Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


Mustafa Başkan

Bahar Yarıyılı- Doktora

Öğrenci No: 13922756   

 

Tefsir-,Hadis- ve Fıkıh Tarihi Okumaları ve “Bilginin Bütünlüğü” Bağlamında Mütalaası 

İslâmi ilimler alanında yapılan tarih okumalar İslam ilimlerin geleneğini inceleme fırsatı oluşturmaktadır. Bu okumalar sayesinde islamî ilimlerin seyrini  takip edebilmekteyiz. İslamî ilmlerin vahiy merkezli geliştiğini söyleyebiliriz. Zira Müslümanların ilim olarak ilk kaydettikleri Kur’ân’dır. O’nu yazdılar ve Resûlullah’ın eğitim metodunu uygulayarak birbirlerine öğrettiler.

İlimler basit olarak başlar, sonra gelişir , dallara ayrılır ve kemâle erer. Görebildğimiz kadar bu islamî ilimler için de geçerlidir. Tefsir’in ilim hâline gelmesini incelediğimizde ilk dönemler birbirinden bağımsız garip kelimeleri konu alan eserler telif edildiğini görmekteyiz. Ayrıca başlangıç döneminde rivâyet türü esererin yazıldığını ve diğer ilimlerinin Tefsir’e etkisiyle dirâyet türü tefsirler kaleme alındığını biliyoruz. Hadis tarihi okumalarımızda benzer bir sistematik gördük. Bir tasnife göre Hadis tarihi önce “Rivâyet Dönemi”, “Nakil Dönemi” ve “Son Dönem” olmak üzere üç döneme ayrılmaktadır.

Sahabe ve Tabiûn döneminde Kur’ân ve Tefsir’e hizmet eden ve Hadîs ricali olan kimseler aynı zaman Fakih idiler. Yeni hükümlere ihtiyaç duyulduğu vakit kıyasa başvuruluyor ve içtihad ediliyordu. Çeşitli ilim dallarına vakıf olmalarıyla birlikte Sahabe, üstün geldikleri ilim dalıyla vasıflanıyorlardı. Ayrıca bu dönem Sahabe’nin ihtisaslaştığını biliyoruz. Onlardan bir kısım hadis rivayet etmekten kesin bir şekilde kaçınıyor iken, fetva vermekte ve naslardan hüküm çıkartmaya çalışmakta bir beis görmüyordu. Kimisi ise Kur’ân’ı tefsir ediyordu.

O dönem Hz. Peygamber ashabını İslâm’ı öğretmek üzere bazı şehirlere gönderdiğini biliyoruz. Nitekim, Mus’ab b.Umeyr’i hicretten önce Medine’ye, Muaz b. Cebel’i Yemen’e göndermiştir. Bu sayede İslâmi ilimlerin yayılması ve genişlemesi sağlanmıştır.

Abbâsi dönemi’nde Bağdat dışında Şam, Mısır, Musul, Maveraunnehir, Rey, Horasan, Buhara gibi ilmî merkezler ortaya çıkmıştır. Bu merkezlerde mescitler inşa ediliyor, her bir mescitte ilim okutuluyor ve çok sayıda talebe yetiştiriliyordu.  Abbâsî döneminde ilimler müstakil olmaya başladığında, ıstılahlar belirginleşiyor ve her ilimde ekolleşmeye gidiliyordu. Fıkıh mezheplerin belirgin hali alması Abbâsi dönemine tekabül etmektedir.

Bilginin bütünlüğü bağlamında çıkardığımız sonuçlarda Tefsir, Hadis ve Fıkh’ın yanında Kelâm, Tasavvuf, Mezhepler Tarihi, Lügat vd. disiplinlere atıfta bulunmak mümkündür. Zira Sahabe kuşağından günümüze kadar bu ilimlerde öne çıkan âlimler yetişmiş ve  bu alanlarda eserler te’lif ederek ve talebe yetiştirerek ilmî geleneği sürdürmüşlerdir.

 

Faydalanılan Eserler:

Ahmet Yücel, Hadis Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2011 İstanbul.

Müsâid Müslim Abdullah, Gelişme Döneminde Tefsir, çev. Muhammet Çelik, Yeni Akademi Yayınları, 2006 İstanbul.

Zekiyyüddîn Şa’bân, İslam Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l Fıkh), terc. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2011 Ankara.


0 Yorum - Yorum Yaz


2013-2014 Akademik Yılı Bahar Dönemi Doktora Ödevi

Necdet Kahveci

Öğr. No: 13922706

Esbab-ı Nüzul II

 

 

TEFSİR TARİHİNİN HADİS VE FIKIH TARİHİYLE BAĞLANTISI

Biz biliyoruz ki hiçbir bilim dalı kendi başına bağımsız olarak çalışmaz, eğer amacını gerçekleştirme hedefi varsa mutlaka aynı kaynaktan beslenen yakın dallarıyla ilişki içerisinde olur ve olmalıdır da.

Tefsir; insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkan nispetinde Allah(c.c)’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur’an metninin içerdiği manaları ortaya koymak demektir. Bu bağlamda tefsir öncelikli olarak dil biliminden azami ölçüde faydalanır. Kelimelerin semantik tahlilini yaparak sarf ve nahiv bilgisinden mümkün olduğunca yararlanma cihetine gider. Kelime ve cümle yapılarını, kelimelerin iştikakını ve belağat ilmini iyice özümser.

Tefsirle uğraşan müfessir,  bir şekilde Şari’nin amacını ortaya çıkarma adına bir gayrette bulunur. Bu sergilemiş olduğu çabanın tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için açıklama getirmeye çalıştığı ayetin nüzul sebebini, indiği koşulları ve indirilen nebinin nasıl anladığına bakması gerekir. Bu bilgileri bize sağlayan hadis tarihi ilmidir. Kur’anda yer alan manaları bilinmeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihte söz konusu olan ayet, kelime ya da harflerden ibaret olan müteşabihâtın izafi olduğunda bilgisini de biz yine hadis ilmi sayesinde elde ediyoruz. Müphematın[1] ve garib lafızların[2] bilgisini de yine aynı şekilde Hadis ilminden elde ederiz. Diğer Arap lehçelerinde Arapçaya girmiş olan yabancı kelimelerin hangi manaları ifade ettiğini bize Hadis ilmi sayesinde öğreniyoruz. Aksi takdirde onlara bizim anlam yükleme şansımız bulunmamaktadır. Hadisin  tefsirle olan ilintisini ele alırken sünnetin Kur’an karşısındaki konumunu göz önünde tutmak gerekir. Bu bağlamda hadislerin üç görev üstlendiği görülür. Te’kid, tefsir-beyan ve teşrî’.

Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur, onu te’kid eder.

Tefsir veya Beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan bir hükmü çeşitli yönlerden açıklar. Buna genellikle (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması veya mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” (el-Bakara Sûresi  2/187) âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” (el-En‘am, 6/82) âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.

Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit edilmiştir.

Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Hz. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.

İlk müfessir Hz. Peygamber olması hasebiyle Kur’an’ın anlaşılmasında ilk ve önemli adımı da o atmıştır. Dolayısıyla tefsir, hem hadis ve hem de fıkıh için önemli bir bilgi hazinesidir. Tefsir aynı zamanda Kur’an’ın tarihsel bağlamını da ortaya koyar. Ancak mesele bununla bitmez. Bu ortaya konulan durumları hükme dönüştürme işini ise fıkıh görür.

Müfessirin ürettiği bilgiler amel edilmeye müsait bir durum arz etmez. Bunların pratik hayata  yansıtılması ve teorik olanın yaşantıya dönüştürülmesi için fıkıh devreye girer. Kur’an’ın içeriğinde hukuk ve ibadet konularına ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale getirilmesi bu ilim sayesinde olur. İtikat, siyaset ve ahlakla ilgili konularla da Kelam ilmi ilgilenmiştir. Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması kişilerin zihniyet dünyası ve yaşadıkları çevreyle ilintili olmasından dolayı, çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Kelam bağlamında itikadi nokta da bir farklılaşma yaşanmıştır. Hanefilere göre iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel etmektir. Mutezile ve Hariciler ise amelin imandan bir cüz olduğu görüşündedirler. Hadis imamları ile Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre imanda aslî unsur, kalp ile tasdiktir. Bu olmadığı zaman iman gerçekleşmez.  Dil ile ikrar bulunmadığı zaman ise mümin olup olmadığı bilinemez ve bunun için de kendisine dini hükümler uygulanamaz. Ameller ise imanın aslının değil kemâlinin cüzleridir.

Fıkıh tarihine bakıldığında çeşitli evrelerden geçildiğini ve her evrede de bir dönüşümün yaşandığını dolayısıyla anlayışında bu doğrultuda bir değişime uğradığı görülür. Mesela dördüncü dönem olarak addedilen Abbasilerin sonu Selçukluların ilk devresini kapsayan evrede içtihad kapısının kapanmış ve taklid ruhu  iyice yerleşip şerh ve haşiyeler çoğalmıştır. Ancak, altıncı dönem diye isimlendirilen ve Mecelle’den günümüze kadar gelen zaman dilimini kapsayan evrede önceki dönemlerin aksine bir uyanış ve farklı bakış açıları yaşanmış ve yaşanmaktadır.

Tefsirin kullandığı kavramlarla fıkhın kullandığı kavramlar arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır. Müşkile,[3] mücmele,[4] müteşabihe yüklenen anlamlar aynı kaynaktan çıkan farklı ilimler olduğunun göstergesi. Fakih haram derken helal derken kur’ana bakışı neticesinde tevil’e[5] gidilmiş olmasından dolayı bir sonuca varıyor. Farklılaşma varsa bu tevil neticesinde meydana gelen bir durumdur. Kur’an’a bakış açıları da farklıdır. Kur’an, Tefsir için bir konu iken fıkıh için şer’i kaynaklardan birisidir. Şafiler istihsanı reddedip Hanefiler buna yapışırken hep bu farklı bakış açılarından kaynaklanmıştır.

Bu farklılaşmada kültürü göz ardı etmemek gerekir. Din, kültür üzerinde derin etkiler bırakır. Din, kültür ile aynı şey değildir. Fakat kültürü dinden bağımsız düşünmek veya okumak da mümkün görünmemektedir. Her toplumun kültür sisteminin oluşumunda din, başat bir yere sahiptir. Kültür sisteminin, o sistemin Allah, insan ve evrenle ilgili tasavvuru ve realitede bu üçlüyle kurduğu ilişkiye göre belirlendiği düşünülürse, kültürün dinle sıkı ilişkileri kendiliğinden anlaşılır. Din-kültür ilişkileri karşılıklılık esasına dayalı olduğu görülebilir. Bu karşılıklılık esasında din, kültürü; kültür de dini bir şekilde etkiler.

Tefsir ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği anda işaret ettiği durumları ve olayları gösterme amacına matufken, hadis, Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için yararlanılır. Fıkıh ise hukuk ve ibadet konularını ele almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına katkı sağlamıştır.

Fıkıh ilmi hem hadis ve hem de tefsir ilminden veri elde ederken hadis her ikisine de bilgi sağlayan bir ambar hükmündedir. Daha farklı bir ifade ile, fıkıh ile tefsir aynı kulvarda yürüyen iki kafadar gibiler. Mesela nesih[6] konusunda fıkıh ilmi hangi kanaate varmışsa ve hangi şartları öne sürmüşse tefsirde de aynı kanaatlerin, hatta kabul edenlerle reddedenlerin benzerliği göze çarpar.

Bir başka konu ehl-i rey ve ehl-i eser diye ayrılan fıkıh ekollerinin aynısının hem hadis ve hem de tefsir ilminde varlığıdır. Rivayet ve dirayet tefsir ekollerinin ve hadis alimlerimizin bir kısmının ahad haberi kabul etme noktasında medine halkının uygulamasını kıstas almaları (İmam Malik) diğer bir kısım alimlerimizin ise bunun dışında (ravinin alim olması, rivayetine ters bir davranışta bulunmaması gibi) öncelikli olarak farklı bir yol seçmeleri hep bu uygulamanın örnekleridir. Şafilerin ehli eser ve hanefilerin ehl-i rey diye isimlendirilmeleri de aynı anlayışın birer uzantısıdır.

Tefsirde sebeb-i nüzul, hadiste sebeb-i vürud vardır. Her ikisinde de bir tarihi arka plan mevcuttur. Bunlara başvurulmadan ne Kur’an doğru anlaşılabilir ne de Hadisin ne söylemek istediği. Tarihsel bağlam fıkıhta da vardır. Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği gerçeği tam da bunu yansıtır.

Yukarıda da belirttiğimiz şekilde ayetler tek başına hüküm çıkarmaya elverişli değildir. Hadislerle işlenip fıkıhla yoğrulmasından sonra bir sonucavarılır. Mükellef de bu varılan sonuçları hayatına yansıtmaya çalışır.



[1] Müphem: İnsan, melek ve cin gibi varlıkların yahut da bir topluluk veya kabilenin Kur’an’da açıkça değil de ism-i işareler, ism,i mevsuller, zamirler, cins isimler, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesi demektir.

[2] Garip Lafız: Az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler.

[3] Müşkil: Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlardır.

[4] Mücmel: Kendisinden ne kastedildiği anlaşılamayacak kadar kapalı olan, ancak maksadın şari tarfından izah edilmesiyle anlaşılabilen lafız veya ayetlerdir.

[5] Te’vil: Meşru bir sebep ve delilden ötürü ayeti zahiri manasından alıp kendisinden önce ve sonraki ayete mutabık, kitap ve sünnete uygun manalardan birine hamletmektir.

[6] Nesih: Şer’i bir hükmü, bir başka şer’i delille kaldırmak yahut; mukaddem tarihli bir nassın hükmünü muahher tarihli bir nassın hükmüyle değiştirmektir.


0 Yorum - Yorum Yaz


(Dok. Es. N. II) Tarih/usul mütalaası ödevi. Hedef tarih: 31 Mart 2014

Tefsir tarihi/usulü- hadis tarihi/usulü- fıkıh tarihi/usulü hakkında birer kitap mütalaa edilmesi ve “bilginin bütünlüğü” çerçevesinde müzakere ve münakaşa olunan hususların hülasasının 31 Mart 2014 hedef tarihine kadar iletilmesi beklenmektedir.

İlk defa ders alanlar tarihleri ve ikinci defa ders alanlar usulleri mütalaa etmelidir.


0 Yorum - Yorum Yaz

usul/tarih    10.03.2014

 

ALİ BAHADIR ÖZDEMİR

BİRLEŞİK DOKTORA 

ÖĞRENCİ NO :13952701

2013/2014 BAHAR YARIYILI

 

TEFSİR TARHİ/TEFSİR USULU, HADİS TARİHİ/HADİS USULU, FIKIH     TARİHİ/FIKIH USULÜ

Kur’an; Allah tarafından  Cebrail vasıtasıyla elçisi son peygamber Hz. Muhammed’e mütavatir olarak peyderpey Arapça vahyolunan tüm insanlığa gönderilmiş okunmasıyla ibadet olunan  ilahi bir kitaptır. Bu ilah vahiy , insanlık  tarihi boyunca fıtri olarak gelen ,insanın kainat ve hayat hakkındaki merakına , geçmişteki vahiyler gibi bu insani arayışa cevap vermek üzere indirilmiştir. Yüce Mevla’nın inayetiyle  efendimizin insanlığa tebliğ etmesi için on dört asır evvel son vahiy olan Kur’an vahyolunmuştur. Kıyamete kadarda baki kalacaktır. Bu nedenle kişi ,problem ve meselelerde çözümü son vahiy kur ’anda aramalıdır.    Bu bağlamda kur ’anın nüzulüne ,indiği zamana peygamber dönemini incelediğimizde aynı şekilde dönemin insanları (ashab-ı  kiram) kainat ,evren ,hayat ve bütün meraklarını Resulullah’a arz etmişlerdir. Efendimiz de   öncelikle vahiyle bu meraklarına çözüm getirmeye çalışmıştır. Örneklerini kur ’anda bulmak söz konusudur:

  Vahiyde birebir cevap bulamadığında vahye paralel olarak çözüm bulmuştur. Zaten efendimizin hayatına bakmaya çalıştığımızda membaı Kur’an yani vahiy olan bir hayatı görürüz. Kur’an da buna ayeti celile ile delalet etmektedir: ‘O heva ve hevesinden bir şey söylemez.’ Buna paralel Hz. Aişe validemize efendimizin ahlakı sorulduğunda o şu cevabı vermiştir: O yürüyen bir Kur’an’dı.

Efendimiz zamanında hal böyleyken daha sonraki dönemlerde durum nasıldı?

  Sonraki dönemlerde Resulullah’ın yokluğu hissedilince Efendimizin fiilleri, söylemleri ve de takrirleri mercek altına alınmaya başlandı. Fakat Kur’an haricinde  yazılı bir metin yoktu. Şifahi olarak öğrenilen bilgiler, bu yolla da aktarılıyordu. İslam fetihleriyle beraber, değişik millet ve kültürlerle kaynaşma olunca beraberinde de sorunları ve farklı anlayışları doğurmuştur. Bunun neticesinde de İslamiilimler tedvin ve tasnif edilmiştir. Bu disiplinler hicri 2. Asırdan itibaren müstakil olarak ele alınmaya başlanmıştır: Tefsir Tarihi ve Usulü, Hadis Tarihi ve Usulü, Fıkıh Tarihi ve usulü bu ilimler içinde önemli bir yer almıştır. Her biri farklı  sahada ve farklı isimlerle çıksa da ,membaı bir olan bu ilimler gaye ve amaç bakımından ortak bir hedef içindedirler. O da Kur’an’ın ve sünnetin  anlaşılıp, yaşanıp ve sonraki nesillere aktarılmasıdır.

 TEFSİR TARİHİ  

Tefsir efendimiz(sav)’le beraber doğmuştur. Yani vahiyle beraber doğmuştur. Kur’an nazil olmaya başlayınca sahabe-i güzin’in bir takım soru ve merakını gidermek üzere açıklamalarda bulunan Efendimiz (sav), tefsir tarihinin müessisidir.

 Bunun haricinde kendisi soru sormak kaydıyla zuhur ederken ,bazen de herhangi bir konuda söylediği bir sözü veya yaptığı bir fiili delillendirmek için tefsirde bulunmuştur.

 Peygamberimiz (sav) tefsirde bulunurken ;

 Mücmeli tebyin, Müphemi tafsil,Mutlakı takyid ve Müşkil’i tavzih yöntemlerine başvurmuştur.

Sahabe-i Kiram’a gelince ;

Açıklamaları resulullah’a  bağlı olarak sınırlı idi. Tefsiri yaparken öncelikle ,ayeti ayetle ,sonra da ayeti sünnetle veya indiği sebeb-i zikrederek (sebeb-i nüzul)yapıyorlardı. Bunun haricinde ictihada da rastlanmaktadır. Tefsiri olarak yapıyorlardı.

