminin ilk Müfessirleri ve Eserleri
*Mukatil b. Süleyman – Et Tefsirul Kebir
*Süfyanus Sevri – Tefsirus Sevri
*Yahya b. Sellam – Tefsiru Yahya
*Ferra –Meanil Kuran
*Ebu Ubeyde – Mecazul Kuran
* Abdürrezzak b. Hamam – Tefsir
Tedvin Dönemi Tefsir Özellikleri :
*Dil bilimsel tefsirlerdir.
*Garib,müşkil,mübhem kelimelerin arap şiirindeki ve etimolojik alandaki
anlamlarına ve formlarına yer verilmiştir.Arap şiiriyle istişhadda
bulunulmuştur.
*Kuran’ın her ayetine yer verilmemiştir.
*Hicri 4.Asırdan sonra geniş hacimli rivayet ve
dirayet tefsirleri oluşmuştur.
TEFSİR ÇEŞİTLERİ
I.MEVZİİ TEFSİR (Parçacı)
*Herhangi bir müfessirin Kurandaki sure sıralamasını esas alarak her
ayeti,mevcut tertibe göre birer birer açıklamasıdır.Tebei Tabiin döneminde
önceki dönem tefsirinin üzerine eklemelerle başlamıştır.
*Olumsuzlukları:
-Global bir dünya görüşünü ortaya koymaması
-Ayrıntılı ve bazen de gereksiz bilgilerle (israiliyyat) okuyucunun kafasını
karıştırması
-Günümüz insanının ihtiyaçlarıyla çok ta fazla ilgi
kuramaması
*Olumlu Yanları:
-O dönemin tarihini, edebiyatını ,klasik müfessirlerin görüşlerini edinmemizde
yardımcı olması
A.İcmali Tefsir
*İlk olarak sözcüklerin lugat anlamları ikinci olarak terim anlamları ele
alınmıştır.
*Daha sonra nassın ifade ettiği anlamı ve nassın bulunduğu konunun siyak-sibak ilişkisinden
bahseder.
-Süfyanus Sevri
-Yahya b . Selam
-Yahya b. Ziyad el Ferra
-Ebu Ubeyde Ma’mer b. El Müsenna
-Celaluddin el mahalli
-Celaluddin es Suyuti
B.Tafsili Tefsir
*Kuran’ın asıl maksadını ortaya koyarak ruhları cezbetmek suretiyle Kuran’ın kılavuzluğunu
,prensiplerini ve Allah’ın Kuran da insanlar için koymuş olduğu kanunların
hikmetini ortaya çıkarmayı hedefleyen tefsirdir . (Bkz :Gai Anlam)
1.Rivayet Tefsiri (et Tefsir bi’l Me’sur)
*Nesai-Tefsirun Nesai
*Suyuti-Ed Durrul Mensur
Özellikleri :
-Aslolan rivayet tefsiridir.Dirayet tefsiri hep bir altyapı ister.
-Bu tefsiri uygulayan müfessirler bazen kendi tercihlerini kullanmışlardır.
-Müfessirlerin bazı uydurma haberleri zikretmeleri ve haberlerdeki isnad
zincirini hazfetmeleri tefsirde israiliyyata yer vermeleri gibi nedenlerden
dolayı güvensizlik oluşmuştur. Bunlar rivayet tefsirinin zaaflarıdır.
*Taberi-Camiul Beyan an Tevil ul Kuran
*Begavi Mealimut Tenzil
*İbn Atiyye El Endülüsi
*İbnül Cevzi-Zadul Mesir
*İbn Kesir – Tefsirul Kuranil Azim
*Suyuti – Ed Durul Mensur
2.Dirayet Tefsiri
*Müfessirin yalnızca rivayete bağlı kalmayıp dil,edebiyat,çeşitli ilimler
yanında kendi bilgi birikimi ve re’yine dayanarak yaptığı tefsirdir.
*Aklî tefsir de denir.
*Müfessirin dış dünyada yer alan ve yaşanan gerçekliğe uygun hareket etmesi ,
aklileştirme ise bu olaya aykırı davranması demektir.Bu yüzden Kurani nasları
aklileştirme kabul edilemez.
* Yaşanan gerçeklik ; tabii olgular,bilimsel veriler,kültürel verilerden
ibarettir.
Dirayet Tefsirini Caiz Görmeyenlerin Delilleri :
*Zan ifade eder,kesinlik anlatmaz.Kesin bilgi olmadan Allah hakkında konuşmak
haramdır.
*Bir çok sahabe ve tabiun dirayetten kaçınmıştır.
*”Kuranı kendi görüşüne göre tefsir eden kimse cehennemdeki yerini hazırlasın “(Tirmizi
)
*Kim Kuran hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiş olur (Tirmizi)
Caiz Görenlerin Delilleri :
*Bazı sahabeler dirayetle tefsire kalkışmamıştır. Peygamberimiz Muaz b Cebel ‘i
Yemen’e vali olarak gönderirken neye göre hüküm vereceğini sorduğunda Kuran ve
sünnet demiş tekrar sorulması üzerine “reyimle ictihad ederim” cevabını
vermiştir
*”Allah kimseye gücünden fazla sorumluluk yüklemez” ayetinde kendi bilgi ve
tecrübesi kadar sorumluluk taşımak kastedilmiştir.
*Zemahşeri- elKeşşaf
*Razi – Mefatihul Gayb
*Beyzavi- EnvarutTenzil
*Nesefi-Medarikut Tenzil
*Şirbini – Es Siracul Münir
*EbusSuud – İrşadul Aklis Selim
*Elmalılı Hamdi Yazır-Hak Dini Kuran Dili
II.MEVZUİ TEFSİR (Konulu)
*Kuranın bütününü veya ondaki herhangi bir meseleyi araştırma konusu yaparak
ayetleri nüzul tarihine göre sıralayıp incelemek suretiyle Kuran’ın bakış
açısını tespit etmektir.
-konuyla ilgili naslar tespit edilerek o konuyla ilgili Kuran ın bakış açısının
tespiti
-ayetlerin nüzul sırasına göre incelenmesi
Yöntemi:
*konunun sınırlarının ve hedefinin belirlenmesi
*ayetlerin tespit edilmesi
*nasların tarihi bağlantısını oluşturmak
*esbab-ı nüzul
*siyak-sibak ilişkisi
*sünnetten ve geçmiş kültürlerden istifade
(beyan-teşri)
*sahabe,tabiun,tebei tabiun düşünce ve sözleri
Önemi ve Faydaları :
-Derinlik ve kapsamlılık daha pratik sağlanır
-Problemlere Kuranî perspektiften bakarak çözmek
kolaylaşır
-Yenilenen ihtiyaçları karşılamada çağımız insanına Kuran’dan istifadesi
açısından güvenilirdir
-Kuran’ın çok daha sağlıklı şekilde anlaşılmasını
sağlar.
TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR EKOLLERİ
I.MEZHEBİ TEFSİR EKOLÜ
*Belli bir usül ve yöntemle naslardan hükümler çıkarıp oluşturulan inanç
sistemlerine mezhep adı verilir.
Sözü edilen tefsir bu inanç sistemlerinin üzerine bina edilmiştir.
A.Ehli Sünnet Tefsiri
*Ebu Hanifenin ardından İmam Malik ve İmam Şafii gibi alimler muhafazakar bir
akide sistemini oluşturarak Sünni kelamın oluşmasına yardımcı olmuşlardır.
*Ehli Sünnet kelamı Eşariyye ve Maturidiyye ekolleri tarafından
sistemleştirilerek hicri 4.YY’dan itibaren İslam dünyasının bir çok yerinde
mezhep haline gelmiştir.
*İmam Maturidi –Tevilatul Kuran
*Ebul Hasen El Eşari
B.Mutezile Tefsiri
*Vasıl b. Ata
*Emeviler döneminde ortaya çıkmakla birlikte,onun
kendi yöntem ve fikirleriyle İslam düşüncesine ivme kazandırması Abbasiler
dönemine rastlamaktadır.
*İnanç sistemlerinde usul-i hamse ‘dir : tevhid,adalet,
va’d vaid,el Menzile beynel Menzileteyn,emri bil maruf nehyi anil münker
*Tefsir ederken metni ilk olarak belagat açısından tevile tabi tutmuşlar sonra
mecaza yönelerek tevil etmişlerdir.
*Ebu Müslim Muhammed b. Bahr el Isfahani – Camiut
Tevil li muhkemit tenzil
*Ali b. Et Tahir eş Şerif el Murtada – Gurerul Fevaid ve Durerul kavaif
*Zemahşeri – el Keşşaf
C.Şia Tefsiri
*Batini tevillere gereğinden fazla önem vermişlerdir.
D.Harici Tefsiri
*Kuran lafzına tavizsiz sarılan bir gruptur.
*Amel imandan bir cüzdür demişlerdir.
*Allahın sıfatları ve kuranın mahlukiyeti konusunda mutezile gibi düşünür.
*Büyük günah işleyenler ebediyen cehennemde kalacak demişlerdir.
III.İŞARİ TEFSİR EKOLÜ
*Yalnız tasavvuf erbabına açılan bir takım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla
Kuran’ı açılamaktır.Sufinin kendi düşünceleriyle değil bulunduğu makamda
kalbine ilka edilen ilhamlarla elde edilir.
Makbul Olmasının Şartları :
*Batini mana lafzın zahirine ters düşmemelidir.
*Batini anlamı destekleyen başka nas veya açık delilin olması gerekir.
*Batini manaya muhalif bir şeri veya akli bir karine bulunmamalıdır.
*Hasan el Basri * Caferi Sadık *Abdullah b. Mübarek
*ebi Abdurrahman es Sülemi-Hakikatut Tefsir ile
tamamen sistemleşmiştir.
*Gazali – İhyau Ulumid Din
*Muhyiddin Arabi –Cevahirul Kuran
III.FIKHİ TEFSİR EKOLÜ
*Ahkam ayetlerini açıklığa kavuşturarak insanlara
dünya ve ahiret mutluluğunu sunma amacıyla yapılan tefsirlerdir.
*Ahkamın açıkça ifade edildiği ayetler ( Bakara
,Nisa,Maide,Enam)
*Doğrudan doğruya hüküm ifade etmeyen , istinbad
yoluyla hüküm çıkarılabilen ayetler
-kendi arasında başka bir nassa ihtiyaç olmalı
-başka bir ya da daha fazla nass yardımıyla
(kitap,sünnet,icma,kıyas,şerru men kablena,sahabe
kavilleri,örf,istihsan,istihab,maslahat,Seddi zerai..)kaynaklarıdır.
Şer’u men kablena: Geçmiş şeraitlerle ilgili bir hükmün zikredilip onun devamı
hakkında bir şey söylenmemesi
İstihsan : Müctehidin herhangi bir meselede önceden
verilmiş hükmü delile dayandırarak yeni bi hüküm ortaya katması
İstishab: Geçmişte sabit olan hüküm hakkında yeni bir değiştirici delil olmadan
devamlılığı sürdürmektir
Maslahat: Menfaati celb mefsedeti def etmek
demektir
Seddi Zerai : İnsanı kötülüğe götüren yolların
kapatılması
*Şafii ,Tahavi , Cassas, El Kıya El Herrasi , Ebu
Bekr İbnul Arabi – Ahkamul Kuran
IV. İLMİ TEFSİR EKOLÜ
*İnsanların dikkatini çekerek ibret alamlarını
sağlamak ,insanların imanını arttırmak amacıyla yazılan tefsirfir.
*Dirayet tefsirinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. (Gazali,Razi,Ebul Fadıl El
Mursi,Suyuti)
V.İCTİMAİ TEFSİR EKOLÜ
*Kurani nasları yeni bir anlayışla ele alarak çoğu toplumsal sorunları nasların
ışığı altında çözümlemeyi hedefleyen tefsir çeşididir.Taklidi terk ederek ve
tefsiri donukluk,kuruluktan kurtararak ortaya çıkan problemlere yeni çözümler
üretir.
*19. Asrın son çeyreğinde Muhammed Abduh’un Ezher’deki hocalığı sırasında
uyguladığı yöntemdir.
*”modern mutezile ekolü” olarak da adlandırılmıştır.
*Reşid Rıza
*Ahmed Mustafa Meraği
*Seyyid Kutub
Olumlu Eleştiriler :
-Taklidi şiddetle eleştirmesi
-Ekol mensuplarının israiliyyata karşı savaş açması
-Kuran’ı mezhepler için bi vasıta olmaktan
çıkarmaları
-Bilimsel nazariyelerin Kuranla bağlantısı üzerinde
durmaları
-lüzumsuz bilgilere dalmamaları
-bidat ve hurafelere yer vermeden toplumsal
meseleleri açıklamaları
Olumsuz Eleştiriler :
-Akla gereğinden fazla önem vermeleri
-Sahihayndaki bazı hadisleri kabul etmemeleri
-Ahad haberleri delil kabul etmemeleri
-Aşırı tevile giderek Kuran bütünlüğüne zarar
vermeleri
VI.MODERNİST TEFSİR EKOLÜ
*Kuran2ın bütün zamanlarda geçerli olduğunu iddia ederek onu yaşanılan döneme
uygun yöntemlerle açıklamak demektir.
-klasik modernist
-neo İslam modernizmi
1.Klasik Modernist Tefsir
*Seyyid Ahmed Han
*Seyyid Emir Ali
*Muhammed Ebu Zeyd
2.Çağdaş Modernist Tefsir
*FazlurRahman
*Roger Garaudy
*Muhammed Arkaoun
*Hasan Hanefi
Kuran’ı Tarihselci Okumanın İmkanı
*tarihselci okuma (hermenötikçi) yorum bilim demektir.
* dine ve onun kurallarına olan güvensizliği beraberinde getirir.
*mucize olan Kuran’ı Kerimi metin bağlamının dışına çıkarmak gibi bir probleme
zemin hazırlar.
*Hükümlerde cezayı keyfiyen yorumlamaya
gitmek sonucunu çıkarabilir.
*Kuranı tarihsel bi kitap olarak değerlendirmek
onun evrenselliğini görmezden gelmeye çalışmaktır. Çoğunluk teşkil eden nasları
mahalli-yerel naslara feda etmek demektir.
*Ahkamın değiştirilmesinde nasların mantık ve mefhumu arasında irtibat
kurulmalıdır.Eğer irtibat olmazsa nasların zahiri ve batını arasında uyum
olmaz.Bu uyum yoksa bir keyfiyet var demektir.Keyfiliğe dayanan bir yorum
neticesinde de dinden eser kalmaz.
A – KELİME MÂNÂSI:
Hukuk
Türkçeye Arapçadan geçmiş ve “hak”
kelimesinin çoğuludur ve üç çeşit manaları vardır:
1.
Bir söz, iş veya
hareketi doğru, uygun yerinde ve yaraşır demektir. Ve bunları zihnimizde bir
terazi varmış gibi tartıp değerlendirdiğimiz manada “kaide-hukuk”tan bahsedilir.
Böylece hak
fikrinde onun manevi temelini teşkil eden bir duygu vardır, bir ideal vardır.
Bu manada “ideal-hukuk” ve ”tabii hukuk”tan bahsedilir.
Kaide ve
ideal hukuk ise “objektif hukuk”tur.
2.
Bir diğer manası
salahiyet ve iktidardır – Mülk hakkı, alacak hakkı, velayet ve vesayet. Bu
manadaki haklara da “sübjektif hak”
ve “selahiyet hak” denir.
3.
Bir manasıyla da ictimai
illimler zümresine giren bir ilmi ifade eder.
1. Hukuk’un Tarifi
“Cemiyette
nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona
tercüman olan devletin maddi icbar kuvvetinde bulan kaideler manzumesidir.”
II. FIKIH
A – MÂNASI:
Bir şeyi en derininde anlamak ve kavramak ayrıca;
söyleyenin maksadını da içine almasıdır.
MÜSLÜMANLARIN HAYATINDA FIKHIN YERİ VE ÖNEMİ:
§ İslam ümmetinin bir araya gelmesini teşkil eden
müessesedir.
§ Allah ile kul arasındaki şahsi ilişkiyi düzenler.
§ İslamın ibadatıyla ilgili hükümleri açıklar.
§ Toplumun ahlak ve düzenine el atmış, onu
iyileştirmek için gerekli tedbirleri almış, düzenlemeleri yapmış.
§
Savaş ve Barış’ta tutulacak yolu, düzeni bozanlara karşı tedbirleri ve
cezaları açıklamıştır.
III – İSLÂM’IN DOĞUŞU SIRALARINDA
YAŞAYAN
HUKUK SİSTEMLERİ
İRAN HUKUKU
§
Medeni ve Ceza hukukuna
bağlıdır.
§
Fiili tecavüzde kırbaç
cezası vardır. Kırbaç, tazminat ödenerek satın alınabilir.
§ Aile içerisinde Mutlak hâkimiyet vardır.
§ Evlat edinme cari idi. Savaşçılar
arasında kardeşlik akdi de yapılırdı.
§
Vergiye tabi idiler.
§
Alış veriş ve akitlerde kefil
istenirdi.
§
Ceza intikam esasına dayanır,
ağırdır ve şahsi değildir.
ROMA HUKUKU
§
Eski hukuk devrinde cezai hükümler
çoktu.
§ Prenslik devrinde Roma cemiyetini korumak için evlenmeyi teşvik, köle azat etmeyi meneden kanunlar çıkmıştır. Hukuk Alimleri yetişmiş ve eserler vücuda getirilmiştir.
Roma
Hukuku iki sisteme ayrılır:
§ Medeni
Hukuk: Romanın asıl hukuk
sistemidir ve sadece Romalı vatandaşları bünyesine alır.
§ Kavimler
Hukuku: Diğer milletler için ve bunlar hukuk dışı
kabul edilirler.
Roma Hukukunun dünya hukukuna tesiri tedrisat ile olmuştur. Talebeler yetiştirildi Roma hukukuyla ve bu talebeler kendi memleketlerinde hâkim olup tatbik ederlerdi.
İSRAİL HUKUKU
Kaynakları
iki devreye ayrılır:
1. Devre: Mukaddes kitabın birkaç bölümü.
2. Devre: Yahudi alimleri ve hahamlarının
tefsir ve ictihadları ikinci bir kaynak olarak bilinmiştir ve buna ise Talmud adı verilmiştir.
CAHİLİYE DEVRİ ARAP HUKUKU
§
İctimai durumlarında bedeviliğin,
kabileciliğin ve gezginciliğin hâkimiyeti vardır. Böylece Araplar büyük
milletler olmuşlar.
§
İctimai, iktisadi ve siyasi durum
İslam öncesi Arapların hukuki hayatlarına tesir etmiştir.
§
Arapların umumi bir hükümetleri
yoktu ve teşri ile kaza mercii de yoktur. Anlaşmazlık söz konusu olduğunda
kabile başkanına başvururlardı.
YABANCI HUKUKLARIN İSLÂM HUKUKUNA TESİRİ
§
Yabancı araştırmacılara göre İslam
hukukunun orijinal vahiy kaynaklı kendi dinamizmi içinde gelişmiş bir hukuk
sistemi olduğunu belirtmişlerdir.
§
İslam hukuku, hüküm sürdüğü
ülkelerin bazı amme hukuku kaidelerini ve müesseselerini almıştır, çünkü
adalet, amme menfaati ve zaruret çerçevesinde İslam hukukuna uygun
bulunmaktadır.
§
Hz. Peygamber Arapların örflerini
İslam’a uygunsa kabul etmiştir, uygunluğu olmadıysa onu tadil etmiştir, bunu da
yapamadıysa hepten terk etmiştir.
§
İslam hukukunun diğer hukuklardan
etkilenme iddiasına geldiğimizde bunu kemmiyet olarak değil de te’sir ve şümulü
bakımından ele alınması gereklidir.
Hz. Peygamber Devri
Bu devre icinde vahye dayanan teşri faaliyeti
tamamlanmis ve sonraki devirlere temel teskil etmistir.
Mekke devri
Mekke`de fikih hükümleri hem
azdir, hem de umumi ve külli bir karakter arzetmektedir.
Medine devri
Medine islam devletinin yeni
merkezi olmustur. Böylece bu genc devletin toplumsal hayatini ve siyasetini
düzenleyen kaidelere ihtiyac vardi. Bu baglamda Teşri bu alanlara
yönelerek bir düzenleme ortaya koymustur.
Bu devrin fikhi özellikleri sunlardir:
a)
Tedricilik: Kur`an bir anda indirilmemistir. Islam`in binasi basamak basamak
tamamlanirken daha kolayca anlasilmasi saglanmistir.
b)
Kolaylik: Kur`an da Allah`in güclük
cikarmak istemedigi, kolaylik ve hafiflik istedigi acikca ifade edilmistir.
Rasulullah ( S.A.V) „Kolaylastirin, zorlastirmayin, sevdirin, nefret
ettirmeyin“ buyurmustur.
c)
Nesih: Nesih daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldirmasi manasina
gelmektedir. Nesih sünni cogunluk tarafindan kabul edilmistir.Suyuti gibi
alimler nesih ayetlerin sayisini 20 ye cikarmistir. Fakat nesih ancak
Rasulullah hayatta iken söz konusu olabilecek bir olaydir.
Hz. Peygamber ve
Ashabin ictihadi
Rasulullah`in ictihad edip etmemesi
tartisilmistir. Bazilarina göre onun dedigi hersey vahye dayanir ve böylece
ictihada ihtiyac yoktur. Diger bir kisim alimlere göre ise Sünnetin bir kismi
hem manasi hem de sözleri ile Rasulullaha aittir, yani onun ictihadidir.
Mesela: Bedir savasinda alinan esirlere
yapilacak muamele hakkinda bir vahiy gelmemisti. Hz. Peygamber meseleyi
ashabiyle istisare etti. Hz. Ebu Bekirin fidye karsiliginda serbest
birakilmalari fikrini kabul etmistir. Fakat bu ictihadin hatali olduguna dair
ayet inmistir.
Ashabin ictihadina dair misal: Yolculukta su
bulamayan iki sahabi teyemmüm ederek namazlarini kildilar. Biraz gidip su
bulunca, birisi abdest alip namazi yeniden kildi. digeri ise yeniden kilmadi.
Rasulullah ise ikisinin tavrini tasvip etmistir.
SAHABE DEVRI
``Ashabim Yildizlar Gibidir,
Hangisini Izlerseniz Dogru Yolu Bulursunuz`` Hadis-i Serif
HULEFA-I
RASIDIN DEVRI:
1. Devre Umumi bakis:
·
Bu devir Hz.Ebu Bekir in Halife
olmasi (11/632) ile baslar ve Hz.Hasan in Hilafeti Hz. Muaviye ye devr etmesi
ile sona erer
·
Hz. Ebu Bekir fetihlere baslamis,
Hz.Ömer devam etmis ve Hz.Osman genisletmistir.
·
Hz. Osmanin Sehid edilmesi Hz.Ali
halife olmus, lakin Hz.Muaviye ona biat etmemistir, bu olaylar neticesinde
olumsuz olaylar zuhur etmistir.
·
HAKEM olayindan sonra Hz. Aliyi
tutanlar 1.Hariciler, 2. Siá 3.CUMHUR olmak üzere üc gruba ayrilmistir.
·
CUMHUR: gercek Islam anlayisini
temsil eden Müslümanlar
2. Hüküm Kaynaklari:
·
Önce KURAN sonra SÜNNET ve bu
ikisinde bulamazlar ise REY ICTIHADINA basvuruyorlardi,
·
Istisareye, Sura Ictihadina
basvuruyorlar, ICMA
·
Bu devirde REY: Kitap ve Sünnetin
aciklamadigi hükümleri, naslarin ve Islami prensiplerin isigi altinda hükme
baglamaktir.
·
`` Istihsan, istislah, kiyas vs.``
gibi metodlar bu devirde REY ismi altinda uygulaniyordu.
3. Ictihad ve Ifta Bakimindan Sahabe:
·
Sahabeleri iki gruba ayirmak
gerekir:
o 1.) Nasllar hakkinda yeterli bilgiye sahip, hadiselere uygulamada anlayis ve yorum kabiliyeti olan Sahabelerdir ki bunlar süphesiz Muctehid Sahbelerdir.
o
2.) bunlarda kendi icinde 2 gruba
ayrilir:
§
1. Nasslara dair bilgisi var, ama
anlayis ve yorumlama kaabiliyetleri bakimindan eksiktir.
§ 2. her iki bakimdan da eksik kaabiliyetlere sahip olanlardir.
o
Verdikleri fetva sayisi bakimindan
Sahabe fukahasi 3 gruba ayrilir:
1. YEDI FAKIH:Ömer,Ali,Ibn Mesud,Ibn Ömer, Ibn
Abbas (en cok),Zeyd b.Sabit, Aise, r.a., bu zatlarin her birinin verdigi
fetva birer büyük cilt kitaba konu olacak niteliktedir.
2. 20 SAHABE: bunlarin her birinin verdigi
fetva bir kücük cilt olacak niteliktedir
3. 120 kadar SAHABE: verdikleri fetvalarin tamami bir cilda sigacak kadardir.
