Mustafa Başkan
Bahar Yarıyılı- Doktora
Öğrenci No: 13922756
Tefsir-,Hadis- ve Fıkıh Tarihi Okumaları ve “Bilginin Bütünlüğü” Bağlamında Mütalaası
İslâmi ilimler alanında yapılan tarih okumalar
İslam ilimlerin geleneğini inceleme fırsatı oluşturmaktadır. Bu okumalar sayesinde
islamî ilimlerin seyrini takip edebilmekteyiz.
İslamî ilmlerin vahiy merkezli geliştiğini söyleyebiliriz. Zira Müslümanların
ilim olarak ilk kaydettikleri Kur’ân’dır. O’nu yazdılar ve Resûlullah’ın eğitim
metodunu uygulayarak birbirlerine öğrettiler.
İlimler basit olarak başlar, sonra gelişir ,
dallara ayrılır ve kemâle erer. Görebildğimiz kadar bu islamî ilimler için de
geçerlidir. Tefsir’in ilim hâline gelmesini incelediğimizde ilk dönemler
birbirinden bağımsız garip kelimeleri konu alan eserler telif edildiğini
görmekteyiz. Ayrıca başlangıç döneminde rivâyet türü esererin yazıldığını ve
diğer ilimlerinin Tefsir’e etkisiyle dirâyet türü tefsirler kaleme alındığını
biliyoruz. Hadis tarihi okumalarımızda benzer bir sistematik gördük. Bir
tasnife göre Hadis tarihi önce “Rivâyet Dönemi”, “Nakil Dönemi” ve “Son Dönem”
olmak üzere üç döneme ayrılmaktadır.
Sahabe ve Tabiûn döneminde Kur’ân ve Tefsir’e
hizmet eden ve Hadîs ricali olan kimseler aynı zaman Fakih idiler. Yeni
hükümlere ihtiyaç duyulduğu vakit kıyasa başvuruluyor ve içtihad ediliyordu. Çeşitli
ilim dallarına vakıf olmalarıyla birlikte Sahabe, üstün geldikleri ilim dalıyla
vasıflanıyorlardı. Ayrıca bu dönem Sahabe’nin ihtisaslaştığını biliyoruz.
Onlardan bir kısım hadis rivayet etmekten kesin bir şekilde kaçınıyor iken,
fetva vermekte ve naslardan hüküm çıkartmaya çalışmakta bir beis görmüyordu.
Kimisi ise Kur’ân’ı tefsir ediyordu.
O dönem Hz. Peygamber ashabını İslâm’ı öğretmek
üzere bazı şehirlere gönderdiğini biliyoruz. Nitekim, Mus’ab b.Umeyr’i
hicretten önce Medine’ye, Muaz b. Cebel’i Yemen’e göndermiştir. Bu sayede İslâmi
ilimlerin yayılması ve genişlemesi sağlanmıştır.
Abbâsi dönemi’nde Bağdat dışında Şam, Mısır,
Musul, Maveraunnehir, Rey, Horasan, Buhara gibi ilmî merkezler ortaya çıkmıştır.
Bu merkezlerde mescitler inşa ediliyor, her bir mescitte ilim okutuluyor ve çok
sayıda talebe yetiştiriliyordu. Abbâsî
döneminde ilimler müstakil olmaya başladığında, ıstılahlar belirginleşiyor ve
her ilimde ekolleşmeye gidiliyordu. Fıkıh mezheplerin belirgin hali alması
Abbâsi dönemine tekabül etmektedir.
Bilginin bütünlüğü bağlamında çıkardığımız
sonuçlarda Tefsir, Hadis ve Fıkh’ın yanında Kelâm, Tasavvuf, Mezhepler Tarihi,
Lügat vd. disiplinlere atıfta bulunmak mümkündür. Zira Sahabe kuşağından
günümüze kadar bu ilimlerde öne çıkan âlimler yetişmiş ve bu alanlarda eserler te’lif ederek ve talebe
yetiştirerek ilmî geleneği sürdürmüşlerdir.
Faydalanılan Eserler:
Ahmet Yücel, Hadis Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 2011 İstanbul.
Müsâid Müslim Abdullah, Gelişme Döneminde Tefsir, çev. Muhammet
Çelik, Yeni Akademi Yayınları, 2006 İstanbul.
Zekiyyüddîn Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l Fıkh),
terc. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2011 Ankara.
2013-2014 Akademik Yılı Bahar Dönemi Doktora Ödevi
Necdet Kahveci
Öğr. No:
13922706
Esbab-ı Nüzul II
TEFSİR TARİHİNİN HADİS VE FIKIH
TARİHİYLE BAĞLANTISI
Biz biliyoruz ki hiçbir bilim dalı kendi başına bağımsız olarak
çalışmaz, eğer amacını gerçekleştirme hedefi varsa mutlaka aynı kaynaktan
beslenen yakın dallarıyla ilişki içerisinde olur ve olmalıdır da.
Tefsir; insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkan nispetinde
Allah(c.c)’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur’an metninin içerdiği manaları
ortaya koymak demektir. Bu bağlamda tefsir öncelikli olarak dil biliminden
azami ölçüde faydalanır. Kelimelerin semantik tahlilini yaparak sarf ve nahiv
bilgisinden mümkün olduğunca yararlanma cihetine gider. Kelime ve cümle
yapılarını, kelimelerin iştikakını ve belağat ilmini iyice özümser.
Tefsirle uğraşan müfessir, bir şekilde Şari’nin amacını ortaya çıkarma
adına bir gayrette bulunur. Bu sergilemiş olduğu çabanın tam anlamıyla
gerçekleşebilmesi için açıklama getirmeye çalıştığı ayetin nüzul sebebini,
indiği koşulları ve indirilen nebinin nasıl anladığına bakması gerekir. Bu
bilgileri bize sağlayan hadis tarihi ilmidir. Kur’anda yer alan manaları
bilinmeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya
da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihte söz konusu
olan ayet, kelime ya da harflerden ibaret olan müteşabihâtın izafi olduğunda bilgisini
de biz yine hadis ilmi sayesinde elde ediyoruz. Müphematın[1] ve
garib lafızların[2]
bilgisini de yine aynı şekilde Hadis ilminden elde ederiz. Diğer Arap
lehçelerinde Arapçaya girmiş olan yabancı kelimelerin hangi manaları ifade
ettiğini bize Hadis ilmi sayesinde öğreniyoruz. Aksi takdirde onlara bizim
anlam yükleme şansımız bulunmamaktadır. Hadisin
tefsirle olan ilintisini ele alırken sünnetin Kur’an karşısındaki
konumunu göz önünde tutmak gerekir. Bu bağlamda hadislerin üç görev üstlendiği görülür. Te’kid,
tefsir-beyan ve teşrî’.
Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet
eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur, onu te’kid eder.
Tefsir veya Beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan bir
hükmü çeşitli yönlerden açıklar. Buna genellikle (mücmel) hükümlerle, anlaşılması
kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması veya mutlak hükümlerin belli
kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis)
denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine
açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt
edilinceye kadar” (el-Bakara Sûresi
2/187) âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı
ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına
herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” (el-En‘am, 6/82) âyetindeki zulümden
kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya
koymaktadır.
Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır.
Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak
tesbit edilmiştir.
Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm
getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bazı âlimler,
“Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun
davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e
hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki,
onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren
sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer
konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Hz. Peygamber neyi
haram veya helâl kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere
ortaya koymuştur” dediler.
İlk müfessir Hz. Peygamber olması hasebiyle Kur’an’ın
anlaşılmasında ilk ve önemli adımı da o atmıştır. Dolayısıyla tefsir, hem hadis
ve hem de fıkıh için önemli bir bilgi hazinesidir. Tefsir aynı zamanda
Kur’an’ın tarihsel bağlamını da ortaya koyar. Ancak mesele bununla bitmez. Bu
ortaya konulan durumları hükme dönüştürme işini ise fıkıh görür.
Müfessirin ürettiği bilgiler amel edilmeye müsait bir
durum arz etmez. Bunların pratik hayata yansıtılması
ve teorik olanın yaşantıya dönüştürülmesi için fıkıh devreye girer. Kur’an’ın
içeriğinde hukuk ve ibadet konularına ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale
getirilmesi bu ilim sayesinde olur. İtikat, siyaset ve ahlakla ilgili konularla
da Kelam ilmi ilgilenmiştir. Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması kişilerin
zihniyet dünyası ve yaşadıkları çevreyle ilintili olmasından dolayı, çeşitli
mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Kelam bağlamında itikadi nokta da
bir farklılaşma yaşanmıştır. Hanefilere göre iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel
etmektir. Mutezile ve Hariciler ise amelin imandan bir cüz olduğu
görüşündedirler. Hadis imamları ile Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre imanda aslî
unsur, kalp ile tasdiktir. Bu olmadığı zaman iman gerçekleşmez. Dil ile ikrar bulunmadığı zaman ise mümin
olup olmadığı bilinemez ve bunun için de kendisine dini hükümler uygulanamaz.
Ameller ise imanın aslının değil kemâlinin cüzleridir.
Fıkıh tarihine bakıldığında çeşitli evrelerden geçildiğini
ve her evrede de bir dönüşümün yaşandığını dolayısıyla anlayışında bu
doğrultuda bir değişime uğradığı görülür. Mesela dördüncü dönem olarak
addedilen Abbasilerin sonu Selçukluların ilk devresini kapsayan evrede içtihad
kapısının kapanmış ve taklid ruhu iyice
yerleşip şerh ve haşiyeler çoğalmıştır. Ancak, altıncı dönem diye
isimlendirilen ve Mecelle’den günümüze kadar gelen zaman dilimini kapsayan
evrede önceki dönemlerin aksine bir uyanış ve farklı bakış açıları yaşanmış ve
yaşanmaktadır.
Tefsirin kullandığı kavramlarla fıkhın kullandığı
kavramlar arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır. Müşkile,[3]
mücmele,[4]
müteşabihe yüklenen anlamlar aynı kaynaktan çıkan farklı ilimler olduğunun
göstergesi. Fakih haram derken helal derken kur’ana bakışı neticesinde tevil’e[5]
gidilmiş olmasından dolayı bir sonuca varıyor. Farklılaşma varsa bu tevil
neticesinde meydana gelen bir durumdur. Kur’an’a bakış açıları da farklıdır.
Kur’an, Tefsir için bir konu iken fıkıh için şer’i kaynaklardan birisidir.
Şafiler istihsanı reddedip Hanefiler buna yapışırken hep bu farklı bakış
açılarından kaynaklanmıştır.
Bu farklılaşmada kültürü göz ardı etmemek gerekir. Din,
kültür üzerinde derin etkiler bırakır. Din, kültür ile aynı şey değildir. Fakat
kültürü dinden bağımsız düşünmek veya okumak da mümkün görünmemektedir. Her
toplumun kültür sisteminin oluşumunda din, başat bir yere sahiptir. Kültür
sisteminin, o sistemin Allah, insan ve evrenle ilgili tasavvuru ve realitede bu
üçlüyle kurduğu ilişkiye göre belirlendiği düşünülürse, kültürün dinle sıkı
ilişkileri kendiliğinden anlaşılır. Din-kültür ilişkileri karşılıklılık esasına
dayalı olduğu görülebilir. Bu karşılıklılık esasında din, kültürü; kültür de
dini bir şekilde etkiler.
Tefsir ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği
anda işaret ettiği durumları ve olayları gösterme amacına matufken, hadis,
Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği
koşulları öğrenmek için yararlanılır. Fıkıh ise hukuk ve ibadet konularını ele
almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına katkı sağlamıştır.
Fıkıh ilmi hem hadis ve hem de tefsir ilminden veri elde
ederken hadis her ikisine de bilgi sağlayan bir ambar hükmündedir. Daha farklı
bir ifade ile, fıkıh ile tefsir aynı kulvarda yürüyen iki kafadar gibiler. Mesela
nesih[6]
konusunda fıkıh ilmi hangi kanaate varmışsa ve hangi şartları öne sürmüşse
tefsirde de aynı kanaatlerin, hatta kabul edenlerle reddedenlerin benzerliği
göze çarpar.
Bir başka konu ehl-i rey ve ehl-i eser diye ayrılan fıkıh
ekollerinin aynısının hem hadis ve hem de tefsir ilminde varlığıdır. Rivayet ve
dirayet tefsir ekollerinin ve hadis alimlerimizin bir kısmının ahad haberi
kabul etme noktasında medine halkının uygulamasını kıstas almaları (İmam Malik)
diğer bir kısım alimlerimizin ise bunun dışında (ravinin alim olması,
rivayetine ters bir davranışta bulunmaması gibi) öncelikli olarak farklı bir
yol seçmeleri hep bu uygulamanın örnekleridir. Şafilerin ehli eser ve
hanefilerin ehl-i rey diye isimlendirilmeleri de aynı anlayışın birer
uzantısıdır.
Tefsirde sebeb-i nüzul, hadiste sebeb-i vürud vardır. Her
ikisinde de bir tarihi arka plan mevcuttur. Bunlara başvurulmadan ne Kur’an
doğru anlaşılabilir ne de Hadisin ne söylemek istediği. Tarihsel bağlam fıkıhta
da vardır. Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği gerçeği tam da bunu
yansıtır.
Yukarıda da belirttiğimiz şekilde ayetler tek başına hüküm
çıkarmaya elverişli değildir. Hadislerle işlenip fıkıhla yoğrulmasından sonra
bir sonucavarılır. Mükellef de bu varılan sonuçları hayatına yansıtmaya
çalışır.
[1] Müphem: İnsan,
melek ve cin gibi varlıkların yahut da bir topluluk veya kabilenin Kur’an’da
açıkça değil de ism-i işareler, ism,i mevsuller, zamirler, cins isimler,
belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesi demektir.
[2] Garip Lafız: Az
kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler.
[3] Müşkil:
Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlardır.
[4] Mücmel:
Kendisinden ne kastedildiği anlaşılamayacak kadar kapalı olan, ancak maksadın
şari tarfından izah edilmesiyle anlaşılabilen lafız veya ayetlerdir.
[5] Te’vil: Meşru
bir sebep ve delilden ötürü ayeti zahiri manasından alıp kendisinden önce ve
sonraki ayete mutabık, kitap ve sünnete uygun manalardan birine hamletmektir.
[6] Nesih: Şer’i
bir hükmü, bir başka şer’i delille kaldırmak yahut; mukaddem tarihli bir nassın
hükmünü muahher tarihli bir nassın hükmüyle değiştirmektir.
(Dok. Es. N. II) Tarih/usul mütalaası ödevi. Hedef tarih: 31 Mart 2014
Tefsir tarihi/usulü- hadis tarihi/usulü- fıkıh tarihi/usulü hakkında birer kitap mütalaa edilmesi ve “bilginin bütünlüğü” çerçevesinde müzakere ve münakaşa olunan hususların hülasasının 31 Mart 2014 hedef tarihine kadar iletilmesi beklenmektedir.
İlk defa ders alanlar tarihleri ve ikinci defa ders alanlar usulleri mütalaa etmelidir.
ALİ BAHADIR ÖZDEMİR
ÖĞRENCİ NO :13952701
2013/2014 BAHAR YARIYILI
TEFSİR TARHİ/TEFSİR USULU,
HADİS TARİHİ/HADİS USULU, FIKIH
TARİHİ/FIKIH USULÜ
Kur’an; Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla elçisi son peygamber Hz.
Muhammed’e mütavatir olarak peyderpey Arapça vahyolunan tüm insanlığa
gönderilmiş okunmasıyla ibadet olunan ilahi bir kitaptır. Bu ilah vahiy , insanlık tarihi boyunca fıtri olarak gelen ,insanın kainat
ve hayat hakkındaki merakına , geçmişteki vahiyler gibi bu insani arayışa cevap
vermek üzere indirilmiştir. Yüce Mevla’nın inayetiyle efendimizin insanlığa tebliğ etmesi için on
dört asır evvel son vahiy olan Kur’an vahyolunmuştur. Kıyamete kadarda baki kalacaktır.
Bu nedenle kişi ,problem ve meselelerde çözümü son vahiy kur ’anda aramalıdır. Bu bağlamda kur ’anın nüzulüne ,indiği
zamana peygamber dönemini incelediğimizde aynı şekilde dönemin insanları
(ashab-ı kiram) kainat ,evren ,hayat ve
bütün meraklarını Resulullah’a arz etmişlerdir. Efendimiz de öncelikle vahiyle bu meraklarına çözüm
getirmeye çalışmıştır. Örneklerini kur ’anda bulmak söz konusudur:
Vahiyde birebir cevap bulamadığında vahye
paralel olarak çözüm bulmuştur. Zaten efendimizin hayatına bakmaya
çalıştığımızda membaı Kur’an yani vahiy olan bir hayatı görürüz. Kur’an da buna
ayeti celile ile delalet etmektedir: ‘O heva ve hevesinden bir şey söylemez.’
Buna paralel Hz. Aişe validemize efendimizin ahlakı sorulduğunda o şu cevabı
vermiştir: O yürüyen bir Kur’an’dı.
Efendimiz zamanında hal
böyleyken daha sonraki dönemlerde durum nasıldı?
Sonraki dönemlerde Resulullah’ın yokluğu
hissedilince Efendimizin fiilleri, söylemleri ve de takrirleri mercek altına
alınmaya başlandı. Fakat Kur’an haricinde yazılı bir metin yoktu. Şifahi olarak
öğrenilen bilgiler, bu yolla da aktarılıyordu. İslam fetihleriyle beraber,
değişik millet ve kültürlerle kaynaşma olunca beraberinde de sorunları ve
farklı anlayışları doğurmuştur. Bunun neticesinde de İslamiilimler tedvin ve
tasnif edilmiştir. Bu disiplinler hicri 2. Asırdan itibaren müstakil olarak ele
alınmaya başlanmıştır: Tefsir Tarihi ve Usulü, Hadis Tarihi ve Usulü, Fıkıh
Tarihi ve usulü bu ilimler içinde önemli bir yer almıştır. Her biri farklı sahada ve farklı isimlerle çıksa da ,membaı
bir olan bu ilimler gaye ve amaç bakımından ortak bir hedef içindedirler. O da
Kur’an’ın ve sünnetin anlaşılıp, yaşanıp
ve sonraki nesillere aktarılmasıdır.
TEFSİR TARİHİ
Tefsir efendimiz(sav)’le
beraber doğmuştur. Yani vahiyle beraber doğmuştur. Kur’an nazil olmaya
başlayınca sahabe-i güzin’in bir takım soru ve merakını gidermek üzere açıklamalarda
bulunan Efendimiz (sav), tefsir tarihinin müessisidir.