Sahabiler içinde Tefsirde öne çıkmış olanlar : Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Selam, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali ,Hz. Aişe validemiz gibi.

Tabiun Dönemi ise ; sahabenin metodunu uygulamakla beraber, bazı farklılıklar arz etmektedir. Tabiun Kur’an ve sünnette yardımcı bir malzeme bulamadıklarında ,özellikle esbab-ı nüzul, mübhemat ve gaybi konularda sahabilerin görüş ve tercihlerine başvuruyorlardı. Bazen de Ehl-i kitabın görüşlerine başvuruyorlardı. Bunun yanında mecburiyet durumunda tefsirde kişisel yorumlarını da katmışlardır. Kur’an’ın tamamını tefsir etmişlerdir.  Tabiun ’un en önemli atılımları medreseler kurmalarıdır. Bunlar ; Mekke Medresesi, muallimi ;ibn-i Abbas’tır. Öne çıkan talebeleri ;Mücahid, İkrime,Said b.Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rebah’tır.

Medine Medresesi ; En meşhur talebeleri ; Ebu’l Aliye,Zeyd b.Eslem.

Küfe medresesi ; En meşhur Talebeleri, Alkame b. Kays, Mesruk, Hasan el-Basri, Katade.

 

HADİS TARİHİ VE USULÜ

Hadis lügat manası yeni, haber, tebliğ gibi manalara gelir. Kur’an’da, Kur’an anlamında da kullanılmıştır. Istılah olarak,söz, fiil, ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.

Hadis Kur’an’dan sonra gelen asli delillerdendir. Yani Kur’an’dan sonra en önemli kaynaktır. Hadisleri en sağlıklı  bir şekilde sonraki nesiller aktaran sahabelerdir. Bu aktarmayı şifahen gerçekleştirmişlerdir. Hz. Resulullah(sav) yazıya geçirilmesini yasaklamasının sebepleri arasında, yazı bilenlerin azlığı, Kur’an’a karışma tehlikesi sebepler önem arz eder.

Ancak Resulullah’ın döneminde Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Ali b.Ebi Talib, Ebu Hureyre gibi sahabilerin sahifelerine rastlanmaktadır.

 Fütuhatın artmasıyla İslam toprakları genişlemiş, bunun sonucu olarak da ; Medine, Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır’da ilim merkezleri kuruldu.

 Hicri 2. Asır Hadis ilminin teşekkülünün başlangıcıdır. Bu asırda siyasi çalkantılar, ilhadi hareketleri ve de İtikadi mezhepleri doğurdu. Cerh ve Ta’ dil hareketi yine bu dönemde baş göstermiştir.

 Hicri 3. Asır tedvin ve tasnif hareketinin altın çağını yaşadığı çağdır. Bu asırda Siyer ve  Meğazi eserleri, Sünenler, Cami’ler ,Musannefler, Müsnedler yine bu asırda yazılmıştır. Bu devir bir bakıma Kütüb-i Sitte devridir.

 Hadis usulü ;hadis tenkidinin temel kurallarını belirler ve hadis usulüne ait temel kavramlarını belirler. Ve tanımını yapar. Hadis Usulü Mustalahu’l Hadis olarak da tanımlanır.

Hadis Usul’ünde Rical İmi önemli bir yer alır. Racul (adam) kelimesinin çoğulu olan Rical ilmi ;hadis ravileri’nin hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gereken bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek üzere zuhur etmiştir. Ayrıca Cerh ve Ta’dil olarak da adlandırılır.

İlelü’l- Hadis, Garibu’l- Hadis, İhtilafu’l- Hadis ilimleri Hadis Usulünün kategorisindeki disiplinlerdir. 

FIKIH TARİHİ/ FIKIH USULÜ

Fıkıh Usulünün tarihçesi ; İslami ilimlerin kaynağı asr-ı Saadettir. Fıkıh usulü her ne kadar isim olarak ilk dönemde ortaya çıkmammış olsa da uygulama olarak Resulullah (sav) döneminde vardı. Sahabe efendilerimiz bu uygulamayı aynen devam ettirmişlerdir. Peygamberimize vahiy,  ya sorulan bir soru üzerine ya da Allah Teâlâ’nın bizzat vahyin  kendisinin bir olayla ilgili olarak indirmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Vahyin gelmediği meselelerde  de içtihad devreye girmiştir. Peygamber efendimizin bu dönemi en önemli dönemdir. Zira vahye dayanan ve vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönemde gerçekleşmiştir. Sonraki dönemlere kaynaklık etmiştir. Bu dönemim en önemli üç özelliği ; Tedric , kolaylık ve nesih.

Fıkhın 2. Dönemi bir kırılma noktasıyla Hulefay-ı Raşidin ve Emeviler’dir. Bu dönemlerde sahabiler belirleyici olmakla beraber Emeviler dönemi siyaset-fıkıh ilişkisi açısından önemlidir. Hulefay-ı Raşidin döneminin en belirgin özellikleri; içtihad kapısı açılmış, yaptıkları içtihadları kesin görmemiş, Resulullah’ın kavlinden ayırmışlardır. Ayrıca bu dönemde nazari fıkıh henüz başlamamıştır. İllet ve hikmeti değişen bazı hükümler değiştirilmiş, bazı hükümler askıya alınmıştır.

  Resulullah’ın vefatından sonra Sahabe-i Güzin yeni fetihlerle beraber  bu beldelere hicret etmiş , Şam, Küfe, Basra, Mısır gibi yerlerde yeni merkezler oluşmuştur.

Abbasiler döneminde fıkıh olgunluk çağını yaşamıştır .ilk fıkıh usulü eseri bu dönemde yazılmıştır. (İlk usul kitabı İmam Yusuf’a ait olduğu söylense de bize ulaşan eser İmam Şafii’nin Risalesi’dir.

Bu dönemin belirgin özellikleri ; Tabiin içtihadları eklenmiştir. Nazari ve farazi fıkıh çalışmaları hızlanmıştır. Yeni fetihlerle beraber yeni milletlerin bazı örf-adetleri kültürleri fıkıha girmiştir. Fıkıh adına rihleler yapılmıştır. 

Moğol istilasından Mecelle ’ye kadar fıkhın gerileme çağıdır. Mecelle ’den günümüze kadar devam eden dönem uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.

 

Fıkıh usulü alanındaki eserler ;Mütekellimin (kelamcılar) ve Hanefiyye metotlarıdır. 

-Mütekellimin metodu: Usul kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metot, tümevarım biçimindedir.  Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

- Hanefî metodu: Bu metodun müntesipleri,  araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu Fer’i meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu yüzden, kitaplarında fürua ait meselelere sık sık rastlanır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi Usul kaideleri koyup, onları tespit etmiştir.

 Usulün iki önemli işlevi vardır:

-Usulü bilen zevatın var olan usulden hüküm istimbat etmeleri.

-Usul bilmeyenlerin de var olan usul üzerinden kendinden önceki alimlerin uygulamalarından istifade etmeleri.  

Usulcü, Kitap Sünnet, ve diğer delilleri inceleyip bu delillerin durumlarına bakarak ve bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyarak şablon oluşturan kişidir. Usulcünün görevi külli delilleri inceleyip, müçtehidin tafsili delillerden cüzi hükümler çıkarmasına yardımcı olacak nitelikte kuralları tespit etmek, bu kuralları  şer’i delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır. Bu da fıkıh usulünün konusudur.

Fakih ise bir olayın hükmünü tespit etmek istediğindesözü edilen usul kurallarını alıp, bunları olaylara uygulayarak hükümler çıkaran kişidir.

Fıkıh usulü ilminin gayesi, kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer’i hükümlere ulaşmaktır. Fıkıh usulü  ile  şer’i naslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında ta’riz olan  lafızların arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi içtihadsalahiyetine haizse, oluşan problemlerin hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihdda bulunur. Eğer bu salahiyete haiz değilse, eski müçtehitlerin ortaya koydukları hükümlerden, hüküm çıkararak, yeni meselelere cevap arar.. Bu da  usulü fıkhı ve onun kaidelerini bilmekten geçer.

Sonuç olarak , Tefsir Tarihi-Usulü, Hadis Tarihi-Usulü, Fıkıh Tarihi- Usulü hakkında verdiğimiz özet bilgiye binaen ,birbirinden müstakil olan bu ilimler ,birbiriyle memzuc olduklarını görürüz. Birbirleriyle içiçe  ve membaı bir olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir ilimin diğerine bağlı olarak daha iyi anlaşılacağını müşahede etmekteyiz. Ayrı ayrı ele alındıklarında İslami ilimler sahasında ciddi gedikler oluşabileceğini görmekteyiz. Günümüzde de ister Tefsir alanında ,ister Hadis alanında, İsterse Fıkıh alanında  yapılan çalışmalarda bu bütünlük korunması gerektiği kanaatindeyiz.

  Selam ve saygılar.

 

Kaynakça

1--Muhsin DEMİRCİ. Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010

2-- Muhsin DEMİRCİ. TefsirUsulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010

3-Talat KOÇYĞİT, Hadis Tarihi, T.D.V.Y. Ankara 2012

4-Talat KOÇYİĞİT, Hadis Usulü, T.D.V.Y. Ankara 2012

5-İslam Ansiklopedisi,c.13.Fıkıh Md. T.D.V.Y.İstanbul 1996


0 Yorum - Yorum Yaz


T. C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR)

ANABİLİM DALI

 

 

Doktora Dersi Ödevi

 

Tefsir,Fıkıh ve Hadis Usulü

Hazırlayan

 

 

Magomet (Muhammed) BATÇAEV

 

Öğrenci No:13922727

 

Ders Hocası

 

Prof. Dr. Ahmed Nedim SERİNSU

 

2014

 

علم اصول التفسير

التأمل في الخطاب القرآني المتعلق بالنظر والمعرفة كموجه ومرشد يبرز الآفاق الرحبة التي لا حدود لها في الحضِّ على المعرفة والتأمل في الآفاق والأنفس، بل وفي النص نفسه وتدبر كلماته وآياته، وفي ذلك اشارة صريحة الى وجوب البحث، مع الإقرار باستحالة انسداد آفاقه سواء في النص أو الكون، ففيهما أسرار إلهية ومعان وسنن جعلها الله منارات يصل من خلالها الإنسان الى المعرفة والقوانين التي أقام الله الحياة على أساسها، من هذا المنطلق القرآني تحركت المعرفة في سياقها الحضارية الإسلامي، منضبطة بالقيم والمحفزات القرآنية دون أن تكون أسيرة لنصه أو متعسفة في البحث فيه عما أرشد الى وجوده في غيره.            

وقد سارت الحضارة الإسلامية وتعاقبت طبقات التاريخ بين مد وجزر الى أن آلت الى مراحل تراجعت فيها المعرفة، دون أن تنهار العلاقة القدسية مع النص، لكن هذه العلاقة أخذت النص الى مسار مختلف لم يأت من أجله، فجعلت منه كتاباً يحوي كل العلوم، واتجه التأويل لاستخراج العلوم منه من دون لحظ طبيعة النص وخصائصه والرسالة التي جاء من أجلها، فحل الإسقاط على النص محل الاستمداد منه، وتم الأمر نفسه لدواع أخرى مذهبية أو سياسية أو غيرها، بوعي أو من دونه، لكن هذا الإسقاط متنوع المظاهر والدواعي لا يلغي وجود صلة ما بين النص وبين المجالات التي رُبط بها، على أن هذه الصلة ينبغي أن تؤخذ ضمن مسارها الطبيعي المرتبط بمسار النص كحامل للرسالة الخاتمة .                                                                           

ومما يعزز هذه الصلة بين القرآن والمعرفة عموماً، الأثر الذي تركه القرآن في مختلف العلوم والمعارف، فأصبح علم التفسير الحاضن الأساسي للعلوم التي ولدت في الحضارة الإسلامية، فعاشت تلك العلوم في كنفه الى أن بلغت الرشد واستقلت بذاتها، وأصبحت علماً له قوانينه التي لا بد لدارس القرآن من معرفتها.

ومع ظهور إفراد تفسير القرآن بالتأليف في القرن الثاني للهجرة، بدأت تظهر حاجة المفسرين الى العلوم الأخرى، بحسب موضوعات القرآن، بل ولد من رحم تفسير القرآن علوم جديدة اختصت بالقرآن الكريم، وذلك في ضوء الحاجة الى ذلك، وفي القرن الثامن الهجري ظهر اصطلاح علمي خاص يجمع أصول هذه العلوم التي تدور حول القرآن وما يحتاجه المفسر، ويعرِّف بها في علم واحد هو «علوم القرآن»، وذلك مع الإمام بدر الدين الزركشي (ت 794هـ)، صاحب «البرهان في علوم القرآن»، فكان أول من ألف في علوم القرآن بمعناها الاصطلاحي الذي يختص بجمع ضوابط العلوم المتصلة بالقرآن الكريم من ناحية كلية عامة، ودرج من بعده الحديث عن علوم القرآن كمصطلح خاص.                                                                               

وكان من بين القضايا التي تطرقت اليها كتب علوم القرآن شروط المفسر، والأصول والقواعد والضوابط التي يحتاجها المفسر، وهي موضوعات سبق وتطرقت اليه كتب خاصة، وهي بعض ما غدا يعرف حديثاً بـ «أصول التفسير»، أو ما كان يسمى «القواعد الكلية» بحسب ابن تيمية، أو «قانون التأويل» بحسب تسمية الغزالي وتلميذه ابن العربي، أو «علم التفسير» بحسب تسمية الطوخي.                                                                                                                               

فأصول التفسير مبحث تفرقت موضوعاته في مقدمات بعض المفسرين لتفاسيرهم، وفي كتب علوم القرآن وكتب اللغة وأصول الفقه، ويتناول دراسة الشروط الواجب توفرها في المفسر، والعلوم التي يحتاج اليها المفسر، وأهم قواعد التفسير، اللغوية والأصولية والاستقرائية، فموضوعه «قواعد كلية تعين على فهم القرآن ومعرفة تفسيره ومعانيه»، فهو أحد علوم القرآن، وقد ضمن المصنفون - المتقدمون والمتأخرون - في علوم القرآن موضوعاته ضمن كتبهم، فثمة تداخل بين أصول التفسير وعلوم القرآن، لكن علوم القرآن أشمل، وقد تتوسع بعض كتب أصول التفسير الى مسائل من علوم القرآن، كما أن من علوم القرآن ما لا علاقة له بالتفسير، انما هو من قبيل الإحصاء والتوثيق والتأريخ، وأهم وظيفة يؤديها علم أصول التفسير هي ضبط الاستنباط والفهم، والترجيح عند الاختلاف، إذ فيه الأسس والقواعد التي يعرف بها تفسير كلام الله، والشروط والمقدمات العلمية التي يحتاجها المفسر. وقد أصبح البحث عن أصول للتفسير والتأويل هاجساً لدى المشتغلين بالتفسير حديثاً، وقد اهتم به من المتأخرين المعلم عبدالحميد الفراهي الهندي في كتابه «التكميل في أصول التأويل»، لكن هذا المشروع لم يكتمل مساره، رغم كثرة اللبنات في بنائه، إذ المطلوب من هذا العلم أن يعمل في التفسير ما عملته أصول الفقه في الفقه، وأصول الحديث في الحديث، أي أن يصبح هذا العلم بمثابة قانون يضبط العملية التفسيرية.                                                                                                       

لكن عدم اكتمال بناء أصول التفسير كعلم لا يعني عدم وجود تلك الأصول والضوابط والمعايير، والتي تمثل كليات في العلوم التي يحتاجها المفسر، لذلك كانوا يشترطون لمن يمارس التفسير أن يكون عالماً بتلك العلوم، لكن العلم بها لا يغني عن استخلاصها وتجريدها كمبادئ ذات صلة مباشرة بالتفسير.

وتبرز أهمية العناية بأصول التفسير في العصر الحديث من ناحيتين، الأولى صعوبة إحاطة المفسر بالعلوم التي ذكرت كشرط للتفسير نظراً لتطور هذه العلوم واتساعها، ومن ناحية ثانية انه عندما يتعمق الباحث بواحد من هذه العلوم يطغى على العلوم الأخرى ويترك أثره في تفسيره، وهذا ما نلمسه في مناهج المفسرين المتقدمين، حتى أصبحت التفاسير توسم بالعلم الذي اصطبغت به أو أثر ذلك العلم فيها، كالتفسير اللغوي، والتفسير الفقهي، والتفسير بالمأثور، والتفسير الصوفي...، وهذا ان كان لوناً من التفسير إلا أنه ليس التفسير الأمثل الذي تقتضيه الضوابط التي وضعها المفسرون، بل لا يصح واحد منها ما لم يلتزم بمقتضيات العلوم الأخرى.                                                                                                                                       

هذا التواشج بين العلوم وبين التفسير والجدل التاريخي بينها (استيلاداً للعلوم أو توظيفاً لها) أصبح في العصر الحديث أشد الحاحاً وأعمق إشكالاً، من ناحيتي دعوى احتواء القرآن على بعض العلوم أو كلها أو صلاحية أي علم لأن يوظف في فهم القرآن، وقد وجد المخلص والمسيء بين مدعي كل من الإشكالين أو معارضيهما، كما وجد العالم والمتعالم في تعاطيهما، لكن الدقة تقتضي الحذر في الأحكام المطلقة في القضيتين، وارجاع تعاطيهما الى اعتبارين أساسيين في أي مقاربة للقرآن: الأول هو لحظ طبيعة القرآن عند درسه وهي كونه حاملاً لرسالة إلهية، وخطاباً للعالمين يتضمن محتوى يطلب من المخاطب التعاطي معه، وأي تجاوز لهذا المستوى يدخل في اسقاط معنى على القرآن لم يأت لبيانه وإن كان أشار اليه. والاعتبار الثاني هو لحظ كون القرآن انما هو نص صيغ بلغة عربية لها قوانينها ومعانيها وأساليبها، ولا يستقيم فهم القرآن من غير الأخذ في الاعتبار البعد النصي والبعد اللغوي للقرآن، ففي البعد النصي ينبغي لحظ تكامل النص وإفصاح بعضه عن بعضه، وأثر بنيته في فهمه، وكيفية صوغ أساليبه وخطابه، وفي البعد اللغوي ينبغي لحظ لغة عصر نزوله وما قبلها، ولغة القرآن في علاقته مع هذه اللغة، فضلاً عن قوانين العربية ومعاني مفرداتها.                                                                                                                                        

وعند مرعاة هذين المعيارين يمكن نقد الدراسات المعاصرة للقرآن ومدى الدقة العلمية فيها على تنوع مناهجها وتخصصاتها. ولا بد للدارس عند مراعاتهما أن يلحظ متفرعات عنهما ولوازم لهما، وستكون مشكلات كالتي يثيرها ما يسمى التفسير أو الإعجاز العلمي، أو القراءة المعاصرة للقرآن، أو استخدام العلوم الحديثة في فهم القرآن، غير ذات بال أو أثر لأن لحظ البعد الإلهي والهدائي للقرآن كرسالة سيبعد نسبة شيء الى القرآن لا يدخل في هذا الإطار، وكذلك الشأن في لحظ الضابط النصي واللغوي يمنع الإسقاط ويساهم في الاستمداد المنهجي للمعنى من القرآن، وهذا هو موضوع «أصول التفسير» كعلم لم يكتمل بناؤه.                          