4.Sahabe devrinde Hüküm ve Ictihad
PRENSIPLERI
o
A.)Sahabe istihadin kapisini acmis
ve bunu tesvik etmistir.
o
B.)Sahabe vardiklari hükümleri kesin
telakki etmemis, Kuran ve Sunnete nisbet eylememis, Kuran ve Sünnete dayanan
hükümlerden Ayirm konusunda son derece titizlik göstermislerdir..
o
C.) bu devirde Nazari Ictihad ve Tesri faaliyetleri
baslamamistir.vukkuundan önce hadisenin hükmü ile mesgul olunmaz.
o
D.) Zamani ve Hüküm illetlerinin
degismesi ile Hükümleri de degistirmislerdir
o
E.)Kuran ve Sünnetin mesru kildigi
hükümleri kötü neticelerin önlenmesi icin yasaklamislardir
o
F.) Mesru nizami korumak ve Hukuku
muhafaza etmek icin bazi nasslarin zahirini terketmis veya tahsis ve
genellestirme yoluna gitmislerdir.
o
G.) bazi hadiseler Hz.Peygamber
zamaninda vukuu bulanlara benzetilmis, daha önce benzeri gecmemis bazi
hükümleri ise ``hayirli, iyi ve maslahattir`` diyerek benimsemislerdir.
5.Sahabe Devrinde Ihtilaf
1. Fetihler ve cesitli vazifeler sebebiyle Medine´den uzakta
bulunan sahabinin kendileri yok iken vahyedilen nasslari bilmemeleri.
2. Hadisi saglam bir kaynaktan elde etmemis olmamalri.
3. Farkli anlamarli.
4. Yanilma veya unutmalari
5. Birbirlerine aykiri görünen Nas ve Hükümleri cesitli sekillerde telif etmeleri
6. Sahabe Fukahasi
Hz.Ebu Bekir SIDDIK(h.önce 51-h.sonra
13/ 573-634) –ILK MUSLUMAN ERKEK-
Hz.Ömer (h.ö. 40-h.s. 23/ 584
644)-Emir ül Muminin
Hz. Osman b. Affan. (h.ö 47/577 Mekke h.s. 35/656 Medinede sehid edildi
Hz. Ali b. Ebi-talib (h.ö 23/600 Mekke – h.s.40/ 661 kufe)
Abdurrahman b. Avf (h.ö. 44/580- h.s. 32/652)
Abdullah b. Mesud (v.32/ 653) Zeyd b. Sabit (v.45/655) Muaz b. Cebel (18/639)
Ubeyy b. Ka'b (v. 21/642 Ebu- Musa el Es'ari (v. 44/665) Ebu'd-Derda uveymir b. Amir (v.32/652)
Ubade
b. Es-Samit (v. 34/654) Ammar b.
Yasir (v.37/657 Huzeyfe b. el-Yeman (v. 36/ 656) Ebu Zerr el- Gifari (v. 32 / 652 Selman el-Farisi (v.36/ 656) Ebu-Ubeyde
b. el-Cerrah (v.18/639)
Ebu Said
el- Hudri (v. 74/ 693 Ummu-Seleme ( v. 62/681 Aise bt. Ebu Bekir ( v.58/678)
Abdullah b. Abbas (v.68/687)
EMEVILER DEVRI
Hz. Hasen’in Islam birligini
yeniden saglamak ve ic savasi onlemek icin Muaviye namina –bazi sartlarla-
hilafetten feragat etmesiyle hulefa-I râsidîn devri sonra erer ve yeni devir
132/750 yilina kadar devam eder.
Emevilerin zamani icerde isyan ve
karisiklarla mucadele, disarda ise yeni ulkeler fethetmekle gecmistir.
ABBÂSÎlER DEVRINDE FIKIH:
-Fikhin Genislemesi ve Gelismesi:
Bu devirde fıkhın sâhası genislemis, fikih inkisaf etmistir.
Süphesiz bu tekâmülün bazi âmilleri vardir:
a)
Abbâsîlerin, davranis ve hükümlerini dine dayandirma arzulari.
b)
Fukahânin hükümlere kaynak ararken tuttuklari yol, böylece melzeme
cogaliyordu.
c)
Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmis hâdiselerle iktifa etmeyip farazî
mesial üzerinde ictihad etmeleri. Bu yolu ilk acan Irak fukahâsidir.
d) Islâm ülkesinin genislemesi,
cesitli milletlerin Islâm’a girmesi. Her millet ve cografyanin kendine göre âdet, teâmül
ve sartlari oldugundan fukahâ bunlar üzerinde düsünmüs, bazilarini Kabul, bir
kisminii red, bir kismini da ta’dîl ederek Islâm’a dahil etmislerdir.
Ictihad
Hürriyet ve Mezheblerin Dogusu:
Bu devre
de, bundan önceki gibi ictihad hürriyetinin hakim oldugu devredir. Ilmî kudreti
olan her müslümanin önünde ictihadin kapilari ardina kadar aciktir. Ilmî kudreti
ictihad icin kâfi gelmeyenler icin de istedigi müctehidden faydalanma, sorma ve
ona tâbi olma hürriyet vardir.
Icinde
bulundugumuz devirde, asagidaki sebepler, muayyen mezheblerin dogmasi sonucunu
yolacmistir.
a)
Bu asir
muctehidlerinin fikhin butun konularini ictihad alanlarina dahil etmeleri.
b)
Bir muctehidin
konulardaki ictihadlarinin kolayca ogrenilmesi imkaninin dogmasi.
c) Fikih mekteperinin dogmasi.
d) Munakasa ve munazaralarin,
muctehidlere mahsus usul ve kaidelerin; yani usul-i fikhin dogmasina ve telif
edilmesine sebep olmasi.
E- SON DEVİR
FUKAHÂSI:
Bu devirde, İslâm dünyasında pek çok fıkıh bilgini yaşamış ve yaşamaktadır.
Burada şahsiyet ve eserleriyle en önemli olanları ele alacağız.
1- El-Leknevî:
2- El-Mercânî:
3- Kadri Paşa
4- Sıddık Hasan Han:
5- Ömer Hilmi:
6- Cevdet Paşa:
7 ve 8- el-Azîmâbâdî:
9- Muhammed Abduh:
10- el-Kaasimî:
11- el-Hudarî:
12- Ali Haydar Efendi:
13- Reşîd Rızâ:
14- Elmalılı
Hamdi Efendi:
Hadisin Tarihi Gelişimi:
• îslamiyeti
tebliğ etmeye başladığından itibaren Hz. Peygamberin özellikle dinle ilgili söz
ve fiilleri müminler tarafından dikkatli bir şekilde izlenmiş, öğrenilmiş,
uygulanmış ve başkalarına da aktarılmaya çalışılmıştır.
• Kuran'da, Hz. Peygambere itaat ve onu örnek
alma konusunda yapılan vurgu doğrultusunda Hz. Peygamberin arkadaşlarının ona
samimi bir inançla bağlanmaları ve her konuda onu kendilerine örnek almaları
amaca ulaşılmrası için yeterli olmuştur.
Hz. Peygamberin
hadis yazımım yasakladığına dair yaygın bir rivayet kitaplarımızda yer almakla
beraber, yapılan bazı araştırmalarda, bu rivayetin zayıf olduğu veya rivayet
eden sahabinin görüşü olduğu halde yanlışlıkla Hz. Peygambere atfedildiği ifade
edilmiştir.
• Hz. Peygamber
devrinde bazı sahabiler, Hz. Peygamberden duyduklarını yazmışlar ve böylece ilk
hadis belgeleri olarak bilinen hadis sahifeleri oluşmuştur. Ancak sistematik ve
düzenli bir hadis yazımı bu dönemde görülmediği için hadislerin büyük çoğunluğu
ezber yoluyla ve sözlü olarak bir sonraki nesle aktarılmıştır.
Hz. Peygamber
hayattayken, sahabe karşılaştığı problemleri ona soruyor ve çözümlerini
öğreniyordu.
Onların yeni dini hükümleri öğrenme yolundaki bu arzuları, hadis ve sünnetin
çoğalıp gelişmesini sağladı.
Peygamberin
vefaatıyla birlikte başlayan ikinci dönemde de sahabe hadis ve sünnet
çoğalıp
gelişmesini sağladı.
• Hz. Peygamberin vefaatıyla birlikte başlayan
ikinci dönemde de sahabe hadis ve sünnet konusunda titiz davranmaya devam
ettiler. Örneğin, Hz. Ömer. Hz. Peygamberinin söz ve uygulamalarının ehil
olmayan kimselerce istismar edilmesini önlemek için gelişigüzel hadis rivayet
edilmemesini istiyordu.
• Hz. Peygamberinin vefaatından sonra onun eşi
Hz. Aişe de birçok hadis rivayet etmiş, bazı sahabiler onun rivayetlerini
yazmışlardır.
Tabiin döneminde
Öncelikle hadis tedvininden bahsetmek gerekir. Tedvin, sözlü ve yazılı olarak
nakledilen hadisleri bir araya toplama çabasıdır.
• Hadislerin tedvininden sonra tasnif aşamasına
geçilmiştir. Tasnif (sınıflandırma) daha önce karışık olarak bir araya
getirilen (tedvin) hadislerin konularına veya ravilerine göre ayrılarak
kilaplarda toplanmasıdır.
• Hadislerin tasnifinde başka bir yöntem daha
görülmektedir. Bu da hadisleri konularına göre değil, genellikle ilk
ravilerine, yani sahabilere göre bir araya toplamaktır.
Sahabi ravılerce
nakledilen rivayetlerin, konuları dikkate alınmaksızın, onların adlan altında
toplanmasıyla oluşturulan hadis eserlerine 'müsned' adı verilir.
• Hadis kitaplarının son şeklini aldığı hicri
3. miladi 9. asır hadis tasnifinin altın çağı olarak kabul etmektedir. Gerçektende
daha sonra gelen alimlerce en güvenilir hadis kitapları olarak kabul edilen ve
bu dönemde derlenen altı eser (el kutubu's-Sitte) günümüze kadar islami
ilimlerin Kur'an'dan sonraki temel kaynaklan olmuştur.
Hadislerin şerhi
önceleri, içlerinde yer alan. güncel dilde çok kullanılmayan bazı kelimelerin
açıklanması
şeklinde başlamış ve bu konuda özel sözlükler hazırlanmıştır.
MÜCELLA
TEKİN / 12912776 / YÜKSEK LİSANS
Amacımız,
aşağıda zikredilen usullerdeki bilgileri buraya aktarmaktan ziyade kendimizce
sonra hatırlanmak üzere alınmış olan notları sizlerle paylaşmaktır.
TEFSİR USÛLÜ
– İSMAİL CERRAHOĞLU
Tefsir
usulü ilmiyle ilgili bilgilerden önce Arapların durumunu gözden geçirirsek; İslamiyetten
önce Arapların ensâb, vesen ve sanem (putperestlik) inançları sonradan oluşmuş
olmalı. Ensâb ve vesen tabiattaki varlıklara kudret izafe edilip yüceltme,
sanem ise daha kuzeydeki insanların (Akdeniz kıyısı) altın, gümüş ve ağaçları
işleyerek yaptıkları şekillerdir. Arapları putperestliğe sürükleyenin Abdullah
b. Lühey olduğu söylenir.
Müsteşrikler
Kur’an’ın vahiy olduğunu kabul etmedikleri için bu yolda bayağı bir çaba
harcamışlardır.
İlk vahiy
katibi Abdullah ibn Sa’d ibn Ebi Sarh idi, irtidat edip tekrar Müslüman oldu.
Medine’de ise ilk katip Ubeyy ibn Ka’b, daha sonra ve devamlı olarak Zeyd b.
Sâbit’tir.
Medine’de
ilk nâzil olan ayet Bakara suresidir. (ez-Zerkeşi, “el-Burhân”)
Sureler
uzunluklarına göre; Fâtiha’dan sonra 7 uzun sureye “es-Seb’ut-Tıval”, ayetleri
100’den fazla olanlara “el-Miun”, ayetleri 100’den az olanlara “el-Mesani”daha
sonraki besmeleli fasılalar ve kısa surelere “el-Mufassal” (ki bu da kendi
içinde et-Tıval, el-Avsat, el-Kısar diye adlandırılır) denir.
Mekki ve
Medeni sureler;
1) كلا lafzının geçtiği
sureler Mekkidir.
2) Secde
bulunan sureler Mekkidir.
3) Bakara
ve Âli İmrân sureleri hariç içinde hecâ harfleri bulunan sureler Mekkidir.
4) Bakara
hariç peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarını anlatan sureler
Mekkidir.
5) Bakara
hariç Adem-İblis kıssası ihtiva eden sureler Mekkidir.
6) “Yâ
eyyühennâsü” ibaresi bulunan “yâ eyyühellezine âmenü” ibaresi bulunmayan
sureler Mekkidir (istisnaları vardır).
1) Hudud
ve miras payları ihtiva eden sureler Medenidir.
2)Cihada
izin veren ve cihad hükümleri ihtiva eden sureler Medenidir.
3) Ankebut
suresi hariç münkafıklardan bahseden sureler Medenidir (Ankebut suresi Mekki
ancak 11 ayeti Medenidir).
Nazil
olan ayetleri ilk günden itibaren ezberleyenlere el-Kâri deniyordu. Kâri
Peygamber zamanında duyduğunu ezberleyen anlamına kullanılırken sonra anlamı
Kur’an’ın tamamını ezberleyip kıraatlerine göre bihakkın vakıf olan anlamına
kullanılmıştır.
Kur’an’ın
teksiri konusunda Hz. Osman’ı ikna eden Huzeyfe ibnu’l Yeman’dır. Kur’an’ın
istinsahında çalışanlar Zeyd b. Sâbit, Abdullah ibnu’l Zübeyr, Said ibnu’l Âs,
Abdullah ibnu’l Hâris b. Hişam’dır.
Çoğaltılan
nüshaların gönderildiği şehirler; Basra, Kufe, Şam, Medine + Mekke + Bahreyn +
Yemen olarak 4+5+7 olarak ihtilaflıdır.
Ebu’l
Esved ed-Düeli (ö. 688) tarafından harekeleme çalışmaları yapıldı. Harekeleme
nokta şeklinde yapıldı, bugünkü manada harekeleme el-Halil b. Ahmed (ö. 791)
tarafından yapılmıştır denmektedir.
Zaman
karıştırılan “Yedi Harf”le “Yedi Kıraat” aynı şeyler değildir. “Harf”
meselesinde madde ve lafızlar farklı okunmaktadır. “Kıraat” meselesinde ise
hareke, med, kasır, noktalama, irab gibi hususlarda farklılık yani değişiklik
olmasıdır.
Harf
sözlükte “vech” manasına geldiği gibi “lugat” ve “lehçe” manalarına da
gelmektedir. Yedi harf meselesi lafızdaki değişikliktir, anlamda bir değişiklik
yoktur. Kur’an’ın tamamında da böyle bir değişiklik söz konusu olmuş değildir
zaten. Bu belli bir zaman aralığıyla kısıtlıdır ve Kureyş lehçesinin yaygınlaşmasıyla
mesele sona ermiştir, der Kurtubi ve Abdi’l-Berr.
Yedi
kıraat konusunda ise Ebu Bekir b. Mücahid (ö. 936) kıraatları yedi tane olarak toplamıştır. Kıraatta esas olan
“tevatür”dür. Tevatüre değil de Arapça’nın gramerine dayanan kıraatlara “Kıraatü’ş-Şâzze” denir. Mütevatir
kıraat imamlarının aralarındaki ihtilafa قرءة ,kendilerine
mensub ravilerin ihtilaflarına رواية , diğer
ihtilaflara ise وجه denir.
Kıraat
imamları ve Ravileri;
1) Ebu
Abdirrahman Nafi’ b. Ebi Nuaym (Isbahan - ö. 785), Ravileri; Kâlûn ve Verş
2)
Abdullah b. Kesir el-Mekki (ö. 738) (İmam Şafii onun kıraatini nakletmiş ve
methetmiştir), Ravileri; el-Bezzi Ahmed b. Muhammed, Kunbul
3) Ebu
Amr b. el-Alâ el-Basri (ö. 772) (Ahmed b. Hanbel kıratını övmüştür) Ravileri;
Ebu Amr Hafs b. Ömer el-Ezdi ed-Dûri ed-Darir, Ebu Şuayb b. Salih b. Ziyad es-Sûsi
4)
Abdullah b. Âmir ed-Dımaşki (ö. 736) Ravileri; Hişam b. Ammar b. Nasir
es-Sülemi, Abdullah b. Ahmed b. Bişr b. Zekvan el-Kureşi el-Fihri
5) Ebu
Bekr Asım b. Ebi’n-Necud el-Kufi (ö. 745) (Ahmed b. Hanbel’in babası onun
kıraatını övmüştür) Ravileri; Hafs b. Süleyman el-Esedi el-Kufi (üvey oğlu),
Ebu Bekr Şu’be b. Ayyaş el-Kufi
6) Ebu
Ammare Hamza b. Habib ez-Zeyyat el-Kufi (ö. 773) Ravileri; Halef b. Hişam
el-Bezzar, Hallad b. Halid el-Kufi
7) Ali b.
Hamza Ebu’l-Hasen el-Kısai (ö. 805) (Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafi onu
medhetmişlerdir) Ravileri; Ebu’l-Haris el-Leys b. Halid el-Bağdadi, Ebu Amr
Hafs b. Ömer ed-Dûri
Halef b.
Hişam el-Bezzar (Hamza’nın ravisi), Ebu Cafer Yezid b. el-Ka’ka el-Mahzumi el-Medeni,
Ebu Muhammed Ya’kub b. İshak el-Hadremi el-Basri ilavesiyle bu sayı 7’den 10’a
yükseltilir.
Günümüzde
kullanılan kıraatlar; Ebu Amr (Sudan’ın bir kısmında), Nâfi (Mısır hariç Kuzey
Afrika’da, Mısır Nâfi kıraatına rağmen Hafs rivayetini kullanmaktadır), Âsım
kıraatı Hafs rivayetiyle çoğunluğu oluşturmaktadır.
Kur’an
ayetlerinin ekserisi bir sebebe bağlayamadığımız, doğrudan doğruya indirilmiş
olanlardır. Esbab-ı nüzul eserlerinden başlıcaları Ali b. el-Medini (ö. 848),
el-Vahidi (ö. 1075), es-Suyuti’nin (ö. 1505) eserleridir.
Kur’an’da
nesh mümkün ve caizdir. Nesh hükümlerle ilgilidir ve ancak nesh hükümlerde söz
konusu olabilir, akide esaslarına tesir edemez. Kur’an’ı ancak Kur’an nesheder
(İmam Şafi). Kur’an’da nesh yoktur (İsfahani [ö. 934 – mutezili], Dr. Muhammed
Tevfik Sıddık ve Ömer Rıza Doğrul)
Mütekellimler,
hurufu mukattanın açıklanmadan bırakılamayacağını kabul ederler ve Kur’an’da
müteşabihler üzerinde durmak vaciptir derler.
Hurufu
mukatta için; dikkat çekmek, bu sesten sonra ne gelecek diye dinleyiciyi tenbih
etmektir en makul olanı (Hurufu mukatta ile başlayan 29 surenin 27’si Mekki,
2’si Medenidir). Kur’an’ın icazını beyan eden delillerdendir bu harfler.
Rivayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1) Taberi
(ö. 923) – Camiu’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
2)
Semerkandi (ö. 983) – Tefsiru’l Kur’ani’l Azim
3) Ebu
İshak es-Sa’lebi (ö. 1036) – el-Keşf ve’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
4)
el-Begavi (ö. 1122) – Mealimü’t-Tenzil
5) İbn
Atiyye (ö. 1148)
6) İbn
Kesir (ö. 1373)
7)
es-Saalibi
8)
es-Suyuti (ö. 1505)
Dirayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1)
Fahruddin er-Razi
2)
el-Beydavi
MÜCELLA
TEKİN / 12912776 / YÜKSEK LİSANS
Amacımız,
aşağıda zikredilen usullerdeki bilgileri buraya aktarmaktan ziyade kendimizce
sonra hatırlanmak üzere alınmış olan notları sizlerle paylaşmaktır.
TEFSİR USÛLÜ
– İSMAİL CERRAHOĞLU
Tefsir
usulü ilmiyle ilgili bilgilerden önce Arapların durumunu gözden geçirirsek; İslamiyetten
önce Arapların ensâb, vesen ve sanem (putperestlik) inançları sonradan oluşmuş
olmalı. Ensâb ve vesen tabiattaki varlıklara kudret izafe edilip yüceltme,
sanem ise daha kuzeydeki insanların (Akdeniz kıyısı) altın, gümüş ve ağaçları
işleyerek yaptıkları şekillerdir. Arapları putperestliğe sürükleyenin Abdullah
b. Lühey olduğu söylenir.
Müsteşrikler
Kur’an’ın vahiy olduğunu kabul etmedikleri için bu yolda bayağı bir çaba
harcamışlardır.
İlk vahiy
katibi Abdullah ibn Sa’d ibn Ebi Sarh idi, irtidat edip tekrar Müslüman oldu.
Medine’de ise ilk katip Ubeyy ibn Ka’b, daha sonra ve devamlı olarak Zeyd b.
Sâbit’tir.
Medine’de
ilk nâzil olan ayet Bakara suresidir. (ez-Zerkeşi, “el-Burhân”)
Sureler
uzunluklarına göre; Fâtiha’dan sonra 7 uzun sureye “es-Seb’ut-Tıval”, ayetleri
100’den fazla olanlara “el-Miun”, ayetleri 100’den az olanlara “el-Mesani”daha
sonraki besmeleli fasılalar ve kısa surelere “el-Mufassal” (ki bu da kendi
içinde et-Tıval, el-Avsat, el-Kısar diye adlandırılır) denir.
Mekki ve
Medeni sureler;
1) كلا lafzının geçtiği
sureler Mekkidir.
2) Secde
bulunan sureler Mekkidir.
3) Bakara
ve Âli İmrân sureleri hariç içinde hecâ harfleri bulunan sureler Mekkidir.
4) Bakara
hariç peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarını anlatan sureler
Mekkidir.
5) Bakara
hariç Adem-İblis kıssası ihtiva eden sureler Mekkidir.
6) “Yâ
eyyühennâsü” ibaresi bulunan “yâ eyyühellezine âmenü” ibaresi bulunmayan
sureler Mekkidir (istisnaları vardır).
1) Hudud
ve miras payları ihtiva eden sureler Medenidir.
2)Cihada
izin veren ve cihad hükümleri ihtiva eden sureler Medenidir.
3) Ankebut
suresi hariç münkafıklardan bahseden sureler Medenidir (Ankebut suresi Mekki
ancak 11 ayeti Medenidir).
Nazil
olan ayetleri ilk günden itibaren ezberleyenlere el-Kâri deniyordu. Kâri
Peygamber zamanında duyduğunu ezberleyen anlamına kullanılırken sonra anlamı
Kur’an’ın tamamını ezberleyip kıraatlerine göre bihakkın vakıf olan anlamına
kullanılmıştır.
Kur’an’ın
teksiri konusunda Hz. Osman’ı ikna eden Huzeyfe ibnu’l Yeman’dır. Kur’an’ın
istinsahında çalışanlar Zeyd b. Sâbit, Abdullah ibnu’l Zübeyr, Said ibnu’l Âs,
Abdullah ibnu’l Hâris b. Hişam’dır.
Çoğaltılan
nüshaların gönderildiği şehirler; Basra, Kufe, Şam, Medine + Mekke + Bahreyn +
Yemen olarak 4+5+7 olarak ihtilaflıdır.
Ebu’l
Esved ed-Düeli (ö. 688) tarafından harekeleme çalışmaları yapıldı. Harekeleme
nokta şeklinde yapıldı, bugünkü manada harekeleme el-Halil b. Ahmed (ö. 791)
tarafından yapılmıştır denmektedir.
Zaman
karıştırılan “Yedi Harf”le “Yedi Kıraat” aynı şeyler değildir. “Harf”
meselesinde madde ve lafızlar farklı okunmaktadır. “Kıraat” meselesinde ise
hareke, med, kasır, noktalama, irab gibi hususlarda farklılık yani değişiklik
olmasıdır.
Harf
sözlükte “vech” manasına geldiği gibi “lugat” ve “lehçe” manalarına da
gelmektedir. Yedi harf meselesi lafızdaki değişikliktir, anlamda bir değişiklik
yoktur. Kur’an’ın tamamında da böyle bir değişiklik söz konusu olmuş değildir
zaten. Bu belli bir zaman aralığıyla kısıtlıdır ve Kureyş lehçesinin yaygınlaşmasıyla
mesele sona ermiştir, der Kurtubi ve Abdi’l-Berr.
Yedi
kıraat konusunda ise Ebu Bekir b. Mücahid (ö. 936) kıraatları yedi tane olarak toplamıştır. Kıraatta esas olan
“tevatür”dür. Tevatüre değil de Arapça’nın gramerine dayanan kıraatlara “Kıraatü’ş-Şâzze” denir. Mütevatir
kıraat imamlarının aralarındaki ihtilafa قرءة ,kendilerine
mensub ravilerin ihtilaflarına رواية , diğer
ihtilaflara ise وجه denir.
Kıraat
imamları ve Ravileri;
1) Ebu
Abdirrahman Nafi’ b. Ebi Nuaym (Isbahan - ö. 785), Ravileri; Kâlûn ve Verş
2)
Abdullah b. Kesir el-Mekki (ö. 738) (İmam Şafii onun kıraatini nakletmiş ve
methetmiştir), Ravileri; el-Bezzi Ahmed b. Muhammed, Kunbul
3) Ebu
Amr b. el-Alâ el-Basri (ö. 772) (Ahmed b. Hanbel kıratını övmüştür) Ravileri;
Ebu Amr Hafs b. Ömer el-Ezdi ed-Dûri ed-Darir, Ebu Şuayb b. Salih b. Ziyad es-Sûsi
4)
Abdullah b. Âmir ed-Dımaşki (ö. 736) Ravileri; Hişam b. Ammar b. Nasir
es-Sülemi, Abdullah b. Ahmed b. Bişr b. Zekvan el-Kureşi el-Fihri
5) Ebu
Bekr Asım b. Ebi’n-Necud el-Kufi (ö. 745) (Ahmed b. Hanbel’in babası onun
kıraatını övmüştür) Ravileri; Hafs b. Süleyman el-Esedi el-Kufi (üvey oğlu),
Ebu Bekr Şu’be b. Ayyaş el-Kufi
6) Ebu
Ammare Hamza b. Habib ez-Zeyyat el-Kufi (ö. 773) Ravileri; Halef b. Hişam
el-Bezzar, Hallad b. Halid el-Kufi
7) Ali b.