Bunun haricinde kendisi soru sormak kaydıyla
zuhur ederken ,bazen de herhangi bir konuda söylediği bir sözü veya yaptığı bir
fiili delillendirmek için tefsirde bulunmuştur.
Peygamberimiz (sav) tefsirde bulunurken ;
Mücmeli tebyin, Müphemi tafsil,Mutlakı takyid
ve Müşkil’i tavzih yöntemlerine başvurmuştur.
Sahabe-i Kiram’a gelince ;
Açıklamaları
resulullah’a bağlı olarak sınırlı idi.
Tefsiri yaparken öncelikle ,ayeti ayetle ,sonra da ayeti sünnetle veya indiği
sebeb-i zikrederek (sebeb-i nüzul)yapıyorlardı. Bunun haricinde ictihada da
rastlanmaktadır. Tefsiri olarak yapıyorlardı.
Sahabiler içinde Tefsirde
öne çıkmış olanlar : Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Selam,
Ubey b. Ka’b, Hz. Ali ,Hz. Aişe validemiz gibi.
Tabiun Dönemi ise ;
sahabenin metodunu uygulamakla beraber, bazı farklılıklar arz etmektedir.
Tabiun Kur’an ve sünnette yardımcı bir malzeme bulamadıklarında ,özellikle
esbab-ı nüzul, mübhemat ve gaybi konularda sahabilerin görüş ve tercihlerine
başvuruyorlardı. Bazen de Ehl-i kitabın görüşlerine başvuruyorlardı. Bunun
yanında mecburiyet durumunda tefsirde kişisel yorumlarını da katmışlardır.
Kur’an’ın tamamını tefsir etmişlerdir. Tabiun ’un en önemli atılımları medreseler
kurmalarıdır. Bunlar ; Mekke Medresesi, muallimi ;ibn-i Abbas’tır. Öne çıkan
talebeleri ;Mücahid, İkrime,Said b.Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi
Rebah’tır.
Medine Medresesi ; En
meşhur talebeleri ; Ebu’l Aliye,Zeyd b.Eslem.
Küfe medresesi ; En meşhur
Talebeleri, Alkame b. Kays, Mesruk, Hasan el-Basri, Katade.
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Hadis lügat manası yeni,
haber, tebliğ gibi manalara gelir. Kur’an’da, Kur’an anlamında da
kullanılmıştır. Istılah olarak,söz, fiil, ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadis Kur’an’dan sonra
gelen asli delillerdendir. Yani Kur’an’dan sonra en önemli kaynaktır. Hadisleri
en sağlıklı bir şekilde sonraki nesiller
aktaran sahabelerdir. Bu aktarmayı şifahen gerçekleştirmişlerdir. Hz.
Resulullah(sav) yazıya geçirilmesini yasaklamasının sebepleri arasında, yazı
bilenlerin azlığı, Kur’an’a karışma tehlikesi sebepler önem arz eder.
Ancak Resulullah’ın
döneminde Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Ali b.Ebi Talib, Ebu Hureyre
gibi sahabilerin sahifelerine rastlanmaktadır.
Fütuhatın artmasıyla İslam toprakları
genişlemiş, bunun sonucu olarak da ; Medine, Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır’da
ilim merkezleri kuruldu.
Hicri 2. Asır Hadis ilminin teşekkülünün
başlangıcıdır. Bu asırda siyasi çalkantılar, ilhadi hareketleri ve de İtikadi
mezhepleri doğurdu. Cerh ve Ta’ dil hareketi yine bu dönemde baş göstermiştir.
Hicri 3. Asır tedvin ve tasnif hareketinin
altın çağını yaşadığı çağdır. Bu asırda Siyer ve Meğazi eserleri, Sünenler, Cami’ler
,Musannefler, Müsnedler yine bu asırda yazılmıştır. Bu devir bir bakıma Kütüb-i
Sitte devridir.
Hadis usulü ;hadis tenkidinin temel
kurallarını belirler ve hadis usulüne ait temel kavramlarını belirler. Ve
tanımını yapar. Hadis Usulü Mustalahu’l Hadis olarak da tanımlanır.
Hadis Usul’ünde Rical İmi
önemli bir yer alır. Racul (adam) kelimesinin çoğulu olan Rical ilmi ;hadis
ravileri’nin hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik
gereken bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek üzere zuhur etmiştir.
Ayrıca Cerh ve Ta’dil olarak da adlandırılır.
İlelü’l- Hadis, Garibu’l-
Hadis, İhtilafu’l- Hadis ilimleri Hadis Usulünün kategorisindeki
disiplinlerdir.
FIKIH TARİHİ/ FIKIH USULÜ
Fıkıh Usulünün tarihçesi ;
İslami ilimlerin kaynağı asr-ı Saadettir. Fıkıh usulü her ne kadar isim olarak
ilk dönemde ortaya çıkmammış olsa da uygulama olarak Resulullah (sav) döneminde
vardı. Sahabe efendilerimiz bu uygulamayı aynen devam ettirmişlerdir.
Peygamberimize vahiy, ya sorulan bir
soru üzerine ya da Allah Teâlâ’nın bizzat vahyin kendisinin bir olayla ilgili olarak indirmesi
şeklinde gerçekleşmiştir. Vahyin gelmediği meselelerde de içtihad devreye girmiştir. Peygamber
efendimizin bu dönemi en önemli dönemdir. Zira vahye dayanan ve vahyin denetimi
altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönemde gerçekleşmiştir. Sonraki dönemlere
kaynaklık etmiştir. Bu dönemim en önemli üç özelliği ; Tedric , kolaylık ve
nesih.
Fıkhın 2. Dönemi bir
kırılma noktasıyla Hulefay-ı Raşidin ve Emeviler’dir. Bu dönemlerde sahabiler
belirleyici olmakla beraber Emeviler dönemi siyaset-fıkıh ilişkisi açısından
önemlidir. Hulefay-ı Raşidin döneminin en belirgin özellikleri; içtihad kapısı
açılmış, yaptıkları içtihadları kesin görmemiş, Resulullah’ın kavlinden
ayırmışlardır. Ayrıca bu dönemde nazari fıkıh henüz başlamamıştır. İllet ve
hikmeti değişen bazı hükümler değiştirilmiş, bazı hükümler askıya alınmıştır.
Resulullah’ın vefatından sonra Sahabe-i Güzin
yeni fetihlerle beraber bu beldelere
hicret etmiş , Şam, Küfe, Basra, Mısır gibi yerlerde yeni merkezler oluşmuştur.
Abbasiler döneminde fıkıh
olgunluk çağını yaşamıştır .ilk fıkıh usulü eseri bu dönemde yazılmıştır. (İlk
usul kitabı İmam Yusuf’a ait olduğu söylense de bize ulaşan eser İmam Şafii’nin
Risalesi’dir.
Bu dönemin belirgin
özellikleri ; Tabiin içtihadları eklenmiştir. Nazari ve farazi fıkıh
çalışmaları hızlanmıştır. Yeni fetihlerle beraber yeni milletlerin bazı
örf-adetleri kültürleri fıkıha girmiştir. Fıkıh adına rihleler
yapılmıştır.
Moğol istilasından Mecelle
’ye kadar fıkhın gerileme çağıdır. Mecelle ’den günümüze kadar devam eden dönem
uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.
Fıkıh usulü alanındaki
eserler ;Mütekellimin (kelamcılar) ve Hanefiyye metotlarıdır.
-Mütekellimin metodu: Usul
kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok
mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın
mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar
etmemişlerdir. Buna göre bu metot, tümevarım biçimindedir. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu
metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
- Hanefî metodu: Bu metodun
müntesipleri, araştırma neticesi genel
kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu Fer’i meselelerden
genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya
koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu
sistemleştirmişlerdir. Bu yüzden, kitaplarında fürua ait meselelere sık sık
rastlanır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi Usul kaideleri
koyup, onları tespit etmiştir.
Usulün iki önemli işlevi vardır:
-Usulü bilen zevatın var
olan usulden hüküm istimbat etmeleri.
-Usul bilmeyenlerin de var
olan usul üzerinden kendinden önceki alimlerin uygulamalarından istifade
etmeleri.
Usulcü, Kitap Sünnet, ve
diğer delilleri inceleyip bu delillerin durumlarına bakarak ve bunlardan her
birinin hükmünü açıklayan kurallar koyarak şablon oluşturan kişidir. Usulcünün
görevi külli delilleri inceleyip, müçtehidin tafsili delillerden cüzi hükümler
çıkarmasına yardımcı olacak nitelikte kuralları tespit etmek, bu kuralları şer’i delillerle ispatlayıp sağlam temellere
oturtmaktır. Bu da fıkıh usulünün konusudur.
Fakih ise bir olayın
hükmünü tespit etmek istediğindesözü edilen usul kurallarını alıp, bunları
olaylara uygulayarak hükümler çıkaran kişidir.
Fıkıh usulü ilminin gayesi,
kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer’i
hükümlere ulaşmaktır. Fıkıh usulü ile şer’i naslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların
manaları bilinir. Aralarında ta’riz olan lafızların arasını bulma ve bunlardan birisini
tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi içtihadsalahiyetine haizse, oluşan
problemlerin hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb.
kaideleri kullanarak ictihdda bulunur. Eğer bu salahiyete haiz değilse, eski müçtehitlerin
ortaya koydukları hükümlerden, hüküm çıkararak, yeni meselelere cevap arar.. Bu
da usulü fıkhı ve onun kaidelerini
bilmekten geçer.
Sonuç olarak , Tefsir
Tarihi-Usulü, Hadis Tarihi-Usulü, Fıkıh Tarihi- Usulü hakkında verdiğimiz özet
bilgiye binaen ,birbirinden müstakil olan bu ilimler ,birbiriyle memzuc
olduklarını görürüz. Birbirleriyle içiçe
ve membaı bir olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir ilimin diğerine bağlı
olarak daha iyi anlaşılacağını müşahede etmekteyiz. Ayrı ayrı ele
alındıklarında İslami ilimler sahasında ciddi gedikler oluşabileceğini
görmekteyiz. Günümüzde de ister Tefsir alanında ,ister Hadis alanında, İsterse
Fıkıh alanında yapılan çalışmalarda bu
bütünlük korunması gerektiği kanaatindeyiz.
Selam ve saygılar.
Kaynakça
1--Muhsin DEMİRCİ.
Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010
2--
Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010
3-Talat KOÇYĞİT, Hadis
Tarihi, T.D.V.Y. Ankara 2012
4-Talat KOÇYİĞİT, Hadis
Usulü, T.D.V.Y. Ankara 2012
5-İslam
Ansiklopedisi,c.13.Fıkıh Md. T.D.V.Y.İstanbul 1996
T. C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR)
ANABİLİM DALI
Doktora Dersi Ödevi
Tefsir,Fıkıh ve Hadis Usulü
Hazırlayan
Magomet (Muhammed) BATÇAEV
Öğrenci No:13922727
Ders Hocası
Prof. Dr. Ahmed Nedim SERİNSU
2014
علم اصول التفسير
التأمل في الخطاب القرآني المتعلق بالنظر والمعرفة كموجه ومرشد يبرز
الآفاق الرحبة التي لا حدود لها في الحضِّ على المعرفة والتأمل في الآفاق والأنفس،
بل وفي النص نفسه وتدبر كلماته وآياته، وفي ذلك اشارة صريحة الى وجوب البحث، مع
الإقرار باستحالة انسداد آفاقه سواء في النص أو الكون، ففيهما أسرار إلهية ومعان
وسنن جعلها الله منارات يصل من خلالها الإنسان الى المعرفة والقوانين التي أقام
الله الحياة على أساسها، من هذا المنطلق القرآني تحركت المعرفة في سياقها الحضارية
الإسلامي، منضبطة بالقيم والمحفزات القرآنية دون أن تكون أسيرة لنصه أو متعسفة في
البحث فيه عما أرشد الى وجوده في غيره.
وقد سارت الحضارة الإسلامية وتعاقبت طبقات التاريخ بين مد وجزر الى
أن آلت الى مراحل تراجعت فيها المعرفة، دون أن تنهار العلاقة القدسية مع النص، لكن
هذه العلاقة أخذت النص الى مسار مختلف لم يأت من أجله، فجعلت منه كتاباً يحوي كل
العلوم، واتجه التأويل لاستخراج العلوم منه من دون لحظ طبيعة النص وخصائصه
والرسالة التي جاء من أجلها، فحل الإسقاط على النص محل الاستمداد منه، وتم الأمر
نفسه لدواع أخرى مذهبية أو سياسية أو غيرها، بوعي أو من دونه، لكن هذا الإسقاط
متنوع المظاهر والدواعي لا يلغي وجود صلة ما بين النص وبين المجالات التي رُبط
بها، على أن هذه الصلة ينبغي أن تؤخذ ضمن مسارها الطبيعي المرتبط بمسار النص كحامل
للرسالة الخاتمة .
ومما يعزز هذه الصلة بين القرآن والمعرفة عموماً، الأثر الذي تركه
القرآن في مختلف العلوم والمعارف، فأصبح علم التفسير الحاضن الأساسي للعلوم التي
ولدت في الحضارة الإسلامية، فعاشت تلك العلوم في كنفه الى أن بلغت الرشد واستقلت
بذاتها، وأصبحت علماً له قوانينه التي لا بد لدارس القرآن من معرفتها.
ومع ظهور إفراد تفسير القرآن بالتأليف في القرن الثاني للهجرة، بدأت
تظهر حاجة المفسرين الى العلوم الأخرى، بحسب موضوعات القرآن، بل ولد من رحم تفسير
القرآن علوم جديدة اختصت بالقرآن الكريم، وذلك في ضوء الحاجة الى ذلك، وفي القرن
الثامن الهجري ظهر اصطلاح علمي خاص يجمع أصول هذه العلوم التي تدور حول القرآن وما
يحتاجه المفسر، ويعرِّف بها في علم واحد هو «علوم القرآن»، وذلك مع الإمام بدر
الدين الزركشي (ت 794هـ)، صاحب «البرهان في علوم القرآن»، فكان أول من ألف في علوم
القرآن بمعناها الاصطلاحي الذي يختص بجمع ضوابط العلوم المتصلة بالقرآن الكريم من
ناحية كلية عامة، ودرج من بعده الحديث عن علوم القرآن كمصطلح خاص.
وكان من بين القضايا التي تطرقت اليها كتب علوم القرآن شروط المفسر،
والأصول والقواعد والضوابط التي يحتاجها المفسر، وهي موضوعات سبق وتطرقت اليه كتب
خاصة، وهي بعض ما غدا يعرف حديثاً بـ «أصول التفسير»، أو ما كان يسمى «القواعد
الكلية» بحسب ابن تيمية، أو «قانون التأويل» بحسب تسمية الغزالي وتلميذه ابن
العربي، أو «علم التفسير» بحسب تسمية الطوخي.
فأصول التفسير مبحث تفرقت موضوعاته في مقدمات بعض المفسرين
لتفاسيرهم، وفي كتب علوم القرآن وكتب اللغة وأصول الفقه، ويتناول دراسة الشروط
الواجب توفرها في المفسر، والعلوم التي يحتاج اليها المفسر، وأهم قواعد التفسير،
اللغوية والأصولية والاستقرائية، فموضوعه «قواعد كلية تعين على فهم القرآن ومعرفة
تفسيره ومعانيه»، فهو أحد علوم القرآن، وقد ضمن المصنفون - المتقدمون والمتأخرون -
في علوم القرآن موضوعاته ضمن كتبهم، فثمة تداخل بين أصول التفسير وعلوم القرآن،
لكن علوم القرآن أشمل، وقد تتوسع بعض كتب أصول التفسير الى مسائل من علوم القرآن،
كما أن من علوم القرآن ما لا علاقة له بالتفسير، انما هو من قبيل الإحصاء والتوثيق
والتأريخ، وأهم وظيفة يؤديها علم أصول التفسير هي ضبط الاستنباط والفهم، والترجيح
عند الاختلاف، إذ فيه الأسس والقواعد التي يعرف بها تفسير كلام الله، والشروط
والمقدمات العلمية التي يحتاجها المفسر. وقد أصبح البحث عن أصول للتفسير والتأويل
هاجساً لدى المشتغلين بالتفسير حديثاً، وقد اهتم به من المتأخرين المعلم عبدالحميد
الفراهي الهندي في كتابه «التكميل في أصول التأويل»، لكن هذا المشروع لم يكتمل
مساره، رغم كثرة اللبنات في بنائه، إذ المطلوب من هذا العلم أن يعمل في التفسير ما
عملته أصول الفقه في الفقه، وأصول الحديث في الحديث، أي أن يصبح هذا العلم بمثابة
قانون يضبط العملية التفسيرية.
لكن عدم اكتمال بناء أصول التفسير كعلم لا يعني عدم وجود تلك الأصول
والضوابط والمعايير، والتي تمثل كليات في العلوم التي يحتاجها المفسر، لذلك كانوا
يشترطون لمن يمارس التفسير أن يكون عالماً بتلك العلوم، لكن العلم بها لا يغني عن
استخلاصها وتجريدها كمبادئ ذات صلة مباشرة بالتفسير.
وتبرز أهمية العناية بأصول التفسير في العصر الحديث من ناحيتين،
الأولى صعوبة إحاطة المفسر بالعلوم التي ذكرت كشرط للتفسير نظراً لتطور هذه العلوم
واتساعها، ومن ناحية ثانية انه عندما يتعمق الباحث بواحد من هذه العلوم يطغى على
العلوم الأخرى ويترك أثره في تفسيره، وهذا ما نلمسه في مناهج المفسرين المتقدمين،
حتى أصبحت التفاسير توسم بالعلم الذي اصطبغت به أو أثر ذلك العلم فيها، كالتفسير
اللغوي، والتفسير الفقهي، والتفسير بالمأثور، والتفسير الصوفي...، وهذا ان كان
لوناً من التفسير إلا أنه ليس التفسير الأمثل الذي تقتضيه الضوابط التي وضعها
المفسرون، بل لا يصح واحد منها ما لم يلتزم بمقتضيات العلوم الأخرى.