 

 

علم أصول الفقه

هو علم يبحث عن أدلة الفقه الإجمالية وكيفية الاستفادة منها وحال المستفيد (المجتهد)             

أما الأصول فهي مفرد أصل وهو ما يبنى عليه غيره, وأما الفقه فلغةً هو الفهم, واصطلاحاً هو العلم بالأحكام الشرعية العملية المستنبطة من الأدلة التفصيلية.

والمراد بالإجمالية: أي القواعد العامة مثل قولهم الأمر للوجوب والنهي للتحريم والصحة تقتضي النفوذ فيخرج بذلك الأدلة التفصيلية فلا تذكر في أصول الفقه إلا على سبيل التمثيل على القاعدة.

و المراد بكيفية الاستفادة منها: أي معرفة كيف يستفيد الأحكام من أدلتها بدراسة أحكام الألفاظ ودلالاتها من عموم وخصوص وإطلاق وتقييد وناسخ ومنسوخ وغير ذلك فإنه بإدراكه يستفيد من أدلة الفقه أحكامها.

و المراد بحال المستفيد:معرفة حال المستفيد وهو المجتهد وسميّ مستفيداً لأنه يستفيد(يستنبط) بنفسه الأحكام من أدلتها لبلوغه مرتبة الاجتهاد فمعرفة المجتهد وشروط الاجتهاد وحكمه ونحو ذلك يبحث في أصول الفقه.

يمكن تعريف علم (أصول الفقه) : أنه علم يبحث في القواعد العامة (الكلية أو الإجمالية) التي يقع في طريقتها استنباط الأحكام الشرعية[1]

موضوع علم الأصول

موضوع علم أصول الفقه هو ذلك الشيء الذي يبحث فيه هذا العلم وهذا العلم يبحث في أدلة التشريع الكلية وأحوالها الموصلة إلى الأحكام كما يبحث هذا العلم في أقسام هذه الأدلة وإقامة الحجة على مصدر للأحكام الشرعية كما يبحث في ترتيب هذه الأدلة وجعلها على مراتب مختلفة وفي كيفية استنباط الأحكام منها على وجه كلي فالأصول لاينظر في الأدلة التفصيلية ولا فيما تدل عليه من الأحكام الجزئية وإنما ينظر في الأدلة على الأحكام وهذه القواعد يطبقها الفقيه على الأدلة التفصيلية فيحصل بذلك على الأحكام الجزئية والمراد بالدليل الكلي هو النوع العام من الأدلة الذي تندرج تحته عدة جزئيات كالأمر مثلا فهوكلي تندرج تحته جميع الأوامر التي جاءت بها الشريعة الإسلامية على اختلاف أساليبها أو المراد بالحكم الكلي فهو النوع العام من الأحكام الذي تندرج تحته عدة جزئيات كالإيجاب مثلا فهو يشمل إيجاب الصلاة والزكاة والصدق ووفاء العهد ونحو ذلك مماطلب الشارع الإتيان به على وجه الجزم والإلزام                                                                                                                      

الفرق بين علم أصول الفقه وعلم الفقه

علم الفقه: هو العلم بالأحكام الشرعية الفرعية المتعلقة بأفعال العباد في عباداتهم, ومعاملاتهم وعلاقتهم الأسرية, وجناياتهم, والعلاقات بين المسلمين بعضهم وبعض, وبينهم وبين غيرهم, في السلم والحرب, وغير ذلك. والحكم عل تلك الأفعال بأنها واجبة, أو محرمة, أو مندوبة, أو مكروهة, أو مباحة, وأنها صحيحية أو فاسدة, أو غير ذلك؛ بناء على الأدلة التفصيلية الواردة في الكتاب والسنة وسائر الأدلة المعتبرة

أما أصول الفقه: فهو مجموعة القواعد التي يبنى عليها الفقه. فهو الذي يبين لنا ما هي طبيعة الأحكام الشرعية بصفتها الإجمالية, وما خصائص كل نوع من الأحكام, وكيفية ارتباط أنواعها ببعض.

علم الفقه: هو أيضاً العلم بالدليل الشرعي التفصيلي, من الكتاب أو السنة أو غيرهما, لكل مسألة من المسائل

أما أصول الفقه: فهوعلم يبين لنا كيف نستنبط الحكم من دليله, كاستنباطه من صراحة نص الآية القرآنية, أو الحديث النبوي, أو من مفهومهما، أو من القياس عليهما, أو بغير ذلك.

وأما الفقيه: فهو المجتهد القادر على الإفتاء بشروطه

أما أصول الفقه: فهو الذي يبين لنا من الشخص الذي يستطيع الاستنباط, وما هي مؤهلاته[2]

 

تاريخ علم الأصول في التدوين

كان الصحابة بعد عهد النبي صلى الله عليه وسلم إذا استنبطوا أحكاماً شرعية لتطبيقها على وقائع جديدة, يصدرون في استنباطهم عن أصول مستقرة في أنفسهم, علموها من نصوص الشريعة وروحها, ومن تصرفات النبي صلى الله عليه وسلم التي عايشوها وشاهدوها.. وربما صرح بعضهم في بعض المسائل بالأصل الذي استند إليه في استنباطه للحكم الفرعي, كقول علي رضي الله عنه في عقوبة شارب الخمر: "إذا شرب سكر, وإذا سكر هذى, وإذا هذى افترى, فحده حد المفترين". والمفتري هو القاذف الذي ورد في قوله تعالى:(و الذين يرمون المحصنات ثم لم يأتوا بأربعة شهداء فاجلدوهم ثمانين جلدة ولاتقبلوا لهم شهادة أبدا وأولئك هم الفاسقون). فيكون علي قد قرر أن علة الافتراء هي السكر, فيحكم على السكران بحكم المفتري أو القاذف, وبذلك يكون قد قرر قاعدة أصولية                               

وفي عهد التابعين ومن بعدهم كثرت الحاجة إلى الاستنباط, لكثرة الحوادث التي نشأت عن دخول بلاد شاسعة تحت الحكم الإسلامي. فتخصص في الفتيا كثير من التابعيين, فاحتاجوا إلى أن يسيروا في استنباطهم على قواعد محددة, ومناهج معروفة، وأصول واضحة. وكان لبعضهم كلام واضح في أثناء كلامهم في علم الفقه                                                                                         

غير أن علم الأصول لم يتميز عن غيره إلا في القرن الثاني الهجري, وكان للامام الشافعي الدور الأساسي في جمع مباحث الأصول في كتابه "الرسالة" إضافة إلى تجديد وإضافة القواعد الأساسية في علم الأصول حتى تم تعديله وشرحه وإضافه القواعد الأخرى على يد العلماء العاملين من مختلف المذاهب الإسلامية                                                                                                    

أدلة علم الأصول أو أدلة الأحكام

عند الأصوليين أدلة علم الأصول قد يسميها البعض أدلة الأحكام أو الأدلة الشرعية, والدليل عند علماء الأصول هو: ما يمكن التوصل بصحيح النظر فيه إلى العلم بمطلوب خبري, أو ما يتخذ حجةً على أن المبحوث عنه حكم شرعي[3] ؛ وهي عند مذاهب أهل السنة ((الكتاب والسنة والإجماع والقياس وقول الصحابي وشرع من قبلنا والعرف والمصالح المرسلة وسد الذرائع والاستحسان والاستصحاب)) وعند الشيعة الجعفرية ((الكتاب والسنة (تشمل كلام وتقريرات وتصرفات الائمة المعصومين) والإجماع(الكاشف عن رأي المعصوم) والعقل والأصول العملية (البراءة والاحتياط والاستصحاب والتخيير)                                                      )

و هكذا فالأدلة الشرعية السابقة تنقسم إلى ثلاثة أنواع                                                                                            

النوع الأول: وهو المصدر الذي بني عليه الدين كله, وذلك لا ينطبق إلا على الكتاب والسنة , وأي دليل يأتي بعدهما ليس بدليل حقيقي انما هو كاشف عن دليل من الكتاب والسنة, وذلك لا خلاف عليه بين جميع علماء المسلمين على مر العصور

النوع الثاني: هو ما اتفق عيه جمهور علماء المسلمين, وهما الإجماع والقياس أو العقل كما يسميه بعض الأصوليين

النوع الثالث: وهو ما اختلف علماء المسلمين على الاستدلال بهم, مثل المصالح المرسلة والاستسحان والاستصحاب وغيرهم كما ذكر, فبعض المذاهب تقف عند الأدلة الأربعة, والبعض الآخر يضيف دليلاً أو اثنين أو غير ذلك من الأدلة الأخرى المختلف عليها, ولكن لا يوجد من العلماء من يأخذ بكل الأدلة المختف عليها

الفرق بين الفقه وأصول الفقه

الفقه عرفه الأصوليون بأنه: العلم بالأحكام الشرعية المكتسبة من الأدلة التفصيلية

وأما أصول الفقه فقد عرفه الأصوليون من الحنفية والمالكية والحنابلة بأنه: القواعد التي يوصل البحث فيها إلى استنباط الأحكام من أدلتها التفصيلية، أو هو العلم بهذه القواعد.

فالفقه معرفة الحكم الشرعي من حرام وواجب ومستحب ومكروه ومباح, وهذه الأحكام تؤخذ من الأدلة التفصيلية من الكتاب والسنة

وأصول الفقه هو مجموعة القواعد التي تبين للفقيه المسلك الذي يجب عليه أن يلتزمه في استخراج الأحكام من أدلتها

 

 

علم اصول الحديث

ويقال له‏:‏ علم رواية الحديث، والأول‏:‏ أشهر، لكن ذكره صاحب الكشف في الدال، نظراً إلى المعنى فتأمل‏.‏

وهو علم يبحث فيه عن سنة النبي - صلى الله عليه وسلم - إسناداً، ومتناً، ولفظاً، ومعنى، من حيث القبول والرد، وما يتبع ذلك من كيفية تحمل الحديث وروايته، وكيفية ضبطه وكتابته، وآداب رواته وطالبيه‏.‏

وقيل في رسمه ما هو أخصر وهو أنه علم تعرف به أحوال الراوي والمروي، من جهة القبول والرد‏.‏

وموضوعه‏:‏ الراوي والمروي من هذه الجهة‏.‏

وغايته‏:‏ ما يقبل ويرد من ذلك‏.‏

والحافظ ابن حجر يرى ترادف الخبر والأثر، كما دل له تسمية كتابه ‏(‏‏(‏نخبة الفكر في مصطلح أهل الأثر‏)‏‏)‏، وهذا العلم كثير النفع لا غنى عنه لمن يدخل في علم الحديث، والكتب فيه كثيرة جداً ما بين مختصر ومطول‏.‏

منها كتاب ‏(‏‏(‏إسبال المطر على قصب السكر‏)‏‏)‏‏.‏ ‏(‏2/ 67‏)‏

وكتاب ‏(‏‏(‏توضيح الأفكار شرح تنقيح الأنظار‏)‏‏)‏، كلاهما للسيد الإمام المجتهد العلامة محمد بن إسماعيل الأمير اليمني - رحمه الله -‏.‏

و ‏(‏‏(‏الباعث الحثيث‏)‏‏)‏ للحافظ ابن كثير‏.‏

و ‏(‏‏(‏تدريب الراوي‏)‏‏)‏ للسيوطي‏.‏

و ‏(‏‏(‏منهج الوصول إلى اصطلاح أحاديث الرسول‏)‏‏)‏، المؤلف الكتاب، وهو بالفارسية، وقد ذكرت فيه ما ألف في هذا العلم مرتباً على حروف المعجم، والله أعلم‏.‏

علم أصول الدين

المسمى بـ ‏(‏‏(‏الكلام‏)‏‏)‏، يأتي في الكاف‏.‏

وقال الأرنيقي‏:‏ هو علم يقتدر معه على إثبات العقائد الدينية، بإيراد الحجج عليها، ودفع الشبه عنها‏.‏

وموضوعه عند الأقدمين‏:‏ ذات الله تعالى، وصفاته، لأن المقصود الأصلي من علم الكلام معرفته تعالى، وصفاته، ولما احتاجت مباديه إلى معرفة أحوال المحدثات، أدرج المتأخرون تلك المباحث في علم الكلام، لئلا يحتاج أعلى العلوم الشرعية إلى العلوم الحكمية، فجعلوا موضوعه الموجود من حيث هو موجود، وميزوه عن الحكمة بكون البحث فيه على قانون الإسلام، وفي الحكمة على مقتضى العقول‏.‏

ولما رأى المتأخرون احتياجه إلى معرفة أحوال الأدلة، وأحكام الأقيسة، وتحاشوا عن أن يحتاج أعلى العلوم الشرعية إلى علم المنطق، جعلوا موضوعه المعلوم من حيث يتعلق به إثبات العقائد الدينية تعلقاً قريباً أو بعيداً‏.‏

ثم إن علم الكلام شرطوا فيه أن تؤخذ العقيدة أولاً من الكتاب والسنة، ثم تثبت بالبراهين العقلية انتهى‏.‏

ثم ذكر الإنكار على علم الكلام نقلاً عن الأئمة الأربعة، وفصل أقوالهم في ذلك ‏(‏2/ 68‏)‏، وأطال في بيانها، وبيان حدوث الاعتزال، وردُ أبي الحسن الأشعري عليه، قال‏:‏ وعند ذلك ظهرت العقائد الواردة في الكتاب والسنة، وتحولت قواعد علم الكلام من أيدي المعتزلة إلى أيدي أهل السنة والجماعة انتهى‏.‏

ثم ذكر حال أبي منصور الماتريدي، وكتبه في العقائد‏.‏

قلت‏:‏ والكتب في هذا العلم كثيرة جداً، وأحسنها كتب المحدثين في إثبات العقائد على الوجه المأثور عن الكتاب والسنة‏.‏

وفي الرد على المتكلمين منها‏:‏ كتب شيخ الإسلام ابن تيمية - رحمه الله -، وكتب تلميذه الحافظ ابن القيم، وكتاب ‏(‏‏(‏الروض الباسم في الذب عن سنة أبي القاسم‏)‏‏)‏ للسيد الإمام محمد بن إبراهيم الوزير اليمني‏.‏

وكتاب ‏(‏‏(‏السفاريني‏)‏‏)‏، وهو مجلد كبير، وقد منّ الله تعالى بتلك الكتب النافعة عليّ مناً كافياً وافياً‏.‏ وكتبت قبل ذلك رسالة سميتها ‏(‏‏(‏قصد السبيل إلى ذم الكلام والتأويل‏)‏‏)‏، وهي نفيسة جداً، وليس هذا الموضوع بسط القول في ذم الكلام، ومدح العقائد أهل الحديث الكرام‏.‏

قال في ‏(‏‏(‏كشاف اصطلاحات الفنون‏)‏‏)‏‏:‏ أما وجه تسميته بـ ‏(‏‏(‏الكلام‏)‏‏)‏، فإنه يورث قدرة على الكلام في الشرعيات، أو لأن أبوابه عنونت أولاً بالكلام في كذا، ولأن مسئلة الكلام أشهر أجزائه حتى كثر فيه التقاتل‏.‏

قال‏:‏ وسماه أبو حنيفة - رحمه الله - بـ ‏(‏‏(‏الفقه الأكبر‏)‏‏)‏‏.‏

وفي ‏(‏‏(‏مجمع السلوك‏)‏ ويسمى بـ ‏(‏‏(‏علم النظر والاستدلال‏)‏‏)‏ أيضاً‏.‏

ويسمى أيضاً بـ ‏(‏‏(‏علم التوحيد والصفات‏)‏‏)‏‏.‏

وفي ‏(‏‏(‏شرح العقائد‏)‏‏)‏ للتفتازاني‏:‏ العلم المتعلق بالأحكام الفرعية، أي العلمية يسمى ‏(‏‏(‏علم الشرائع والأحكام وبـ ‏(‏‏(‏الأحكام الأصلية‏)‏‏)‏، أي الاعتقادية يسمى ‏(‏‏(‏علم التوحيد والصفات‏)‏‏)‏ انتهى‏.‏ ‏(‏2/ 69‏)‏

ثم ذكر تعريف هذا العلم على ما تقدم وأبدى فوائد قيود حده المذكور آنفاً‏.‏

قال‏:‏ وموضوعه‏:‏ هو العلوم‏.‏

وقال الأرموي‏:‏ ذات الله تعالى‏.‏

وقال طائفة منهم الغزالي‏:‏ موضوعه الموجود بما هو موجود، أي من حيث هو غير مقيد بشيء‏.‏

وفائدته وغايته‏:‏ الترقي من حضيض التقليد إلى ذروة الإيقان، وإرشاد المسترشدين بإيضاح الحجة لهم، وإلزام المعاندين بإقامة الحجة عليهم، وحفظ قواعد الدين عن أن تزلزلها شبهة المبطلين، وأن تبنى عليه العلوم الشرعية، فإنه أساسها، وإليه يؤول أخذها وأساسها، فإنه ما لم يثبت وجود صانع، عالم قادر، مكلف، مرسل للرسل، منزل للكتب، لم يتصور علم تفسير، ولا علم فقه، وأصوله، فكلها متوقفة على علم الكلام مقتبسة منه، فالأخذ فيها بدونه كبان على غير أساس‏.‏

وغاية هذه الأمور كلها‏:‏ الفوز بسعادة الدارين، ومن هذا تبين مرتبة الكلام أي شرفه، فإن شرف الغاية يستلزم شرف العلم، وأيضاً دلائله يقينية يحكم بها صريح العقل، وقد تأيدت بالنقل، وهي أي شهادة العقل مع تأيدها بالنقل هي الغاية في الوثاق، إذ لا تبقي حينئذ شبهة في صحة الدليل‏.‏

وأما مسائله التي هي المقاصد‏:‏ فهي كل حكم نظري لمعلوم، والكلام هو العلم الأعلى، إذ تنتهي إليه العلوم الشرعية كلها، وفيه تثبت موضوعاتها وحيثياتها، فليست له مباد تبين في علم آخر شرعياً أو غيره، بل مباديه إما مبينة بنفسها، أو مبينة فيه، فهي مسائل له من هذه الحيثية، ومباد لمسائل أخر منه لا تتوقف عليها، لئلا يلزم الدور، فلو وجدت في الكتب الكلامية مسائل لا يتوقف عليها إثبات العقائد في الكتاب ‏(‏2/ 70‏)‏ فمن الكلام يستمد غيره من العلوم الشرعية، وهو لا يستمد من غيره أصلاً، فهو رئيس العلوم الشرعية على الإطلاق بالجملة، فعلماء الإسلام، وقد دونوا إثبات العقائد الدينية المتعلقة بالصانع، وصفاته، وأفعاله، وما يتفرع عليها من مباحث النبوة، والمعاد، علماً يتوصل به إلى إعلاء كلمة الحق فيها، ولم يرضوا أن يكونوا محتاجين فيه إلى علم آخر أصلاً‏.‏