Hamza Ebu’l-Hasen el-Kısai (ö. 805) (Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafi onu
medhetmişlerdir) Ravileri; Ebu’l-Haris el-Leys b. Halid el-Bağdadi, Ebu Amr
Hafs b. Ömer ed-Dûri
Halef b.
Hişam el-Bezzar (Hamza’nın ravisi), Ebu Cafer Yezid b. el-Ka’ka el-Mahzumi
el-Medeni, Ebu Muhammed Ya’kub b. İshak el-Hadremi el-Basri ilavesiyle bu sayı
7’den 10’a yükseltilir.
Günümüzde
kullanılan kıraatlar; Ebu Amr (Sudan’ın bir kısmında), Nâfi (Mısır hariç Kuzey
Afrika’da, Mısır Nâfi kıraatına rağmen Hafs rivayetini kullanmaktadır), Âsım
kıraatı Hafs rivayetiyle çoğunluğu oluşturmaktadır.
Kur’an
ayetlerinin ekserisi bir sebebe bağlayamadığımız, doğrudan doğruya indirilmiş
olanlardır. Esbab-ı nüzul eserlerinden başlıcaları Ali b. el-Medini (ö. 848),
el-Vahidi (ö. 1075), es-Suyuti’nin (ö. 1505) eserleridir.
Kur’an’da
nesh mümkün ve caizdir. Nesh hükümlerle ilgilidir ve ancak nesh hükümlerde söz
konusu olabilir, akide esaslarına tesir edemez. Kur’an’ı ancak Kur’an nesheder
(İmam Şafi). Kur’an’da nesh yoktur (İsfahani [ö. 934 – mutezili], Dr. Muhammed
Tevfik Sıddık ve Ömer Rıza Doğrul)
Mütekellimler,
hurufu mukattanın açıklanmadan bırakılamayacağını kabul ederler ve Kur’an’da
müteşabihler üzerinde durmak vaciptir derler.
Hurufu
mukatta için; dikkat çekmek, bu sesten sonra ne gelecek diye dinleyiciyi tenbih
etmektir en makul olanı (Hurufu mukatta ile başlayan 29 surenin 27’si Mekki,
2’si Medenidir). Kur’an’ın icazını beyan eden delillerdendir bu harfler.
Rivayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1) Taberi
(ö. 923) – Camiu’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
2)
Semerkandi (ö. 983) – Tefsiru’l Kur’ani’l Azim
3) Ebu
İshak es-Sa’lebi (ö. 1036) – el-Keşf ve’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
4)
el-Begavi (ö. 1122) – Mealimü’t-Tenzil
5) İbn
Atiyye (ö. 1148)
6) İbn
Kesir (ö. 1373)
7)
es-Saalibi
8)
es-Suyuti (ö. 1505)
Dirayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1)
Fahruddin er-Razi
2)
el-Beydavi
3)
en-Nesefi
4)
el-Hazin
5) Ebu
Hayyan
6)
eş-Şirbini
7)
Ebu’s-Suud (ö. 1574) – İrşadu Akli’s-Selim
8)
el-Alusi (ö. 1854)
Tefsir Allah’ın
muradını beyandır. Tefsir, müfesserden farklıdır.Tefsir asla Kur’an yerine kaim
olmaz. Kur’an-ı Kerim’in tercemesi yapılamayacağına göre Kur’an’ın başka
dillerdeki ifadesine meal diyoruz. Irak tefsir medresesinin temelini Abdullah
ibn Mesud (ö. 652) atmıştır. Abdullah ibn Mesud rey ve kıyasın öncüsüdür.
Tefsirde
israiliyyatla ilgili olarak şu isimler öne çıkmaktadır; Abdullah b. Selam (ö.
664), Kabu’l Ahbar (ö. 653), Vehb b. Münebbih (ö. 734), Abdülmelik b. Cüreyc
(ö. 767 – Nasrani kökenlidir). Abdullah ibn Abbas (ö. 688) Kabu’l Ahbar ve
Abdullah b. Selam’dan rivayetleri vardır.
Tefsir
başlangıçta hadis ilminin bir koluydu. Hicri ikinci asırdan itibaren hadis
ilminden müstakil olarak tefsir rivayetlerini görmekteyiz. Tefsirin en faal
dönemi tebeuttabiin dönemidir. İlk tefsir sayfaları İbn Abbas’ınkiler olmakla
beraber bize ulaşmamıştır. Onlardan ancak Ali b. Ebi Talha vasıtasıyla haberdar
oluyoruz. Ki onun tefsiri de bize ulaşmamıştır, onu da Taberi rivayetlerinde
buluyoruz. Tefsirde ikinci isim olarak karşımıza çıkan Mukatil b. Süleyman’dır.
Yalancılıkla, hadis uydurmakla, tedlis (kelime anlamı malın kusurunu gizlemek)
ile itham edilmiştir. Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafi tefsirini övmüştür,
beğenilmeyen tarafı ise israiliyyat ve isnatları vermeyişidir. Üçüncü isim,
Yahya b. Sellam (ö. 815 – Kufe). Taberi’nin tefsirinden öncelenebilecek bir
tefsir, farkı şiirle istişhad yok, yabancı kültürlere istinad eden ilimler yok,
Nakl ve Nakd var. Dördüncü isim, Abdürrezzak b. Hemmam (ö. 827 – Yemen).
Tefsir;
fıkhi, itikadi, siyasi fırkaların teşekkülüyle çeşitlenmiştir. Öne çıkanlar;
Zemahşeri (ö. 1144 – mutezili) tefsirin ilmi kısmıyla ilgilenir ve Kur’an’ın
icazını inceler, Beydavi (ö. 1286 – Tebriz) tefsirinde Zemahşeri, Razi ve
İsfahani’nin tesirleri görülür. Ebu’s-Suud (ö. 1574)
Mezhebi,
ilhadi, ilmi, içtimai tefsir faaliyetleri olmuştur.
HADİS USÛLÜ
– TALÂT KOÇYİĞİT
Malik b.
Enes, Şube, Abdullah ibn Mubarek, Sufyan ibn Uyeyne, Yahya ibn Said el-Kattan
ve talebeleri, Yahya ibn Main, Ali ibn Medini, Ahmed ibn Hanbel ve daha sonra
Buhari, Müslim, Ebu Zur’a, Ebu Hatim gibi hadisçiler cerh ve tadil ilmini
geliştirmekle ün kazanmışlardır.
Hadis
ilminde dirayet; hadislerin sıhhatini inceleyen ilimdir. Bu ilim İlmu
Dirayeti’l Hadis, İlmu Mustalahi’l Hadis, İlmu Usuli’l Hadis’tir yani.
Sünnet,
gidişat demektir.
“Onun
kendi heva ve hevesinden konuşmadığı”, Kur’an’a sünnet müstenid olsa da lafız
itibariyle muciz değildir.
Hadis
sözlükte, haber vermek, nakletmek veya yeni anlamına gelir. Istılahta ise,
nübüvvetten önce ve sonra Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleridir.
Hadis
usulünde haber denince Hz. Peygamberin hadisleri anlaşılmakla beraber, hadisten
ayıranlar hadis için Hz. Peygamberin sözleriyle beraber sahabe ve tabiundan
nakledilen sözleri de dahil etmişlerdir.
Mütevatir;
her nesilde sayısı belirsiz bir kalabalık tarafından nakledilen, mütevatirdeki
kalabalık yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir kalabalıktır, mütevatir
haber ilmi zaruri yani ilmi yakin olur, [ilmi nazari; istidlali yani araştırma
gerektiren ilimdir].
Âhad;
mütevatir derecesine ulaşmayanlar tarafından nakledilen, ahad haberin her
nesilde en az üç ravisi varsa meşhur, her nesilde en az iki ravisi varsa aziz,
her nesilde bir ravisi olursa garib adını alır.
Garib;
ferdi mutlak yani sahabe veya tabiinin tek kalması, ferdi nisbi; haberin
meşhurken teferrüdün bir şahsa nisbetle vuku bulması
Sahih (li
zatihi); adalet, zabt, senedin muttasıl olması, şâz ve muallel olmaması
şartlarını taşır
Sahih (li
gayrihi); bir rivayette ravinin zabt kusuru olan bir hadis başka bir senedle
tekrar sahihleşir
Hasen (li
zatihi); zabtı kusurludur
Hasen (li
gayrihi); zayıf hadisin dışarıdan destekle hasen olduğu hadisler
Muallak;
ravinin kendi şeyhini veya onunla beraber birkaç şeyhi veya isnadın tamamını
hazfederek naklettiği hadisler, Buhari’nin Sahih’ine has özelliklerden biridir.
Özellikle bab başlıklarında görülür.
Maklub;
ravilerin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin
yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadisler.
Musahhaf;
metin veya isnadında bir kelime veya ravinin birinin ismi hatalı söylenmişse
(yazı şekli baki kalarak sadece bir nokta veya bir yahut birkaç harf
değişmesiyle olur) şekil ve hat değişmesine uğrayanlar
Murcie;
imanla ameli ayırıp masiyetin imana zarar vermeyeceğini savunur.
Mutezile;
Kur’an’ın mahluk olması tartışmaları ve mihne olayları (Ahmed b. Hanbel’e
yapılan baskılar)
Zındık;
umumiyetle zahiren Müslüman olan fakat içinde küfrü gizleyen kimse
Cerh ve
ta’dil; cerh kusurlarını ortaya çıkarmak, ta’dil ise adaletini ortaya
koymaktır. Hadis isnad ilmidir. Hadislerde isnad kullanılması Hz. Osman’ın
şehit edilmesinden sonra fitnenin zuhuruyla başlamıştır. Çünkü mevzu hadisler
bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Hadisleri
ilk defa tedvin etmekle şöhret bulan İbn Şihab ez-Zuhri’dir (ö. 741). Tasnif
işine ilk başlayanlar da er-Rabi ibn Subeyh, Said ibn Ebi Arube’dir.
Ebu
Hureyre’nin hadis sahifesi “es-Sahife es-Sahiha” adıyla Hemmam b. Münebbih
tarafından yazılmıştır. “Hemmam b. Münebbih’in Sahifesi” olara k A.Ü.İ.F.
yayınları arasından basılmıştır.
İmam
Malik (ö. 795) “Muvatta” musannaftır.
Ahmed ibn
Hanbel (ö. 855) “Müsned” ravilerine göre düzenlenmiştir
İmam Şafi
(ö. 820) “er-Risale” hadis usulü özelliğindeki ilk kitaptır
İSLAM
HUKUK FELSEFESİ – ABDULVAHHÂB HALLAF / HÜSEYİN ATAY
İlimler
bir bütünlük arzeder. Bakara 62., Maide 69. ayetlerine bakarak konuşmak aslında
kelam ilminin konusu gibi görünse de ondan Fıkıhla ilgili genel ilkeler
çıkarabilirsiniz. “İslam dini kendisine ulaşmayan kimselerin de uyması gereken
genel ilkeler nelerdir”, gibi.
Şeriat
sözlükte açık, doğru, düz yol demektir, ıstılahta Allah’ın hükümleri demektir.
Fıkıh ise bilme, anlama, kavrama demektir. Şeriatle fıkıh aynı şeyler demek
değildir, sahabe ve müçtehitlerin içtihatlarına fıkıh deriz. Dinde dinden
olduğu zorunlu olarak bilinen “Kur’an-Sünnet” şeraiti; istidlal, istinbat ve
ictihad ile elde edilen hükümler fıkhı oluşturur. Fıkıhta akli kabiliyetler ve
değişik anlayışlar işin içindedir.
Mezheplerin
ortaya çıkışıyla fıkıh ve şeriat terimleri aynileştirilmiş aralarındaki fark örtülmüştür.
Sonrakiler mezhebi uygulamalarını Kur’an, sünnet ve sahabenin önüne
geçirdikleri için kazuist (olmuş ve olacak her hadiseye ayrı ayrı hüküm koymak)
olmuşlardır.
Kur’an
usûlü fıkhın menşeidir. Fıkıh usulünün doğuşu fıkıh ilminden sonradır. Sarahsi
(ö. 1096) el-Mebsut’u (Hanefi fıkhı), İmam Malik (ö. 795) el-Muvatta’ı, İmam
Şafi (ö. 820) el-Umm’u fıkıh kitaplarıdır.
İmam Şafi
“er-Risale” ile ilk hukuk usûlünü yazmıştır. Şafi imamlardan Gazali’nin
“el-Mustasfa”, Ebu’l Hasan Amidî’nin “el-İhkam”, Beydavi’nin “el-Minhac” adlı
fıkıh usulü kitapları vardır. Hanefi usulcüler; Debbusi “Usûl”, Pezdevi “Usûl”,
Hafız Nesefi “el-Menar” ve bunun şerhi olan “Mişkat el-Envar”
Hükümlerde
maslahat aranmakla birlikte, şer’i hükümlerin var oluş ve yok oluş bakımından
hikmetler (Şari’nin maslahat kastı) ile değil nedenlerine göre cereyan eder.
Ramazanda hasta veya yolcu olanın oruç tutmama ruhsatı (zorluk çekmemek için)
taş ocağı ve madende çalışana da oruç tutmama ruhsatı getirmez. Sebep
önemlidir, sebep de hastalık ve yolculuktur.Maslahat olan diğer bir ifadeyle
hikmetli olan zorluk çekmemek bu hüküm için sebep değildir.
Ulul Emr;
müçtehitlerin birleştikleri hükme uymaya denir.
İstihsan;
bir delile dayanarak açık kıyasa gizli kıyası tercih etme, bir delile dayanarak
genel hükümden tek bir olayı istisna etmek (Vakfedilen arazinin su yolu, geçme
yolu ile birlikte sayılması, bağ-bahçe yarıcılığına müsaade edilmesi)
Maslahat-ı
Mürsele; Şari’nin gerçekleşmesi için bir hüküm koymamış, şer’i bir delilin de
onun muteber sayılıp sayılmamasını göstermiş olduğu, lağvedilmesine de bir
delil bulunmadığı durum (hapishaneler açma, Kur’an’ı toplama işi)
Örf;
insanların anlaştıkları ve ona göre davrandıkları söz, iş veya terk etme olup
buna âdet-(alışkanlık) denir. (“et” sözünün balık için söylenmemesi, “veled”
erkek çocuk için söylenmesi)
İstishab;
bir hükmün değiştiğine delil bulunmadıkça onu bâki kılmak (evliliğin bittiğine
bir delil yoksa varlığı geçerlidir, öldüğü ispatlanmayanın yaşadığına kanaat
getirilmesi)
Usulcülere
göre hükümler teklifi ve vaz’i hükümler olarak iki çeşittir. Teklifi; bir işin
mükelleften yapılmasını veya yapılmamasını ister veya muhayyer bırakır. Bunlar
vacip, mendup, haram, mekruh, mübahtır. Vaz’i (bağıntılı); bir nesnenin bir
nesneye sebep veya şart ya da engel konulmasını gerektiren hükümdür.
Neden -
Sebep farkı; Neden’in içinde akılla kavrama da vardır. Yolculukta namazın
kısaltılmasının nedeni Ramazan ayı ramazan orucunun farz olmasının bir
sebebidir.
Delaleti
açık olanın mertebeleri;
Zâhir;
yorum ihtimali varsa, anlaşılan mana söylenişinden doğrudan doğruya gaye
edilmiş değilse “Allah alışverişi helal ve ribayı haram kıldı” bu ayet haram ve
helal kılmak gayesi ile değil “Alışveriş riba gibidir” diyenlere cevap olarak
gelmiştir.
Nass;
yorum ihtimali olup ancak anlatılan mana doğrudan doğruya kastedilmiş ise
“Allah alışverişi helal ve ribayı haram kıldı” alışveriş ile riba arasındaki
benzerliği kaldırmada nasstır.
Müfesser;
yorum ihtimali olmaz ve hükmü neshi kabul edebilir “Namazı kılın, zekatı verin”
ayetinin mücmeli Hz. Peygamber tarafından namazı kılış ve zeketın veriş
uygulamalarıyla müfesser olmuştur.
Muhkem;
yorum ihtimali olmaz, hükmü de neshi kabul etmez. Yalnız Allah’a tapmak gibi.
Delaletin
açıklığı yönünden en açık olanından başlarsak; muhkem, müfesser, nass, zâhir
diye sıralarız.
Hâfi,
müşkil, mücmel ve müteşabih delaleti açık olmayan nasslardır.
Hâfi;
hırsızın el kesme cezasının yankesiciye uygulanıp uygulanmaması meselesi
Müşkil; “Boşanmış
kadınlar üç kar’ beklerler” kar’ kelimesinin anlamının hem temizlik hem hayız
bildirmesidir.
Mücmel;
namaz, oruç, zekat kelimeleri gibi sözlük manalarından şer’i özel manalara nakletmesi
Müteşabih;
hurufu mukatta, Allah’ın eli, gözü gibi
(Tefsir;
Şari’nin kendisi tarafından kesin bir delil ile kastedilen mananın açıklanması,
Te’vil; başka mananın kastedilmesine imkan vermesi)
MÜCELLA
TEKİN / 12912776 / YÜKSEK LİSANS
Amacımız,
aşağıda zikredilen usullerdeki bilgileri buraya aktarmaktan ziyade kendimizce
sonra hatırlanmak üzere alınmış olan notları sizlerle paylaşmaktır.
TEFSİR USÛLÜ
– İSMAİL CERRAHOĞLU
Tefsir
usulü ilmiyle ilgili bilgilerden önce Arapların durumunu gözden geçirirsek; İslamiyetten
önce Arapların ensâb, vesen ve sanem (putperestlik) inançları sonradan oluşmuş
olmalı. Ensâb ve vesen tabiattaki varlıklara kudret izafe edilip yüceltme,
sanem ise daha kuzeydeki insanların (Akdeniz kıyısı) altın, gümüş ve ağaçları
işleyerek yaptıkları şekillerdir. Arapları putperestliğe sürükleyenin Abdullah
b. Lühey olduğu söylenir.
Müsteşrikler
Kur’an’ın vahiy olduğunu kabul etmedikleri için bu yolda bayağı bir çaba
harcamışlardır.
İlk vahiy
katibi Abdullah ibn Sa’d ibn Ebi Sarh idi, irtidat edip tekrar Müslüman oldu.
Medine’de ise ilk katip Ubeyy ibn Ka’b, daha sonra ve devamlı olarak Zeyd b.
Sâbit’tir.
Medine’de
ilk nâzil olan ayet Bakara suresidir. (ez-Zerkeşi, “el-Burhân”)
Sureler
uzunluklarına göre; Fâtiha’dan sonra 7 uzun sureye “es-Seb’ut-Tıval”, ayetleri
100’den fazla olanlara “el-Miun”, ayetleri 100’den az olanlara “el-Mesani”daha
sonraki besmeleli fasılalar ve kısa surelere “el-Mufassal” (ki bu da kendi
içinde et-Tıval, el-Avsat, el-Kısar diye adlandırılır) denir.
Mekki ve
Medeni sureler;
1) كلا lafzının geçtiği
sureler Mekkidir.
2) Secde
bulunan sureler Mekkidir.
3) Bakara
ve Âli İmrân sureleri hariç içinde hecâ harfleri bulunan sureler Mekkidir.
4) Bakara
hariç peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarını anlatan sureler
Mekkidir.
5) Bakara
hariç Adem-İblis kıssası ihtiva eden sureler Mekkidir.
6) “Yâ
eyyühennâsü” ibaresi bulunan “yâ eyyühellezine âmenü” ibaresi bulunmayan
sureler Mekkidir (istisnaları vardır).
1) Hudud
ve miras payları ihtiva eden sureler Medenidir.
2)Cihada
izin veren ve cihad hükümleri ihtiva eden sureler Medenidir.
3) Ankebut
suresi hariç münkafıklardan bahseden sureler Medenidir (Ankebut suresi Mekki
ancak 11 ayeti Medenidir).
Nazil
olan ayetleri ilk günden itibaren ezberleyenlere el-Kâri deniyordu. Kâri
Peygamber zamanında duyduğunu ezberleyen anlamına kullanılırken sonra anlamı
Kur’an’ın tamamını ezberleyip kıraatlerine göre bihakkın vakıf olan anlamına
kullanılmıştır.
Kur’an’ın
teksiri konusunda Hz. Osman’ı ikna eden Huzeyfe ibnu’l Yeman’dır. Kur’an’ın
istinsahında çalışanlar Zeyd b. Sâbit, Abdullah ibnu’l Zübeyr, Said ibnu’l Âs,
Abdullah ibnu’l Hâris b. Hişam’dır.
Çoğaltılan
nüshaların gönderildiği şehirler; Basra, Kufe, Şam, Medine + Mekke + Bahreyn +
Yemen olarak 4+5+7 olarak ihtilaflıdır.
Ebu’l
Esved ed-Düeli (ö. 688) tarafından harekeleme çalışmaları yapıldı. Harekeleme
nokta şeklinde yapıldı, bugünkü manada harekeleme el-Halil b. Ahmed (ö. 791)
tarafından yapılmıştır denmektedir.
Zaman
karıştırılan “Yedi Harf”le “Yedi Kıraat” aynı şeyler değildir. “Harf”
meselesinde madde ve lafızlar farklı okunmaktadır. “Kıraat” meselesinde ise
hareke, med, kasır, noktalama, irab gibi hususlarda farklılık yani değişiklik
olmasıdır.
Harf
sözlükte “vech” manasına geldiği gibi “lugat” ve “lehçe” manalarına da
gelmektedir. Yedi harf meselesi lafızdaki değişikliktir, anlamda bir değişiklik
yoktur. Kur’an’ın tamamında da böyle bir değişiklik söz konusu olmuş değildir
zaten. Bu belli bir zaman aralığıyla kısıtlıdır ve Kureyş lehçesinin yaygınlaşmasıyla
mesele sona ermiştir, der Kurtubi ve Abdi’l-Berr.
Yedi
kıraat konusunda ise Ebu Bekir b. Mücahid (ö. 936) kıraatları yedi tane olarak toplamıştır. Kıraatta esas olan
“tevatür”dür. Tevatüre değil de Arapça’nın gramerine dayanan kıraatlara “Kıraatü’ş-Şâzze” denir. Mütevatir
kıraat imamlarının aralarındaki ihtilafa قرءة ,kendilerine
mensub ravilerin ihtilaflarına رواية , diğer
ihtilaflara ise وجه denir.
Kıraat
imamları ve Ravileri;
1) Ebu
Abdirrahman Nafi’ b. Ebi Nuaym (Isbahan - ö. 785), Ravileri; Kâlûn ve Verş
2)
Abdullah b. Kesir el-Mekki (ö. 738) (İmam Şafii onun kıraatini nakletmiş ve
methetmiştir), Ravileri; el-Bezzi Ahmed b. Muhammed, Kunbul
3) Ebu
Amr b. el-Alâ el-Basri (ö. 772) (Ahmed b. Hanbel kıratını övmüştür) Ravileri;
Ebu Amr Hafs b. Ömer el-Ezdi ed-Dûri ed-Darir, Ebu Şuayb b. Salih b. Ziyad es-Sûsi
4)
Abdullah b. Âmir ed-Dımaşki (ö. 736) Ravileri; Hişam b. Ammar b. Nasir
es-Sülemi, Abdullah b. Ahmed b. Bişr b. Zekvan el-Kureşi el-Fihri
5) Ebu
Bekr Asım b. Ebi’n-Necud el-Kufi (ö. 745) (Ahmed b. Hanbel’in babası onun
kıraatını övmüştür) Ravileri; Hafs b. Süleyman el-Esedi el-Kufi (üvey oğlu),
Ebu Bekr Şu’be b. Ayyaş el-Kufi
6) Ebu
Ammare Hamza b. Habib ez-Zeyyat el-Kufi (ö. 773) Ravileri; Halef b. Hişam
el-Bezzar, Hallad b. Halid el-Kufi
7) Ali b.
Hamza Ebu’l-Hasen el-Kısai (ö. 805) (Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafi onu
medhetmişlerdir) Ravileri; Ebu’l-Haris el-Leys b. Halid el-Bağdadi, Ebu Amr
Hafs b. Ömer ed-Dûri
Halef b.
Hişam el-Bezzar (Hamza’nın ravisi), Ebu Cafer Yezid b. el-Ka’ka el-Mahzumi
el-Medeni, Ebu Muhammed Ya’kub b. İshak el-Hadremi el-Basri ilavesiyle bu sayı
7’den 10’a yükseltilir.
Günümüzde
kullanılan kıraatlar; Ebu Amr (Sudan’ın bir kısmında), Nâfi (Mısır hariç Kuzey
Afrika’da, Mısır Nâfi kıraatına rağmen Hafs rivayetini kullanmaktadır), Âsım
kıraatı Hafs rivayetiyle çoğunluğu oluşturmaktadır.
Kur’an
ayetlerinin ekserisi bir sebebe bağlayamadığımız, doğrudan doğruya indirilmiş
olanlardır. Esbab-ı nüzul eserlerinden başlıcaları Ali b. el-Medini (ö. 848),
el-Vahidi (ö. 1075), es-Suyuti’nin (ö. 1505) eserleridir.