هذا التواشج بين العلوم وبين التفسير والجدل التاريخي بينها
(استيلاداً للعلوم أو توظيفاً لها) أصبح في العصر الحديث أشد الحاحاً وأعمق
إشكالاً، من ناحيتي دعوى احتواء القرآن على بعض العلوم أو كلها أو صلاحية أي علم
لأن يوظف في فهم القرآن، وقد وجد المخلص والمسيء بين مدعي كل من الإشكالين أو
معارضيهما، كما وجد العالم والمتعالم في تعاطيهما، لكن الدقة تقتضي الحذر في
الأحكام المطلقة في القضيتين، وارجاع تعاطيهما الى اعتبارين أساسيين في أي مقاربة
للقرآن: الأول هو لحظ طبيعة القرآن عند درسه وهي كونه حاملاً لرسالة إلهية،
وخطاباً للعالمين يتضمن محتوى يطلب من المخاطب التعاطي معه، وأي تجاوز لهذا المستوى
يدخل في اسقاط معنى على القرآن لم يأت لبيانه وإن كان أشار اليه. والاعتبار الثاني
هو لحظ كون القرآن انما هو نص صيغ بلغة عربية لها قوانينها ومعانيها وأساليبها،
ولا يستقيم فهم القرآن من غير الأخذ في الاعتبار البعد النصي والبعد اللغوي
للقرآن، ففي البعد النصي ينبغي لحظ تكامل النص وإفصاح بعضه عن بعضه، وأثر بنيته في
فهمه، وكيفية صوغ أساليبه وخطابه، وفي البعد اللغوي ينبغي لحظ لغة عصر نزوله وما
قبلها، ولغة القرآن في علاقته مع هذه اللغة، فضلاً عن قوانين العربية ومعاني
مفرداتها.
وعند مرعاة هذين المعيارين يمكن نقد الدراسات المعاصرة للقرآن ومدى
الدقة العلمية فيها على تنوع مناهجها وتخصصاتها. ولا بد للدارس عند مراعاتهما أن
يلحظ متفرعات عنهما ولوازم لهما، وستكون مشكلات كالتي يثيرها ما يسمى التفسير أو
الإعجاز العلمي، أو القراءة المعاصرة للقرآن، أو استخدام العلوم الحديثة في فهم
القرآن، غير ذات بال أو أثر لأن لحظ البعد الإلهي والهدائي للقرآن كرسالة سيبعد
نسبة شيء الى القرآن لا يدخل في هذا الإطار، وكذلك الشأن في لحظ الضابط النصي
واللغوي يمنع الإسقاط ويساهم في الاستمداد المنهجي للمعنى من القرآن، وهذا هو
موضوع «أصول التفسير» كعلم لم يكتمل بناؤه.
علم أصول الفقه
هو علم
يبحث عن أدلة الفقه الإجمالية وكيفية الاستفادة منها وحال المستفيد (المجتهد)
أما الأصول فهي مفرد أصل وهو ما يبنى عليه غيره, وأما الفقه فلغةً هو
الفهم, واصطلاحاً هو العلم بالأحكام الشرعية العملية المستنبطة من الأدلة
التفصيلية.
والمراد بالإجمالية: أي القواعد العامة مثل قولهم الأمر للوجوب
والنهي للتحريم والصحة تقتضي النفوذ فيخرج بذلك الأدلة التفصيلية فلا تذكر في أصول
الفقه إلا على سبيل التمثيل على القاعدة.
و المراد بكيفية الاستفادة منها: أي معرفة كيف يستفيد الأحكام من
أدلتها بدراسة أحكام الألفاظ ودلالاتها من عموم وخصوص وإطلاق وتقييد وناسخ ومنسوخ
وغير ذلك فإنه بإدراكه يستفيد من أدلة الفقه أحكامها.
و المراد بحال المستفيد:معرفة حال المستفيد وهو المجتهد وسميّ
مستفيداً لأنه يستفيد(يستنبط) بنفسه الأحكام من أدلتها لبلوغه مرتبة الاجتهاد
فمعرفة المجتهد وشروط الاجتهاد وحكمه ونحو ذلك يبحث في أصول الفقه.
يمكن تعريف علم (أصول الفقه) : أنه علم يبحث في القواعد العامة
(الكلية أو الإجمالية) التي يقع في طريقتها استنباط الأحكام الشرعية[1]
موضوع علم الأصول
موضوع علم أصول الفقه هو ذلك الشيء الذي يبحث فيه
هذا العلم وهذا العلم يبحث في أدلة التشريع الكلية وأحوالها الموصلة إلى الأحكام
كما يبحث هذا العلم في أقسام هذه الأدلة وإقامة الحجة على مصدر للأحكام الشرعية
كما يبحث في ترتيب هذه الأدلة وجعلها على مراتب مختلفة وفي كيفية استنباط الأحكام
منها على وجه كلي فالأصول لاينظر في الأدلة التفصيلية ولا فيما تدل عليه من
الأحكام الجزئية وإنما ينظر في الأدلة على الأحكام وهذه القواعد يطبقها الفقيه على
الأدلة التفصيلية فيحصل بذلك على الأحكام الجزئية والمراد بالدليل الكلي هو النوع
العام من الأدلة الذي تندرج تحته عدة جزئيات كالأمر مثلا فهوكلي تندرج تحته جميع
الأوامر التي جاءت بها الشريعة الإسلامية على اختلاف أساليبها أو المراد بالحكم
الكلي فهو النوع العام من الأحكام الذي تندرج تحته عدة جزئيات كالإيجاب مثلا فهو
يشمل إيجاب الصلاة والزكاة والصدق ووفاء العهد ونحو ذلك مماطلب الشارع الإتيان به
على وجه الجزم والإلزام
الفرق بين علم أصول الفقه وعلم الفقه
علم الفقه: هو العلم بالأحكام الشرعية الفرعية المتعلقة بأفعال
العباد في عباداتهم, ومعاملاتهم وعلاقتهم الأسرية, وجناياتهم, والعلاقات بين المسلمين
بعضهم وبعض, وبينهم وبين غيرهم, في السلم والحرب, وغير ذلك. والحكم عل تلك الأفعال
بأنها واجبة, أو محرمة, أو مندوبة, أو مكروهة, أو مباحة, وأنها صحيحية أو فاسدة, أو
غير ذلك؛ بناء على الأدلة التفصيلية الواردة في الكتاب والسنة وسائر الأدلة المعتبرة
أما أصول الفقه: فهو مجموعة القواعد التي يبنى عليها الفقه. فهو
الذي يبين لنا ما هي طبيعة الأحكام الشرعية بصفتها الإجمالية, وما خصائص كل نوع من
الأحكام, وكيفية ارتباط أنواعها ببعض.
علم الفقه: هو أيضاً العلم بالدليل الشرعي التفصيلي, من الكتاب
أو السنة أو غيرهما, لكل مسألة من المسائل
أما أصول الفقه: فهوعلم يبين لنا كيف نستنبط الحكم من دليله, كاستنباطه
من صراحة نص الآية القرآنية, أو الحديث النبوي, أو من مفهومهما، أو من القياس عليهما,
أو بغير ذلك.
وأما الفقيه: فهو المجتهد القادر على الإفتاء بشروطه
أما أصول الفقه: فهو الذي يبين لنا من الشخص الذي يستطيع الاستنباط,
وما هي مؤهلاته[2]
تاريخ علم الأصول في التدوين
كان الصحابة بعد عهد النبي صلى الله عليه وسلم إذا
استنبطوا أحكاماً شرعية لتطبيقها على وقائع جديدة, يصدرون في استنباطهم عن أصول مستقرة
في أنفسهم, علموها من نصوص الشريعة وروحها, ومن تصرفات النبي صلى الله عليه وسلم التي
عايشوها وشاهدوها.. وربما صرح بعضهم في بعض المسائل بالأصل الذي استند إليه في استنباطه
للحكم الفرعي, كقول علي رضي الله عنه في عقوبة شارب الخمر: "إذا شرب سكر, وإذا
سكر هذى, وإذا هذى افترى, فحده حد المفترين". والمفتري هو القاذف الذي ورد في
قوله تعالى:(و الذين يرمون المحصنات ثم لم يأتوا بأربعة شهداء فاجلدوهم ثمانين جلدة
ولاتقبلوا لهم شهادة أبدا وأولئك هم الفاسقون). فيكون علي قد قرر أن علة الافتراء هي
السكر, فيحكم على السكران بحكم المفتري أو القاذف, وبذلك يكون قد قرر قاعدة أصولية
وفي عهد التابعين ومن بعدهم كثرت الحاجة إلى الاستنباط,
لكثرة الحوادث التي نشأت عن دخول بلاد شاسعة تحت الحكم الإسلامي. فتخصص في الفتيا كثير
من التابعيين, فاحتاجوا إلى أن يسيروا في استنباطهم على قواعد محددة, ومناهج معروفة،
وأصول واضحة. وكان لبعضهم كلام واضح في أثناء كلامهم في علم الفقه
غير أن علم الأصول لم يتميز عن غيره إلا في القرن
الثاني الهجري, وكان للامام الشافعي الدور الأساسي في جمع مباحث الأصول في كتابه
"الرسالة" إضافة إلى تجديد وإضافة القواعد الأساسية في علم الأصول حتى تم
تعديله وشرحه وإضافه القواعد الأخرى على يد العلماء العاملين من مختلف المذاهب الإسلامية
أدلة علم الأصول أو أدلة الأحكام
عند الأصوليين أدلة علم الأصول قد يسميها البعض
أدلة الأحكام أو الأدلة الشرعية, والدليل عند علماء الأصول هو: ما يمكن التوصل بصحيح
النظر فيه إلى العلم بمطلوب خبري, أو ما يتخذ حجةً على أن المبحوث عنه حكم شرعي[3] ؛ وهي عند
مذاهب أهل السنة ((الكتاب والسنة والإجماع والقياس وقول الصحابي وشرع من قبلنا والعرف
والمصالح المرسلة وسد الذرائع والاستحسان والاستصحاب)) وعند الشيعة الجعفرية ((الكتاب
والسنة (تشمل كلام وتقريرات وتصرفات الائمة المعصومين) والإجماع(الكاشف عن رأي المعصوم)
والعقل والأصول العملية (البراءة والاحتياط والاستصحاب والتخيير)
)
و هكذا فالأدلة الشرعية
السابقة تنقسم إلى ثلاثة أنواع
النوع الأول: وهو المصدر الذي بني عليه الدين كله, وذلك لا ينطبق
إلا على الكتاب والسنة , وأي دليل يأتي بعدهما ليس بدليل حقيقي انما هو كاشف عن دليل
من الكتاب والسنة, وذلك لا خلاف عليه بين جميع علماء المسلمين على مر العصور
النوع الثاني: هو ما اتفق عيه جمهور علماء المسلمين, وهما الإجماع
والقياس أو العقل كما يسميه بعض الأصوليين
النوع الثالث: وهو ما اختلف علماء المسلمين على الاستدلال بهم,
مثل المصالح المرسلة والاستسحان والاستصحاب وغيرهم كما ذكر, فبعض المذاهب تقف عند الأدلة
الأربعة, والبعض الآخر يضيف دليلاً أو اثنين أو غير ذلك من الأدلة الأخرى المختلف عليها,
ولكن لا يوجد من العلماء من يأخذ بكل الأدلة المختف عليها
الفرق بين الفقه وأصول الفقه
الفقه عرفه الأصوليون بأنه: العلم بالأحكام الشرعية المكتسبة
من الأدلة التفصيلية
وأما أصول الفقه فقد عرفه الأصوليون من الحنفية والمالكية والحنابلة
بأنه: القواعد التي يوصل البحث فيها إلى استنباط الأحكام من أدلتها التفصيلية، أو هو
العلم بهذه القواعد.
فالفقه معرفة الحكم الشرعي من حرام وواجب ومستحب ومكروه
ومباح, وهذه الأحكام تؤخذ من الأدلة التفصيلية من الكتاب والسنة
وأصول الفقه هو مجموعة القواعد التي تبين للفقيه المسلك الذي
يجب عليه أن يلتزمه في استخراج الأحكام من أدلتها
علم اصول الحديث
ويقال له: علم رواية الحديث، والأول: أشهر، لكن ذكره
صاحب الكشف في الدال، نظراً إلى المعنى فتأمل.
وهو علم يبحث فيه عن سنة النبي - صلى الله عليه وسلم -
إسناداً، ومتناً، ولفظاً، ومعنى، من حيث القبول والرد، وما يتبع ذلك من كيفية تحمل
الحديث وروايته، وكيفية ضبطه وكتابته، وآداب رواته وطالبيه.
وقيل في رسمه ما هو أخصر وهو أنه علم تعرف به أحوال الراوي
والمروي، من جهة القبول والرد.
وموضوعه: الراوي والمروي من هذه الجهة.
وغايته: ما يقبل ويرد من ذلك.
والحافظ ابن حجر يرى ترادف الخبر والأثر، كما دل له تسمية
كتابه ((نخبة الفكر في مصطلح أهل الأثر))، وهذا العلم كثير النفع لا غنى
عنه لمن يدخل في علم الحديث، والكتب فيه كثيرة جداً ما بين مختصر ومطول.
منها كتاب ((إسبال المطر على قصب السكر)). (2/
67)
وكتاب ((توضيح الأفكار شرح تنقيح الأنظار))، كلاهما
للسيد الإمام المجتهد العلامة محمد بن إسماعيل الأمير اليمني - رحمه الله -.
و ((الباعث الحثيث)) للحافظ ابن كثير.
و ((تدريب الراوي)) للسيوطي.
و ((منهج الوصول إلى اصطلاح أحاديث الرسول))،
المؤلف الكتاب، وهو بالفارسية، وقد ذكرت فيه ما ألف في هذا العلم مرتباً على حروف
المعجم، والله أعلم.
علم أصول الدين
المسمى بـ ((الكلام))، يأتي في الكاف.
وقال الأرنيقي: هو علم يقتدر معه على إثبات العقائد
الدينية، بإيراد الحجج عليها، ودفع الشبه عنها.
وموضوعه عند الأقدمين: ذات الله تعالى، وصفاته، لأن
المقصود الأصلي من علم الكلام معرفته تعالى، وصفاته، ولما احتاجت مباديه إلى معرفة
أحوال المحدثات، أدرج المتأخرون تلك المباحث في علم الكلام، لئلا يحتاج أعلى
العلوم الشرعية إلى العلوم الحكمية، فجعلوا موضوعه الموجود من حيث هو موجود،
وميزوه عن الحكمة بكون البحث فيه على قانون الإسلام، وفي الحكمة على مقتضى
العقول.
ولما رأى المتأخرون احتياجه إلى معرفة أحوال الأدلة، وأحكام
الأقيسة، وتحاشوا عن أن يحتاج أعلى العلوم الشرعية إلى علم المنطق، جعلوا موضوعه
المعلوم من حيث يتعلق به إثبات العقائد الدينية تعلقاً قريباً أو بعيداً.
ثم إن علم الكلام شرطوا فيه أن تؤخذ العقيدة أولاً من
الكتاب والسنة، ثم تثبت بالبراهين العقلية انتهى.
ثم ذكر الإنكار على علم الكلام نقلاً عن الأئمة الأربعة،
وفصل أقوالهم في ذلك (2/ 68)، وأطال في بيانها، وبيان حدوث الاعتزال، وردُ أبي
الحسن الأشعري عليه، قال: وعند ذلك ظهرت العقائد الواردة في الكتاب والسنة،
وتحولت قواعد علم الكلام من أيدي المعتزلة إلى أيدي أهل السنة والجماعة انتهى.
ثم ذكر حال أبي منصور الماتريدي، وكتبه في العقائد.
قلت: والكتب في هذا العلم كثيرة جداً، وأحسنها كتب
المحدثين في إثبات العقائد على الوجه المأثور عن الكتاب والسنة.
وفي الرد على المتكلمين منها: كتب شيخ الإسلام ابن تيمية
- رحمه الله -، وكتب تلميذه الحافظ ابن القيم، وكتاب ((الروض الباسم في الذب
عن سنة أبي القاسم)) للسيد الإمام محمد بن إبراهيم الوزير اليمني.
وكتاب ((السفاريني))، وهو مجلد كبير، وقد منّ الله
تعالى بتلك الكتب النافعة عليّ مناً كافياً وافياً. وكتبت قبل ذلك رسالة سميتها
((قصد السبيل إلى ذم الكلام والتأويل))، وهي نفيسة جداً، وليس هذا الموضوع
بسط القول في ذم الكلام، ومدح العقائد أهل الحديث الكرام.
قال في ((كشاف اصطلاحات الفنون)): أما وجه تسميته
بـ ((الكلام))، فإنه يورث قدرة على الكلام في الشرعيات، أو لأن أبوابه
عنونت أولاً بالكلام في كذا، ولأن مسئلة الكلام أشهر أجزائه حتى كثر فيه
التقاتل.
قال: وسماه أبو حنيفة - رحمه الله - بـ ((الفقه
الأكبر)).
وفي ((مجمع السلوك) ويسمى بـ ((علم النظر
والاستدلال)) أيضاً.
ويسمى أيضاً بـ ((علم التوحيد والصفات)).
وفي ((شرح العقائد)) للتفتازاني: العلم المتعلق
بالأحكام الفرعية، أي العلمية يسمى ((علم الشرائع والأحكام وبـ ((الأحكام
الأصلية))، أي الاعتقادية يسمى ((علم التوحيد والصفات)) انتهى.
(2/ 69)
ثم ذكر تعريف هذا العلم على ما تقدم وأبدى فوائد قيود حده
المذكور آنفاً.
قال: وموضوعه: هو العلوم.
وقال الأرموي: ذات الله تعالى.
وقال طائفة منهم الغزالي: موضوعه الموجود بما هو موجود،
أي من حيث هو غير مقيد بشيء.
وفائدته وغايته: الترقي من حضيض التقليد إلى ذروة
الإيقان، وإرشاد المسترشدين بإيضاح الحجة لهم، وإلزام المعاندين بإقامة الحجة
عليهم، وحفظ قواعد الدين عن أن تزلزلها شبهة المبطلين، وأن تبنى عليه العلوم
الشرعية، فإنه أساسها، وإليه يؤول أخذها وأساسها، فإنه ما لم يثبت وجود صانع، عالم
قادر، مكلف، مرسل للرسل، منزل للكتب، لم يتصور علم تفسير، ولا علم فقه، وأصوله،
فكلها متوقفة على علم الكلام مقتبسة منه، فالأخذ فيها بدونه كبان على غير أساس.
وغاية هذه الأمور كلها: الفوز بسعادة الدارين، ومن هذا
تبين مرتبة الكلام أي شرفه، فإن شرف الغاية يستلزم شرف العلم، وأيضاً دلائله
يقينية يحكم بها صريح العقل، وقد تأيدت بالنقل، وهي أي شهادة العقل مع تأيدها
بالنقل هي الغاية في الوثاق، إذ لا تبقي حينئذ شبهة في صحة الدليل.