فأخذوا موضوعه على وجه يتناول تلك العقائد والمباحث النظرية التي تتوقف عليها تلك العقائد، سواء كان توقفها عليها باعتبار مواد أدلتها واعتبار صورها‏.‏

وجعلوا جميع ذلك مقاصد مطلوبة في علمهم هذا فجاء علماً مستغنياً في نفسه عما عداه، ليس له مباد تبين في علم آخر، هذا خلاصة ما في ‏(‏‏(‏شرح المواقف‏)‏‏)‏ انتهى‏.‏

وانظر في هذا الباب كتاب ‏(‏‏(‏العواصم والقواصم‏)‏‏)‏ للسيد محمد بن إبراهيم الوزير اليمني - رحمه الله -، يتضح لك الخطأ والصواب‏.‏



 أصول الفقه الشيخ محمد رضا المظفر [1]

الواضح في أصول الفقه - د. محمد سليمان أشقر [2]

     أصول الفقه الميسر سميح عاطف الزين  [3] 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

 

MELAHAT AKALP

13922758

BAHAR YARIYILI- DOKTORA

TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARININ HÜLASASI

 

            Tefsir Tarihi: Kur'an'ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen faaliyetlere Tefsir ismi verilmektedir. İşte bu faaliyetler önceleri şifahî bir tarzda, hicri II. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir. Kur'an mesajının anlaşılmasına yönelik bu çabalar tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki buna, Tefsir Tarihi denilmektedir.[1]

            Hadis Tarihi: Hadislerin, Hazreti Peygamber (sav) devrinden itibaren -özellikle ilk üç asırda- kazandığı  büyük değere paralel bir şekilde rivayetini, rivayetindeki gelişmeyi, çeşitli tehlikeler karşısında onları  koruma görevini yüklenen hadisçilerin faaliyetlerini, tedvin ve tasnifini, kısacası tarihini incelemektir.[2]

            Fıkıh Tarihi: Hukuk ilminin zaman-ı  risaletten itibaren nasıl teessüs etmiş, nasıl inkişafa mazhar olmuş  ve ne vechile müdevven bir hale gelmiş olduğunu gösterir. Bu ilme hizmet etmiş  olan müctehidlerin, vesair fukahanın bu bâbtaki pek mühim say ve gayretlerini, muvaffakıyetlerini kaydeder. O büyük zatların şahsiyetlerini, yüksek bilgilerini göstermeğe çalışır. Tarih-i fıkha tarihu't-teşri adı  da verilmektedir.[3]

            Rasûlullah'ın (sav) Yemenlilere gönderdiği Mu'âz b. Cebel'i uğurlarken ona sorduğu soru ve aldığı cevap, İslamî ilimlerin kaynaklarına dair temel kaideleri koymaktadır: "Sana bir mesele geldiğinde ne ile hükmedeceksin?", "Allah'ın Kitabı ile", "Onda bulamazsan?", "Rasûlü'nün Sünneti ile", "Onda da bulamazsan?", "Reyimle ictihad eder, elimden gelen gayreti sarfederim."[4]

            Sonraki dönemlerde Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas olarak sistemleşecek bu kaynakların ilki olan el-Kitap başlığı altında toplanan veriler aslında Tefsir Usulü dediğimiz ilmi oluşturmuştur. Ayrıca Hadis külliyatı içerisinde toplanan Tefsir rivayetleri, zamanla müstakil eserlere nakledilmiş; kadim ulema Ulûmu'l-Kur'an tabiri ile Tefsirle ilgisi bulunan ilimleri, konuya has eserlerde bir araya getirmiştir.

            Her ne kadar İslamiyet Kur'an vahyi ile başlamış olsa da ona bütün karakterini veren tek başına Kur'an olmamıştır. İslam geleneğinin tarihteki şeklini almasında, Peygamber (sav) yaşantısının ve ilk neslin Kur'an'ı algılama biçiminin belirleyici rolü vardır. Bu bakımdan "Sünnet/Hadis Kur'an üzerinde belirleyicidir, Kur'an Sünnet üzerinde değil." sözü bu gerçeği ifade etmektedir.

            Tüm bu durumlar bizlere Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin birbirleriyle sıkı bir ilişki içerisinde olduklarını göstermektedir. Bu ilimlerin doğru anlaşılabilmesi için aralarındaki bu bağlantının çok iyi kurulması gerekmektedir.

            Tefsir, ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği anda işaret ettiği durumları ve ilk muhataplarının ayetlerden ne anladığını gösterme amacına matuftur. Hadis, Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için yararlanılan bir bilgi kaynağıdır. Fıkıh ise ibadet ve muamelat konularını ele almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına katkı sağlamıştır. Fıkıh ilmi hem hadis hem de tefsir ilminden veri elde ederken, hadis her ikisine de bilgi sağlamıştır.

            İslamî ilimleri araştırmaya talip olanlar, erken dönemden itibaren oluşturulan temel kaynak eserleri ve anlama faaliyetlerini, hiyerarşik bir metodla tetkik edilmelidir ki, İslamî ilimlerde bilginin bütünlüğü ortaya çıksın. Ve böylece İslam geleneğinin tarihteki şeklini almasına katkı sağlayan bu ilimlerin sistematik bir şekilde nasıl bir bütünlük arz ederek tesis edildikleri daha net anlaşılsın. Nitekim günümüz modern insanının "Yalnızca Kur'an" yanılgısı, işte bu bağlantının göz ardı edilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır.

             



[1] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, MÜİF Yay, İstanbul, 2003, s.13,

[2] Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, AÜİFY, Ankara, 1977, s.3.

[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstılâhatı  Fıkhiyye Kamusu, I, 311; Abdulvahhab Hallâf, İslam Teşrîi Tarihi, çev:Talat Koçyiğit, AÜİFY, Ankara, 1970.

[4] Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3.

 

 

 

           


0 Yorum - Yorum Yaz

ödev    01.04.2014

BİLGE EVLİ

13952752

BAHAR YARIYILI- BİRLEŞİK DOKTORA

TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARI HÜLASASI

 

 

 TEFSÎR TARİHİ

A. Tefsîr'in Istılahî Mânâsı

Âlimler, ıstılahî açıdan çeşitli tefsîr tariflerinde bulunmuşlardır:

"Tefsîr, Allah kelâmının açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır." (el-Hûlî 1995, 13)

Diğer bir tarife göre ise; "Tefsîr, insan gücü ve Arapça dil bilgisinin verdiği imkân nispetinde Kur’ân metninin mânâsından bahseden bir ilimdir." (Kâtip Çelebi 1971-72, 1/427)

Tefsîrin âlimler arasındaki yaygın anlamı: "Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garîb lâfızlardan kastedilen şeyi beyan etmektir." (Lisanü'l-Arab; Tâcü'l-Arûs; Zerkeşî 1972, 2/147; Zerkanî, 1/471) Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur’ân'a has bir açıklama olmayıp, ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahlar için de kullanılır. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi, kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır. (Tehavenî 1984, 2/1115-1116)

"Tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla Kur’ân-ı Kerim'de Allah'ın muradını araştıran bir ilimdir". (el-Beyumî, 3/4)

Tefsîr ilminin konusu, bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Bu ilmin gâyesi; gerek bu dünyada, gerekse âhirette kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.

B. Kur’ân-ı Kerim'in Tefsîrine Duyulan İhtiyaç

Kur’ân-ı Kerim, "mânâsı açık bir Arapça ile" (Şuarâ Sûresi, 26/195) Cenab-ı Hak tarafından Peygamberimiz’e vahyedildi.

Selîkaları bozulmadığı için, Kur’ân'ın indiği devrin Arapları lûgat bakımından Kur’ân'ı anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda bazı sahabiler, gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse âlim sahabilere müracaat ederdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur’ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştır. (Okiç 1995, 144-145)

Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vaz’ ediyordu. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildir. Bu sebeple Ashab-ı Kiram, umumiyetle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyse de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı. Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyorduı. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı. (Yıldırım 1983, 17-20)

Ayrıca Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arap kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil, umumî bir dindir. Binaenaleyh, Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde ise, ancak tefsîr vâsıtasıyla kâbil olabilir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in güzelce anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından tefsîrler yazılmasına dâimâ ihtiyaç vardır. (Bilmen 1973, 1/105-107)

C. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri

Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî Kitabı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamber'in de onu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz zât Hz. Peygamber'dir (s.a.s.). O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’ân O’na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur’ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. (Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105)

Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur’ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)

Ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmezler. Bunların tefsîri Peygamberimize bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." (Nahl Sûresi,16/44) âyetiyle, Hz. Peygamber açıklamakla mükellef kılınmıştır. O’nun beyanı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla olurdu. (a.g.e., 33-34)

Kur’ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izâh ve açıklamak için dâima Sünnet'e ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri Sünnet, İslâm teşrî'nin ikinci kaynağı olmuştur. (Cerrahoğlu, 1/46-47)

Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı tefsîr ettiğini, muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri, hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.

D. Sahabe Devrinde Tefsîr

Hz. Peygamber (sav)'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhâtabı olan bu muhterem zâtlar, O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur’ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat ederek, Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın mânâsını ve tatbikâtını öğrenmişler, öğrendikleri sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sûreye geçmemişlerdir. (Cerrahoğlu 1962, 9/34-36)

Yalnız hepsinin Kur’ân'ı anlamada eşit seviyede olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve edebiyatına vâkıf olma husûsundaki yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz. Peygamber'in yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir anlayış farklılığını getirmiştir. Bunun için de, en bilgili ve en kültürlü olanlar tefsîr ile meşgul olabilmişlerdir. (Okiç 1995, 145)

Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber (sav)'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsîrde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için farklı metodlar takip ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.

Sahâbeden, Kur’ân tefsîrine dair en çok rivâyette bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:

Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692). (Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)

E. Tâbiîler Devrinde Tefsîr

Gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), gerekse Dört Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap Yarımadası’nı aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan Sahâbe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.

İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan tabîûndan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber (sav)'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları birçok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur’ân'ın makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur’ân ve Hadîs tedrîs ediliyordu. (Duman 1992, 133)

Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.

1. Mekke Medresesi.
2. Medîne Medresesi.
3. Irak (Kûfe) Medresesi. (İbn Teymiyye 1988, 78-79)

Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242; ez-Zehebî, 1/99-132)

F. Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr

Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)

Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)

 

 

 

HADİS TARİHİ

 

Hz.Peygamberden nakledilen bir söz, bir fiil veya bir takrir olarak akla gelmiştir. Hadis usulünde Hz.Peygamberden rivayet olunan hadislere merfu adı verilmiştir. Fakat bir sahabiden alınan söz Hz.Peygamberin sözü değilse buna mevkuf, tabi’ inden alınan sözde maktu denilmiştir. Kısaca hadis rivayet edilen sünnet olarak nitelendirilebilir.

 

İSLÂM şeriatında sünnetin kuran’dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği bilinen hususlardandır. Nitekim. Kuranı Kerimde ALLAHu Teala Hz.Peygambere şu emri vermiştir.”Ey peygamber , Rabbından sana indirileni tebliğ et ;eğer bunu yapmazsan onun peygamberliğini yapmamış olursun.” Maide/70

 

 Çünkü Hz.Peygamber tarafından tebliğ olunan ve tatbiki istenen bazı ayetler mücmel, gayrı mufassal yahut mutlak gayrı mukayyed olarak nazil olmuştur. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş, fakat adet, şekil ve vakitleri kuranda beyan edilmemiştir. Keza zekat verilmesini emreden ayetler mutlak olarak gelmiş malın asgari haddi, şekli, şartı beyan edilmemiştir. Bu ve bunun gibi birçok hüküm için başvurulacak tek kaynak Hz.Peygamber olmaktadır.

 

 Kendisine kitapla birlikte birde sünnet verilmiş olan Hz.Peygambere, itaatı emreden kuran ayetlerinin sayısı pek çoktur.

 

“Peygamber size neyi getirmişse onu alın ve neden sizi nehyetmişse ondan sakınınız.” Hasr/7

 

“Peygamber kendi hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse kendisine vahyolunan bir vahiydir.”Necm/ 32 ayetleriyle açıklanmaktadır.

 

 Ve sahabe dini ve dünyevi yaşayışlarına düzen veren sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önce anlatılan söz, fiil ve takrir olarak Hz.Peygamberden rivayet edildiği müddetçe hadisin isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur.

 

 Başlangıçta hadis hafızalarda kayda alınmış. Çünkü El- Belazuri’nin kaydına göre İSLÂMın başlangıcında kureyş kabilesinden okuma yazma bilen 17 kişi müstesna diğer müslümanlar yazı bilmiyorlardı. Ve bundan sonra yeni yetişen genç sahabiler yazı ile hafızalarındaki hadisleri perçinleme gayretine girmişlerdir.

 

 Ebu Hurayre eğer kuranda şu iki ayet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim diyor;

 

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler işte onlara hem ALLAH lanet eder hemde lanetçiler lanet eder.”Bakara/ 59

 

 Yine Ebu davud sünen 2/ 289 ve İbni Mace Sunen 1/102 kayıtlı hadislerde;

 

“ALLAH bizden bir hadis işitipte onu hıfzeden sonrada başkasına tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin. Bazan ilim sahibi kimse kendisinden daha alim olan kimseye onu nakletmiş olur; bazan ilim yüklü kimse alim olmayabilir.”

 

Kaynak:

 Hadis Tarihi/Talha Koçyiğit

 

 

 

Hadislerin Yazılması

 

 İlk devirde Hz.Peygamberden işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Yazı bilenlerin zorluğu vs.nedenlerle ancak çeşitli sahifeler ve hurma yaprağı deri ve geniş kemikler levha ve taşlar üzerine yazı yazılabilmesi sebebi ile zorluk bulunmaktaydı. Hz.Peygamber hayatta iken hadis yazımı iki devre içinde mütalaa edilir. Birincisi Hz.Peygamberin Ebu Said El-Hudri tarafından Müslim Sahih’inde 4/2298 de rivayet ettiği hadistir;

 

“Benden bir şey yazmayınız. Kim benden kurandan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz. Bir beis yoktur. Kim benim üzerime yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.”

 

Bunlarla ilgili yasakların sebebi ilk zamanlardaki yazı ve yazı yazmayı bilen sahabilerin güçlüğü önemli rol oynamaktadır. Bundan sebep kuranla karışma tehlikesi gün yüzüne çıkmıştır. Fakat İSLÂMiyetin araplar arasından günden güne kuvvet kazanması İSLÂM ülkelerinin Mekke ve Medine sınırlarını aşıp müslümanlar arasında yazı bilenlerin birden çoğalması ve kurandan inen ayetlerin vahiy katipleri tarafından muntazam olarak kaydedilmesi ile kuran’a karışma tehlikesi ortadan kalkınca hadislerin yazılmasına Hz.Peygamberden rivayet edilen şu hadislerle destek verilmiştir.

 

 Buhari’den nakledilen hadiste “Huzaalılar Mekkenin fethi sırasında daha önceleri öldürülen bir Huzalı’ya karşılık Ben-i Leys’ten birini öldürmüşlerdi. Bu hadise Hz.Peygamber’e haber verilince hayvanına binmiş ve Mekkelilere hitaben Mekke şehrinde adam öldürmenin, hatta diken kesmenin, yitirilmiş malına el uzatmanın kendisi için bile haram kılındığına dair bir hutbe irad etmiştir. Hutbeyi dinleyen Ebu Şah isminde bir Yemenli Hz.Peygamber’e başvurarak hutbesinin yazılmasını istemiştir. Hz.Peygamber’de Ebu Şah için hutbeyi yazınız demiştir.”

Buhari Sahih 1/36, Ebu Davud Sünen 2/286-287

 

 Yine Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamberin ashabı içinde Abdullah bin Amr müstesna benden daha çok hadise sahip olan kimse yoktu. Abdullah hadisleri yazardı. Ben ise yazmazdım demesi İle Abdullah’ın Hz.Peygamberden yazı ile ilgili izni aldığına dair haberler vardır.Bu haberlerden birinde Abdullahın hikayesi şöyle anlatılmıştır.

“Hz.Peygamberden işittiğim her şeyi yazıyordum.Gayem bunları ezberlemekti. Kureyşliler beni bu işten menettiler ve sen Peygamberden işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki o bir beşerdir ve rıza halinde olduğu gibi gadab halinde iken de konuşabilir, dediler. Bunun üzerine yazma işini durdurdum. Sonradan kureyşlilerin bu sözünü Hz.Peygambere zikrettim. Bana “Yaz, nefsim yedi kudretinde olan ALLAH’a yemin ederim ki benden hak doğru olan sadır olur. Dedi.”

Ahmet Bin Hanbel Musned 20/21, Ebu Davud Sünen 2/286 da

 

 Abdullah bin Amr hadis yazmak için peygamberden izin aldıktan sonra yazmağa başladığını ve 1000 kadar hadisi ihtiva eden bir sahife vücuda getirdiği bilinmektedir

 

 

 KAYNAK:

 HAdis TArihi/TAlat Koçyiğit

 

 

 

İlk Yazılı hadisler

 

 A)Hz.Peygamberin diplomatik mektupları;

Hangi maksatla olursa olsun, Hz.Peygamber tarafından yazılan ve yazdırılan bir vesika hadisin kapsamı içinde görülmektedir.

 Nasılki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz onun tarafından tasvib gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir. Onun imzasını taşıyan bir mektubu da yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.

 Hz.Peygamberin Bizans imparatoru Acem Kisrasına, ve Mısırlı Mukavkısa ve Habeş kralı Necaşiye yazdığı mektuplar İSLÂM tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında yazılmış yüzlerce vesika vardır. Ve bunların yazılış sebebleri birbirinden farklıdır. Bu konuları şöyle sıralayabiliriz.

 1)Yeni anlaşmalar,

 2)İSLÂMa davet,

 3)Memur tayinleri,

 4)Arazi ve arazilerin gelirlerinden atıyyeler,

 5)Eman ve tavsiye mektupları,

6)Bazı kimseler hakkında istisna teşkil eden hükümlerin tesbiti,

 7) Hz.Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili müteferrikat.,

 Bu vesikaların büyük bir kısmı medine devrine münhasırdır.

 Dünyada ilk yazılı anayasa olarak bilinen nizamname şu ibarelerle başlıyordu.

“Bu ALLAHın Rasülü Peygamber Muhammed’in Kureyşli Mümin ve Müslimlerle, Yesrib ehli onlara tabi olanlar, iltihak edenler ve onlarla birlikte harbe girenler arasına geçerli bir (kitabı) yazısıdır.”