Kur’an’da
nesh mümkün ve caizdir. Nesh hükümlerle ilgilidir ve ancak nesh hükümlerde söz
konusu olabilir, akide esaslarına tesir edemez. Kur’an’ı ancak Kur’an nesheder
(İmam Şafi). Kur’an’da nesh yoktur (İsfahani [ö. 934 – mutezili], Dr. Muhammed
Tevfik Sıddık ve Ömer Rıza Doğrul)
Mütekellimler,
hurufu mukattanın açıklanmadan bırakılamayacağını kabul ederler ve Kur’an’da
müteşabihler üzerinde durmak vaciptir derler.
Hurufu
mukatta için; dikkat çekmek, bu sesten sonra ne gelecek diye dinleyiciyi tenbih
etmektir en makul olanı (Hurufu mukatta ile başlayan 29 surenin 27’si Mekki,
2’si Medenidir). Kur’an’ın icazını beyan eden delillerdendir bu harfler.
Rivayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1) Taberi
(ö. 923) – Camiu’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
2)
Semerkandi (ö. 983) – Tefsiru’l Kur’ani’l Azim
3) Ebu
İshak es-Sa’lebi (ö. 1036) – el-Keşf ve’l Beyan an Te’vili’l Kur’an
4)
el-Begavi (ö. 1122) – Mealimü’t-Tenzil
5) İbn
Atiyye (ö. 1148)
6) İbn
Kesir (ö. 1373)
7)
es-Saalibi
8)
es-Suyuti (ö. 1505)
Dirayet
tefsirlerinden öne çıkanlar;
1)
Fahruddin er-Razi
2)
el-Beydavi
3)
en-Nesefi
4)
el-Hazin
5) Ebu
Hayyan
6)
eş-Şirbini
7)
Ebu’s-Suud (ö. 1574) – İrşadu Akli’s-Selim
8)
el-Alusi (ö. 1854)
Tefsir Allah’ın
muradını beyandır. Tefsir, müfesserden farklıdır.Tefsir asla Kur’an yerine kaim
olmaz. Kur’an-ı Kerim’in tercemesi yapılamayacağına göre Kur’an’ın başka
dillerdeki ifadesine meal diyoruz. Irak tefsir medresesinin temelini Abdullah
ibn Mesud (ö. 652) atmıştır. Abdullah ibn Mesud rey ve kıyasın öncüsüdür.
Tefsirde
israiliyyatla ilgili olarak şu isimler öne çıkmaktadır; Abdullah b. Selam (ö.
664), Kabu’l Ahbar (ö. 653), Vehb b. Münebbih (ö. 734), Abdülmelik b. Cüreyc
(ö. 767 – Nasrani kökenlidir). Abdullah ibn Abbas (ö. 688) Kabu’l Ahbar ve
Abdullah b. Selam’dan rivayetleri vardır.
Tefsir
başlangıçta hadis ilminin bir koluydu. Hicri ikinci asırdan itibaren hadis
ilminden müstakil olarak tefsir rivayetlerini görmekteyiz. Tefsirin en faal
dönemi tebeuttabiin dönemidir. İlk tefsir sayfaları İbn Abbas’ınkiler olmakla
beraber bize ulaşmamıştır. Onlardan ancak Ali b. Ebi Talha vasıtasıyla haberdar
oluyoruz. Ki onun tefsiri de bize ulaşmamıştır, onu da Taberi rivayetlerinde
buluyoruz. Tefsirde ikinci isim olarak karşımıza çıkan Mukatil b. Süleyman’dır.
Yalancılıkla, hadis uydurmakla, tedlis (kelime anlamı malın kusurunu gizlemek)
ile itham edilmiştir. Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafi tefsirini övmüştür,
beğenilmeyen tarafı ise israiliyyat ve isnatları vermeyişidir. Üçüncü isim,
Yahya b. Sellam (ö. 815 – Kufe). Taberi’nin tefsirinden öncelenebilecek bir
tefsir, farkı şiirle istişhad yok, yabancı kültürlere istinad eden ilimler yok,
Nakl ve Nakd var. Dördüncü isim, Abdürrezzak b. Hemmam (ö. 827 – Yemen).
Tefsir;
fıkhi, itikadi, siyasi fırkaların teşekkülüyle çeşitlenmiştir. Öne çıkanlar;
Zemahşeri (ö. 1144 – 1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu) Peygamber Efendimize
(s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat
Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an
ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de
“senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde
Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar
bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet
edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur”
(Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana
kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal
kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir. Hadisler
incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği
görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda
Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve
ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86) Hz. Peygamber(s.a.v)
sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman
bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz.
Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva
veren sahabilerdendir. Bu devir teşrîinin en
önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı;
vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin
bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir. Asr-ı saadette
bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu
konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?”
diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler
karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu
taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir
müctehide sorabiliyorlardı. Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan
kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem
çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an
ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş
olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının
olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır. Bahsi geçen
sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir problem
olarak ortaya çıkmamıştır. 2- Sahabe Dönemi Bu devreye Hulefa-i
Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine
kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş,
farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce
karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur. Ashab içersinde
yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde
önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile
sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile
kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin
ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme
ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır. Ashap arasında fetva
verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa
Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e
sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali
konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım
kıldı.” demiştir. Bu devirde, farklı
bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi
etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh
ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari
fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri
araştırılmıştır. Kur’an, Hz. Ebu Bekir
zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük
şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı
yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de
önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz.
Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve
ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu
sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını
anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe
döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir. Çeşitli vazifeler
sebebi ile Medine’den uzakta bulunan
sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin
sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından
birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki
dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem
taşımamaktadır. Sahabe döneminde
farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler
kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği
kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona
göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu
faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi Bu devir, hicri 40
yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam
ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan,
kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti. Hz. Osman’ın şehid
edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının
doğmasına sebep olmuştur. Bu
dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini
etkilemiştir. Tabiun döneminin
önemli özellikleri şunlardır. a- İslam alimleri
çeşitli şehirlere dağılmıştır. b- Hadis uydurma
hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha
titiz olmaya sevketmiştir. c- Hadisleri toplama
faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için
Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. d- Fıkıh sahasında
tedvin hareketi başlamıştır. e- Fıkıh sahasında
ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile
örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Üstad, muhit ve
malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. g- Nazari fıkıh
çalışmaları başlamıştır. h- Arap olmayan bir
çok İslam alimi yetişmiştir. Hulefa-i Raşidin’den
sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset
istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi
konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle
karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere
yayılma sebeplerinden birisi de budur. Bu devirde hem yeni
müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan
farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi
sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır. Hadis uydurma
faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için
kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep
olmuştur. Bu iki problemin
ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin
fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla
ilgilenmelerine sebep olmuştur. Fıkıh bu devirde tam
manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak
kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri
kadar işlenmemiştir. 4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri) Bu devir hicri 132
yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir
“Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife,
İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b.
Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın
altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır: a- Ülkeyi Yöneten
Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi b- İslam Ülkesinin
Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu
da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur.
Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü
zenginleşmiştir c- Kabiliyetli
Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması d- Fikir ve İctihad
Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna
veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva
istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı. e-Tefsir, Hadis,
Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi f- İlmi Seyahatlerin
Yapılması g- Fıkıh
Mezheplerinin Ortaya Çıkışı h- Fıkhi Istılahların
Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar
alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır. h- İlmi Münazaraların
Yapılması Istılah birliğinin
sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması,
yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri
konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere
nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda
da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti
olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış,
ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü
olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini
hayatını ona göre düzenlemiştir. İctihadın ehil
kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun
olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün
bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü
konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh
usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır. 5- Taklid ve Duraklama Dönemi Bu devir hicri
dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri
1286 yılına kadar devam eder. Daha önceki
dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler
de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde
ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir
müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya
muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu. Kerhi’nin (v.340) şu
sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları
fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı
şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.” Hocalara aşırı saygı,
mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin
edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere
vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep
taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Taklit ve taassup
ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam
dünyasında yerleşmesine etki etmiştir. Taklid devrinde mezhep
taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve
teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları
kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular
önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır. Bu devri önceki
devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye
farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi,
hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı
olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması
mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir. Yukarıda sayılanlara
ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin
dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep
taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru
aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya
çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur. İftâ usulü kitapları,
ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir.
Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar
müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır. 6- Kanunlaştırma Dönemi Mecellenin tedvini
ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir. a- İslam ülkelerinde
kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. b-İctihadın önemi
günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya
başlamıştır. c- Bazı İslam
ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır. d- İslam hukuku ile
ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır. Hadis Tarihi
Sünnet: yol, güzergah,
adet, gidisat Hz.Peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleridir. O bizlere Allah
tarafindan bir örnek olarak gösterilmistir o yüzden Sahabiler onun hakkinda
herseyi kayit etmislerdir. Islam bilimlerinde „Sünnet“ farkli anlasilmis ve
yorumlanmistir (Hadisciler, Kelamcilar, Fikihcihlar) Sünnetin amaci Peygamberi insanlara örnek olarak göstermektir. Sünnet
sayesinde insanlar kuranin buyruklarini ve tavsiyelerini hayatlarina aktarirlar. Sünnet-ul Allah: Allahin
ilahi kanunlari Hadis: yeni, haber Hadis, Hz. Peygamber'i dinleyen sahabîden başlayarak onu rivayet
edenlerin adlarının yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber'in söz, fiil veya
takrîrinin yazıldığı metin'den meydana gelir. Yani hadis deyince, sened ve
metinden oluşan bir yazılı yapı anlaşılır. Hadisler yani haberler degeri bakimindan ikiye ayrilir - mütevatir ve
ahad’dan kismindan olusur. Mütevatir: yalan söylenemeyecek kadar kalabalik bir toplumun verdigi
haber Ahad: Tevatür derecesine ulasmayan haberdir. Bir haberin degeri isnadi yani senedi ile ölcülür. S-N-D : dayandirmak Altin cag: 3 hicri asir. Erken devir eserleri bu asirda
yazilmis. Hemman, Ebi Seybe ve Ahmed b. Hanbel eserleridir. ß ayni zamanda
Kütübü-Sittenin kaynaklaridir Bu cagin önemli eserlerinden biri camius-sahih Muslim ve Buhariden+Ebu
Davud, Tirmizi, Mace, Nesai kütübü-sitteyi olusturmuslardir(6 hadis imamlari) Peygamber ve Sahabe döneminde hadis: Medinedeki egitim ve ögretim faaliyetleri daha özel ve düzenli hale
gelmesi Suffe ashabi ile olmustur. Suffe ehli hadislerin sünnetin ve dini
uygulamalarin tespit edilip uygulanmasinda ve yayilmasinda büyük pay sahibidir.
Bu sonraki dönemlere örnek teskil etmistir. Peygamber döneminde Kuran disinda
hicbirsey kayit edilmemistir. (kuran ile karismasin diye) ancak özel sahabilere Peygamber
izin vermistir.En cok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hureyre ve Enes b.
Malikdir. Peygamber döneminde özel sahabiler tarafindan sahifeler yazildigi
söylenir. Bu sahifelerden biri ebu hureyreye ait günümeze ulasmistir. Yani ilk
islam asrinda azda olsa kayit faliyeti gerceklesmistir. Peygamberin vefaatindan
sonra islami cografyanin yayilmasi görevini üstlenen sahabiler olmstur. Gün
gectikce islam düsmanligi artmistir ve bu yüzden uydurma hadisler ortaya
cikmistir. Bunun farkina varan alimler buna karsit „isnad tatbiki ve tenkidi“
yöntemini bulmuslardir. Birinci asrin sonlari ve ikinci asrin baslarinda Tabiin bilgi mirasini
bulunduklari bölgerde nakil etmislerdir. Tebe-i Tabin ise Tedvin ve Tasnif
görevini baslatmistir. Ilk eser Imam Malik-el-Muvatta. Tefsir Tarihi Kur’ân tefsîri ilk Hz. Peygamber ile başlamıştır. Kur’ân’ın ilk hâfızı,ilk tebliğcisi,ilk müfessiridir.Yüce Allah namazı,orucu,haccı,zekatı farz kılmış;ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını,miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete bırakmıştır. Sünnet, Kur’ân’ı açıklamaya yönelik bu görevi belli bir şekil ve usullerle gerçekleştirmiştir.Bunları şöyle sıralayabiliriz: Mücmelin tebyîni:Peygamberin ,kendisinden ne kastedildiği anlaşılamayacak kadar kapalı olan ayetleri açıklaması. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Allah Resulü’nün açıkladığı nasların başında ahkâm,gayb,yaratılış,kader,kıyamet vb.konuları içeren ayetler gelir. Mübhemin tafsili:Peygamberin anlam bakımından belirsiz ve anlaşılmaz ayetleri açıklaması. Bu ayetlerde kelimeler;ismi işaretler,ismi mevsuller,zamirler,cins isimleri,belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmiştir. Mutlakın takyidi:mutlak:herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması,bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir.Böylesi ayetler bazen sünnetle takyid(belirginleştirme) edilmiştir. Müşkilin tavzihi:Peygamberin ayetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmak için yaptığı açıklamadır. Ancak Nîsa Sûresi 82. ayet,Kur’ân’da birbiriyle çelişen ayetlerin bulunmasını imkansız kılmıştır. Peygamberimizin Kur’ân’a yönelik tefsiri,onon bir kısmını içermektedir tezini ortaya atan ilk İslâm bilgini GAZÂLi’ dir. Gazâli’den sonra bu görüşü savunan Süyûti’dir.Bu âlimlerin dayandığı deliller şunlardır: 1- Hz. Peygamber Kur’ân’ın tamamını tefsir etseydi,’’onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?’’(Muhammed S. 4. Âyet)gibi,onu anlamaya çalışan ayetlerin bir anlamı kalmazdı. 2- Hz. Âişe naklettiği bir hadiste şöyle demiştir:”Hz. Peygamber,Cebrâil’in kendisine öğrettiği belirli ayetlerden başka ,Kur’ân’dan bir şey tefsir etmezdi.” 3- Hz. Peygamber’in Kur’ân’a dair beyanları onun ,sadece manası anlaşılmayan ayetleriyle ilgilidir. 4-
Bugünkü hadis kitapları incelendiğinde ,Hz. Peygamber’in Kur’ân
tefsirine yönelik merfû rivâyetlerin sayıca az olduğu görülür. 5- Resûlullah,Kur’ân’daki her ayetin manasını açıklasaydı, İbn Abbas için şu duayı etmesinin bir anlamı olmazdı:” Allah’ım,onu dinde fakih kıl ve ona te’vîli öğret.” 6- Hz. Peygamber Kur’ân’ın tamamını tefsir etmiş olsaydı,Ahmed b. Hanbel tefsiri asılsız olarak nitelendirdiği megâzi(kahramanlık kıssaları) ve melâhimle(harp tarihi) birlikte zikretmezdi. Peygamberimiz’in
Kur’ân’ın tamamını tefsir ettiği görüşünü ilk savunan İbn
Teymiyye’dir.Daha sonra bazı âlimler bu kanaati paylaşmışlar. Bu âlimlerin dayandığı deliller: 1-Nahl Suresi 49. âyeti:”İnsanlara kendilerine indirileni beyan etmen için sana da Kur’ân’ı indirdik.” Hz. Peygamber’e Kur’ân’ı tefsir etme sorumluluğu yüklemektedir.Beyan lafzı Kur’ân’ın bütününü içine alır. 2-Ashâbın,Resûlullah’tan on ayet öğrendiklerinde manalarını kavrayıp onlarla amel etmedikçe ,başka ayetlere geçmediklerini ifade eden rivayetler vardır.Bu da Peygamber’in sahabilerine her ayetin manasını açıkladığını gösterir. 3-Herhangi bir ilim dalında yazılmış bir kitabın bile izaha muhtaç olduğu düşünülürse,insana dünya ve âhiret mutluluğunun yollarını gösteren Kur’ân’ın bir bütün olarak tefsire ihtiyacının olmadığını ileri sürmek aklen de mümkün olmaz. Sonuç olarak;Hz.Peygamberin bize bıraktığı Kur’ân tefsiri kısmen sözlü ,kısmen de fiili bir tefsirdir.Ancak onun sözlü
tefsiri de esasen fiile döküldüğü için ,baştan sona bütün Kur’ân,Allah
Resûlü tarafından yaşanarak tefsir edilmiş demektir. İslam bilginlerine göre Hz. Peygamber’in tefsiri iki fonksiyon icra eder: 1- Beyân:Allah Resulü’nün Kur’ân’i nasları gerektiği şekilde açıklaması,Kur’ân’daki genel manalı ayetleri 2- Teşrî:Allah Resulü’nün durum ve şartlara göre hüküm koymasıdır.Mutlak hüküm koyucu Allah’tır. Sahabenin tefsir metodu: Bir grup, özellikle müteşabih nasları tefsir etme konusunda çekingen davranarak re’y(görüş)ile tefsire karşı çıkmıştır.Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi. Bir grup da naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla tefsir ediyorlardı.Bunlar herhangi bir ayeti tefsir ederken önce Kur’ân’a sonra da sünnete başvuruyorlar.Eğer aradıklarını bulamazlarsa kendi içtihatları ile tefsir ediyorlardı. Sahabiler bir taraftan dil tahlilleriyle diğer taraftan da Arap şiiriyle istişhâdda(şahid gösterme)bulunarak Kur’ân’ı tefsir etmişlerdi.İbn Abbas tefsirde Arap şiirini çok kullanmıştır. sahabiler ayetleri tefsir ederken nâsih ve mensûha işaret etmiş, nüzul sebeplerini zikrederek tefsir yapmışlardır. Nâsih:mensûh ayetin hükmünü yürürlükten kaldıran ayettir. Mensûh:İndirildikten bir müddet sonra,gelen ikinci bir ayetle(nâsih)hükmü kaldırılan ayettir. Sahabiler ayetleri bazen tahsis yoluyla açıklıyorlardı.”Allah’ın nimetini nankörlüğe çevireni görmedin mi?”(İbrahim S. 28. ) ayetini İbn Abbas “onlar Mekke kâfirleridir” diyerek tahsis etmiştir. Sahabe tefsirinin genel özellikler: 1-Sahâbîler Kur’ân’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmemişlerdi.Bu yüzden yaptıkları açıklamalar garip, muğlak(kapalı),mübhem(belirsiz),müşkil(karışık),mü cmel(kapalı) lafızlarla sınırlı idi. 2-
Sahâbîler arasında zaman zaman bir kısım ihtilaflar ortaya
çıkmıştı.Ancak bu ihtilaflar tezat değil tenevvü(çeşitlilik) ihtilafı
idi. 3-Ahkâm ayetlerinden hüküm istinbâtında(açığa çıkarma) bulunmamışlardı. 4-Tefsir bu dönemde henüz tedvin (yazıya geçirme)edilmemişti. 5-Âyetlerin nüzul sebeplerini açıklamışlardı.En önemli özellikleri ,ayetlerin inmesine sebep olan olaylara vâkıf olmalarıydı. Tâbiûn dönemi tefsiri: Tâbiîler,sahâbeden sonra tefsirde önemli rol üstlenen bir nesildir.Peygambere ulaşmamışlar,sahâbîlerdenfaydalanmışlardır. Tefsirde öncelikle Kur’ân ve Sünnete başvurmuşlar,daha sonra esbâb-ı nüzul,mübhemât(belirsizlik),gaybla ilgili konularda sahâbîlerin görüş ve tercihlerine müracaat etmişlerdir. Çünkü bu alanlar aklî muhakeme ve içtihadın dışında kalıyor,fikir yürütmek mümkün olmuyordu. Tefsirde bazen Ehli kitabın görüşlerine de müracaat ediyorlardı.Bazen de aklî tercihte bulunarak Kur’ân’ı tefsir ediyorlardı. Mekke Tefsir Mektebi:İlk tefsir mektebi Mekke’de kurulmuştur. Kurucusu tefsirde en büyük otorite olan Abdullah b.Abbas’tır. İbn Teymiyye; “Tabiîler içerisinde tefsirde en önde gelenler İbn Abbas’ın öğrencileridir “ diyerek Mekke ekolünde yetişen öğrencilerin tefsirdeki üstünlüğünü ortaya koymuştur. Medine Tefsir Mektebi: Tabiîler devrinde kurulan ikinci bir ekoldür.Ubey b. Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştır. Kûfe Re’y Mektebi: Abdullah b. Mes’ûd tarafından kurulmuştur. Tâbiûn tefsirinin kaynak değeri: 3 görüş vardır: 1- Tâbiîlerin Kur’ân’a dair yorumları daha çok kendi bilgi birikimlerine dayanmaktadır. 2- Tâbiîler tefsirle ilgili bilgileri genellikle sahabeden almışlardır.Yani kendi tercihlerinden çok sahih sahabe 3-Tâbiûn
tefsirinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar referans olarak
kullanılabilir.Diğerlerini kabul etmek zorunluluğu yoktur. Tâbiûn tefsirinin genel nitelikleri: 1-Sahabe tefsiri manası kapalı olan ayetlerle sınırlı iken tâbiîler döneminde Kur’ân’ın bütünü tefsire konu olmuştur. 2-Tâbiûn tefsirinde kelime açıklamaları yanında geniş fıkhi izahlar,ayetlerden istinbât (hüküm çıkarma)ve istidlâl(kıyas) yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır. 3-Şiirle istişhad (şahit gösterme) metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh (açıklama) ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4- Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası mübhem (belirsiz) olan ayetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehli kitap âlimlerine sahabe döneminden daha fazla müracaatta bulunmuşlardır. 5-Bu dönemde de tefsir henüz tedvin (yazıya geçirme) edilmemişti. Tefsire dayalı haberler yine şifâhi(sözlü) aktarılmıştı. 6-Tefsirde bazen kıyas yolunu kullanmışlar.Bu tâbiîler döneminde boşlukların doldurularak tefsire birçok yeni görüşün ilavesi anlamına gelir. -TEFSİR USULÜ İnsanı
halife ve mukaddes emanetin yükleyicisi olmakla mükellef kılan allah,
bezm-i elestü de aldığı ahdi zamanla unutan insanoğluna elçiler aracılığıyla
suhuf ve kitaplar göndererek insanoğlunun dünyaya amaçsız gelmediğini ve
başıboş olmadığını sürekli hatırlatmıştır. Kur’anın ifadesiyle alemlere rahmet olarak gönderilen
hz muhammed bu elçiler silsilesinin son halkasıdır. Kuranı kerim ise kendisine
vahyolunan kitaptır. Allahü teala kuran ile şeriatı ortaya koyarken, hz
muhammed; kuranın bir anlamda pratikteki hali konumundadır. Yaşantısı, hal ve
hareketleri ile kendisine vahyolunan dini insanlara öğretmiştir. İlk dönem
müslümanları allahın emir ve nehiylerini izzat peygamberden öğrenmişlerdir.
Karşılaşılan müşkülatlarda ikinci şari’ konumunda olan hz muhammede sorarak ilk
elden öğrenme imkanına sahiptiler. Öğrendiklerini de kendilerinden sonraki
nesillere aktararak günümüze kadar gelmesine vesile olmuşlardır. Hz muhammedin
ümmetine miras bıraktığı kuran ve sünnet bu yolla günümüze kadar gelmiştir.
Tefsir önceleri rivayetlere dayalı yapılırken daha sonra dirayet tefsirleri de
ortaya çıkmaya başlamıştır. Sahabe ve tabiin döneminde dönemsel yakınlık
vesilesiyle rivayetlerle yetinebiliyorken; sonraları arab dilinin incelikleri,
nahiv, belagat tarih gibi alet ilimleri de tefsire yardımcı ilimler haline
gelmiştir. Kur’anın hz muhammed döneminde yaşayan insanlara allahın doğrudan
hitabı olduğunu düşündüğümüzde pek çok ilim dalının kur’anı tefsir etmek için
gerekli olduğunu kabul etmek durumunda oluruz. Nitekim o dönemin şartlarını
bilmeden yapacağımız tefsir konuyu sibak ve siyakından koparmış olacaktır. Bu
ihtiyaçtan tefsir usulü doğmuştur. Tefsir ilminin usulleri de tabiinden sonraki
dönemde yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. İslam geniş coğrafyaya
yayıldıkça yeni durumlar ortaya çıkıyor ve birçok yeni içtihad zorunlu hale
gelmekteydi. Örneğin ırakta iken imam şafii yaptığı birçok ictihadı mısıra
gittikten sonra yeni ictihadlarla değiştirmiştir. Şöyle ki eski görüşlerimi
mezhebden sayana hakkım helal değildir deme noktasına geliyordu. Bir kaç hüküm
dışında kadim diye adlandırılan ırak görüşleri mezhebde kabul edilmemeye
başlıyor. Daha sonraki alimler bunu ırak ve mısır arasındaki farklı yaşam
anlayışlarından kaynaklandığını ortaya koyuyorlar. -HADİS USULÜ İslami ilimerin en eski olanı hadis
ilmidir. Hz.Peygamber kur’an ayetleriyle karışmasını önlemek için önceleri
hadis yazımını yasaklasa da daha sonra duyan duymaya ulaştırsın diyerek buna
müsade etmiştir. Kur’an hz muhammede nazil olduğuna göre mantıken bile şu
kanaate varabiliriz. Kur’anı anlamak için peygambere muhtacız. Nitekim buna
yönelik birçok ayette mevcuttur. Hz muhammed kur’anı tebliğ etmiş sahabelerde
rivayetlerle hz muhammedin ve kendilerinin kur’anı nasıl anladıklarını
kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Zaman zaman tedvin edilsede hadisler
3. Asırda imam buhari diğer hadis alimleri birçok hadis eseri ortaya koyarak
hadis ilminin gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır. Hadis usullerinin ortaya
konmasıyla önemli bir disiplin haline gelen hadis ilmi; Cerh ve Ta'dil: Raviyi redd (cerh) veya duzeltmeyi
(tadil) ele alır. 2- Rical: Ravilerin
hayatını ele alır. 3- Hadis ihtilafı: Birbiriyle çelişen hadisleri
karşılaştırır. 4- İlelilhadis: Hadisin
doğruluğunu zedeleyen gizli noktaları aydınlatır. 5- Garibulhadis: Hadislerde
geçen terimleri araştırır. 6- Nasih ve Mensuh: Hükmü kalkmış hadisleri
araştırır. 7- Kutsi hadis: Gibi
birçok kavramı içinde barındıran önemli bir alan haline gelmiştir. Hadislerin
güvenirliliğini ortaya koymak için adeta kılı kırk yaran çalışmalar ortaya
konmuştur. - Fıkıh
usulü Fıkıh
kelimesi sözlükte birşeyi bilmek, anlamak manasına gelir. Kur´ân´da fıkıh
kelimesi ince anlayış, keskin idrak anlamında kullanılmıştır. Şu halde fıkıh
bir şeyin hakikatini deliliyle birlikte bilmek anlamına gelmektedir. Hanefîler
Fıkıh´ı ıstilâh´ta "kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer´î
hükümleri bir meleke halinde bitmesidir" şeklinde, Şâfiîler ise
"şer´î-amelî hükümleri yani ibâdet, muamelât ve ukûbât´a ait hükümleri,
tafsili delillerinden çıkararak bilmektir" şeklinde tarif etmişlerdir. Bu iki
tarifin lafızları farklı olmakla birlikte, aynı manayı ifade etmektedirler.