وأما مسائله التي هي المقاصد: فهي كل حكم نظري لمعلوم،
والكلام هو العلم الأعلى، إذ تنتهي إليه العلوم الشرعية كلها، وفيه تثبت موضوعاتها
وحيثياتها، فليست له مباد تبين في علم آخر شرعياً أو غيره، بل مباديه إما مبينة بنفسها،
أو مبينة فيه، فهي مسائل له من هذه الحيثية، ومباد لمسائل أخر منه لا تتوقف عليها،
لئلا يلزم الدور، فلو وجدت في الكتب الكلامية مسائل لا يتوقف عليها إثبات العقائد
في الكتاب (2/ 70) فمن الكلام يستمد غيره من العلوم الشرعية، وهو لا يستمد من
غيره أصلاً، فهو رئيس العلوم الشرعية على الإطلاق بالجملة، فعلماء الإسلام، وقد
دونوا إثبات العقائد الدينية المتعلقة بالصانع، وصفاته، وأفعاله، وما يتفرع عليها
من مباحث النبوة، والمعاد، علماً يتوصل به إلى إعلاء كلمة الحق فيها، ولم يرضوا أن
يكونوا محتاجين فيه إلى علم آخر أصلاً.
فأخذوا موضوعه على وجه يتناول تلك العقائد والمباحث النظرية
التي تتوقف عليها تلك العقائد، سواء كان توقفها عليها باعتبار مواد أدلتها واعتبار
صورها.
وجعلوا جميع ذلك مقاصد مطلوبة في علمهم هذا فجاء علماً
مستغنياً في نفسه عما عداه، ليس له مباد تبين في علم آخر، هذا خلاصة ما في
((شرح المواقف)) انتهى.
وانظر في هذا الباب كتاب ((العواصم والقواصم))
للسيد محمد بن إبراهيم الوزير اليمني - رحمه الله -، يتضح لك الخطأ والصواب.
أصول الفقه الميسر سميح عاطف الزين [3]
MELAHAT AKALP
13922758
BAHAR YARIYILI- DOKTORA
TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARININ HÜLASASI
Tefsir Tarihi:
Kur'an'ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli
olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen faaliyetlere Tefsir ismi verilmektedir. İşte bu
faaliyetler önceleri şifahî bir tarzda, hicri II. asrın ikinci yarısından
itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Kur'an mesajının anlaşılmasına yönelik bu çabalar tarihsel bir süreci
oluşturmaktadır ki buna, Tefsir Tarihi
denilmektedir.[1]
Hadis Tarihi:
Hadislerin, Hazreti Peygamber (sav) devrinden itibaren -özellikle ilk üç
asırda- kazandığı büyük değere paralel
bir şekilde rivayetini, rivayetindeki gelişmeyi, çeşitli tehlikeler karşısında
onları koruma görevini yüklenen
hadisçilerin faaliyetlerini, tedvin ve tasnifini, kısacası tarihini
incelemektir.[2]
Fıkıh Tarihi:
Hukuk ilminin zaman-ı risaletten
itibaren nasıl teessüs etmiş, nasıl inkişafa mazhar olmuş ve ne vechile müdevven bir hale gelmiş olduğunu
gösterir. Bu ilme hizmet etmiş olan
müctehidlerin, vesair fukahanın bu bâbtaki pek mühim say ve gayretlerini, muvaffakıyetlerini
kaydeder. O büyük zatların şahsiyetlerini, yüksek bilgilerini göstermeğe
çalışır. Tarih-i fıkha tarihu't-teşri adı
da verilmektedir.[3]
Rasûlullah'ın
(sav) Yemenlilere gönderdiği Mu'âz b. Cebel'i uğurlarken ona sorduğu soru ve
aldığı cevap, İslamî ilimlerin kaynaklarına dair temel kaideleri koymaktadır:
"Sana bir mesele geldiğinde ne ile hükmedeceksin?", "Allah'ın
Kitabı ile", "Onda bulamazsan?", "Rasûlü'nün Sünneti
ile", "Onda da bulamazsan?", "Reyimle ictihad eder, elimden
gelen gayreti sarfederim."[4]
Sonraki
dönemlerde Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas
olarak sistemleşecek bu kaynakların ilki olan el-Kitap başlığı altında toplanan veriler aslında Tefsir Usulü dediğimiz ilmi
oluşturmuştur. Ayrıca Hadis külliyatı içerisinde toplanan Tefsir
rivayetleri, zamanla müstakil eserlere nakledilmiş; kadim
ulema Ulûmu'l-Kur'an tabiri ile
Tefsirle ilgisi bulunan ilimleri, konuya has eserlerde bir araya getirmiştir.
Her
ne kadar İslamiyet Kur'an vahyi ile başlamış olsa da ona bütün karakterini
veren tek başına Kur'an olmamıştır. İslam geleneğinin tarihteki şeklini
almasında, Peygamber (sav) yaşantısının ve ilk neslin Kur'an'ı algılama
biçiminin belirleyici rolü vardır. Bu bakımdan "Sünnet/Hadis Kur'an
üzerinde belirleyicidir, Kur'an Sünnet üzerinde değil." sözü bu gerçeği
ifade etmektedir.
Tüm
bu durumlar bizlere Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin birbirleriyle sıkı bir
ilişki içerisinde olduklarını göstermektedir. Bu ilimlerin doğru
anlaşılabilmesi için aralarındaki bu bağlantının çok iyi kurulması
gerekmektedir.
Tefsir,
ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği anda işaret ettiği durumları
ve ilk muhataplarının ayetlerden ne anladığını gösterme amacına matuftur.
Hadis, Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği
koşulları öğrenmek için yararlanılan bir bilgi kaynağıdır. Fıkıh ise ibadet ve
muamelat konularını ele almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına
katkı sağlamıştır. Fıkıh ilmi hem hadis hem
de tefsir ilminden veri elde ederken, hadis her ikisine de bilgi sağlamıştır.
İslamî
ilimleri araştırmaya talip olanlar, erken dönemden itibaren oluşturulan temel
kaynak eserleri ve anlama faaliyetlerini, hiyerarşik bir metodla tetkik
edilmelidir ki, İslamî ilimlerde bilginin bütünlüğü ortaya çıksın. Ve böylece
İslam geleneğinin tarihteki şeklini almasına katkı sağlayan bu ilimlerin
sistematik bir şekilde nasıl bir bütünlük arz ederek tesis edildikleri daha net
anlaşılsın. Nitekim günümüz modern insanının "Yalnızca Kur'an"
yanılgısı, işte bu bağlantının göz ardı edilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır.
[1] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, MÜİF Yay, İstanbul, 2003, s.13,
[2] Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, AÜİFY, Ankara, 1977, s.3.
[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstılâhatı Fıkhiyye Kamusu, I, 311; Abdulvahhab Hallâf, İslam Teşrîi Tarihi, çev:Talat Koçyiğit, AÜİFY, Ankara, 1970.
[4] Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3.
BİLGE EVLİ
13952752
BAHAR YARIYILI- BİRLEŞİK DOKTORA
TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARI HÜLASASI
TEFSÎR
TARİHİ
A. Tefsîr'in Istılahî Mânâsı
Âlimler, ıstılahî açıdan çeşitli tefsîr
tariflerinde bulunmuşlardır:
"Tefsîr, Allah kelâmının
açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve
mefhumlarının açıklayıcısıdır." (el-Hûlî 1995, 13)
Diğer bir tarife göre ise; "Tefsîr,
insan gücü ve Arapça dil bilgisinin verdiği imkân nispetinde Kur’ân metninin
mânâsından bahseden bir ilimdir." (Kâtip Çelebi 1971-72,
1/427)
Tefsîrin âlimler arasındaki yaygın anlamı: "Kur'ân-ı
Kerim'in mânâlarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garîb lâfızlardan kastedilen
şeyi beyan etmektir." (Lisanü'l-Arab; Tâcü'l-Arûs; Zerkeşî
1972, 2/147; Zerkanî, 1/471) Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur’ân'a
has bir açıklama olmayıp, ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahlar
için de kullanılır. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi, kapalı ve anlaşılmaz
olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır.
(Tehavenî 1984, 2/1115-1116)
"Tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla
Kur’ân-ı Kerim'de Allah'ın muradını araştıran bir ilimdir". (el-Beyumî,
3/4)
Tefsîr ilminin konusu, bütünüyle Kur'ân
âyetleridir. Bu ilmin gâyesi; gerek bu dünyada, gerekse âhirette kişilerin
selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde
etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar
çıkarmaya çalışmaktır.
B. Kur’ân-ı Kerim'in Tefsîrine Duyulan İhtiyaç
Kur’ân-ı Kerim, "mânâsı açık bir Arapça
ile" (Şuarâ Sûresi, 26/195) Cenab-ı Hak tarafından Peygamberimiz’e
vahyedildi.
Selîkaları bozulmadığı için, Kur’ân'ın indiği
devrin Arapları lûgat bakımından Kur’ân'ı anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâları
bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Hadislerden
de anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda bazı
sahabiler, gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse âlim sahabilere müracaat ederdi.
Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük
noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların
mevcudiyeti, Kur’ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri
kılmıştır. (Okiç 1995, 144-145)
Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî
hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vaz’ ediyordu. Bu hükümleri
istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Onda müteşâbih âyetler,
müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu
sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî
seviyeye bağlıdır. Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir
kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay
değildir. Bu sebeple Ashab-ı Kiram, umumiyetle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar
idiyse de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı. Kur’ân'la meşguliyet,
Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf,
tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı
oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi
anlayamadıkları âyetler oluyorduı. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına
ihtiyaç vardı. (Yıldırım 1983, 17-20)
Ayrıca Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız
Arap kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil, umumî
bir dindir. Binaenaleyh, Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın
istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde ise, ancak tefsîr vâsıtasıyla kâbil
olabilir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in güzelce anlaşılması için salâhiyet
sahibi, dinî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından
tefsîrler yazılmasına dâimâ ihtiyaç vardır. (Bilmen 1973, 1/105-107)
C. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri
Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî Kitabı
insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan
Peygamber'in de onu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve
ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur’ân-ı
Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen
mümtaz zât Hz. Peygamber'dir (s.a.s.). O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır.
Zira Kur’ân O’na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur’ân'ı insanlar içinde en
iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle
mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. (Maide Sûresi,
5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105)
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur’ân'ın
mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe
delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir
ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu
bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)
Ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait
bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmezler. Bunların tefsîri
Peygamberimize bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı indirdik. Tâ ki
insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." (Nahl
Sûresi,16/44) âyetiyle, Hz. Peygamber açıklamakla mükellef kılınmıştır. O’nun
beyanı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla olurdu. (a.g.e., 33-34)
Kur’ân'daki hükümlerin ekserisi küllî
olduğundan, o küllî hükümleri izâh ve açıklamak için dâima Sünnet'e ihtiyaç
duyulmuştur. Başlangıçtan beri Sünnet, İslâm teşrî'nin ikinci kaynağı olmuştur.
(Cerrahoğlu, 1/46-47)
Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı tefsîr ettiğini,
muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri,
hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.
D. Sahabe Devrinde Tefsîr
Hz. Peygamber (sav)'den sonra tefsîr sahasında
en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri
izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan
topluluk idi. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhâtabı
olan bu muhterem zâtlar, O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi
almışlar, gerek Kur’ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat
ederek, Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın mânâsını ve tatbikâtını öğrenmişler, öğrendikleri
sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden
başka sûreye geçmemişlerdir. (Cerrahoğlu 1962, 9/34-36)
Yalnız hepsinin Kur’ân'ı anlamada eşit seviyede
olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve
edebiyatına vâkıf olma husûsundaki yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz.
Peygamber'in yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir
anlayış farklılığını getirmiştir. Bunun için de, en bilgili ve en kültürlü
olanlar tefsîr ile meşgul olabilmişlerdir. (Okiç 1995, 145)
Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken
Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber (sav)'den işittikleri ve gördükleri
bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde
konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin
açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini
anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları
tefsîrde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için
farklı metodlar takip ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.
Sahâbeden, Kur’ân tefsîrine dair en çok
rivâyette bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:
Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd
(32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû
Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692).
(Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)
E. Tâbiîler Devrinde Tefsîr
Gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), gerekse Dört
Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap
Yarımadası’nı aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler,
asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Bu şekilde muhtelif
şehirlere dağılan Sahâbe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.
İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde,
sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına
toplanmış olan tabîûndan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber
(sav)'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların
yaşadıkları birçok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve
kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun,
haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve
bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den
bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve
mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına
rağmen Kur’ân'ın makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç
duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin
ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur’ân ve
Hadîs tedrîs ediliyordu. (Duman 1992, 133)
Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları
Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.
1. Mekke
Medresesi.
2.
Medîne Medresesi.
3. Irak
(Kûfe) Medresesi. (İbn Teymiyye 1988, 78-79)
Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni
bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı
şahıslar tarafından kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi
müşterek taraflar da mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242;
ez-Zehebî, 1/99-132)
F. Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr
Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr
ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr
ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda
rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece
hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana
getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe
dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma
özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi"
denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti
kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak
değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)
Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı
Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr
edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu
bakımdan Taberî’nin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler
kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)
HADİS TARİHİ
Hz.Peygamberden nakledilen bir söz, bir fiil veya bir takrir olarak
akla gelmiştir. Hadis usulünde Hz.Peygamberden rivayet olunan hadislere merfu
adı verilmiştir. Fakat bir sahabiden alınan söz Hz.Peygamberin sözü değilse
buna mevkuf, tabi’ inden alınan sözde maktu denilmiştir. Kısaca hadis rivayet
edilen sünnet olarak nitelendirilebilir.
İSLÂM şeriatında sünnetin kuran’dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği
bilinen hususlardandır. Nitekim. Kuranı Kerimde ALLAHu Teala Hz.Peygambere şu
emri vermiştir.”Ey peygamber , Rabbından sana indirileni tebliğ et ;eğer bunu
yapmazsan onun peygamberliğini yapmamış olursun.” Maide/70
Çünkü Hz.Peygamber
tarafından tebliğ olunan ve tatbiki istenen bazı ayetler mücmel, gayrı mufassal
yahut mutlak gayrı mukayyed olarak nazil olmuştur. Mesela namaz kılınmasını
emreden ayetler mücmel olarak gelmiş, fakat adet, şekil ve vakitleri kuranda
beyan edilmemiştir. Keza zekat verilmesini emreden ayetler mutlak olarak gelmiş
malın asgari haddi, şekli, şartı beyan edilmemiştir. Bu ve bunun gibi birçok hüküm
için başvurulacak tek kaynak Hz.Peygamber olmaktadır.
Kendisine kitapla birlikte
birde sünnet verilmiş olan Hz.Peygambere, itaatı emreden kuran ayetlerinin
sayısı pek çoktur.
“Peygamber size neyi getirmişse onu alın ve neden sizi nehyetmişse
ondan sakınınız.” Hasr/7
“Peygamber kendi hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse kendisine
vahyolunan bir vahiydir.”Necm/ 32 ayetleriyle açıklanmaktadır.
Ve sahabe dini ve dünyevi
yaşayışlarına düzen veren sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe
koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önce anlatılan söz, fiil ve takrir olarak
Hz.Peygamberden rivayet edildiği müddetçe hadisin isim yönünden bir başka ifade
şekli olmuştur.
Başlangıçta hadis
hafızalarda kayda alınmış. Çünkü El- Belazuri’nin kaydına göre İSLÂMın
başlangıcında kureyş kabilesinden okuma yazma bilen 17 kişi müstesna diğer
müslümanlar yazı bilmiyorlardı. Ve bundan sonra yeni yetişen genç sahabiler yazı
ile hafızalarındaki hadisleri perçinleme gayretine girmişlerdir.
Ebu Hurayre eğer kuranda şu
iki ayet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim diyor;
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni kitapta
insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler işte onlara hem ALLAH lanet
eder hemde lanetçiler lanet eder.”Bakara/ 59
Yine Ebu davud sünen 2/ 289
ve İbni Mace Sunen 1/102 kayıtlı hadislerde;
“ALLAH bizden bir hadis işitipte onu hıfzeden sonrada başkasına
tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin. Bazan ilim sahibi kimse kendisinden daha
alim olan kimseye onu nakletmiş olur; bazan ilim yüklü kimse alim olmayabilir.”
Kaynak:
Hadis Tarihi/Talha Koçyiğit
Hadislerin Yazılması
İlk devirde Hz.Peygamberden
işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği yani bir kitap halinde
toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Yazı bilenlerin zorluğu vs.nedenlerle ancak
çeşitli sahifeler ve hurma yaprağı deri ve geniş kemikler levha ve taşlar
üzerine yazı yazılabilmesi sebebi ile zorluk bulunmaktaydı. Hz.Peygamber
hayatta iken hadis yazımı iki devre içinde mütalaa edilir. Birincisi
Hz.Peygamberin Ebu Said El-Hudri tarafından Müslim Sahih’inde 4/2298 de rivayet
ettiği hadistir;
“Benden bir şey yazmayınız. Kim benden kurandan başka bir şey yazdı
ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz. Bir beis yoktur. Kim benim üzerime
yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.”
Bunlarla ilgili yasakların sebebi ilk zamanlardaki yazı ve yazı
yazmayı bilen sahabilerin güçlüğü önemli rol oynamaktadır. Bundan sebep kuranla
karışma tehlikesi gün yüzüne çıkmıştır. Fakat İSLÂMiyetin araplar arasından
günden güne kuvvet kazanması İSLÂM ülkelerinin Mekke ve Medine sınırlarını aşıp
müslümanlar arasında yazı bilenlerin birden çoğalması ve kurandan inen
ayetlerin vahiy katipleri tarafından muntazam olarak kaydedilmesi ile kuran’a
karışma tehlikesi ortadan kalkınca hadislerin yazılmasına Hz.Peygamberden
rivayet edilen şu hadislerle destek verilmiştir.
Buhari’den nakledilen
hadiste “Huzaalılar Mekkenin fethi sırasında daha önceleri öldürülen bir
Huzalı’ya karşılık Ben-i Leys’ten birini öldürmüşlerdi. Bu hadise
Hz.Peygamber’e haber verilince hayvanına binmiş ve Mekkelilere hitaben Mekke
şehrinde adam öldürmenin, hatta diken kesmenin, yitirilmiş malına el uzatmanın
kendisi için bile haram kılındığına dair bir hutbe irad etmiştir. Hutbeyi
dinleyen Ebu Şah isminde bir Yemenli Hz.Peygamber’e başvurarak hutbesinin
yazılmasını istemiştir. Hz.Peygamber’de Ebu Şah için hutbeyi yazınız demiştir.”