 

B)Sadakat Hadisleri

 El-Hakimden verilen kaynaklar, Hz.Peygamberin sünneti ihtiva eden bir sahife yazarak Amr. İbni Hazm vasıtasıyla Yemene gönderdiğini ve Amr İbni Hazm’ında bu kitabı Yemen ahalisene okuduğunu zikrederler.Kaynaklara göre bu kitap farz sünen ve diyet hükümlerini ihtiva etmektedir.

 1)Halife Hz.Ebubekir’den rivayet edilen sadakat hadisleri

 Hz.Peygamber hayatının sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını valilere göndermeden vefat etmişti. Ebu Bekir’in hilafete geçmesi üzerine bu kılıç ona intikal etmiş o da Enes Bin Maliki Bahreyne gönderdiği zaman kılıç üzerinde yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini istemiştir.

 Ebu Davud Sünen 1/360, Tirmizi 3/17

 2)Halife Hz.Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri

 Hz.Ömerden rivayet edilen sadakat hadisleri Ebu Bekir’den rivayet edilen sadakat hadislerinden ayrı bir şey değildir. Mevcut haberler bunu açık bir şekilde teyid eder.

 El-Hakim Müstedrek 1/392

 Ez-Zühri’nin Salim yolu ile babası Abdullah Bin Ömer’den rivayet ettiği hadisin ilk ibaresi şöyledir. “Rasulullah sadakat kitabını yazmış fakat amillerine göndermeden vefat etmiştir. Bilahara Ebu Bekir sonrada Ömer aynı kitapla amel etmiştir.”

 

C)Sahabiler tarafından yazılan diğer sahifelere ait bilgiler

 1)Ebu Bekir ve Ömer’in denemeleri

 Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer bin Hattab’ın sünene ait hadisleri yazmağa teşebbüs ettiklerini hatta Ebubekir’in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığı fakat sonradan bazı sebepler dolayısı ile bu kitabı imha ettiğini belirten haberler vardır. Yine haberlerden öğrendiğimize göre Ebu bekir’in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep hadislerin kendisinden sonra aslına uygun olarak nakledilmemeleri korkusudur. Ömer bin Hattab’ın vazgeçmesinin sebebi ise kendisi şöyle açıklamaktadır. “Size bir sünen kitabından bahsetmiştim .Sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap kitabullah’tan başka kitaplar yazmışlar o kitaplar üzerine düşerek ALLAH’ın kitabını terketmişlerdi. Ben yemin ederim ki ALLAH’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem. İbni Sad Tabakat 3/206

 Nitekim karşısında bir hadis rivayet edildiği vakit onu reddetmek yerine rivayet edenden delil istemesi onun titiz ve ihtiyatkar davranışını gösterir. “Bir gün Ebu Musa, Ömer’in yanına girmek için üç defa izin istemiş cevap alamayınca geri dönmüştü. Sonradan bunu haber alan Hz.Ömer niçin geri döndüğünü sorunca, Ebu Musa Hz.Peygamberin biriniz üç defa izin isteyipte izin verilmezse geri dönsün, dediğini işittim.diye cevap vermişti. Bunun üzerin Ömer bin Hattab bu sözü Hz.Peygamberden işittiğine dair delil istemiş, Ebu Musa’da mescide giderek orada bulunanlara Ömer ile aralarında geçen hadiseyi anlatıp bu sözü Hz.Peygamberden işiten bir kimsenin bulunup bulunmadığını sormuştu. Orada bulunanlardan Ebu Said kalkmış ve Ebu Musa’ya şehadet etmiştir. Bundan sonradır ki Ömer ibnul Hattab Ebu Musa’ya şöyle hitap etmiştir. Maksatım seni itham etmek değildir. Fakat hz.Peygamberden hadis rivayet zordur.”

2)Abdullah ibnül Amr ibnül As’ın sahifesi

 Hz.Peygamberin genç ashabı arasında hadis sahifesiyle şöhret kazananlardan birisi Abdullah bin Amr bin el As’tır. Babası Mısır fatihi Amr ibnul As’tan önce müslüman olan Abdullah’ın Hz.Peygamberin izniyle pekçok hadis yazdığını gösteren haberler vardır.

İbni Sad.’ın naklettiğine göre Abdullah bin Amr bir sahifeden bahsederek Rasullullahtan işttiğim hadisleri yazmak için izin istedim bana izin verdi bende bu sahifeyi yazdım. Der. İbnu Sad Bu haberin nihayetinde Abdullah bin Amrın Hz.Peygamberden yazdığı sahifeye sadıka ismini verdiğini ilave eder ki başka haberlerin bunu teyid ettiği görülür.

 Yine Ahmet Bin Hanbel’in naklettiğine göre Ebu Kabil şu hadiseyi nakletmiştir. Birgün Abdullah ibn Amr’ın yanında bulunuyorduk. Önce Konstantiniyyemi yoksa Rumiyye mi fetholuncağını soruldu. Abdullah bir sandık getirdi ve içinden bir kitap çıkartarak söyle dedi Hz.Peygamberin etrafına toplanmış yazıyorduk. Bu sual ona soruldu. Rasulullah Hirakl Şehrinin yani Konstantiniyyenin (İstanbulun)önce fetholunacağını söyledi.

 

 3)Cabir İbn Abdullahın sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı arasında fazla hadis rivayet etmekle söhret kazananlardan birisi olan Cabir ibn Abdullah’dır. Sahifetul Cabir diye anılan sahifenin aslında Süleyman ibnu Kays El- Yeşkuri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Süleyman ibnu Kays’ın Cabir’den önce vefat etmesi ve Cabirin hadislerini ihtiva etmesi dolayısı ile ona isnad edilmiş ve bu isimle anılmıştır. Cabirin sahifesi hadisçiler arasında şöhret kazandıktan sonra pekçok kimse bu sahifeden rivayet etmeğe başlamıştır. Mesela Ahmet Bin Hanbel bunlardandır.

 

 4)Ali bin ebu Talib Sahifesi

 Hz.Peygamberin amca oğlu ve damadı Hz.Ali’nin elinde sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifenin bulunduğu muhtelif kaynakların verdikleri haberlerde anlaşılır. Nitekim Hz.Ali’nin; “Hz.Peygamberden kuran’dan ve şu sahifedekilerden başka bir şey yazmadık.” Sözü bunu açıklar. Hz.Ali, Hz.Peygamber’in vefat ettiği sıralarda Kuran tenzil üzerine toplamış bulunuyordu. Hatta kendisini bu işe o kadar vermişti ki Hz.Peygamberin vefatı üzerine hilafet makamına geçen Ebu Bekir’e beyat etmek fırsatını bile bulamamıştı.

5)Semura ibnu Cundeb sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı içinde hadis yazanlardan biride Semura İbnu Cundeb’tir.Ebu Davud ve İbni Mace sünenlerinde Nuaym ibn Ebi Hind tarikiyle Semura’nın oğullarından birer hadis rivayet etmişlerdir.

 

 6)Ebu Hurayra Sahifesi

 Hz.Peygambeden en fazla hadis rivayet etmekle şöhret kazanan Ebu Hurayre ‘dir. Hayatında yazılan ve büyük şöhret kazanan diğer bir sahifede talebelerinden Hemman ibnu Münebbih’in sahifesidir. Berlin ve Şam kütüphanelerinde iki yazma nüshası Pr.Muhammed Hamidullah tarafından bulunarak geniş bir mukaddime ile neşredilmiştir. Hadis tarihi yönünden değerli bir vesikadır.Hemmam’ın sahifesinde bulunan her hadis Ebu Hureyre’nin rivayeti olarak altı hadis kitabnda yer almakla kalmamış aynı zamanda Peygamberin bu sözlerinden her biri mana itibariyle diğer sahabilerden rivayet edilmiştir.

 7)Abdullah ibn. Abbas sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı içerisinde rivayetinin çokluğu ve bilhassa tefsir sahasındaki genişliği ile şöhret kazananlardan biride Abdullah ibni Abbas İbni Abdulmuttalip’dir. İbni Abbas hicretten üç sene önce dünyaya gelmişti. Tefsir ilminde otorite olması dolayısıyla kendisine müfessiril kuran ve tercumanul kuran deniliyordu. İbn. Abbas hz.Peygamberin vefatında onüç yaşlarında olmasına rağmen ondan pekçok hadis dinlemiş ve hıfzetmiştir. İbni abbasın ilmi üç otoriteden gelmektedir. Ömer bin el hattab, Ali bin ebi Talip, Ubey bin Kab.

 

 Abdullah ibn.Ömer ibn.hattab sahifesi

 Hz.peygamberin genç ashabından bir i olan abdullah ibn ömer in hadis yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi nafinin ondan bir sahife rivayet ettiğine dair haberler vardır. El Buhari tarafından nafi vasıtasıyla nakledilen bir habere göre Abdullah ibn.ömer sokağa çıkmadan önce kitaplarına bakardır. Ettarihul Kebir

 8)Sad ibn Ubade sahifesi

 Cahiliyye devri katiplarinden Sad ibn Ubade’nin Hz.Peygamberin meclislerinde daima hazır bulunup ondan kuran, feraiz ve şeriat ahkamını öğrendiği bilinen hususlardan olup hadis yazıp yazmadığı net olarak bilinmemektedir.

 Bu örnekler Hz.Peygamberin ilk günlerinden itibaren hadislerin yazılmağa başlandığını ve hadis yazanların giderek çoğaldığını göstermeğe yeterlidir.

 

 

 Kaynak:

 Hadis Tarihi/Talat Koçyiğit

FIKIH TARİHİ

 

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1][1]

*   *   *

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.



[2][1] Bkz. Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal, s. 91 vd.; Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, I, 41 vd.; Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, s. 665.

 

SONUÇ

Özet sunularak anlatmaya çalıştığımız üzere; tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihi gelişimleri birbirine paralellik arz etmektedir. Tarihi süreç içerisinde bu üç ilim dalının etkileşime girdiği unsurlar benzerlik arz etmektedir. Bu açıdan değerlendirmeğe tabi tutulduğunda İslami İlimlerin  birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği sonucuna varmak yanlış olmasa gerektir.

 

Saygılarımla….



 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Ömer Faruk SERDAROĞLU    03.04.2014

TARİH MÜTALAASI                     31.03.2014

                             Ömer Faruk                                                     SERDAROĞLU
                        2013 / 2014 Bahar                                              Dönemi Ödevi

              TEFSİR HADİS VE                              FIKIH TARİHİ

A- TEFSİR TARİHİ

a-Tefsir
 ( Arapça: İlm ut Tefsir), İslam dini terimidir. 'el-Fesr' masdarından  tef'il babında yorumlamak, açıklamak manalarına gelen bir kelimedir.İslami terim olarak , Kuran’ın ayetlerinin açıklanmasına dâir dalıdır. Tefsir ilmi ile uğraşan kişiye müfessir( Arapça: muffessir, çoğuluna mufessirun) denir. Tefsir dersleri medreselerde, İlahiyat fakültelerinde okutulan derslerdendir. Tefsirciler tarafından ilk müfessir kabul edilen Hz. Muhammed (s.a.v) , Kur’an-ı yine Kur'an ile tefsir etmiştir. Sahabe ve tabiin denilen birinci ve ikinci nesil Müslümanlar peygamberin bazı açıklamalarını kaydetmişlerdir.

b-Tarih
 geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfi, toplanması, bir araya getirilmesi ve sunulması bilimidir. Tarihi bilgi, geçmişteki olaylara ilişkin tüm bilgilerin, olayların vuku bulduğu dönemin şartları göz önüne alınarak, mümkün olduğunca nesnel bir şekilde sunulması ile oluşur. Tarih, yaşanan olayların bir daha yaşanabilmesi gibi bir olasılık olmadığından diğer bilimler gibi deney ve gözleme dayanamaz.

c-Kur’ân-ı Kerîm Tefsirine Duyulan İhtiyaç

Fert ve toplum açısından insan, yaratılışından Kur’ân- Kerîm’in gelişine kadar, gaye ve hedef itibariyle, birbirine zıd, hidayet veya sapıklık yollarından birini seçe-gelmiştir. “İnsan, bütün bir ömrünü kapsayan bu yolculuğa niçin çıktı? Nereden geliyor ve nereye gidiyor? Ölümden sonraki hayatın anlamı nedir?” gibi soruları, herhalde akıl ve irade sahibi bir kişinin, kendine sorması gerekir. Büyüklü küçüklü milyonlarca yıldızla donatılmış fezanın akla durgunluk veren yapısı, nizam ve âhengi, bir yaratıcının muhakkak olduğunu göstermektedir.
Şüphesiz bu yaratıcı, yüce Allah’ ( c.c ) tır. Elbette, her eserin bir var-oluş sebebi, maksadı olduğuna göre, insanın da bir yaratılış gayesi vardır. Bu gaye ona, peygamberler “aleyhimü’s-sselâm” vasıtasıyla gönderilen kitaplarla bildirilmiştir. Son Peygamber Muhammed “aleyhisselâm”a da Kur’ân-ı Kerîm indirilmiştir. İşte bir müslümanın, bu Kitâb’a ve onu açıklayan kaynaklara göre, inanç ve davranışlarını tespit etmesi gerekmektedir. Dinî anlamda bu, iman ve amel sorumluluğunu ifade etmektedir. Müslüman, iman ve amelini, yüce Allah’ın tebliğlerine, dolayısıyla rızasına uygun yaparsa, geçerli olmaktadır. Bu tebliğlerin de belirlenmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in iyi anlaşılmasına ve doğru tefsir edilmesine bağlıdır.





A1- HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE TEFSİR

Kur'an-ı Kerim'i anlama konusunda, İslâm tarihi boyunca farklı yaklaşımlar olmuştur. Asırlar boyunca meydana gelmiş olan çeşitli tefsir tarzları, bunun neticesidir.
Tefsir ilminin yapacağı ilk iş, Kur'an'ın açıklanmasında, Hz. Peygamber aleyhisselamın işlevini gözönünde bulundurmaktır. Allah Tealâ gönderdiği Kitabın tefsirini birinci derecede Resulüne havale etmiştir. Ezcümle şöyle buyurmuştur:

"Biz sana zikri indirdik. Tâ ki kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve tâ ki onlar da iyice 
fikirlerini kullansınlar" (Nahl, 44). İndirilen zikr, vahy-i gayr-i metlüv olarak sünnettir. Kur'an'ı tefsir edip açıklamak üzere Peygamberimize bildirilmiştir. Bu âyetle bu manayı ifade eden birçok âyete dayanarak müslümanlar, Kur'ân tefsirinde Hz. Peygamber'in açıklamalarına birinci derecede yer verme konusunda ittifak etmişlerdir.
Allah Tealâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kağıtlar şeklinde değil, aramızdan seçtiği Resulünün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve uyguladı.

Demek ki Hz. Peygamberin Kur'an'la ilgili başlıca üç görevi vardı:

1- Tebliğ
2- Tebyin
3- Tatbik.

O'nun bütün hayatı bu işlerle doludur. Vahiy met¬ninin ulaştırılması, izhar edilmesi işi için Kur'an, belağ ve tebliğ kelimelerini kullanmıştır. Mesela;
"Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, sana verdiği risaleti (mesajı) tebliğ etmemiş olursun" (Mâide, 67). Kur'ân mesajı ulaştırmak hakkında tebliğ kelimesini defalarca kullanırken, demin zikrettiğimiz Nahl, 44 âyetinde tebyin kelimesinin tebliğ, ulaştırma, açığa vurma manasında kullanıldığını iddia etmenin hiçbir değeri olamaz.
Diğer taraftan bir âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer herhangi bir hususta tartışıp ihtilaf ederseniz onu Allah'a ve Resulüne irca edin" (Nisa, 59).

Allah'a irca etmek O'nun kitabına götürmek, Resulüne irca etmek ise hayatta iken kendisine, vefatından sonra da O'nun hadislerine irca ederek, hadisleri hakem kılarak konuyu vuzuha kavuşturmak manasına gelir.
Sahabe neslinin sonlarında, dinin tek kaynağının Kur'an olduğunu iddia eden tek tük insan ortaya çıkmış, sahabiler bunlara karşı çok net bir tavır takınmışlardır.
gördün mü?" Sonra namazı, zekâtı ve emsali hükümleri sıraladı ve ilave etti: "Bütün bunları Allah'ın Kitabında tefsir edilmiş olarak buluyor musun? Kitabullah bunları mübhem bırakmış, sünnet de tefsir etmiştir"


Sahabenin en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, sünnetin öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur'an'ın istediklerini yerine getirmektir. Haşr suresinin 7. âyeti, Hz. Peygamber'in sünnetine bu işlevi vermiştir. Nisa, 119. âyeti, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi yasaklar.
Fakat bu âyetin maksat ve kapsamını ancak Resulullah'ın anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Abdullah İbn Mes'ud'a (r.a) Beni Esed kabilesinden bir kadın gelip şöyle dedi: "Ey Eba Abdirrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana lanet ettiğini duydum?" Abdullah İbn Mes'ud ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum ki, Resulullah (a.s)'in lanet ettiğine ve Kur'an'da belirtilene lanet etmeyeyim?" Kadın cevaben; "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım?" deyince İbn Mes'ud'un cevabı şöyle oldu: "Eğer layık-i veçhile okumuş olsaydın bulurdun. Zira Allah Tealâ buyuruyor ki: "Peygamberin size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin, O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" dedi.

Hicri ikinci asrın son çeyreğinde Basra'da bir grubun, hadislerin sübutu meselesinde şüpheye düştüklerinden sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz. Bunlardan bazıları, âhad yolu ile rivayet edilen hadisleri kabul etmeyip mütevatirleri kabul ederken bazıları hepsini birden reddediyordu. Şüpheleri yersiz idi. Fakat şuna dikkat edelim ki bunların itirazı sünnetin Kur'ân'ı tefsir etmesine değildi; rivayetlerin sübutuna idi. İmam Şafiî El-ümm adlı eserinin Cimau'l-ilm bölümünde bu grubun sözcüsü ile olan münazarasını nakleder ve çok ikna edici delillerle sünnetin, Kur'ân'ı açıklayan, ümmeti bağlayan bir kaynak olduğunu açıklar. Şafiî'ye göre "İmamların bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur'an-ı Kerim'in şerhidir."

Üçüncü asırdan itibaren sünnetin dindeki yerini reddeden müslümana rastlanmamıştır; tâ ki Avrupalıların 19. asırda İslâm ülkelerini istila etmeleri neticesi sömürge idaresi kurmalarına kadar, bu sapıklık görülmemiştir. Sömürgeciler Hz. Peygamber'e duydukları kin, peşin hükümle şartlanarak İslâm'a nefretle bakışları, müslümanların birliklerini parçalama, İslâm medeniyetini çekememe, müslümanlar arasında fitne ve ihtilaf çıkararak onları birbirleriyle uğraştırırken kendi hakimiyetlerini kolayca devam ettirme, müslümanların servetlerini yağmalamaya devam etme gayeleriyle bu ihtilafları körüklemişlerdir.