Çünkü Hanefîler bilmek (ma´-rifet) tabirinden "delilinden çıkararak bilme,
meleke ve iktidarı" manasını kastetmişlerdir. İlk dönemlerde fıkıh kur’an,
sünnet ve peygamberin ictihadlarıyla şekillenirken, daha sonraki dönemlerde
kur’an, sünnet icma ve kıyas üzerinden teşekkül etmiştir. 2. Asırdan itibaren
mezheblerin ortaya çıkmaya başlaması ve fıkıh usullerinin şekillenmeye
başlamasıyla artık gittikçe kurumsal hale gelmeye başlamıştır. Fıkıh amele
taalluk etmesi nedeniyle devlet sistemini de yakından ilgilendirdiğinden hadis
ve tefsirden daha hızlı bir şekilde gelişmiş ve kurumsal hale gelmiştir. 2013-2014 YÜKSEK
LİSANS ÖDEVİ TAHİR EROL YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİSİ ÖĞRENCİ NO: 13912726 MUKAYESELİ TARİHLER -TEFSİR USULÜ İnsanı
halife ve mukaddes emanetin yükleyicisi olmakla mükellef kılan allah,
bezm-i elestü de aldığı ahdi zamanla unutan insanoğluna elçiler aracılığıyla
suhuf ve kitaplar göndererek insanoğlunun dünyaya amaçsız gelmediğini ve
başıboş olmadığını sürekli hatırlatmıştır. Kur’anın ifadesiyle alemlere rahmet olarak gönderilen
hz muhammed bu elçiler silsilesinin son halkasıdır. Kuranı kerim ise kendisine
vahyolunan kitaptır. Allahü teala kuran ile şeriatı ortaya koyarken, hz
muhammed; kuranın bir anlamda pratikteki hali konumundadır. Yaşantısı, hal ve
hareketleri ile kendisine vahyolunan dini insanlara öğretmiştir. İlk dönem
müslümanları allahın emir ve nehiylerini izzat peygamberden öğrenmişlerdir.
Karşılaşılan müşkülatlarda ikinci şari’ konumunda olan hz muhammede sorarak ilk
elden öğrenme imkanına sahiptiler. Öğrendiklerini de kendilerinden sonraki
nesillere aktararak günümüze kadar gelmesine vesile olmuşlardır. Hz muhammedin
ümmetine miras bıraktığı kuran ve sünnet bu yolla günümüze kadar gelmiştir.
Tefsir önceleri rivayetlere dayalı yapılırken daha sonra dirayet tefsirleri de
ortaya çıkmaya başlamıştır. Sahabe ve tabiin döneminde dönemsel yakınlık
vesilesiyle rivayetlerle yetinebiliyorken; sonraları arab dilinin incelikleri,
nahiv, belagat tarih gibi alet ilimleri de tefsire yardımcı ilimler haline
gelmiştir. Kur’anın hz muhammed döneminde yaşayan insanlara allahın doğrudan
hitabı olduğunu düşündüğümüzde pek çok ilim dalının kur’anı tefsir etmek için
gerekli olduğunu kabul etmek durumunda oluruz. Nitekim o dönemin şartlarını
bilmeden yapacağımız tefsir konuyu sibak ve siyakından koparmış olacaktır. Bu
ihtiyaçtan tefsir usulü doğmuştur. Tefsir ilminin usulleri de tabiinden sonraki
dönemde yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. İslam geniş coğrafyaya
yayıldıkça yeni durumlar ortaya çıkıyor ve birçok yeni içtihad zorunlu hale
gelmekteydi. Örneğin ırakta iken imam şafii yaptığı birçok ictihadı mısıra
gittikten sonra yeni ictihadlarla değiştirmiştir. Şöyle ki eski görüşlerimi
mezhebden sayana hakkım helal değildir deme noktasına geliyordu. Bir kaç hüküm
dışında kadim diye adlandırılan ırak görüşleri mezhebde kabul edilmemeye
başlıyor. Daha sonraki alimler bunu ırak ve mısır arasındaki farklı yaşam
anlayışlarından kaynaklandığını ortaya koyuyorlar. -HADİS USULÜ İslami ilimerin en eski olanı hadis
ilmidir. Hz.Peygamber kur’an ayetleriyle karışmasını önlemek için önceleri
hadis yazımını yasaklasa da daha sonra duyan duymaya ulaştırsın diyerek buna
müsade etmiştir. Kur’an hz muhammede nazil olduğuna göre mantıken bile şu
kanaate varabiliriz. Kur’anı anlamak için peygambere muhtacız. Nitekim buna
yönelik birçok ayette mevcuttur. Hz muhammed kur’anı tebliğ etmiş sahabelerde
rivayetlerle hz muhammedin ve kendilerinin kur’anı nasıl anladıklarını
kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Zaman zaman tedvin edilsede hadisler
3. Asırda imam buhari diğer hadis alimleri birçok hadis eseri ortaya koyarak
hadis ilminin gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır. Hadis usullerinin ortaya
konmasıyla önemli bir disiplin haline gelen hadis ilmi; Cerh ve Ta'dil: Raviyi redd (cerh) veya duzeltmeyi
(tadil) ele alır. 2- Rical: Ravilerin
hayatını ele alır. 3- Hadis ihtilafı: Birbiriyle çelişen hadisleri
karşılaştırır. 4- İlelilhadis: Hadisin
doğruluğunu zedeleyen gizli noktaları aydınlatır. 5- Garibulhadis: Hadislerde
geçen terimleri araştırır. 6- Nasih ve Mensuh: Hükmü kalkmış hadisleri
araştırır. 7- Kutsi hadis: Gibi
birçok kavramı içinde barındıran önemli bir alan haline gelmiştir. Hadislerin
güvenirliliğini ortaya koymak için adeta kılı kırk yaran çalışmalar ortaya
konmuştur. - Fıkıh
usulü Fıkıh
kelimesi sözlükte birşeyi bilmek, anlamak manasına gelir. Kur´ân´da fıkıh
kelimesi ince anlayış, keskin idrak anlamında kullanılmıştır. Şu halde fıkıh
bir şeyin hakikatini deliliyle birlikte bilmek anlamına gelmektedir. Hanefîler
Fıkıh´ı ıstilâh´ta "kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer´î
hükümleri bir meleke halinde bitmesidir" şeklinde, Şâfiîler ise
"şer´î-amelî hükümleri yani ibâdet, muamelât ve ukûbât´a ait hükümleri,
tafsili delillerinden çıkararak bilmektir" şeklinde tarif etmişlerdir. Bu iki
tarifin lafızları farklı olmakla birlikte, aynı manayı ifade etmektedirler.
Çünkü Hanefîler bilmek (ma´-rifet) tabirinden "delilinden çıkararak bilme,
meleke ve iktidarı" manasını kastetmişlerdir. İlk dönemlerde fıkıh kur’an,
sünnet ve peygamberin ictihadlarıyla şekillenirken, daha sonraki dönemlerde
kur’an, sünnet icma ve kıyas üzerinden teşekkül etmiştir. 2. Asırdan itibaren
mezheblerin ortaya çıkmaya başlaması ve fıkıh usullerinin şekillenmeye
başlamasıyla artık gittikçe kurumsal hale gelmeye başlamıştır. Fıkıh amele
taalluk etmesi nedeniyle devlet sistemini de yakından ilgilendirdiğinden hadis
ve tefsirden daha hızlı bir şekilde gelişmiş ve kurumsal hale gelmiştir. EMRE YILDIZ / Yüksek
Lisans / Özel Öğrenci Yazımızda Hadis, Tefsir ve Fıkıh ilim dallarının
tarihi süreç içerisindeki göstermiş oldukları oluşum, gelişim ve genişleme
süreçlerini işlemeye çalışacağız. Önceki konumuz olan “bilginin bütünlüğü”
konusundan hareketle bu ilimlerin birbirlerinden bağımsız gelişen ve değişen
münferit ilimler olduklarını düşünmek eksik bir düşünce olur. İslâmî ilimler,
Müslümanların Kur’ân’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dînî ilimlerdir.
Bunlar tefsîr, hadis, fıkıh, kelâm, siyer, tarih ve ahlâk ilminden ibarettir.
Bütün bu ilimlerin kaynağı da Kur’ân’dır. Müslümanların bu ilimleri ortaya
çıkarma ve geliştirmedeki en temel amaçları, Kur’ân’ın doğru anlamına
ulaşmaktır. İlk dönemlerde
İlim denince Hadis (İlmi) anlaşılırdı. Çünkü Tefsir, Fıkıh, Tasavvuf gibi
Şer’î/İslâmî İlimler ayrı ve müstakil bilim dalları haline gelmeden önce hadis
içindeydi. Bütün bu ilimlerin kaynağı Kur’ân ve onun uygulaması olan sünnettir.
Kur’an tefsiri ve sünneti öğrenme, öğretme, koruma, yazma, nakil yöntemlerini
belirleme, yorumlama işleri hadisçiler tarafından yürütülüyordu. Dolayısıyla
İslâm Tarihi’nin ilk dönemlerinde hadise ilim denmesinin sebebi budur. İslâmî
İlimlerin müstakilleşmesi ve Hadis İlmi’nden ayrılması, rivayet yanında aklın
da devreye girmesi sonucu olmuştur. Hz. Peygamber Dönemi Bilindiği
gibi sözün olduğu yerde açıklama, anlama ve yorumlama faaliyeti kendiliğinden
bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Bu türden bir faaliyet Tevrat ve İncil
gibi önceki kutsal metinler için de söz konusudur. Bu ilâhî kitapların
sonuncusu olan Kur’ân da tabiatıyla bu anlamda bir faaliyete ihtiyaç
duymaktadır. Onun metnine yönelik tefsîr faaliyeti de hiç kuşkusuz Hz.
Peygamber’le başlamıştır. Çünkü Kur’ân ona vahyedilmiş ve Yüce Allah, “Ey
Peygamber! Sana Rabbinden gönderileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun
yüklediği elçilik görevini (insanlara) ulaştırmamış olursun” (Mâide (5),
67); “Sana Kur’ân’ı gönderdik ki insanlara indirileni onlara açıklayasın” (Nahl
(16), 44) âyetlerinde de belirtildiği gibi, Hz. Peygamber’e Kur’ân’ı tefsîr
etme görevini vermiştir. Bu sebeple nübüvvet tarihi boyunca Hz. Peygamber, bir
taraftan kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplarına okumuş, tebliğ
etmiş diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları açıklamıştır. Resûlullah’a
gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı
gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi.
Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. O zaman da
genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç duyulduğu kadar tefsîr ederdi. Meselâ Yüce
Allah namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış; ancak bunların nasıl
yapılacağını, şartlarını, miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete
bırakmıştır. Ayrıca avlanma, hayvanları boğazlama, nikâh, talak vb. birtakım
hususlar aynı şekilde sünnetle açıklanmıştır. Bu açıklama da gelişigüzel değil
belli bir usule göre şekillenmiştir. Bunlar; Mücmelin Tebyini, Mübhemin
Tafsili, Mutlakın Takyidi, Müşkilin Tavzihi şeklindedir. Hadis
ilmi açısından bakıldığında, sünnet kavramı Kur’an ile sıkı sıkıya bağlantılı
bir kavramdır. Çünkü Hz.Peygamber kendi hayatında Kur’an’ın bütün emirlerini ve
hükümlerini yerine getirmekle ve uygulamakla yükümlüdür. Hayatı da Kur’an
hükümlerini birebir uyguladığının tanığıdır. Peygamberimizin eşi Hz. Âişe’ye,
“Hz. Peygamber’in ahlâkı nasıldı?” diye sorduklarında, onu en yakından tanıyan
kişi olarak “Onun ahlâkı Kur’an’dı” diye cevap vermiştir. Peygamberimiz
için yapılan “Yaşayan Kur’an ve Yürüyen Kur’an” gibi nitelemeler bu
anlama gelmektedir. Sünnet, Hz. Peygamber’den gelmesi bakımından üçe ayrılır;
a) Kavlî Sünnet b) Fiilî Sünnet c) Takrîrî Sünnet Sünnet
kavramının, Hz. Peygamber’e Allah tarafından verilen görevler doğrultusunda
değerlendirilmesi gerekir. Kur’an’ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber’in temel
görevleri şunlardır: a) Tebliğ, b) Beyân/Tebyîn, c) Tezkiye Fıkh'ın usûl ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı
olarak incelenmesi, okunup okutulması, sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki
dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber, gerek usûlün ve gerekse fürû'un
temelleri, Hz. Peygamber devrinde atılmış, hattâ esas itibariyle
tamamlanmıştır. Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler
koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır (el-En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67).
Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı Kerîm), ya Peygamberi (Sünnet), ya
bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyâs, istidlâl), yahut da bunlardan
birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkh'ın birinci
devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerîm baştan sona
birçok hâfız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış
ve hâfızalarda muhâfaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış, yahut da
ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre
ait hüküm ve örnekler ise sayılamıyacak kadar çoktur. Hz. Peygamber dönemi
Mekke ve Medine Dönemi olarak ikiye ayırabiliriz. Mekke
Dönemi, bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.)
tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî
münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem
azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir. Medine Dönemi, Mekkeli
müslümanları bağrına basan; "Medînetü'n-Nebî" adıyla İslâm
dâvet ve devletinin yeni merkezi bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek
İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı.
Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir
taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa,
cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili
kâideler, esaslar vazedildi. Bu devir fıkhı'nın
özelliklerini genel olarak şu şekilde sıralayabiliriz; a) Tedric,
b) Kolaylık c) Nesih Furu’
bakımından aşağıdaki gibi özetleyebiliriz. Mekke Dönemi : Medine
Dönemi : Sahabe
Dönemi; Sözlü
nakil dönemi içinde yer alan bir tefsîr çeşidi de ashâbın şifâhî
rivâyetleridir. Bu rivâyetler tefsîr tarihi açısından -Hz. Peygamber’in
Kur’ân’a dair beyanlarından sonra- ikinci sırayı almaktadır. Çünkü sahâbîler
Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerini, Arap örf ve âdetlerini
iyi biliyorlardı. Yaklaşık yirmi üç sene boyunca Kur’ân’ın inişine bizzat şâhit
olup, bu esnada meydana gelen olayları müşâhede etmişlerdi. Ayrıca
Resûlullah’ın çeşitli vesilelerle yapmış olduğu açıklamaları dinleyerek
nassların içsel anlamlarına ulaşabiliyorlardı. Bütün bunlar sahâbîlerin bir
taraftan ilim ve imân yönünden belli bir olgunluğa erişmesini sağlıyor, diğer
taraftan da Kur’ân nasslarını tefsîr etme konusunda kendilerine, Resûlullah’tan
sonra en güvenilir nesil olma statüsü kazandırıyordu. Hz.
Peygamber’in vefatının ardından Kur’ân’ı tefsîr etme göreviyle karşı karşıya
kalan sahâbileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle iki gruba ayırmak
mümkündür. Bunlardan bir grup sahâbî Kur’ân âyetlerini yorumlama noktasında çok
duyarlı hareket ederek, nassları kenditercihleri doğrultusunda anlamlandırmayı
ilâhî irâdeye müdâhele olarak telakki ediyor; bunun için de böyle bir
müdâheleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı. Buna
mukabil bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla
Kur’ân’ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Sahâbîlerin
yapmış olduğu tefsîrin genel özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür: 1.
Sahâbîler Kur’ân’ı âyet âyet baştan sona tefsîr etmemişlerdi. Zira onlar,
Kur’ân’ın tümünü tefsîr etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları
açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlı idi. 2.
Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu
ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi. 3.
Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi. 4.
Tefsîr bu dönemde henüz tedvin edilmemişti. 5.
Âyetlerin nuzûl sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği
âyetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı. Tefsîrde
temayüz etmiş sahâbiler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b.
Abbâs, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b ve Ebû Musâ el-Eş’arî’nin isimleri
zikredilmektedir. Hz.
Peygamber’in, sünnetin öğrenilmesi ve yayılması için bu fiilî çabaları yanında
sözlü teşvikleri de olmuştur. Genel olarak ilim öğrenme ve öğretmenin önemine
dikkat çekmiş ve bunlara teşvikte bulunmuştur. Hz. Peygamber özellikle kendi
hadislerinin öğrenilip öğretilmesini de emir ve tavsiye etmiştir. Şu sözü
meşhurdur: “Allah, benden bir söz işitip de onu başkasına ulaştırıncaya
kadar muhafaza eden kimsenin yüzünü ağartsın! Zira (sözümün) ulaştırıldığı
birçok kimse belki onu işitenden daha iyi koruyup yararlanabilir” (Tirmizî,
“İlim”, 7). Sahâbîler Hz. Peygamber’i büyük bir arzu ile takip etmiş, sözlerini
duyup bellemiş, fiil ve davranışlarını gözlemlemişlerdi. Bu maksatla uzakta
olanlar yer ve yurtlarını bırakıp Hz. Peygamber’in yanına gelmiş, Kur’ân ve
sünnet öğrenip geri dönmüşlerdi. Sahâbîler Hz. Peygamber’den doğrudan
duyamadıkları, göremedikleri şeyleri ise, duyan, gören arkadaşlarından sorup
öğreniyorlardı. Sahâbîler Hz. Peygamber’in vefatından sonra her yerde ve her
fırsatta doğal olarak ondan bahsetmiş, onun söz ve işlerini nakletmeye
çalışmışlardı. Onların içinde, Abdullah b. Abbas ve Ebû Hüreyre gibi, kendisini
sadece bu işe verenler vardı. Hadis öğreniminin güvenilirliği sağlamada bazı
metodları gözetmişlerdir. Bunlar; a) Hadis Rivayetini Azaltma, b) Hadis
Rivâyet Edenden Şâhid İsteme, c) Hadis Rivayet Edene Yemin Ettirme, d) Hadisi
Kur’ân ve Önceden Bildikleri Hadislerle Karşılaştırma, e) Hadisi İlk Duyan
Kimseden Almaya Çalışma Sahâbe
hadisleri bizzat Hz. Peygamber’den işiterek (müşâfehe), onun
davranışlarını görerek (müşahede) veya diğer sahâbîler vasıtasıyla
öğrenmekteydi. Onlar öğrendiklerini genellikle ezberleme (hıfz) yoluyla
muhafaza ediyor ve bunu pekiştirmek amacıyla da bazen aralarında müzakere
ediyorlardı. Hadislerin
yazılmasıyla ilgili Hz. Peygamber’den hem yasaklayan hem de buna izin veren ve
görünüşte birbiriyle çelişen hadisler nakledildiğini ve bunların nasıl
uzlaştırıldığını ve yorumlandığını ikinci ünitede “Hadislerin Yazılması”
başlığı altında görmüştük. Burada kısaca hatırlatmak gerekirse hadis yazmaya
izin veren hadisler yasaklayanlardan sonradır. Dolayısıyla Hz. Peygamber
döneminin ilk yıllarında bazı gerekçelerle konulan hadis yazım yasağı daha
sonra Hz. Peygamber’in sağlığında bizzat kendisinin izniyle kaldırılmıştır.
Arap toplumunun sözlü kültüre önem vermesi sebebiyle sahâbe döneminde hadis
yazımı yaygın değildi. Yukarıda işaret edildiği üzere bu dönemde bazı sahâbîler
tarafından yazılsa da hadisler genellikle hıfz yoluyla muhafaza edilmekteydi.
Genel olarak yazmaya ihtiyaç duyulmamaktaydı. Bu dönemde hadis eğitiminde sema’
ve kıraat metodunun yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca “rıhle”
denilen hadis öğrenmek için yapılan yolculuklar bu dönemde başlamıştır. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre
bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna
(41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar
uzanır. Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve
problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı
Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta
hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm
ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu.
Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve
kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak
edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu. Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı
azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak
için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra
ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler
(icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet
edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve
sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında
hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah
zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet,
kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi
altında tatbik edilmiştir. Verdikleri fetvâ sayısı bakımından sahâbe
fukahâsı üç guruba ayrılmıştır. Bunlardan birinci gurupta Ömer, Alî, İbn
Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, Zeyd b. Sâbit, Âişe vardır; İbn Hacer'in, İbn
Hazm'den naklettiğine göre bu zevatın her birinin verdiği fetvâ birer büyük
cilt kitaba konu olacak miktardadır. Bu yedi fakih arasında fetvâsı en çok olan
da İbn Abbâs'tır. İkinci gurupta yirmi sahâbî vardır: Ebû-Bekr, Osmân,
Ebû-Mûsâ, Muâz b. Sa'd, Ebu Hureyre, Enes, Abdullah b. Amr, Selmân el-Fârisî,
Câbir b. Abdullah, Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Talha b. Ubeydullah, ez-Zübeyr b.
el-Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, İmrân b. Husayn, Ebû-Bekra, Ubâde b. Sâmit,
Mu'âviye b. Ebî-Süfyân, Abdullah b. ez-Zubeyr, Ummu-Seleme. Bunların her
birinin verdiği fetvâ bir küçük cilt tutacak kadardır. Üçüncü gurupta yer alan
yüz yirmi kadar sahâbînin verdikleri fetvânın tamamı bir cilde sığacak
miktardadır. Kur'ân-ı Kerîm ile sahih sünnetin açık olarak
ifade ettiği bir hüküm üzerinde müslümanların ihtilâfı, farklı görüş ve
inanışlara sahip bulunmaları câiz ve mümkün değildir. Ancak bir taraftan
nasların anlaşılması, diğer taraftan da farklı zaman ve mekânlarda bunların
tatbiki, kezâ nasların temas etmediği noktalarda -çeşitli metodlarla- hükme varma
işi beşerîdir, içtihada dayanır; bu sebeble bütün müslümanların her meselede
tek ictihadda birleşmeleri düşünülemez... Zâten Şâri' de bunu şart koşmamış,
ictihada teşvik etmiş, hatâ ve isabet olabileceğini ifade ederek hatalı
ictihada dahi ecir ve sevap vâdetmiştir.Bu esaslar dâiresinde karşılaştıkları
problemlerin üzerine eğilen sahâbe müctehidleri bazı hükümlerde ihtilâf etmiş,
farklı görüş ve neticelere varmışlardır. Sonraki devirler için de geçerli olan
ihtilaf sebeblerini şöylece sıralamak mümkündür: a) Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin
kendileri yok iken vahyedilen nasları
bilmemeleri, b) Hadisi sağlam bir kaynaktan elde
etmemiş olmak, c) Farklı anlamaları, d) Yanılma veya unutmaları, e)
Birbirlerine aykırı görünen nas ve hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri.
Sahâbe müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fıkhî meselelerin bir
kısmında ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp
diğerini terketmediği için bu devirde -dinî/sosyal kurumlar olarak- mezhepler
doğmamıştır. Bu devrin, fıkıh açısından özelliklerini şu
maddelerde özetlemek mümkündür: a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve
nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için,
Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe
bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır. b) Daha sonraki devre nisbetle yeni meseleler ve
bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen
hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak
onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır. c) Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh
yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Halîfeler,
sahâbenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor, yeni hadiseleri danışma
meclisine (şûrâya) getiriyor, gerektiği kadar tartışıp inceledikten sonra hükme
bağlıyorlardı. d) Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile
şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi,
halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna
karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile
mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu. e) Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar şûrâ
üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahâbe
halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni
meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda
görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi
faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu.
Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları, hem de
ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler karıştığı
için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız hale geldi. Tâbiûn
Dönemi; Tâbiîler,
sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir. Hz. Peygamber’e
ulaşamamış olmaları, onların bu ilme karşı olan şevklerini azaltmamıştır. Çünkü
tâbiîler tefsîr konusunda Hz. Peygamber’den feyz alan sahâbîlerden
faydalanmışlardır. Bu da söz konusu nesli, daha sonrakilerle ashâb arasında bir
köprü konumuna getirmiştir. Tâbiîler, tıpkı sahâbîler gibi tefsîrde öncelikle
Kur’ân ve sünnete başvuruyorlar; şayet bu iki kaynakta, nassları tefsîr
edebilmelerine yardımcı olacak bir malzeme bulamazlarsa, o takdirde özellikle
esbâb-ı nüzûl, mübhemât ve gaybla ilgili konularda sahâbîlerin görüş ve
tercihlerine müracaat etmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü bu konular daha önce de
belirttiğimiz gibi aklî muhâkeme ve ictihâdın dışında kaldığı için fikir
yürütmenin mümkün olmadığı alanlardır. Dönemin
bir özelliği ise tefsir mektepleri kurulmaya başlanmıştır. Bunların meşhurları
şunlardır: Mekke
Tefsîr Mektebi; İlk tefsîr mektebi Mekke’de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların
tefsirde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas’tı. Bu ekolün
yetiştirdiği en seçkin öğrenciler, Mücâhid b. Cebr, İkrime, Sa’îd b. Cübeyr,
Tâvus b. Keysân ve Atâ b. Ebî Rabâh’tır. Medine
Tefsîr Mektebi; Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine’de Ubey b.
Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştı. Mektebde, Ebu’l-Âliye, Muhammed b. Ka’b
el-Kurazî ve Zeyd b. Eslem gibi ilim otoriteleri yetişmişti. Kûfe
Re’y Mektebi; Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes’ûd
tarafından Kûfe’de kurulmuştu. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler,
Alkame b. Kays, Mesrûk b. el-Ecdâ, Esved b. Yezîd, el-Hasan el-Basrî ve Katâde
b. Diâme’nin isimleri zikredilmektedir. Tâbiûn
tefsîrinin de kendine has bir takım özellikleri bulunmaktadır. Bunlar maddeler
halinde şöyle sıralanabilir: 1.
Sahâbe tefsîri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde
Kur’ân’ın bütünü tefsîre konu olmuştur. 2.
Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden
istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer
almıştır. 3.
Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh
ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir. 4.
Tâbiîler Kur’ân’da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını
öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır.
Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahâbe dönemine kıyasla
daha çok bu devirde Kur’ân tefsîrine girmişti. 5.
Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine
şifâhî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Kûfe gibi belli
başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashâbın ileri gelenleri tarafından
rivâyet edilmiş; böylece tâbiûn dönemindeki rivâyetlerde bir ekolleşme meydana
gelmiştir. 6.
Tâbiiler herhangi bir Kur’ân âyetini tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu
kullanırlardı. Yani bildikleri bir âyetin tefsîrinden hareketle çıkarsama
yöntemiyle tefsîr etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların
doldurularak tefsîre yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir. Bu
dönemin hadis ilmi açısından en belirgin özelliklerinden biri tedvin ve tasnif
dönemi olarak isimlendirilmesidir. Değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya
ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde
toplandığı dönemdir. Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze
ulaşmamıştır. Muhammed Hamîdullah, ilk dönemlerin yazma eserlerinin hemen hemen
hepsinin Bağdad’ın Moğollar tarafından istilası esnasında tahrip edildiğini
kaydeder. Gerçi İmam Zeyd b. Ali’nin (ö. 122) Müsned’i günümüze ulaşmış ve
basılmıştır. Ancak bu eserin mevcut şeklinin İmam Zeyd’e mi, yoksa eserin
râvîsi Ebû Hâlid’e mi ait olduğu tartışmalıdır. Bununla beraber, gerek ilk
çalışmalar olmaları, gerekse müteakip dönemin tasnîf dönemi olması göz önüne
alındığında bu dönemde hadislerin kitaplarda, konu, râvî ve sıhhat
bakımlarından karışık olarak toplandıkları söylenebilir. Belki belli bir
zamandan sonra, namaz, oruç, hac gibi ana konulardaki hadisler müstakil
kitaplarda ama yine de kendi içlerinde bir sıraya konulmadan toplanılmış
olabilirler. İbn Hacer’in; “(Tâbiûnun son dönemi âlimleri) her konuyu ayrı
olarak tasnif ediyorlardı” sözü bunu düşündürmektedir. Tâbiûn
hadis öğrenimi bakımından sahâbenin öğrencileri, hadis öğretimi bakımından
etbâu’t-tâbiûnun hocaları konumundadır. Böyle olunca hadisin önemi,
bağlayıcılığı, aslına uygun olarak korunup nakledilmesi konusundaki dikkat ve
titizlik açısından sahâbeyi örnek almışlardır. Bu
dönemde hadislerin rivayetinde sened kullanımı tamamen yerleşmiş ve sened
hadisin ayrılmaz bir parçası olmuştu. Artık senedsiz hadis rivayeti, binaya
merdiven kullanmadan çıkma olarak değerlendirilecek, sened, hadisçinin
sahtekârlara karşı silâhı kabul edilecektir. Bu
dönemin başlarında sahâbeden devralınan hadis öğrenme ve öğretme anlayışı büyük
bir titizlikle korunup sürdürülmeye çalışılmışsa da, yıllar geçtikçe İslâm
toplumunda ortaya çıkan bir takım itikâdî, siyasî, sosyal ve kültürel değişme
ve gelişmeler, hadis rivâyeti için yeni kurallar konulmasını gerekli kılmıştır.
Bu amaçla muhaddisler, râvîlerin cerh-ta’dîline ağırlık vermiş, rivâyetlerin
illetlerini tesbite yönelik çalışmaları yoğunlaştırmış, bu illetlere göre
hadisleri kısımlara ayırmış ve her kısmın hükmünü açıklayan kurallar ortaya
koymuşlardır. Tedvîn işinde olduğu gibi bu kuralları koyup uygulama öncülüğü
yine İbn Şihâb ez-Zührî’ye nasip olmuştur. Hicrî 150’li yıllardan itibaren daha
önce tedvin edilen hadisler konularına göre tasnîf edilmeye başlamıştır. Ma’mer
b. Râşid’in el-Câmi’ adlı eseri bunun ilk örneği sayılır. Bu dönemin
başlarında sahâbeden devralınan hadis öğrenme ve öğretme anlayışı büyük bir
titizlikle korunup sürdürülmeye çalışılmışsa da, yıllar geçtikçe İslâm
toplumunda ortaya çıkan bir takım itikâdî, siyasî, sosyal ve kültürel değişme
ve gelişmeler, hadis rivâyeti için yeni kurallar konulmasını gerekli kılmıştır.
Bu amaçla muhaddisler, râvîlerin cerh-ta’dîline ağırlık vermiş, rivâyetlerin
illetlerini tesbite yönelik çalışmaları yoğunlaştırmış, bu illetlere göre
hadisleri kısımlara ayırmış ve her kısmın hükmünü açıklayan kurallar ortaya
koymuşlardır. Tedvîn işinde olduğu gibi bu kuralları koyup uygulama öncülüğü
yine İbn Şihâb ez-Zührî’ye nasip olmuştur. Hicrî 150’li yıllardan itibaren daha
önce tedvin edilen hadisler konularına göre tasnîf edilmeye başlamıştır. Ma’mer
b. Râşid’in el-Câmi’ adlı eseri bunun ilk örneği sayılır. Genişleyen
İslam coğrafyasındaki, Hadis ilminin başlıca merkezleri şunlardır; a) Medine,
b) Mekke, c) Şam, d) Kufe, e) Basra, f) Bağdad, g) Cezire, h) Yemen, i) Mısır,
j) Mağrib ve Endülüs, k) Horasan ve Maveraünnehir. Tabiûn
dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki
ikinci kuşağın dönemini ifade etmektedir. Bu dönemin önemli bir bölümü
Emeviler’in iktidarda olduğu zaman dilimine tekabül ettiği için, kimi
yazarlarca “Emeviler Dönemi” olarak da adlandırılmıştır. İslam ülkesinin
sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok
insanın İslam’la tanışması tabiûn döneminde fıkhi faaliyetin canlı bir şekilde
icra edilmesinin sebepleri arasında yer almaktadır. Zira yeni Müslüman olanlara
İslam dininin uygulamaya yönelik boyutlarını öğretmek fıkıh disiplini
çerçevesinde gerçekleşmektedir. Muhtemelen, İslam dininin emirlerini öğrenmek,
bu arada Müslüman toplum arasında statü edinebilmek gibi saiklerle çok sayıda
Arap asıllı olmayan mühtedinin fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir.
Nitekim tabiûn dönemi fıkıh hareketleri içerisinde “mevâlî” adı verilen, Arap
kökenli olmayan alimler önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde sahabe neslinin
öğrencisi olan hukukçular, hocalarından aldıkları birikim ve nosyonla İslam
hukuku çalışmalarını sürdürmüştür. Dolayısıyla çeşitli bölgelerde hukuki
faaliyeti yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiûn
nesline mensup öğrencileri üstlenmiştir. Bu bağlamda Medine’de Said b. Müseyyib
(ö. 94/712), Mekke’de Atâ (ö. 114/732) ve İkrime (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame
b. Kays (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr (ö. 95/714)
ilk akla gelen isimler içerisinde yer almaktadır. Tabiûn
döneminde İslam hukukunun tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli
özellik, hukuk alanında ekolleşmlerin ortaya çıkması, “Hicaz ve Irak Ekolleri”
ya da “Hadis ve Re’y Ekolleri” adıyla anılan akımların tarih sahnesinde yerini
almasıdır. Hicri
2. Asır ve Sonrası Bu
dönemin en belirgin özellikleri olarak, bütün temel islam bilimlerin daha
sistematik bir hale geldiklerini, ilimlerin usullerinin ortaya çıktığı ve
tedvin hareketinin daha da yayıldığını, ekolleşmenin neticelerinin artık daha
belirgin olduğunu söyleyebilir. Tefsîr
daha önce belirttiğimiz gibi tedvîn edilmeden yani yazıya geçirilmeden önce
ashâb ve tâbiûn döneminde sözlü nakil yoluyla aktarılıyordu. Etbâu’t-tâbiîn
dönemine gelindiğinde ise tefsîr rivâyetleri artık yavaş yavaş bir araya
toplanarak yazılmaya başlanmıştı. Bu, tefsîr açısından çok önemli bir adımdı. Çünkü
sözlü olarak yapılan nakiller zamanla unutulabilir veya değiştirilebilir,
eksiltme ve çoğaltma gibi durumlarla karşılaşılabilirdi. Oysa nakledilecek
bilgiler yazıyla tespit edilip korunduğu zaman artık bu tür olumsuzluklar söz
konusu değildir. Tefsîre dair birikim tedvin edilmesine edilmişti belki ama bu,
150 yıllık bir gecikmeyi de beraberinde getirmişti. Zira ilk iki nesil boyunca
şifâhen nakledilen tefsîr rivâyetleri, ancak etbâu’t-tâbiîn döneminde yani
hicrî ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmişti. Kaynakların
verdiği bilgiye göre tefsîr, ilk defa hadis ilminin bir kolu olarak yazılmaya
başlandı. Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî, Şu’be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî
gibi bazı muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmak maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini
dolaşarak, Hz. Peygamber’e isnâd edilen sahih rivâyetleri bir araya getirmeye
çalışırken, bu arada Resûlullah ve sahâbeden nakledilen tefsîrle ilgili
nakilleri de topladılar. Tabii ki bu zatların maksatları, öncelikle hadisleri
yazmaktı. Ancak topladıkları hadisleri yazıya geçirirken, özellikle Allah
Resûlü’nün Kur’ân’a dair açıklamaları ve esbâb-ı nüzûl gibi tefsîre dair
rivâyetleri de söz konusu kitaplara kaydettiler. Böylece hadis ilminin yazımı
aşamasında, tefsîrle alakalı rivâyetler de derlenmiş oldu. ilk
defa hadis ilminin bir kolu olarak yazıya geçirilen tefsîr rivâyetleri, kısa
bir süre sonra müstakil bir ilim haline geldi. Esasen bu, bir zaruretin
sonucuydu. Çünkü tâbiûn döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen
tefsîr rivâyetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve birtakım
hâdiselerin meydana gelmesi neticesi dirâyet (re’y) tefsiri de ortaya çıkmaya
başlamıştı. Rivâyet tefsîri, Hz. Peygamber ve ashâbtan nakledilen rivâyetlerin
hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına alınmıştı. Şayet
dirâyet tefsîri için de aynı şey yapılırsa, bu malzeme de korunmuş olacaktı.
İşte muhtemelen sözünü ettiğimiz anlayıştan hareket eden ilk dönem
müfessirleri, bir taraftan hadis ilmiyle birlikte tedvin edilen malzemeyi vakit
geçirmeden kendi alanına taşımak; diğer taraftan da daha sonra bir açılım
göstererek devam edecek olan tefsîrin temellerini atmak maksadıyla müstakil
eser yazma hareketini başlattılar. Elimizdeki belgeler Kur’ân’a dair nakilleri
bir araya toplayarak onu baştan sona tefsîr eden ilk şahsın, Mukâtil b.
Süleyman olduğunu göstermektedir. Mukâtil’den başka Süfyân es-Sevrî, Yahyâ b.
Sellâm, Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Ebû Ubeyde Ma’mer b. el-Müsennâ ve Abdürrezzak
b. Hemmâm gibi şahsiyetler de müstakil tefsîrler kaleme alan müfessirler
arasında sayılmaktadır. Tefsir
ekolleri ortaya çıkmıştır. Tefsîr ilminin genel yorumlama yöntemlerinin
(dirâyet ve rivâyet), bunların dışında
Kur’ân âyetlerinin belli bir kısmıyla alakalı olarak özel açıklama biçimlerine
sahip ekoller ortaya çıkmıştır. Bu açıklama biçimlerinin birçoğu, tefsir
tarihinin başlangıcına kadar uzanır. Çağdaş döneme kadar gelişen bu akımlar,
klasik tefsîr ekolleri olarak adlandırılır. Bu ekoller, mezhebî (kelâmî) tefsir
ekolleri, işârî tefsîr ekolü ve fıkhî tefsîr ekolüdür. Rivâyet tefsîri alanına
mensup en önemli tefsîr, Taberî’nin Câmiu’l-Beyân adlı eseridir. Buna karşın
Taberî tefsîrinde aklî muhakeme, tercihte bulunma, değerlendirme yapma gibi
bazı dirâyet nitelikleri de bulunmaktadır. Bu yüzden Taberî tefsîri için
“rivâyet alanında bir dirâyet” şeklindeki tespit mümkün görünmektedir. Dirâyet
tefsîri alanının en önemli tefsîrleri arasında ise Fahreddîn Râzî’nin
Mefâtihu’l-Gayb ile Zemahşerî’nin Keşşâf adlı tefsirlerini saymak mümkündür. Bu
tefsirler de rivâyet tefsîrinin temel esaslarından yararlanmış, bu esaslara
karşı kayıtsız kalmamışlardır. Bu özelliklerinden dolayı da çok değerli ve
önemli görülmüşlerdir. Hz.
Osman zamanında çoğaltılan Kur’an-ı Kerim’in harekelendiği görüyoruz
(Ebû’l-Esved ed-Dü’elî noktalama, Halil b. Ahmed ise bugünkü harekeleme).
Kıraat ilmi gelişmeye başladı. Kırâatların, çok erken dönemde araştırılarak bu
konuda çeşitli eserlerin kaleme alındığı
görülmektedir. Ancak bu eserlerde kırâatlar, yedi, on veya on dört gibi imam
adedine göre değildi. Hicrî ikinci asrın başında, muayyen beldelerdeki
Müslümanların, kendi kırâatlarını diğer beldelerdeki kırâatlara tercih
etmeleriyle “yedi kırâat” tabiri şöhret bulmaya başladı. Böylece Mekke’de İbn
Kesîr, Medîne’de Nafi, Şam’da İbn Âmir, Basra’da Ebû Amr ve Yakub, Kûfe’de Asım
ve Hamza’nın kırâatları meşhur oldu. Üçüncü asırda kırâatları yediye tahsis
eden, gerek kırâat imamları ve gerekse temsil ettikleri kırâatları belirli
usuller koyarak tespit eden Ebu Bekir b. Mücâhid’dir. Ancak İbn Mücâhid’in tasnifinde
yedinci kırâat imamı Yakup değil, Kisâî’dir. Daha sonra bu yedi kırâat imamına,
kırâatlarının sahih olduğu tespit edilen Ebû Ca’fer, Yakup ve Halef b. Hişâm
ilave edilerek sayı ona ulaşmıştır. On kırâat imamı ve meşhur olan râvîleri
topluca şunlardır: 1. Nâfi. Râvîleri Kâlûn ve Verş’tir. 2. İbn Kesîr. Râvîleri
Bezzî ve Kunbul’dur. 3. Ebû Amr. Râvîleri Dûrî ve Sûsî’dir. 4. İbn Âmir.
Râvîleri Hişâm ve İbn Zekvân’dır. 5. Âsım. Râvîleri Ebû Bekir Şu’be ve
Hafs’tır. 6. Hamza. Râvîleri Halef ve Hallâd’tır. 7. Kisâî. Râvîleri Leys ve
Dûrî’dir. 8. Ebû Ca’fer. Râvîleri İsâ b. Verdân ve Süleyman b. Cemmâz’dır. 9.
Ya’kûb. Râvîleri Ruveys ve Ravh’tur. 10. Halef. Râvîleri İshak b. İbrâhîm ve
İdris b. Abdilkerîm’dir. Tefsîr
ilminin genel yorumlama yöntemlerinin (dirâyet ve rivâyet) ve klasik tefsîr
ekollerinin dışında 19. yüzyıl sonrasında Kur’ân âyetlerinin belli bir kısmıyla
alakalı özel açıklama biçimlerine sahip yeni ekoller ortaya çıkmıştır. Bunların
birçoğunun temelleri klasik dönemde mevcut olmakla birlikte sistemleşmesi ve
müstakilleşmesi modern zamanlarda olmuştur. 19. Yüzyıl sonrası gelişen bu
akımlara, çağdaş tefsîr ekolleri denmektedir ki bunlar, konulu tefsîr ekolü,
ictimâî tefsîr ekolü ve bilimsel tefsîr ekolüdür. Hadis
ilmi tedvin hareketi 2. yüzyılın 2. çeyreğine kadar devam etmiştir. Bundan
sonraki dönem ise Tasnif dönemi olarak isimlendirildi. Çünkü tedvîn
faaliyetiyle bir araya toplanan hadisler belli bir sistematiğe göre
gruplandırılmadığından bunlardan yararlanmak zordu. Bunların daha kullanışlı
hale getirilmesi için râvîlerine ve konularına göre gruplandırılması gereği
hissedildi. Bu dönemde yazılan kitapların en önemli özelliği hadislerin
râvilerinin senet zincirleriyle birlikte kaydedilmiş olmasıdır. Tasnif
döneminde yani hicrî II-IV. asırlarda İslam coğrafyası Abbasî Devleti
(H.132-655/M.750-1258) hükümranlığı altındadır. İkinci yüzyılın ilk yarısından
üçüncü yüzyıl sonlarına kadarki bir buçuk asırdan biraz fazla sürede klasik
hadis kitaplarının büyük çoğunluğu yazılmıştır. Hadis tarihinde hicrî ilk dört
asır öncekiler, öncüler dönemi anlamına gelen Mütekaddimûn Dönemi
olarak da isimlendirilir. Ayrıca
bu süreçte Hadis ilminin alt kolları olan ilimleri ortaya çıkmıştır. Bunlar; Ricâl
İlmi, İlelü’l-Hadîs İlmi, Ğarîbü’l-Hadîs İlmi, İhtilâfü’l-Hadîs
İlmi, Esbabü Vürûdi’l-Hadîs İlmi, Hadis
usûlü kitapları Mütekaddimûn ve Müteahhirûn dönemleri denilen iki dönemde ele
alınırlar. Mütekaddimûn kelimesi, öncekiler, öncüler gibi anlamlara gelir.
Hadis tarihinde klasik kitapların yazıldığı Mütekaddimûn dönemi, hicrî dördüncü
asrın başına, hatta bazılarına göre sonlarına kadar devam eder. Bundan
sonrasına Müteahhirûn dönemi denir. Bunun anlamı da sonrakiler demektir. Hadis
Usûlü söz konusu olunca Mütekaddimûn dönemi biraz daha geç, yani hicrî beşinci
asrın ortalarına kadar devam eder. Mütekaddimûn dönemi eserlerinde verilen her
bir bilgi o bilgiyi ilk kaynağından müellife ulaştıran râvîlerin isimlerini
kapsayan isnâd zincirleriyle verilir. Müteahhirûn dönemi eserlerinde ise râvî
zincirleri kaldırılmıştır. Bu ikinci eserlerde bazı kişilerden nakillerde
bulunulmuşsa aradaki senet zincirleri verilmeksizin sadece sözün ve görüşün
sahibinin ismi verilmekle yetinilmiştir. Temel
hadis kaynaklarının önemli ölçüde telif edilmesi, hadis rivâyetinin de sona
ermesi sonucunu doğurmuştu. Bu dönemden sonra hadis ilmiyle ilgili yazılan
kitapların büyük çoğunluğu temel hadis kaynaklarını esas alan çalışmalar
olmuştur. Dolayısıyla bundan sonra telif edilen eserlerin en belirgin özelliği
temel hadis kaynaklarını esas almaları, onlara dayanarak yapılmış olmalarıdır.
Sadece sahih hadisleri bir eserde toplama faaliyeti ilk defa üçüncü asırda
Buhârî ve Müslim tarafından başlatılmıştı. Tüm hadisleri birlikte görmek ve
değerlendirmek böylece onlardan daha çok istifade etmek arzusu temel hadis
kaynaklarını bir araya getiren eserlerin yazılmasına yol açtı. Yaklaşık beşinci
yüzyıldan itibaren Kütüb-i sitte denilen altı kitap, hadis
çalışmalarının merkezini oluşturmaya başladı. Kütübi sitte dışındaki eserlerden
daha kolaylıkla istifade etme ve bu eserlerde olup, kütüb-i sitte’de olmayan
hadislerin bir araya toplanması ihtiyacı Zevâid türü çalışmaların ortaya
çıkmasına yol açtı. Yazılmalarının
üzerinden yaklaşık bir asır geçmeden temel hadis kitaplarını esas alan farklı
çalışmalar başlamıştı. Aşağıda görüleceği üzere genellikle bu çalışmalar başta
Sahîhayn olmak üzere kütüb-i sitte üzerine yapılmıştır. Bu sebeple bu devre
“Kütüb-i sitte Üzerine Yapılan Çalışmalar Dönemi” olarak da isimlendirilebilir. Tarih
boyunca hadis ve sünneti koruma, anlama ve sonraki nesillere aktarma konusunda
yapılan çalışmalar hep devam etmiştir. Yakın dönem olarak isimlendirilen
yaklaşık son iki asırda da söz konusu çalışmalar sürmüştür. Genellikle hadis
alanındaki bu hizmette her dönemde belli merkezler öne çıkmıştır. Faal olan bir
bölgede duraklayan çalışmalar, başka bir bölgede yeniden hızlanmış ve deyim
yerindeyse hadis ve sünnete hizmet görevi aksamadan nöbetleşe devam etmiştir.
İslâm dünyasında 18. yüzyılın bir kısmı ile 19. yüzyılda hadis alanındaki
çalışmalarıyla öne çıkan bölge, Hint Alt Kıtası diye isimlendirilen bölgedir.
Yani günümüzde Müslümanların yaşadığı Hindistan’ın bazı bölgeleri ile
Pakistan’ın oluşturduğu coğrafyadır. Aynı zamanda bu dönem oryantalist denilen
Batılı İslâm araştırmacılarının İslâm dini üzerine yoğun çalışmalar yaptıkları
ve pek çok eser yazdıkları dönemdir. Büyük oranda söz konusu çalışmaların
etkisiyle İslâm dünyasında hadis ve sünnet karşıtı görüşler tarihte ikinci defa
dillendirilmeye başlamıştır. Hadis ve sünneti kabul etmek istemeyen düşünce ve
şahıslara ilk defa hicrî ilk iki asırda rastlanmıştı. On dokuzuncu yüzyılın
başlarına kadar İslâm dünyasında hadis muhalifi görüşlere pek fazla rastlanmaz.
Bu dönemde yeniden ortaya çıkan sünnete muhalefet ve karşı çıkış, hadisle
ilgilenen Müslümanlarda ve özellikle âlimlerde belli bir hareketliliğin meydana
gelmesine yol açmıştır. Yöneltilen eleştiriler açısından hadis ilmi yeniden ele
alınmış, modern sosyal bilimlerin verilerinden ve yöntemlerinden istifade
edilerek yeni ve farklı çalışmalar ortaya çıkmıştır. Bilhassa yazma eserlerin
tenkitli neşirleri yapılmış, böylece dîne dayalı kültür mirasımız çağın
insanının dikkatine yeni bir çehre ile tekrar sunulmuştur. Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh
inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı âmilleri vardır. Emevîlerin
seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine
dayandırma arzuları. Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe
devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve
davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor
böylece malzeme çoğalıyordu. Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle
iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri. Böylece boşama,
yeminler, adaklar, azad gibi konularda vukuu çok nâdir hadiseler üzerinde dahi
durulmuş, ictihad edilmiştir. Bu yolu ilk açan Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve
mâlikîler de onlara uymuşlardır. İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli
milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları
genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa
gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları
olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red,
bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir. Bu cümleden olarak
Nebtîler ve İranlıların örfü-âdetlerinin hâkim bulunduğu Irak'taki mesâil imam
Ebû-Hanîfe'ye, daha çok Bizans örf ve hukukunun hâkim olduğu Suriye mesâili
imam Evzâî ve benzerlerine; Mısır ve Bizans tesiri altındaki Mısır mesâili imam
el-Leys b. Sa'd ve İmam Şâfiî'ye, Hicaz örfü âdetinin rengini taşıyan
problemler İmam Mâlik'e arzedilmiştir. İlmi ilerletmek, eksikleri tamamlamak
için o devirde âdet olan seyahatler bu mahallî farkların yekdiğerine intikal ve
tesirini temin etmiştir. İctihad hürriyetinin hâkim olduğu bu devrede, ilmî
kudreti olan her müslümanın önünde ictihadın kapıları ardına kadar açıktır.