Buhari Sahih 1/36, Ebu Davud Sünen 2/286-287
Yine Ebu Hureyre’nin
Hz.Peygamberin ashabı içinde Abdullah bin Amr müstesna benden daha çok hadise
sahip olan kimse yoktu. Abdullah hadisleri yazardı. Ben ise yazmazdım demesi
İle Abdullah’ın Hz.Peygamberden yazı ile ilgili izni aldığına dair haberler vardır.Bu
haberlerden birinde Abdullahın hikayesi şöyle anlatılmıştır.
“Hz.Peygamberden işittiğim her şeyi yazıyordum.Gayem bunları
ezberlemekti. Kureyşliler beni bu işten menettiler ve sen Peygamberden
işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki o bir beşerdir ve rıza halinde olduğu
gibi gadab halinde iken de konuşabilir, dediler. Bunun üzerine yazma işini
durdurdum. Sonradan kureyşlilerin bu sözünü Hz.Peygambere zikrettim. Bana “Yaz,
nefsim yedi kudretinde olan ALLAH’a yemin ederim ki benden hak doğru olan sadır
olur. Dedi.”
Ahmet Bin Hanbel Musned 20/21, Ebu Davud Sünen 2/286 da
Abdullah bin Amr hadis
yazmak için peygamberden izin aldıktan sonra yazmağa başladığını ve 1000 kadar
hadisi ihtiva eden bir sahife vücuda getirdiği bilinmektedir
KAYNAK:
HAdis TArihi/TAlat Koçyiğit
İlk Yazılı hadisler
A)Hz.Peygamberin diplomatik
mektupları;
Hangi maksatla olursa olsun, Hz.Peygamber tarafından yazılan ve
yazdırılan bir vesika hadisin kapsamı içinde görülmektedir.
Nasılki huzurunda işlenen
bir fiil veya söylenen bir söz onun tarafından tasvib gördüğü müddetçe takriri
sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir. Onun imzasını taşıyan
bir mektubu da yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep
yoktur.
Hz.Peygamberin Bizans imparatoru
Acem Kisrasına, ve Mısırlı Mukavkısa ve Habeş kralı Necaşiye yazdığı mektuplar
İSLÂM tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında yazılmış yüzlerce vesika
vardır. Ve bunların yazılış sebebleri birbirinden farklıdır. Bu konuları şöyle
sıralayabiliriz.
1)Yeni anlaşmalar,
2)İSLÂMa davet,
3)Memur tayinleri,
4)Arazi ve arazilerin
gelirlerinden atıyyeler,
5)Eman ve tavsiye
mektupları,
6)Bazı kimseler hakkında istisna teşkil eden hükümlerin tesbiti,
7) Hz.Peygamber tarafından
yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili müteferrikat.,
Bu vesikaların büyük bir
kısmı medine devrine münhasırdır.
Dünyada ilk yazılı anayasa
olarak bilinen nizamname şu ibarelerle başlıyordu.
“Bu ALLAHın Rasülü Peygamber Muhammed’in Kureyşli Mümin ve
Müslimlerle, Yesrib ehli onlara tabi olanlar, iltihak edenler ve onlarla
birlikte harbe girenler arasına geçerli bir (kitabı) yazısıdır.”
B)Sadakat Hadisleri
El-Hakimden verilen
kaynaklar, Hz.Peygamberin sünneti ihtiva eden bir sahife yazarak Amr. İbni Hazm
vasıtasıyla Yemene gönderdiğini ve Amr İbni Hazm’ında bu kitabı Yemen ahalisene
okuduğunu zikrederler.Kaynaklara göre bu kitap farz sünen ve diyet hükümlerini
ihtiva etmektedir.
1)Halife Hz.Ebubekir’den
rivayet edilen sadakat hadisleri
Hz.Peygamber hayatının
sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını valilere
göndermeden vefat etmişti. Ebu Bekir’in hilafete geçmesi üzerine bu kılıç ona
intikal etmiş o da Enes Bin Maliki Bahreyne gönderdiği zaman kılıç üzerinde
yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini
istemiştir.
Ebu Davud Sünen 1/360,
Tirmizi 3/17
2)Halife Hz.Ömer’den rivayet
edilen sadakat hadisleri
Hz.Ömerden rivayet edilen
sadakat hadisleri Ebu Bekir’den rivayet edilen sadakat hadislerinden ayrı bir
şey değildir. Mevcut haberler bunu açık bir şekilde teyid eder.
El-Hakim Müstedrek 1/392
Ez-Zühri’nin Salim yolu ile
babası Abdullah Bin Ömer’den rivayet ettiği hadisin ilk ibaresi şöyledir.
“Rasulullah sadakat kitabını yazmış fakat amillerine göndermeden vefat
etmiştir. Bilahara Ebu Bekir sonrada Ömer aynı kitapla amel etmiştir.”
C)Sahabiler tarafından yazılan diğer sahifelere ait bilgiler
1)Ebu Bekir ve Ömer’in
denemeleri
Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer bin
Hattab’ın sünene ait hadisleri yazmağa teşebbüs ettiklerini hatta Ebubekir’in
500 kadar hadisi bir kitapta topladığı fakat sonradan bazı sebepler dolayısı
ile bu kitabı imha ettiğini belirten haberler vardır. Yine haberlerden
öğrendiğimize göre Ebu bekir’in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep hadislerin
kendisinden sonra aslına uygun olarak nakledilmemeleri korkusudur. Ömer bin
Hattab’ın vazgeçmesinin sebebi ise kendisi şöyle açıklamaktadır. “Size bir
sünen kitabından bahsetmiştim .Sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap
kitabullah’tan başka kitaplar yazmışlar o kitaplar üzerine düşerek ALLAH’ın
kitabını terketmişlerdi. Ben yemin ederim ki ALLAH’ın kitabını hiçbir şeyle
gölgelemem. İbni Sad Tabakat 3/206
Nitekim karşısında bir hadis
rivayet edildiği vakit onu reddetmek yerine rivayet edenden delil istemesi onun
titiz ve ihtiyatkar davranışını gösterir. “Bir gün Ebu Musa, Ömer’in yanına
girmek için üç defa izin istemiş cevap alamayınca geri dönmüştü. Sonradan bunu
haber alan Hz.Ömer niçin geri döndüğünü sorunca, Ebu Musa Hz.Peygamberin biriniz
üç defa izin isteyipte izin verilmezse geri dönsün, dediğini işittim.diye cevap
vermişti. Bunun üzerin Ömer bin Hattab bu sözü Hz.Peygamberden işittiğine dair
delil istemiş, Ebu Musa’da mescide giderek orada bulunanlara Ömer ile
aralarında geçen hadiseyi anlatıp bu sözü Hz.Peygamberden işiten bir kimsenin
bulunup bulunmadığını sormuştu. Orada bulunanlardan Ebu Said kalkmış ve Ebu
Musa’ya şehadet etmiştir. Bundan sonradır ki Ömer ibnul Hattab Ebu Musa’ya
şöyle hitap etmiştir. Maksatım seni itham etmek değildir. Fakat hz.Peygamberden
hadis rivayet zordur.”
2)Abdullah ibnül Amr ibnül As’ın sahifesi
Hz.Peygamberin genç ashabı
arasında hadis sahifesiyle şöhret kazananlardan birisi Abdullah bin Amr bin el
As’tır. Babası Mısır fatihi Amr ibnul As’tan önce müslüman olan Abdullah’ın
Hz.Peygamberin izniyle pekçok hadis yazdığını gösteren haberler vardır.
İbni Sad.’ın naklettiğine göre Abdullah bin Amr bir sahifeden
bahsederek Rasullullahtan işttiğim hadisleri yazmak için izin istedim bana izin
verdi bende bu sahifeyi yazdım. Der. İbnu Sad Bu haberin nihayetinde Abdullah
bin Amrın Hz.Peygamberden yazdığı sahifeye sadıka ismini verdiğini ilave eder
ki başka haberlerin bunu teyid ettiği görülür.
Yine Ahmet Bin Hanbel’in
naklettiğine göre Ebu Kabil şu hadiseyi nakletmiştir. Birgün Abdullah ibn
Amr’ın yanında bulunuyorduk. Önce Konstantiniyyemi yoksa Rumiyye mi
fetholuncağını soruldu. Abdullah bir sandık getirdi ve içinden bir kitap
çıkartarak söyle dedi Hz.Peygamberin etrafına toplanmış yazıyorduk. Bu sual ona
soruldu. Rasulullah Hirakl Şehrinin yani Konstantiniyyenin (İstanbulun)önce
fetholunacağını söyledi.
3)Cabir İbn Abdullahın
sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı
arasında fazla hadis rivayet etmekle söhret kazananlardan birisi olan Cabir ibn
Abdullah’dır. Sahifetul Cabir diye anılan sahifenin aslında Süleyman ibnu Kays
El- Yeşkuri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Süleyman ibnu Kays’ın
Cabir’den önce vefat etmesi ve Cabirin hadislerini ihtiva etmesi dolayısı ile
ona isnad edilmiş ve bu isimle anılmıştır. Cabirin sahifesi hadisçiler arasında
şöhret kazandıktan sonra pekçok kimse bu sahifeden rivayet etmeğe başlamıştır.
Mesela Ahmet Bin Hanbel bunlardandır.
4)Ali bin ebu Talib Sahifesi
Hz.Peygamberin amca oğlu ve
damadı Hz.Ali’nin elinde sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifenin
bulunduğu muhtelif kaynakların verdikleri haberlerde anlaşılır. Nitekim
Hz.Ali’nin; “Hz.Peygamberden kuran’dan ve şu sahifedekilerden başka bir şey
yazmadık.” Sözü bunu açıklar. Hz.Ali, Hz.Peygamber’in vefat ettiği sıralarda
Kuran tenzil üzerine toplamış bulunuyordu. Hatta kendisini bu işe o kadar
vermişti ki Hz.Peygamberin vefatı üzerine hilafet makamına geçen Ebu Bekir’e
beyat etmek fırsatını bile bulamamıştı.
5)Semura ibnu Cundeb sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı içinde
hadis yazanlardan biride Semura İbnu Cundeb’tir.Ebu Davud ve İbni Mace
sünenlerinde Nuaym ibn Ebi Hind tarikiyle Semura’nın oğullarından birer hadis
rivayet etmişlerdir.
6)Ebu Hurayra Sahifesi
Hz.Peygambeden en fazla
hadis rivayet etmekle şöhret kazanan Ebu Hurayre ‘dir. Hayatında yazılan ve
büyük şöhret kazanan diğer bir sahifede talebelerinden Hemman ibnu Münebbih’in
sahifesidir. Berlin ve Şam kütüphanelerinde iki yazma nüshası Pr.Muhammed
Hamidullah tarafından bulunarak geniş bir mukaddime ile neşredilmiştir. Hadis
tarihi yönünden değerli bir vesikadır.Hemmam’ın sahifesinde bulunan her hadis
Ebu Hureyre’nin rivayeti olarak altı hadis kitabnda yer almakla kalmamış aynı
zamanda Peygamberin bu sözlerinden her biri mana itibariyle diğer sahabilerden
rivayet edilmiştir.
7)Abdullah ibn. Abbas
sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı
içerisinde rivayetinin çokluğu ve bilhassa tefsir sahasındaki genişliği ile
şöhret kazananlardan biride Abdullah ibni Abbas İbni Abdulmuttalip’dir. İbni
Abbas hicretten üç sene önce dünyaya gelmişti. Tefsir ilminde otorite olması
dolayısıyla kendisine müfessiril kuran ve tercumanul kuran deniliyordu. İbn.
Abbas hz.Peygamberin vefatında onüç yaşlarında olmasına rağmen ondan pekçok
hadis dinlemiş ve hıfzetmiştir. İbni abbasın ilmi üç otoriteden gelmektedir.
Ömer bin el hattab, Ali bin ebi Talip, Ubey bin Kab.
Abdullah ibn.Ömer ibn.hattab
sahifesi
Hz.peygamberin genç
ashabından bir i olan abdullah ibn ömer in hadis yazıp yazmadığını bilmiyoruz.
Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi nafinin ondan bir
sahife rivayet ettiğine dair haberler vardır. El Buhari tarafından nafi
vasıtasıyla nakledilen bir habere göre Abdullah ibn.ömer sokağa çıkmadan önce
kitaplarına bakardır. Ettarihul Kebir
8)Sad ibn Ubade sahifesi
Cahiliyye devri
katiplarinden Sad ibn Ubade’nin Hz.Peygamberin meclislerinde daima hazır
bulunup ondan kuran, feraiz ve şeriat ahkamını öğrendiği bilinen hususlardan
olup hadis yazıp yazmadığı net olarak bilinmemektedir.
Bu örnekler Hz.Peygamberin
ilk günlerinden itibaren hadislerin yazılmağa başlandığını ve hadis yazanların
giderek çoğaldığını göstermeğe yeterlidir.
Kaynak:
Hadis Tarihi/Talat Koçyiğit
FIKIH TARİHİ
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş,
iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında
fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle
ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana
şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla
birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de
görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana
çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat
gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın
fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi,
bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık
zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür
uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı
devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı
sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere
gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun
sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak
ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün
belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak
ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H.
100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz
ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına
dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme
ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha
güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik
görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş
vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az
hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda
daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı
karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap
oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis
okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok
müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını
görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S.
350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını
olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve
taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda
hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının
kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden
alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki
fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H.
S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu
devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir
müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı
imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S.
1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve
ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn
Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve
onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.
Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak,
delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun
yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak
benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı
Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır,
ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile
Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir.
Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan
müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh
açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece
sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar
Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî
mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen
hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın
ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî
mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm,
Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan
Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler
verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın
sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar
görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı
Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1][1]
* * *
Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım
tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle
fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı
çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı
uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya
yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk
dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa
başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı
yoktur.
[2][1] Bkz.
Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal, s. 91 vd.; Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla
İslâm Hukuku, I, 41 vd.; Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri,
s. 665.
SONUÇ
Özet sunularak anlatmaya çalıştığımız üzere; tefsir tarihi, hadis
tarihi ve fıkıh tarihi gelişimleri birbirine paralellik arz etmektedir. Tarihi
süreç içerisinde bu üç ilim dalının etkileşime girdiği unsurlar benzerlik arz
etmektedir. Bu açıdan değerlendirmeğe tabi tutulduğunda İslami İlimlerin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği
sonucuna varmak yanlış olmasa gerektir.
Saygılarımla….
TARİH MÜTALAASI 31.03.2014
Ömer Faruk SERDAROĞLU
2013 / 2014 Bahar Dönemi Ödevi
TEFSİR HADİS VE FIKIH TARİHİ
A- TEFSİR TARİHİ
a-Tefsir ( Arapça:
İlm ut Tefsir), İslam dini terimidir.
'el-Fesr' masdarından tef'il babında
yorumlamak, açıklamak manalarına gelen bir
kelimedir.İslami terim
olarak , Kuran’ın ayetlerinin açıklanmasına dâir
dalıdır. Tefsir ilmi ile uğraşan kişiye müfessir( Arapça: muffessir, çoğuluna mufessirun)
denir. Tefsir dersleri medreselerde, İlahiyat fakültelerinde okutulan
derslerdendir. Tefsirciler
tarafından ilk müfessir kabul edilen Hz. Muhammed (s.a.v) , Kur’an-ı yine
Kur'an ile tefsir etmiştir. Sahabe ve tabiin denilen birinci ve ikinci nesil
Müslümanlar peygamberin bazı
açıklamalarını kaydetmişlerdir.
b-Tarih geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplanması, bir
araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Tarihi bilgi, geçmişteki olaylara
ilişkin tüm bilgilerin, olayların vuku bulduğu dönemin şartları göz önüne
alınarak, mümkün olduğunca nesnel bir şekilde sunulması ile oluşur. Tarih,
yaşanan olayların bir daha yaşanabilmesi gibi bir olasılık olmadığından diğer
bilimler gibi deney ve gözleme dayanamaz.
c-Kur’ân-ı
Kerîm Tefsirine Duyulan İhtiyaç
Fert ve toplum açısından insan, yaratılışından Kur’ân- Kerîm’in gelişine kadar,
gaye ve hedef itibariyle, birbirine zıd, hidayet veya sapıklık yollarından
birini seçe-gelmiştir. “İnsan, bütün bir ömrünü kapsayan bu yolculuğa niçin
çıktı? Nereden geliyor ve nereye gidiyor? Ölümden sonraki hayatın anlamı
nedir?” gibi soruları, herhalde akıl ve irade sahibi bir kişinin, kendine
sorması gerekir. Büyüklü küçüklü milyonlarca yıldızla donatılmış fezanın akla
durgunluk veren yapısı, nizam ve âhengi, bir yaratıcının muhakkak olduğunu
göstermektedir.
Şüphesiz bu yaratıcı, yüce Allah’ ( c.c ) tır. Elbette, her eserin bir var-oluş
sebebi, maksadı olduğuna göre, insanın da bir yaratılış gayesi vardır. Bu gaye
ona, peygamberler “aleyhimü’s-sselâm” vasıtasıyla gönderilen kitaplarla
bildirilmiştir. Son Peygamber Muhammed “aleyhisselâm”a da Kur’ân-ı Kerîm
indirilmiştir. İşte bir müslümanın, bu Kitâb’a ve onu açıklayan kaynaklara
göre, inanç ve davranışlarını tespit etmesi gerekmektedir. Dinî anlamda bu,
iman ve amel sorumluluğunu ifade etmektedir. Müslüman, iman ve amelini, yüce
Allah’ın tebliğlerine, dolayısıyla rızasına uygun yaparsa, geçerli olmaktadır.
Bu tebliğlerin de belirlenmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in iyi anlaşılmasına ve doğru
tefsir edilmesine bağlıdır.
A1- HZ. PEYGAMBER
DÖNEMİNDE TEFSİR
Kur'an-ı Kerim'i anlama konusunda, İslâm tarihi boyunca farklı yaklaşımlar
olmuştur. Asırlar boyunca meydana gelmiş olan çeşitli tefsir tarzları, bunun
neticesidir.
Tefsir ilminin yapacağı ilk iş, Kur'an'ın açıklanmasında, Hz. Peygamber
aleyhisselamın işlevini gözönünde bulundurmaktır. Allah Tealâ gönderdiği
Kitabın tefsirini birinci derecede Resulüne havale etmiştir. Ezcümle şöyle
buyurmuştur:
"Biz sana zikri indirdik. Tâ ki kendileri için indirilen Kur'an'ı
insanlara açıklayasın ve tâ ki onlar da iyice
fikirlerini kullansınlar" (Nahl, 44). İndirilen zikr, vahy-i gayr-i metlüv
olarak sünnettir. Kur'an'ı tefsir edip açıklamak üzere Peygamberimize
bildirilmiştir. Bu âyetle bu manayı ifade eden birçok âyete dayanarak
müslümanlar, Kur'ân tefsirinde Hz. Peygamber'in açıklamalarına birinci derecede
yer verme konusunda ittifak etmişlerdir.
Allah Tealâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kağıtlar şeklinde değil,
aramızdan seçtiği Resulünün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın
metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve
uyguladı.
Demek ki Hz. Peygamberin Kur'an'la ilgili başlıca üç görevi vardı:
1- Tebliğ
2- Tebyin
3- Tatbik.
O'nun bütün hayatı bu işlerle doludur. Vahiy met¬ninin ulaştırılması, izhar
edilmesi işi için Kur'an, belağ ve tebliğ kelimelerini kullanmıştır. Mesela;
"Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, sana
verdiği risaleti (mesajı) tebliğ etmemiş olursun" (Mâide, 67). Kur'ân
mesajı ulaştırmak hakkında tebliğ kelimesini defalarca kullanırken, demin
zikrettiğimiz Nahl, 44 âyetinde tebyin kelimesinin tebliğ, ulaştırma, açığa
vurma manasında kullanıldığını iddia etmenin hiçbir değeri olamaz.
Diğer taraftan bir âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan ulü’l-emre de
itaat edin. Eğer herhangi bir hususta tartışıp ihtilaf ederseniz onu Allah'a ve
Resulüne irca edin" (Nisa, 59).
Allah'a irca etmek O'nun kitabına götürmek, Resulüne irca etmek ise hayatta
iken kendisine, vefatından sonra da O'nun hadislerine irca ederek, hadisleri
hakem kılarak konuyu vuzuha kavuşturmak manasına gelir.
Sahabe neslinin sonlarında, dinin tek kaynağının Kur'an olduğunu iddia eden tek
tük insan ortaya çıkmış, sahabiler bunlara karşı çok net bir tavır
takınmışlardır.
gördün mü?" Sonra namazı, zekâtı ve emsali hükümleri sıraladı ve ilave
etti: "Bütün bunları Allah'ın Kitabında tefsir edilmiş olarak buluyor
musun? Kitabullah bunları mübhem bırakmış, sünnet de tefsir etmiştir"
Sahabenin en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, sünnetin öngördüğü
bütün davranışlar, temelde Kur'an'ın istediklerini yerine getirmektir. Haşr
suresinin 7. âyeti, Hz. Peygamber'in sünnetine bu işlevi vermiştir. Nisa, 119.
âyeti, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi yasaklar.
Fakat bu âyetin maksat ve kapsamını ancak Resulullah'ın anlayışı ve
uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Abdullah İbn Mes'ud'a (r.a) Beni Esed kabilesinden bir kadın gelip şöyle dedi:
"Ey Eba Abdirrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları
aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana lanet ettiğini
duydum?" Abdullah İbn Mes'ud ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum
ki, Resulullah (a.s)'in lanet ettiğine ve Kur'an'da belirtilene lanet
etmeyeyim?" Kadın cevaben; "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın
tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım?" deyince İbn Mes'ud'un
cevabı şöyle oldu: "Eğer layık-i veçhile okumuş olsaydın bulurdun. Zira
Allah Tealâ buyuruyor ki: "Peygamberin size bildirdiği her şeyi alıp kabul
edin, O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" dedi.
Hicri ikinci asrın son çeyreğinde Basra'da bir grubun, hadislerin sübutu
meselesinde şüpheye düştüklerinden sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz.
Bunlardan bazıları, âhad yolu ile rivayet edilen hadisleri kabul etmeyip
mütevatirleri kabul ederken bazıları hepsini birden reddediyordu. Şüpheleri
yersiz idi. Fakat şuna dikkat edelim ki bunların itirazı sünnetin Kur'ân'ı
tefsir etmesine değildi; rivayetlerin sübutuna idi. İmam Şafiî El-ümm adlı
eserinin Cimau'l-ilm bölümünde bu grubun sözcüsü ile olan münazarasını nakleder
ve çok ikna edici delillerle sünnetin, Kur'ân'ı açıklayan, ümmeti bağlayan bir
kaynak olduğunu açıklar. Şafiî'ye göre "İmamların bütün söyledikleri
sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur'an-ı Kerim'in şerhidir."
Üçüncü asırdan itibaren sünnetin dindeki yerini reddeden müslümana
rastlanmamıştır; tâ ki Avrupalıların 19. asırda İslâm ülkelerini istila
etmeleri neticesi sömürge idaresi kurmalarına kadar, bu sapıklık görülmemiştir.
Sömürgeciler Hz. Peygamber'e duydukları kin, peşin hükümle şartlanarak İslâm'a
nefretle bakışları, müslümanların birliklerini parçalama, İslâm medeniyetini
çekememe, müslümanlar arasında fitne ve ihtilaf çıkararak onları birbirleriyle
uğraştırırken kendi hakimiyetlerini kolayca devam ettirme, müslümanların
servetlerini yağmalamaya devam etme gayeleriyle bu ihtilafları
körüklemişlerdir.
Zaten onların bu gayeye hizmet etmek için yetiştirdikleri oryantalistler,
İslâmî incelemeler uzmanı olduklarını iddia ederek, İslâm aleyhinde birçok
şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte sömürgeci idare, birçok oryantalist
tarafından üretilen bu iddiaların kulaklarına üfleneceği, bazı gafil, cahil,
gevşek, ecnebi taklitçisi, menfaat peşinde koşan müslümanlar bulma imkânı
verdi.
Müslüman toplumlarca hiç kabul görmemesine rağmen bu kabil iddiaların iki asır
boyunca, arada bir ısıtılıp tekrar piyasaya sürülmesi de bu fitnenin gayr-i
müslimler tarafından kaynatıldığının bariz delilidir. Zira onlarca önemli olan,
bu görüşün galip gelmesi değildir. Bu aykırı iddiaların müslümanlar arasında
yerleşemeyeceğini onlar da pek iyi bilirler.
Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp müslümanları, hayatî meseleleriyle meşgul
olmaktan, bir süre için bile olsa uzaklaştırmaları, onları birbirine
düşürmeleri kendilerine yetmektedir.
Fakat bu gafil müslümanların aynı iddiaları ilmî olarak ileri süren
oryantalistlerden temel farkları şudur: Onlar Kur'an'ın Allah tarafından
gönderildiğine inanmazken, berikiler Kur'an'a iman ettiklerini söylerler. Bu da
kendilerinin durumunu, daha da zorlaştırmaktadır.
Zira bu iddialar İslâm toplumunun içinde çıkmış, bünyenin ihtiyacından ileri
gelmiş meseleler olmayıp, Kur'ân'a ve İslâm'a inanmayan ecnebiler tarafından
üretilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'a inanmadığını iddia ederek o sapıklıkları
kabul ettirebilmek çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü, eskiden bazı
müslümanlar hadislerin sübutundan emin olmadıkları iddiasıyla hadisleri ihmal
etmişlerdi. Ama bunlar Allah'ın Kur'an'da Resulüne verdiği Kitabı açıklama
yetkisine itiraz etmektedirler. Oryantaliste göre iş kolay. Hatta Kur'an'da
olması da onlar için çok şey ifade etmez. Onun içindir ki, hadiste ve Kur'an'da
bulunan hakikatleri reddetmek veya saptırmak veya sathî olarak değerlendirmek
veyahut pek önemsememek onlara göre normaldir. İşte görüyoruz ki, bu hususta
onları taklid eden müslümanlar da onlardan etkilenmiş, dinî hassasiyetleri
azalmış bulunmaktadır.
Bunlar Kur'an-ı Kerim'in bütün âyetlerini gözönünde bulundurarak değerlendirme
yapan klasik İslâm âlimleri gibi davranmayıp, hevalarına göre mana
vereceklerini düşündükleri bazı âyetleri münferit olarak ele alırlar. Şöyle ki:
"Kur'an ''Allah size kitabı mufassal olarak indirmişken ondan başkasının
hakemliğini arar mıyım?" (En'am, 114) buyurmaktadır. Demek ki hem
Kur'an'ın açıklanmaya ihtiyacı yoktur, hem de Allah'tan başkasının hüküm
yetkisi yoktur" derler.
Cevaben şöyle deriz: Bu âyet, Hz. Peygamber'in nübüvvetine itiraz eden
kafirleri reddetmek muhtevasında varid olmuştur. Onlar keyiflerinin istediği
bazı hârikulade şeyler, sihirbazvarî işler, Hz. Peygamber'in nübüvvetini başka
otoritelerin onaylaması gibi şeyler peşinde idiler. Allah Tealâ ise birçok
hakikatleri mufassal olarak açıkça bildiren ve mucize özelliği olan Kur'an'ı
indirmesiyle kendisinin bu nübüvveti onayladığını bildirmişken, başka
harikalara ve otoritelere hiçbir ihtiyaç olmadığını belirtmektedir.
Zira ilâhî hükmü anlamak için, diğer harika hallerin, mucizelerin delâleti
Kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Mesela ay'ın
ikiye yarılması mucizesinden bile Peygamberimiz'in nübüvvetine delâlet, ancak
kısa bir an için ve onu gören mahdut kimseler için söz konusudur. Ama bundan
istifadenin gerek açıklığı, gerek devamlılığı, kelâma, yani Kitaba dayanır.
İşte burada bu mana hatırlatılarak buyuruluyor ki: "Allah, size diğer
mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve böylece
hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların
yaldızlı sözlerine meyledeceğim de (bundan önceki En'am 112 âyetinde bu durum
sözkonusu edilmektedir) aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü
bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla!"
Bu âyet, Allah'ın fermanıyla olan bu şehadetini kabul etmeyip, insanlardan
birtakım hakemler, otoriteler teklif eden müşrikleri reddediyor. Nitekim nüzul
sebebi rivayetine göre müşrikler Hz. Peygamber (a.s)'a "Seninle bizim
aramızda yahudi hahamlarından veya hıristiyan piskoposlarından senin durumun
hakkında hükmedecek bir hakem tayin et" diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun
üzerine bu âyetler indirilmiştir.
Demek âyet-i kerime, birinci derecede Hz. Peygamber'e hitab ederek nübüvvetinin
başka otoritelerin tasdikine ihtiyacı olmadığını, Allah'ın Kur'ân'la olan
şehadetinin buna fazlasıyla kâfi geldiğini bildirmek için nazil olmuştur.
Bu âyeti, Hz. Peygamber'in, hadisleriyle Kur'ân'ı açıklamasının aleyhinde delil
getirmenin hiçbir manası yoktur. Bir kere böyle yapmak âyeti siyakından, muhtevasından
çıkarmaktır.
Diyelim ki bu tuhaf iş yapıldı. Bu âyetten Hz. Peygamber'in hüküm koyma yetkisi
olmadığı mânâsı çıkarıldı. Bizim buna itirazımız yok. Zaten hükmün tek
kaynağının Allah olduğunu biz de söylüyoruz. Yalnız bunu hadislerin tefsir etme
özelliğini reddederek değil, hadisi yerine yerleştirerek yapıyoruz. İşte bakın
bu konuyu Şah Veliyyullah Dihlevî nasıl güzelce ifade ediyor:
"Helâl ve haram kılmak, herhangi bir şeyin melekût âleminde o fiil
sebebiyle sorumlu tutulup tutulmayacağı hakkında geçerli bir hüküm icad
etmektir. İşte bu icad, sorumlu tutulmaya veya tutulmamaya bir sebep teşkil
eder. Bu ise, Allah'ın sıfatlarındandır. Helâl ve haramın bazen Resule nisbet
edilmesinin sebebi, O'nun sözünün, Allah'ın helâl veya haram kılmasına delil
olmasındandır. Müçtehidlere nisbeti ise, ya Şari'in nassından veya rivayet veya
onun sözünden kasdedilen manayı istinbat etmeleri cihetiyledir.'
Demek ki müslüman gelenek, hadis-i şerifleri değerlendirmesiyle müçtehidlerin
gayretleriyle; tefsir, hadis, usul-i fıkıh, fıkıh gibi ilimleriyle Allah'tan
başka hakem, O'ndan başka hüküm kaynağı ortaya çıkarmış değil. Bilakis Allah
Tealâ'yı tek hüküm kaynağı olarak bilmiş ve fakat o hükmün nasıl anlaşılıp
tatbik edilmesi gerektiğini arayıp öğrenme yoluna girmiştir. Buna uymayan tutum
ise Haricîler ile bazı oryantalistlerde ve onların kuklalarında görülmüştür.
Haricîler Hz. Ali'yi (r.a.) hakem tayin ettiği için kâfir ilân ettiler. Zira
"Allah'tan başka hakem yoktur" dediler. Hz. Ali buna karşı meşhur
cevabını şöylece vermişti: "Bu hak ve doğru bir sözdür, fakat bâtıl maksat
için ileri sürülmektedir." Hz. Ali: "Tamam, Allah'tan başka hakem
yok. Fakat O, hükmünü Kur'ân'da bildirmiştir. Kur'ân ise, hükmü uygulama mercii
değildir. Ondaki hükmü insanların anlayıp uygulaması gerekir" diyordu.
Diğer bir iddia, Kur'ân'ın mufassal vasfını ileri sürerek, ayrıca tefsir
edilmesine ihtiyaç olmadığını ileri sürmektir. Kur'ân-ı Kerim hak ile bâtılı
iyice belli edip açıklamıştır. Birçok helâl ile haramı bildirmiştir. Onda
birçok hakikat açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla elbette mufassaldır.
Keza Kur'ân'ın mübîn vasfını ileri sürerler. Mübîn "açık, zahir veya açıklayan"
mânâlarına gelir. Kur'ân Allah'ın fiil, isim ve sıfatlarına, ahiret hayatına,
vahiy ve nübüvvete, önceki ümmetlerin hallerine, insanın dünyadaki
vazifelerine, güzel ahlâk prensiplerine, Allah'ın insanlara vaz'ettiği talimat
ve ahkâma dair birçok hakikati açıklamıştır. Demek ki Kur'ân'ın mübîn olması şu
demektir:
1- Kur'ân'ın i'cazı, Hak Tealâ'dan geldiği aşikârdır, açıktır.
2- Dünya ve âhirete, mülk ve melekûta, gaybe dair bilgiler verir, birçok kıssa
ve mev'izaları açıklar.
3- Hakkı bâtıldan, hayrı serden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eder.
4- Kur'ân'ın dili açık, fasih Arapça'dır. Arap dilinin muazzam ifade
imkânlarını kullanmak suretiyle, ifade-i meram etmiş, diller içinde en sağlam
bir beyan aracı ile gelmiştir.
Bütün bunlar, Kur'ân'ın mübîn vasfını fazlasıyla göstermektedir. Fakat
Kur'ân'ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen
anlayacağı şekilde meydandadır, tefsire hacet yoktur, demek değildir. Kur'ân,
Kitap olarak gönderilmiştir. Kitap birçok ilimler ihtiva etmektedir. Muallimsiz
kitap, insanlara bir şeyler öğretmek için geçerli olan bir yol değildir.
Öğretimde kitap ile yetinen, öğretmeni ve okulu reddeden öğretim sistemi
olamaz. Onun içindir ki Allah, Kitabını, mesajını sahipsiz, muallimsiz
bırakmamıştır.
Birçok âyette Peygamber'in kitap ve hikmeti öğretmesinden, açıklamasından
bahsetmiştir.Peygamberine tam bir itaat istemiş, O'na itaatin Allah'a itaat
olduğunu bildirmiş, O'na itaat etmemenin, O'nun verdiği hükme boyun eğmemenin
imansızlık alâmeti olduğunu bildirmiştir. Sadece birkaçının mealini verelim:
"O ümmilere kendilerinden bir peygamber gönderen Allah’tır. O Peygamber,
onlara Allah'ın âyetlerini okur, onların iç ve dışlarını arındırıp temizler,
onlara kitabı ve hikmeti öğretir" (Cuma, 2).
"Kim Peygamber'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir"
(Nisa, 80).
"Peygamber'in size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin O'nun menettiği her
şeyden vazgeçin" (Haşr, 7).
"Hayır, hayır! Rabbine yemin ederim ki, aralarında tartışıp çekiştikleri
şeylerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir
sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar"
(Nisa, 65).
"Ey Resulüm de ki; (Ey insanlar) Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki
Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafurdur, Rahimdir"'(ÂI-i
Imran, 31).
İşte Peygamber'in Kitabı öğretmesi, hikmeti yani sünneti öğretmesi, işte O'na
yani O'nun hadislerinde bildirdiği hususlara itaat etmenin lüzumu, işte O'nun
hakemliği... Bunlar, bu ve benzeri birçok âyette güneş gibi aşikârdır.
Kitapta, elbette o kitabı esas alarak öğretim yapan o en büyük Muallimin (a.s)
öğreteceği, açıklayacağı, uygulayacağı birçok şey vardır. Mesela Kur'ân'ın en
çok üzerinde durduğu farzlardan biri salat yani namazdır. Namaz emri açıktır,
kesindir. Ancak nasıl ifa edileceği, o en büyük Muallimin açıklayıp öğretmesine
havale edilmiştir. O'nun öğretmesine başvurmadan namazın eda edilişini
Kur'ân'dan anlamak mümkün değildir.
Yoksa Kur'ân'ın mübîn ve mufassal olmasından, onu herkesin, okur yazar olmayan
birinden tutun, ilimde en ileri seviyede olan, tefsir, fıkıh, kelâm âlimlerinin
aynı şekilde anlayacağı manasını çıkaran kimse, bu iddiasını kimseye
inandıramaz. Hele buna karşı: "İşte Kur'ân mucize olduğu içindir ve mübîn
olduğu içindir ki onu herkes anlar, tefsir edilmesine ihtiyaç yoktur"
demek tam bir mugalâtadır. Bunu iddia eden adam, Kur'ân'da 19 mucizesinin var
olduğunu ileri sürüyor. Şimdiye kadar milyonlarca ilim adamı, yüz milyonlarca
müslüman, her gün okudukları Kur'ân'da bunu neden göremediler? Kur'ân'dan
kıyametin kopacağı tarihi çıkaran adam nasıl olur da bu iddiada bulunabilir?
Bin dört yüz küsur sene milyonlarca insan niçin bu tarihi Kur'ân'da göremedi
acaba? Dünyada anlaşılması en zor bir durumla karşı karşıyayız. Böylesi bir
iddiada bulunan kişinin, Kur'ân'ın tefsire çok fazla ihtiyacı olduğunu ileri
sürmesi beklenirdi. Demesi gerekirdi ki; "Tefsiri o kadar zor ki bakın,
yüz milyonlarca insan, ilim adamı okudu göremedi, ben çıkarabildim."
Geçerli olmasa da, bunu iddia etmesine bir şey diyemezdik. Fakat her okuyanın
Kur'ân'da kesin olarak bulup anladığı demin naklettiğimiz o âyetleri inkâr
ederken sonra da kalkıp böyle neticeler çıkaran kişi, akıldan mahrum bir
mahlûktur. Aslında ciddiye alınması gerekmez.
A2- SAHABE DÖNEMİNDE TEFSİR
Rasulullah
(s.a.v) hayatta iken sahabe, Kur’an’dan anlayamadıklarını ona soruyor ve
doyurucu bilgiler alıyorlardı. Resulullah’ın vefatından sonra ise bu bilgi
kaynağı kesildi. Ancak onun bıraktığı iki şey vardı.
Bunlar Allah’ın kitabı ile Resulünün sünneti idi. Resulullah’ın vefatından
sonra sahabe, herhangi bir ayetin tefsirini anlamak için önce Kur’an’a müracaat
ediyorlardı. Onda bulamazlarsa Hz.Peygamber’in sünnetine bakıyorlardı. Bunda da
bulamadıkları takdirde kendi rey ve içtihatlarıyla ayeti tefsir ediyorlardı.
Sahabe genellikle ayetlerin nüzul sebebini anlatmak ve Kur’an’ın nâsih ve
mensuhunu belirtmek suretiyle tefsir ederdi.Ayetteki bir müşkili halletmek için
bazıları tahsis yolunu, bazıları da tarihî bir yolu takip ederek ayete açıklık
getiriyorlardı. Bu açıklamaları yaparken, insanların ruhî durumlarını gözönünde
bulundurdukları gibi, ayetlerden anladıklarını bizzat yaşayarak, uygulamalı
tefsiri de ihmal etmiyorlardı.Sahabe genellikle, hükümlerle ilgili olmayan
konularda, ayetin akı-şından anladıkları icmâlî mana ile yetiniyorlar,
müfredatın manalarını araştırmakta zorlama olduğu kanaatini taşıdıkları için,
bundan sakınıyorlardı. Ayetin maksadını anlamaya ve kendilerinden istenileni
uygulamaya çalışı-yorlardı.Bununla beraber, Arap dilinin inceliklerini, Arap
âdet ve geleneklerini bilmeleri, Kur’an’ın indiği dönemde Arap Yarımadasında
yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve diğer gayr-i müslimlerin hallerini bilmeleri ve
Allah’ın kendilerine lütfettiği anlayış melekesi sayesinde içtihat ederek de Kur’an’ı
tefsir ediyorlardı. Onların bu hususiyetleri Kur’an’ı tefsir etme hususunda
kendilerine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.Sahabenin anlayış farkları,
içtihatlarında da farklılıklar meydana getirmiş, neticede çeşitli görüşler
ortaya çıkmıştır. Arap dili ve edebiyatını anlayış farkları, bazılarının,
kelimenin hakikî manasını almasına, bazılarının ise mecazî manasını
kullanmasına sebep olmuştur. Ayrıca İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi,
dolayısıyla sahabenin farklı din ve kültürlerle karşı-laşmaları, aralarında
görüş farkları doğurduğu gibi, aynı sahabinin, aynı ayetin tefsirinde önceki
içtihadı ile sonraki içtihadı arasında da farklılıklar meydana getirmiştir.
Sınırları sürekli genişleyen İslâm devletinde özellikle genç sahabenin çeşitli
din ve kültürlerle karşılaşmaları ve bunlardan etkilenmeleri neticesinde ortaya
yeni görüşler çıkmıştır.Bununla beraber sahabe arasındaki ihtilafın, bir zıtlık
ihtilafı değil, bir nevî ihtilafı olduğu kabul edilir. Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu
bu hususta şöyle der: “Sahabenin kültür bakımından farklı olmaları, Kur’an’ın
kendine has bazı özellikleri ihtiva etmesi, Arap dilinin konuşma dili olarak
zenginliği, fakat yazı dili olarak nokta ve harekeden mahrum oluşu gibi
sebeplerle bir ayetin tefsiri hususunda bazı ihtilafların olması bir gerçektir.
Bu ihtilaflar zıtlık ihtilaflarından ziyade bir nevî ihtilafı idi.
”Netice olarak, Sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetleyebiliriz:
a)
Sahabe asrında yapılan tefsirler yazılmamıştır.
b) Sahabe Kur’an’ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.
c) Ayetlere icmalî mana vermekle yetinmişlerdir
d) Ahkam ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.
e) Sahabe arasındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nevî ihtilafıdır.
A3- TABİUN DÖNEMİNDE TEFSİR
Gerek Hz. Peygamber (sas), gerekse dört halife devrinden i-tibâren, yeni
fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her
beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler
görevlendiriliyordu. Resûlullah zamanında Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer
döneminde de Abdullah b. Mes'ud'un Irak'a muallim olarak gönderilişini burada
misâl olarak zikredebiliriz. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan sahabe,
oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.
İslâm dininin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris
halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine
Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamberden (sas) öğrendikleri tefsiri
öğretiyorlardı.
Bilhassa müslümanlann yaşadıkları bir çok bölgede, fitnenin zuhûruyla
ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların
ortaya çıkması, her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a
sanlması, bazen yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması...
gibi nedenler, sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'ân'ın tefsiri hakkında
ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gayesiyle tâbiûndan bazılarının
da karşı çıkmasına rağmen Kur'ân'ın ma'kûl ve doğru bir şekilde tefsir
edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka
sebeplerden dolayı Sahabenin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor,
onların çevrelerinde Kur'ân ve hadîs tedrîs ediliyordu.
Bu tedrîs neticesinde genel olarak "Mevâlî" adıyla anılan ve Arap
olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle tefsir alanında temayüz
etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne çıkan Nâfi', İkrime, Atâ,
Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde meşhur sahâbilerin
mevâlisi olarak anılmakta-dıriar. İşte bu ve benzeri kimseler, eski din ve
kültürierinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak, İslâmiyeti Araplardan
farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları yüzünden tefsirde önemli
hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır. Bu
faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları sahâbîler, öğrencileri tabiîler olan
mektepler oluştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiûndan
meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır:
a- Mekke Ekolü
Bu medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve
"Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v.
68/687) tarafından kurulmuştur. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş
olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiye: "Tabiîler içerisinde tefsir yönünden
en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn
Abbâs'ın talebeleridir." diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller
arasındaki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler
şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v.
105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).
b- Medine Ekolü
Resûlullah Efendimizin (sas) vefatından sonra, ashabın uzun zaman aynlmayıp bu
mukaddes şehirde ikâmet etmesi ve âlim sahâbîlerin sayı itibariyle diğer ilim
merkezlerine nispetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini
ortaya koymaktadır. Medine'deki sahâbîler bu şehirde kaldıklan müddetçe
kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz. Peygamber'in sünnetini
öğretmeye çalışıyorlardı. Medine medresesi, Medine'nin en büyük âlimlerinden
olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun tedris halkasında
yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed
b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eslem (v. 136/753), doğrudan veya
dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.
c- Irak Ekolü / Kufe-Basra
Tefsir ve kıraat konusunda sahabe müfessirlerinin en önde
gelenlerinden biri de Abdullah b. Mes'ûd'dur. (v. 34/654) İbn Mes'ûd, Peygamber
Efendimizin (sas) vahiy kâtiplerinden olması hasebiyle O'nun yanından pek
aynlmazdı. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in (sas) Kur'ân'a yönelik açıklamalanna
daha çok muttali olmuştur. O'nun bu niteliğini ve ilimdeki derinliğini bilen
Hz. Ömer (r) halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin
etmiştir. İbn Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir
temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn
Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk
nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini
vermişlerdir.
Mesruk b. el-Ecda' (v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b.
el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728),
Katâde b. Diâme (v. 117/735), İbrahim en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak
yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.
Tabiîler buralarda tefsir ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu
üç tefsir okulu ayn bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için
aralannda aynlıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur.
Meselâ; Mekke ve Medine ekolleri re'y ve kıyasa fazla yer vermezlerken, İrak
medresesinde bu görüşlere fazlasıyla önem verilmektedir.
Tabiîler, tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler,
ya da kendi içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen
hareket de tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu
hareket tabiîler devrinde artarak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer
kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir. İslamî eserlerde
İsrailî rivayetler çoğunlukla Abdullah b. Selâm (v. 43/663), Ka'bu'l-Ahbâr (v.
32/652), Vehb b. Münebbih (v. 110/728), Abdülmelik b. Güreye (v. 150/767) üzerinde
yoğunlaşmaktadır.
* Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı
kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü
tefsir edilmeye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin
icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir.
Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken,
istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle,
âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir.
Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini
tasvîr mahiyetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca
görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir. Tabiîler arasındaki anlayış
farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu
ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış
olmaktadır.
B- HADİS TARİHİ
a- Hadis
Sözlük manası: (hadese) fiilinden alınmış bir kelimedir. Yeni, sonradan olan,
yeniden meydana gelen manalarına gelir. Tef'il babından (et-tahdîs) konuşmak,
bir şeyden bahsetmek, haber vermek anlamına gelir. Bu babdan alınmış isim olan
hadis ise tek kelime ile, söz ve haber demektir.
Terim olarak hadis: Hz. Peygamber (sas) e ait
sözler, fiiller yani hareket ve davranışlar, tekrirler ve ona ait sıfatlardır.
Diğer bir tabir ile sünnet ile eş anlamlıdır.
b- Hadisin Önemi
Hadisler ; bize Kur'anı açıklar, ibadetlerin
yapılış şekillerin açıklar, Fıkhın (İslam hukukunun) Kur'andan sonra en önemli
ana kaynağıdır. Kur'an-ı Kerimde olmayan dini hükümleri ortaya koyar, İslam
modelini oluşturur.
B1- HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE HADİS
İslâmî ilimlerin en eskisi hadis ilmidir.Hadîs ilmi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin,
başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde
bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette
her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok parlak
gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı
gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da olmuştur.
Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli
bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en
orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm'ın duraklama
döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından
dışarı çıkamayan eserler vermiştir.
Şu demek oluyor: Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini
geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları
mükâfatlandırmıştır.
Hadis tarihinde sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn denilen ilk üç neslin büyük
önemi vardır. Hz. Peygamber’in ( a.s ) söz, fiil ve takrirlerinden oluşan
hadislerin öğrenilmesine karşı sahabe devrinde gösterilen istek ve arzu, aynı
şekilde tâbiîn döneminde de devam etmiştir. Siyasi bakımından daha çok
Emevilerin iktidarda olduğu bir zamana rastlayan bu dönemde, İslam kültür ve
medeniyeti gelişmeye ve parlamaya başlamış, bir taraftan Türklerin yaşadığı
bölgeler fethedilirken, diğer taraftan fetihler Endülüs’e kadar uzanmıştır. Bu
devirde pozitif ilimler sahasında olduğu gibi, İslamî ilimlerde, özellikle
hadis ilim dalında olumlu gelişmeler kaydedilmiştir.
Hz. Peygamber’in ( a.s ) vefatıyla İslam
coğrafyasının değişik bölgelerine dağılan sahabilerin bulundukları yerlerde,
onlardan Kur’an ve sünneti öğrenmek isteyen ilim talipleri teşekkül etmiştir.
Sahabilerden sonra geldikleri için kendilerine "tâbi olanlar"
anlamında "tâbiîler" denilen bu ilim talipleri, sahabe neslinin sahip
olduğu sünnet ve hadis kültürünü ilk zamanlar ezberlemek suretiyle hafızalara,
daha sonra da yazarak sayfalara kaydetmek noktasında önemli görevler
üstlenmişlerdir. Tâbiîn dönemi zaman itibariyle uzun bir süreci kapsamaktadır.
Bu süreç içinde yaşayan tâbiîler arasında, İslam öncesinde doğup asr-ı saâdet
döneminde yaşayan, çok az bir zaman farkıyla Hz. Peygamber’i ( a.s ) görme
fırsatını kaçıran ve kendilerine muhadram denilen insanlar vardır.
Muhadramların dışında, sahabe döneminde doğan sahabe çocukları, bu iki grubun
dışında fethedilen bölgelerde sahabe ile tanışan değişik insan grupları vardır.
Dolayısıyla tâbiîn dönemi, cahiliye ve İslam dönemine ait, başta Hz. Peygamber (
a.s ) olmak üzere dört halife, diğer sahabiler, Emeviler ve Abbasiler’in ilk
döneminde yaşayan insanların sahip olduğu zengin bir kültür birikimini temsil
etmektedir.Hz. Peygamber’e ( a.s ) uzanan isnad silsileleri içinde, sahabeden
sonra ikinci tabakayı oluşturan tâbiîn neslinin tanınması her bakımdan büyük
önem taşımaktadır.
B2- SAHABE DÖNEMİNDE HADİS
Sahabe, Hz. Peygamber (sav)’in de teşvik ve
talimatları doğrultusunda, onun vefatından sonra hadisleri öğrenmeye ve
bilmeyenlere öğretmeye büyük gayret göstermişlerdir.
Sahabe, özellikle Hz. Peygamber (sav) ‘in
vefatından sonra hadis yazımına ağırlık vermişler ve bu işle ilgilenenlerin
sayısı günden güne artmıştır. Abdullah İbnu Abbâs, Semüre b. Cündüp, Câbir b.
Abdillah, Enes b. Malik, Hz.Ali, Ebu Hüreyre gibi bazı sahabilerin hadis
sahifelerinden bahsedilmektedir. Yine Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer (ra)’ın da
ellerinde yazılı halde bulunan bazı hadis belgelerini yaktıkları da
nakledilmektedir.
Bundan başka Sa'd ibnu Ubâde el-Ensârî,
Abdullah ibnu Ömer, Abdurrahman ibnu Ebî Evfa, Muğire ibnu Şu'be, Abdullah ibnu
Mes'ud (radyallahu anhüm ecmain) gibi daha bir kısım sahâbenin, hadîsleri
yazdıklarına dair rivâyetler mevcuttur. Bu zatlar, Hz. Peygamber (sav)
döneminde veya onun vefatından sonra hadis çalışmalarında bulunmuşlardır.
Yukarıda da açıklandığı gibi bir çok
Sahabinin hadis konusunda önemli çalışması olmuştur. Fakat bu çalışmalar küçük
kitapçık veya sadece ders notu mahiyeti arz etmekteydi. Bu bakımdan Sahabe
dönemine Hadis Yazımı Dönemi adını verebiliriz.
Hazreti Peygamber (a.s) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıklarını
ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama
faaliyetinin ise, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci
asrın başlarında başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda
rakamla tespit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir.
Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler,
konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri
"hadisleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Ez-Zuhri’nin tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir
hüviyet kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu
ülkenin birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi
mezheplerin zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi,
nihayet bunlara paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması
hepimizin malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin
tamamen yok olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale
gelmiştir. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak,
hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden
geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin
rivayet ettiği hadisleri sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe
yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası
yanında çok hadis rivayetiyle de tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife
Ömer bin Abdülaziz de sahih hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde
korunacağı inancında idi.Bunun için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin
Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri göndermiştir: "Hazreti
Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti Abdirrahman'ın
rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin kaybolmasından ve
ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin Abdülaziz 'in tedvinle
ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri Halifeye gönderen kimse
ez-Zuhri olmuştur.Hadis tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis
eserlerine ve müelliflerine işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır.
İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta
toplamak mümkündür:
Siyer ve mağazi kitapları-Sünen kitapları-Cami’ler-Musannefler-Belirli bir
konuya tahsis edilmiş kitaplar.
B3- TABİİN DÖNEMİNDE HADİS KÜTÜBÜ SİTTE VE HADİSTE ALTIN ÇAĞ
İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek gelişen
mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadisçileri hedef olarak
seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle
ters düşmüştür. Bunun neticesinde, iki taraf arasında ithamlara varan sert
tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla
sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha
edilmesi cihetine bile gidilmiştir.
İşte, ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya
çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı,
hadisçilerin, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel ve itikadi bir
tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana
getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse
diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya getirilmesine
bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün
salan Buhari' deki iman, tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler
kitabın, kesinlikle İslam’ı mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan
korumak maksadıyla hazırlandığını ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in
Sahih’inde de görmek mümkündür.
Kutub-i Sitte musannifleri arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda
takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete tâbi
olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır.
Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i
Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma,
iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler,
sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda
zikrettiği hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(s.a.v)
ağzından cevap vermek ve onların İslam dışı görüşlerini çürütmek gayesi
gütmüştür.
Kütüb-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrı, hadis
tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında,
mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğuşunu ve
kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikrettik. Ancak şunu
hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller sadece bunlardan
ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve tasnife hız veren
amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadislerin
belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadislere
itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında
bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı
hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat sarf ettiği için,
vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı hasıl olmuştur. Bu
bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut bulduğu bir devir
olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış;
hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden
mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis
mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde
her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl
telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin bir
kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına yahut da
mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb
asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden
kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında
ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte,
üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu,
altın çağı olarak vasıflandırıyoruz.
C- FIKIH TARİHİ
Fıkıh, anlamak, kavramak, idrak etmek demektir. Fıkıh kelimesini aynı manayı
ifade eden kelimelerden ayıran özelliği, anlayışın derinlemesine olması ve
söyleyenin maksadını da içine almasıdır.
Fıkıh kelimesi dönemlere göre mefhumunu değiştirmiş, o devrin
insanlarınca kullanımına göre farklı anlamlar ifade etmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v.) zamanında itikat, ahlak, ibadet, muamelat gibi birçok mesele için
fıkıh kelimesi kullanılırdı. İlim kelimesi de bu devirde aynı manaya gelirdi.
Daha sonra itikat, tefsir gibi disiplinler hususi birer ilim
olarak genişlediklerinde fıkıh, kişinin ameliyle sınırlandırılmıştır. Bundan
dolayıdır ki İmam Ebu Hanife önceleri fıkhı, “Kişinin lehine ve aleyhine olan
şeyleri bilmesidir” şeklinde tarif ederken, sonraki dönemlerde “amel bakımından”
ifadesini de eklemiştir.İmam Şafiî ise “Dinin amelî hükümlerini, muayyen delil
ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir” şeklinde tarif ederek, fıkhın
usulüne de işaret etmiştir.
Fıkıh usulünün ilk kaynağından günümüze kadar hangi safhalardan
geçtiğine ve nasıl bir değişime ve gelişme gösterdiğine bakalım.
C1- HZ. PEYGAMBER ( S.A.V ) DÖNEMİNDE FIKIH
Diğer tüm ilimlerin olduğu gibi fıkıh ilminin de ilk ve en büyük
kaynağı tartışmasız Kur’an’dır. Vahyin ilk muhatabı olarak Hz. Peygamber
(s.a.v.) ise Kur’an’ın ilk ve en yetkili müfessiridir. Bu bağlamda düşünecek
olursak Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kur’an’ı Cebrail’den (as.) aldığı gibi
sahabeye nakletmesi ve bunu açıklayıcı söz, fiil ve takrirlerde bulunması
fıkhın temelini oluşturur.
Kur’an’ın indiriliş sürecini mercek altına aldığımızda Mekke ve
Medine’de inen ayetlerin içerik bakımından birbirinden farklı olduğunu
görmekteyiz. İslam’ın ilk yıllarını ve yayılma sürecini geçirdiği Mekke
döneminde daha çok itikat ve ahlak ile alakalı ayetler inmiş, Sahabenin
çalkantılı ve şiddet dolu bu döneme sabretmesini, inançlarını yitirmemelerini
telkin eden, imanlarını kuvvetlendirip, cennette kavuşacakları nimetleri
müjdeleyen haberler gelmiştir.
Medine dönemine baktığımızda ise; oruç, zekât, hac, kurban, miras,
nikâh alkollü içkilerin ve faizin yasaklanması ve kısas gibi İslami yaşamın
önemli unsur ve nişanelerinin yürürlüğe koyulduğunu görüyoruz.
Allah-u Teâlâ insanların dini sindirerek ve fıtri özelliklere
aykırı düşmeyecek şekilde benimsemeleri ve hayatlarına geçirmeleri için tedrici
ve uygulamalı bir metot uygulamış, RasulAllah’ı da (sav.) bu emir ve yasakların
uygulamasında yegâne örnek olarak insanlığa sunmuştur.Bu yüzdendir ki
yeryüzünde gelmiş geçmiş en kapsamlı ve en fazla insan topluluğuna hitap edip,
günümüze kadar ilk tazeliği ve şeklini koruyarak gelmiş hukuk İslam Hukuku
olmuştur diyebiliriz. Çünkü Roma Hukuku gibi diğer güçlü ve büyük kitlelere
hitap eden hukuk sistemlerinin yerleşmesi ve tedvin edilmesi yaklaşık bin sene
sürerken, İslam Hukuku bu süreci yalnızca 4 asırda tamamlamıştır.
Her ne kadar çeşitli beyanlarda İslam Hukukunun diğer hukukların
bir uzantısı ve birleşmesi olduğu söylense de, İslam Hukuku, eski Arap
adetleriyle, Roma, İran ve Yahudi hukukları gibi bölgede bulunan diğer hukuk
sistemlerinden hayata yansıyan bazı uygulamaları ya ıslah ederek bünyesine almış,
ya da kati suretle iptal etmiştir. İslam Hukuku Kur’an ve Sünnet kaynaklı ve
doğrudan Şarî’nin iradesi sonucunda ortaya çıkmış bir yaşam sistemidir.
C2 - SAHABE DÖNEMİNDE FIKIH
Allah-u Teâlâ Hz. Peygamber (sav.) aracılığıyla, Kur’an’ı ve dolayısıyla
insanlar üzerindeki iradesini gönderirken Sahabe büyük bir iştiyakla gelen her
hükmü hayatlarına dahil ediyor, hükmün gerektirdiği her türlü şey hemen yerine
getiriliyordu. Bu konuda en büyük örnekleri elbette Hz. Peygamber’di (sav).
Sahabe hükümleri yerine getirme hususunda veya karşılaştıkları
yeni bir problem neticesinde hemen Peygamber Efendimize (sav.) başvuruyorlar,
RasulAllah da (sav.) varsa bir ayet ile bu soruyu yanıtlıyor, yoksa Allah’ın
hükmünü vermesini bekliyordu.Bu devirde gelen hükümler genellikle ihtiyaca
binaen, sahabenin sorduğu bir soru veya karşılaşılan bir problem neticesinde
vahyolunuyordu. Hz. Peygamberin (sav.) hanımlarının perde arkasından
konuşmaları ve bu hükmün neticede tüm hanımları kapsaması Hz. Ömer’in
(ra.)konuya ilişkin bir konuşması neticesinde gerçekleştiği bilinmektedir.Ancak
RasulAllahın (sav.) ahirete irtihallerinden sonra sahabe hükümlerin açıklanması
ve yeni gelişen problemlerin çözülmesi konusunda danışacak bir peygamber
bulunmadığından kendileri bir takım içtihatlarda bulundular.İlk Halife olan Hz.
Ebu Bekir’den (ra.) itibaren Hulefa-i Raşidîn, devlet reisi olarak hukuki
işlere bakıyor, çeşitli sorunların çözülmesi hususunda istişare edebilecekleri
bir heyeti daima Medine’de bulunduruyorlardı.
Devlet sınırları genişledikçe halifeler çeşitli bölgelere
vekillerini gönderiyor, buralarda kadılık yapmaları için görevliler tayin
ediyordu. Bu sahabeler arasında Ebu Musa el-Eş’arî, Amr b. As, Muaviye b. Ebu
Sufyan ve İbn Abbas (ra.) örnek olarak söylenebilir.
Bu dönemde sahabeler diğer dönemlere nazaran çok az ihtilafa düşüyor,
karşılarına bir sorun getirildiğinde bunu Kur’an, ardından Sünnete bakarak
cevaplamaya çalışıyor, burada bir çözüm yolu bulamazlarsa kendi içtihatlarıyla
çözüyorlardı.
Sahabenin tümünün müçtehit olduğu konusunda beyanlar bulunsa da bu
sahabeye yapılan bir iltifattır. Çünkü sahabenin tümü ilimle meşgul olmuyor,
kendi halinde İslam’ı yaşayan ve ilmi herhangi bir çalışma yapmayan sahabeler
de mevcut bulunuyordu. Bu durumda tüm sahabenin müçtehit olduğunu söylemek
doğru olmaz. Ancak dönemin en büyük müçtehitleri elbette Hulefa-i Raşidin’dir.
Hz. Ebu Bekir (ra.), döneminde zekât vermeyeceklerini bildiren bir
grup için asker hazırlatmış, Hz. Ömer (ra.) buna “RasulAllah’tan la ilahe
illallah diyenlerle savaşılmayacağını işittim” diyerek karşı çıkmıştır. Bun
rağmen Hz. Ebu Bekir (ra.), “Vallahi namaz ile zekâtı birbirinden ayırana
–birini kabul edip birini reddedene- karşı savaşağım. RasulAllah’a
verdiklerinden bir keçi yavrusu bile bana eksik vermek isteyenlerle
savaşacağım” demiştir. Hz. Ömer de (ra.) üzerinde düşündükten sonra Allah’ın
Hz. Ebu Bekir’in zihnini açarak meseleyi doğru anlamasını sağladığını,
kendisinin de bu hususta ayı fikirde olduğunu söylemiştir.
Hz. Ömer de (ra.) içtihat konusunda halifelik süresince büyük
işler yapmış, teravih namazının cemaatle kılınması, Müslüman erkeklerin, Gayrı
Müslim kadınlarla evlenmesini yasaklaması, Müslüman olmayana zekât verme
olayını ortadan kaldırması gibi maslahata hizmet edecek birçok içtihatta bulunmuştur.
Hz. Ömer’in (ra.)belirlediği halife seçme şurası tarafından İslam
devletinin 3. Halifesi olarak görev yapan Hz. Osman’ın (ra.) da, başta Kur’an’ı
tek lehçede yazılmış nüshalarla çoğaltması, alacaklı kişilerin de zekât vermesi
ve hastayken kocaları tarafından boşanan kadınları mirastan hak sahibi kılması
gibi büyük içtihatları vardır.Hulefa-i Raşidin’in sonuncusu Hz. Ali ilmin
kapısı olarak nitelenmiş ve hakemlik konusunda RasulAllah’ın (sav.) duasını
almıştır. Hz. Ömer, Hz. Ali olmadan bir
problemle karşılaşmaktan Allah’a sığınıyor, “Kazâyı en iyi becerenimiz Ali’dir”
diyordu.
Bir gün Hz. Ömer’e bir dava getirildiği nakledilir. Siyah bir çocuk, beyaz bir
kadının annesi olduğunu iddia ediyor, kadın ise siyah birisiyle evlendiğini
şiddetle reddediyor, çocuğun iftira suçuna çarptırılmasını istiyordu. Kadın hiç
evlenmediğine dair şahitler de getirince Hz. Ömer kadının lehine hükmetti ve
çocuğun cezalandırılmasını emretti. Bu sırada Hz. Ali gelip Hz. Ömer’den davayı
tekrar görmek için izin istedi. Sonra çocuğa kadının onun annesi olduğunu inkâr
ettiği gibi kendisinin de oğlu olduğunu inkar etmesini söyledi. Çocuk itiraz
edince kendisinin Hasan ve Hüseyin (ra.) gibi kendi çocuğu olmasını teklif
etti. Çocuk denileni yapınca Hz. Ali kadının velilerinden izin aldı ve mihri
kendisi karşılayarak kadın ve çocuğu nikâhladı. Çocuğa kadını götürmesini, onun
artık karısı olduğunu ve zifaftan sonra kendisine gelmesini söyledi. Kadın
durumun ciddiyetini anlayınca aslında siyah bir adamla evlendiğini, adamın
savaşta ölmesinden sonra, siyah bir çocuğun annesi olmayı kendine yediremediği
için onu bir köleyle gönderdiğini itiraf etti.
Hulefa-i Raşidin tamamlanıp, içinde sahabe devrinin de biteceği
Emevî devri başladığında ilmi faaliyetler, meclislerde âlimlerin kendi çalışmaları
ile yürütülüyordu. Devletin ilmi çalışmalara bir katkısı yoktu. Ömer b.
Abdülaziz haricinde diğer Emevi hanedanı ilme katkı vermedikleri gibi kendileri
de uygulamalarında nefsani davranıyor, yaşantı ve devleti yönetimleriyle iyi
birer örnek olmuyorlardı. Bu durumda sahabe genellikle Medine’de bulunup, ilim
tahsili ve tedvini ile uğraşıyor, bu davranışlarıyla İslam ilimlerinin devamı
için çabalıyorlardı. Devlet tarafından tahsis edilen kadılar da kendi
içtihatlarına göre hüküm veriyorlardı.
Ancak bu dönemde devlet ilmin ve âlimin arkasında olmadığı için bu tür
faaliyetler, kısıtlı olarak sürdürülüyor ve ortaya çıkan problemlerin
çözümleriyle sınırlı kalıyordu. Yani sahabeler yalnızca hâlihazırda bulunan
durumların hükümlerini belirliyor, olabilecek şeyler hususunda fikir beyanında
bulunmuyorlardı.
Emeviler döneminde yapılan ilmi faaliyetler içinde konularına göre
sıralanmış fıkıh kitapları bulunmaktadır. Ancak bu dönemde yazılan kitaplardan
yalnızca Süleym b. Kays el-Hilalî’nin fıkıh kitabı, Katada b. Di’ame’nin
el-Menasik adlı eseri, Zeyd b. Ali’nin Menasiku’l-hacc ve Adabuhu ve el-Mecmû’
adlı eserleri günümüze kadar gelmiştir.
C3 - TABİİN DÖNEMİ VE SONRASINDA FIKIH
Hicri 712 yılında Medine’de vefat eden Sehl b. Sad’dan (ra.) sonra
sahabe devri bitmiş, artık sahabeyi gören ve onların ilminden faydalanan neslin
devri başlamıştır. Diğer birçok ilim gibi fıkıh ilmi de bu devirde tedvin ve
tasnif edilmiş, genişlemiş ve gruplara ayrılmıştır.
İlk dönemlerde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaş ve İslam toplumundaki
bölünme Sünnilik, Şiîlik ve Haricilik şeklinde ilk mezhepsel ayrışmayı
beraberinde getirmiştir.
Erken dönemlerde değişik İslam şehirlerinde, bu şehirlerin adıyla
anılan fıkıh okulları bulunmaktaydı. Şam (Evzaiyye), Kufe, Basra, Medine
okulları bunlardan bazılarıdır. Daha sonra Irak okulu Hanefi, Medine okulu ise
Maliki mezhepleri olarak konsolide olmuş, Şafii, Hanbeli, Zahiri, Ceriri, Sevri
ve Evzai mezhepleri daha sonra ortaya çıkmışlardır. Ve bu fıkhi mezheplerden
son üçü günümüze ulaşamamıştır.
Fıkhî açıdan Sünni mezhepler dört tanedir.
- Hanefi mezhebi; İmam Ebu Hanife'nin adını taşıyan mezheptir.
- Şafii mezhebi; İmam Şafii'nin adını taşıyan mezheptir.
- Maliki mezhebi; İmam-ı Malik'nin adını taşıyan mezheptir.
- Hanbelî mezhebi; İmam Ahmed İbni Hanbel'nin adını taşıyan
mezheptir.
Bu dört fıkhi mezhep arasında uygulama ve ibadetlerde bazı
farklılıklar görülür.
Ayrıca, temelleri Haricilere ve İslam dinine dayanan ancak Sünni
mezheplerin dışında değerlendirilen şu
mezhepler de bulunmaktadır:
-Câferîlik; İmâm Câʿfer-i
Sâdık'ın adını taşıyan mezheptir.
-Zeydîlik; İmâm Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn'in oğlu Zeyd bin Ali'nin
adını taşıyan mezheptir.
-İsmâilîlik; İmâm Câʿfer-i Sâdık'ın büyük oğlu imam İsmâ‘îl bin Câʿfer el-Mûbarek'in adını taşıyan mezhep.
H. 750 yılında Ebu’l Abbas Seffah’ın hilafete geçmesiyle başlayan
Abbasi dönemini, fıkhın olgunluk çağı olarak nitelemek mümkündür. Bu dönemde,
Emevi döneminde görülen dünyevilik görülmemiş, ilme ve ilmi faaliyetlere büyük
destek gösterilmiştir. Mezheplerin oluştuğu ve ilk fıkıh usulü eserinin
verildiği bu devirde, hadisler tedvin edilmiş, tefsir ve itikat alanlarında
büyük çalışmalar yapılmıştır.Bu devirde ilmi kudreti olan her kişi içtihat
hürriyetinde olduğu gibi, ilmi kudreti olmayan kişiler de bir müçtehidin
hükümlerine uyma konusunda serbesttiler. Hep aynı müçtehidin hükümlerini
uygulama zorunluluğu yoktu. Devletin tayin ettiği kadılar birer mezhebe bağlı
değil, kendi içtihatları doğrultusunda hüküm veriyorlardı.Daha önceleri âlimler
fıkhın belirli konularında hükümler verirken bu devirde fıkhın tüm alanlarında
çalışmalar başlamış, müçtehitler hükümlerini kitaplarda toplayarak insanların
daha kolay öğrenmelerini sağlamış, fıkıh mektepleri doğmuş ve bunlar kendi
aralarında münazaralar ve ihtilaflar yaşamıştır.
Bu münazara ve ihtilaflar müçtehitlerin kendilerine göre hüküm istinbat
metotları geliştirmelerine ve bunları tedvin etmelerine sebep olmuştur.Bu
sebepler Abbasiler döneminde mezheplerin doğmasını ve kendi içinde çeşitli
çalışmalar yapmasını sağlamıştır. Ancak hicri dördüncü asra kadar insanlar mezheplere
ayrılmadığı gibi bu dönemde mezhep sayısı dört ile de sınırlı değildir. Bu
mezheplerin her birinin delilleri anlama biçimleri farklı olduğu için bu
anlayışa göre verdikleri farklı hükümler ve çeşitli yerlerde tabileri oluşmaya
başlamıştır.
Böylece içtihat ve mezhepler çoğaldıkça tabiî olarak ihtilaflar da
çoğalmış, kendi nefsinden hüküm verenler de ortaya çıkınca hüküm istinbatının
yolları ve müçtehidin özelliklerini anlatan bir disiplinin ortaya çıkması
kaçınılmaz olmuştur. Bu alanda ilk eseri İmam Şafiî er-Risale adında vermiş,
istinbat ve içtihat salahiyetini belli kurallara bağlamıştır. Böylece İmam
Şafiî’nin açtığı bu yol onun talebeleri ve diğer mezheplerin de bu alanda
çalışmalarıyla ilerlemiş ve Fıkıh Usulü kendi başına ayrı bir disiplin olarak
genişlemiştir.
İmam Şafiî’nin öncesinde fıkıh kitapları yazılmış olsa da,
hükümlerin nelere dayanılarak çıkarıldığı bu kitaplarda belirtilmediği için,
mezheplerin tabileri imamları vefat ettikten sonra onun hangi delile dayanarak
hükme vardığı hususunda ihtilafa düşmüş, bunu anlamak için yoğun çalışmalar
yapmışlardır.
Ancak er-Risale’den sonra artık içtihat yapacak olanlar, hangi
delillerden hangi yollarla hüküm istinabatı yapılabileceği hususunda çok sayıda
eserle karşılaşmıştır. İçtihat yapmayacak olanlar ise bu eserler sayesinde
uyguladıkları hükümlerin nasıl bir yolla ve nasıl bir titizlikle kendilerine
ulaştığı konusunda fikir sahibi olmuşlar, böylece mezhep imamlarına tam bir
güvenle tabi olmuşlardır.
Aynı şekilde İslam Hukukuna atılan iftiralar ve sapık düşüncelerin ürünü olan
asılsız hükümler bu yolla çürütülmüş, İslam Hukuku Hz. Peygamber döneminde
olduğu gibi taze ve korunmuş olarak günümüze kadar gelmiştir.