Zaten onların bu gayeye hizmet etmek için yetiştirdikleri oryantalistler, İslâmî incelemeler uzmanı olduklarını iddia ederek, İslâm aleyhinde birçok şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte sömürgeci idare, birçok oryantalist tarafından üretilen bu iddiaların kulaklarına üfleneceği, bazı gafil, cahil, gevşek, ecnebi taklitçisi, menfaat peşinde koşan müslümanlar bulma imkânı verdi.
Müslüman toplumlarca hiç kabul görmemesine rağmen bu kabil iddiaların iki asır boyunca, arada bir ısıtılıp tekrar piyasaya sürülmesi de bu fitnenin gayr-i müslimler tarafından kaynatıldığının bariz delilidir. Zira onlarca önemli olan, bu görüşün galip gelmesi değildir. Bu aykırı iddiaların müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini onlar da pek iyi bilirler.

Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp müslümanları, hayatî meseleleriyle meşgul olmaktan, bir süre için bile olsa uzaklaştırmaları, onları birbirine düşürmeleri kendilerine yetmektedir.
Fakat bu gafil müslümanların aynı iddiaları ilmî olarak ileri süren oryantalistlerden temel farkları şudur: Onlar Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine inanmazken, berikiler Kur'an'a iman ettiklerini söylerler. Bu da kendilerinin durumunu, daha da zorlaştırmaktadır.

Zira bu iddialar İslâm toplumunun içinde çıkmış, bünyenin ihtiyacından ileri gelmiş meseleler olmayıp, Kur'ân'a ve İslâm'a inanmayan ecnebiler tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'a inanmadığını iddia ederek o sapıklıkları kabul ettirebilmek çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü, eskiden bazı müslümanlar hadislerin sübutundan emin olmadıkları iddiasıyla hadisleri ihmal etmişlerdi. Ama bunlar Allah'ın Kur'an'da Resulüne verdiği Kitabı açıklama yetkisine itiraz etmektedirler. Oryantaliste göre iş kolay. Hatta Kur'an'da olması da onlar için çok şey ifade etmez. Onun içindir ki, hadiste ve Kur'an'da bulunan hakikatleri reddetmek veya saptırmak veya sathî olarak değerlendirmek veyahut pek önemsememek onlara göre normaldir. İşte görüyoruz ki, bu hususta onları taklid eden müslümanlar da onlardan etkilenmiş, dinî hassasiyetleri azalmış bulunmaktadır.
Bunlar Kur'an-ı Kerim'in bütün âyetlerini gözönünde bulundurarak değerlendirme yapan klasik İslâm âlimleri gibi davranmayıp, hevalarına göre mana vereceklerini düşündükleri bazı âyetleri münferit olarak ele alırlar. Şöyle ki: "Kur'an ''Allah size kitabı mufassal olarak indirmişken ondan başkasının hakemliğini arar mıyım?" (En'am, 114) buyurmaktadır. Demek ki hem Kur'an'ın açıklanmaya ihtiyacı yoktur, hem de Allah'tan başkasının hüküm yetkisi yoktur" derler.

Cevaben şöyle deriz: Bu âyet, Hz. Peygamber'in nübüvvetine itiraz eden kafirleri reddetmek muhtevasında varid olmuştur. Onlar keyiflerinin istediği bazı hârikulade şeyler, sihirbazvarî işler, Hz. Peygamber'in nübüvvetini başka otoritelerin onaylaması gibi şeyler peşinde idiler. Allah Tealâ ise birçok hakikatleri mufassal olarak açıkça bildiren ve mucize özelliği olan Kur'an'ı indirmesiyle kendisinin bu nübüvveti onayladığını bildirmişken, başka harikalara ve otoritelere hiçbir ihtiyaç olmadığını belirtmektedir.
Zira ilâhî hükmü anlamak için, diğer harika hallerin, mucizelerin delâleti Kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Mesela ay'ın ikiye yarılması mucizesinden bile Peygamberimiz'in nübüvvetine delâlet, ancak kısa bir an için ve onu gören mahdut kimseler için söz konusudur. Ama bundan istifadenin gerek açıklığı, gerek devamlılığı, kelâma, yani Kitaba dayanır. İşte burada bu mana hatırlatılarak buyuruluyor ki: "Allah, size diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve böylece hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de (bundan önceki En'am 112 âyetinde bu durum sözkonusu edilmektedir) aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla!"
Bu âyet, Allah'ın fermanıyla olan bu şehadetini kabul etmeyip, insanlardan birtakım hakemler, otoriteler teklif eden müşrikleri reddediyor. Nitekim nüzul sebebi rivayetine göre müşrikler Hz. Peygamber (a.s)'a "Seninle bizim aramızda yahudi hahamlarından veya hıristiyan piskoposlarından senin durumun hakkında hükmedecek bir hakem tayin et" diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyetler indirilmiştir.
Demek âyet-i kerime, birinci derecede Hz. Peygamber'e hitab ederek nübüvvetinin başka otoritelerin tasdikine ihtiyacı olmadığını, Allah'ın Kur'ân'la olan şehadetinin buna fazlasıyla kâfi geldiğini bildirmek için nazil olmuştur.


Bu âyeti, Hz. Peygamber'in, hadisleriyle Kur'ân'ı açıklamasının aleyhinde delil getirmenin hiçbir manası yoktur. Bir kere böyle yapmak âyeti siyakından, muhtevasından çıkarmaktır.


Diyelim ki bu tuhaf iş yapıldı. Bu âyetten Hz. Peygamber'in hüküm koyma yetkisi olmadığı mânâsı çıkarıldı. Bizim buna itirazımız yok. Zaten hükmün tek kaynağının Allah olduğunu biz de söylüyoruz. Yalnız bunu hadislerin tefsir etme özelliğini reddederek değil, hadisi yerine yerleştirerek yapıyoruz. İşte bakın bu konuyu Şah Veliyyullah Dihlevî nasıl güzelce ifade ediyor:

"Helâl ve haram kılmak, herhangi bir şeyin melekût âleminde o fiil sebebiyle sorumlu tutulup tutulmayacağı hakkında geçerli bir hüküm icad etmektir. İşte bu icad, sorumlu tutulmaya veya tutulmamaya bir sebep teşkil eder. Bu ise, Allah'ın sıfatlarındandır. Helâl ve haramın bazen Resule nisbet edilmesinin sebebi, O'nun sözünün, Allah'ın helâl veya haram kılmasına delil olmasındandır. Müçtehidlere nisbeti ise, ya Şari'in nassından veya rivayet veya onun sözünden kasdedilen manayı istinbat etmeleri cihetiyledir.'
Demek ki müslüman gelenek, hadis-i şerifleri değerlendirmesiyle müçtehidlerin gayretleriyle; tefsir, hadis, usul-i fıkıh, fıkıh gibi ilimleriyle Allah'tan başka hakem, O'ndan başka hüküm kaynağı ortaya çıkarmış değil. Bilakis Allah Tealâ'yı tek hüküm kaynağı olarak bilmiş ve fakat o hükmün nasıl anlaşılıp tatbik edilmesi gerektiğini arayıp öğrenme yoluna girmiştir. Buna uymayan tutum ise Haricîler ile bazı oryantalistlerde ve onların kuklalarında görülmüştür.

Haricîler Hz. Ali'yi (r.a.) hakem tayin ettiği için kâfir ilân ettiler. Zira "Allah'tan başka hakem yoktur" dediler. Hz. Ali buna karşı meşhur cevabını şöylece vermişti: "Bu hak ve doğru bir sözdür, fakat bâtıl maksat için ileri sürülmektedir." Hz. Ali: "Tamam, Allah'tan başka hakem yok. Fakat O, hükmünü Kur'ân'da bildirmiştir. Kur'ân ise, hükmü uygulama mercii değildir. Ondaki hükmü insanların anlayıp uygulaması gerekir" diyordu.
Diğer bir iddia, Kur'ân'ın mufassal vasfını ileri sürerek, ayrıca tefsir edilmesine ihtiyaç olmadığını ileri sürmektir. Kur'ân-ı Kerim hak ile bâtılı iyice belli edip açıklamıştır. Birçok helâl ile haramı bildirmiştir. Onda birçok hakikat açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla elbette mufassaldır.

Keza Kur'ân'ın mübîn vasfını ileri sürerler. Mübîn "açık, zahir veya açıklayan" mânâlarına gelir. Kur'ân Allah'ın fiil, isim ve sıfatlarına, ahiret hayatına, vahiy ve nübüvvete, önceki ümmetlerin hallerine, insanın dünyadaki vazifelerine, güzel ahlâk prensiplerine, Allah'ın insanlara vaz'ettiği talimat ve ahkâma dair birçok hakikati açıklamıştır. Demek ki Kur'ân'ın mübîn olması şu demektir:

1- Kur'ân'ın i'cazı, Hak Tealâ'dan geldiği aşikârdır, açıktır.
2- Dünya ve âhirete, mülk ve melekûta, gaybe dair bilgiler verir, birçok kıssa ve mev'izaları açıklar.
3- Hakkı bâtıldan, hayrı serden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eder.
4- Kur'ân'ın dili açık, fasih Arapça'dır. Arap dilinin muazzam ifade imkânlarını kullanmak suretiyle, ifade-i meram etmiş, diller içinde en sağlam bir beyan aracı ile gelmiştir.

Bütün bunlar, Kur'ân'ın mübîn vasfını fazlasıyla göstermektedir. Fakat Kur'ân'ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen anlayacağı şekilde meydandadır, tefsire hacet yoktur, demek değildir. Kur'ân, Kitap olarak gönderilmiştir. Kitap birçok ilimler ihtiva etmektedir. Muallimsiz kitap, insanlara bir şeyler öğretmek için geçerli olan bir yol değildir.
Öğretimde kitap ile yetinen, öğretmeni ve okulu reddeden öğretim sistemi olamaz. Onun içindir ki Allah, Kitabını, mesajını sahipsiz, muallimsiz bırakmamıştır.
Birçok âyette Peygamber'in kitap ve hikmeti öğretmesinden, açıklamasından bahsetmiştir.Peygamberine tam bir itaat istemiş, O'na itaatin Allah'a itaat olduğunu bildirmiş, O'na itaat etmemenin, O'nun verdiği hükme boyun eğmemenin imansızlık alâmeti olduğunu bildirmiştir. Sadece birkaçının mealini verelim:
"O ümmilere kendilerinden bir peygamber gönderen Allah’tır. O Peygamber, onlara Allah'ın âyetlerini okur, onların iç ve dışlarını arındırıp temizler, onlara kitabı ve hikmeti öğretir" (Cuma, 2).
"Kim Peygamber'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 80).
"Peygamber'in size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" (Haşr, 7).
"Hayır, hayır! Rabbine yemin ederim ki, aralarında tartışıp çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa, 65).
"Ey Resulüm de ki; (Ey insanlar) Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafurdur, Rahimdir"'(ÂI-i Imran, 31).

İşte Peygamber'in Kitabı öğretmesi, hikmeti yani sünneti öğretmesi, işte O'na yani O'nun hadislerinde bildirdiği hususlara itaat etmenin lüzumu, işte O'nun hakemliği... Bunlar, bu ve benzeri birçok âyette güneş gibi aşikârdır.
Kitapta, elbette o kitabı esas alarak öğretim yapan o en büyük Muallimin (a.s) öğreteceği, açıklayacağı, uygulayacağı birçok şey vardır. Mesela Kur'ân'ın en çok üzerinde durduğu farzlardan biri salat yani namazdır. Namaz emri açıktır, kesindir. Ancak nasıl ifa edileceği, o en büyük Muallimin açıklayıp öğretmesine havale edilmiştir. O'nun öğretmesine başvurmadan namazın eda edilişini Kur'ân'dan anlamak mümkün değildir.

Yoksa Kur'ân'ın mübîn ve mufassal olmasından, onu herkesin, okur yazar olmayan birinden tutun, ilimde en ileri seviyede olan, tefsir, fıkıh, kelâm âlimlerinin aynı şekilde anlayacağı manasını çıkaran kimse, bu iddiasını kimseye inandıramaz. Hele buna karşı: "İşte Kur'ân mucize olduğu içindir ve mübîn olduğu içindir ki onu herkes anlar, tefsir edilmesine ihtiyaç yoktur" demek tam bir mugalâtadır. Bunu iddia eden adam, Kur'ân'da 19 mucizesinin var olduğunu ileri sürüyor. Şimdiye kadar milyonlarca ilim adamı, yüz milyonlarca müslüman, her gün okudukları Kur'ân'da bunu neden göremediler? Kur'ân'dan kıyametin kopacağı tarihi çıkaran adam nasıl olur da bu iddiada bulunabilir? Bin dört yüz küsur sene milyonlarca insan niçin bu tarihi Kur'ân'da göremedi acaba? Dünyada anlaşılması en zor bir durumla karşı karşıyayız. Böylesi bir iddiada bulunan kişinin, Kur'ân'ın tefsire çok fazla ihtiyacı olduğunu ileri sürmesi beklenirdi. Demesi gerekirdi ki; "Tefsiri o kadar zor ki bakın, yüz milyonlarca insan, ilim adamı okudu göremedi, ben çıkarabildim." Geçerli olmasa da, bunu iddia etmesine bir şey diyemezdik. Fakat her okuyanın Kur'ân'da kesin olarak bulup anladığı demin naklettiğimiz o âyetleri inkâr ederken sonra da kalkıp böyle neticeler çıkaran kişi, akıldan mahrum bir mahlûktur. Aslında ciddiye alınması gerekmez.
A2- SAHABE DÖNEMİNDE TEFSİR

Rasulullah (s.a.v) hayatta iken sahabe, Kur’an’dan anlayamadıklarını ona soruyor ve doyurucu bilgiler alıyorlardı. Resulullah’ın vefatından sonra ise bu bilgi kaynağı kesildi. Ancak onun bıraktığı iki şey vardı.
Bunlar Allah’ın kitabı ile Resulünün sünneti idi. Resulullah’ın vefatından sonra sahabe, herhangi bir ayetin tefsirini anlamak için önce Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Onda bulamazlarsa Hz.Peygamber’in sünnetine bakıyorlardı. Bunda da bulamadıkları takdirde kendi rey ve içtihatlarıyla ayeti tefsir ediyorlardı. Sahabe genellikle ayetlerin nüzul sebebini anlatmak ve Kur’an’ın nâsih ve mensuhunu belirtmek suretiyle tefsir ederdi.Ayetteki bir müşkili halletmek için bazıları tahsis yolunu, bazıları da tarihî bir yolu takip ederek ayete açıklık getiriyorlardı. Bu açıklamaları yaparken, insanların ruhî durumlarını gözönünde bulundurdukları gibi, ayetlerden anladıklarını bizzat yaşayarak, uygulamalı tefsiri de ihmal etmiyorlardı.Sahabe genellikle, hükümlerle ilgili olmayan konularda, ayetin akı-şından anladıkları icmâlî mana ile yetiniyorlar, müfredatın manalarını araştırmakta zorlama olduğu kanaatini taşıdıkları için, bundan sakınıyorlardı. Ayetin maksadını anlamaya ve kendilerinden istenileni uygulamaya çalışı-yorlardı.Bununla beraber, Arap dilinin inceliklerini, Arap âdet ve geleneklerini bilmeleri, Kur’an’ın indiği dönemde Arap Yarımadasında yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve diğer gayr-i müslimlerin hallerini bilmeleri ve Allah’ın kendilerine lütfettiği anlayış melekesi sayesinde içtihat ederek de Kur’an’ı tefsir ediyorlardı. Onların bu hususiyetleri Kur’an’ı tefsir etme hususunda kendilerine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.Sahabenin anlayış farkları, içtihatlarında da farklılıklar meydana getirmiş, neticede çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Arap dili ve edebiyatını anlayış farkları, bazılarının, kelimenin hakikî manasını almasına, bazılarının ise mecazî manasını kullanmasına sebep olmuştur. Ayrıca İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi, dolayısıyla sahabenin farklı din ve kültürlerle karşı-laşmaları, aralarında görüş farkları doğurduğu gibi, aynı sahabinin, aynı ayetin tefsirinde önceki içtihadı ile sonraki içtihadı arasında da farklılıklar meydana getirmiştir. Sınırları sürekli genişleyen İslâm devletinde özellikle genç sahabenin çeşitli din ve kültürlerle karşılaşmaları ve bunlardan etkilenmeleri neticesinde ortaya yeni görüşler çıkmıştır.Bununla beraber sahabe arasındaki ihtilafın, bir zıtlık ihtilafı değil, bir nevî ihtilafı olduğu kabul edilir. Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu bu hususta şöyle der: “Sahabenin kültür bakımından farklı olmaları, Kur’an’ın kendine has bazı özellikleri ihtiva etmesi, Arap dilinin konuşma dili olarak zenginliği, fakat yazı dili olarak nokta ve harekeden mahrum oluşu gibi sebeplerle bir ayetin tefsiri hususunda bazı ihtilafların olması bir gerçektir. Bu ihtilaflar zıtlık ihtilaflarından ziyade bir nevî ihtilafı idi.
”Netice olarak, Sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetleyebiliriz:

a) Sahabe asrında yapılan tefsirler yazılmamıştır.
b) Sahabe Kur’an’ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.
c) Ayetlere icmalî mana vermekle yetinmişlerdir
d) Ahkam ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.
e) Sahabe arasındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nevî ihtilafıdır.


A3- TABİUN DÖNEMİNDE TEFSİR

Gerek Hz. Peygamber (sas), gerekse dört halife devrinden i-tibâren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Resûlullah zamanında Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer döneminde de Abdullah b. Mes'ud'un Irak'a muallim olarak gönderilişini burada misâl olarak zikredebiliriz. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.
İslâm dininin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine Kur'ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamberden (sas) öğrendikleri tefsiri öğretiyorlardı.
Bilhassa müslümanlann yaşadıkları bir çok bölgede, fitnenin zuhûruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sanlması, bazen yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi nedenler, sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'ân'ın tefsiri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gayesiyle tâbiûndan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur'ân'ın ma'kûl ve doğru bir şekilde tefsir edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabenin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur'ân ve hadîs tedrîs ediliyordu.
Bu tedrîs neticesinde genel olarak "Mevâlî" adıyla anılan ve Arap olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle tefsir alanında temayüz etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne çıkan Nâfi', İkrime, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde meşhur sahâbilerin mevâlisi olarak anılmakta-dıriar. İşte bu ve benzeri kimseler, eski din ve kültürierinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak, İslâmiyeti Araplardan farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları yüzünden tefsirde önemli hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır.
Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları sahâbîler, öğrencileri tabiîler olan mektepler oluştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiûndan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır:


a- Mekke Ekolü


Bu medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve "Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v. 68/687) tarafından kurulmuştur. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiye: "Tabiîler içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir." diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasındaki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).

b- Medine Ekolü


Resûlullah Efendimizin (sas) vefatından sonra, ashabın uzun zaman aynlmayıp bu mukaddes şehirde ikâmet etmesi ve âlim sahâbîlerin sayı itibariyle diğer ilim merkezlerine nispetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini ortaya koymaktadır. Medine'deki sahâbîler bu şehirde kaldıklan müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz. Peygamber'in sünnetini öğretmeye çalışıyorlardı. Medine medresesi, Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eslem (v. 136/753), doğrudan veya dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.



c- Irak Ekolü / Kufe-Basra

Tefsir ve kıraat konusunda sahabe müfessirlerinin en önde gelenlerinden biri de Abdullah b. Mes'ûd'dur. (v. 34/654) İbn Mes'ûd, Peygamber Efendimizin (sas) vahiy kâtiplerinden olması hasebiyle O'nun yanından pek aynlmazdı. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in (sas) Kur'ân'a yönelik açıklamalanna daha çok muttali olmuştur. O'nun bu niteliğini ve ilimdeki derinliğini bilen Hz. Ömer (r) halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etmiştir. İbn Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini vermişlerdir.
Mesruk b. el-Ecda' (v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728), Katâde b. Diâme (v. 117/735), İbrahim en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.
Tabiîler buralarda tefsir ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsir okulu ayn bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için aralannda aynlıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur.
Meselâ; Mekke ve Medine ekolleri re'y ve kıyasa fazla yer vermezlerken, İrak medresesinde bu görüşlere fazlasıyla önem verilmektedir.