İlmî kudreti ictihad için kâfi gelmeyenler için de istediği müctehidden
faydalanma, sorma ve ona tâbi olma hürriyeti vardır. Bunun sonucu olarak mezhepler ortaya çıkmaya
başlamıştır. Hadis ve Rey mektepleri kurulmuştur. Tedvin devam etmiştir. Fukahâ arasındaki görüş
ayrılıkları ve bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübâhaseler tedvinden çok önce
meydana gelmiştir. Bu ihtilâfın tedvine akseden neticelerinden birisi, daha
başlangıçta reddiye ve münakaşa tarzında kitapların yazılması ikincisi de fıkıh
usûlü ilminin doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid İmamlar, münakaşa ve
mübâhaselerini dağınıklıktan kurtarmak, bir temele oturtmak, ictihad
metodlarını tesbit etmek için bazı kaideler ve prensipler vazetmişler, bunların
mecmûu fıkıh usûlünü meydana getirmiştir. Bu devrin özelliklerinden birisi de çok sayıda
büyük fıkıh bilgini ve mezheb imamlarının yetişmiş olmasıdır. Bundan
sonraki dönem ise Selçuklar dönemi yani Fıkhın duraklama dönemi olarak
isimlendirebilir. Bu dönemin özellikleri arasında; Taklid Ruhu, Münazara ve
Münakaşalar, Mezhep Taassubu, İctihad Kapısının Kapanması Fıkhın
Gerileme Çağı (Moğol istilasından Mecelle’ye kadar olan dönem); Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh
bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar
okunmamış ve yazılmamıştır. Son cümleyi biraz daha genişletmek, devrin
hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır: a) Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık; Önceki
devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar
yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor,
hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki
içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac
ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç
hissedilmemiştir. b) Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik: Gerçek
mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan
kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin
(Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla
ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan
hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir. c) Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması: Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin
kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir
mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile
anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin
doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye
ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle
yönelmesine sebep olmuştur. d) Hîle ve Te'vîl: Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını
sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin
zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla
mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın
rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâq konusundaki hileleri burada örnek
olarak hatırlatabiliriz. Fıkhın Uyanış Çağı (Mecelle’den günümüze kadar);
Ondokuzuncu asırda İslâm milletlerini uyarmak, onlara kaybettikleri değerleri
hatırlatmak, hürriyet ve istiklâl mücadelelerini teşvik etmek için harekete
geçen liderlerin başında Cemâleddîn Efgânî zikredilir. Afganistan, İran,
Hindistan, Türkiye, Mısır gibi en önemli İslâm ülkelerini dolaşan Efgânî
buralardaki İslâm münevverlerine ve siyaset adamlarına tesir etmiş, kurtuluş ve
kalkınma hareketlerinin başlaması veya hızlanmasında âmil olmuştur. Abduh, Sa'd
Zağlûl, İkbâl, M. Reşîd Rizâ, Şiblî Nu'mân, Âkif, İzmirli, Aksekili gibi zevât
onun ya doğrudan veya dolaylı talebesi arasında yer alır. Daha sonra, aynı
çığırda A. Hallâf, Merâğî, Alî el-Hafîf, M. Ebû-Zehra, Şeltût, Sâyis, Sibâî...
nesli gelir. Bunların programları içinde ictihadın da önemli bir yeri vardır.
Yeni bir İslâm dünyası kurulurken ihtiyaç duyulan mevzûat, bir yandan çeşitli
fıkıh mezhebleri arasında tercihler yapılarak, diğer yandan da -gerektiğinde-
ictihad edilerek ortaya konacaktır. devrin
fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür: 1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre
ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün
İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine
binâen bu konu ayrı bir başlık altında ele alınacaktır. 2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu
melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah
Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile
mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı
örnekleridir. 3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile
veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için
gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört
mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi
çalışma mahsulleridir. 4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde
ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır. 5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara
karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler
verilmiştir. 6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile
başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli
eserler neşredilmiştir. 7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da
içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir. 8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku
kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde
bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir. KAYNAKLAR: Hadis Tarihi ve Usulü, Prof. Dr. Abdullah Aydınlı, Prof. Dr. Ahmet Yücel, Prof. Dr.
Emin Aşıkkutlu, Prof. Dr. Salahattin Polat, Eskişehir 2013 Hadis Tarihi ve Usulü, Prof.dr. Bahattin Dartma, Prof.Dr. Muhsin demirci, Prof.Dr.
Mustafa Ünver, Prof.dr. Fethi Ahmet Polat, Doç.Dr. Ömer Kara, Eskişehir 2013 İslâm Hukuk Tarihi,
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İstanbul 1999 Nazım Çetin, Yüksek Lisans. 07.01.2014 Öğrenci No: 12912769 Mukayeseli Usûller Hülasası HADİS TARİHİ VE USULÜ Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla Mekke döneminde Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde ise başta Mescid-i Nebevî olmak üzere Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır. Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliğinden hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi şeklinde dönemlere ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye adlandırılan döneme mütekaddimûn dönemi de denir. Hadis ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz. Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını belirlemeyi amaçlar. Hadis İlminin önemli alt dalları: HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs, İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir. Hadisler önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir. Tedvîn Dönemi, daha önce değişik yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır. Bu dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana getirilmesi anlamına gelir. Tasnifin çok sayıda amacı içinde öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3- Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması. Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri: 1- Tek bir konudaki hadisleri toplayan kitaplar 2-Dinin ana konularından birinde yazılmış kitaplar 3-Tartışma ve reddiye kitapları 4-Muvatta'lar 5- Sünenler 6- Câmî'ler 7-Musannefler'dir. Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap türleri ise: 1-Müsnedler 2-Mu'cemler 3- Etrâf Kitapları'dır. Hicrî ilk üç asırda telif edilen hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir. Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer. Mütevâtir hadis, başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir. Zayıf hadis, sahih hadisin tarifinde zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını taşımayan hadistir ve taşımadığı niteliğe göre değişik isimler alır. Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet eksikliğinden veya hafızasının zayıflığından kaynaklanabilir. Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır. Mütevâtir haberin hem inanç (akâid) hem de amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i sünnet mezhepleri görüş birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil olması hakkında ittifak olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil olması tartışmalıdır. Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1] Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2] Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü: 1) “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya, 2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.” İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir. [3] Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. [4] Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir. “Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib, mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet, vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır. Fakih, fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile) uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar. Tefsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5] Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6] Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat kaynağıdır. [7] Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır. Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz: 1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir. 2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir. 3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder. 4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir. 5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi: İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.[8] "Sana Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın"[9] âyetlerinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç hissedilen nassları açıklamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğrafyalarda yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki: 1. Kur'ân'm bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin tefsir edilmesini istemektedir. 2. Kur'ân, ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât", "zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve mefhumlar kazandırmıştır. Hicrî II. asırda "el-vücûh ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11] 3. Kur'ân'da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12]Dolayısıyla bu tarz nasslarm anlaşılması için de ihtisas ehlinin tefsirine ihtiyaç vardır. 4. Kur'ân, müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün değildir.[13] O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir. 5. Kur'ân'da mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu sanatların delâletlerini anlamak zorlaşacaktır. 6. Kur'ân'da ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır. Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15] Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu.[16] Bütün hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusunda herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelimelerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindiğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz yönüyle alakalı nakillere de yer verilmiştir. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[17] Sonuç olarak ; Yukarıda açıklamaya çalıştığımız ilimlerin tamamının çıkış noktası Kur’ân-ı anlamak ve açıklamak amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsire yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde devam edecektir. [2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64. [8] Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd. İBRAHİM KARA 13912722 TEFSİR TARİHİ İslamın ilk asırlarında kuran tefsiri denilince, Allah’ın,
Peygamber’in ve sahabenin Kur’an’ı açıklaması ve beyanı akla gelmektedir.
Bundan dolayı ilk devirlerdeki müfessirler eserlerinde tefsir lafzından ziyade
te’vil kelimesini kullanmışlardır. Bunun sebebi, sözlerinin kat’iyet ifade
etmemesiydi. Mesela, İbn Kuteybe eserine “Te’vilu Muşkili’l-Kur’an”, Taberi
“Câmiu’l-Beyan an Te’vili’l-Kur’an”, Maturidî ise “Te’vilâtu’l-Kur’an” ismini
vermiştir. Tefsir kelimesinde daima doğruya
isabet bahis konusu olduğundan, o makbüldür. Te’vil ise makbul olma veya olmama
bakımından iki kısma ayrılır. Makbul olmayan te’vil, kendisine bakıldığı vakit
hoş olmayan, ayetin siyak ve sibakıyla ile mutabakat etmeyen ve delilleri
çirkin olandır. Bu vasıfların bulunmadığı te’vil ise makbul addolunur. Allah kelamının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah’ın
kelamı ile olanıdır. Kur’an’ın Kur’an ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde
salahiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun
sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı kuranda ve sünnette bulunmazsa, o zaman
sahabilerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe
tabiiler ve tebeu tabilerin tefsirleridir. İlk devirlerde daima Hz. Peygamber’in Kur’an’ı tatbik şekli
göz önünde tutuluyordu. Hz. Aişe’nin “Onun ahlakı kurandı.” Sözü, onun
tefsirine olan ihtiyacı gösterir. Sahabe de kuranın manalarını yaşıyor ve
ayetlerin yerlerini ezberlemeden önce, bu ayetlerle amel etme hususunda
müsabakalar yapıyorlardı. Kuranın mücmel olan hususlarını ve müşkillerini
tavzih, geneli için tahsisi, mutlak için takyidi öğrenmek hususunda, Allah
elçisinin beyanını öğrenmek için ona koşuyorlardı. Hz. Peygamberin namaz
vakitlerini, rekatların adedini, zekatın miktarını, vaktini ve nevilerini ve
hac menasikini açıklaması gibi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, kuranın tefsirinin
yapılıp yapılamayacağı meselesi ortaya çıkmıştı. Tefsir lafzının ifade ettiği
manada “Allah adına söz söylemek” gibi bir mana mündemiç olunca bu konudaki
hadisleri de göz önüne alarak bir kısım
sahabe bu işten içtinab etmişlerdi. Sahabeden bazılarının bu şekildeki
davranışları, Kur’an’ı tefsir etme işinden uzak durmalarından değil bilakis
âyeti, Allah’ın muradına uygun bir tarzda tefsir yapamadıkları, doğruyu bulamadıkları
zaman, yüklenecekleri mesuliyetlerden çekinmelerindendir. Tabiiler de tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema
olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat etmişlerdi. Artık tefsir tabakadan
tabakaya intikal etmiş, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik
olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fertler ona yeni bir şeyler katmışladır.
Re’y ile tefsir faaliyeti, sahabe devrinde de mevcuttu. Onların bir ayeti, iniş
sebebine dayanarak tefsir etmeleri, bir esasa dayanarak tefsir gibi görünüyorsa
da onların hükümlerle vakıalar arasında bir münasebet kurmak gibi bir durum
karşısında kalmaları, yine onların görüşlerine bırakılmıştır. Bu bakımdan
sahabe arasında sebebi nüzullerde bile bir ittifak husule gelmemiştir. Tabiiler
devrinde ise, ayetleri kendi re’yleri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak
görülmektedir. Onlar re’y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi
fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin
fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurafeleriyle birlikte
aksettirmişlerdir. İBRAHİM KARA 13912722 HADİS TARİHİ “Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse
ondan geri durun.” “sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye zikri
indirdik, belki düşünürler.” Hz. Peygamber Müslümanların farz namaz vakitleri dışında da
boş vakitlerinde imkan nispetinde mescide uğramalarını, orada kaynaşmalarını
istemektedir. Halkla peygamber arasında bir engel yoktu. Hz. Peygamber yabancı,
kadın, erkek demeden insanları eğitiyordu. Hz. Peygamber kendisinden nakil bulunulmasına izin
vermiştir. “cenab-ı hakk benim sözümü dinleyip başkasına tebliğ edenin yüzünü
ak etsin. Belki kendisine nakledilen nakledenden daha alimdir ve (bu sebeple)
daha iyi anlar.” “sizler, (benden) dinliyorsunuz sonra da sizden
dinleyecekler daha sonra da sizden dinlemiş olanlardn dinleyecekler.” Ashap Hz. Peygambere her türlü sorabiliyordu. Hz. Enes’in
rivayetine göre Ümmü Süleym Hz.
Peygambere gelerek : “Ey Allah’ın Rasul’ü, kadın rüyasında erkeğin rüyada
gördüğünü görünce gusul icap eder mi? Diye sorar. Ayşe : “Ey Ümmü Süleym, kadınları rezil ettin. Allah canını
almasın. Peygamber : Hayır, kadınları rezil eden sensin, Allah senin canını
almasın. Evet ey Ümmü Süleym, gusletmesi gerekir, eğer onu görürse” der. Hz. Aişe: “Ensar kadınları ne iyi
kadınlardır, onların dinlerini öğrenmelerine haya mani olmamıştır.” Sünnetin tespitinde nebevi
tedbirlerden biri, mescidin içinde bir nevi yatılı mektep olan Suffe’nin
tesisidir. Müslümanlar Hz. Peygamber’i dinlerlerdi. Hz. Ömer der ki: “Ben ve
Medine’nin yakın köylerinden olan Benu Umeyye ibnu Zeyd’den ensari bir komşum aramızda anlaştık.
Rasulullah’ın yanına gitmekte nöbetleşiyorduk. Bir gün o, bir gün ben
gidiyorduk. Ben gidince o günün haberi ile dönüyor vahiy vesaire ne olmuşsa
anlatıyordum. O gitmişse aynı şeyi yapıyor, ( akşam olunca duyduklarını ve
gördüklerini bana anlatıyordu.)”. Ebu Hureyre, Enes bin Malik başta
olmak üzere bütün Ashab-ı Suffe Rasulullah’tan hiç ayrılmamaya çalışıyor, her
söylediğini öğrenmeye gayret ediyordu. Hz. Peygamber’in eşleri aile
hayatıyla ilgili kadınlara yardımcı oluyor, onları bilgilendiriyordu. Nitekim
bir kadın Hz. Peygamber’e gelip soru sormuş ve anlamayınca Hz. Aişe ona
anlatmıştır. Ensardan bir kadın Rasulullah’a
gelerek: “Hayız kanından nasıl
temizleneyim” diye sordu. Rasulullah “miskle kokulanmış bir bez parçası al,
onunla üç sefer temizle” dedi. Ve Rasululah utanarak yüzünü çevirdi. Kadın
anlamadı ve: “onunla temizle” dedi. Kadın
tekrar: “nasıl” deyince Rasulullah : “
sübhanallah! Temizlen!” dedi. Ben kadını kendime çekerek : “Bezi kan bulaşan yerlere tatbik
ederek sil” dedim. Hz. Peygamber’in sünnetinin
tespitinde yazılı vesikalar da önemli yer tutmaktadır. Sulh, anlaşmalar,
ittifak anlaşmaları emanlar, krallara
mektuplar, vasiyetname, emirname gibi işlerinde yazıyı kullanmıştır. Gazveler de sünnetin tespitinde
önemli rol oynamaktaydı. Gazveye katılanlar Hz.peygamber’den bir şeyler
öğreniyor ve ensar ve muhacirlerle kaynaşıyordu. Onlardan sünneti
öğreniyorlardı. Zira tebük seferine 30 bin kişi katılmış burada Hz. Peygamberin
öğretileriyle tanışmıştı. Birçok mühim ahkam da bu seferler esnasında
alınmıştır. Esirlere yapılacak muamele, ganimetin taksimiyle ilgili ayetler
Bedir seferinde muta nikahının kaldırılması bazı hayvan etlerinin haram
edilmesi gibi meseleler gazvelerde vuzuha kavuşmuştur. Veda haccı da yine Müslümanların
bir arada olduğu ve Hz. Peygamberin öğretilerine tanık olduğu yerdir. Hz. Peygamber pek çok hukuki ve
içtimai inkılapları teybin etmiştir. Varis için vasiyette bulunmanın haramlığı,
karı-koca hakları, faizin, kan davasının yasaklanması gibi hükümlerde
söylenebilir. Mekke’nin fethinden sonra da
çeşitli kabileler Hz.peygambere gelip ihtida ettiklerini söylüyorlardı. Hz.
Peygamber de onları Medine’de özel mekanlarda ağırlıyor ve onlara sünnet
öğretiliyordu. Sünnetin neşr ve tespitinde Hz.
Peygamberin gönderdiği elçi ve memurları da önemli yer tutar. Bunlar belli
vasıfları haizdi. Yemen’e gönderilen Muaz bin Cebel fıkhıyla, Ebu Musa el-Eşari
kıraatiyle, Hz. Ali ilmiyle meşhurdu. Ashap Hz. Peygamber’den hadis
naklederken doğruluk ve zabt ilkesine dikkat etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber “Kim
bana bile bile yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın. Hz. Peygamber: “ Benden (kuran
dışında) bir şey yazmayın. Kim senden, kurandan başka bir şey yazdı ise onu
imha etsin. Benden rivayette bulunun, bunda bir mahzur yoktur. Ancak, kim
bilerek bana yalan nispet ederse ateşteki yerine hazırlansın. Abdullah bin Amr’ın sahife-i
sadıkası vardır. Bu sahifenin bazı rivayetlerde bin kadar hadis ihtiva ettiği
belirtilmiştir. Bu rivayetler Ahmed ibnu’l Hanbel’in müsnedinde yer alır. Ebu Hureyre’nin de
sahife-i sahihası vardır. Bu sahifenin sadece bir kısmı talebesi Hemmam bin
Münebbih kanalıyla bize intikal etmiştir. Cabir bin Abdillah’ın
da sahifesi vardır. Zehebi bu sahifenin menasık-i hacc üzerine olduğunu
nakleder. Bağdadi’nin takyidu’l
ilminde geçen rivayete göre Enes Rasulullah’tan bütün işittiklerini yazmış ve sonra
da ona arz etmiştir. Hadis yazma yasağının
mahiyetine baktığımızda yasağın ilk yıllarına ait olduğunu görürüz. Dini kültür
ve geleneğin yerleşmemiş olması ve kurana gösterilen ilgiyi azaltmama amacı
güdülmüştür. İBRAHİMKARA 13912722 FIKIH TARİHİ Peygamber Efendimize
(s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat
Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an
ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de
“senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde
Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar
bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı
sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey
Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz
olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir. Hadisler incelendiğinde
Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz
suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu
temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86) Hz. Peygamber(s.a.v)
sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman
bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz.
Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva
veren sahabilerdendir. Bu devir teşrîinin en
önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık
diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi
ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de
zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir. Sahabe Dönemi Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir.
Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu
dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden
insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara
cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur. Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva
verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra
da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey
ictihadına başvuruluyordu. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek
için şura ictihadına başvurmuşlardır. Ashap arasında fetva verme hususunda
ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an
hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru
sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler
Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü
Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı
bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü,
Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış,
sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır. Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya
çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi,
kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü
delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön
planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği
taşımaktadır. Tabiun Dönemi Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi
Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Tabiun döneminin önemli özellikleri
şunlardır. a- İslam alimleri çeşitli şehirlere
dağılmıştır. b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu
durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya
sevketmiştir. c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış,
Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir
Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi
başlamıştır. e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam
etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı
ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı
olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır. h- Arap olmayan bir çok İslam alimi
yetişmiştir. Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar
Devri) Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri
dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”,
“Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b.
Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep
imamları bu dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını
sağlayan başlıca etkenler şunlardır: a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din
İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam
ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı
kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik
örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü
zenginleşmiştir c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul
Olması d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu
devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı
değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi
bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı. e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü
Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi f- İlmi Seyahatlerin Yapılması g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip,
mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından
kullanılmaya başlamıştır. h- İlmi Münazaraların Yapılması Taklid ve Duraklama Dönemi Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında
başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam
eder. Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti
olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup
öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu.
Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine
bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi
kendisi için caiz görmüyordu. Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim
olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş
oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır.
Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.”