Tabiîler, tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler, ya da kendi içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen hareket de tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu hareket tabiîler devrinde artarak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir. İslamî eserlerde İsrailî rivayetler çoğunlukla Abdullah b. Selâm (v. 43/663), Ka'bu'l-Ahbâr (v. 32/652), Vehb b. Münebbih (v. 110/728), Abdülmelik b. Güreye (v. 150/767) üzerinde yoğunlaşmaktadır.


*
Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsir edilmeye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir. Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir. Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini tasvîr mahiyetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir. Tabiîler arasındaki anlayış farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış olmaktadır.


B- HADİS TARİHİ

a- Hadis
Sözlük manası: (hadese) fiilinden alınmış bir kelimedir. Yeni, sonradan olan, yeniden meydana gelen manalarına gelir. Tef'il babından (et-tahdîs) konuşmak, bir şeyden bahsetmek, haber vermek anlamına gelir. Bu babdan alınmış isim olan hadis ise tek kelime ile, söz ve haber demektir.

Terim olarak hadis: Hz. Peygamber (sas) e ait sözler, fiiller yani hareket ve davranışlar, tekrirler ve ona ait sıfatlardır. Diğer bir tabir ile sünnet ile eş anlamlıdır.

b- Hadisin Önemi

Hadisler ; bize Kur'anı açıklar, ibadetlerin yapılış şekillerin açıklar, Fıkhın (İslam hukukunun) Kur'andan sonra en önemli ana kaynağıdır. Kur'an-ı Kerimde olmayan dini hükümleri ortaya koyar, İslam modelini oluşturur.


B1- HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE HADİS

İslâmî ilimlerin en eskisi hadis ilmidir.Hadîs ilmi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin, başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir. İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış, öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir.

Şu demek oluyor: Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.

Hadis tarihinde sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn denilen ilk üç neslin büyük önemi vardır. Hz. Peygamber’in ( a.s ) söz, fiil ve takrirlerinden oluşan hadislerin öğrenilmesine karşı sahabe devrinde gösterilen istek ve arzu, aynı şekilde tâbiîn döneminde de devam etmiştir. Siyasi bakımından daha çok Emevilerin iktidarda olduğu bir zamana rastlayan bu dönemde, İslam kültür ve medeniyeti gelişmeye ve parlamaya başlamış, bir taraftan Türklerin yaşadığı bölgeler fethedilirken, diğer taraftan fetihler Endülüs’e kadar uzanmıştır. Bu devirde pozitif ilimler sahasında olduğu gibi, İslamî ilimlerde, özellikle hadis ilim dalında olumlu gelişmeler kaydedilmiştir.

Hz. Peygamber’in ( a.s ) vefatıyla İslam coğrafyasının değişik bölgelerine dağılan sahabilerin bulundukları yerlerde, onlardan Kur’an ve sünneti öğrenmek isteyen ilim talipleri teşekkül etmiştir. Sahabilerden sonra geldikleri için kendilerine "tâbi olanlar" anlamında "tâbiîler" denilen bu ilim talipleri, sahabe neslinin sahip olduğu sünnet ve hadis kültürünü ilk zamanlar ezberlemek suretiyle hafızalara, daha sonra da yazarak sayfalara kaydetmek noktasında önemli görevler üstlenmişlerdir. Tâbiîn dönemi zaman itibariyle uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreç içinde yaşayan tâbiîler arasında, İslam öncesinde doğup asr-ı saâdet döneminde yaşayan, çok az bir zaman farkıyla Hz. Peygamber’i ( a.s ) görme fırsatını kaçıran ve kendilerine muhadram denilen insanlar vardır. Muhadramların dışında, sahabe döneminde doğan sahabe çocukları, bu iki grubun dışında fethedilen bölgelerde sahabe ile tanışan değişik insan grupları vardır. Dolayısıyla tâbiîn dönemi, cahiliye ve İslam dönemine ait, başta Hz. Peygamber ( a.s ) olmak üzere dört halife, diğer sahabiler, Emeviler ve Abbasiler’in ilk döneminde yaşayan insanların sahip olduğu zengin bir kültür birikimini temsil etmektedir.Hz. Peygamber’e ( a.s ) uzanan isnad silsileleri içinde, sahabeden sonra ikinci tabakayı oluşturan tâbiîn neslinin tanınması her bakımdan büyük önem taşımaktadır.

B2- SAHABE DÖNEMİNDE HADİS

Sahabe, Hz. Peygamber (sav)’in de teşvik ve talimatları doğrultusunda, onun vefatından sonra hadisleri öğrenmeye ve bilmeyenlere öğretmeye büyük gayret göstermişlerdir.

Sahabe, özellikle Hz. Peygamber (sav) ‘in vefatından sonra hadis yazımına ağırlık vermişler ve bu işle ilgilenenlerin sayısı günden güne artmıştır. Abdullah İbnu Abbâs, Semüre b. Cündüp, Câbir b. Abdillah, Enes b. Malik, Hz.Ali, Ebu Hüreyre gibi bazı sahabilerin hadis sahifelerinden bahsedilmektedir. Yine Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer (ra)’ın da ellerinde yazılı halde bulunan bazı hadis belgelerini yaktıkları da nakledilmektedir.

Bundan başka Sa'd ibnu Ubâde el-Ensârî, Abdullah ibnu Ömer, Abdurrahman ibnu Ebî Evfa, Muğire ibnu Şu'be, Abdullah ibnu Mes'ud (radyallahu anhüm ecmain) gibi daha bir kısım sahâbenin, hadîsleri yazdıklarına dair rivâyetler mevcuttur. Bu zatlar, Hz. Peygamber (sav) döneminde veya onun vefatından sonra hadis çalışmalarında bulunmuşlardır.

Yukarıda da açıklandığı gibi bir çok Sahabinin hadis konusunda önemli çalışması olmuştur. Fakat bu çalışmalar küçük kitapçık veya sadece ders notu mahiyeti arz etmekteydi. Bu bakımdan Sahabe dönemine Hadis Yazımı Dönemi adını verebiliriz.

Hazreti Peygamber (a.s) ve ashabı devrinde bazı sahabilerin hadis yazdıklarını ve bir takım sahifeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Sistemli bir toplama faaliyetinin ise, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başladığı bilinmektedir. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tespit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. Bu haberlerde İbn Şihab ez-Zuhri "hadisleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Ez-Zuhri’nin tedvin faaliyetine, Emevi halifesi Omer bin Abdülaziz resmi bir hüviyet kazandırmıştır. İslam ülkesinin genişlemesi, hadis bilenlerin bu ülkenin birbirinden uzak muhtelif şehirde olması, daha da kötüsü siyasi, iktidi mezheplerin zuhuru ile müslümanların çeşitli fırka ve hiziplere bölünmesi, nihayet bunlara paralel olarak hadiste vaz’ (uydurma) hareketinin başlaması hepimizin malumudur. Bu tehlikenin bertaraf edilmemesi halinde hadislerin tamamen yok olacağı, her müslüman tarafından kolayca idrak edilir hale gelmiştir. İşte bu durumda hadisçiler, cerh ve tadil faaliyetini başlatarak, hadis rivayet edenleri gözaltında tutmağa ve sıkı bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra güvenilir olanları olmayanlardan ayırmağa, her birinin rivayet ettiği hadisleri sıhhat veya zafiyet yönünden derecelendirmeğe yönelmişlerdir. Hadisçiler bu faaliyeti sürdürürken, fıkhı, ilmi ve takvası yanında çok hadis rivayetiyle de tanınan ve imam olarak kabul edilen Halife Ömer bin Abdülaziz de sahih hadislerin ancak bir kitapta toplanması halinde korunacağı inancında idi.Bunun için de, Medine'de amili olan Ebü Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’a şu emri göndermiştir: "Hazreti Peygamberin(S.A.V.) hadislerini, sünnetlerini, Amra binti Abdirrahman'ın rivayet ettiği hadisleri araştır ve yaz; zira ben, filmin kaybolmasından ve ulemanın ölüp gitmelerinden korkuyorum". Ömer bin Abdülaziz 'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren ve topladığı hadisleri Halifeye gönderen kimse ez-Zuhri olmuştur.Hadis tarihi açısından, ikinci asırda ortaya çıkan hadis eserlerine ve müelliflerine işaret etmek de elbette ki faydalı olacaktır. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkündür:
Siyer ve mağazi kitapları-Sünen kitapları-Cami’ler-Musannefler-Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.




B3- TABİİN DÖNEMİNDE HADİS KÜTÜBÜ SİTTE VE HADİSTE ALTIN ÇAĞ

İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek gelişen mutezile mezhebi kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadisçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadis ve hadisçilerle ters düşmüştür. Bunun neticesinde, iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmıştır. Hatta mezhep mensuplarının Halife Me'mun vasıtasıyla sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir.

İşte, ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelâmı arasında ortaya çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadisçilerin, Hazreti Peygamberin(S.A.V.) sünnetine dayalı amel ve itikadi bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün salan Buhari' deki iman, tevhit, kader, Kitap ve Sünnete sarılma gibi bölümler kitabın, kesinlikle İslam’ı mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak maksadıyla hazırlandığını ispat eder. Buna benzer bölümleri Müslim’in Sahih’inde de görmek mümkündür.

Kutub-i Sitte musannifleri arasında bulunan İbn Mace'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı eserine, sünnete tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadisleri bir araya getirmekle başlamıştır. Bunu, hadisin ehemmiyeti, hadiste kasden yalan söylemenin kötülüğü, Hulafa-i Raşidin’in sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfi rey ve kıyastan sakınma, iman, kader, ashabın faziletleri, iyi ve kötü olan sünneti takip edenler, sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir. İbn Mace, bu bâblarda zikrettiği hadislerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin(s.a.v) ağzından cevap vermek ve onların İslam dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür.

Kütüb-i Sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrı, hadis tasnifinin altın çağıdır.Bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğuşunu ve kelâmcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikrettik. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, tasnife hız veren amiller sadece bunlardan ibaret değildir. Hadis uydurma faaliyetleri de tedvin ve tasnife hız veren amillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadislerin belirli kitaplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadislere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadis toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadisleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadisler arasına uydurma olanlarını karıştırmamağa dikkat sarf ettiği için, vücuda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkanı hasıl olmuştur. Bu bakımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadis kitaplarının vücut bulduğu bir devir olarak görülür. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadislerin isnatlarına, isnatların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları bu asırda onların eliyle vücut bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadis eserlerinin telif edildiği görülürse de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan eserlerdeki hadislerin bir kitap içinde cem’ine yahut isnadların hazfedilmek suretiyle ihtisarına yahut da mustedrek veya mustahreclerinin yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eserlerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imamlarıdır. İşte, üçüncü asrın hadis ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayısıyladır ki onu, altın çağı olarak vasıflandırıyoruz.


C- FIKIH TARİHİ

Fıkıh, anlamak, kavramak, idrak etmek demektir. Fıkıh kelimesini aynı manayı ifade eden kelimelerden ayıran özelliği, anlayışın derinlemesine olması ve söyleyenin maksadını da içine almasıdır.

Fıkıh kelimesi dönemlere göre mefhumunu değiştirmiş, o devrin insanlarınca kullanımına göre farklı anlamlar ifade etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında itikat, ahlak, ibadet, muamelat gibi birçok mesele için fıkıh kelimesi kullanılırdı. İlim kelimesi de bu devirde aynı manaya gelirdi.

Daha sonra itikat, tefsir gibi disiplinler hususi birer ilim olarak genişlediklerinde fıkıh, kişinin ameliyle sınırlandırılmıştır. Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife önceleri fıkhı, “Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir” şeklinde tarif ederken, sonraki dönemlerde “amel bakımından” ifadesini de eklemiştir.İmam Şafiî ise “Dinin amelî hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir” şeklinde tarif ederek, fıkhın usulüne de işaret etmiştir.

Fıkıh usulünün ilk kaynağından günümüze kadar hangi safhalardan geçtiğine ve nasıl bir değişime ve gelişme gösterdiğine bakalım.



C1- HZ. PEYGAMBER ( S.A.V ) DÖNEMİNDE FIKIH

Diğer tüm ilimlerin olduğu gibi fıkıh ilminin de ilk ve en büyük kaynağı tartışmasız Kur’an’dır. Vahyin ilk muhatabı olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) ise Kur’an’ın ilk ve en yetkili müfessiridir. Bu bağlamda düşünecek olursak Hz. Peygamberin (s.a.v.) Kur’an’ı Cebrail’den (as.) aldığı gibi sahabeye nakletmesi ve bunu açıklayıcı söz, fiil ve takrirlerde bulunması fıkhın temelini oluşturur.

Kur’an’ın indiriliş sürecini mercek altına aldığımızda Mekke ve Medine’de inen ayetlerin içerik bakımından birbirinden farklı olduğunu görmekteyiz. İslam’ın ilk yıllarını ve yayılma sürecini geçirdiği Mekke döneminde daha çok itikat ve ahlak ile alakalı ayetler inmiş, Sahabenin çalkantılı ve şiddet dolu bu döneme sabretmesini, inançlarını yitirmemelerini telkin eden, imanlarını kuvvetlendirip, cennette kavuşacakları nimetleri müjdeleyen haberler gelmiştir.

Medine dönemine baktığımızda ise; oruç, zekât, hac, kurban, miras, nikâh alkollü içkilerin ve faizin yasaklanması ve kısas gibi İslami yaşamın önemli unsur ve nişanelerinin yürürlüğe koyulduğunu görüyoruz.

Allah-u Teâlâ insanların dini sindirerek ve fıtri özelliklere aykırı düşmeyecek şekilde benimsemeleri ve hayatlarına geçirmeleri için tedrici ve uygulamalı bir metot uygulamış, RasulAllah’ı da (sav.) bu emir ve yasakların uygulamasında yegâne örnek olarak insanlığa sunmuştur.Bu yüzdendir ki yeryüzünde gelmiş geçmiş en kapsamlı ve en fazla insan topluluğuna hitap edip, günümüze kadar ilk tazeliği ve şeklini koruyarak gelmiş hukuk İslam Hukuku olmuştur diyebiliriz. Çünkü Roma Hukuku gibi diğer güçlü ve büyük kitlelere hitap eden hukuk sistemlerinin yerleşmesi ve tedvin edilmesi yaklaşık bin sene sürerken, İslam Hukuku bu süreci yalnızca 4 asırda tamamlamıştır.

Her ne kadar çeşitli beyanlarda İslam Hukukunun diğer hukukların bir uzantısı ve birleşmesi olduğu söylense de, İslam Hukuku, eski Arap adetleriyle, Roma, İran ve Yahudi hukukları gibi bölgede bulunan diğer hukuk sistemlerinden hayata yansıyan bazı uygulamaları ya ıslah ederek bünyesine almış, ya da kati suretle iptal etmiştir. İslam Hukuku Kur’an ve Sünnet kaynaklı ve doğrudan Şarî’nin iradesi sonucunda ortaya çıkmış bir yaşam sistemidir.



C2 - SAHABE DÖNEMİNDE FIKIH

Allah-u Teâlâ Hz. Peygamber (sav.) aracılığıyla, Kur’an’ı ve dolayısıyla insanlar üzerindeki iradesini gönderirken Sahabe büyük bir iştiyakla gelen her hükmü hayatlarına dahil ediyor, hükmün gerektirdiği her türlü şey hemen yerine getiriliyordu. Bu konuda en büyük örnekleri elbette Hz. Peygamber’di (sav).

Sahabe hükümleri yerine getirme hususunda veya karşılaştıkları yeni bir problem neticesinde hemen Peygamber Efendimize (sav.) başvuruyorlar, RasulAllah da (sav.) varsa bir ayet ile bu soruyu yanıtlıyor, yoksa Allah’ın hükmünü vermesini bekliyordu.Bu devirde gelen hükümler genellikle ihtiyaca binaen, sahabenin sorduğu bir soru veya karşılaşılan bir problem neticesinde vahyolunuyordu. Hz. Peygamberin (sav.) hanımlarının perde arkasından konuşmaları ve bu hükmün neticede tüm hanımları kapsaması Hz. Ömer’in (ra.)konuya ilişkin bir konuşması neticesinde gerçekleştiği bilinmektedir.Ancak RasulAllahın (sav.) ahirete irtihallerinden sonra sahabe hükümlerin açıklanması ve yeni gelişen problemlerin çözülmesi konusunda danışacak bir peygamber bulunmadığından kendileri bir takım içtihatlarda bulundular.İlk Halife olan Hz. Ebu Bekir’den (ra.) itibaren Hulefa-i Raşidîn, devlet reisi olarak hukuki işlere bakıyor, çeşitli sorunların çözülmesi hususunda istişare edebilecekleri bir heyeti daima Medine’de bulunduruyorlardı.

Devlet sınırları genişledikçe halifeler çeşitli bölgelere vekillerini gönderiyor, buralarda kadılık yapmaları için görevliler tayin ediyordu. Bu sahabeler arasında Ebu Musa el-Eş’arî, Amr b. As, Muaviye b. Ebu Sufyan ve İbn Abbas (ra.) örnek olarak söylenebilir.
Bu dönemde sahabeler diğer dönemlere nazaran çok az ihtilafa düşüyor, karşılarına bir sorun getirildiğinde bunu Kur’an, ardından Sünnete bakarak cevaplamaya çalışıyor, burada bir çözüm yolu bulamazlarsa kendi içtihatlarıyla çözüyorlardı.