Kanunlaştırma Dönemi Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze
kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir. a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma
hareketleri başlamıştır. b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad
melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır. c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh
ansiklopedileri hazırlanmıştır. d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli
çalışmalar yapılmıştır. e- Hem usul, hem furu konularında ictihada
dayalı tezler ortaya konulmuştur. TEFSİR TARİHİ Hz P'in Teftin ya Kavli (Sözlü) yada Fiilidir (Davranış) Sahabeler anlamıyor ve Hz. P'de (sav) açıklıyor Bazı ayetleri Hz. Peygamber kendiliğinden açıklıyor Böylece ilk tefisin Hz. P yapıyor ve Tefsir ilmi disiplin olarak doğuyor. Hz. Peygamber Kuran'ın tamamını tefsir etti diyenler var (ibn Teymiyye) etmedi diyenler var (Suyuti, Gazali) Hz. Aişe'nin(r.anha) rivayet ettiği bir Hadiste, Hz. P'in Kuranın çok az bir bölümünü tefsir ettiği açıkça söyleniyor (Taberi), fakat Taberi bu görüşe katılmıyor. Örnek Tefsir: Hz. P Bakara/238 daki "salatu vusta" kelimesini ikindi namazı olarak tefsir etti. Sahabe dönemi Tefsirler: Sahabeler ilk başta Hz. Peygamber (sav) 'in tefsiri ile yetiniyorlardı, çünki onlar Kuran'ın nüzul ortamından ve sebeplerinden haberdaridiler. Kuran'ın ilk Muhatapları onlardı Hz. Peygamber'den bizzat eğitim gördüler Sebep-Sonuç ilişkisini kurabiliyorlardı -> Bundan dolayı Sahabe tefsirinin ana karekteristliği Hz. P'in tefsirinin nakliydi ve Rivayetlerin sayısı azdı. ...Ancak: Fetihler başladı, İslam coğrafyası genişledi ve İslama akın başladı. Bilhassa Gayrı-Arapların sayısı arttı. -> Kuran'ı tefsir etmek zaruri oldu Zamanla rivayetlerin sayısı arttı ve sağlam olmayan rivayetler çoğaldı Rivayetlerin yanına Sahabelerin şahsi anlayışlarıda girdi Garip Kelimeler şiirler yoluyla istişhad edildi (açıklandı) Ehli Kitaptan da yararlandılar (İsraili Haber) Özellikle Peygamber kıssaları hakkında. Özellikle ibn. Abbas (r.a) Hristiyan ve Yahudi Alimleri i!e yakın temas kurmuş. Sahabeler arasında meşhur Müfessirler: Ali b. Ebi Talib İbn. Mesud Ibn. Abbas Ubey b. Kab Ebu Musa el-Eşari Zeyt b. Sabit Abdullah b. Zubeyr Tabiun dönemi Tefsir: • Fetihler çoğalıyor, sınırlar genişliyor ve Sahabeler farklı beldelere dağlıyorlar Rivayet Tefsirlerin en büyük bölümünü Tabiunun görüş ve açıklamaları oluşturuyor, Misal: İbn ebi Hatim'in Tefsiri (toplam 16283 rivayet) İsrailiyat haberleri yoğun olarak bu dönemde tefsirlere girmektedir -> Mesela: Said b. Cubeyr Furkan/5 deki "ifk' kelimesini "Kuran'ın tamamında ifk yalan demektir" diye açıklamaktadır refsirin Tedvini: (-foplûjirttûiı) • Bunu başiatan ibn. Abbastır • Daha sonra Tabıun tefsirler yazmıştır: o Said b. Cubeyr o Mucahid b. Cebr o Hasen el-Basri o Mukatil b. Süleyman -> Tefsiri Kuran'ın tamamı mahiyetindedir Camilerde ve Sünenlerde "Kitapu't Tefsir" başlıkları oluştu. Ancak Hadis kaynaklarında, Tefsirlerdeki rivayetlere nazaran, az sayıda Tefsir rivayetleri var. Nedeni: Muhdaddislerin daha farklı kriterleri vardı. Kaynak ve Yöntem tercihleri çerçevesinde Kur'an Tefsirleri: • Müfessirler hangi konuda uzman ise. Tefsirinde konuyla ilgili ayetleri daha teferruatlı bir şekilde açıklarlar. • Hemen bütün Müfessirler bağlı olduğu mezhebin usulüne göre tefsir yapmışlardır Rivayet Tefsiri: • Haberler şifahi (sözlü) ve yazılı olarak sonraki dönemlere isnadlarıyla birlikte nakledilmiştir • En büyük rivayet külliyatı Muhammed ibn. Cerir et-Taberi'uin (Ö.310) 30 ciltlik Kitabın özelliği rivayetin yanında şahsi görüşlerimde içine almasıdır. Dolayısıyla aynı zamanda dirayet tefsiri niteliğine sahiptir • İbn Tbi Hatim'in Tefsir'ulKuran'ilAzim: Kendi görüşleri yer alrraz Bir muhaddis titizliği ile rivayetleri derlemiştir. Tefsiri bir Hadis Kitabı görüntüsündedir. Dirayet Tefsin: • Mûfessrierin kendi bilgi birikimine, tecrübe ve anlayışına dayalı olarak üretilmiş tespitler • Aslında Tefsir faaliyeti bütünüyle bir dirayet işidir. Bazı tefsir yazıları, önceki nesillerin ürettikleri "dirayet tefsirini" kitaplarını derlemişler (Rivayet Tefsiri). Bazılarıda kendi açıklamalarını ve yorumlarını eserlerinde yansıtmışlardır. • Başlangıçta ilk nesiller tefsir yapmakla çekingen davranmışlardır • Müfessirler Arap dili, felsefe, tıp. tarih vs. gibi pek çok disiplinlerden yararlanmıştır • İki çeşit dirayet tefsiri var: 1. Çok yönlü tefisin 2. Tek yönlü tefsir: o Kelami T: Kelamı problemlerin çokça tartışıldığı tefsirler o Fıkhi T: Kendi mezheplerin usulü ile yorumlamaya çalışmışlar (İmam Şafi/Ahkamul Kuram o Felsefi T: Lafzı değilde, batini bir anlayış içinde açıklamışlardır (ibn. Sina) o İlmi T: Bıoloji, Astronomi, tıp, kimya gibi ilimlerle alakalı izahlara yer vermişlerdir (Gazzali/Cevahir'ul Kuran)....Çok tenkit edilmiştir, çünkü Allah'ın maksadı ilmi konuları açıklamak değildir o Tasavvufl T: Allah tarafından bilgilendirildiğini düşünür ve iham ile ayetleri açıklar. Bursevi/Ruhul Beyan) TEFSİR TARİHİ Hz P'in Teftin ya Kavli (Sözlü) yada Fiilidir (Davranış) Sahabeler anlamıyor ve Hz. P'de (sav) açıklıyor Bazı ayetleri Hz. Peygamber kendiliğinden açıklıyor Böylece ilk tefisin Hz. P yapıyor ve Tefsir ilmi disiplin olarak doğuyor. Hz. Peygamber Kuran'ın tamamını tefsir etti diyenler var (ibn Teymiyye) etmedi diyenler var (Suyuti, Gazali) Hz. Aişe'nin(r.anha) rivayet ettiği bir Hadiste, Hz. P'in Kuranın çok az bir bölümünü tefsir ettiği açıkça söyleniyor (Taberi), fakat Taberi bu görüşe katılmıyor. Örnek Tefsir: Hz. P Bakara/238 daki "salatu vusta" kelimesini ikindi namazı olarak tefsir etti. Sahabe dönemi Tefsirler: Sahabeler ilk başta Hz. Peygamber (sav) 'in tefsiri ile yetiniyorlardı, çünki onlar Kuran'ın nüzul ortamından ve sebeplerinden haberdaridiler. Kuran'ın ilk Muhatapları onlardı Hz. Peygamber'den bizzat eğitim gördüler Sebep-Sonuç ilişkisini kurabiliyorlardı -> Bundan dolayı Sahabe tefsirinin ana karekteristliği Hz. P'in tefsirinin nakliydi ve Rivayetlerin sayısı azdı. ...Ancak: Fetihler başladı, İslam coğrafyası genişledi ve İslama akın başladı. Bilhassa Gayrı-Arapların sayısı arttı. -> Kuran'ı tefsir etmek zaruri oldu Zamanla rivayetlerin sayısı arttı ve sağlam olmayan rivayetler çoğaldı Rivayetlerin yanına Sahabelerin şahsi anlayışlarıda girdi Garip Kelimeler şiirler yoluyla istişhad edildi (açıklandı) Ehli Kitaptan da yararlandılar (İsraili Haber) Özellikle Peygamber kıssaları hakkında. Özellikle ibn. Abbas (r.a) Hristiyan ve Yahudi Alimleri i!e yakın temas kurmuş. Sahabeler arasında meşhur Müfessirler: Ali b. Ebi Talib İbn. Mesud Ibn. Abbas Ubey b. Kab Ebu Musa el-Eşari Zeyt b. Sabit Abdullah b. Zubeyr Tabiun dönemi Tefsir: • Fetihler çoğalıyor, sınırlar genişliyor ve Sahabeler farklı beldelere dağlıyorlar Rivayet Tefsirlerin en büyük bölümünü Tabiunun görüş ve açıklamaları oluşturuyor, Misal: İbn ebi Hatim'in Tefsiri (toplam 16283 rivayet) İsrailiyat haberleri yoğun olarak bu dönemde tefsirlere girmektedir -> Mesela: Said b. Cubeyr Furkan/5 deki "ifk' kelimesini "Kuran'ın tamamında ifk yalan demektir" diye açıklamaktadır refsirin Tedvini: (-foplûjirttûiı) • Bunu başiatan ibn. Abbastır • Daha sonra Tabıun tefsirler yazmıştır: o Said b. Cubeyr o Mucahid b. Cebr o Hasen el-Basri o Mukatil b. Süleyman -> Tefsiri Kuran'ın tamamı mahiyetindedir Camilerde ve Sünenlerde "Kitapu't Tefsir" başlıkları oluştu. Ancak Hadis kaynaklarında, Tefsirlerdeki rivayetlere nazaran, az sayıda Tefsir rivayetleri var. Nedeni: Muhdaddislerin daha farklı kriterleri vardı. Kaynak ve Yöntem tercihleri çerçevesinde Kur'an Tefsirleri: • Müfessirler hangi konuda uzman ise. Tefsirinde konuyla ilgili ayetleri daha teferruatlı bir şekilde açıklarlar. • Hemen bütün Müfessirler bağlı olduğu mezhebin usulüne göre tefsir yapmışlardır Rivayet Tefsiri: • Haberler şifahi (sözlü) ve yazılı olarak sonraki dönemlere isnadlarıyla birlikte nakledilmiştir • En büyük rivayet külliyatı Muhammed ibn. Cerir et-Taberi'uin (Ö.310) 30 ciltlik Kitabın özelliği rivayetin yanında şahsi görüşlerimde içine almasıdır. Dolayısıyla aynı zamanda dirayet tefsiri niteliğine sahiptir • İbn Tbi Hatim'in Tefsir'ulKuran'ilAzim: Kendi görüşleri yer alrraz Bir muhaddis titizliği ile rivayetleri derlemiştir. Tefsiri bir Hadis Kitabı görüntüsündedir. Dirayet Tefsin: • Mûfessrierin kendi bilgi birikimine, tecrübe ve anlayışına dayalı olarak üretilmiş tespitler • Aslında Tefsir faaliyeti bütünüyle bir dirayet işidir. Bazı tefsir yazıları, önceki nesillerin ürettikleri "dirayet tefsirini" kitaplarını derlemişler (Rivayet Tefsiri). Bazılarıda kendi açıklamalarını ve yorumlarını eserlerinde yansıtmışlardır. • Başlangıçta ilk nesiller tefsir yapmakla çekingen davranmışlardır • Müfessirler Arap dili, felsefe, tıp. tarih vs. gibi pek çok disiplinlerden yararlanmıştır • İki çeşit dirayet tefsiri var: 1. Çok yönlü tefisin 2. Tek yönlü tefsir: o Kelami T: Kelamı problemlerin çokça tartışıldığı tefsirler o Fıkhi T: Kendi mezheplerin usulü ile yorumlamaya çalışmışlar (İmam Şafi/Ahkamul Kuram o Felsefi T: Lafzı değilde, batini bir anlayış içinde açıklamışlardır (ibn. Sina) o İlmi T: Bıoloji, Astronomi, tıp, kimya gibi ilimlerle alakalı izahlara yer vermişlerdir (Gazzali/Cevahir'ul Kuran)....Çok tenkit edilmiştir, çünkü Allah'ın maksadı ilmi konuları açıklamak değildir o Tasavvufl T: Allah tarafından bilgilendirildiğini düşünür ve iham ile ayetleri açıklar. Bursevi/Ruhul Beyan) Sünnet: yol, güzergah, adet, gidisat Hz.Peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleridir. O bizlere Allah tarafindan bir örnek olarak gösterilmistir o yüzden Sahabiler onun hakkinda herseyi kayit etmislerdir. Islam bilimlerinde „Sünnet“ farkli anlasilmis ve yorumlanmistir (Hadisciler, Kelamcilar, Fikihcihlar) Sünnetin amaci Peygamberi insanlara örnek olarak göstermektir. Sünnet sayesinde insanlar kuranin buyruklarini ve tavsiyelerini hayatlarina aktarirlar. Sünnet-ul Allah: Allahin ilahi kanunlari Hadis: yeni, haber Hadis, Hz. Peygamber'i dinleyen sahabîden başlayarak onu rivayet edenlerin adlarının yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber'in söz, fiil veya takrîrinin yazıldığı metin'den meydana gelir. Yani hadis deyince, sened ve metinden oluşan bir yazılı yapı anlaşılır. Hadisler yani haberler degeri bakimindan ikiye ayrilir - mütevatir ve ahad’dan kismindan olusur. Mütevatir: yalan söylenemeyecek kadar kalabalik bir toplumun verdigi haber Ahad: Tevatür derecesine ulasmayan haberdir. Bir haberin degeri isnadi yani senedi ile ölcülür. S-N-D : dayandirmak Altin cag: 3 hicri asir. Erken devir eserleri bu asirda yazilmis. Hemman, Ebi Seybe ve Ahmed b. Hanbel eserleridir. ß ayni zamanda Kütübü-Sittenin kaynaklaridir Bu cagin önemli eserlerinden biri camius-sahih Muslim ve Buhariden+Ebu Davud, Tirmizi, Mace, Nesai kütübü-sitteyi olusturmuslardir(6 hadis imamlari) Peygamber ve Sahabe döneminde hadis: Medinedeki egitim ve ögretim faaliyetleri daha özel ve düzenli hale gelmesi Suffe ashabi ile olmustur. Suffe ehli hadislerin sünnetin ve dini uygulamalarin tespit edilip uygulanmasinda ve yayilmasinda büyük pay sahibidir. Bu sonraki dönemlere örnek teskil etmistir. Peygamber döneminde Kuran disinda hicbirsey kayit edilmemistir. (kuran ile karismasin diye) ancak özel sahabilere Peygamber izin vermistir.En cok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hureyre ve Enes b. Malikdir. Peygamber döneminde özel sahabiler tarafindan sahifeler yazildigi söylenir. Bu sahifelerden biri ebu hureyreye ait günümeze ulasmistir. Yani ilk islam asrinda azda olsa kayit faliyeti gerceklesmistir. Peygamberin vefaatindan sonra islami cografyanin yayilmasi görevini üstlenen sahabiler olmstur. Gün gectikce islam düsmanligi artmistir ve bu yüzden uydurma hadisler ortaya cikmistir. Bunun farkina varan alimler buna karsit „isnad tatbiki ve tenkidi“ yöntemini bulmuslardir. Birinci asrin sonlari ve ikinci asrin baslarinda Tabiin bilgi mirasini bulunduklari bölgerde nakil etmislerdir. Tebe-i Tabin ise Tedvin ve Tasnif görevini baslatmistir. Ilk eser Imam Malik-el-Muvatta. FIKIH TARİHİ 1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu) Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir. Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86) Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir. Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir. Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı. Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır. Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir problem olarak ortaya çıkmamıştır. 2- Sahabe Dönemi Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur. Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır. Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır. Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir. Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır. Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır. 3- Tabiun Dönemi Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder. Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti. Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir. Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır. a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır. b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir. c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır. e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır. g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır. h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir. Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur. Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır. Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır.1Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur. Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir. 4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri) Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir. Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır: a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı. e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi f- İlmi Seyahatlerin Yapılması g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır. h- İlmi Münazaraların Yapılması Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir. İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır. 5- Taklid ve Duraklama Dönemi Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder. Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu. Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.” Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir. Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır. Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir. Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur. İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır. Rukiye Öztürk /
Yüksek Lisans / 12912778 Usûller Tefsir Usûlü Yeryüzünde
insani hayat tevhit inancı ve hak dinle başlamıştır.( Bakara 213, Yunus 19 )Allah Teâlâ kendisine kulluk
etsinler, tanrı olarak kabul gören öteki şeylerin tümünden uzak dursunlar diye
her bir topluluğa bir peygamber göndermiştir. Bu husus hiçbir bahaneye ve
kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla ifade buyrulmuştur. ( Nahl 36 )
Peygamberlere, insanlar arasında kendisiyle hüküm verecekleri kitaplar da
verilmiştir. Hz. Peygamber de diğer tüm peygamberle gibi vahye mezar kılınmış
ve kendisine, insanlık için bir yol gösterici ve bir rahmet olmak üzere
Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. ( Enam 157 ) Diğer semavi kitaplar gibi Kur’an da
emri ve nehyi ile darbı meseleleriyle; hatırlatma ve haberleriyle,
vaazlarıyla... insana yöneltilen ilahi hitaptır, kelâmdır. Yaratıcı’nın
uyarılsınlar O’nun tek bir ilah olduğunu bilsinler ve selim akıl sahipleri
iyice düşünüp öğüt alsınlar, gereğince amel etsinler diye tüm insanlara bir
tebliğdir. ( İbrahim 52 ) Kur’an’da
insana öğretiliği bildirilen ‘ beyan ’ sadece tek taraflı anlatma değil aynı
zamanda başkasının anlattıklarını da anlamaktır. İnsan önce anlamak ve öğrenmek
sonra da anlatmak ve öğretmek durumundadır. Kur’an da ilahî kelam olarak önce
anlaşılmak akabinde de anlatılmak – özel tabiriyle - tefsir edilmek durumundadır. Hz.
Peygamber ( sav ) kendisine verilen beyan görevini Ashab’ına bildirmiş ve
onları uyarmıştır: el- Mikdam b. Ma’dikerib’in rivayet ettiği hadisi şerifte
Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “ Dikkatinizi çekerim, kesinlikle bana Kitab
ve onunla birlikte benzeri verilmiştir. Dikkatli olun, karnı tok, koltuğunda
oturarak: ‘ size şu Kur’an gereklisir; onda helal olarak neyi gördünüzse onu
helal olarak kabul ediniz, haram olarak gördünüzse haram biliniz.’ diyecek
birilerinin gelmesi yakındır. Haberiniz olsun, ehli eşek size helal
değildir; ( parçalayan ) azı dişi
olan hiçbir yırtıcı ve sahibinin ihtiyaç duymaması ( ve almak isteyene terk
etmesi ) dışında hiçbirinin buluntusu helal değildir. ” el- Hattâbî ( ö 388 / 998 ) Kur’an tefsirinde
gerekli olan ilimler; 1. Lügat İlmi Bir
dilin bilinmesi ilk planda onun kelimelerini müstakil olarak, müfredat olarak
bilmeyi, ayrıca onlarla ilgili çok geniş konuların bilinmesini gerekli kılar.
Kur’an’da Arapça olarak indirildiğinden onu anlamak için öncelikle Arap dilinin
kelimelerini, delaletlerini vb. incelik ve özellikleriyle bilmek şarttır. Bunun
içindir ki, Kur’an ilimleri konusunda eser veren müelliflerin - doğrudan veya
lafızlarla ilgili tasnifler içersinde – bu ilme ilk sırayı verdiklerini
görürüz. Zerkeşî,
müfessirin ilk başta ilk başta bilmesi gereken şeyin lafızla ilgili ilimler;
bunlardan ilkinin de müfret lafızların hakikatin öğrenilmesi olduğunu söyler. Suyutî
bu ilmî şu cümleler ile izah ediyor: “ Lafızların müfredatın açıklanmasını ve
vaz’ı itibariyle delalet ettiği manaların bilinmesini lügat ilmi sağlar. Bu
nakil ve izahlarda gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim’i anlamanın yolu evvela onun
nazil olduğu dilin müfredatının vaz’ını, hakiki manalarını ve delaletlerini bilmekten
geçer. Ayrıca konuyu bütünlük içerisinde bilmek gerekmektedir; bir ölçüde
bilmek tefsir için yeterli değildir. 2. İştikak İlmi Müfret, yalın
lafızların, kullanılmakta oldukları anlamı ifade ederken hangi asıla köke
dayanıldığını; nereden hareketle o kökten bu anlamı yüklendiği, başlangıçta
hangi kavramı yansıttığı; asli mi yoksa yabancı mı olduğu; ne gibi gelişmeler
gösterdiği ve benzeri hususları tespit etmek iştikak ilminin görevidir. Kelimelerin
manalarının zaman içinde değişebileceği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda
Kur’an- ı Kerim’deki lafızların Hz. Peygamber dönemindeki medlullerini,
manalarını tespitin ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Bunu temin de yine
bu ilmin metotlarıyla olacaktır. 3. Sarf İlmi Kafiyeci müfret
lafızların girdiği yapıları, çatıları, bunların siygalarının, kalıplarının
hükümlerini, ne ifade ettiklerini bilmek bu ilmin konusudur diyerek bu ilmin
sınırlarını belirlemiştir. 4. Nahiv İlmi Zerkeşî’ye göre
terkip halindeki lafızların dikkate alınarak dört vecihten birincisi;
terkiplerin, cümlelerin İ’rabın anlamı, terkiplerin mananın özünü, bizzat
söylenmek isteneni ifade edici olması demektir. 5. Me’ânî İlmi Ahmed el- Haşimî,
beyan âlimlerinin, Arapça bir sözün ortamın gereğine uygunluk hallerini bilmeyi
sağlayan ilme ittifakla “ Me’âni İlmi ” ismini vermiş olduklarını aydeder. 6. Beyan İlmi Haşimî “ Beyan ilmi, bir maksadı bu maksada aklen
delalet etmede birbirinden farklı yollarla ifade etmeyi bilmemizi sağlayan
esaslar ve kaidelerdir ” diye tarif eder. 7. Bedî İlmi Kafiyeci “ Manevi
ve lâfzî güzellik unsurlarıyla sözü güzelleştirme yolarını bilmek de tefsirde
ihtiyaç duyulan bilgilerdendir ki, bunu da Bedî İlmi sağlar ” diyerek tarifini
ve tefsir açısından lüzumunu dile getirmiştir. Hadis Usûlü Dilimizdeki
kullanımı ile hadis usulü, asli ifadesi ile Usulu’l Hadis, temel kelimesinin temel kelimesi hadistir. Hadis’in
sözlük anlamı “ yeni ” dir. “ Eski ” demek olan kadimin zıddıdır. Hadis
usulleri denilince, hadis ilminin dirayet’e dayanan prensipler bölümü ile
meşgul olan âlimler ( usuliyyun ) anlaşılır. Kur’an-ı
Kerim’i dünya ve ahiret mutluluğunu kazanma yollarını gösteren hidayet rehberi
olarak gönderen Allah, onu açıklama görev ve yetkisini de elçisi Hz. Muhammed’e
verilmiştir. Kitap
ve sünnet arasındaki bu açıklanan- açıklayan alakasının farkında olan sahabe-i
kiram, ta başlangıçtan beri Hz. Peygamberin hadislerine ve yaşayışına fevkalade
itina göstermiş, onarı ezberlemiş, yaşamış, onları aslına uygun olarak
öğrenmek, uygulamak ve başkalarına ulaştırmak için gerçekten büyük gayret
göstermişlerdir. Hadis Usulü Kaynakları Mütekaddimuna ait eserler ▼ El- Muhaddisu’l Fâsıl Râmehurmuzî ( 360 / 917 ) ▼ Ma’rifetu Ulumi’l Hadis El- Hâkim ( 405 / 1014 ) ▼ El- Kifaye El- Hatip El- Bağdadî ( 463 /
1071 ) Müteahhiruna ait eserler ▼ İl- İlma Kadı İyaz ( 554 / 1149 ) ▼ Ulûmu’l Hadis İbnu’s- Salah ( 643 / 1245 ) ▼ Kavadiu’t Tahdis Kasimî ( 1914 ) ▼ Tevcihu’n Nazar Cezairî ( 1920 ) ▼ El- Takrip En- Nevevî ( 576 / 1277 ) ▼ İhtisaru Ulumi’l Hadis İbn Kesir ( 774 / 1372 ) ▼ Nuhbetu’l Fiker İbnHacerel- Askalân (1448) ▼ Tedribur- Râvi Es- Suyûti ( 911 / 1505 ) Sünnet ve hadis hakkında; “
Sünnet, Allah’ın kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda yapılmış
yorumudur. Hadis bu yorumun yazılı belgesidir. ” Rivayet adabı hakkında; “
Kazanan kazandığını âdâba riayetle kazandı; kaybeden kaybettiğini edebi terk
etmekle kaybetti. ” ( Ali b. Ebî
Tâlib ) Râviler hakkında; “
Hadis ilminin bir yarısı hadisin manasını kavramak, diğer yarısı râvileri
tanımaktır.” ( Ali b. El Medenî ) Fıkıh Usûlü Fıkh’ın lügat
manası; bir şeyi bütün incelik ve derinliği ile anlamaktır. Hanefiler, fıkıh
kişinim leh ve aleyhindeki ameli, şer’i ( dini ) hükümleri bilmesidir diyorlar.
Şafiiler ise, fıkıh Şer’i hükümleri tafsili delillerden alarak bilmektir diye
tarif ediyorlar. Müctehidler ictihad ederken, fakihler hüküm
çıkarırken daima bu ilmin kaidelerinden faydalanırlar. Şu faydalar da bu ilmin
sayesinde meydana gelir: 1-
Kur’an ve hadisten hüküm çıkarırken fahiş hatalara
düşmemek 2-
Müctehidlerin nasıl hüküm çıkardıklarını ve hangisinin
rey ve ictihadının diğerlerinden üstün olduğunu öğrenmek 3-
Fıkıh kitaplarındaki hükümleri ve fıkıh bilginlerinin
bu hükümler üzerindeki münakaşa ve açıklamalarını hakkıyla anlamak. 4-
Allah Rasulünün vaz’ ettiği hükümlerle, fukahanın
ictihad ve kıyas yollarıyla çıkardıkları hükümleri birbirinden ayırmak. 5-
Allah’ın dini hükümleri vaz’ etmakten maksadını ve
hikmet-i teşrî’i öğrenmek. Asli olan
şer’i deliller dörttür: 1-
Kitap 2-
Sünnet 3-
İcma 4-
Kıyas Nakli deliller kabul eden dinimiz, bazı
muharref dinlerde olduğu gibi akla cephe almamış, bilakis onu da bir delil
olarak kabul etmiş, bütün hitap, irşad ve tekliflerini ona yöneltmiştir. Peygamberimiz müctehidler için
şöyle buyurmuştur: “ Kimin hakkında Allah hayır
dilerse onu dinde fakih kılar. Ben ancak taksim ediciyim, veren Allah’tır. ”
( Hadis-i Şerif- Buharî – Müslim) Kaynaklar: Kayhan, Veli: Kur’an’ı Tefsirde
Usûl ve Gerekli İlimler, Kurav Yayınları, Bursa, 2007 Çakan, İsmail Lütfi: Hadis Usûlü,
Marmara Üniversitesi, İstanbul, 1990 Kahraman, Hayreddin: Fıkıh Usûlü,
Ahmed Said Matbaası, İstanbul, 1964
0 Yorum - Yorum Yaz
Fikih Tarihi
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
1- Namaz, 2-
Beş vakit namaz, 3- Temizlik, 4- Cuma namazı,
Birinci Yıl ;
1- Hutbe, 2- Ezân, 3- Nikâh, 4- Cihad, 5. Belediye nizamı,
İkinci Yıl ; 1- Oruç, 2-
Bayram Namazları, 3- Fıtır sadakası,
4- Kurban, 5-
Zekât, 6- Kıblenin Değiştirilmesi,
7- Ganîmetler ve taksîmi
Üçüncü yıl : 1- Miras Hükümleri, 2- Boşanma,
Dördüncü yıl : 1- Yolculuk
ve Savaş Halinde Namaz, 2- Recm Cezası,
3- Arâzî ıktâ'ı,
4- Teyemmüm, 5- İffete İftira Cezası, 6-
Örtünme ve İstizân, 7- Hac ve umre
Beşinci yıl : 1- Yağmur Duâsı ve Namazı, 2- Îlâ
Altıncı Yıl : 1- Anlaşma Kaideleri, 2- Hac ve Umre Yolunda Engelleme, 3-
Alkollü İçkiler ve Şans Oyunlarının Yasaklanması, 4- Zıhâr, 5-
Vakıf, 6- Isyân ve haydutluğun cezâsı
Yedinci Yıl : 1- Bazı Yiyeceklerin Yasaklanması, 2- Zırâî Ortaklık
Sekizinci yıl : 1- Mekke'nin Kutsîliği ve Dokunulmazlığı, 2- Kısâs, 3-
Alkollü içki satışının yasaklanması, 4-
Müddetli Evlenmenin Yasaklanması, 5-
Hukuk karşısında eşitliğin ilânı,
6- Kabir Ziyaretine İzin Verilmesi
Dokuzuncu yıl : 1- Çıplak
Tavâfın Yasaklanması, 2- Mulâ'ane
Onuncu Yıl : 1- İnsan Haklarının İlânı, 2- Vasıyet, neseb, nafaka ve borçla ilgili
hükümler
3- Cezanın Şahsîliği, 4-
Vasıyetin üçte birle sınırlandırılması, 5-
Faizin Yasaklanması ve Akit Hürriyeti
0 Yorum - Yorum Yaz
Fıkıh Usulü:
Müctehid:
Fıkıh Usulünün Konusu:
Fıkıhın Konusu
Fıkıh Usulünün Gayesi:
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz
0 Yorum - Yorum Yaz