Sahabenin tümünün müçtehit olduğu konusunda beyanlar bulunsa da bu sahabeye yapılan bir iltifattır. Çünkü sahabenin tümü ilimle meşgul olmuyor, kendi halinde İslam’ı yaşayan ve ilmi herhangi bir çalışma yapmayan sahabeler de mevcut bulunuyordu. Bu durumda tüm sahabenin müçtehit olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak dönemin en büyük müçtehitleri elbette Hulefa-i Raşidin’dir.

Hz. Ebu Bekir (ra.), döneminde zekât vermeyeceklerini bildiren bir grup için asker hazırlatmış, Hz. Ömer (ra.) buna “RasulAllah’tan la ilahe illallah diyenlerle savaşılmayacağını işittim” diyerek karşı çıkmıştır. Bun rağmen Hz. Ebu Bekir (ra.), “Vallahi namaz ile zekâtı birbirinden ayırana –birini kabul edip birini reddedene- karşı savaşağım. RasulAllah’a verdiklerinden bir keçi yavrusu bile bana eksik vermek isteyenlerle savaşacağım” demiştir. Hz. Ömer de (ra.) üzerinde düşündükten sonra Allah’ın Hz. Ebu Bekir’in zihnini açarak meseleyi doğru anlamasını sağladığını, kendisinin de bu hususta ayı fikirde olduğunu söylemiştir.

Hz. Ömer de (ra.) içtihat konusunda halifelik süresince büyük işler yapmış, teravih namazının cemaatle kılınması, Müslüman erkeklerin, Gayrı Müslim kadınlarla evlenmesini yasaklaması, Müslüman olmayana zekât verme olayını ortadan kaldırması gibi maslahata hizmet edecek birçok içtihatta bulunmuştur.

Hz. Ömer’in (ra.)belirlediği halife seçme şurası tarafından İslam devletinin 3. Halifesi olarak görev yapan Hz. Osman’ın (ra.) da, başta Kur’an’ı tek lehçede yazılmış nüshalarla çoğaltması, alacaklı kişilerin de zekât vermesi ve hastayken kocaları tarafından boşanan kadınları mirastan hak sahibi kılması gibi büyük içtihatları vardır.Hulefa-i Raşidin’in sonuncusu Hz. Ali ilmin kapısı olarak nitelenmiş ve hakemlik konusunda RasulAllah’ın (sav.) duasını almıştır. Hz. Ömer,  Hz. Ali olmadan bir problemle karşılaşmaktan Allah’a sığınıyor, “Kazâyı en iyi becerenimiz Ali’dir” diyordu.

Bir gün Hz. Ömer’e bir dava getirildiği nakledilir. Siyah bir çocuk, beyaz bir kadının annesi olduğunu iddia ediyor, kadın ise siyah birisiyle evlendiğini şiddetle reddediyor, çocuğun iftira suçuna çarptırılmasını istiyordu. Kadın hiç evlenmediğine dair şahitler de getirince Hz. Ömer kadının lehine hükmetti ve çocuğun cezalandırılmasını emretti. Bu sırada Hz. Ali gelip Hz. Ömer’den davayı tekrar görmek için izin istedi. Sonra çocuğa kadının onun annesi olduğunu inkâr ettiği gibi kendisinin de oğlu olduğunu inkar etmesini söyledi. Çocuk itiraz edince kendisinin Hasan ve Hüseyin (ra.) gibi kendi çocuğu olmasını teklif etti. Çocuk denileni yapınca Hz. Ali kadının velilerinden izin aldı ve mihri kendisi karşılayarak kadın ve çocuğu nikâhladı. Çocuğa kadını götürmesini, onun artık karısı olduğunu ve zifaftan sonra kendisine gelmesini söyledi. Kadın durumun ciddiyetini anlayınca aslında siyah bir adamla evlendiğini, adamın savaşta ölmesinden sonra, siyah bir çocuğun annesi olmayı kendine yediremediği için onu bir köleyle gönderdiğini itiraf etti.

Hulefa-i Raşidin tamamlanıp, içinde sahabe devrinin de biteceği Emevî devri başladığında ilmi faaliyetler, meclislerde âlimlerin kendi çalışmaları ile yürütülüyordu. Devletin ilmi çalışmalara bir katkısı yoktu. Ömer b. Abdülaziz haricinde diğer Emevi hanedanı ilme katkı vermedikleri gibi kendileri de uygulamalarında nefsani davranıyor, yaşantı ve devleti yönetimleriyle iyi birer örnek olmuyorlardı. Bu durumda sahabe genellikle Medine’de bulunup, ilim tahsili ve tedvini ile uğraşıyor, bu davranışlarıyla İslam ilimlerinin devamı için çabalıyorlardı. Devlet tarafından tahsis edilen kadılar da kendi içtihatlarına göre hüküm veriyorlardı.

Ancak bu dönemde devlet ilmin ve âlimin arkasında olmadığı için bu tür faaliyetler, kısıtlı olarak sürdürülüyor ve ortaya çıkan problemlerin çözümleriyle sınırlı kalıyordu. Yani sahabeler yalnızca hâlihazırda bulunan durumların hükümlerini belirliyor, olabilecek şeyler hususunda fikir beyanında bulunmuyorlardı.

Emeviler döneminde yapılan ilmi faaliyetler içinde konularına göre sıralanmış fıkıh kitapları bulunmaktadır. Ancak bu dönemde yazılan kitaplardan yalnızca Süleym b. Kays el-Hilalî’nin fıkıh kitabı, Katada b. Di’ame’nin el-Menasik adlı eseri, Zeyd b. Ali’nin Menasiku’l-hacc ve Adabuhu ve el-Mecmû’ adlı eserleri günümüze kadar gelmiştir.


C3 - TABİİN DÖNEMİ VE SONRASINDA FIKIH

Hicri 712 yılında Medine’de vefat eden Sehl b. Sad’dan (ra.) sonra sahabe devri bitmiş, artık sahabeyi gören ve onların ilminden faydalanan neslin devri başlamıştır. Diğer birçok ilim gibi fıkıh ilmi de bu devirde tedvin ve tasnif edilmiş, genişlemiş ve gruplara ayrılmıştır.

İlk dönemlerde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaş ve İslam toplumundaki bölünme Sünnilik, Şiîlik ve Haricilik şeklinde ilk mezhepsel ayrışmayı beraberinde getirmiştir.

Erken dönemlerde değişik İslam şehirlerinde, bu şehirlerin adıyla anılan fıkıh okulları bulunmaktaydı. Şam (Evzaiyye), Kufe, Basra, Medine okulları bunlardan bazılarıdır. Daha sonra Irak okulu Hanefi, Medine okulu ise Maliki mezhepleri olarak konsolide olmuş, Şafii, Hanbeli, Zahiri, Ceriri, Sevri ve Evzai mezhepleri daha sonra ortaya çıkmışlardır. Ve bu fıkhi mezheplerden son üçü günümüze ulaşamamıştır.


Fıkhî açıdan Sünni mezhepler dört tanedir.

- Hanefi mezhebi; İmam Ebu Hanife'nin adını taşıyan mezheptir.

- Şafii mezhebi; İmam Şafii'nin adını taşıyan mezheptir.

- Maliki mezhebi; İmam-ı Malik'nin adını taşıyan mezheptir.

- Hanbelî mezhebi; İmam Ahmed İbni Hanbel'nin adını taşıyan mezheptir.

Bu dört fıkhi mezhep arasında uygulama ve ibadetlerde bazı farklılıklar görülür.

Ayrıca, temelleri Haricilere ve İslam dinine dayanan ancak Sünni mezheplerin   dışında değerlendirilen şu mezhepler de bulunmaktadır:
-Câferîlik; İmâm Câ
ʿfer-i Sâdık'ın adını taşıyan mezheptir.

-Zeydîlik; İmâm Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn'in oğlu Zeyd bin Ali'nin adını taşıyan mezheptir.

-İsmâilîlik; İmâm Câʿfer-i Sâdık'ın büyük oğlu imam İsmâ‘îl bin Câʿfer el-Mûbarek'in adını taşıyan mezhep.

H. 750 yılında Ebu’l Abbas Seffah’ın hilafete geçmesiyle başlayan Abbasi dönemini, fıkhın olgunluk çağı olarak nitelemek mümkündür. Bu dönemde, Emevi döneminde görülen dünyevilik görülmemiş, ilme ve ilmi faaliyetlere büyük destek gösterilmiştir. Mezheplerin oluştuğu ve ilk fıkıh usulü eserinin verildiği bu devirde, hadisler tedvin edilmiş, tefsir ve itikat alanlarında büyük çalışmalar yapılmıştır.Bu devirde ilmi kudreti olan her kişi içtihat hürriyetinde olduğu gibi, ilmi kudreti olmayan kişiler de bir müçtehidin hükümlerine uyma konusunda serbesttiler. Hep aynı müçtehidin hükümlerini uygulama zorunluluğu yoktu. Devletin tayin ettiği kadılar birer mezhebe bağlı değil, kendi içtihatları doğrultusunda hüküm veriyorlardı.Daha önceleri âlimler fıkhın belirli konularında hükümler verirken bu devirde fıkhın tüm alanlarında çalışmalar başlamış, müçtehitler hükümlerini kitaplarda toplayarak insanların daha kolay öğrenmelerini sağlamış, fıkıh mektepleri doğmuş ve bunlar kendi aralarında münazaralar ve ihtilaflar yaşamıştır.
Bu münazara ve ihtilaflar müçtehitlerin kendilerine göre hüküm istinbat metotları geliştirmelerine ve bunları tedvin etmelerine sebep olmuştur.Bu sebepler Abbasiler döneminde mezheplerin doğmasını ve kendi içinde çeşitli çalışmalar yapmasını sağlamıştır. Ancak hicri dördüncü asra kadar insanlar mezheplere ayrılmadığı gibi bu dönemde mezhep sayısı dört ile de sınırlı değildir. Bu mezheplerin her birinin delilleri anlama biçimleri farklı olduğu için bu anlayışa göre verdikleri farklı hükümler ve çeşitli yerlerde tabileri oluşmaya başlamıştır.

Böylece içtihat ve mezhepler çoğaldıkça tabiî olarak ihtilaflar da çoğalmış, kendi nefsinden hüküm verenler de ortaya çıkınca hüküm istinbatının yolları ve müçtehidin özelliklerini anlatan bir disiplinin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bu alanda ilk eseri İmam Şafiî er-Risale adında vermiş, istinbat ve içtihat salahiyetini belli kurallara bağlamıştır. Böylece İmam Şafiî’nin açtığı bu yol onun talebeleri ve diğer mezheplerin de bu alanda çalışmalarıyla ilerlemiş ve Fıkıh Usulü kendi başına ayrı bir disiplin olarak genişlemiştir.

İmam Şafiî’nin öncesinde fıkıh kitapları yazılmış olsa da, hükümlerin nelere dayanılarak çıkarıldığı bu kitaplarda belirtilmediği için, mezheplerin tabileri imamları vefat ettikten sonra onun hangi delile dayanarak hükme vardığı hususunda ihtilafa düşmüş, bunu anlamak için yoğun çalışmalar yapmışlardır.

Ancak er-Risale’den sonra artık içtihat yapacak olanlar, hangi delillerden hangi yollarla hüküm istinabatı yapılabileceği hususunda çok sayıda eserle karşılaşmıştır. İçtihat yapmayacak olanlar ise bu eserler sayesinde uyguladıkları hükümlerin nasıl bir yolla ve nasıl bir titizlikle kendilerine ulaştığı konusunda fikir sahibi olmuşlar, böylece mezhep imamlarına tam bir güvenle tabi olmuşlardır.

Aynı şekilde İslam Hukukuna atılan iftiralar ve sapık düşüncelerin ürünü olan asılsız hükümler bu yolla çürütülmüş, İslam Hukuku Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi taze ve korunmuş olarak günümüze kadar gelmiştir.

Bize düşen bu devirde ortaya atılmakta olan veya ilerde çıkabilecek Ehl-i Sünnet düşüncesine aykırı hareketleri önleyebilmek ve bertaraf edebilmek ve çağın getirileriyle ortaya çıkan yeni problemlere çözüm bulabilmek için Fıkıh alanında çalışmalar yaparak kendimizi geliştirmektir.

Rabbim muvaffak eylesin inşaallah !..


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSiR,HADiS,FIKIH TARiHi/USÜLÜ MÜLÂHAZALARI
1-Tefsir,Hadis ve Fıkıh tarihlerini mukayeseli olarak okuyup değerlendirdiğimizde kadim ulemanın rivayet zenginliği içerisinde tasnif gayreti,tercih cesareti ve ayrıntılardaki gerçeği ortaya çıkarma çabası taktire şayandır.Ancak; zengin malumat verme gayretinin yanında temel sorulara ve sorulabilecekler üzerinden geleceğe haber gönderme şuuruyla gayri Müslim muhatapları karşısında kıyamete kadar sürecek bir mezkur İslami ilimlerin tarih yazımı icra edilebilirdi.
2-Temel İslam Bilimleri Tarihi başlığı adı altında; kronolojik, mukayeseli,ansiklopedik,ayrıntılı ve sahasının uzmanları tarafından yıllara taksim edilerek icmay-ı ümmetin gerçekleştiği yakın tarihimize kadar bilgi veren bir Tefsir-Hadis-Fıkıh Tarihi telifine ihtiyaç vardır.İngilizce,Arapça ,Farsça ve Türkçe başta olmak üzere dünya dillerine çevrilmeli ve internet erişimi kolay olmalıdır.Tarihi yazılı olmayanın tarifi mümkün değildir.Kadim ümmet-i Muhammediye sadırlardakini satırlara dökmüş imkan nisbetinde tasnifini yapmış vazifesini büyük oranda tamamlamıştır.
3-İlk dönem dini metinleri birinci elden tekrar okumalı ve tarihe tanıklık etmiş metinler bütün ümmetin ortak Temel İslam Bilimleri Tarihi olarak muasır bir icmay-ı ümmet tahakkuk ettirilmelidir.Öyle ki ehl-i kitabın bizdeki Tefsir- Hadis-Fıkıh Tarihine mukabil eserleri imkan nisbetinde tedris edip mukayeseli Tarih yazımı ile İslam-ı mübinin hakemliği,hakimliği,musaddıklık payesi ve dolayısıyla hakkaniyeti mahşeri vicdana tekrar arzedilerek , garbın müsteşriklerine ve şarkın müstemleke bazı zihinlerine ilmin münevver kandili yakılabilir.Bu gayretlerin ihyasına namzet olan ister ülema ister ümera olsun ümmetin helal kazancını ve hayır duasını almayı gaye edinmeli, alaylı-mektebli  fitnesine alet olmadan Rasul-ü ekreme mirasçı olduklarını unutmamalıdırlar.
4-Hali hazırda Bilad-ı İslamın istiklaline kâmilen mazhar olunması cehdi ile atbaşı koşacak ulumu islâmiyenin maarifte,idarede,ticarette ve dahi hayat-ı beşeriyenin müşkilatına hal çaresi serdedecek ihyayı ulumu-dinin 21.yüzyıl Gazalilerini neşetine şahit olacağımız İslam dirilişinin istikrar kazanması icab eder.23 sene de tamam olan vahy-i ilahi bir gecede ya da bir haftalık devrimlerle, 1400 sene sonraki müntesiplerinin değil hayatına ,ruhuna dahi yerleşmeyecektir; hal böyle iken fi sebillillah,rızaen lillah ülamay-ı salihinin, ümeraya-ı adilin ile bir olup,el emeği göz nuru ile bakıp büyüttüğü müttaki bir içtimaiyeyi islâmiyenin kahrı çekilmelidir.Aksi taktirde sadırlarda nefes alıp vermeyen, el an hayat-ı beşeriyede olmayan İslamın; Tefsir-Hadis-Fıkıh Tarihini yazmaya malik çok sayıda muasır garblı müsteşrik ve işgal ettiği Müslüman zihinler mevcuttur.ilim, ilim için değil,İslam ve ihya içindir.Ülemanın istiklal,istikrar,itibar,vakar ve azametini tekrarar kazanması,ümmete sirayet edecek ve adil ümerasının peşinde zincirlerinden tek tek kurtulacaktır.
5-Yeni bir tarih-i Fıkhiyye yazımında mukayesesi mümkün ana mevzuların risaletten günümüze kadar asır asır,belde belde tetkike tabi tutularak önce kendi içinde sonra diğer ahkamı beşeriye  
ve diniyelerdeki mevcudiyeti beynel milel ümmeti islâmiyeden ve ihtiyaç duyulan gayr-i islâmiyeden müteşekkil mutehassis bir heyeti ilmiyyeyi hukukiyye kalemiyle Mukayeseli İslam Hukuk Tarihi mektub edilmelidir.
6- Hadis Tarihi tabiatıyla Rasül-ü Ekremin risaletiyle başlar ahirete irtihalleriyle sona erer.Ancak ulmu ehadisin tekâmülü bi iznillah kıyamete kadar süreceği için, edilleyi şeriyyedeki mühim saltanatının mevcudiyeti ile ulumu islâmiyenin toprağı olması hasebiyle tarih yazımının daim olması icab eder.Risaletten günümüze  ve yarınlara taşına bilecek bir hadis tarihçiliğine ihtiyaçvardır.Mevzularına,sıhhatine,ravisine,muhaddisine,tedvinine,tahliline,tercihine,cerh ve tadiline göre değil sadece; topyekün asır asır hatta Bilad-ı islamın  bütün mecralarındaki her nekayıt varsa hepsi ulumu Tarihin sinemasındaki yerini alarak bulanık zihinlere berraklık vermelidir.Fıkıh ve Hadis te müşahede ettiğimiz müstakil tarih mektubatını ilm-i Tefsir de bir o kadar müşahade edemedik.Bu mesuliyetin ve sevabın yükü biz muasır tefsir amelelerine epey bir maharet kazandıracaktır.
7- Tarih-i ehadisin yanında birde hadis ilmi tarihine ihtiyaç vardır.Ehl-i kitabın vahyi ilahiye sözüm ona gösterdikleri hassasiyetin kat be katını ulemayı muhaddisin ehadisi resule göstermiştir.Binaenaleyh muhaddislerimizin cerh ve tadil,sened,isnad,ruvat ve mutun-u ehadiste de geliştirdiği üsüller ; ilmi tarihin meziyetlerini kullanarak teftiş edilebilirse , değil muasır muhaddisçilerimize,müfessir ve fukahamıza başta bab-ı Ali'de ki medyamız olmak üzere cümle alem habercilere habercilik öğretir.Haberin kaynağını sormadan inananmayan kadim muhaddislerimizin ,fukahamızın ve dahi takipçileri olan şuurlu,muteyakkız bir içtimaiyeyi islâmiyenin mümessilleri olmaya namzet olan bizlerede basiret katacaktır.Böylelikle âhir zaman ümmeti muhammediyesinin buhranlarına bir çare olabilecek ve Asımın nesillerinin keyfiyet ve kemiyette kesretine bir katre de olsa vesile olacaktır.


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi