Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


Ad-Soyad: Abdulbari FAİK

Numara: 14912701

Alan: Tefsir, Yüksek Lisans

                                            Tefsir Usulü Özeti

Kur’anı Kerimin Tarifi

Kura’nın çeşitli yönlerini ele alan ve âlimlerce yapılan tariflere bir göz atalım. Hz. Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş, Mushaflara yazılmış, tevatürle nakledilmiş tilavetiyle taabüd olunan mu’ciz kelamdır. İkinci tarif ise: Hazreti Peygambere gelen vahiyleri ihtiva eden mukaddes bir kitaptır. Allah tarafında Cebrail vasıtasıyla Peygambere indirilen bu kitabın sadece ismi “Kur’an” değil diğer farklı isimlere de sahiptir bu isimlerin arasından bir kaçını özetle söyleyelim. الکتاب، ام الکتاب، فرقان، المثانی المصحف، Gibi isimleri almaktadır.

Vahiy nedir.( الوحی)

Kelime anlamı olarak “gizli konuşmak” fısıldamak, mektup yazmak, emretmek anlamlarına gelir; fakat vahiy de kendi arasında iki çeşittir birincisi: ilahi olmayan vahiy ki buna örnek olarak: فَخَرَجَ عَلَىٰ قَوْمِهِ مِنَ الْمِحْرَابِ فَأَوْحَىٰ إِلَيْهِمْ أَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيًّا  yani bur da işaret anlamına gelmektedir ikincisi ilahi vahiydir ki bu Hz. Peygambere gelmiştir ve bu da aralarına farklı kollara ayrılmakta bizim işimiz özet olduğu için o kadar detay’a giremiyoruz.

Ayet Kelimesinin Anlamı

            Lügat manası, açık Alâmet, işaret, nişane, gibi anlamlara gelmektedir bunu birkaç örnekle daha açıklığa kavuşturabiliriz: سل بني إسرائيل كم آتيناهم من آية بينة bu ayette işaret anlamına gelmektedir. Dediğimiz gibi “ayet” alamet, işaret ve burhan anlamlarına da gelmektedir.

            Süre kelimsinin anlamı

            Lügat anlamı olarak yüksek rütbe, mevki, şeref, anlamlarına gelmektedir. Bina katlarına süre denildiği için veya sürelerin Allah’ın kelamını taşıdığı için, çünkü Allah’ın Kelamı yüksek bir değer sahiptir ondan bu adlar verilmiştir. Ayrıca bu sürelerin Mekki medeni olduğu meselesi var yani eğer bir süre Mekke de nazil olduysa ona Mekki, Eğer Medine’de nazil olduysa medeni denmektedir.

            Kur’an-ı Kerimin Cem’i ve teksiri

            Bilindiği üzere Kur’an parça parça halinde Peygamber efendimize Cebrail vasıtasıyla indi ve kendisine nazil olan her ayeti vahiy kâtiplerine yazdırmış. Ancak Peygamber efendimiz vefat ettikten sonra Hz. Ebu bekr zamanında Hz Ömer’in önerisiyle bu Cem edildi. Daha sonra Hz. Osman devrinde çoğaltılarak belli başlı bazı İslam ilim merkezlerine gönderdi.

            Kur’an-ı Kerimin Harekelenmesi ve Noktalama İşareti

            Bütün müfessirler Arab yazısının hareke ve noktalama işaretinin olmadığını söylerler. Hatta İslamiyet’in ilk yıllarında yazı o kadar gelişmemişti ancak daha sonra ابوالاسود الدُوَلِی  ile başlamıştır. Her bir ilim kendi değerinden başka bir katkı getirmiştir mesela: Hz: Osman Zamanında patlak veren yedi harf meselesi tefsir hareketine en önemli katkı sağlamış. Daha sonra farklı tefsir ilimleri yanı Kur’an ilimleri genişlemiş kıraat ilmi ve nüzul sebebi (Allah’ın her şeyin bir sebebe bağlaması)  gibi Kura’nın tefsir ilmine ve ya anlaşılmasına yardımcı olan doğmaya başladı fakat bu ilimler İslam coğrafyası genişledikçe farklı dillerden araştırmacı ve âlim yetişince sırasıyla bu ilimler ortaya çıktı ve böylece her yaştan talebeler günden güne çoğalmaya başladı ve âlimler yetişti. Hangi ayetin nesih hangi ayetin olduğu meselesi büyük bir tartışma yarattı ve ya Kura’an’da neshin var olup olmaması konusu bile tartışıldı.

            Kura’nın Eşsizliği ((اعجازالقرآن

            Bu kelimenin anlamı lügatte, aciz bırakmak manasına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı aciz bırakan şeye de mu’cize denir. Bu bakımdan Kur’an Hz. Peygamberin bir mucizesidir. Kura’nın i’cazı pek çok yönlere tecelli eder. Hatta dil ve üslup yönünden: bizzat Kura’nın kendisi ve bütün insanlar bir ataya gelse dahi bunun benzerini getiremez.بمثل هذالقرآن ..   قل لئن اجتمعت الإنس والجنّ علی أن یأتو  “De ki bu Kur’nın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hatta bir birlerine yardımcı olsalar bile, onun gibisini getiremezler” demiştir. Ancak kapalı lafızlar ve anlaşılması zor olan kelimler de buna yer almaktadır ki bunları kafa yormadan ve ya rivayetlere dayanmadan anlaşılması bir hayli zor dur mesela üstü kapalı olan kelimeler: الذین انعمت علیهم  “kendilerine nimet verdiklerinin” burda kastedilen anlam ise bir başka ayette açıklanmıştırمن النبیین والصدیقین والشهداء والصالحین  diye.

            Tefsir tarihi

            Kur’an-ı Kerimin anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilmi hidayetten günümüze kadar çeşitli değişikliklerle süregelmiştir. Yani kısacası tefsir ilmi Peygamber efendimizden beri gelmiş ve genç sahabeler efendimizden bir ayetin açıklamasını istedikleri zaman onlarda hemen akıllarında soru işareti kalmayacak şekilde açıklığa kavuşturmuştur. Tefsir konusunu ele aldığımız için tefsir ile tercüme arasındaki farklardan bahsedeceğiz. Tefsir kelimesinin anlamı ise: tabibin hastalığı teşhis için bakmış olduğu az suya denir. Bunlardan baka, keşfetmek, izhar etmek ve üzeri kapalı olan bir şeyi açıklığa getirmek anlamlarına gelmektedir. Tercüme kelimesi ise bir “bâbâ” unvan koymak anlamına gelir.

            Tefsir Çeşitleri

            Kur’an-ı Kerimin Tefsiri çeşitleri hakkında söz söylemek kolay bir iş değildir. Yine de şu bir gerçek ki müfessirler, Kur’anın çeşitli yönlerini ele alarak tefsir yapmışlar bunun neticesinde tefsirde yönler meydana gelmiştir. Örnek olarak: Rivayet Tefsiri, bu çeşit ise bizar yine Kur’anın diğer başka ayetler ve Peygamberin ve sahabelerin kendi sözleriyle yapılmıştır. Diğer bir tefsir çeşidi ise: Dirayet Tefsiridir yani dil, edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsir türüdür. Ki bu tefsirin caiz olup olmadığını alimlerce ararsa tartışma konusu olmuştur.

            Hazreti Peygamberin Tefsirdeki Yeri

            Hz. Peygamberin tefsir ettiğine dair kendisine kadar ulaşan kaynaklardan anlamaktayız fakat peygamberin tefsirini çıkartmamız için müracaat edeceğimiz ilk kaynak ise hadis mecmuaları olacaktır. Ancak bunla kalmayıp sahabenin de tefsir ilmine büyük bir payı ve hizmeti vardır bunlar vahyi kimileri müşahede ederek ve peygamberin dizlerine büyüyen kişilerdi peygamber vefat ettikten sonra iş başına bunlar geldi ve ellerinden geldiği kadar titiz davranmak suratıyla tefsir konusunda yağılacak çalışmaları asla esirgemediler. Örneğin Abdullah b. Mesûd ve Abdullah b. Abbas gibi sahabelerdir. Ancak bunları takip eden bir gönüllü ve bu işe canlarını koyan etkili ve muhteşem bir topluluk daha vardı ki onlar tabiundu. Bunların devrinde İslam devletlerinin sınırları Arap yarımadasını açmış ve bir devletin temelini atınca Kur’an onların anayasaları haline geldi çünkü buna ihtiyaçları vardı. Böylece tefsir zaman içinde farklı yorumları ve farklı açıklamalara maruz kaldı âlimlerce mesela İsrailiyât haberleri onlardan biridir ki bu haberin yorumcuları hep akıl yoluyla daha derinlere inmek isteyip sınırları zorlamıştır örneğin: Hz İsa’nın nesebi, Hz. Meryem’in onu doğurması keyfiyeti, semadan inen yemeklerin nevileri vb. bunun gibi bir sürü örnek daha mevcuttur. Fakat âlimler bu gibi hareketlere karşı bir tavır izleyerek onların söyledikleri sözleri itibarsızlaştırmak için ellerlinden geleni yapmışlardır.

            Zamanımıza kadar Tefsir Hareketlerine Kısa bir Bakış

            Tefsir ilmi, zaman ve mekânla değişiklik arz etmiştir. Yani fikirler ve olaylar çoğalınca bir bütüncül yaklaşmış. Asrımızda tefsir hareketlerini ve meydana getirdikleri tefsirleri 4 grupta toplayabiliriz.

A.    Mezhebi Tefsirler,(kendilerini savunmak için en kuvvetli delili kedilerini savuncak şekilde tefsir ve te’vil yapmışlardır)

B.     İbâdi Tefsirler,(Kur’an ve İslamiyet hakkında söyledikleri, açıktan açığa küfre götürmüş ancak dönenler de olmuştur)

C.    İlmi Tefsirler,(Son zamanlarda en çok beğenilen Tefsir çeşididir ki Kur’an ibarelerinden ilmi ve felsefi görüşleri istihraç eden Tefsir nevi’dir)

D.    İçtimai edebi Tefsirler,(Kur’an-ı mezhepler için bir vasıta kılmayıp, kendi kendine muvafık kıldı ve mezheplerin hiç birinin tesiri altında kalmamağa gayret gösterdiler)

      Görüldüğü gibi farklı kesimlerden farklı fikirler Kur’an-ı tefsir etmişler bunların azınlığı tefsiri kendilerini savunmak ya da kendi tuttukları yolu övmek için kullanmamışlar diğer hepsi hariciler ve diğer bunun gibi bir çok ilmi fırkalar sadece kendilerini katmışlar kısacası Kur’an’dan her kes kendi anladığı kadarını yazmış ve tefsir etmiş hani ünlü bir söz vardır ya: “sen dersen de, senin söylediklerin karşıdakinin anladığı kadardır” işte bur da da bir zekâ ve yetenek söz konusudur diyelim ve konuyu kapatalım.

 

Hadis Usulü

            Hadis Usulü İlminin Doğuşu

            Kur’an-ı Kerimi dünya ve Ahiret mutluluğunu gösteren bir hidayet rehberi olarak Allah, onu Peygamber vasıtasıyla göndermiştir fakat onun açıklamasını da Hz. Peygambere görev olarak vermiş. Sahabe ta baştan beri Hz. Peygamberin dediklerini titizlikle öğrenmiş ve onu izlemiş ancak sahabelerin bu ilmi gayretleri hiç şüphesiz, kendilerini takip eden tabîleri de aynı şekilde sevketti, zaman geçtikçe bu ilime farklı isimler takılmaya başlanmıştır mesela ilk önceleri: mustalahu’l hadis ya da ulumu’l Hadis denmiştir. Bu ilmin kaynaklarına gelince متقدمین و متأخرین   olmak üzere iki gruba ayırmak mümkündür. Ki bunların her birinin kendilerine göre eserleri vardır fakat biz bunları burda zikredemeyiz. Şuna açıklık getirelim ki Hadisin yapısını iki şey teşkil eder birincisi metin diğeri ise senettir.

            Hadisin Dindeki Yeri

            Hadisin dindeki yerini daha düzgün bir şekilde kavrayabilmek için, biraz Peygamberlik makamından söz etmek gerekir. Peygamberlik makamına layık görülenlerle de birer insandır fakat onları farklı kılan tek şey onlara vahyin gelişidir. Vahye mazhar olan bir Peygamberin varlığına ihtiyaç ise tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir. Bunların sözlerine inanan insanların uyması gerekir çünkü bunlar kendi davranışlarıyla insanlığa bir örnek olabilmiştir. Nitekim, şu sözler: sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur- size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu sapıtmazsınız. Netice itibarıyla sünnet, Allah’ın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılan evrensel yorumudur. Hadislerde bu yorumun yazı belgeleridir. Binaenaleyh sünnetsiz Müslüman olmayacağı gibi sünnetsiz Müslümanlık da olmaz. Şimdi ise hadisleri tanıyalım, çeşitleri bakımından ve sıhhat açısından kısa bir değerlendirme yapalım. Sıhhat ve hüküm açısından ise hadisler, adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri Şâzz ve muallel olmayan hadistir. Bu tarife göre: senedin kesintisiz olması, ravilerin adil olması, hadisin illetten uzak olmasıdır. Bununla yetinmeyip sahih hadislerin bile bir dereceleri vardır. Mesela: Buhari ve Müslimlin ortaklaşa aldıkları hadisler, buharinin Yalnız başına rivayet ettiği hadisler olarak sınıflara tabi tutulmuştur. Gelelim sahih meselesine: sahih nedir? Sahih hadis en sağlam senedle rivayet edilen hadistir. Hasan hadis, zabtı biraz gevsek olan ravilerin muttasın senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan hadistir. Hasan hadisin hükmü ise, bütün fakihlere göre ihticac ve kendisiyle amel edilmek bakımından makbuldur demişlerdir. Bir de Zayıf hadis meselesi var ki bu da: sahih ve hasan hadisin şartlarını taşımayan bir hadistir. Bu hadisin 15 çeşidinden söz edilmektedir ki bunlar: Mürsel, Muallak, Mu’dal, Munkati, Müdelles, Muallel, Şaz, Münker, Mevzu, Metruk, Müdrec, Maklub, Muztarib, Musahhaf ve Muaharref olmak üzere zayıf hadi çeşitlerindendir.

            Zayıf Hadisle Amel edilebilir mi?

            Daha önce “Zayıf Hadis” teriminin hadis tarihi içinde geçirdiği br gelişmeye işaret etmek yerinde olacaktır. Tirmizi (279/892) ye gelinceye kadar sahih saki ( zayıif) siye ikiye ayrılırdı. Zayıf hadislerde terk edilmiş ve terk edilmemiş diye ikiye ayrılırdı. Tirmizi’den sonra sahih ve zayıf arasında bir de hasan girdi. Terk edilmeyen zayıf hadisler hasan terimiyle zayıflar arasından ayrılmış oldu. Zayıf hadisle amel konusunda üç ayrı görüş bulunmaktadır. Zayıf hadisle asla amel olunmaz لا یعمل به مطلقا

Zayıf hadisle her konuda mutlak amel olunur یعمل به مطلقا

Özel şartlara bağlı amel olunur یعمل به فی الفضائل بشروطه

Evet, görüldüğü gibi, zayıf hadisler konusunda da çeşitli görüşler mevcuttur. Şimdi ise farklı bir konu olan hadis uydurma gelişmelerine bir bakalım.

            Hadis Uydurma Gelişimleri

            Zaman zaman İslam âlemindeki Müslümanlar çeşitli sebeplerden dolayı böyle bir girişim bulunmuşlardır. Ya İslam’ın çökeceği korkusu ya da insanları İslam’a teşvik amaçla yapmaları ve ya hem düşmanlık sebebiyle. Ancak başlıklarına baktığımız zaman bu saydığımız kısımların hepsi bulunmaktadır. Mesela siyasi bölünmelerin giderek itikadi bölünmeye sebep olması sonucu. Daha çok gurupların diyelim ki bu konuda zenadika ve Şia’nın böyle bir gelişmenin başını çektiği tarihi bir gerçektir. Çünkü Şiiler Hz. Ali hakkında, onu Hz. Peygamberin halife tayin ettiği, ondan önceki üç halifenin haksız olarak bu makamı işgal ettikleri fikrini işleyen birçok hadis uydurmuştur. İslam düşmanlığı, yani Müslümanların birliğini ve beraberliğini bozmak için ve onları zayıflatmak için zındıkların yaptıkları hadis uydurmalar buna örnektir. İslam’a Hizmet Etmek Arzusu, biraz gariptir ama Müslümanları iyi amllere teşvik amacıyla ve onları kötülüklerden sakındırmak için yapılan bazı hadis uydurma çalışmaları olmuştur.  Sonuç olarak görülen o ki devir değişmişse de düşmanlıklar ve İslam âlemini kötülemeye çalışanlar kendi çabalarını bu uğurda asla eksik etmemişlerdir. İşin ilginç tarafı da şu ki bunca düşmanlığa rağmen İslam âleminin uyanmamasıdır ve hala batının ve zındıkların oyunlarına gelerek birbirlerinin yani kendi kardeşlerini kırmasıdır.

                                               İslam âleminin uyanması ümidiyle…

 

Fıkıh Usulü

            Tanımı, birinci olarak usul kelimesi, asl’ın çoğulu olup üzerine başkaları bina edilen şeydir. Yani ağacın aslı, dalların ayrıldığı nokta. Fıkıh, sözlükte anlamak kavramak demektir. “bir de dilimden bağı çöz ki sözümü fıkıh etsinler” Taha, (20/27-28). Terim olarak fıkıh şeri ve Ameli hükümleri tafsilatlı delilleriyle bilmektir. Şeri hükümleri demek, vaciblik, haramlık gibi şeriattan alınan hükümlerdir. Bu ilmin faydası da şeri hükümleri sağlam esaslara dayalı delillerinden çıkartabilme gücüne sahip olabilmektir. Bu ilmi ilk derleyen kişi ise, imam Muhammed b. İdris Eş-Şafiidir.

           

 

            Fıkhın Tedvin Sebebi

            Tabiîler devrinden sonra (H. 120) İslam sahası baya genişlemişti. Bunun neticesi olarak ziraat,tcaret, zanaat ve kültür hayatında büyük farklar ve değişikler hasıl olmuştu. Halkın muameleleri genişledi, hukuki hadiseler çoğaldı, ihtilaf ve anlaşmazlıklar arttı, âlimler her gün yeni bir mesele ve problemlerle karşılaştılar. Bu durumda fukaha bütün gayretlerini sarf ederek gerek ahlak ve itikada gerekse ibadetler, evlenme ve boşanma gibi konuları telif düzenine koydular. Aynı zamanda fıkhın dayandığı prensipleri de ortaya koydular. Ancak tabiinlerin birkaç tane fakihleri vardı ki bunlara: Saîd b. Müseyyeb, Ata b. Ebi Rebah, Hasanü’l Basri yemame de Yahya b. Ebi kesir gibi âlimlerden söz edilir. Yerinde olacaktır ki fıkhın doğuşundan biraz bahsedelim, sahabe ve tabbiun zamanında fıkhın kaide ve hükümleri derli olmayıp dağınık bir şekilde idi fakat bu iş (fıkhın tedvini) sahabe ve tabiunlar zamanı geçtikten sonra ortaya bir ilim dalı olarak zuhur etmiştir. Bunun neticesinde fukaha, Irakıyyun ve Hicaziyyun adlarıyla iki kısma ayrıldılar. Fakat bunlardan birinci gruba ise ehl-i rey ikinci guruba ise ehli hadis denildi. Ve böylece bir ictihad devri açılmış oldu. Aslında ictihad da lügatta: çalışmak zor bir işi başarmakve meydana getirmek anlamlarında gelir. Ancak ictihadın da kendine göre bir şartı vardır ve şartları ise ehliyetli olmak diğer ise yerinde olmasıdır. Bir de ictihadın yeri vardır ki bu da: hakkında kat’i delil olmayan Şer’i hüküm ictihadın yeridir. Bu ilmin konusu, Şerî deliller ve hükümlerdir. Diğer bir yandan eğer baksak bu ilmin birçok faydaları da mevcuttur ki bunlar: 1. Kur’an ve hadisten hüküm çıkarırken fahiş hatalara düşmemek.2. Müctehidlerin hükümlerini değerlendirirken hangisinin üstün olduğunu öğrenmek.3. Fıkıh hükümlerini hakkıyla anlamak.4. Hz. Peygamberin vaaz ettiği hükümleri ve fıkı birbirinden ayırmak. 5. Allahın dini vaz ettiğini ve maksadını anlamak. İşte bu ilmin sayesinde yukarıdaki faydalar meydana gelir.

            Deliller (Akli ve nakli asli ve ferî deliller)

            Delil, lügat anlamı ise rehber ve kılavuzdur ıstılah olarak ise bizi ilim ve zan bir bilgi ve hükme götüren vasıtadır. Delillerin arasında bir de akli ve nakli deliller mevcuttur. Akli delil is, iç ve dış duygulara ve zihin muhakemesinin neticesine dayanan delildir. Nakli delil ise başkasını sözünü nakletmektir. Asli deliller ise: 1-kitap 2- Sünnet 3-İcmâ 4- Kıyas ancak bu delillerden çıkarılan deliller de mevcuttur ki buna Ferî deliller denilmektedir ki bunlar yedidir. 1- İstihsân 2- İstislâh 3-İstishâb 4- Asli beraat 5- Örf adet 6-Sahabe sözü 7- Geçmiş Şeriatlardır. Nasıl ki nakli delilleri kabul etmişse geçmiş dinlerde olan delilleri de yok saymamış onu da bir delil olarak kabul etmiştir. Deliller bahsine ek olarak Din ve Şeriattan biraz bahsedelim. Din, sözlükte, galip gelmek, itaat, kulluk, hizmet ve bir kimseye ram olmak demektir. Terim manası olarak ele alsak eğer: Allah’ın Hz. Peygamber vasıtasıyla gönderen üstün bir nizamdır. Fakat şeriat dediğimiz bu yolu da İbnu Teymiyye üç kısma ayırmıştır: Münezzel Şerî (doğrudan Kur’an-ı Kerim ve Sünnetin açıklamalarıdır. Bir düğer ise: Müevvel Şerî: Kitap ve Sünnetten, kıyas ve ictihad yoluyla açıklanm. Mübeddel Şerî:  yani Hz. Peygambere yalan yere isnad edilen sözlerdir. İslam’a göre bunlardan birincisine uymak bütün Müslümanlara gerekli ve farzdır. İkincisine uymak bizzat ictihaddan aciz olanlara caizdir. Üçüncü ise: dini tahrif ve ona iftira olduğundan ona uymak ve onu kabul etmek haramdır.

            Fâsid deliller ( Muteber olmayan deliller)

            Zihnin, eserden müessire geçmesidir dumanı görünce orda ateşin varlığına anlamak. Bazen bu tersi de olabilir. Şimdi muteber olmayan delilleri ele alalım.

Muhalif Mefhumu (söylenenden onun ters anlamına delaleti.

Mantûka bu, sözün söylendiği şeye, delaletidir.

Mefhuma bu da, sözün söylendiği yere değil de başka bir yere aynen ve tersine delaletidir.

Yakınlarla istidlal ma’tuf ile (bağlanan cümle) ma’tufun aleyh arasında mutlaka bir ilgi olacağından bu ikisinin de hükümde eşit olmaları gerekir. Tabi fıkıh’ta deliller bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Fıkıh usulünde bir de hükümler söz konusudur ki bu hükümlerin çeşitleri bakımından farklılık göstermektedir. Mesela: anlaşılması mümkün olmayanlar ikincisi ise, muğlâk hükümler ve garip lafızlar. Diğer bir kısmı ise âlimlerin anlayacağı ve başkaların anlamayacağı hükümler vardır. Bir de tabi, Emir var ki bu da iki kısma ayrılmaktadır. Sarih ve sarih olmayan emirler yani üstü kapalı olanlar. Mesela sarih Emire misal olarak: Onun gibi bir süre getiriniz gibi. Sarih olmayan Emire örnek ise: Size oruç farz kılındı ayetini örek verebiliriz. Nehyin bahsi, bu da emir gibi sarih olan ve sarih olmayan nehiyler olmak üzere ayrılmaktadır. Sarih olan nehiy, üstünlük ve bir şeyin yapılmamasını kesin bir şekilde istemek için vazedilmiş söz dür. Sarih olmayan nehiy, isim ve fiil cümlesiyle yapılan nehiydir. Buna örnek olarak, “İbrahim’in makamı… Kim oraya girerse emindir.

Mutlak, bir ferde tayinsiz ve şartsız delalet edecek örneğin: insan, at gibi kelimelerdir.

Mukayyed, cinsin her ferdini içine alan lafız olmayacak. Örneğin: “ Arap atı” dediğimiz zaman, at lafzını Arap vasfıyla kayda almış oluyoruz.

Âmm,  Mesela bir adam “evime kim girerse ona bir dirhem ver” demesi bu âmm bir lafızdır ve dolayısıyla bu kelimeler her dilde mevcuttur.

Umumilik İfade Eden Cümle ve kelimler. ( الرجال،النّساء، الابل،الضّرر) gibi kelimlere denilmektedir.

Müşterek, birkaç manayı kendine alan bir lafızdır buna örnek olarak: العین، الجاریه ، المشتری، البین  yani bir kelime olup farklı manalara delalet edenlere denir.

Müevvel, manalarından biri tercih edilen müşterektir.

            Nesih.

            Nesih, bahsi çok önemlidir. Önemli olmasının sebepleri ise: çeşitli meseleleri içine almaktadır. Neshin lügat manası, bir şeyi gidermek, yok etmek, ya da bir şeyi yok etmeden yerini değiştirmek. Anlamlarına gelmektedir. Ehsin şartları, mensuh şeri bir hüküm olacak ikincisi, hükmün kalktığını gösteren bir delil olacak. Neshin hikmeti, nesih iki ayrı sahada cereyan ediyor, Ayetin sünnetle neshi, bunun cevazında müctehid ittifak etmiştir. Örnek olarak: کتِبَ علَیکُم اذاحضر احدکم الموتُ    ayetinin لا وصیّة لوارث  varise vasiyet yoktur.

            Hüküm الحکم  

            Menetmek, önlemek manasına gelir. Devlet idaresinde hâkimin davayı bağladığı neticeye hüküm denmesi bu asıl mana ile ilgilidir. Bir de hükmün çeşitleri vardır ki bunlar teklifi hükümlerdir.  Bir işin yapılmasını ve ya yapılmamasını gerektiğini bildiren hükümlerdir. Teklifi hükümlerin kısmına ek olarak da vacip fillerin hak yönünden taksimi: Allah’ın hakkı olan filler yani sadece Allah’ı ilgilendiren fillerdir. Bir de kendi kendine var olan haklar mesela: harp ganimetleriyle, madenler ve yer altından çıkarılan hazinelerden alınan beşte bir nisbette hükümet haklarıdır.

            Husun Kubuh (iyilik ve kötülük) Meselesi

            Hayır, şer, iyi kötü, güzel çirkin, hak batıl gibi bütün tabirlerin gösterdiği manalar bu kelimede kastedilen manada dâhildir. Bu iki kelime beş manada kullanılmıştır.

1)     Gaye ve maksada uygun olmayan: adalet güzel, zulüm çirkindir)

2)     İnsan tabiatına uygun olan ve olmayan: tatlı güzel acı çirkindir)

3)     Olgunluk ve eksik sıfatı olan: ilim güzel cehalet çirkindir)

4)     İnsanlar arasında övülme ve takdir yahut yerilme ve tahkir vesilesi olan: cömertlik güzel, cimrilik çirkindir)

5)     Allah indinde, rıza ve sevaba yahut yerme ve cezaya layık kılan: Allah’a iman, ibadet, güzel, zıtları çirkindir. İşte bizim burada meşgul olacağımız mana budur. Beşerin kendi zatında iyilik ve kötülük var mıdır? Şeriat gönderilmeden insan aklı bunları kavraya bilir mi? Bu meselede Eş’ariler’le Mutezile insanın kendi sıfatında iyilik ve kötülük bulunmaktadır. Bunlar Allah’ın hükmü ve kanunu geldikten sonra bahis konusudur. Maturidilerin görüşü da: iyilik ve kötülük kavramlarını şeriat gelmeden de insan aklı bunu idrak eder demiştir.

El-Mahkümü Fih (المحکوم فیه )

Teklif edilen fillerde bir kısım Şartlar aranır ki bu da, mümkün olmak kulun kendi iradesine kastettiği bir iş olmak. Emir olunan tarafından açıkça bilinmek.

El-Mahküm Aleyh

Mükellef olmanın ilk şartı teklifi anlamaktır. Çünkü hitabı anlayamayan kimseyi mukellef tutmak imkânsızdır. Mükellef teklif edilene amel edecek. Yani “bana teklif ulaşmadı” gibi bir lafa yer kalmayacak. Örneğin لکیلا یکون للنّاس علی الله حجة بعد الرّسُل  elçilerden sonra, ,insanların Allah’a karşı itirazları olmasın diye… Görüldüğü gibi hayatta olan bir insan için Allah-ı tanımaması imkânsız bir şeydir çünkü her bir insan farklı bir şekilde bu dünyanın bir yaratıcısı olduğunu biliyor onun için, Allah’ın peygamberi her bir kavime ve her bir mükellefe yetişmiştir. Allah bizi de amel eden mükelleflerden eylemesi dileğiyle…


0 Yorum - Yorum Yaz

usul mutaalası    08.05.2015


Hafize ELDERŞEVİ
Yüksek Lisans (14912782)
           
 Usuller kıraati hülasası

FIKIH USULÜ

Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü: “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.

“İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”

İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir.

Ahkam-Hükümler

“Ahkam” kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Hükümler üç kısımdır:

1)      Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “İki kere iki dört eder.”

2)      Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Güneş doğmuştur.”

3)      Şer’i hükümler: Şer’i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Oruç farzdır.”

Şer’i Hükümler

Şer’i hükümler üç kısımdır.

1)      Ameli hükümler: Namazın, zekatın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir.

2)      İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve resuller, kader, ahiret ilgili hükümlerdir.

3)      Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.

Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, itikadi ve ahlaki hükümleri “tevhid” veya “kelam” ilmi, ahlaki olanlar ise “tasavvuf” veya “ahlak” ilminde incelenir.

Şer’i Deliller

Şer’i deliller iki türlüdür:

1)      Tafsili (cüz’i) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delalet eden cüz’i delillerdir. Mesela: “Zinaya yaklaşmayın” ayeti sadece zinaya yaklaşmanın haram olduğuna delalet eder.

2)      İcmali (külli) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer’i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir. Bu delillerin “amm” ve “hass” gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde “emir”, “nehiy”, “mutlak”, “mukayyed” gibi ayırımları vardır. “Emir vücub içindir, nehiy tahrim içindir.” gibi sözler birer külli delildir. İşte usulcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsili deliller ise fakihin meselesidir.

Fıkıh Usulünün Konusu

Usûlü'l-fıkhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:

1)      Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.

2)      Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması.

Fıkıh usulünün konusu :şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass,müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Fıkıh Usulünün Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Yani Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.

Kur’an’ın Muhteviyatı:

Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.

1)      İbadetler: Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir.

2)      Muâmeleler: Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

İCMA'

İttifak etmek, görüş birliğine varmak, azmetmek, kasdetmek. Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda amelî bir meselenin şer'î hükmü üzerinde İslâm müctehidlerinin birleşmesi demektir. İslâm hukukunda, müctehidlerin üzerinde ittifak ettikleri dört tane aslî delil vardır: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas.

İcmaın Mertebeleri

1)      Sarih İcma: Bu, her müctehidin, icma konusu olan fikri kabul ettiğini açıkça söylemiş olduğu icmadır. Bu tür icma, fakihlerin büyük çoğunluğunun ittifakı ile şer'î bir delildir.

2)      Sükûtî İcma: Herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olanı fakih belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkit eden çıkmazsa buna "sükutî icma" denir. İmam Şâfiî ve birçok bilgin, bu tür icma'ın huccet (delil) olduğunu kabul etmez.

3)       Müctehidlerin Belli Bir Ortak Noktada İttifak Etmeleri: Bir mesele üzerinde aynı asırdaki fakihler ihtilafa düşerler ve herhangi bir müctehid, diğerlerinin görüşüne her yönden zıt bir ictihad'da bulunmazsa, bu durumda aralarında görüş ayrılığı olmakla birlikte, bir noktada birlik (icma) bulunmuş olur

KIYAS

Ölçmek, kıyaslamak, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek, hakkında nass (âyet hadis) bulunan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass bulunmayan meselenin hükmüne bağlamak anlamında bir fıkıh usulü terimidir. Müctehid tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnet'e dayandırılır. Çünkü şer'i hükümler, ya doğrudan doğruya âyet veya hadislere, ya da kıyas yoluyla bu nass'lara dayanır. Ayet ve hadislerin sınırlı, hayat olaylarının ise sonsuz olduğu ve her olayın bir hükme bağlanması gerektiği göz önüne alınırsa, bu yeni meseleleri çözmek için kıyasa başvurmaktan başka bir çare olmadığı anlaşılır. Kıyas, bir delil kabul edilmediği takdirde bir çok yeni meseleyi çözmek mümkün olmaz

Kıyasın Rükünleri

Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak, şeklinde tarif edilince, buradan dört rukün ortaya çıkmaktadır. Asl, fer', hüküm ve illet.

1)      Asl (el-asl):  Fer'in kıyas edildiği hükmün dayandığı delile, başka bir deyimle, hakkında doğrudan hüküm bulunan konuya "asl" denir. Bu asl; nass (âyet-hadis) veya icmâ olmaktadır.

2)      Fer':  Bu, asl'a kıyas yapılarak hükmü belirlemek istenen meseledir.

3)      Hüküm:  Hakkında nass veya icmâ bulunan şeydir.

4)      İllet:  Mevcut durum ve hükmü değiştirmeye, mübah olan bir şeyi yasaklamaya veya yasak olan bir şeyi mübah kılmaya sebep olan şeydir. İllet aynı zamanda âyet ve hadislerin mânâ ve gayesidir.

Kıyasın Kısımları

1)      Celî (Açık) Kıyas: Burada illet, fer'ide asıldakinden daha kuvvetli ve açık olup, asl ile fer' arasındaki fark kaldırılmış bulunur.

2)      Hafî (Gizli) Kıyas: Burada asl ile fer' arasındaki farkın kaldırıldığı zannî olarak bilinir. Meselâ; demir cinsinden bir şeyle kasten adam öldürmenin cezası kısastır. Katı bir cisimle kasten adam öldürmenin cezası da buna kıyas edilmiştir.

İSTİHSAN

Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek. Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması anlamında bir fıkıh usûlü terimidir.

İstihsan ile Kıyas Arasındaki Fark

Ferdî düşünce ürünü olan ictihad, Sahabe devrinde "re'y" adını alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı verildi. Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak tercih ettiği kıyas şekline de "istihsan" denildi. Bu duruma göre, istihsan, toplumda karşılaşılan problemleri çözmede daha elverişli ve etkisi daha çok olan bir metoddur.

ÖRF

İyilik, ihsan, bilme, tanıma, akıl ve dinin güzel gördüğü şey; itiraf; at yelesi; yüksek yer; dalga, sabır; aklın delâletiyle kişilerde yerleşen ve selim tabiatça benimsenip, kabul edilen söz ve fiiller anlamında bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a'râf" ve "uref"tir. Yeni İslâm hukukçularından bazılarının tarifi şöyledir: "Örf, herkesin bildiği ve genellikle kendisine uya geldiği söz ve fiillerdir". . Örf ve âdetin topluca şu şekilde tarif edilmesi mümkündür: Toplum hayatında yerleşmiş bulunan ve uzun süreden beri uygulanması sebebiyle hukuk bakımından bağlayıcı sayılan ve yazılı olmayan hukuk kurallarıdır.

Örfün Sıhhat Yönünden Çeşitleri: 

Örfün şer'î bir delil sayılması için geçerli olması gerekir. Bu yüzden örf ikiye ayrılır: Sahih ve fasit.

1)       Sahih Örf:  Kitap ve sünnete uygun olarak veya bu kaynaklara aykırı olmaksızın meydana gelen örfler bu gruba girer.

2)       Fâsit Örf:  Kesin bir ayet veya hadise aykırı düştüğü için geçerli sayılmayan örf türüdür.

MESÂLİH-İ MÜRSELE

"Mesâlih",  yerine göre gerekli olan iş, söz, davranış, iyilik, düzen, barış yolu, kârlı iş, uygun iş anlamındaki "Maslahat" kelimesinin çoğulu; "Mesalih-i Mürsele" her hangi bir kayda bağlı olmayan maslahatlar anlamında bir İslâm hukuku terimi.  Mesâlih-i Mürsele'nin istilahî anlamı; hakkında nass, icma ve kıyas gibi emir veya yasak edici şer'î bir delil bulunmayan ve İslâm'ın ruhuna uygun olan maslahatlara göre hüküm vermek veya davranmaktır.. Mesâlih-i Mürsele yerine Maslahat-i Mürsele terimi de kullanılır.

İslâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Malik'tir.

SEDDİ ZERAYİ'

Sedd; menetme, engelleme, kapama manalarına gelir. Zerayi' ise bir şey'e götüren vesîle ve yol manâsına gelen zeria'nın çoğuludur. Bu şey mefsedet, maslahat, söz ve fiil olabilir. Sedd-i zerayi' vesîleleri kaldırmak, sebebi tıkamak demektir. Bu durumda harama vesîle olân şey haram, vacibe vesîle olan şey vaciptir. Fuhuş haramdır; fuhşa vesîle olduğu için yabancı kadının avret yerine bakmak da haramdır. Zerayi de asıl olan fiillerin sonucudur. Fiil, sonucuna göre hükme bağlanır. Sedd-i zerayi'de aslolan maslahatı celb, mefsedeti def' kaidesidir.

ŞER'İ HÜKÜM

Şeriata ait amelî prensip, hakkında âyet, hadis veya icmâ bulunan veya temelde bu delillere dayanan ve İslâm'ın pratik yönünü oluşturan prensipler. Allah ve Rasûlünün emir, yasak, muhayyer bırakma veya bir kimsenin fiiline ilişkin iki şeyi birbirine bağlama özelliklerini taşıyan prensiplere "şer'î hüküm" denir. Şer'î hükümler teklifi ve vaz'î hükümler olmak üzere ikiye ayrılırlar.

 

1- Teklifî Hüküm: Zor olanı istemek. Fıkıh usulü ıstılahında, Şari'in bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesi. Buna göre teklifî hükümler: 1- Vacip, 2- Mendup, 3- Haram, 4- Mekruh, 5- Mübah olmak üzere beş kısma ayrılır.

Bu taksim fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefiler ise, teklifi hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vacip, 3- Mendup, 4- Haram, 5- Tahrimen mekruh, 6- Tenzihen mekruh, 7- Mübah.

Teklifin esasını akıl ve idrak teşkil eder; yani akıl ve idrak, teklifin temel şartıdır.

1)      FARZ:  Şâri' tarafından emrolunduğu kat'î delil ile sâbit olan; özürsüz, mutlak surette terkedildiğinde ceza gereken amellerdir. Özürden maksat, dinin meşrû gördüğü özürdür.Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

a)      Farz-ı Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir.

b)      Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir.

 

2)      VÂCİB:  Allah ve Rasûlünün yükümlü Müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zannî delil ile sabit olduğu fiildir. Buna göre vâcibin kesinliği, farzın kesinliğinden daha azdır.İslâm hukukunda "vâcib", yükümlünün farzdan aşağıda, fakat sünnetten daha kuvvetli olarak yerine getirmesi istenilen şer'î hükümdür.

 

3)      MENDÛB: Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş demektir. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah (s.a.s)'ın bazen yapıp, bazen terk ettiği işler. Buna; sünnet, müstehap, nâfile, tatavvu, fazilet ve ihsan adları da verilir. Farz, vacip ve sünnet-i müekkede dışında kılınan namazlar, tutulan oruçlar ve verilen sadakalar bu niteliktedir. Güzel bir iş sayıldığı için mendubu işleyen sevap alır, terkeden ceza görmez. Bu değerlendirme Hanefi mezhebine göredir. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, mendûb, sünnet ve müstehab terimlerini de içine alan genel bir kavram olup şöyle tarif edilir: Allahu Teâlâ veya Rasûlûnün bağlayıcı olmaksızın yapılmasını istediği ve yapılmamasını kötülemediği fiildir.

          Mendubun Çeşitleri: Mendûb kendi içinde üçe ayrılır. 

a)      Sünnet-i Müekkede-Sünneti Hüda: Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptığı ve sırf bağlayıcı olmadığım göstermek üzere nâdir olarak terkettiği farz ve vacib olmayan fiillerdir. Bu çeşit mendubu yerine getiren sevap kazanır. Terkeden ise cezayı hak etmemekle birlikte kınama ve azarlanmaya müstehak olur

b)      Sünnet-i Gayri Müekkede-Nâfile-Müstehab: Hz. Peygamber (s.a.s)'in bazen yapıp bazen de terkettiği ameller. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz.

c)       Sünnet-i Zevaid: Hz. Peygamber'in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allahu Teâlâ'dan bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği taşımayan beşeri fiillerdir.

 

MÜSTEHAP:  Şeriatın yapılmasını hoş gördüğü, tavsiye ettiği ama yapılması zorunlu olmayan amellerdir. Müstehap, genellikle (devamlı işlenmeyen) gayr-i müekked sünnetle eş anlamlı olarak da kullanılır. Fıkıhta menduba, müstehab, nafile, tatavvu’, fazilet ve edeb gibi isimler de verilmektedir. Kuşluk namazı, teheccüd namazı, tehıyyetü'l-mescid ve  nafile oruçlar  müstehap amellerdendir. Müstehap, genellikle (devamlı işlenmeyen) gayr-i müekked sünnetle eş anlamlı olarak da kullanılır.

 

NAFİLE: Fıkıh ilminde ‘nafile’; Farz ve vacip dışında, sevap amacıyla yapılan, Peygamberimizin de kıldığı bilinen namazların tümüne ve diğer ibadetlere verilen bir isimdir.

 

4)      HARAM:Sözlükte, yasaklama, mahrum etme anlamlarına gelir. Haram, dince yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir fiili yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir. Şari’nin (şeriat koyucunun) bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemesidir.

      Haramın Çeşitleri:

a)      Bizzat Haram (Haram Bizatihi, Haram Liaynihi): Allah ve Rasûlünün geçici bir sebebe dayalı olmaksızın baştan itibaren ve temelden haram kıldığı fiildir.

b)      Dolaylı Haram (Haram li Gayrihi): Kendisi esasen haram olmadığı halde başka bir sebep dolaysiyle yasaklanan şeylerdir. Cuma namazı saatinde çalışmak gibi.

 

5)      MEKRÛH: Kerahet kökünden ism-i mef'ul. Kerahet; istememek, hoşlanmamak ve çirkin görmek demektir. Mekrûh ise; istenmeyen, hoşa gitmeyen, çirkin iş anlamındadır. Bir fıkıh terimi olarak mekrûh; Allah ve Resulünün, yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.

Mekruhun Kısımları:

a)      Tahrimen Mekruh: Allah ve Resulunun bir fiilin yapılmamasını, kesin ve bağlayıcı tarzda istemiş olmakla birlikte, bu istek haberi vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa, buna "tahrîmen (harama yakın) mekruh" denir.

b)      Tenzîhen Mekruh: Allah ve Resulunun koyduğu yasağın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil "tenzihen (helâla yakın) mekruh" adını alır.

 

6)      MÜBAH: ‘Mübah’ ise; şeriatın mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür. Yani mükellefe helâl olan işlere ‘mübah’ denilir. ‘Falanca işi yapmak caizdir’ demek te aynı anlamdadır. Bunlar işlendiği zaman da terk edildiği zaman da övülmeyi ya da kınanmayı gerektirmeyen işlerdir.

   Mübahın Anlaşılma Yolları:

1)      Temiz şeyleri yiyip içmek gibi helâl olduğuna dair nass (âyet-hadis) bulunması.

2)      Günah olmadığının bildirilmesi.

3)      Emir sıygasının vücub değil, mübahlık bildirmesi.

4)      Bir fiille ilgili hiç bir hükmün bulunmaması. İstishâb deliline göre, "eşyada kural mübahlıktır".  “Eşyada aslolan ibâhattır, mübahlıktır” hükmüne göre, İslâmın hakkında açık bir şekilde haram, mekruh, günahtır, vebali vardır diye yasaklamadığı, yapılmasını hoş gördüğü her şey mübahtır, helâldir.

   7) MÜFSİD:  ‘Müfsid’ sözlükte, ifsad eden, bozan, geçersiz kılan kimse veya şeylere denir.  Kur’an-ı Kerim, çeşitli ayetlerde genel olarak ‘yeryüzünde fitneyi uyandırıp, insanların durumunu bozup, onları doğruluktan saptıran kimseler anlamında kullanmaktadır.  Bir ibadeti bozan veya bir hukuki muâmeleyi sakatlayan fiil veya eksiklik anlamında bir fıkıh terimi. Rükün veya şartlarından birisi eksik bulunan bir ibâdet, "bâtıl" veya "fâsit" olur.

MÜKELLEF

Mükellef kılınmanın iki şartı vardır.

1)      Akıllı olmak. Bir insanın dinin emirlerinden yani kulluktan sorumlu olabilmesi için akıl sahibi olması şarttır.

2)      Büluğ (ergenlik) yaşına ulaşmış olmak. Ergenlik yaşına ulaşmak, oğlan çocukların erkek, kız çocukların ise kadın durumuna ulaşma yaşlarıdır.

 Ehliyetin Kısımları:

 Ehliyet, vücub ve eda ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.

1)      Vücub Ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübutuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir.

a)            Eksik Vücub Ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin,                           yalnız lehine olan haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit olmaz.

b)           Tam Vücub Ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler.

2)      Eda Ehliyeti: Kişinin medeni hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabii bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Bunun varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır.

a)      Eksik Eda Ehliyeti:  Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamış da (ma'tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı arasındaki ehliyeti ifade eder.

b)      Tam Eda Ehliyeti:  Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması ve ibadetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır.

ŞART

Yerine getirilmesi gerekli olan şey. Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf. Meselâ, namaz için "abdest" bir şarttır.

1)      Şer'î Şart: İslâm'ın koyduğu şartlar olup, ibadet veya akidlerin gerçekleşmesi için bunarın bulunması gerekir. Akdin meydana gelmesi için akdi yapanın ehliyetli olması gibi.

2)      Ca'lî Şart: Akdi yapanın, akitte özel bir maksadı gerçekleştirmek için kendi isteği ile koyduğu şartlara "ca'lî şart" denir.

RÜKN

Bir şeyi oluşturan asıl parçalardan her biri; direk, dayanak, maddî ve mânevî destek; bir ibadet veya muamelenin varlığı kendisine bağlı bulunan ve onun esas unsur ve parçalarını teşkil eden temeller. Çoğulu "erkân" ve "erkün" gelir. Namazın rükunları ihram tekbiri..

AZÎMET

Allah'ın yapılmasını emrettiği ve yapılmamasını istediği hususlarda tam bir titizlik gösterip bir emir ve yasaklara kuvvetle ve kesin kararlılıkla uymakla ilgili bir fıkıh ıstılahı. Azimet, kuvvetle, ısrarla ve büyük bir kararlılıkla bir şeyi istemek veya yapmaktır. Bu duruma göre azimet; farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh ve haramların tümünü içerir.

Zaruretler bazı haram ve yasak olan şeyleri mübah kılar. İşte buna ruhsat denir. Bu açıdan haram olan şeyler üç kısma ayrılır:

1)      Hiç bir şekilde işlenilmesine ruhsat verilmeyen haramlar. Meselâ bir kimse ne kadar tehdit ve baskı altında kalsa da başkasını öldürmesi veya bir uzvunu kesmesi caiz değildir. Buna ruhsat verilmemiştir.

2)      Zaruret ile sakıt olan haramlar. Zaruret bunların işlenmesini mübah kılar ve haram olmasını ortadan kaldırır. Ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan kimse, ölmeyecek kadar murdar et yiyebilir. Tedavi maksadıyla doktor, kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakabilir.

3)      Haram olması tamamen ortadan kalkmayıp, zaruret anında ruhsat ihtimali olan ve mübah muamelesi gören haramlar. Meselâ bir kimsenin malına tecavüz etmek haramdır. Aç kalıp da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir kimse başkasının malını rızası olmasa da alıp yiyebilir.

ZARÛRET

Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış olur.

 

MÜKREH

 İkrah; tehdit etmek suretiyle kişinin hukuken yapmakla yükümlü olmadığı bir işi yapmaya onu zorlamak demektir.    Zorlayan, tehdit eden kimseye "mükrih" denir.İkrahın Kısımları:

1)      Tam İkrah: Öldürme, bir organı yok etme veya toplumda mevki sahibi kişi için alçaltıcı bir muameleye maruz bırakma tehdidi ihtiva eden zorlama. Bu çeşit zorlama, zorlanan kimsenin ihtiyar ve rızasını ortadan kaldırır.

2)      Eksik İkrah: Öldürme veya bir organı yok etme tehdidini kapsamayan korkutma. Kısa süre hapisle veya ölüm yahut organ kaybı tehlikesi taşımayan dövmeyle tehditte bulunarak yapılan korkutma gibi. Bu çeşit ikrah, rızayı ortadan kaldırır, fakat ihtiyarı etkilemez.

MEFHÛM-İ MUHALEFET

Bir fıkıh usulü terimi olarak; şer'î bir sözde söylenmeyenin söylenene ve zikrolunana hükümde zıt olmasıdır.Meselâ: "Anne babaya öf deme" (el-İsrâ, 17/23, 24) ayetinde söylenene, "onları dövme, onlara sövme" şeklindeki söylenmeyen hüküm uygundur.

MASLAHAT

Faydalı olanı elde edip, zararlı olanı defetme. ‘Maslahat’, ‘salah’ kökünden türemiş bir kavramdır. Bu kavram fıkıhta, yararlı olanı elde etme, zararlı olanı (müfsidi) defetme anlamında kullanılmıştır. Maslahatları üçe ayırmak mümkündür.

1)  Zarurîyyat: Ümmetin bütünü ve birimleriyle elde etmek zorunda olduğu maslahatlardır. Zarurî maslahatlar beş kısma ayrılır:

a) Dini muhafaza, b) Nefsi muhafaza, c) Nesli muhafaza, d) Aklı muhafaza, e) Malı muhafaza.

2) Hâciyyât: Zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak, genişliği temin etmek için insanların muhtaç oldukları maslahatlardır. İbadetlerdeki kolaylıklar, seferde ruhsat, alış-veriş imkânı ve şekilleri bu gruba girer.

3) Tahsiniyyât: İnsanların hal ve durumlarının yüksek edep ve sağlam ahlâkî temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır. Güzel giyinmek, adab-ı muaşerete riayet vb. bu gruptandır.

HADİS USÛLÜ

SÜNNET, HADİS, HABER

1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı

Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun,  ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir.

Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak­ririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Bu manâsı ile sünnet hadîsin müradifidir.

2. Söz, Fiil ve Takrir

Sünnet, Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur. Gerek usûlcülerin ve gerekse hadîsçilerin ıstılahında es-Sunnetu'l- Kavliyye (kavlî sünnet) de denilen söz, Hazreti Peygamberin herhangi bir mesele hakkındaki şifahî beyanından ibaret olup işitmeye müteallik olması dolayısıyle  sahabînin (Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu) ibarelerle naklettiği hadîsleridir.

Es-Sunnetu'l-Fi'liyye (fiilî sünnet), Hazreti Peygamberin, namaz, oruç, hac, zekât vb. çeşitli ibadetlerindeki davranışlarına âit sahabe tarafından görülüp nakledilen haberlerdir ve görmeye müteallik olması dolayısıyle sahabîler tarafından (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gördüm) ve benzeri ibarelerle nakledilmiştir.

Es-Sunnetu't-Takrîriyye (takrîrî sünnet) ise, huzurunda sahabî tarafından söylenen bir sözü, veya işlenen bir fiili, Hazreti Peygamberin reddetmeyip sükût etmesi, yahut onu güzel karşılaması ve tasvîb etmesiyle olu­şan sünnettir.

3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı

Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır.

Hadîs lafzı ıstılahi manası, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs denilmiştir.

4. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı

Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nak­ledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen sözlerdir.

Hadis Istılahları İlmi: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.

Eser : sahabiye ya da tabiîye isnad edilendir. Bazan kayıtlı olarak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilenin kastedildiği de olabilir. Bu durumda: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivayet edilen eserden... diye söylenir.

Kudsi hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir. Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis arasında bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle Peygamberimize nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir, ama lafız itibariyle değil.

Bize Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin Kısımları

A)Mütevatir: Adeten yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir. Mütevatir iki kısma ayrılır:

Hem Lafız, Hem Mana İtibariyle Mütevatir: Ravilerin hem lafzı, hem de manası üzerinde ittifak ettikleri mütevâtir rivayettir.

Mana İtibariyle Mütevatir: Ravilerin genel anlamı itibariyle ittifak ettikleri, fakat her hadisin özel manası ile münferid kaldığı rivayetlerdir. Şefaate dair hadisler ile mestler üzerine meshetmeye dair hadisler buna örnektir.

B)Âhâd: Mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhid (bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından ri­vayet edilen haber kastedilir.

Rivayet Yolları İtibariyle: Meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma ayrılır.

Meşhur: Üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği fakat tevatür sınırına ulaşmayan rivayettir.

Aziz: Sadece iki kişinin naklettiği rivayettir.

Garîb: Sadece bir kişinin naklettiği rivayettir.

SIHHAT YÖNÜNDEN  HABER ÇEŞİTLERİ

A. MAKBUL HABERLER

Sahîh Hadîsler : Hadisin sahih olması için beş vasfa sahip olması gerekir                                                                     

1.       Sahîh hadîsin râvileri âdil olmalıdırlar. Adalet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir melekedir. 

2.       Sahîh hadîsin râvileri zabıt olmalıdırlar. Zabt, râvinin, rivayet ettiği hadîste, yahut hadîsi yazmış ise, kitabında, fazla hata yapmayacak derecede hafız, dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir melekedir.

3.       Sahîh hadîsin isnadı muttasıl olmalıdır.

4.       Sahîh hadîs şâz olmamalıdır.

5.       Sahîh hadîs muallel olmamalıdır.

1)    Sahîh Hadîslerin Çeşitleri

a)      Sahih li zâtihî: Zaptı tam, adaletli ravinin muttasıl bir senedle rivayet ettiği, şaz olmayan ve mertebeden kabule engel bir illeti bulunmayan rivayettir.

b)      Sahih li gayrihî: Hasen iken, başka bir isnadla da rivayet edildiği için sahîh derecesine yükselmiş olması dolayısıyle ona sahîh li-gayrihi denilmiştir. Bu bir kaç yoldan rivayet edilmesi halinde, hasen li zatihi olan hadistir.

2)    Hasen Hadîslerin Çeşitleri

a)      Hasen li zâtihî: Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin muttasıl bir senetle rivayet ettiği, şazlıktan ve reddedilmeyi gerektiren illetten uzak hadistir.Hasen li zâtihî ile sahih li zâtihî arasındaki tek fark, sahih hadiste zaptın tam olma şartının koşulması ile birlikte, hasen li zatihide bunun şart olmamasıdır.

b)      Hasen li gayrihî: Zayıf hadisin, biri diğerini telafi edecek ve aralarında yalancı ve yalanla itham olunmuş bir ravi bulunmayacak şekilde birkaç yoldan nakledilmesidir.

3)    Hadîste Ziyade: Ravilerden birisinin hadisten olmayan bir şeyi hadise katması demektir. İki kısma ayrılır:

a) İdrâc kabilinden olması: Bu, ravilerden herhangi birisinin hadis olarak değil de kendiliğinden eklediği bir fazlalıktır. Bazı ravilerin bu fazlalığın bizzat hadisten olduğunu ifade ederek gelmesi. Eğer bu ziyade sika olmayan bir ravi tarafından zikredilmiş ise kabul edilmez. Şayet bu ziyade sika bir raviden geliyor ise eğer kendisinden daha çok rivayeti bulunan yahut daha sika bir kimsenin rivayeti ile uyuşmuyor ise bu fazlalık kabul edilmez.

b)Hadisi ihtisar etmek: Hadisi rivayet edenin ya da nakledenin hadisten bir şeyler hazfetmesidir. Ancak beş şart ile caizdir: İstisnâ, gaye, hal, şart ve buna benzer hadisin anlamını ihlâl etmemesi, Hadisin zikredilmesine sebep teşkil eden bölüm hazfedilmemelidir. Hazfedilen bölüm sözlü ya da fiilî bir ibadetin niteliğini açıklamak için zikredilmemiş olmalıdır. Hazfedenin lafızların medlûllerini, anlamı ihlâl eden (bozan) ve etmeyen hazfi bilen birisi olmalıdır ki, farkına varmaksızın anlamı ihlâl eden bir hazifte bulunmasın. Ravinin hadisi ihtisar ettiği yahut eğer tam olarak rivayet ederse ona bir fazlalık kattığı şeklinde hıfzı kötü birisi zannedilecek şekilde itham altında tutulan birisi olmaması gerekir.

4)    Mahfuz Hadîsler: Şâz olan hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, ri­vayetin çokluğu ve buna benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir. Böyle bir hadîsin râvisi sika da olsa, kendisinden daha üstün durumda olan ve daha fazla isnadla gelen diğer râvilerin rivayetlerine muhalif rivayeti, muhalif olan bu rivayetin terkini, diğerlerinin ri­vayetlerinin tercihini gerektirir. Buna göre terkedilen hadîs şâz, tercih edi­len, yâni kabul edilip alman hadîs de mahfuz diye adlandırılır.

5)    Maruf Hadîsler: Münker veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.

6)    Mutâbi ve Şâhid Hadîsler: mutâbe'at, şeyhinden rivayetiyle tek kal­mış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Şâhid'e gelince, ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yö­nünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir; çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir.

7)     Muhkem ve Muhtelif Hadîsler: Eğer bir haber muârazadan salim bulunursa, yâni ona zıt bir haber gelmezse, bu habere muhkem denilmiştir. Hadîs ıstılahında, hiçbir şüphe ve tereddüde yer vermeksizin alınıp amel edilen ve her türlü muarazadan salim bulunan bu hadîslere muhkem denilmiştir. Muhtelif hadîslere gelince, bunlar, zahiren birbirine zıt manâda vârid olan hadîslerdir. Manâları arasındaki bu zıtlık dolayısıyle, aralarında cem ve telîf  yapılmaksızın, yahut biri diğerine tercih edilmeksizin her ikisiyle de müstekıl olarak amel edilmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki, hadîs ilmi içerisinde muhtelif hadîsler arasında cem ve telîf yapılmasını hedef alan bir ilim dalı teşekkül etmiş ve muhtelifu'l-hadîs adiyle şöhret kazanmıştır.

B.MERDÛD HABERLER

1) İsnadda İnkıta ve Munkatı Hadîs Çeşitleri: İnkıta, isnad zincirinden bir veya birden fazla râvi halkasının düşmesiyle isnadda meydana gelen kopukluktur ve kopuk isnadla nakledilen hadîse munkatı denir. Râvi düşmesinin, isnadın başında, ortasında ve sonunda olmasına ve düşen râvi sayısına göre, o isnadla gelen hadîs, değişik isimler altında zikredilir.

a) Mürsel: Sahabinin ya da tabiînden olan bir kimsenin peygamberden duymadığı bir şeyi peygambere ref’ etmesi (nisbet etmesi) demektir.

b) Muallak: Senedinin baş tarafları zikredilmeyendir. Bazen muallak ile bütün senedi zikredilmemiş olan hadis te kastedilebilir. Buhârî'nin: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem her zaman Allah'ı zikrederdi, rivayeti gibi.

c) Mu’dal: Senedinde arka arkaya iki ve daha fazla ravinin zikredilmediği hadistir.

d)Munkatı’: Senedinde bir ya da arka arkaya olmamak şartı ile daha fazla ravinin hazfedildiği rivayettir.

e) Mudelles :Hadisi gerçekte bulunduğu dereceden daha üstün bir mertebede olduğunu vehmettirecek bir senedle nakletmektir. Tedlîs iki kısımdır: İsnaddaki tedlîs ve şuyûh Tedlîsi

1)      İsnaddaki Tedlîs: Kişinin, karşılaştığı kimselerden duymadığı bir sözü yahut yaptığını görmediği bir fiili o sözü duyduğunu ya da (o fiili) gördüğünü vehmettirecek şekilde rivayet etmesidir. Mesela dedi, yaptı gibi ifadeler kullanması.

2)      Şuyûh Tedlîsi: Rivayeti naklederek şeyhini (kendisinden hadis aldığı hocasını) meşhur olduğu nitelikten bir başkası ile zikretmesi ve böylelikle onun bir başka ravi olduğu izlenimini vermesidir. Bunu da ya kendisinden yaşça daha küçük olmasından ötürü böyle yapar ve bunu kendisinden daha aşağı mertebede bulunandan rivayet ettiğinin açığa çıkmasını istemez.

2) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri

·         Kizbu'r-Râvi: Kizb, Hazreti Peygamberin söylemediği bir şeyi kasden ona isnadla ri­vayet etmek, daha açık bir ifade ile yalan söylemektir. Hadîsçilere göre ta'n sebeplerinin en şiddetlisi olan kizb ile tanınmış bir râvi, artık ebediyyen terk olunur ve hadîsi reddedilir. Ahmed îbn Hanbel'in de belirttiği gibi, bir râvinin yalnız bir hadîste yalan söylediği, sonra da bu yalandan tövbe ettiği görülse bile, tövbesi kendisiyle Allah arasında olan bir iştir ve bu râviden artık hiçbir hadîs alınmaz ve yazılmaz.

·         İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb:  Râvinin hadîsinde yalancılıkla itham olunmasıdır. Râvi, Hazreti Pey­gamberden rivayet ettiği hadîslerde yalan söylemese bile, sair ko­nuşmalarında yalancılıkla tanınması halinde, hadîs rivayetinde de ya­lancılıkla itham olunur ve bu gibi kimselerden hadîs rivayet edilmez. Böyle kimselerin hadîsleri metruk sayılır.

·          Bid'atu'r-Râvi: Istılahta  bid'at, dînin ikmalinden sonra ihdas olunan ve dîne izafe edilen şeye denilmiştir. İbnu's-Sekît'in tarifine göre her muhdes (ihdas olunan şey) bid'attır. [237] Ömer İbmı'l-Hattâb, Ramazan aylarında kılnan teravih namazı hakkında (bu ne güzel bid'attır) demiştir. Buna göre bid'atı iki kısma ayırmak gerekir. Birincisi hidayete götüren bid'at; ikincisi ise, dalâlete götüren bid'attır.

·         Fısku'r-Râvi: Fısk, "emr-i ilâhîyi terk ile İsyan edip tarîk-ı haktan hurûc eylemek, yahut zina ve fucûr eylemek manâsındadır". İnsan, Allah'ın emirlerine ittiba ve nehiylerinden ictinâb etmediği müddetçe Allah'a isyan etmiş ve İslâm'ın yolundan çıkmış (hurûc etmiş) olmaktadır. Râvinin cerhine sebep olan fısk, kizb ve bid'at dışında, işlemiş olduğu diğer bütün haram fiillerdir ve bu fiilleri işlemekten sakınmayan bir râvi, fâsık olarak terke müstehak olur.

·         Cehâletu'r-Râvi: Hadîs ıstılahında cehalet tabiri, bir râvinin cerh ve ta'dîline sebep olabilecek hallerinin bilinmemesi yönünden kullanılmıştır.  

3) Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri

·         Fuhş-ı Galatı'r-Râvi: Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, rivayet ettiği hadîslerde yarıdan fazla hata yapması sebebiyle cerh veya ta'n edilmesine yol açan hallerden biri olup, onun zabt sıfatıyle ilgilidir. zabtının zayıflığına ve rivayetinde çok hata yaptığına delâlet eden fuhş-ı galat ise, onun tarafından rivayet edilen hadîslerin munker sayılıp reddedilmelerine sebep olan bir haldir.

·          Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi: Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, aşırı derecede gafil olması, yahut dikkat ve titizlikten uzak bulunması sebebiyle cerh edilmesine yol açan hallerden biri olup, galat gibi bu da râvinin zabt sıfatıyle ilgilidir. Bu halin görüldüğü râviler cerh edilerek hadîsleri merdûd sayılmıştır.

·          Muhalefetu'r-Râvi: İster zayıf olsun, ister güvenilir olsun, bir râvinin kendinden daha gü­venilir râvilerin rivayetlerine aykırı olarak hadîs nakletmesine muhalefet denilmiştir. Muhalefetin, dâima bir râvinin vehim ve hatası neticesi mey­dana gelmesi dolayısıyle, o râvi, bu vehim ve hatasından dolayı mecruh, mu­halif olarak rivayet ettiği hadîs de merdûd veya zayıf sayılır.

·          Vehmu'r-Râvi: İnsanın yanlış bir zanna istinaden hataya düşmesi manâsına gelen vehim (vehm), hadîste, râvinin ta'n edilmesine sebep olan hallerden biridir. Zira vehim, râvinin mursel veya munkatı olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahutta bir hadîsin metnini bir başka hadîse idhal ederek rivayet etmesine sebep olur.

·         Sû-i Hıfzı'r-Râvi: Râvinin kötü hafıza sahibi olmasıdır. Râvide doğru tarafının hatalı ta­rafına tercih edilememesi şeklinde ortaya çıkan bu hafıza zayıflığı, ya do­ğuştan olabilir, yahutta ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle ona sonradan arız olabilir.

a)      Mevzu (Uydurma) Hadîsler

Mevzu: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem aleyhine yalan olarak uydurulmuş hadistir.

Hükmü: Böyle bir rivayeti ancak ondan sakındırmak maksadıyla uydurma olduğu açıklanarak zikretmek caiz olur. Hadisin uydurma olduğu bir kaç yolla bilinebilir. Bazıları:

1)Hadisi uyduranın bunu itiraf etmesi,

2)Hadisin akla aykırı olması. Mesela, iki çelişkili hususu birarada sözkonusu etmesi, imkânsız bir şeyin varlığını dile getirmesi yahut vacip bir şeyin varlığına aykırı ifadeler taşıması ve benzeri hususlara aykırılığı.

3)Dinde kesin olarak bilinen hususlara muhalif olması. Mesela İslam’ın rükünlerinden birisini kaldırması, faizi ya da benzer bir hükmü helal kılması yahut kıyametin kopacağı zamanı tayin etmesi.

b)     Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri: 1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar 2. İslâm Düşmanlığı  3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları 4.Va'z ve Hikâyeler  5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu 6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu

8.Metruk Hadîsler: İbn Hacer'in tarifine göre, Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (ya­lancılık) ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir ko­nuşmalarında kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.

9. Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri

a) Şâz Hadîsler : Hadîs ıstılahında, güvenilir bir râvinin, ce­maatın rivayetine muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayeti ile tek kaldığı hadîs için kullanılmış bir tabirdir. Şâz hadîs, zayıf hadîsler arasında yer alır.

b) Munker Hadîsler: Munker, râvinin rivayetiyle tek kaldığı hadîstir ki, metni yal­nız onun rivayetiyle bilinir; aynı zamanda bu metin, ne onun rivayet ettiği yönden ve ne de başka bir yönden maruftur.

c) Mu'allel Hadîsler: Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir.

d) Mudrec Hadîsler ve Çeşitleri: Hadîs ıstılahında, râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş hadîs demektir.

1. Mudrecu'l-İsnâd: Bir râvinin sika râvilere muhalefetle'' isnadında değişiklik yaparak rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-isnâd denilmiştir.

2. Mudrecu'l-Metn: Bir râvinin sika râvilere muhalefetle, metne, metnin aslından olmayan bazı sözler ilâve ederek , bu sözlerin hadîsin aslından olmadığını beyan et­meksizin rivayet ettiği hadîse mudrecu'l-metn denilmiştir.

 

e)  Maklûb Hadîsler: Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs demektir.Bir hadîs, ya metninde yapılan değişiklik dolayısıyle maklûb olur; ya isnadta bir râvi isminin kalbi, yahut hadîsin maruf olan isnadının bir başka İsnadla, yahutta maruf olan râvisinin bir başka râvi ile değiştirilmesi halinde maklûb olur.

h) Muztarib Hadîsler: Ravilerin, senedinde ya da metninde ihtilâf ettikleri ve bunların birara da telifine ya da tercihine imkân bulunmayan rivayetlere denir. Şayet cem mümkün olursa cem etmek gerekir ve ızdırab ortadan kalkar. Muzdarib zayıftır, delil olarak gösterilemez. Çünkü onun muzdarib olması ravilerinin zapt sahibi olmadıklarını gösterir. Ancak eğer ızdırab hadisin aslı ile ilgili değilse zarar vermez.

ı)  Musahhaf Hadîsler: musahhaf, hadîs ıstılahında, metin veya isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edil­miş hadîse verilen isimdir.

i) Muharref Hadîsler: Muharref, Tahriften ism-i mefûl olup, harf ve yazı şekli değişikliğe uğ­ramış kelime veya ibarelere verilen bir isimdir. Meselâ bir ibare içinde geçen mahrum kelimesi, bir hatâ neticesi merhum veya mercûm şeklinde okunur ve yazılırsa, bu kelime muharref olur; yâni tahrife, veya yazı şekli değişikliğe uğramış olur.

Cerh ve Ta’dîl

Cerh: Ravinin, rivayetinin reddedilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek yahut kabul edilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek, rivayetinin reddedilmesini gerektirecek şekilde sözkonusu edilmesidir. Cerh mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:

a)      Mutlak: Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden cerh edildiğini belirtmek. Bu her halükârda onun rivayetinin reddedilmesini gerektirir.

b)      Mukayyed: Ravinin şeyh (hoca) ya da taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle cerhedildiğinin sözkonusu edilmesi.

Ta’dîl: Ravinin rivayetinin kabul edilmesini gerektiren bir sıfata sahip olduğunun, rivayetinin de reddedilmesini gerektiren bir niteliğinin bulunmadığının belirtilmesi suretiyle ravinin sözkonusu edilmesidir. Mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:

a)      Mutlak: Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden adalet ile anılmasıdır. Bu onun her durumda sika olduğunun belirtilmesi demektir.

b)      Mukayyed: Ravinin şeyh, taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle âdil olduğunun belirtilmesidir..

İsnâd: Sened de denilir. Hadisi bize nakleden hadisin ravileridir. İsnâd, âlî ve nâzil olmak üzere iki kısımdır: Âlî isnad, Sıhhate daha yakın olandır, nâzil isnâd da bunun aksidir.

Uluvv iki türlüdür. Sıfat itibariyle uluvv, adet (sayı) itibariyle uluvv.

Sıfat itibariyle uluvv: Ravilerin zapt ya da adalet bakımından bir başka isnaddaki ravilerden daha güçlü olmaları demektir.

Sayı bakımından uluvv: Bir senetteki ravilerin sayılarının bir başka senede nisbetle daha az olması demektir.Sayı azlığının uluvv olmasının sebebi, aradaki vasıtalar azaldıkça hata ihtimalinin azalmasından dolayıdır. Bundan dolayı böyle bir senedin sıhhat ihtimali daha yüksektir.

Nüzûl ise uluvvün karşıtı olup, o da sıfat itibariyle nüzul ve sayı itibariyle nüzûl olmak üzere iki türlüdür.

Sıfat itibariyle nüzûl: Bir senetteki ravilerin zapt ya da adalet bakımından bir diğer senetteki ravilerden daha zayıf olmaları demektir.

Sayı itibariyle nüzûl ise; bir senetteki ravi sayısının bir diğer senettekine nisbetle daha çok olması demektir.

Bazan aynı isnadda sıfat itibariyle uluvv ve sayı itibariyle uluvv türleri birarada bulunabilir. Bu durumda böyle bir isnad hem sıfat bakımından, hem sayı bakımından âlî olur.

İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri

Haber kendisine izafet edildiği kimse itibariyle üç kısma ayrılır: merfû’, mevkûf ve maktû’.

Merfû’ Hadisler: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilendir. Bu da iki kısma ayrılır. Sarih (açık) merfû’ veya hükmen merfû’:

a) Sarih merfû’: Bizzat Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilen söz, fiil, takrir, ahlakî vasıf ya da yaratılışının niteliği ile alakalı şeylerdir.

b) Hükmen merfû’: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilmiş hükmünü taşıyan rivayetlerdir.

Mevkuf  Hadisler  : Sahabiye izafe edilmekle birlikte merfû’ hükmü sabit olmayan rivayettir.

Maktû’ Hadisler: Tabiîye ve ondan sonra gelenlerden birisine izafe edilendi

Musned Hadîsler: Umumiyet itibariyle isnadı, ilk râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned denilmiştir.

 Hadîs Alma Yollan (Tahammulü'l-Hadîs)

Hadis tahammülü: Hadisi, kendisinden rivayet ettiği şahıstan alması demektir. Üç şartı vardır:

1)      Temyiz: Hitabı anlamak, ona doğru cevap vermek demektir. Çoğunlukla yedi yaşı tamamlanınca gerçekleşir.

2)      Akıl: Deli ve bunağın hadis alması sahih değildir.

3)      Mâni (tahammüle engel) hususlardan uzak olmak: Aşırı derecede uyuklamak yahut fazla gürültü ya da çokça meşgul eden bir durum söz konusu iken hadis tahammülü sahih olmaz.

Hadis rivayeti (edâsı): Başkasına ulaştırmak demektir. Hadisi duyduğu gibi nakletmelidir. Hatta edâ siygalarında bile böyle yapmalıdır. Bunun için haddesenî yerine, ahbaranî demez yahut semi ’tu veya buna benzer bir ifade kullanmaz. Edanın kabulü için birtakım şartlar vardır. Bazıları şunlardır:

1)      Akıl: Delinin ve bunağın edası kabul edilmediği gibi yaşlılığı veya başka bir sebep dolayısıyla temyiz gücünü kaybetmiş olanın edâsı da kabul edilmez.

2)      Bulûğ: Küçüğün edâsı kabul edilmez. Güvenilir, murahik (buluğ yaşı oldukça yaklaşmış) kimseden kabul edileceği söylenmiştir.

3)      Müslüman olmak: Kâfir bir kimse Müslümanken hadis tahammül etmiş (rivayet almış) olsa dahi kâfirin edâsı kabul edilmez.

4)      Adalet: Fasıkın edası -adaletli iken hadis tahammül etmiş olsa dahi- kabul edilmez.

5)      Engeli bulunmamak: Buna göre aşırı uyuklar yahut kafasını meşgul eden bir halde iken edâ kabul edilmez.

Tahammulü'l-Hadîs

a)      Semâ: İşitmek ve dinlemek manâsına gelen semâ', hadîs tahammül yollarından biri ve en önemlisidir. Hadîs tarihi, Hazreti Peygamberin hayatında semâ ile başlamış ve yine semâ' ile devam etmiştir. Çünkü sahabîler, Hazreti Peygamberden hadîs rivayet etmeye başladıkları zaman, yalnız işittikleri ve belledikleri hadîsleri rivayet etmişlerdir, ve bu tarz rivayet müteakip nesillerde de devam etmiştir.

b)     Arz - Kıra'a :Râvinin, bir şeyhe âit olup da ondan işitmediği, fakat herhangi bir kitaptan, veya başka bir şahıstan aldığı hadîslerin o şeyhten rivayet hakkını almak maksadıyle şeyhe başvurarak ona okuması manâsına gelir.

c)       İcâze :îcâze veya icazet, "bir nesneyi reva ve makûl görmek ve düstûr vermek ve münâsib tutmak manâsına müstameldir...", Buna göre bir kimsenin, semâ' yolu ile aldığı hadîslerin rivayetini fulân kimseye bağışlaması manâsına gelir ki, bu bağışlama, bir bakıma hadîslerinin rivayetine izin vermesi manâsında kullanılmış olur.

d)      Münâvele: Şeyhin, hadîslerini ihtiva eden kitabını rivayet etmesi için elden ta­lebeye vermesi manâsına gelen münâvele, hadîs tahammül yollarından biridir.

e)      Mukâtebe:Lügat yönünden "yazışma" manâsına gelen mukâtebe, hadîs ıstılahında, tahammül yollarından birine delâlet etmek üzere, şeyhin kendi mesmû'âtını veya hadîslerinden bazısını yakında veya uzakta olan bir kimseye yazıp göndermesidir. Kitabe de denilen bu metodla, kendisine hadîs gönderilmiş olan şahıs, o hadîsleri şeyhten almış ve rivayet hakkına sahip olmuş sayılır.

f)       İ'lâm: î'lâm, lugatta "bildirmek" manâsındadır. Hadîs ıstılahında i'lâmu'ş-şeyh, şeyhin, sahip olduğu hadîsi veya hadîs kitabını râviye göstererek, bun­ların kendi semâ'ı olduğunu bildirmesi ve fakat rivayeti için icazet verdiğine dâir herhangi bir beyanda bulunmamasıdır.

g)      Vasıyye: Şeyhin, rivayet ettiği bir kitabı, ölümünden veya seyahata çıkmazdan Önce birisine vasıyyet etmesi manâsında kullanılan bu tabir, hadîs tahammül yollarından birine delâlet eder.

h)     Vİcâde: Hadîs tahammül yollarından birisi olan vicâde, "bulmak" manâsında sonradan üretilmiş bir masdar olup, ıstılahta, bulunan, ele geçirilen bir sahîfe veya kitaptan, semâ, icazet ve munâvele olmaksızın hadîs alıp rivayet etmektir.

Hadis Tasnif Yolları: Hadislerin iki türlü tasnif yolu vardır:

Usûl tasnifi: Bunlar hadisin, musannifden isnadın son noktasına ulaşıncaya kadar senediyle tasnif edildiği eserlerdir.

a)      Cüzler: Her bir ilim babı için özel ve bağımsız bir cüz tasnif edilir. Mesela, namaz bahsi için özel bir cüz, zekât bahsi için özel bir cüz tasnif eder ve bu böylece sürüp gider.

b)      Bablara göre tasnif: Tek bir cüzde birden çok bab bulunur ve bu bablar konulara göre düzenlenir. Fıkıh babları veya başka bablar şeklinde.

c)       Müsnedlere göre tasnif: Her sahabenin hadislerini ayrı bir bölüm halinde toplayıp "Ebu Bekir'in Müsnedi"nde Ebu Bekir'den naklettiği bütün rivayetleri kaydeder.

d)      Furû' Tasnifi: Bunlar bu eseri tasnif edenlerin usûlden naklederek asıllarına nisbet ile sened zikretmeksizin tasnif edilen eserlerdir. Bunun da çeşitli yolları vardır. Bazıları:

1)      Bablara göre yapılan tasnif: İbn Hacer el-Askalanî'nin Bulûğu'l-Merâm, Abdu'l-Ğani el-Makdisî'nin Umdetu'l-Ahkâm adlı eserleri gibi.

2)      Alfabetik sıraya göre düzenlenmiş tasnif: Suyuti'nin el-Camiu's-Sağir adlı eseri gibi.

 

TEFSİR USULÜ

Kur'an-ı Kerim

Kur’an kelimesi ‘’غفران’’ vezninde mehmuz bir mastardır ve  تلا (okumak) manasında olan “ قرأ   ‘’ den türemiştir. Kur’an kelimesi “ قرأ  “ kökünden gelmekte, masdar anlamından nakledilip, masdarın ismi meful anlamını taşıyan ve Hazreti peygambere indirilen mu’ciz kelamın ismi olmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in Tarifi

Kura’nı genel olarak, yirmi üç senelik Peygamberlik müddeti içinde Hazreti Muhammed’e çeşitli vesilelerle, vahiy  yoluyla zaman zaman Allah tarafından indirilen sözlerin bir mecmuası şeklinde tarif edebiliriz. Yazı ile tesbit edilmiş bulunan bu mukaddes mecmuaya el-mushaf denir.

Kur’anı Kerim’in Diğer İsimleri

a)      El-Kitap

b)      Ummu’l-Kitap

c)       El-Furkan

d)      El-Mesani

Kur’an’a bunlardan başka şu isimlerde verilmektedir: Kelam, Nur, Huda, Rahmet, Şifa, Mev’iza, Zikr, Hikmet, Müheymin, Hablullah, Ahsene’l-Hadis, Fasl, Kayyim, Tezil, Ruh, Vahy, Beyan, Hakk, Urvetu’l-Vuska, Adl, Sıdk, Büşra, Kasas, Belağ, Aziz….  

Kur’ân'ın Nüzûlü: Kur’ân ilk olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e ramazan ayında, kadir gecesinde nazil oldu. Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimize ilk indirilmeye başladığında ilim ehlince meşhur olan görüşe göre kırk yaşında idi. Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i Rasûlullah’a indiren ise şerefli melekler arasından mukarreb meleklerden birisi olan Cebrail Aleyhisselam'dır.

Kur’ân-ı Kerim'in Sebebe Bağlı Olarak ve Olmayarak Nüzûlü

Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü iki kısımdır:

Birinci kısım Sebebe bağlı olmadan nâzil olan buyruklar: Bunlar, nüzûlünden önce indirilmesini gerektiren herhangi bir sebebin varlığı söz konusu olmadan inen buyruklardır. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin çoğunluğu böyledir.

İkinci kısım ise bir sebebe bağlı olarak nâzil olmuş buyruklar: Bu da nuzulünden önce indirilmesini gerektiren bir sebebin ortaya çıktığı buyruklardır. Sebep de bir kaç çeşittir.

a)      Yüce Allah'ın cevabını verdiği bir soru. Meselâ:"Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir." (el-Bakara, 2/189)

b)       Bir açıklama ve bir sakındırma gerektiren bir olay  sonrasında. "Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: 'Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.'" (et-Tevbe, 9/65) diye başlayan iki ayet-i kerime, münafıklardan bir adam hakkında inmişlerdir.

c)        Hükmü bilinmesine gerek duyulan meydana gelmiş bir fiil sebebiyle. Yüce Allah'ın: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı da zaten işitiyordu. Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi görendir." (el-Mücadele, 58/1) diye başlayan buyrukları buna örnektir.

Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Faydaları

1)      1)Kur’ân-ı Kerim'in yüce Allah tarafından indirilmiş olduğunu açıklamak.

2)      2)Yüce Allah'ın Rasûlünü savunmak noktasında ona gösterdiği itinayı açıklaması.

3)      3)Yüce Allah'ın sıkıntılarını açmak, kederlerini ortadan kaldırmak suretiyle kullarına verdiği önemi ortaya koymak.

4)      4)Âyeti doğru bir şekilde anlamak. Lafzın Umumiliği ve Sebebin Hususiliği şayet âyet-i kerime özel bir sebep dolayısıyla inmekle birlikte lafzı umumi bir anlam ifade ediyorsa, âyetin hükmü hem iniş sebebini hem de lafzının kapsamına giren bütün hususları kapsar.. Örnek liân âyetleri gösterilebilir.

Mekkî ve Medenî (Kur’ân'ın Mekke'de ve Medine'de İnen Bölümleri)

Kur’ân-ı Kerim 23 senelik bir süre içerisinde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e kısım kısım indirilmiştir. Bundan dolayı ilim adamları Kur’ân'ı; Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:

Mekkî Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e Medine'ye hicretinden önce inen buyruklara denir.

Medenî ise Rasûlullah’a Medine'ye hicretinden sonra inen buyruklara denir.

Mekki ve Medeni Sureler Arasındaki Farklar

1)      1)Kur’an’ın 15 suresinde 33 defa geçen “Kella” lafzının bulunduğu sureler Mekkidir.

2)      İçinde secde bulunan her sure Mekkidir.

3)    2)  el-Bakara ve Alu İmran sureleri hariç-ki bunlar Medenidir- başlarında heca harfleri bulunan sureler Mekkidir.

4)      3)el-Bakara suresi hariç, içinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarından bahseden her sure Mekkidir.

5)    4)  el-Bakara suresi hariç, içinde Adem ve İblis kıssasını ihtiva eden her sure Mekkidir.

6)    5)  “Ya eyyuhennasu” ibaresi bulunan ve “Ya eyyuhellezine amenu” ibaresi bulunmayan sureler Mekkidir. Bunların istisnaları var.

Aşağıdaki alametleri ihtiva eden sureler de Medenidir

1)      1)Hudud ve miras payları (feraiz) ihtiva eden sureler,

2)      2)Cihada izin ve cihad hükümlerini ihtiva eden sureler,

3)      3)El-Ankebut suresi hariç, içinde münafıklardan bahseden her sure medenidir.

 

Üslûb ve Konu Bakımından Farklılıklar

a)      Mekke ehline hitap eden sureler kısa ve vecizdirler. Milletin terbiyesi için, geçmiş milletlerden ve Peygamberlerden örnekler vererek, tedrici olarak ıslah yolunu tercih etmiştir. Onların şirk ve put perestliklerine karşı, açık deliller vermek suretiyle karşı hücuma geçmiş ve onların körü körüne eskilere bağlılıklarını yermiştir. Allahın birliği peygemberleri, öldükten sonra dirilme ve ceza gibi hususlarda, muarızların akidelerinin bozukluklarını delillerle isbat edip onları doğru yola davet eder.  

b)      Medinelilere hitap eden sureler ise, şeriatın vaz’ı ve tatbiki, ibadatve muamelat üzeredir. Ehli Kitaptan olan Yahudi ve Hristiyanların inançlarındaki sapkınlıkları, işledikleri cinayetlerive kitaplarında yaptıkları tahrifleri beyan eder. Medeni surelerde ıtnab ve tatvil vardır.

Kur’ân'ın Kısım Kısım İndirilişindeki Hikmet

1)      1)Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in kalbine sebat vermek ve pekiştirme,

2)      2)İnsanlara Kur’ân'ı ezberlemeyi, onu anlamayı, gereğince amel etmeyi kolaylaştırmak,

3)      3)Kur’ân'ın inen bölümlerini kabul etmek ve bunları uygulamaya geçirmek için gayrete getirip teşvik etmek

4)      4)En mükemmel mertebeye ulaşıncaya kadar teşrîde tedricîlik. İnsanların alışageldikleri ve ona alışarak büyüdükleri, kesin olarak kendilerine yasaklanması ile onlara karşı çıkılması zor olan içkiyi haram kılan âyetlerde görüldüğü gibi.

Kur’ân'ın Tertibi

Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir. Bu tertip üç çeşittir:

Kelimelerin tertibidir. Herbir kelimenin âyetteki yerinde olması demektir.

Âyetlerin tertibidir. Bu da herbir âyetin surenin o âyete ait olan yerinde olması demektir.

Sûrelerin tertibidir. Herbir sûrenin mushaftaki yerini alması demektir.

Kur’ân'ın Yazılması ve Toplanması

Kur’ân'ın yazılış ve toplanmasının üç aşaması vardır:

Birinci aşama: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dönemindedir. Bu aşamada Kur’an vahiy katipleri tarafından yazılıyor ve sahabeler tarafından ezberleniyordu. Yazılan vahiyler dağınık halde idi.

İkinci aşama: Ebu Bekir (R.a) döneminde hicretin on ikinci yılında gerçekleşmiştir. Yemame vakasında aralarında Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim'in de bulunduğu çok sayıda Kur’ân okuyucusu şehid edilmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömerin teklifi ile Hz. Ebu Bekir (R.a)  Kur’ân kaybolmasın diye toplanmasını emretti. Bunun içinde Zeyd b. Sabit’i görevlendirdi. Bu mühim ve ciddi işte, her ayetinHz.Peygamber tarafından imla ettirildiği tarzda tesbit olunması ve bunun içinde iki şahidin şahadetleriyle tevsik edilmesi şartı koşulmuştur. Böylece Hz. Peygamber zamanın da dağınık halde bulunan Kur’an’ı Kerim toplu hale getirilmiştir.

Üçüncü aşama: Mü'minlerin emiri Osman b. Affan (R.a) döneminde hicretin 25. yılında gerçekleşmiştir. Ashab’ın(ra) ellerinde bulunan sahifelerin farklılıklarına göre insanların da farklı okuyuşları olmuştur. Bu sebeple fitnenin baş göstermesinden korkulmuştur. Bunun üzerine Hz.Osman (Ra), Hz. Hafsa’nın yanında bulunan Hz.Ebubekirin  cem ettiği “Mushaf” tan Zeyd b. Sabitin başkanlığında, Kureyş lehçesinde yeni nüshaların istinsah edilmesini emretti. Sonra Hz. Osman bu nüshaları o günkü ilim merkezlerine göndererek, diğer Kur’an nüshalarının ve Kur’an yazılı yapraklarının yakılmasın emretti.

Kur’anı Kerim’in Harekelenmesi ve Noktalanması

Kur’an tarihinin beyanına göre, İslamiyet’in doğuşu esnasında Arapların elindeki yazı, bugünkü gibi mazbut bir şekilde değil, bilakis hareke ve noktalardan mahrumdu. İslam intişar edip, Araplar, Arap olmayanlarla karışınca,  Arap dilinde bozulma başladı. İslam’ın muhafızı ve dinin esası olan Kur’an’ı, bu fesad ve lahin hareketlerinden korumak gerekiyordu. Basri valisi olan Ziyad b. Sümeyye(Ö53/673) , Hz. Ali’den nahiv ilmi öğrenmiş olan Ebu’l-esved’ den dili islah etmesi için bir usul koymasını istedi. Ebu’l –Esved hareke yerine nokta koymuş. Kur’an’a bugünkü hareke ve noktalama şeklini ise el-Halil b. Ahmed (Ö175/791) vermiştir.

Tefsir: Sözlükte "fesr" kökünden gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü açmak demektir. Terim olarak; Kur’ân-ı Kerim'in anlamlarını açıklamak demektir.

KUR’ANİ İLİMLER (Tefsir ile Alakası Olan İlimler)

1)NÜZUL SEBEBLERİ (Esbabu’n-Nüzul)

Kur’anı Kerim ayetleri iki kısma ayrılır. Birinci kısmı, Kur’an’ın ekseriyetini teşkil eden ve Cenab-ı Hakk tarafından bir sebebe bağlayamadığımız veya doğrudan doğruya indirildiğini söylediğimiz ayetlerdir. İkincisi ise, bir sebebe bağlayabildiğimiz ayetlerdir. Hz. Peygambere bir sual veya bir hadise dolaysıyla birkaç ayetin veyahutta bir surenin tamamının nazil olmasına amil olan şeye “sebeb-i nüzul” demekteyiz.

   Tefsir ilminde, sebeb-i nüzulün ayeti izah ve beyan bakımından lüzumu çok önemlidir. Değişik sebeplerle ve çeşitli hadiselere göre nazil olan ayetler ayrı ayrı hükümleri ihtiva ederlerdi. Sahabenin bazısı ve bilhassa daima Hz. Peygamberin yanında buluna sahabe, hükümler ile sebepler arasındaki münasebeti tesis edebilmişti.  Bidayetteki tefsir ilmi, sebeb-i nüzul ilmini bilmekten ibaretti şeklinde bir söz hakikatin ifadesinden başka bir şey değildir.

Sebeb-i Nüzulu Bilmenin Faydaları

1)      1) Kur’an’ı Kerimde emredilen şeylerin hikmetini anlayabiliriz, 

2)      2)Ayetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır,

3)      3)Hasr tevehhümü bertaraf edilir,

4)      4)Ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder,

5)      5)Ayeti işiten bir kimsenin vahyi tesbit, anlayış ve hıfzına kolaylık temin etmiş olur.

6)Sebeb-i nüzul hakkındaki haberler merfu olarak Peygambere veya sahabeye ulaşmazsa makbul addedilmez.

Müfessirlerin sebeb-i nüzulü ifade için kullandıkları tabirler: “fenezelet”, “feenzelellah” ve “sebebu nuzulu’l aye keza”

 Esbabu’n-Nüzul Hakkında Yazılan Eserler

     İlk eser yazan zat Ali b. El-Medeni(Ö234/848)dir. el-Vahidi’nin (Ö468/1075)” Esbabu’n-Nüzul “ ve es-Suyuti’nin Lübabu’n-Nukul fi Esbabu’n-Nüzul” adlı eserleride bu sahanın en meşhur olanlarındandır. Her iki eserde Mısır da basılmıştır.

2)NASİH VE MENSUH

       Kur’an’ı Kerim’in tefsirini yapmak ve ondan ameli hükümler çıkarabilmek için bilinmesi lazım gelen esaslardan biride nesh meselesidir. Bir nassın daha sonra gelen bir nass ile kaldırmaktır, başka bir deyimle, şer’i bir hükmün başka bir şer’i delil ile kaldırılması veya mukaddem tarihli bir nassın hükmünü muahhar tarihli bir nass ile değiştirmek veyahutta, mukaddes bir metnin ilgası manasında kullanılır.

       İslam alimlerinin  ekserisi neshin kuranda mevcud olduğunu kabul etmişlerdir. Neshin asıl hedefi hükümdür. Akide esaslarına tesir etmez.Halbuki hükümler zaman, mekan ve vaziyete göre değişebilir.

Çeşitli eserlerde neshin üç çeşidine rastlanır

1)      Hükmü mensuh metni baki kalan ayetler,(Ör: kıblenin tahvili)

2)      Metni mensuh hükmü cari kalan ayetler,(Ör: recm ayeti)

3)      Hem metni, hem de hükmü mensuh olan ayetler. (Ör:Ademoğlunun iki vadi malı olsa üçüncüyü istemesindeki hırsı)

Nesh konusunda müstakil eserler: Katade b. Diame (Ö118/736), Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam(Ö223/838)

Ebu Davud es-Sicistani(Ö338/949), Ebubekir ibnu’l-Arabi(Ö543/1148), Celalettin es-Suyuti(Ö911/1505) gibi zevatın nesh mevzuunu inceleyen müstakil eserleri vardır.

3)MUHKEM VE MÜTEŞABİH

       Kur’an’ı Kerim, Hazreti Peygambere indirilirken, onun ayetlerinin bir kısmı herkesin anlayabileceği şekilde (Muhkem), diğer kısmıda anlayamayacağı şekilde (Müteşabih) idi. Kur’an’da ki, helal, haram, namaz, oruç, zekât, hac gibi ahkâma taalluk eden kısımlar muhkemdir. Diğer bir tabirle muhkem, manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir tefsire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir. Müteşabih ise, birçok manaya ihtimali olup, bu manalardan birini tayin edebilmek için harici bir delile ihtiyacı olan ayetlerdir.

      Müteşabihin menşeinde Şari’in muradının gizliliği bahis konusu olduğuna göre, bu gizlilik bazen lafızda, bazen manada, bazen de her ikisinde birden olur.

Müteşabihatın Faydaları

    Kur’an’ı Kerimde muhkemle beraber müteşabihin bulunması, insanoğlu için bir denemedir. Acaba insanlık dosdoğru olan Peygamberin haberine itimad ederek gayba inanacak mı? Kur’an bunu güzel bir şekilde ifade eder: Hidayete erenler, bunlara inandık derler, kalplerinde eğrilik bulunanlar, o Rablerinden bir hak olduğu halde onu inkâr ederler ve fitne aramak için onu müteşabih olanına tabi olurlar. Müteşabihatın diğer bir faydası insanoğlu ne kadar istidat ve ilim sahibi olursa olsun, onun, aciz ve mahlûk olduğunu gösteren bir delildir. Bu ayetler, Allah’ın ilmiyle her şeyi ihata ettiğini, mahlûkatın onun ilminden, ancak onun dileyeceği kadarın alabileceğini ifade eder. İnsan halikının yanında kul olduğunu idrak eder. Ayrıca Kur’an’ın hepsi muhkem olsaydı, akli delillere ihtiyaç duyulmaz ve insan aklı dondurulmuş olurdu.  

   Muhkem ve Müteşabih konuları hakkında eserler: Abdu’l-Cebbar b. Ahmed (Ö415) “Müteşabihi’l-Kuran”, er-Rağıb el-İsfehani “Dürretu’t-Te’vil fi müteşabihi’t-Tenzil, Fahru’d-Din er-Razi(Ö606) “Gurretu’t-Te’vil ve Durretu’t-Tenzil”, Suyuti’nin (Ö.911)” Kutfu’l-Ezhar fi Keşfi’l-Esrar

4)BAZI SURELERİN BAŞLANGIÇ HARFLERİ (El-Hurufu’l-Mukatta’a)

     Bazı surelerin başında bazen basit, bazen de birkaç harfin birleşmesinden meydana gelmiş rumuzlar bulunmaktadır. Bu kesikli harflere “el--Hurufu’l-Mukatta’a” denir. Bütün âlimler bu kesikli harflerin Müteşabihatın olduğunda ittifak halindedirler. Bu harfler Kur’an’ı Kerim’in 29 suresinde bulunur. Bu surelerin 27 si Mekki, 2 si Medenidir. Bu harfler 14 tane olup Arap alfabesinin yarısı kadardır ve bunlar 13 şekil altında görünürler.

     el--Hurufu’l-Mukatta’a hakkındaki görüşleri iki grupta toplayabiliriz: Birincisi, bu harfler “Kur’an’ın esrarındandır.” Allah bunları bilme ilmini kendine mahsus kılmıştır. İkinci görüş, Allah’ın kitabında, mahluku için mefhumu olmayan şeyleri irad etmesini uygun görmeyip ayet, hadis ve akli delilleri ileri sürmüşlerdir. Kur’an Allah’ın kelamıdır. Kelamdan maksat ifhamdır. Eğer kelamın manası olmazsa muhatab için abes olur. Böyle bir şeyde Hakime layık olmaz.

       İkinci grupta yirmi küsür görüş vardır: Bazıları bu harfler sure ismidir, Allahın isimleri veya sıfatlarından birine delelet eder, bu harflerle Allah yemin etmektedir, tenbih edatı olarak görenler var ve daha bir sürü görüş mevcuttur. Bu görüşlerin en doğru olanı, kendilerinden kelamın terekküb ettiği bu harfler, bu sesten sonra ne gelecektir diye dinleyicileri tenbih etmektir.

5)ĞARİBU’L- KUR’AN

       Garib kelimesi, yabancı ve acaib manasınadır. Lügat ilminde Kur’an ve hadislerin yabancı kelimeleri için kullanılan istilahtır.  Kelamda garibin iki yönü olduğu zikredilir: Birisi, kelimenin mana itibariyle kapalı ve idraktan uzak oluşu, diğeri ise, Arap kabilelerindeki şazz olan kelimelerin bir beldeye uzak oluşudur. Allah’ın kelamında Kureyş lehçesi ekseriyeti teşkil etmekle beraber, diğer lehçelerden de birçok kelimelerin bulunmuş olması Garibu’l-Kur’an meselesini ortaya çıkarmaktadır.

        Bidayette sahabe bile, manasına nüfuz edemedikleri bazı kelimelerin mevcudiyetini zikretmişlerdir. Hz. Ömer Abese suresindeki “ebben” kelimesinin , ibin Abbas “fatiru’s-semavati” kelimesinin anlamını bilmediğini itiraf etmektedir.

ĞARİBU’L- KUR’AN hakkındaki eserler: Ebu Ubeyde Ma’mer b. El-Musenna’nın  eseri nev’inin ilki addedilmiştir. İbn Kuteybeye ait” Garibu’l-Kuran ve Müşkilu’l-Kuran” eseri oldukça mühimdir.  Ebu bBekir es-Sicistani’ni Garibu’l-Kur’an’ı vb..

6)KUR’AN’IN EŞSİZLİĞİ (İ’cazu’l-Kur’an)

       Lugatta i’caz kelimesi aciz bırakmak manasına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı aciz bırakan şeye de mu’cize denir. Bu bakımdan Kur’an’ı Kerim Hz. Peygamberin en mühim ebedi bir mucizesidir. Kur’an’ı Kerim’in insanlığı aciz bırakan yönü, ona benzer veya ona yakın bir eserin meydana getirilmemesinde aranmalıdır.

        Kur’an’ın i’cazı pek çok yönlerde tecelli eder. Onun i’cazını sadece dili, uslubu ve fesahatında aramak hatadır. Onun te’lifi, ihtiva ettiği ilimler ve maarif, kevni ilimlerdeki yeri, islah siyaseti, gaybi haberleri, Peygamberi azarlayan ayetlerin bulunuş, Peygamberin bile ona benzer bir eser meydana getiremeyişi gibi daha pek çok yönlerde i’caz aranılabilir.

İ’cazu’l-Kur’an Hakkındaki Eserler: Osman el-Cahız(Ö255) in “Nazmu’l-Kur’an”, er-Rummani (Ö386) “en-Nuketu fi i’cazu’l-Kur’an”, Ebubekir el-Bakıllani (Ö403) “i’cazu’l-Kur’an”ı, Abdu’l-Kahir el-Cürcani (Ö47)” Delailu’l-İ’caz”, Fahruddin er-Razi (Ö606) “i’cazu’l-Kur’an”, ez-Zemelkani (Ö727) “el-Burhan fi i’cazu’l-Kur’an”, es-Suyuti (Ö911) Muallim Naci (Ö1893) “i’cazu’l-Kur’an “

7)KUR’AN’I KERİM’DE YEMİNLER (Aksamu’l-Kur’an)

      Kur’an’ı Kerimde birçok yeminler vardır. Bunların bazısında Allah  bazen kendi yüce ismine yemin etmekte, bazen peygamberlere ve peygamberlerin zuhur ettikleri yerlere, Kur’ana, meleklere, kıyamet gününe, bazende kainata ve tabiatta bulunan mühim varlıklara( şems, sema, kamer, necm, leyl, asr gibi …… şeylere) yemin etmektedir.

Aksamu’l-Kur’an Hakkında Eserler: İbnu Kayyım el-Cevziyye(Ö751) “et-Tibyan fi Aksamu’l-Kur’an” adlı eserdir. Bu eser Muhammed Hamid el-Fıki tarafından Kahirede (1933) te basılmıştır.

8)KUR’AN’I KERİM’DEKİ KISSALAR (Kısasu’l-Kur’an)

    Kur’an’ı Kerimde geçmiş peygamberlere ve milletlere dair kıssalar mevcuttur. Kur’andaki bu kıssalardan maksat, tarihi vakıaların kronolojik olarak anlatılması değildir. Ancak geçmiş peygamberlerin milletlerin başına gelenlerden bir ibret dersi almamız kast olunmaktadır. Bu sebepten kıssaların bazısı birkaç kere tekrar edilmiştir. Kur’an hadiselerin teferruatını değil, kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan yönleri seçer. Kur’andaki kıssaların asıl gayesi ahlaki ve terbiyevi oluşudur.

Kısasu’l-Kur’an Hakkındaki Eserler: es-Sa’lebi’nin “el-Arais” ismiyle maruf olan Kısasu’l-Enbiyası, Ali Muhammed el-Becevi,es-Seyid Şahatanın “Kasasu’l –Kur’an”, Mahmud Zehranın “Kasas minel-Kur’an”

9)KUR’AN’I KERİM’DE MESELLER (Emsalu’l-Kur’an)

      Mesel kelimesi lugatta, şibih, nazir, delil bir nesnenin sıfatı halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir, bunların irad edilip söylenmesine de “darbı mesel” denir, çoğulu ise “emsal” dir.

       Kur’an’ı Kerimde pek çok meseller vardır. Bunlardan çeşitli yönlerden istifade edilir. Tezkir, va’z, his, zecr, ibret gibi yönlerden gidilerek ahlaki bir netice çıkarmak için insanları tenbih ve teşvik etmektir. Kur’andaki bu meseller, medh ve zem üzerine olduğu gibi, sevab ve ikab, işin ehemmiyetini yüceltmek veya tahkir etmek, işin tahkiki veya ibtali üzerine olabilir.

Emsalu’l-Kur’an Hakkındaki Eserler: Ebu Abdurrahman en-Neyşaburi(Ö412), Ebu’l-Hasan el-Maverdi eş-Şafii(Ö450), Şemsuddin el-Cevziyye (Ö751)Kur’anın emsali hakkında birer eser yazmışlardır.

10)KISSALARIN TEKRARI

        Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lukman kıssası, Ashab-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binaen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmemektedir. Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:

Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.

İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi.

Bu kıssalara muhatap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak.

Kıssaların durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması suretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması.

Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır.

11)MÜŞKİLU’L-KUR’AN

Kur’anı Kerim ayetleri arasında ihtilaf ve tenakuz gibi görülen keyfiyettir ki, aslında Allah’ın kelamında böyle bir halin mevcudiyeti bahis konusu olamaz. Çünkü Cenab-ı Hak bu hususu bertaraf edecek şekilde beyanda bulunmuştur. Şöyleki: (Eğer O, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.)  (en-Nisa 82)  

 Müşkilu’l-Kur’an Hakkındaki Eserler: Ebu Ali el-Kutrub (Ö206), Ebu Muhammed ed-Dineveri (ö276)”Te’vilu’l- beyan

12)MÜCMEL VE MÜBEYYEN

Mücmel, lügat manasından da anlaşılacağı gibi, müphem bir lafızdır. Ondan ne murad edildiği anlaşılamaz. Mücmel olan ayette de manalar izdaham eder ve onlardan hangisi olduğu açık bir şekilde belli olmaz. Manası kapalı bir şekilde olan ayetler Kur’an da mevcuttur.

Mübeyyen, ise: açıklamak beyan etme manasınadır. Ayetlerdeki müştereklik, müşkil, mücmel, hafi gibi hususları açıklayan ayetlere de mübeyyen ayetler denir.

13)EL-VÜCUH VE EN-NEZAİR

           Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

         Nezâir de, nazîrekelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.

       Yani vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalar da, nezâir de lafızlarda söz konusudur.

El- Vücuh ve  en-Nezâir Hakkındaki Eserler: Mukatil b. Süleyman (Ö143/760), Yahya b. Sellam (Ö280/893) ın “Kitabu’t-Tasarif”, Ebubekir el-Mewsuli (Ö351/962), Ebu Ali el-Hanbeli (Ö471/1080), Ebu’l-Hasen ez-Zeguni el-Hanbeli (Ö527/1085), Ebu’l-Ferec el-Cevzi (Ö597/1201)

 14) MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

          Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedildiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesidir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

Mübhemâtın Kur’ân’da Yer Almasının Sebepleri

  1. İfade zenginliği sağlamak . Önce bir kavramın bir ayette mübhem bırakılarak daha sonra başka bir ayette o kavramı belirgin hâle getirilerek hem anlamı açıklığa kavuşturuluyor hem de üslup farklılığıyla bir zenginlik temin edilmiş oluyor.
  2. Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek .
  3. Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmaek, adının anılmasına dahi layik görmemek.
  4. Fâil meşhur (:herkesçe bilinen) olduğu için açıklama cihetine gitmemek.
  5. Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması. Önemli olan ana fikrin anlaşılması.

15)MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

         Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

         Kur’ân âyetleri çeşitli zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam ilişkisinin bulunması zaruridir. Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler arasında söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.

         Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.

         VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla oldukça hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir şekilde ele alan bir başka tefsir mevcut değildir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

0 Yorum - Yorum Yaz


Rukiye ÇELEP
T.Y.Lisans 

TEFSİR USÛLÜ

I. BÖLÜM

KUR’AN TARİHİ

1-            KUR’AN’NIN ANLAMI, TARİFİ VE DİĞER İSİMLERİ

Kur’an kelimesinin kökü hakkında çeşitli görüşler vardır. Bunlar;

-               Kur’an kelimesi قرينة   kelimesini çoğulu olan القراءن             kelimesinden türemiştir. Kur’an ayetlerinin birbirine karine olması gerekçe gösterilerek bu görüşe varılmıştır. (Zekeriyya İbn Ziyad el-Ferra)

-               Kur’an lafsı mürteceldir yani hemzesiz ve  ال       ile muarreftir. Hiçbir kelimeden müştak değildir. (eş-Şâfi)

-               Kur’an lafzı bir şeyi diğer bir şeye yaklaştırmak manasını ifade eden قَرَنَ   fiilinden türemiştir.(el-Eş’arÎ)

-               Kur’an lafzı فُعْلاَنْ        veznindedir ve hemzelidir. Toplama manasına gelen القرء    kelimesinden türemedir. (ez-Zeccâc)

-               Kuran kelimesi   غُفْرَان vezninde mehmuz bir mastardır ve تلا           manasında olan قرء     den türemiştir.(el-Lihyanî)

Kur’an-ı Kerim’in Tarifi

a-             Hz. Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda yazılmı, tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle taabbüd olunan mu’ciz kelamdır.

b-            El-Fatiha suresinden en-Nâs suresinin sonuna kadar, Hz. Muhammed’e(sav) indirilmiş, kendine has özellikleri ihtiva eden mümtaz lafızlardır.

c-             Hz. Peygambere gelen vahiyleri ihtvia eden mukaddes bir kitaptır.

Kur’an-I Kerim’in Diğer İsimleri

1-            El-Kitab

2-            Ummu’l-kitab

3-            El-Furkân

4-            El-Mesânî

Kelam, nur, Hüda, Rahmet, Şifa, Zikr, Hikmet, Müheyymin, Fasl, Tenzil, Ruhi Vahiy, Beyan, Hakk, Adl, Sıdk, Mecid, Aziz… gibi isimler de Kur’an için kullanılmaktadır.

2-            EL-VAHY

Vahiy kelimesi (v-h-y) fiilinin masdarı olup, lugatte gizili konuşmak, emretmek, ilham etmek, ima  ve işaret etmek, acele etmek, seslenmek, fısıldamak,mektup yazmak, bilhassa revelasyon yapmak gibi çeşitli anlamlara gelmektedir. İki tür vahiy vardır;

a-             Gayr-ı ilahi vahiy

Peygamberlerin insanlara Allah’ı anlatması veya İnsan ve cin şeytanların diğer insanlara/cinlere yaptığı, söylediği şeyler bu türe girer.

b-            İlahi vahiy

Arza ve semaya, canlılardan bal arısına, meleklere hitaben vaki olan, Hz. İsa’nın havarilerine ve Hz. Musa’nın anasına hitaben vaki olan vahiyler. İlahi vahyin hakiki olanı ise Allah tarafında peygamberlere ulaştırılan vahiydir.

3-            AYET

Ayet kelimesi lugatte açık alamet, işaret, nişane manalarına gelmektedir. Bir şeyin tanınmasına vesile olan emare olarak da kullanılır. Istılah olarak ise surelerin içinde evvelinden ve sonundn munkati olan bir veya birkaç cümleden oluşn bir kelam ifade eder.

4-            SURE

Lugatte yüksek rütbe, mevki, şeref, binanın kısmı veya katları manasına gelir. Istılah olarak ise kur’an-ı kerimi oluşturan 114 sureyi ifade eder. Bu sureler çeşitli isimlerle sınıflandırılmakta ve kur’an içerisinde tertibi bizzat peygamberin söylediği şekilde düzenlenmiştir.

5-            Kur’an-I Kerimin Yazı İle Tesbiti, Cem’i Ve Teksiri

Kur’an ayetleri ve sureleri nazil oldukça vahiy kâtiplerince yazılmış, ezberlenmiştir. Peygamberin vefatından sonra ise hafızların savaşlarda şehit olması, Kur’an’ın toplanması fikrini ortaya çıkarmıştır. Hz. Ebu Bekir döneminde mushaf haline getirilen Kur’an Hz. Osman döneminde ise çoğaltılmıştır.

6-            KUR’AN’IN YEDİ HARF ÜZERİNE NAZİL OLMASI MESELESİ VE KIRAATİ MESELESİ

Kur’an’ın yedi harf üzere nazil olmasından anlaşılan lafizlardaki değişikliklerdir, manada ise herhangi bir değişiklik yoktur. Bu da zaten kur’an’da muayyen yerlerdedir. Heryerinde veya her kelimesinde böyle bir değişiklik söz konusu değildir. Ve bu değişikliklere bağlı olarak kıraat şekilleri ortaya çıkmıştır.

 

 

 

 

II. BÖLÜM

KUR’AN İLİMLERİ

1-            Nüzûl Sebepleri

Hz. Peygambere bir sual veya hadise dolayısıyla birkaç ayetin yada surenini tamamının nazil olmasına amil olan şeye “sebeb-i nuzul” denir. Bu ilim sayesinde kur’an’da emredilen şeylerin hikmetini anlayabilmekteyiz. Ayetlerden kast edilen mana anlaşılmaktadır, şüphe ve yanlışlıklar bertaraf edilmektedir. Ayetlerin hasr ifade etse bile iniş sebebi göz önünde bulundurularak daha isabetli sonuca varılır.

2-            Nasih Ve Mensuh

Nesh kelimesi lugatte izale etmeki gidermeki yok etmek, tebdil gibi anlamara gelmektedir. Istılahta ise; şer’i bir hükmün başka bir şer’i delil ile kaldırılması demektir. Mensuh ise hükmü ortadan kalkan hükme verilen isimdir.

3-            Muhkem Ve Müteşabih

Muhkem; manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir tefsire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir.

Muteşabih; birçok manaya gelebilen, bu manalardan birini tayin edebilmek için harici bir delile ihtiyacı olan ayetlerdir. Müteşabih lafız veya manada veya her ikisinde birden olabilir.

4-            El-Hurufu’l-Mukatta’a

Bazı surelerin bşınd geçen basit, bazen de birkaç harfin birleşmesinden meydana gelmiş rumuzlara denir.

5-            Fevatihu’s-Suver

Surelerin başlangıçları ile ilgilidir.

6-            Garibu’l-Kur’an

Kur’an’da nadiren de olsa yabancı kelimelerin bulunuşu veya Allah’ın Kelamında Kureyş lehçesi ekseriyeti teşkil etmekle beraber diğer lehçelerden de birçok kelimelerin bulunmuş olması Garibu’l-Kur’an meselesini ortaya çıkarmıştır. Bu tür kelimelerin tespiti ve beyanı üzerinde durur.

7-            Uslubu’l-Kur’an

Kur’an’ın kendisine has bir uslubu vardır. İnsanlara kolaylıklar bahşederek ceste ceste nazil olmuştur. Mucizevi bir usluba sahiptir. Kur’an insanoğlundan en küçük suresine benzer bir sure meydana getirmesini istemiş, ancak getirilememiştir. Kur’anın uslub üstünlüğü arab edebiyatı ustadlarını dehşete düşürmüştür.

 8-            İ’cazü’l-Kur’an

Hz. Peygamber döneminde arap kavminin fesahat ve belağat yönünden en yüksek mertebeye ulştığı bir devirde en büyük mucize kimse tarafından taklit edilemeyen kur’an’ın vehyedilmesi olmuştur.

9-            Aksamu’l-Kur’an

Cahiliye arapların ictimai hayatında yeminin rolü büyüktür. Allah izah ettiği yetlerini ve delillerini yeminlerle teyit etmiştir. Yemin her zaman bir şeyi teyit etmek için değil bazen de o şeyin kıymetine işaret etmek için, kdrini yüceltmek maksadıyla kullanılır.

10-        Kur’an-I Kerimdeki Kıssalar

Kur’an hadiselerin teferruatını değil kendi gayesine uygun ve insanların müşterek dertleri olan yönleri seçer.

11-        Kur’anda Tekrarlar

Kureyş müşriklerinin şirk hususundaki ısrarlarına cevap olarak verilen tenbih ve vaidlerinehemmiyetini yükseltmek, ifade ve hükümlerin kuvvetini artırmak için kelime ve ayetlerin tekrarlanmalarına rastlanılmaktadır.

12-        Emsalu’l-Kur’an(Meseller)

Kur’an 5 vecih üzerine nazil oldu: helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal… (Ebu Hureyre)

13-        Hakikat Ve Mecaz

Kur’an’da kelimeler hakiki manada kullanıldıkları gibi bazen de mecazi manada kullanılır.

14-        Müşkilu’l-Kur’an

Kur’an ayetleri arasında ihtilaf ve tanakuz gibi görünen durumdur ki aslında Allah’ın kelamında böyle bir halin mevcudiyeti bahis konusu olamaz.

15-        Mücmel Ve Mübeyyen

Mücmel; manası kapalaı şekilde olan ayetlerdir.

Mübeyyen; ayetlerdeki müştereklik, müşkil, mücmeli hafi gibi hususları açıklayan ayetlere denir.

16-        El-Vucuh Ve En-Nezair

Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile aynı kelimenin diğer ayetlerde ifade ettiği anlamlar aynı olmaktadır. Bu ilme “vücuh” denilmektedir. Çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine de “nezair” denir.

 

 

17-        Mübhematü’l-Kur’an

Kur’an’da sarih olan isimleri zikredilmeyipte ismi mevsuller vey zamirlerle zirredilen erkeki kadıni cin, melek, bir topluluk veya kabile olabilir.

18-        Kalku’l-Kur’an

Kur’an’ın mahluk olup olmadığı konusundaki tartışmalara değinen ilimdir. Ehl-i sünnet kur’an’ın mahluk olmadığını, allah kelamı olduğunu savunur. Mu’tezile mahluk olduğunu, Eş’ari ise cevher itibariyle mahluk değildir fikrini savunur.

19-        Ayet Ve Sureler Arasıdaki Tenasüb Ve İnkisam

Kur’an ayet ve sureleri biribirile bağlantılı ve biribirini tamamlayıcı niteliktedir. Bunların tespitin yapan ilimdir.

 

 

İSLM HUKUK İLMİNİN ESASLARI

(USULU’L FIKH)

GİRİŞ

FIKIH USULÜNE DAİR GENEL BİLGİLER

FIKIH ÜSÜLÜ TARİFİ

Fıkıh: Müctehidlerin tafsili şer’i delillerden istinbat ettiği ameli-şer’i hükümlerdir.

Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i-ameli hüküleri tafsili delillerden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe denir. Bu alanda yazılmış ilk tedvin eş-Şafi’nin er-Risale’sidir.

BİRİNCİ BÖLÜM

ŞER’İ HÜKÜMLERİN DELİLLERİ

(İslam Hukukunun Kaynakları)

İttifak Edilen Deliller

1-            Kitap: Yüce Allah’ın hz. Muhammed (sav) arapça olarak indirdirilmiş, bize tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflara yazılı, fatiha suresi ile başlayıp nas suresi ile biten kelamıdır.

2-            Sünnet:lügatte alışılmış yol demektir. Fıkıh usulü terimi olarak sünnet “Hz. Peygamber’den nakledilen söz, fiil vr takrirlerdir.”

3-            İcma: lügatte azmetmek, bir işi yapmaya kesin kararlı olmak ve bir hususta fikir birliği etmek anlamlarına gelir. Fıkıh usulü terimi olarak ise “muhammed(sa)ümmterinden olan müctehidlerin, Hz. Peygamberin vefatından sonraki herhangi bir devirde, şer’i bir hüküm hakkında ittifak etmeleridir.

4-            Kıyas: sözlükte bir şeyin başka bir şeyle ölçülmesi anlamına geldiği gibi, iki şeyi biribirine eşitlemek anlamında da kullanılır. Usül açısından ise “kitap, sünnet ve icmada hüküm bulunmayan bir meseleyearalarındaki illet birliği sebebiyle bu kaynaklardan birinde yer alan meselenin hükmünü vermek” diye tanımlanır.

İhtilaflı deliller;

5-            Mesalih-İ Mürsele: hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren fakat muteber veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalardır, durum veya gerekçelerdir.

6-            İstihsan: müctehidin bir meselede kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.

7-            Örf: insanların çoğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanmayı adet edindikleri lafızlardır.

8-            Sedd-İ Zerâi: iyi olsun köt olsun başka bir şeye ulaştıran vasıta demektir. Şer’an yasaklanmış sonuca götüren vasıtayı ifade etmek için kullanılır. Sedd-i zerai işte bu yolların kapanmasıdır. Kötülüğe giden yolun kapanmasıdır.

9-            Şer’u Men Kablena (Hz.Muhammed’den önceki dinlerin hükümleri): Yüce allah’ın önceki toplumlar için koyduğu ve peygamberleri vasıtasıyla bildiridği hükümdür.

10-        Sahabî Kavli: Hz. Peygamber’e yetişmiş, ona iman etmiş ve örfen “arkadaş” diye anılabilecek ölçüde uzun süre onunla birlikte bulunmuş kimseye sahabi denir. Sahibilerin görüşlerinin hüccet değeri konusunda görüşler vardır. Kabul eden veya etmeyen mezhepler vardır.

11-        İstıshab: Musahabe, birlikte olmak, ayrılmamak anlamındadır. Usul açısından ise; “geçmişte sabit olan bir durumun –değiştiğine dair delil bulunmadıkça- hâlihazırda varlığını koruduğuna hükmetmek” olarak ifade bulur.

II. BÖLÜM

ŞER’İ DELİLLERDEN ÇIKARILAN HÜKÜMLER

1-            HÜKÜM VE KISIMLARI

Hüküm, mükelleflerin fiillerine bağlann şer’i vasıftır. Hükümler teklifî ve Vad’î olarak ikiye ayrılır. Teklifî hüküm; Şari’in mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi yahut onu yapıp yapmama arasında serbest bırakmasıdır. Vad’î hüküm ise; Şari’in bir şeyi başka bir şeyi başka bir şey için sebep, şart veya mani’ kılmasıdır.

 

TEKLFİ VE VAD’İ HÜKÜMLERİN NEVİLERİ

 

TEKLİFİF HÜKÜMLER

1-            İcab; Şari’in yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiillerdir. Yerine getirilmesi mutlaka gereklidir. Yerine getiren sevabı özürsüz terkeden/getirmeyen cezayı hak etmiş olur. Hanefiler farz ve vacip ayrımına giderler; Vacip “Şari’in yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiillerin zanni delille sabit olmasıdır” Farz “Şari’in yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiillerin kat’i delille sabit olmasıdır.”

2-            Nedb; Şari’in yapılmasını bağlayıcı olmaksızın istediği ve terkedilmesibi kötülemediği fiillerdir

3-            Tahrim; Şari’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiillerdir

4-            Kerahe; Şari’in yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiillerdir. Yapılmaması, yapılmasından daha iyi oln fiiller.

5-            İbaha; Şari’in yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiillerdir.

 

Azimet ve Ruhsat

Azimet: Yüce Allah’ın mükelleflerin hepsi için bütün durumlarda bağlayıcı genel bir kanun olmak üzere ilkten koyduğu hükümlerdir.

Ruhsat: Allah’ın kulların özürlerine binaen ve onların ihtiyaçlarını gözeterek koyduğu geçici hükümlerdir.

 VAD’İ HÜKÜMLER

1-            Sebep; Hükmün teşri’i ile açık bir uygunluk taşısın vea taşımasın, Şari’nin varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğuna bağladığı kıldığıdurumdur.

2-            Rukün;  bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısında bir parç teşkil eden unsurdur.

3-            Şart; Bbir şeyin varlığı kendi varlığına olmakl beraber, onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıftır.

4-            Mani;  varlığı, sebebe hüküm bağlanmaması veya gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durumdur.

5-            Sıhhat-fesad- butlan;  Sıhhat “sahih” ister ibadetlerden olsun ister muamelattan olsun şer’an belirlenmiş rükunleri ve şartları ihtiva etmek suretiyle Şari’in emrine uygun olan fiil demektir.

Butlan(Batıl); eksiklik ister rükünlerde ister şartlarında olsun Şari’in emrine aykırı olan fiil “batıl” veya fazid olarak anılır.

 El-HÂKİM

Bütün islam bilginleri hükümlerin menşe’i ve idrak edilmesini sağlayan yolun Allah teala olduğunda fikir birliğindedir.

 EL-MAHKÛM FİH

(Hükme Konu Olan Fiiller)

El-Mahkum fih Şari’in talebinin, tahyirinin veya vad’ının taallük ettiği fiil veya durumdur.

EL-MAHKUM ALEYH (Hükmün Muhatabı/Mükellef)

Şari’in talebi veya muhayyer bırakması kendi fiili ile ilgili olan kişidir. Mükellef olan kişiye denir.

Ehliyeti Ortadan Kaldıran Durumlar

-               Akıl hastalığı

-               Akıl zayıflığı

-               Harcamalarda tedbirsizlik

-               Sarhoşluk

-               İkrah(Zorlama)

 III. BÖLÜM

KAYNAKLARDAN HÜKÜM ÇIKARMA

1-            Hass; tek bir manayı teker teker göstermek üzere konmuş lafızdır.

a-            Mutlak; gayri muayyen bir ferdi veya ferdleri gösteren ve kendisinin herhangi bir sıfatla kayıtlandığına dair delil bulunmayan lafızdır.

Mukayyed; gayri muayyen bir ferdi veya ferdleri gösteren ve kendisinin herhangi bir sıfatla kayıtlandığına dair delil bulunan lafızdır.

b-            Emir; fiilin ileride yerine getirmesi talebine delalet eden sözdür.

c-             Nehiy; fiilden el çekme ve fiili terk etme talebine delalet eden sözdür.

2-            Amm; tek vaz’ ile tek bir manayı göstermek üzere konmuş bulunan ve muayyen bir miktarla sınırlı olmaksızın bu manaın kendinde gerçekleştiği bütün ferdleri kpsayan lafızdır.

3-            Müşterek; her biri ayrı vaz’ ile olmak üzere birden fazla manaya sahip olan lafızdır.

KULLANILDIĞI MANA BAKIMINDAN LAFIZ

1-            Hakikat; konulduğu manad kullanılan lafız demektir.

2-            Mecaz; hakikat anlamının kast edilmediğini gösteren bir karineden ötürü konulduğu manadan başk bir manda kullanıldığına hükmedilen lafızdır.

3-            Sarih; ister hakikat ister mecaz anlamında çok kullanılmasında ötürü kendisi ile kast edilen mana açıkça anlaşılan lafızdır.

4-            Kinaye; kendisi ile kst edilen mana hemen zihne gelivermeyen ve kapalı kalan lafızdır.

MANAYA DELALETİNİN

AÇIKLIĞI VE KAPALILIĞI BAKIMINDAN LAFIZ

1-            Zahir; manasının anlaşılması için harici bir karineye ihtiyaç duyurmayacak şekilde bu manaya açık olarak delalet eden fakat te’vil ve tahsis ihtimaline açık bulunan ve kendisinden çıkarılan hüküm sözün asıl sevk sebebi olmayan lafızdır.

2-            Nass; manasına açık bir şekilde delalet eden ve kendisinden çıkarılan hüküm seözün asıl sevk sebebini teşkil eden bununla beraber te’vil ve tahsis ihtimaline açık bulunan lafızdır.

3-            Müfesser; hükme açık bir şekilde delalet edente’vil ve tahsis ihtimaline de kapalı bulunan lafızdır.

4-            Muhkem; hükme delaleti açık; te’vil, tahsis ve neshe ihtimali olmayan lafızdır.

5-            Hafii; kapsamında birçok fert bulunupta kendi sigası dışında bir engelden  ötürü bu fertlerden bir kısmına delaleti çık olmayan ve bunların onun kapsamına dahil olduğunun kavranabilmesi inceleme ve ictihada ihtiyaç gösteren lafızdır.

6-            Müşkil; kendisi ile kast edilen mananın ancak onu kuşatan karine ve emareler üzerinde incelemede bulunma ve derinelemesine düşünme yoluyla analaşılabildiği lafızdır.

7-            Mücmel; sözün sahibi tarafından bir açıklam yapılmadan kendisiyle kast edilen mananın anlaşılamadığı lafızdır.

8-            Müteşabih; kendisiyle kst edilen mananın dünyada hiçkimse tarafından bilinemeyeceği veya ancak ilimde üstün mertebeye sahip kişilerce bilinebileceği ölçüde kapalı olan lafızdır.

 

 

 

 

HADİS USÛLÜ

                        I.                   HADİS USULÜ

a-             Hadis usulü terimi; hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis metodolojisi demektir.

b-            Hadis usulü biliminin doğuşu; gerek sünnet malzemesinin doğru nakli, gerekse bu metinlerin sağlam bir şekilde korunup, eğitim-öğretiminin ve değerlendirilmesinin yapılması ve ve bu değerlendirmeye yardımcı olacak her türlü tetkik ve faaliyetin başlatılmasıyla başlayan bir süreçtir.

                     II.                   Hadis usulü biliminin kaynakları

1-            El-Muhaddisu’l-fasıl beyne’r-ravi ve’l-va’î – er-Ramahürmüzî

2-            Marifetu ulumi’l-hadis – en-Neysaburî

3-            3- el-Kifaye fi ilmi’r-rivaye- el-Hatip el-Bağdadi

4-            Ulumu’l-hadis- eş-Şehrezurî

Son dönem Türkiye’de de birçok usul çalışması mevcuttur.

Hadis ve sünnet kavramları

Hadis; söz, fiil, takrir, yaratılış veya huyla ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygambere (veya sahabe, tabiuna) izafe edilen her şeydir.

Sünnet; hz. Peygamberin ihtiyar ettiği ve Allah’ın ahkamıyla amil olarak gittiği yoldur.

HADİS/SÜNNET’İN UNSURLARI

SÜNNET;

1-            Kavlî; Peygambere ait kelamdır.

2-            Fiilî; Rasûlullahın davranış ve uygulamalarının anlatımıdır.

3-            Takriri; peygamberin onayladığı durumlardır.

a.             Sarih; Peygamberin herhangi bir durumda onayladığını açıkça belli etmesidir.

b.             Zımnî; gerçekleşen olayda sessiz kalarak onaylamasıdır.

4-            Vasfî (Vasıf); peygamberin ahlaki özelliklerini anlatan hadislerdir.

HADİSİN YAPISI

Sened: biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin Rasulullah’a kadar sıralandığı kısma sened denir. Senedde yer alan her şahsa ravi denir.

Metin: hadisin yapısında asıl kısım metni teşkil eder. Metin senedin kendisinde son bulduğu sözlü kısımdır.

RİVAYET

HADİS ÖĞRENCİSİNİN ADABI

1-            İhlâs (İyi niyet)

2-            Hadisi ehlinden almaya çalışmak

3-            Öğrendiğiyle amel etmek

4-            Hocaya saygı göstermek

5-            Arkadaşlarına saygı göstermek

6-            Tedrici bir metodla çalışmak

7-            Hadis usulüne önem vermek.

Hadis Hocasının Ahlakı

1-            İyi niyet ve üstün ahlak sahibi olmak

2-            Haddini bilmek ya da ehliyete riayet

3-            Kendisinden ehil olana saygı göstermek

4-            Karıştırma ihtimali belirince hadis rivayetini ve okutmayı bırakma

5-            Hadise ve hadis meclislerine ehemmiyet vermek

6-            Kitap yazmak ve öteki ilmi faaliyetlerde bulunmak

RİVAYETİN KEYFİYETİ

Hadis öğrenim ve öğretim yolları

1-            Sema; Dinlemek, işitmek, duymak

2-            Kıraat; arz metodu

3-            İcazet; hocanın talebesine hadis rivayet etmesi için izin vermesi

4-            Münavele; hocanın öğrencisine bir kitap veya yazılı metin verip rivayete izin vermesi

5-            İ’lam; icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için benim rivayetim işte budur demesi.

6-            Vasiyet

7-            Vicade; bir kimsenin yazma bir risale veya kitabı bulması, ele geçirmesi.

Rivayetin Sıfatı

1-            Lafzen rivayet; hadislerin peygamberden duyulduğu gibi aynı kelimelerle rivayet edilmesi

2-            Ma’nen Rivayet; hadislerin peygamberin söylediği şeyi ifade edecek şekilde ama farklı kelimeler kullanılarak rivayet edilmesi.

RİVAYET MAHSULLERİ

Tasnif devri öncesi;

1-            Sahifeler

2-            Cüzler

3-            Erbeun

Tasnif devri rivayet mahsulleri

1-            Ale’r-Rical rivayet mahsulleri; müsnedler, mu’cemler

Ale’l-Ebvab Rivayet Mahsulleri

1-            Musannefler

2-            Cami’ler

3-            Sünenler

RAVİ

Ravi; nakleden, taşıyan ve ileten anlamalarına gelmektedir. Terim olarak ise hadisi öğrenip eda terimlerinden biriyle kendisinden sonrakilere nakleden hadisçidir.

Ravinin Vasıfları;

1-            Adalet

a.             Müslüman olmak

b.             Buluğa ermiş olmak

c.             Akıllı olmak

d.            Takva sahibi olmak

e.             Murûet

2-            Zabt

a.             Uyanık olması

b.             Ezberinden naklediyorsa ezberlemiş olması

c.             Kitaptan rivayet ediyorsa kitabını iyi korumuş olması

d.            Mana ile rivayet ediyorsa manayı bozacak unsurları biliyor olması

Ravi Tabakaları

1-            Sahabe

2-            Tabiiler

3-            Etbâu’t-Tâbiîn

RAVİNİN TENKİDİ

Cerh; adalet ve zabt yönünden ravinin rivayetlerinin incelenmesi.

Ta’dil; ravinin adalet ve zabt yönünden incelendikten sonra rivayetinin sıhhatini ortaya koymak.

MERVİY

Hadisler

1-            Makbul

2-            Merdud

Ravi sayısı açısından

1-            Mütevatir hadis

2-            Ahad hadis

3-            Meşhur hadis

Senedin müntehası (söyleyen) açısından hadisler

1-            Kudsi hadis; Allah’a ait olan hadisler.

2-            Merfu hadis; Hz. Muhammed (sav)’e aittir.

3-            Mevkuf hadis; sahabiye aittir.

4-            Maktu hadis; tabiun ve etbauttabiin’e aittir.

SIHHAT VEYA HÜKÜM AÇISINDAN HADİS

1-            Sahih hadis; sened ve metin açısından sıhhat şartlarını taşıyan hadislerdir.

2-            Hasen hadis; herhangi bir kusur sebebiyle (sened/metin) mütevatir, meşhur seviyesine ulaşamayan hadisler.

3-            Zayıf hadis; peygambere ait olmayan, hadis diye uydurulmuş sözlerdir.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Sema YİĞİT

14952706

Birleşik Doktora

FIKIH USULÜ

 

Fıkıh Usulü: Müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir.

Ahkam-Hükümler:“Ahkam” kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir.

Şer’i Hükümler: Ameli hükümler: Namazın, zekatın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah olduğu, borcu yazmanın, alış verişi şahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmenin mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir. İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve resuller, kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir. Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.

Fıkıh Usulünün Konusu: Usûlü'l-fıkhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Kur’an’ın Muhteviyatı:

Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır. İbadetler: Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir. Muâmeleler: Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

FARZ

Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, kesme, hisseye ayırma anlamlarını ifade eder. Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime değişik anlamlarıyla kullanılmıştır.

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır: Farz-ı Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir. Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir.

VÂCİB

Gerekli ve sabit olan. "Vecebe" fiilinden ism-i fâil. Bu fiilin mastarları olan "vücûben", "vecben", "vecbeten", ve "vecibeten", gerekli ve sabit olmak, yere düşmek, kalb çarpmak, günde bir defa yemek, ölmek ve güneş batmak anlamlarına gelir.

İslâm hukukunda "vâcib", yükümlünün farzdan aşağıda, fakat sünnetten daha kuvvetli olarak yerine getirmesi istenilen şer'î hükümdür.

MENDÛB

Mendûb sözlükte, kendisine davet olunan şey anlamına gelir. Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş demektir. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah (s.a.s)'ın bazen yapıp, bazen terk ettiği işler.

MÜSTEHAP

Müstehab sözlükte, sevilen, hoşa giden demektir. Fıkıh ilminde ise; şeriatın yapılmasını hoş gördüğü, tavsiye ettiği ama yapılması zorunlu olmayan amellerdir. Müstehap, genellikle (devamlı işlenmeyen) gayr-i müekked sünnetle eş anlamlı olarak da kullanılır.

NAFİLE

‘Nafile’nin aslı ‘nefl’dir ki bu da gerekli olanın (farz olanın) üzerine yapılan bir fazlalıktır. Aynı kelime, ganimet malı, yani savaştan sonra ele geçen mal hakkında da kullanılır. Bunun çoğulu ‘enfal’dir. Mecburi olmaksızın yapılan fazla işe, ‘nafile’ demek daha yaygın bir söyleyiştir. Nafile, aynı zamanda, bağış, hibe anlamlarına da gelmektedir.

Fıkıh ilminde ‘nafile’; Farz ve vacip dışında, sevap amacıyla yapılan, Peygamberimizin de kıldığı bilinen namazların tümüne ve diğer ibadetlere verilen bir isimdir.

HARAM

Sözlükte, yasaklama, mahrum etme anlamlarına gelir. Haram, dince yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir fiili yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir. Yükümlünün böyle şeylerden mahrum edilmesi, yani bunların ona yasak edilmesi ‘haram’ kelimesiyle ifade edilmektir.

MEKRÛH

Kerahet kökünden ism-i mef'ul. Kerahet; istememek, hoşlanmamak ve çirkin görmek demektir. Mekrûh ise; istenmeyen, hoşa gitmeyen, çirkin iş anlamındadır. Bir fıkıh terimi olarak mekrûh; Allah ve Resulünün, yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir. 

MÜBAH

Bu kelimenin aslı ‘ibâha’dır. ‘İbâha’ sözlükte; bir şeyin yapılması veya terkedilmesi arasındaki hükümdür. ‘Mübah’ ise; şeriatın mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür.

MÜKELLEF

Mükellef kılınmanın iki şartı vardır. Akıllı olmak. Bir insanın dinin emirlerinden yani kulluktan sorumlu olabilmesi için akıl sahibi olması şarttır. Büluğ (ergenlik) yaşına ulaşmış olmak. Ergenlik yaşına ulaşmak, oğlan çocukların erkek, kız çocukların ise kadın durumuna ulaşma yaşlarıdır.

Maslahatın Türleri:

Maslahatları üçe ayırmak mümkündür.

            Zarurîyyat: Ümmetin bütünü ve birimleriyle elde etmek zorunda olduğu maslahatlardır. Zarurî maslahatlar beş kısma ayrılır:

a) Dini muhafaza,

b) Nefsi muhafaza,

c) Nesli muhafaza,

d) Aklı muhafaza,

e) Malı muhafaza.

            Hâciyyât: Zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak, genişliği temin etmek için insanların muhtaç oldukları maslahatlardır. İbadetlerdeki kolaylıklar, seferde ruhsat, alış-veriş imkânı ve şekilleri bu gruba girer.

            Tahsiniyyât: İnsanların hal ve durumlarının yüksek edep ve sağlam ahlâkî temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır. Güzel giyinmek, adab-ı muaşerete riayet vb. bu gruptandır.

 

HADİS USÛLÜ

 Hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.

Haber: Hadis anlamındadır. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e de, başkasına da isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber hadisten daha genel ve kapsamlı olur.

Kudsi hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.

Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis arasında bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle Peygamberimize nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir, ama lafız itibariyle değil.

Bize Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin Kısımları

Mütevatir: Adeten yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir.

Âhâd: Mütevatirlerin dışında kalanlardır.

Munkatı’ Hadis

Munkatı’ sened: Senedi muttasıl olmayan demektir.

Tedlîs: Hadisi gerçekte bulunduğu dereceden daha üstün bir mertebede olduğunu vehmettirecek bir senedle nakletmektir. Tedlîs iki kısımdır: İsnaddaki tedlîs ve şuyûh Tedlîsi

            Hadisi ihtisar etmek: Hadisi rivayet edenin ya da nakledenin hadisten bir şeyler hazfetmesidir. Ancak beş şart ile caizdir:

            İstisnâ, gaye, hal, şart ve buna benzer hadisin anlamını ihlâl etmemesi

            Hadisin zikredilmesine sebep teşkil eden bölüm hazfedilmemelidir.

            Hazfedilen bölüm sözlü ya da fiilî bir ibadetin niteliğini açıklamak için zikredilmemiş olmalıdır.

            Hazfedenin lafızların medlûllerini, anlamı ihlâl eden (bozan) ve etmeyen hazfi bilen birisi olmalıdır ki, farkına varmaksızın anlamı ihlâl eden bir hazifte bulunmasın.

            Ravinin hadisi ihtisar ettiği yahut eğer tam olarak rivayet ederse ona bir fazlalık kattığı şeklinde hıfzı kötü birisi zannedilecek şekilde itham altında tutulan birisi olmaması gerekir.

Mana yoluyla hadis rivayeti: Kendisinden hadis rivayet edilenin kullandığı lafızlardan başka lafızlar kullanarak hadisi nakletmek demektir. Ancak üç şartla caizdir:

            Dil ve kendisinden rivayette bulunulanın maksadı açısından hadisin anlamını bilmesi.

            Ravinin hadisin anlamını ezberlemiş olmakla birlikte lafzını unutması sebebiyle bunu gerektiren bir zorunluluğun bulunması.

            Lafzın zikir ve benzeri hadislerde olduğu gibi telaffuzları ile ibadet olunan türden olmaması.

Mevzu (Uydurma) Rivayetler

Mevzu: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem aleyhine yalan olarak uydurulmuş hadistir.

Hükmü: Böyle bir rivayeti ancak ondan sakındırmak maksadıyla uydurma olduğu açıklanarak zikretmek caiz olur. Hadisin uydurma olduğu bir kaç yolla bilinebilir. Bazıları:

            Hadisi uyduranın bunu itiraf etmesi

            Hadisin akla aykırı olması. Mesela, iki çelişkili hususu birarada sözkonusu etmesi, imkânsız bir şeyin varlığını dile getirmesi yahut vacip bir şeyin varlığına aykırı ifadeler taşıması ve benzeri hususlara aykırılığı.

            Dinde kesin olarak bilinen hususlara muhalif olması. Mesela İslam’ın rükünlerinden birisini kaldırması, faizi ya da benzer bir hükmü helal kılması yahut kıyametin kopacağı zamanı tayin etmesi.

Cerh ve Ta’dîl

Cerh: Ravinin, rivayetinin reddedilmesini gereken bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek yahut kabul edilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek, rivayetinin reddedilmesini gerektirecek şekilde sözkonusu edilmesidir.

Cerhin kabul edilmesi için beş şart aranır:

            Cerh yapanın adaletli olması gerekir. Fâsıkın cerhi kabul edilmez.

            Uyanık birisi tarafından yapılmalıdır. Gafleti bulunanın cerhi kabul edilmez.

            Cerhin sebeplerini bilen birisi tarafından yapılmalıdır.

            Cerhin sebebini açıklamalıdır. Müphem ifadelerle cerh kabul edilmez.

            Adaleti mütevatir, imameti meşhur kimse hakkında yapılmamalıdır. Nafi, Şu'be, Malik ve Buhârî gibi.

Ta’dîl: Ravinin rivayetinin kabul edilmesini gerektiren bir sıfata sahip olduğunun, rivayetinin de reddedilmesini gerektiren bir niteliğinin bulunmadığının belirtilmesi suretiyle ravinin sözkonusu edilmesidir. Mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:

            Mutlak: Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden adalet ile anılmasıdır. Bu onun her durumda sika olduğunun belirtilmesi demektir.

            Mukayyed: Ravinin şeyh, taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle âdil olduğunun belirtilmesidir..

Tadilin kabul edilmesi için dört şart aranır:

            Tadil yapanın adaletli olması gerekir, fâsık bir kimsenin tadili kabul edilmez.

            Uyanık olması gerekir. Dış görünüşe aldanan gafil kimsenin tadili kabul edilmez.

            Adalet sebeplerini bilen bir kimse tarafından yapılmalıdır..

           

Haberin, Kendisine İzafet Edildiği Kimse Bakımından Kısımları

Haber kendisine izafet edildiği kimse itibariyle üç kısma ayrılır: merfû’, mevkûf ve maktû’. Merfû’: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilendir. Mevkûf: Sahabiye izafe edilmekle birlikte merfû’ hükmü sabit olmayan rivayettir Maktû’: Tabiîye ve ondan sonra gelenlerden birisine izafe edilendir.

Ashab-ı Kiramdan En Son Vefat Eden Kişileri Bilmenin Faydaları:

            Bu nihai tarihten sonra ölen bir kimseden sahabi olduğu iddia etse de kabul edilmez.

            Bu son tarihten önce temyiz yaşına erişmeyen kimsenin ashab-ı kiramdan rivayet ettiği hadisler munkatı’dır.

İsnâd: Sened de denilir. Hadisi bize nakleden hadisin ravileridir. İsnâd, âlî ve nâzil olmak üzere iki kısımdır: Âlî isnad, Sıhhate daha yakın olandır, nâzil isnâd da bunun aksidir.

Müselsel: Ravilerin gerek rivayet eden, gerek rivayet ile ilgili aynı husus üzerinde ittifak etmeleri demektir. Burada ravilerin tek bir siga üzerinde ittifak ettikleri teselsülen görülmüştür. O da "haddesenâ: bize anlattı" sözüdür. Mesela, rivayet an fulanin an fulan lafzı ile müteselsilen gelirse, yine böyledir.

Hadis tahammülü: Hadisi, kendisinden rivayet ettiği şahıstan alması demektir. Üç şartı vardır:Temyiz: Hitabı anlamak, ona doğru cevap vermek demektir. Çoğunlukla yedi yaşı tamamlanınca gerçekleşir.Akıl: Deli ve bunağın hadis alması sahih değildir.Mâni (tahammüle engel) hususlardan uzak olmak: Aşırı derecede uyuklamak yahut fazla gürültü ya da çokça meşgul eden bir durum sözkonusu iken hadis tahammülü sahih olmaz.

Hadis rivayeti (edâsı): Başkasına ulaştırmak demektir. Hadisi duyduğu gibi nakletmelidir. Hatta edâ sîgalarında bile böyle yapmalıdır. Bunun için haddesenî yerine, ahbaranî demez yahut semi’tu veya buna benzer bir ifade kullanmaz. Edanın kabulü için birtakım şartlar vardır. Bazıları şunlardır:

            Akıl: Delinin ve bunağın edası kabul edilmediği gibi yaşlılığı veya başka bir sebep dolayısıyla temyiz gücünü kaybetmiş olanın edâsı da kabul edilmez.

            Bulûğ: Küçüğün edâsı kabul edilmez. Güvenilir, murahik (buluğ yaşı oldukça yaklaşmış) kimseden kabul edileceği söylenmiştir.

            Müslüman olmak: Kâfir bir kimse müslümanken hadis tahammül etmiş (rivayet almış) olsa dahi kâfirin edâsı kabul edilmez.

            Adalet: Fasıkın edası -adaletli iken hadis tahammül etmiş olsa dahi- kabul edilmez.

            Engeli bulunmamak: Buna göre aşırı uyuklar yahut kafasını meşgul eden bir halde iken edâ kabul edilmez.

 

TEFSİR USULÜ

 Kur'an-ı Kerim

Sözlükte Kur’ân "kaf, ra ve elif" kökünden; okumak ya da toplamak anlamında bir mastardır. Şer'î bir terim olarak Kur’ân; yüce Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'e indirilmiş bulunan, Fatiha sûresi ile başlayıp, Nâs sûresiyle biten yüce Allah'ın kelâmıdır.

Kur’ân'ın Nüzûlü

Kur’ân ilk olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e ramazan ayında, kadir gecesinde nazil oldu. Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimize ilk indirilmeye başladığında ilim ehlince meşhur olan görüşe göre kırk yaşında idi. Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i Rasûlullah’a indiren ise şerefli melekler arasından mukarreb meleklerden birisi olan Cebrail Aleyhisselam'dır:

Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Faydaları

    Kur’ân-ı Kerim'in yüce Allah tarafından indirilmiş olduğunu açıklamak.

    Yüce Allah'ın Rasûlünü savunmak noktasında ona gösterdiği itinayı açıklaması.

    Yüce Allah'ın sıkıntılarını açmak, kederlerini ortadan kaldırmak suretiyle kullarına verdiği önemi ortaya koymak.

    Âyeti doğru bir şekilde anlamak.

Mekkî ve Medenî (Kur’ân'ın Mekke'de ve Medine'de İnen Bölümleri)

Kur’ân-ı Kerim 23 senelik bir süre içerisinde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e kısım kısım indirilmiştir. Bundan dolayı ilim adamları Kur’ân'ı; Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:

            Mekkî Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e Medine'ye hicretinden önce inen buyruklara denir.

            Medenî ise Rasûlullah’a Medine'ye hicretinden sonra inen buyruklara denir.

Kur’ân'ın Tertibi

Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir. Bu tertip üç çeşittir:

            Kelimelerin tertibidir. Herbir kelimenin âyetteki yerinde olması demektir.

            Âyetlerin tertibidir. Bu da herbir âyetin surenin o âyete ait olan yerinde olması demektir.

            Sûrelerin tertibidir. Herbir sûrenin mushaftaki yerini alması demektir.

Kur’ân'ın Yazılması ve Toplanması

Kur’ân'ın yazılış ve toplanmasının üç aşaması vardır:

            Birinci aşama: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dönemindedir. Bu aşamada yazmaktan çok ezberlemeye dayanmaktadır.

            İkinci aşama: Ebu Bekir Radıyallahu anh döneminde hicretin onikinci yılında gerçekleşmiştir. Yemame vakasında aralarında Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim'in de bulunduğu çok sayıda Kur’ân okuyucusu şehid edilmiştir. Bunun üzerine Ebu Bekir Radıyallahu anh Kur’ân kaybolmasın diye toplanmasını emretmiştir.

            Üçüncü aşama mü'minlerin emiri Osman b. Affan Radıyallahu anh döneminde hicretin 25. yılında gerçekleşmiştir. Ashab’ın(ra) ellerinde bulunan sahifelerin farklılıklarına göre insanların da farklı okuyuşları olmuştur. Bu sebeple fitnenin başgöstermesinden korkulmuştur. Bunun üzerine Osman Radıyallahu anh bu sahifelerin tek bir mushaf halinde toplanmasını emretmiştir.

Tefsir: Sözlükte "fesr" kökünden gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü açmak demektir. Terim olarak; Kur’ân-ı Kerim'in anlamlarını açıklamak demektir.

Kur’ân'ın Tercümesi

Sözlükte tercüme hepsi beyan ve açıklama anlamı çerçevesinde değişik manalar hakkında kullanılır. Terim olarak, bir sözü başka bir dille ifade etmektir. Kur’ân tercümesi; başka bir dille Kur’ân'ın anlamını ifade etmek, demektir.

Muhkem ve Müteşabih

Muhkemlik ve müteşabihlik bakımından Kur'ân-ı Kerim üç çeşittir:

            Yüce Allah'ın Kur’ân'ın bütünü için bir nitelik olarak sözkonusu ettiği genel muhkemlik.

            Kur’ân-ı Kerim'in tümüne nitelik olan genel müteşabihliktir.

            Kur’ân âyetlerinin bir bölümüne mahsus muhkemlik ile bir diğer bölümüne mahsus müteşâbihliktir.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Mustafa DALDAL
(Yüksek Lisans- Özel Öğrenci) 

 

FIKIH USULÜ

FıkıhFıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Bir başka anlatımla, müctehidlerin, her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere fıkıh denir. Fıkıh ilminin bir dalı füru’, diğer dalı ise usul’dur.

Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab ve delil manalarında kullanılır.

Fıkıh usulü tarif: Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.

2.       İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.

İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme (fıkıh usûlü) denilir.

 

Müctehid:

İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.

 

Kurallar, Kaideler

 Kavaid, Kaide(Kural) kelimesinin çoğuludur. Her biri birçok cüz’i hükümlere şamil olan külli-umumi esaslar önermeler demektir. Örneğin: “Aksine bir karine bulunmadıkça her emir vücub içindir” bir kaidedir, kuraldır.

 

Ahkam-Hükümler:

Ahkam” kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir.

 

Hükümler üç kısımdır:

1.       Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Örneğin: “Bir ikinin yarısıdır”

2.       Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Örneğin: “Ateş yakıcıdır.”

3.       Şer’i hükümler: Şer’i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Örneğin: “Namaz farzdır.”

 

Şer’i Hükümler:

Üç kısma ayrılır:

1.       Ameli hükümler: Namazın, zekatın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah olduğu, borcu yazmanın, alış verişi şahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmenin mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir.

2.       İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve resuller, kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir.

3.       Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.

Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, itikadi ve ahlaki hükümleri “tevhid” veya “kelam” ilmi, ahlaki olanlar ise “tasavvuf” veya “ahlak” ilminde incelenir.

 

Şer’i Deliller:

1.       Tafsili (cüz’i) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delalet eden cüz’i delillerdir. Örneğin:  “Zinaya yaklaşmayın” ayeti sadece zinaya yaklaşmanın haram olduğuna delalet eder.

2.       İcmali (külli) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Örneğin:  Şer’i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir. Bu delillerin “amm” ve “hass” gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde “emir”, “nehiy”, “mutlak”, “mukayyed” gibi ayırımları vardır. “Emir vücub içindir, nehiy tahrim içindir.” gibi sözler birer külli delildir. İşte usulcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsili deliller ise fakihin meselesidir.

 

Fıkıh Usulünün Konusu:

Usûlü'l-fıkhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:

1.       Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.

2.       Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması.

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

 

Fıkıh Usulünün Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Yani Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.

 

Fıkıh Usulünün Faydaları:

1.       Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2.       Müctehidlerin hüküm çıkarma yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3.       Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.

4.       Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin ne olduğunu öğrenir.

5.       Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

 

Kur’an’ın Muhteviyatı:

Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.

1.       İbadetler: Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir.

2.       Muâmeleler: Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

 

İCMA'

İttifak etmek, görüş birliğine varmak, azmetmek, kasdetmek. Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda amelî bir meselenin şer'î hükmü üzerinde İslâm müctehidlerinin birleşmesi demektir. İslâm hukukunda, müctehidlerin üzerinde ittifak ettikleri dört tane aslî delil vardır: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas.

 

İcmaın Mertebeleri

1.       Sarih İcmaBu, her müctehidin, icma konusu olan fikri kabul ettiğini açıkça söylemiş olduğu icmadır. Bu tür icma, fakihlerin büyük çoğunluğunun ittifakı ile şer'î bir delildir.

2.       Sükûtî İcma: Herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olanı fakih belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkit eden çıkmazsa buna "sükutî icma" denir. İmam Şâfiî ve birçok bilgin, bu tür icma'ın huccet (delil) olduğunu kabul etmez.

3.       Müctehidlerin Belli Bir Ortak Noktada İttifak Etmeleri: Bir mesele üzerinde aynı asırdaki fakihler ihtilafa düşerler ve herhangi bir müctehid, diğerlerinin görüşüne her yönden zıt bir ictihad'da bulunmazsa, bu durumda aralarında görüş ayrılığı olmakla birlikte, bir noktada birlik (icma) bulunmuş olur.

KIYAS

Ölçmek, kıyaslamak, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek, hakkında nass (âyet hadis) bulunan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass bulunmayan meselenin hükmüne bağlamak anlamında bir fıkıh usulü terimidir. K.Y.S kökünden, "kâse" ve "kâyese" dili geçmişin mastarı. Müctehid tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnet'e dayandırılır. Çünkü şer'i hükümler, ya doğrudan doğruya âyet veya hadislere, ya da kıyas yoluyla bu nass'lara dayanır.

Kıyasın tariflerinde ortak olan nokta şudur: Nass'a dayanan bir meselenin hükmünü, ictihad yoluyla, aynı ortak illeti taşıyan ve nass ile belirtilmemiş bulunan mesele için de sâbit kılmaktan ibarettir.

 

Kıyasın Rükünleri

Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak, şeklinde tarif edilince, buradan dört rukün ortaya çıkmaktadır. Asl, fer', hüküm ve illet.

Kıyasın Kısımları:

1.       Celî (Açık) Kıyas: Burada illet, fer'ide asıldakinden daha kuvvetli ve açık olup, asl ile fer' arasındaki fark kaldırılmış bulunur.

2.       Hafî (Gizli) KıyasBurada asl ile fer' arasındaki farkın kaldırıldığı zannî olarak bilinir. Meselâ; demir cinsinden bir şeyle kasten adam öldürmenin cezası kısastır.

 

İSTİHSAN

Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek. Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması anlamında bir fıkıh usûlü terimidir.

 

İstihsan ile Kıyas Arasındaki Fark:

Ferdî düşünce ürünü olan ictihad, Sahabe devrinde "re'y" adını alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı verildi. Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak tercih ettiği kıyas şekline de "istihsan" denildi. Bu duruma göre, istihsan, toplumda karşılaşılan problemleri çözmede daha elverişli ve etkisi daha çok olan bir metoddur.

 

İstihsanın Çeşitleri:

1. Nass Sebebiyle İstihsan

2. İcmâ Sebebiyle İstihsan

3. Zarûret ve İhtiyaç Sebebiyle İstihsan

4. Kapalı Kıyas Sebebiyle İstihsan

5. Örf Sebebiyle İstihsan

6. Maslahat Sebebiyle İstihsan

 

ÖRF

İyilik, ihsan, bilme, tanıma, akıl ve dinin güzel gördüğü şey; itiraf; at yelesi; horoz ibiği; yüksek yer; dalga, sabır; aklın delâletiyle kişilerde yerleşen ve selim tabiatça benimsenip, kabul edilen söz ve fiiller anlamında bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a'râf" ve "uref"tir. Yeni İslâm hukukçularından bazılarının tarifi şöyledir: "Örf, herkesin bildiği ve genellikle kendisine uya geldiği söz ve fiillerdir"

 

MESÂLİH-İ MÜRSELE

"Mesâlih", yerine göre gerekli olan iş, söz, davranış, iyilik, düzen, barış yolu, kârlı iş, uygun iş anlamındaki "Maslahat" kelimesinin çoğulu; "Mürsele", "Resele" den türetilmiş olan "İrsâl" masdarından ism-i mef'ul olup, salıverilmiş, başıboş bırakılmış, kayıt ve şarta bağlanmamış şey; "Mesalih-i Mürsele" her hangi bir kayda bağlı olmayan maslahatlar anlamında bir İslâm hukuku terimi. Mesâlih-i Mürsele yerine Maslahat-i Mürsele terimi de kullanılır.

İslâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Malik'tir.

 

SEDDİ ZERAİ'

Sedd; menetme, engelleme, kapama manalarına gelir. Zerai' ise bir şey'e götüren vesîle ve yol manâsına gelen zeria'nın çoğuludur. Bu şey mefsedet, maslahat, söz ve fiil olabilir. Sedd-i zerai' vesîleleri kaldırmak, sebebi tıkamak demektir. Bu durumda harama vesîle olân şey haram, vacibu vesîle olan şey vaciptir.

 

TEKLİF

Zor olanı istemek. Fıkıh usulü ıstılahında, Şari'in bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesi.

Buna göre teklifî hükümler fakihlerin çoğunluğuna göre beş kısma ayrılır.: 1- Vacip,2- Mendup, 3- Haram, 4- Mekruh, 5- Mübah.

Hanefiler ise, teklifi hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vacip, 3- Mendup, 4-Haram, 5- Tahrimen mekruh, 6- Tenzihen mekruh, 7- Mübah.

Teklifin esasını akıl ve idrak teşkil eder; yani akıl ve idrak, teklifin temel şartıdır.

 

FARZ

Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, kesme, hisseye ayırma anlamlarını ifade eder. Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime değişik anlamlarıyla kullanılmıştır.

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

1.       Farz-ı Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir.

2.       Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir.

 

VÂCİB

Gerekli ve sabit olan. "Vecebe" fiilinden ism-i fâil. Bu fiilin mastarları olan "vücûben", "vecben", "vecbeten", ve "vecibeten", gerekli ve sabit olmak, yere düşmek, kalb çarpmak, günde bir defa yemek, ölmek ve güneş batmak anlamlarına gelir.

İslâm hukukunda "vâcib", yükümlünün farzdan aşağıda, fakat sünnetten daha kuvvetli olarak yerine getirmesi istenilen şer'î hükümdür.

MENDÛB

Mendûb sözlükte, kendisine davet olunan şey anlamına gelir. Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş demektir. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah (s.a.s)'ın bazen yapıp, bazen terk ettiği işler.

 

Mendubun Çeşitleri:

1.       Sünnet-i Müekkede-Sünneti Hüda: Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptığı ve sırf bağlayıcı olmadığım göstermek üzere nâdir olarak terkettiği farz ve vacib olmayan fiillerdir.

2.       Sünnet-i Gayri Müekkede-Nâfile-Müstehab: Hz. Peygamber (s.a.s)'in bazen yapıp bazen de terkettiği ameller. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz.

3.       Sünnet-i Zevaid: Hz. Peygamber'in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allahu Teâlâ'dan bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği taşımayan beşeri fiillerdir.

 

MÜSTEHAP

Müstehab sözlükte, sevilen, hoşa giden demektir. Fıkıh ilminde ise; şeriatın yapılmasını hoş gördüğü, tavsiye ettiği ama yapılması zorunlu olmayan amellerdir. Müstehap, genellikle (devamlı işlenmeyen) gayr-i müekked sünnetle eş anlamlı olarak da kullanılır.

 

NAFİLE

Nafile’nin aslı ‘nefl’dir ki bu da gerekli olanın (farz olanın) üzerine yapılan bir fazlalıktır. Aynı kelime, ganimet malı, yani savaştan sonra ele geçen mal hakkında da kullanılır. Bunun çoğulu ‘enfal’dir. Mecburi olmaksızın yapılan fazla işe, ‘nafile’ demek daha yaygın bir söyleyiştir. Nafile, aynı zamanda, bağış, hibe anlamlarına da gelmektedir.

Fıkıh ilminde ‘nafile’; Farz ve vacip dışında, sevap amacıyla yapılan, Peygamberimizin de kıldığı bilinen namazların tümüne ve diğer ibadetlere verilen bir isimdir.

 

HARAM

Sözlükte, yasaklama, mahrum etme anlamlarına gelir. Haram, dince yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir fiili yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir. Yükümlünün böyle şeylerden mahrum edilmesi, yani bunların ona yasak edilmesi ‘haram’ kelimesiyle ifade edilmektir.

 

Haramın Çeşitleri:

Bir haramdaki zarar ya bizzat yasaklanan fiilin kendisinden kaynaklanır veya dolaylı yoldan bir sebebe dayanır. Buna göre haram, doğrudan ve dolaylı yoldan olmak üzere ikiye ayrılır.

1.       Bizzat Haram (Haram Bizatihi, Haram Liaynihi): Allah ve Rasûlünün geçici bir sebebe dayalı olmaksızın baştan itibaren ve temelden haram kıldığı fiildir.

2.       Dolaylı Haram (Haram li Gayrihi): Kendisi esasen haram olmadığı halde başka bir sebep dolaysiyle yasaklanan şeylerdir. Başkasının malını haksız yere yemek, cuma namazı saatinde çalışmak gibi.

 

MEKRÛH

Kerahet kökünden ism-i mef'ul. Kerahet; istememek, hoşlanmamak ve çirkin görmek demektir. Mekrûh ise; istenmeyen, hoşa gitmeyen, çirkin iş anlamındadır. Bir fıkıh terimi olarak mekrûh; Allah ve Resulünün, yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.

Mekruhun Çeşitleri:

1.       Tahrimen Mekruh: Allah ve Resulunun bir fiilin yapılmamasını, kesin ve bağlayıcı tarzda istemiş olmakla birlikte, bu istek haberi vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa, buna "tahrîmen (harama yakın) mekruh" denir.

2.       Tenzîhen Mekruh: Allah ve Resulunun koyduğu yasağın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil "tenzihen (helâla yakın) mekruh" adını alır.

 

MÜBAH

Bu kelimenin aslı ‘ibâha’dır. ‘İbâha’ sözlükte; bir şeyin yapılması veya terkedilmesi arasındaki hükümdür. ‘Mübah’ ise; şeriatın mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür.

 

MÜKELLEF

Mükellef (sorumlu) kılınmanın iki şartı vardır:

1.       Akıllı olmak. Bir insanın dinin emirlerinden yani kulluktan sorumlu olabilmesi için akıl sahibi olması şarttır.

2.       Büluğ (ergenlik) yaşına ulaşmış olmak. Ergenlik yaşına ulaşmak, oğlan çocukların erkek, kız çocukların ise kadın durumuna ulaşma yaşlarıdır.

Ehliyetin vücub ve eda ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.

1.       Vücub Ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübutuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir.

a.       Eksik Vücub Ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit olmaz. Cenin sağ doğmak şartıyla mirasçı olur, lehine vasiyet edilen mala sahip bulunur, yine lehine vakıf geçerlidir, babası cihetinden nesebi sabit olur. Aleyhine olan medeni haklar ise sabit olmaz.

b.      Tam Vücub Ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler.

2.       Eda Ehliyeti: Kişinin medeni hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabii bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Bunun varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır.

 

ŞART

Yerine getirilmesi gerekli olan şey. Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf. Meselâ, namaz için "abdest" bir şarttır.

1.       Şer'î Şart: İslâm'ın koyduğu şartlar olup, ibadet veya akidlerin gerçekleşmesi için bunarın bulunması gerekir. Akdin meydana gelmesi için akdi yapanın ehliyetli olması gibi.

2.       Ca'lî Şart: Akdi yapanın, akitte özel bir maksadı gerçekleştirmek için kendi isteği ile koyduğu şartlara "ca'lî şart" denir.

RÜKN

Bir şeyi oluşturan asıl parçalardan her biri; direk, dayanak, maddî ve mânevî destek; bir ibadet veya muamelenin varlığı kendisine bağlı bulunan ve onun esas unsur ve parçalarını teşkil eden temeller. Çoğulu "erkân" ve "erkün" gelir.

 

AZÎMET

Allah'ın yapılmasını emrettiği ve yapılmamasını istediği hususlarda tam bir titizlik gösterip bir emir ve yasaklara kuvvetle ve kesin kararlılıkla uymakla ilgili bir fıkıh ıstılahı. Azimet, kuvvetle, ısrarla ve büyük bir kararlılıkla bir şeyi istemek veya yapmaktır. Bu duruma göre azimet; farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh ve haramların tümünü içerir.

Zaruretler bazı haram ve yasak olan şeyleri mübah kılar. İşte buna ruhsat denir. Bu açıdan haram olan şeyler üç kısma ayrılır:

1.       Hiç bir şekilde işlenilmesine ruhsat verilmeyen haramlar. Meselâ bir kimse ne kadar tehdit ve baskı altında kalsa da başkasını öldürmesi veya bir uzvunu kesmesi caiz değildir. Buna ruhsat verilmemiştir.

2.       Zaruret ile sakıt olan haramlar. Zaruret bunların işlenmesini mübah kılar ve haram olmasını ortadan kaldırır. Ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan kimse, ölmeyecek kadar murdar et yiyebilir. Tedavi maksadıyla doktor, kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakabilir.

3.       Haram olması tamamen ortadan kalkmayıp, zaruret anında ruhsat ihtimali olan ve mübah muamelesi gören haramlar. Meselâ bir kimsenin malına tecavüz etmek haramdır. Aç kalıp da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir kimse başkasının malını rızası olmasa da alıp yiyebilir.

 

ZARÛRET

Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç, şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil kullanımına ihtiyaç duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret, ızdırar mastarından isimdir. Izdırar; muhtaç ve mecbur etmek demektir. Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış olur.

 

MÜKREH

İstemediği ve çirkin gördüğü bir işi yapmağa zorlanan kimse; ikrah kökünden ism-i mef'ûl. İkrah; tehdit etmek suretiyle kişinin hukuken yapmakla yükümlü olmadığı bir işi yapmaya onu zorlamak demektir. Zorlayan, tehdit eden kimseye "mükrih" denir.

İkrahın Kısımları:

1.       Tam İkrah: Öldürme, bir organı yok etme veya toplumda mevki sahibi kişi için alçaltıcı bir muameleye maruz bırakma tehdidi ihtiva eden zorlama. Bu çeşit zorlama, zorlanan kimsenin ihtiyar ve rızasını ortadan kaldırır.

2.       Eksik İkrah: Öldürme veya bir organı yok etme tehdidini kapsamayan korkutma. Kısa süre hapisle veya ölüm yahut organ kaybı tehlikesi taşımayan dövmeyle tehditte bulunarak yapılan korkutma gibi. Bu çeşit ikrah, rızayı ortadan kaldırır, fakat ihtiyarı etkilemez.

 

İkrah’ın Hükmü:

İkrah, söz ve fiillerin sonuçlarına etki yapar, fakat ehliyetin aslını ortadan kaldırmaz. Geçerli olan ikrah, tam olsun, eksik bulunsun, sözleri hükümden düşürür. Bu nedenle, ikrah altında yapılan ikrarlar geçerli olmaz. Ancak, ikrah hâli kalktıktan sonra rıza gösterilmesi hali müstesnadır. Tam ikrah da, eksik ikrah da rızayı yok eder. Bağlayıcı akid ve sözlerde ise karşılıklı rıza esastır. Zorlananın fiilleri, zorlamanın tam veya eksik olmasına göre değişik hükme tâbi olur. Eksik ikrah, zorlananı fiilinin sonucu bakımından mutlak olarak serbest bırakmaz. Tam ikrahta ise zorlanan, işlediği fiilden sorumlu olmamakla birlikte, korkutan sorumlu olur. Sorumluluk ikisi arasında yer değiştirmiş bulunur.

 

MEFHÛM-Ü MUHALEFET

Mefhum sözlükte, anlam, kavram; muhalefet ise zıt, muhalif, karşı anlamlarına gelir. Mefhum-i muhalefet; zıt anlam demektir. Bir fıkıh usulü terimi olarak; şer'î bir sözde söylenmeyenin söylenene ve zikrolunana hükümde zıt olmasıdır.

Çeşitleri "Anne babaya öf deme" (el-İsrâ, 17/23, 24) ayetinde söylenene, "onları dövme, onlara sövme" şeklindeki söylenmeyen hüküm uygundur.

 

MASLAHAT

Faydalı olanı elde edip, zararlı olanı defetme. ‘Maslahat’, ‘salah’ kökünden türemiş bir kavramdır. Salah sözlükte; ‘fesad’ın zıddı olup, düzgün oldu, istikamet üzere oldu, sağlam oldu, düzeldi, kendisinden fesat gidip sulh (barış-iyi durum) oldu gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türemiş ‘salih’ iyi, faydalı işler, akla ve dine göre yarayışlı olma, fesat içinde olmama anlamlarına gelmektedir. Bu kavram fıkıhta, yararlı olanı elde etme, zararlı olanı (müfsidi) defetme anlamında kullanılmıştır.

 

Maslahatlar üçe ayrılır:

1.       Zarurîyyat: Ümmetin bütünü ve birimleriyle elde etmek zorunda olduğu maslahatlardır. Zarurî maslahatlar beş kısma ayrılır:

a) Dini muhafaza,

b) Nefsi muhafaza,

c) Nesli muhafaza,

d) Aklı muhafaza,

e) Malı muhafaza.

2.       Hâciyyât: Zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak, genişliği temin etmek için insanların muhtaç oldukları maslahatlardır. İbadetlerdeki kolaylıklar, seferde ruhsat, alış-veriş imkânı ve şekilleri bu gruba girer.

Tahsiniyyât: İnsanların hal ve durumlarının yüksek edep ve sağlam ahlâkî temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır. Güzel giyinmek, adab-ı muaşerete riayet vb. bu gruptandır.
 
 

HADİS USÛLÜ

 

Hadis Istılahları İlmiRavinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.

 

Faydası: Ravi ile mervîden kabul ve red olunanı bilmektir.

 

Hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.

 

Haber: Hadis anlamındadır. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e de, başkasına da isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber hadisten daha genel ve kapsamlı olur.

 

Eser: sahabiye ya da tabiîye isnad edilendir. Bazan kayıtlı olarak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilenin kastedildiği de olabilir. Bu durumda: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivayet edilen eserden... diye söylenir.

 

Kudsi hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.

Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis arasında bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle Peygamberimize nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir, ama lafız itibariyle değil.

 

Bize Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin Kısımları

 

Mütevatir: Adeten yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir.

Mütevatir iki kısma ayrılır:

1.       Hem Lafız, Hem Mana İtibariyle Mütevatir: Ravilerin hem lafzı, hem de manası üzerinde ittifak ettikleri mütevâtir rivayettir.

2.       Mana İtibariyle Mütevatir: Ravilerin genel anlamı itibariyle ittifak ettikleri, fakat her hadisin özel manası ile münferid kaldığı rivayetlerdir. Şefaate dair hadisler ile mestler üzerine meshetmeye dair hadisler buna örnektir.

 

Âhâd: Mütevatirlerin dışında kalanlardır. Rivayet Yolları İtibariyle üç kısma ayrılır:

1.       Meşhur: Üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği fakat tevatür sınırına ulaşmayan rivayettir.

2.       Aziz: Sadece iki kişinin naklettiği rivayettir.

3.       Garîb: Sadece bir kişinin naklettiği rivayettir.

 

Hadisin Sıhhati Şu Üç Hususla Bilinir:

1.       Hadis’in Buhârî ve Muslim'in Sahih’leri gibi hadisleri sahih kabul etmekte sözlerine itimad edilen kimselerin tasnif ettikleri eserlerde bulunması.

2.       Hadislerin sahih olduğunu belirtmekte sözüne güvenilen ve bununla birlikte bu hususta müsamahakârlıkla tanınmamış imam (kendisine uyulan önder) bir zatın, hadisin sıhhatini açıkça ifade etmesi.

3.       Ravilerinin ve rivayet yollarının tetkik edilmesi. Eğer sıhhat şartları eksiksiz olarak tesbit edilebilirse, o zaman hadisin sahih olduğuna dair hüküm verilir.

 

Mertebe İtibariyle: Hadisler Beş Kısma Ayrılır: Sahih li zâtihî, sahih li gayrihî, hasen li zatihî, hasen li gayrihî ve daîf (zayıf)

1.       Sahih Li Zâtihî: Zaptı tam, adaletli ravinin muttasıl bir senedle rivayet ettiği, şaz olmayan ve mertebeden kabule engel bir illeti bulunmayan rivayettir.

2.       Sahih Li Gayrihî: Bu bir kaç yoldan rivayet edilmesi halinde, hasen li zatihi olan hadistir.

3.       Hasen Li Zâtihî: Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin muttasıl bir senetle rivayet ettiği, şazlıktan ve reddedilmeyi gerektiren illetten uzak hadistir.

Hasen li zâtihî ile sahih li zâtihî arasındaki tek fark, sahih hadiste zaptın tam olma şartının koşulması ile birlikte, hasen li zatihide bunun şart olmamasıdır.

4.       Hasen Li Gayrihî: Zayıf hadisin, biri diğerini telafi edecek ve aralarında yalancı ve yalanla itham olunmuş bir ravi bulunmayacak şekilde birkaç yoldan nakledilmesidir.

5.       Zayıf: Sahih ve hasen şartlarını taşımayan hadistir.

 

Âhâd Haberlerin Hükmü

Zayıf hariç olmak üzere âhâd hadisler:

1.       Zan ifade eder. Bu da bu rivayetlerin kendisinden naklolunduğu zata nisbetinin sahih olma ihtimalinin ağır olması demektir.

2.       Eğer bir haber mahiyetinde ise, tasdik edilmesi, eğer bir talep ifade ediyorsa, uygulanması suretiyle delâleti gereğince amelde bulunmak.

Zayıf hadise gelince ne zan, ne de amel ifade eder. Onu delil olarak kabul etmek de caiz değildir, zayıf olduğunu açıklamadan zikretmek de caiz değildir. Bir grup ilim adamı şu aşağıdaki şartlara bağlı olarak zikredilmesini müsamaha ile karşılamışlardır:

1.       Zayıflık derecesi ileri olmamalı

2.       Terğib ve terhibin sözkonusu edildiği amel, aslı itibariyle sabit olmalı

3.       Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in onu söylediğine itikad etmemeli (kesin olarak inanmamalı)

 

Munkatı’ Hadis

Munkatı’ sened: Senedi muttasıl olmayan demektir. Munkatı’ senedin dört kısmı vardır: Mürsel, muallak, mu’dal ve munkatı.

1.       Mürsel: Sahabinin ya da tabiînden olan bir kimsenin peygamberden duymadığı bir şeyi peygambere ref’ etmesi (nisbet etmesi) demektir.

2.       Muallak: Senedinin baş tarafları zikredilmeyendir. Bazen muallak ile bütün senedi zikredilmemiş olan hadis te kastedilebilir. Buhârî'nin: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem her zaman Allah'ı zikrederdi, rivayeti gibi.

3.       Mu’dal: Senedinde arka arkaya iki ve daha fazla ravinin zikredilmediği hadistir.

4.       Munkatı’: Senedinde bir ya da arka arkaya olmamak şartı ile daha fazla ravinin hazfedildiği rivayettir.

 

TedlîsHadisi gerçekte bulunduğu dereceden daha üstün bir mertebede olduğunu vehmettirecek bir senedle nakletmektir. Tedlîs iki kısımdır: İsnaddaki tedlîs ve şuyûh Tedlîsi

1.       İsnaddaki Tedlîs: Kişinin, karşılaştığı kimselerden duymadığı bir sözü yahut yaptığını görmediği bir fiili o sözü duyduğunu ya da (o fiili) gördüğünü vehmettirecek şekilde rivayet etmesidir. Mesela dedi, yaptı gibi ifadeler kullanması.

2.       Şuyûh Tedlîsi: Rivayeti naklederek şeyhini (kendisinden hadis aldığı hocasını) meşhur olduğu nitelikten bir başkası ile zikretmesi ve böylelikle onun bir başka ravi olduğu izlenimini vermesidir. Bunu da ya kendisinden yaşça daha küçük olmasından ötürü böyle yapar ve bunu kendisinden daha aşağı mertebede bulunandan rivayet ettiğinin açığa çıkmasını istemez.

 

Muzdarib: Ravilerin, senedinde ya da metninde ihtilâf ettikleri ve bunların birarada telifine ya da tercihine imkân bulunmayan rivayetlere denir. Şayet cem mümkün olursa cem etmek gerekir ve ızdırab ortadan kalkar. Muzdarib zayıftır, delil olarak gösterilemez. Çünkü onun muzdarib olması ravilerinin zapt sahibi olmadıklarını gösterir. Ancak eğer ızdırab hadisin aslı ile ilgili değilse zarar vermez.

 

Metinde İdrâc: Ravilerden birisinin hadise gerekli açıklamayı yapmaksızın kendiliğinden bir söz araya sokuşturmasıdır. Bunu ya bir kelimeyi açıklamak, ya bir hüküm istinbat etmek ya da bir hikmeti beyan etmek için yapar. İdrâc hadisin başında, ortasında ve sonunda olabilir.

 

Hadiste Ziyade: Ravilerden birisinin hadisten olmayan bir şeyi hadise katması demektir. İki kısma ayrılır:

1.       İdrâc kabilinden olması: Bu, ravilerden herhangi birisinin hadis olarak değil de kendiliğinden eklediği bir fazlalıktır.

2.       Bazı ravilerin bu fazlalığın bizzat hadisten olduğunu ifade ederek gelmesi.

Eğer bu ziyade sika olmayan bir ravi tarafından zikredilmiş ise kabul edilmez. Şayet bu ziyade sika bir raviden geliyor ise eğer kendisinden daha çok rivayeti bulunan yahut daha sika bir kimsenin rivayeti ile uyuşmuyor ise bu fazlalık kabul edilmez.

 

Hadisi İhtisar Etmek: Hadisi rivayet edenin ya da nakledenin hadisten bir şeyler hazfetmesidir. Ancak beş şart ile caizdir:

1.       İstisnâ, gaye, hal, şart ve buna benzer hadisin anlamını ihlâl etmemesi

2.       Hadisin zikredilmesine sebep teşkil eden bölüm hazfedilmemelidir.

3.       Hazfedilen bölüm sözlü ya da fiilî bir ibadetin niteliğini açıklamak için zikredilmemiş olmalıdır.

4.       Hazfedenin lafızların medlûllerini, anlamı ihlâl eden (bozan) ve etmeyen hazfi bilen birisi olmalıdır ki, farkına varmaksızın anlamı ihlâl eden bir hazifte bulunmasın.

5.       Ravinin hadisi ihtisar ettiği yahut eğer tam olarak rivayet ederse ona bir fazlalık kattığı şeklinde hıfzı kötü birisi zannedilecek şekilde itham altında tutulan birisi olmaması gerekir.

 

Mana Yoluyla Hadis Rivayeti: Kendisinden hadis rivayet edilenin kullandığı lafızlardan başka lafızlar kullanarak hadisi nakletmek demektir. Ancak üç şartla caizdir:

1.       Dil ve kendisinden rivayette bulunulanın maksadı açısından hadisin anlamını bilmesi.

2.       Ravinin hadisin anlamını ezberlemiş olmakla birlikte lafzını unutması sebebiyle bunu gerektiren bir zorunluluğun bulunması.

3.       Lafzın zikir ve benzeri hadislerde olduğu gibi telaffuzları ile ibadet olunan türden olmaması.

 

Mevzu (Uydurma) Rivayetler

 

Mevzu: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem aleyhine yalan olarak uydurulmuş hadistir. Hükmü: Ancak ondan sakındırmak maksadıyla uydurma olduğu açıklanarak zikretmek caiz olur.

Hadisin uydurma olduğu bir kaç yolla bilinebilir:

1.       Hadisi uyduranın bunu itiraf etmesi

2.       Hadisin akla aykırı olması. Mesela, iki çelişkili hususu birarada sözkonusu etmesi, imkânsız bir şeyin varlığını dile getirmesi yahut vacip bir şeyin varlığına aykırı ifadeler taşıması ve benzeri hususlara aykırılığı.

3.       Dinde kesin olarak bilinen hususlara muhalif olması. Mesela İslam’ın rükünlerinden birisini kaldırması, faizi ya da benzer bir hükmü helal kılması yahut kıyametin kopacağı zamanı tayin etmesi.

 

Cerh ve Ta’dîl

 

Cerh: Ravinin, rivayetinin reddedilmesini gereken bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek yahut kabul edilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek, rivayetinin reddedilmesini gerektirecek şekilde sözkonusu edilmesidir. Cerh mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:

1.       Mutlak: Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden cerh edildiğini belirtmek. Bu her halükârda onun rivayetinin reddedilmesini gerektirir.

2.       Mukayyed: Ravinin şeyh (hoca) ya da taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle cerhedildiğinin sözkonusu edilmesi.

Cerhin kabul edilmesi için beş şart aranır:

1.       Cerh yapanın adaletli olması gerekir. Fâsıkın cerhi kabul edilmez.

2.       Uyanık birisi tarafından yapılmalıdır. Gafleti bulunanın cerhi kabul edilmez.

3.       Cerhin sebeplerini bilen birisi tarafından yapılmalıdır.

4.       Cerhin sebebini açıklamalıdır. Müphem ifadelerle cerh kabul edilmez.

5.       Adaleti mütevatir, imameti meşhur kimse hakkında yapılmamalıdır. Nafi, Şu'be, Malik ve Buhârî gibi.

Ta’dîl: Ravinin rivayetinin kabul edilmesini gerektiren bir sıfata sahip olduğunun, rivayetinin de reddedilmesini gerektiren bir niteliğinin bulunmadığının belirtilmesi suretiyle ravinin sözkonusu edilmesidir. Mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:

1.       Mutlak: Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden adalet ile anılmasıdır. Bu onun her durumda sika olduğunun belirtilmesi demektir.

2.       Mukayyed: Ravinin şeyh, taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle âdil olduğunun belirtilmesidir..

Ta’dilin kabul edilmesi için dört şart aranır:

1.       Ta’dil yapanın adaletli olması gerekir, fâsık bir kimsenin tadili kabul edilmez.

2.       Uyanık olması gerekir. Dış görünüşe aldanan gafil kimsenin tadili kabul edilmez.

3.       Adalet sebeplerini bilen bir kimse tarafından yapılmalıdır..

4.       Rivayetinin reddedilmesini gereken yalancılık, açık fasıklık ya da buna benzer bir husus ile ün salmış bir kimse hakkında yapılmamış olmalıdır.

 

Haberin, Kendisine İzafet Edildiği Kimse Bakımından Kısımları

1.       Merfû’: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilendir. Bu da iki kısma ayrılır. Sarih (açık) merfû’ veya hükmen merfû’:

a.       Sarih merfû’: Bizzat Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilen söz, fiil, takrir, ahlakî vasıf ya da yaratılışının niteliği ile alakalı şeylerdir.

b.      Hükmen merfû’: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilmiş hükmünü taşıyan rivayetlerdir. Bu da birkaç türlüdür:

2.       Mevkûf: Sahabiye izafe edilmekle birlikte merfû’ hükmü sabit olmayan rivayettir

3.       Maktû’: Tabiîye ve ondan sonra gelenlerden birisine izafe edilendir.

 

Sahabi: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile ona iman ederek birlikte bulunan yahut onu gören ve bu hal üzere ölen kimsedir.  Buna göre önce irtidad eden, sonra tekrar İslama dönen kimseler de kapsama girer. el-Eş’as b. Kays gibi.

 

Muhadram: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e hayatta iken iman etmekle birlikte, onunla bir araya gelememiş olan kimseye denir. Muhadramlar ashab ile tabiîn arasında bağımsız bir tabakadırlar denildiği gibi, hayır, onlar tabiînlerin büyükleridir, diye de söylenmiştir.

 

Tabiûn: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e iman eden bir kişi olarak sahabi ile birarada bulunan ve bu hali üzere ölen kimsedir. Tabiûn üç tabakadırlar. Büyük, küçük ve ikisinin arasında. Tabiûnun büyük tabakası rivayetlerinin çoğunluğu ashab-ı kiramdan olan kimselerdir. Küçük tabaka ise rivayetlerinin çoğunluğu tabiînden olan ve ancak az sayıdaki sahabi ile karşılaşmış bulunan kimselerdir. Orta tabaka ise hem ashabdan, hem de tabiîlerin büyüklerinden çokça rivayette bulunan kimselerdir.

 

Ashab-ı Kiramdan En Son Vefat Eden Kişileri Bilmenin Faydaları:

1.       Bu nihai tarihten sonra ölen bir kimseden sahabi olduğu iddia etse de kabul edilmez.

2.       Bu son tarihten önce temyiz yaşına erişmeyen kimsenin ashab-ı kiramdan rivayet ettiği hadisler munkatı’dır.

 

İsnâd: Sened de denilir. Hadisi bize nakleden hadisin ravileridir. İsnâd, âlî ve nâzil olmak üzere iki kısımdır: Âlî isnad, Sıhhate daha yakın olandır, nâzil isnâd da bunun aksidir.

Uluvv iki türlüdür. Sıfat itibariyle uluvv, adet (saygı) itibariyle uluvv.

1.       Sıfat itibariyle uluvv: Ravilerin zapt ya da adalet bakımından bir başka isnaddaki ravilerden daha güçlü olmaları demektir.

2.       Sayı bakımından uluvv: Bir senetteki ravilerin sayılarının bir başka senede nisbetle daha az olması demektir.

Sayı azlığının uluvv olmasının sebebi, aradaki vasıtalar azaldıkça hata ihtimalinin azalmasından dolayıdır. Bundan dolayı böyle bir senedin sıhhat ihtimali daha yüksektir.

Nüzûl ise uluvvün karşıtı olup, o da sıfat itibariyle nüzul ve sayı itibariyle nüzûl olmak üzere iki türlüdür.

1.       Sıfat itibariyle nüzûl: Bir senetteki ravilerin zapt ya da adalet bakımından bir diğer senetteki ravilerden daha zayıf olmaları demektir.

2.       Sayı itibariyle nüzûl ise; bir senetteki ravi sayısının bir diğer senettekine nisbetle daha çok olması demektir.

Bazan aynı isnadda sıfat itibariyle uluvv ve sayı itibariyle uluvv türleri birarada bulunabilir. Bu durumda böyle bir isnad hem sıfat bakımından, hem sayı bakımından âlî olur.

 

Müselsel: Ravilerin gerek rivayet eden, gerek rivayet ile ilgili aynı husus üzerinde ittifak etmeleri demektir. Burada ravilerin tek bir siga üzerinde ittifak ettikleri teselsülen görülmüştür. O da "haddesenâ: bize anlattı" sözüdür. Mesela, rivayet an fulanin an fulan lafzı ile müteselsilen gelirse, yine böyledir.

Müselselin faydası: Ravilerin birbirlerinden rivayet alışlarını iyice zaptettiklerini ve herbirisinin kendisinden öncekine tabi oluşta itina gösterdiğini açıkça ortaya koymaktır.

 

Hadis Tahammülü: Hadisi, kendisinden rivayet ettiği şahıstan alması demektir. Üç şartı vardır:

1.       Temyiz: Hitabı anlamak, ona doğru cevap vermek demektir. Çoğunlukla yedi yaşı tamamlanınca gerçekleşir.

2.       Akıl: Deli ve bunağın hadis alması sahih değildir.

3.       Mâni (tahammüle engel) hususlardan uzak olmak: Aşırı derecede uyuklamak yahut fazla gürültü ya da çokça meşgul eden bir durum sözkonusu iken hadis tahammülü sahih olmaz.

 

Hadis Rivayeti (edâsı): Başkasına ulaştırmak demektir. Hadisi duyduğu gibi nakletmelidir. Hatta edâ sîgalarında bile böyle yapmalıdır. Bunun için haddesenî yerine, ahbaranî demez yahut semi’tu veya buna benzer bir ifade kullanmaz. Edanın kabulü için birtakım şartlar vardır. Bazıları şunlardır:

1.       Akıl: Delinin ve bunağın edası kabul edilmediği gibi yaşlılığı veya başka bir sebep dolayısıyla temyiz gücünü kaybetmiş olanın edâsı da kabul edilmez.

2.       Bulûğ: Küçüğün edâsı kabul edilmez. Güvenilir, murahik (buluğ yaşı oldukça yaklaşmış) kimseden kabul edileceği söylenmiştir.

3.       Müslüman olmak: Kâfir bir kimse müslümanken hadis tahammül etmiş (rivayet almış) olsa dahi kâfirin edâsı kabul edilmez.

4.       Adalet: Fasıkın edası -adaletli iken hadis tahammül etmiş olsa dahi- kabul edilmez.

5.       Engeli bulunmamak: Buna göre aşırı uyuklar yahut kafasını meşgul eden bir halde iken edâ kabul edilmez.

 

Hadis Tasnif YollarıHadislerin iki türlü tasnif yolu vardır:

1.       Usûl tasnifi: Bunlar hadisin, musannifden isnadın son noktasına ulaşıncaya kadar senediyle tasnif edildiği eserlerdir.

a.       Cüzler: Herbir ilim babı için özel ve bağımsız bir cüz tasnif edilir. Mesela, namaz bahsi için özel bir cüz, zekât bahsi için özel bir cüz tasnif eder ve bu böylece sürüp gider.

b.      Bablara göre tasnif: Tek bir cüzde birden çok bab bulunur ve bu bablar konulara göre düzenlenir. Fıkıh babları veya başka bablar şeklinde.

c.       Müsnedlere göre tasnif: Her sahabinin hadislerini ayrı bir bölüm halinde toplayıp "Ebu Bekir'in Müsnedi"nde Ebu Bekir'den naklettiği bütün rivayetleri kaydeder.

2.       Furû' Tasnifi: Bunlar bu eseri tasnif edenlerin usûlden naklederek asıllarına nisbet ile sened zikretmeksizin tasnif edilen eserlerdir. Bunun da çeşitli yolları vardır. Bazıları:

a.       Bablara göre yapılan tasnif: İbn Hacer el-Askalanî'nin Bulûğu'l-Merâm, Abdu'l-Ğani el-Makdisî'nin Umdetu'l-Ahkâm adlı eserleri gibi.

b.      Alfabetik sıraya göre düzenlenmiş tasnif: Suyuti'nin el-Camiu's-Sağir adlı eseri gibi.

 

Kütüb-i Sitte

Bu tabir aşağıdaki usûl (ana kitaplar) hakkında kullanılır:

1.       Sahih-i Buhârî

2.       Sahih-i Muslim

3.       Nesâî'nin “Sünen”i

4.       Ebû Dâvûd'un “Sünen”i

5.       Tirmizî'nin “Sünen”i

6.       İbn Mâce'nin “Sünen”i
 

TEFSİR USULÜ

 

 

KUR'AN-I KERİM

Sözlükte Kur’ân "kaf, ra ve elif" kökünden; okumak ya da toplamak anlamında bir mastardır. Şer'î bir terim olarak Kur’ân; yüce Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'e indirilmiş bulunan, Fatiha sûresi ile başlayıp, Nâs sûresiyle biten yüce Allah'ın kelâmıdır.

 

Kur’ân'ın Nüzûlü

Kur’ân ilk olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e ramazan ayında, kadir gecesinde nazil oldu. Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimize ilk indirilmeye başladığında ilim ehlince meşhur olan görüşe göre kırk yaşında idi. Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i Rasûlullah’a indiren ise şerefli melekler arasından mukarreb meleklerden birisi olan Cebrail Aleyhisselam'dır:

Kur’ân-ı Kerim'in Sebebe Bağlı Olarak ve Olmayarak Nüzûlü

Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü iki kısımdır:

1.       Sebebe bağlı olmadan nâzil olan buyruklar: Bunlar, nüzûlünden önce indirilmesini gerektiren herhangi bir sebebin varlığı sözkonusu olmadan inen buyruklardır. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin çoğunluğu böyledir.

2.       Bir sebebe bağlı olarak nâzil olmuş buyruklardır. Bu da nuzulünden önce indirilmesini gerektiren bir sebebin ortaya çıktığı buyruklardır.

Sebeb’in çeşitleri:

a.       Yüce Allah'ın cevabını verdiği bir soru. Meselâ:"Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir." (el-Bakara, 2/189)

b.      Bir açıklama ve bir sakındırma gerektiren bir olay  sonrasında. "Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: 'Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.'" (et-Tevbe, 9/65) diye başlayan iki ayet-i kerime, münafıklardan bir adam hakkında inmişlerdir.

c.       Hükmü bilinmesine gerek duyulan meydana gelmiş bir fiil sebebiyle. Yüce Allah'ın: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı da zaten işitiyordu. Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi görendir." (el-Mücadele, 58/1) diye başlayan buyrukları buna örnektir.

 

Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Faydaları

1.       Kur’ân-ı Kerim'in yüce Allah tarafından indirilmiş olduğunu açıklamak.

2.       Yüce Allah'ın Rasûlünü savunmak noktasında ona gösterdiği itinayı açıklaması.

3.       Yüce Allah'ın sıkıntılarını açmak, kederlerini ortadan kaldırmak suretiyle kullarına verdiği önemi ortaya koymak.

4.       Âyeti doğru bir şekilde anlamak.

 

Lafzın Umumiliği ve Sebebin Hususiliği

Şayet âyet-i kerime özel bir sebep dolayısıyla inmekle birlikte lafzı umumi bir anlam ifade ediyorsa, âyetin hükmü hem iniş sebebini hem de lafzının kapsamına giren bütün hususları kapsar.. Örnek liân âyetleri gösterilebilir.

 

MEKKÎ VE MEDENΠ(Kur’ân'ın Mekke'de ve Medine'de İnen Bölümleri)

Kur’ân-ı Kerim 23 senelik bir süre içerisinde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e parça-parça indirilmiştir. Bundan dolayı ilim adamları Kur’ân'ı; Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:

1.       Mekkî: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e Medine'ye hicretinden önce inen buyruklara denir.

2.       Medenî: Rasûlullah’a Medine'ye hicretinden sonra inen buyruklara denir.

 

Mekkî Bölümleri Üslûb ve Konu Bakımlarından Farkları

1.       Üslûb Bakımından :

a.       Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen güçlü bir üslûb ve sert bir hitaptır. Meselâ, el-Müddessir ve el-Kamer sûreleri. Medenî buyruklarda çoğunlukla görülen ise yumuşak bir üslûb ve kolay bir hitaptır.  Örnek: el-Mâide sûresi.

b.      Mekkî surelerde çoğunlukla âyetler kısa, getirilen deliller güçlüdür. Örnek olarak Tûr suresi. Medenî buyruklara gelince, Medenî âyetler çoğunlukla uzun ve herhangi bir delil getirilmeksizin serbest bir şekilde hükümler sözkonusu edilmektedir. Örnek: Bakara suresindeki deyn (borçlanma) âyeti.

2.       Konu Bakımından:

a.       Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen, tevhid ve doğru akideye dair açıklamalardır. Özellikle ulûhiyetin tevhidi ve öldükten sonra dirilişe iman ile alakalı hususlar dile getirilmiştir.

b.      Medenî buyruklarda çoğunlukla görülen ise ibadetlere ve muamelata dair geniş açıklamalardır.

c.       Kur’ân'ın Medine'de inen bölümlerinde cihad, cihada dair hükümler, münafıklar ve onların durumlarına dair geniş açıklamalar yer alır.

 

Kur’ân'ın Kısım Kısım İndirilişindeki Hikmet:

1.       Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in kalbine sebat vermek ve pekiştirmek.

2.       İnsanlara Kur’ân'ı ezberlemeyi, onu anlamayı, gereğince amel etmeyi kolaylaştırmak.

3.       Kur’ân'ın inen bölümlerini kabul etmek ve bunları uygulamaya geçirmek için gayrete getirip teşvik etmek.

4.       En mükemmel mertebeye ulaşıncaya kadar teşrîde tedricîlik. İnsanların alışageldikleri ve ona alışarak büyüdükleri, kesin olarak kendilerine yasaklanması ile onlara karşı çıkılması zor olan içkiyi haram kılan âyetlerde görüldüğü gibi.

 

Kur’ân'ın Tertibi

Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir. Bu tertip üç çeşittir:

1.       Kelimelerin tertibidir. Herbir kelimenin âyetteki yerinde olması demektir.

2.       Âyetlerin tertibidir. Bu da herbir âyetin surenin o âyete ait olan yerinde olması demektir.

3.       Sûrelerin tertibidir. Herbir sûrenin mushaftaki yerini alması demektir.

 

Kur’ân'ın Yazılması ve Toplanması

Kur’ân'ın yazılış ve toplanmasının üç aşaması vardır:

a.       Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dönemindedir. Bu aşamada yazmaktan çok ezberlemeye dayanmaktadır.

b.      Ebu Bekir Radıyallahu anh döneminde hicretin onikinci yılında gerçekleşmiştir. Yemame vakasında aralarında Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim'in de bulunduğu çok sayıda Kur’ân okuyucusu şehid edilmiştir. Bunun üzerine Ebu Bekir Radıyallahu anh Kur’ân kaybolmasın diye toplanmasını emretmiştir.

c.       Mü'minlerin emiri Osman b. Affan Radıyallahu anh döneminde hicretin 25. yılında gerçekleşmiştir. Ashab’ın(ra) ellerinde bulunan sahifelerin farklılıklarına göre insanların da farklı okuyuşları olmuştur. Bu sebeple fitnenin başgöstermesinden korkulmuştur. Bunun üzerine Osman Radıyallahu anh bu sahifelerin tek bir mushaf halinde toplanmasını emretmiştir.

TEFSİR:

Sözlükte "fesr" kökünden gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü açmak demektir. Terim olarak; Kur’ân-ı Kerim'in anlamlarını açıklamak demektir.

 

Kur’ân Tefsirinin Kaynakları

a.       Yüce Allah'ın kelamı.

b.      Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in sözleri.

c.       Ashab Radıyallahu anhum'un

d.      Ashab-ı Kiram Radıyallahu anh'dan tefsir öğrenmeye itina ve gayret göstermiş tabiînin sözleriyle tefsir etmek.

e.      İfadelerin siyâkına (akışına) göre kelimelerin gerektirdiği şer'î ve lugavî manalara göre tefsir etmek.

 

Me'sûr (Rivâyet Yoluyla) Tefsirde Görülen Ayrılıklar

Me'sûr (rivâyet yoluyla) tefsirde görülen ayrılıklar üç türlüdür:

1.       Sadece lafızda farklılık olmakla birlikte anlamın bir olması. Bu ayrılığın âyetin anlamına herhangi bir etkisi yoktur.

2.       Hem lafız, hem anlamın farklılığı ile birlikte aralarında çelişki olmadığından ötürü âyetin her iki anlama gelme ihtimalinin bulunması. Bu durumda âyet her iki anlama göre ele alınır ve bu iki anlama göre tefsir edilir.

3.       Lafız ve mana farklı olmakla birlikte âyetin aynı anda -aralarındaki çelişki dolayısıyla- her iki anlama gelme ihtimalinin bulunmaması. Bu durumda âyet ya siyâkın (ifade akışının) yahutta başka bir hususun delâleti ile ikisinden daha çok tercih edilenine göre yorumlanır.

 

KUR’ÂN'IN TERCÜMESİ

Tercüme Sözlükte, hepsi, beyan ve açıklama anlamı çerçevesinde değişik manalar hakkında kullanılır. Terim olarak, bir sözü başka bir dille ifade etmektir. Kur’ân tercümesi; başka bir dille Kur’ân'ın anlamını ifade etmek, demektir.

Kur’ân tercümesi iki türlüdür:

1.       Harfî tercüme olup, herbir kelimenin diğer dildeki karşılığının konulması ile olur.

2.       Anlam veya tefsir tercümesi. Bu da sözlerin anlamının, lafızlara ve sıraya riayet etmeden bir başka dil ile ifade edilmesi demektir.

Mana yoluyla tercüme ise, âyetin ihtiva ettiği mananın tamamının tercüme edilmekle birlikte, herbir kelimenin anlamı ve sırasının gözönünde bulundurulmamasıdır. Böyle bir tercüme toplu anlamıyla yapılan tefsire yakın bir muhtevaya sahiptir.

 

MUHKEM VE MÜTEŞABİH

Kur'ân-ı Kerim için muhkemlik ve müteşabihlik üç çeşittir:

1.       Yüce Allah'ın Kur’ân'ın bütünü için bir nitelik olarak sözkonusu ettiği genel muhkemlik.

2.       Kur’ân-ı Kerim'in tümüne nitelik olan genel müteşabihliktir.

3.       Kur’ân âyetlerinin bir bölümüne mahsus muhkemlik ile bir diğer bölümüne mahsus müteşâbihliktir.

 

Kur’ân-ı Kerim'de Müteşâbihlerin Çeşitleri

1.       Hakiki müteşâbihlik. Bu insanların bilmelerine imkân bulunmayan hususları kapsar. Yüce Allah'ın sıfatlarının hakikatleri gibi.

2.       Nisbi müteşabihlik. Bazı insanlar için müteşâbih görülmekle birlikte bazıları için öyle görünmeyendir. Bu durumda ilimde derinleşmiş olanlar bunu bilirken, başkaları bilmeyebilir.

 

Kur’ân-ı Kerim Âyetlerinin Muhkem ve Müteşâbih Türlerine Ayrılmasındaki Hikmet

Eğer Kur’ân'ın tamamı muhkem olsaydı, bu sefer hem tasdik hem de amel yönü ile Kur’ân'la sınama hikmeti sözkonusu olmazdı. Çünkü Kur’ân'ın anlamı açıkça ortada olacak olsaydı fitneyi aramak ve Kur’ân'ın tevili peşinde gitmek maksadı ile onu tahrif etmeye ve müteşâbihlere sarılmaya imkân bulunmazdı.

Şayet bütünüyle müteşâbih olsaydı, bu sefer Kur’ân'ın bütün insanlar için apaçık ve bir hidayet olması sözkonusu olmazdı. Gereğince amel etmeye de imkân bulunmazdı. Üzerine sağlam bir akide bina edilemezdi.

 

Kur’ân'da Çelişki Olduğu İzlenimini Veren Buyruklar

Tearuz; iki âyetin birisinin ifade ettiği hususu, diğerinin ifade ettiğini imkansız kılması demektir. Meselâ; bir âyet bir hususu tespit ederken, diğeri aynı hususu nefyeder. İkisinin de ifade ettiği muhteva haber vermek mahiyetinde olan iki âyet arasında bir teâruzun ortaya çıkması imkânsızdır. Her ikisi bir hükme delâlet eden iki âyet arasında bir teâruzun olması da imkânsızdır. Çünkü bu iki âyetten sonra gelen âyet birinci geleni neshedicidir. Nesh sabit olduğuna göre birinci âyetin hükmü artık devam etmez ve ikinci âyetin hükmü ile çelişki arzetmez. Bu kabilden tearuz izlenimi veren âyetler görüldüğü takdirde, her iki âyetin birlikte telif edilmesine gayret edilir. Eğer bu sağlanamayacak olursa, o takdirde bu hususta herhangi bir yargıya varmadan işi bilene havale etmek gerekir.

 

KASEM (Yemin)

Kasem; yemin demek olup, herhangi bir hususu tazim olunan bir sözü vav ya da benzeri diğer edatlardan birisini sözkonusu ederek tekid etmektir. Yemin edatları üç tanedir:

1.       Vav: "Göğün ve yerin Rabbi hakkı için (vav) o sizin konuştuğunuz gibi kesin bir gerçektir." (ez-Zâriyât, 51/23) buyruğu gibi.

2.       Be: "Hayır... kıyamet gününe yemin ederim (be)" (el-Kıyame, 75/1) buyruğu gibi,

3.       Te: "Allah'a andolsun ki, huzura geldiğiniz şeylerden elbette sorguya çekileceksiniz." (en-Nahl, 16/56)

Kasemin iki faydası vardır:

1.       Adına yemin edilenin (muksemun bih) azametini açıklamak.

2.       Kendisi sebebiyle yemin edilenin (muksemun aleyhin) önemini açıklamak ve onu tekid etmek istemek.

 

KASAS (Kıssa Anlatmak)

Kasas ve kass (kıssa anlatmak) sözlükte izi takip etmek demektir. Terim olarak; ardı arkasına gelen birtakım aşamalara sahip bir hususa dair haber vermektir.

Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok hikmetleri vardır:

1.       Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtiva ettiği hikmeti açıklaması.

2.       Yalanlayanları cezalandırmak suretiyle yüce Allah'ın adaletinin açıklanması.

3.       Mü'minleri mükâfatlandırmak suretiyle yüce Allah'ın lütfunun açıklanması.

4.       Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi.

5.       Mü'minlerin iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek.

6.       Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak.

7.       Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in risaletini ispatlama.

 

Kıssaların Tekrarı

Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lukman kıssası, Ashab-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binaen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmemektedir. Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:

1.       Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.

2.       İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi.

3.       Bu kıssalara muhatap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak.

4.       Kıssaların durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması suretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması.

5.       Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır.

 

İSRÂİLİYÂT:

İsrailoğullarından olan yahudilerden, yahut hristiyanlardan nakledilen haberlerdir.Bu haberler üç türdür:

1.       İslâmın kabul ettiği ve doğru olduğuna tanıklık ettiği kıssalar haktır.

2.       İslâm’ın kabul etmeyip, yalan olduğuna tanıklık ettiği haberler. Bunlar da bâtıldır.

3.       İslâm’ın kabul etmemekle birlikte red de etmediği haberler hakkında ise hüküm vermemek icap eder.

İlim Adamlarının İsrâiliyâta Karşı Tutumları

İlim adamlarının, özellikle de müfessirlerin bu türden olan İsrâiliyâta karşı çeşitli tutumları vardır.

a.       Kimileri İsrâiliyâttan olan bu tür rivayetleri senetleriyle birlikte çokça zikretmiş olup, senetlerini kaydetmek suretiyle bu hususta sorumluluktan kurtulduğunu kabul etmiştir. İbn Cerir Taberî gibi.

b.      Kimileri bu tür İsrâiliyâtı çokça zikretmekle birlikte çoğunlukla senetlerini de kaydetmemiştir. Beğavî buna örnektir.

c.       Kimisi de bu tür rivayetlerin pek çoğunu zikretmekle birlikte, bazılarının akabinde zayıf olduklarını belirtmiş ya da onları reddetmiştir. İbn Kesir gibi.

d.      Kimisi de bu tür rivayetleri reddetmekte aşırıya gitmiş ve bunlardan Kur’ân'a tefsir olarak değerlendireceği hiçbir şey zikretmemiştir. Muhammed Reşid Rıza gibi.

ZAMİR

Sözlükte, ya zayıflık demek olan "ed-dumûr"dan gelmektedir. Çünkü harfleri azdır. Yahutta gizlemek anlamındaki "el-idmar"dan gelmektedir. Çünkü zamir gizli, saklıdır.

Terim olarak; ifadeyi kısaltmak amacıyla zâhir yerine kullanılandır. Zamir; (hazır ve gaib için kullanılan isimlerin) köklerinden olmamakla birlikte hazır ya da gaib oluşa delâlet edendir, diye de tanımlanmıştır. Hazırda olana delâlet eden iki çeşittir:

1.       Mütekellim (birinci şahıs) için: "Ben işlerimi Allah'a ısmarlıyorum." (el-Mü'min, 40/44) buyruğundaki zamirler gibi.

2.       Muhatap (ikinci şahıs) için: "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna." (el-Fâtiha, 1/7) buyruğundaki zamirler gibi.

Bu iki zamirin hazır oluşun delâletleri ile yetinilerek mercia (zamirlerin ait olduğu kişiye gönderilmelerine) ihtiyaçları yoktur.

Gaib (üçüncü şahıs)a delâlet eden zamir ise, gaib için kullanılması öngörülen zamirlerdir. Bunun ise ait olacağı bir merciinin bulunması kaçınılmazdır. "Nuh, Rabbine seslendi." (Hud, 11/45) gibi.

Zamir bazen daha önce geçmiş fiilden de anlaşılabilir. Yüce Allah'ın: "Adalet yapın. Çünkü o takvâya daha yakın olandır." (el-Maide, 5/8)

Zamirin mercii bazan rütbe (cümle içerisinde gelmesi gereken sıra) itibariyle değil de, lafız itibariyle daha önce geçebilir."Hani İbrahim'i Rabbi... imtihan etmişti." (el-Bakara, 2/124) buyruğunda olduğu gibi.

Bazen zamirin mercii, ifadelerin akışından anlaşılabilir. Yüce Allah'ın: "(Ölenin) çocuğu varsa anne ve babasının herbirine geriye bıraktığından altıda biri verilir." (en-Nisa, 4/11) buyruğu gibi. Burada zamir "geriye bıraktığı" lafzından anlaşılan "ölü"ye aittir.

Bazen zamir mercii ile uyumlu olmayabilir. Yüce Allah'ın "Andolsun ki biz (ilk) insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta yerleşen bir nutfe kıldık." (el-Mu'minun, 23/12-13) buyruğunda gibi.

Eğer zamir mercii, hem tekil, hem çoğul bir zamirin dönmesine elverişli ise, zamirin bu iki şekilden birisi ile mercie ait olması mümkündür. Yüce Allah'ın: "Kim Allah'a iman edip salih amel işlerse onu altından ırmaklar akan cennetlere, kendileri orada ebedi ve devamlı kalmak üzere koyar. Allah on(lar)a gerçekten güzel bir rızık vermiştir." (et-Talâk, 65/11)

Eğer zamirler birden çok olursa, aslolan zamir merciinin bir olmasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ona çetin güçler sahibi öğretti. O büyük bir güce sahiptir. Hemen asıl şeklinde doğruluverdi ve o en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaşıp sarktı. Böylece iki yay (boyu) kadar veya daha da yaklaştı. Kuluna vahyettiğini vahyetti." (en-Necm, 53/5-10)

 

Zamir Kullanılacak Yerde Açık İsmi Zikretmek

Aslolan zamir gelmesi gereken yerde zamir kullanmaktır. Çünkü böylesi anlamı daha açık ortaya koyar, lafzan daha kısadır. Bundan dolayı yüce Allah'ın: "Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (el-Ahzab, 33/35) buyruğunda zamir kendisinden önce geçmiş yirmibeş kelimenin yerini tutmaktadır.

Bazen zamir yerine açıkça isim getirildiğide olur. İşte "zamir kullanılacak yerde açık isim kullanmak" diye adlandırılan husus da budur. Bunun, anlatımın akışına göre ortaya çıkacak pekçok faydaları vardır. Bazıları şunlardır:

1.       Açık ismin gerektirdiği şekilde onun mercii hakkında hüküm vermek.

2.       Hükmün illetini açıklamak.

3.       Açık, ismin gerektirdikleri niteliklere sahip herkes için hükmü umumîleştirmek. "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikâil'e düşman olursa, şüphesiz Allah o kafirlerin düşmanıdır." (el-Bakara, 2/98)

Bu buyrukta yüce Allah: "Allah o kimseye düşmandır" diye buyurmamıştır. Açıktan açığa zamir yerine ismin zikredilmesi ayrıca şu hususları ifade etmektedir:

a.       Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşmanlık eden kimse hakkında kâfir olduğu hükmünün verilmesi.

b.      Küfürleri sebebiyle Allah'ın bunlara düşman olduklarının belirtilmesi.

c.       Kâfir olan her kimseye Allah'ın düşman olduğunun açıklanması.

 

Fasıl Zamiri

Fasıl zamiri, munfasıl ref’ zamiri (özne konumundaki ayrı zamir) şeklinde bir harf olup, her ikisi de marife oldukları takdirde mübtedâ ile haber arasında yer alır. Bu durumda fasıl zamiri bazen mütekellim (birinci şahıs) zamiri olarak gelebilir. Yüce Allah'ın: "Ben, evet ben Allah'ım! Benden başka ilah yoktur." (Taha, 20/14) buyruğu ile: "Muhakkak biz saf saf duranlarız." (es-Sâffât, 37/165) buyruklarında olduğu gibi.

Bazen muhatap (ikinci şahıs) zamiri de kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "Onlar üzerinde gözetleyici sen oldun." (el-Maide, 5/117) buyruğunda olduğu gibi.

Bazen gâib (üçüncü şahıs) zamiri de kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (el-Bakara, 2/5) buyruğunda olduğu gibi.

Bunun üç faydası vardır:

1.       Te'kid (ifadeyi pekiştirmek)

2.       Hasr: Bu zamirden önceki ifadenin, zamirden sonra gelecek ifadeye has ve ona munhasır olduğunu anlatır.

3.       Fasl ifade eder. Yani zamirden sonra gelen ismin haber ya da tabi olduğunu anlatır.  

0 Yorum - Yorum Yaz

Usül Mütalaası    22.05.2015

Ziya CEBECİ
Öğrenci No: 14912739
Tezli Yüksek Lisans

USÛL
1. Asl kelimesinin çoğuludur.
2. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da vardır.
3. Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
4. Usûl= herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlardır.
TEFSİR USULÜ
Kur'ân'ın genel anlatım düzeni içerisinde her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Onların bazıları kolayca anlaşıldığı gibi, bir kısmının anlaşılması için âyetlerin lafzî anlamlarının yanında nüzul ortamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine de ihtiyaç vardır. İşte bu konuda insanın yardımına koşan en yakın bilim dalı, "Tefsir Usûlü İlmi" dir. Çünkü bu ilim dalı Kur'ân'ın anlaşılmasına ve yorumlanmasına yardım¬cı olmak maksadıyla belli yöntem ve metodlar tavsiye etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'i açıklama (tebyin) görevinin Resûl-i Ekrem'e ait olduğu yine Kur'an'da bildirilmektedir. Nahl sûresinde (16/44, 64; ayrıca bk. el-Mâide 5/15, 19; İbrâhîm 14/4; ez-Zuhruf 43/63) Resûlullah'a, indirilen Kur'an'ı beyan etme ve ihtilâfa düşülen konuları çözümleyecek biçimde onu açıklama görevi verilmektedir. İşte sünnet, Kur'ân'ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:

A- Hz. Peygamber (as)'ın Kur'an'ı tefsir etme yöntemleri

1-Mücmelin Tebyini
Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Allah Resûlü'nün açıkladığı nasların başında ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyâmet vb. konuları içeren âyetler gelmektedir. Meselâ "Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini paslandırmıştır" ( Mutaffifîn (83), 14) âyeti, Ebû Hureyre'nin naklettiği, "kul bir günah işledi mi onun kalbine siyah bir nokta konulur. O bunu tevbe ve istiğfar ile koparıp attığı zaman kalbi cilalandırılır. Ancak tekrar günah işlerse siyah noktalar artırılır. Nihayet onlar kalbini tamamen kuşatır. İşte bu Yüce Allah'ın Kur'ân'da buyurduğu pastır" şeklindeki hadisle açıklığa kavuşmuştur (tebyin).

2-Mübhemin Tafsili
Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur'ân'da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir. Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur. Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici olan aklî yaklaşımlar değil rivâyetlerdir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri mübhem lafızların açıklığa kavuşturulması noktasında sahâbe kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir. Meselâ حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى /"Namazlara (özellikle) orta namaza devam edin" (Bakara (2), 238) âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan "namaz" ve onu tavsif eden "vustâ" lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet vardır. İşte burada Resûlullah'ın: "Orta namaz ikindi namazıdır" sözü, bu müphemiyeti ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir.

3-Mutlakın Takyidi
Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur'ân, Allah Resûlü'ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir. Meselâ "Artık Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun" (Müzzemmil (73), 20) âyetini, Hz. Peygamber'in, "Fatihasız namaz olmaz" hadisi takyid ederek, namazda farz olan kıraâtın Fâtiha sûresi olduğunu göstermektedir.

4-Müşkilin Tavzihi
Sözlükte "karışık olan" anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur"an'ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir. Ancak şunu hemen belirtmek lazım ki "Eğer o (Kur'ân) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisâ (4), 82) âyeti Kur'ân'da birbiriyle çelişen âyetlerin bulunmasını imkânsız kılmaktadır. Meselâ "İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür" (Meryem (19), 71) buyurularak, istisnâsız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise, /"Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır" (Hac (22), 14) denilmektedir. Tabiatıyla bu da ilk bakışta bir çelişki gibi görünmektedir. İşte Hz. Peygamber, "(Âyette geçen) vürûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiç kimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryad edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak cehenneme atacaktır" hadisiyle, bu müşkili yani âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır.

B- Sahabenin tefsir yöntemi
Hz. Peygamber'in vefatının ardından Kur'ân'ı tefsîr etme göreviyle karşı karşıya kalan sahâbileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak re'y ile tefsîre karşı çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resûlü'nün: "Kim bilgisizce Kur'ân hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın", "Kim sırf kendi içtihadıyla Kur'ân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir" şeklindeki tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu söylenebilir.
Buna mukabil bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur'ân'ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur'ân'a, sonra da Resûlullah'ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı.

Sahâbe Tefsîrinin Genel Özellikleri
Sahâbîlerin yapmış olduğu tefsîrin genel özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür:
1. Sahâbîler Kur'ân'ı âyet âyet baştan sona tefsîr etmemişlerdi. Zira onlar,Kur'ân'ın tümünü tefsîr etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlı idi.
2. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi.
3. Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi.
4. Tefsîr bu dönemde henüz tedvin edilmemişti.
5. Âyetlerin nuzûl sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği âyetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.

Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği Kaynaklar
Sahâbe Kur'ân'ı tefsîr ederken bazı yöntem ve kaynaklara başvurmuştur. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:
1. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsîri.
2. Kur'ân'ın Sünnetle tefsîri.
3. Şiirle istişhad etmek.
4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.
5. Kendi ictihatları.

C- TÂBİÛN DÖNEMİ TEFSİRİ
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir.

Tefsîr Mektepleri
Mekke Tefsîr Mektebi
İlk tefsîr mektebi Mekke'de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların tefsirde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas'tır.
Medine Tefsîr Mektebi
Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine'de Ubey b. Ka'b'ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştır.
Kûfe Re'y Mektebi
Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes'ûd tarafından Kûfe'de kurulmuştur.

Tâbiûn Tefsîrinin Genel Nitelikleri
1. Sahâbe tefsîri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsîre konu olmuştur.
2. Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.
3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.
4. Tâbiîler Kur'ân'da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahâbe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân tefsîrine girmişti.
5. Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Kûfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashâbın ileri gelenleri tarafından rivâyet edilmiş; böylece tâbiûn dönemindeki rivâyetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.
6. Tâbiiler herhangi bir Kur'ân âyetini tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı. Yani bildikleri bir âyetin tefsîrinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsîr etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsîre yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir.

Tâbiî Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları
1. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsîri.
2. Kur'ân'ın Sünnetle tefsîri.
3. Şiirle istişhad etmek.
4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.
5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları).
6. Kendi içtihatları (görüşleri).

Tefsir usulü kaynakları
1. Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'ân
2. Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi't-Tefsîr
3. Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi'l-Kur'ân
4. Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü'l-Kebîr fi Usûli't-Tefsîr
5. Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu'l-İrfân fi Ulûmi'l-Kur'ân
6. Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân
7. Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân
8. Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi'l-Kur'ân
9. Bilmen, Ö. N. (1973). Büyük Tefsîr Tarihi, İstanbul.
10. Cerrahoğlu, İ. (1991). Tefsîr Usülü, Ankara.
11. Demirci, M. (2007). Tefsîr Usûlü, İstanbul.

Yararlanılan kaynaklar:
1- http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1006.pdf
2- Cerrahoğlu, İ. (1991). Tefsîr Usülü, Ankara
3- Demirci, M. (2007). Tefsîr Usûlü, İstanbul.

HADİS USULÜ
Hadîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvin edil¬miştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını ver¬miştir. Hadis usulü ilminin gayesi, bir haberin Hz. Peygamber'e ait olup olmadığını tespit etmeye yarayan kuralları belirlemek ve ilgili haberlere bunları uygulamaktır.

RÂVÎ (الرَّاوِي)
Arapça'da revâ-yervî fiilinden ism-i fâil olan râvî kelimesi, sözlükte sulamak, taşımak, nakletmek, iletmek gibi anlamlara gelir. Kavram olarak geniş anlamıyla rivâyet eden demektir. Hadis ilmi'nde, belli usullere göre hadisi alıp (tahammül), bu usullere uygun rivâyet lâfızları kullanarak başkalarına nakleden (eda) kimseye denir. Çoğulu "ruvât"tır. Nâkil (çoğ. "nekale") ve racül (çoğ. "ricâl") kelimeleri de aynı anlamda kullanılır. Sözlükte, bir şeyi benzeriyle örtmek, kaplamak, konum, katman, aynı veya benzer özelliklere sahip insan grubu gibi anlamlara gelen tabaka, hadiste yaş ve öğrenim/isnad veya sadece öğrenim bakımından birbirine yakın râvîler grubu demektir. Çoğulu tabakâttır.
İlk Râvî Tabakaları
Râvî tabakaları denildiğinde daha çok rivâyet asırları olarak bilinen ilk üç asırdaki râvîler anlaşılır. Hadis tarihinde ilk dönem veya mütekaddimûn dönemi denilen bu asırlarda yaşamış beş râvî tabakası vardır. Her biri kendi dönemi açısından hadis rivâyetinde büyük bir öneme sahip olan bu tabakalar arasında ilk üç tabaka daha önemli, birinci tabaka çok daha önemlidir. Şimdi zaman ve önem sırasına göre bu tabakaları kısaca tanıyalım.
Sahâbe ( الصحابة)
Sahâbe kelimesi, sözlükte bir arada bulunmak, dost ve arkadaş olmak anlamına gelen suhbet kökünden türetilmiş bir isim-i mensûb olup sahâbî kelimesinin çoğuludur. Kavram olarak, Hz. Peygamber'i, ona iman etmiş olarak gören (ru'yet) veya onunla karşılaşan (lika) ve müslüman olarak ölen kimse demektir. Aynı kökten gelen sâhib (çoğulu: ashâb veya sahb) kelimesi ile eş anlamlıdır.
Tâbiûn (التَّابِعُون)
Sözlükte, uymak, peşinden gitmek, tâbi olmak anlamına gelen teb' (تبع )kökünden ism-i fâil olan tâbi' ( التابع ) kelimesinin çoğuludur. Hadis ilminde, mümin olarak bir veya daha fazla sahâbi ile karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimseye tâbiî ( التابعي ) denir. Hz. Peygamber'in vefatı ile birlikte başlayan ve sahâbeden sonra hadis rivâyetinde en önemli tabakadır. Tâbîin döneminin sonu, hicrî 150 civarıdır.
Muhadramûn (المخضرمون)
Tâbiîn tabakasından sayılan özel bir grup vardır ki, bunlara muhadramûn (tekili: muhadram) denir. Hadiste, Câhiliyye ve İslâm devirlerine yetişip Hz. Peygamber zamanında müslüman olduğu halde onu görememiş kimselere denir. Bunlar, Hz. Peygamber zamanında yaşamış olmaları bakımından sahâbeye, O'nu değil de sahâbeyi görmüş olmaları bakımından tâbiîne benzerler.
Etbâu't-tâbiîn (أَتْبَاعُ التَّابِعِينَ)
Tâbiîne tâbi olanlar anlamındaki bu terkip, ıstılahta, mümin olarak tâbiînden bir veya birkaç kişiyle karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimse demektir. Hicrî 110'dan yani sahâbe döneminden sonra başlayan etbâ' tabakası, Hz. Peygamber'in insanların en hayırlı nesilleri sıralamasında geçen üçüncü sırada yer alır. Bu neslin muhaddisleri, sünnetin korunması, nakledilmesi ve müslümanların aydınlatılması yanında rivâyet kurallarını geliştirip hadis ilminin temellerini atmaları ve hadislerin tasnifini başlatmaları sebebiyle büyük önem arz eder.
RÂVÎLERİN CERH-TA'DÎLİ (الجَْرْحُ وَالتَّعْدَيلُ)
Sözlükte, maddî veya manevî olarak yaralamak anlamına gelen cerh, gerekli tenkid şartlarını taşıyan güvenilir bir âlimin, bir râvîyi kendisinde veya rivâyetinde tesbit ettiği geçerli bir kusurdan dolayı tenkid etmesidir. Düzeltmek, doğrultmak, dengeye getirmek manasına gelen ta'dîl, bir râvinin kendisine veya rivâyetine bakarak güvenilir olduğunu açıklamaktır. Tezkiye kavramı ile eş anlamlıdır. Cerh-ta'dîl ilmi ise, rivâyetlerinin kabulü veya reddi açısından râvîleri inceleyip özel lafızlar kullanarak durumlarını açıklayan bir hadis ilmidir. Cerhedene cârih, cerhedilene mecrûh, ta'dîl edene muadil veya müzekkî, ta'dîl ve tezkiye edilene âdil veya adl, cerhta'dîl faaliyetine tenkid, bu faaliyeti yapana da münekkid (çoğulu: Nukkâd) denir.
Râvîlerin Özellikleri
Bir hadisin kabul edilebilmesi için râvîsinde adâlet ve zabt denilen iki temel özelliğinin bulunması gerekir.
Râvîde Görülen Kusurlar
Râvînin cerhine sebep olan kusurlar, beşi adâlet, beşi de zabt sıfatıyla ilgili olmak üzere on noktada toplanır. Metâin-i aşere ( اَلْمَطَاعِنُ العَشْرَة : on cerh noktası) denilen bu kusurlar şunlardır:
Adâlet Sıfatıyla İlgili Kusurlar
1 .Kizbü'r-râvî ( كِذْبُ الرَّاوِي :Yalancılık)
2. İttihâmu'r-râvî bi'l-kizb ( إِتِّهَامُ الرَّاوِي بِالْكِذْبِ :Yalancılıkla itham)
3.Fısku'r-râvî ( فِسْقُ الرَّاوِي : fâsıklık)
4. Bid'atü'r-râvî ( بِدْعَةُ الرَّاوِي : Bid'atçılık)
5. Cehâlet ( الجَْهَالةُ : Bilinmezlik)
Zabt Sıfatıyla İlgili Kusurlar
1. Kesretü'l-ğalat ( كثرة الغلط :Çok hata yapmak)
2. Fartu'l-ğafle ( فرط الغفلة : Çok yanılmak)
3. Vehim( الوهم : Yanılma)
4. Muhâlefetü's-sikât ( مخالفة الثقات : Sika râvîlere muhalefet)
5. Sûü'l-hıfz ( سوء الحفظ : Kötü hâfıza)
Bir hadisi belli esaslara uyarak öğrenmeye tahammül, onu ezberden veya bir kitaptan usulüne uygun olarak rivâyet etmeye ise edâ denir. İkisi birlikte tahammülü'l-ilm kavramıyla ifade edilir. Hadisler sonraki nesillere rivâyet yoluyla aktarılmıştır. Sahâbe hadisleri bizzat Hz. Peygamber'den işiterek (müşâfehe), onun davranışlarını görerek (müşahede) veya diğer sahâbîler vasıtasıyla öğrenmekteydi. Onlar öğrendiklerini genellikle ezberleme (hıfz) yoluyla muhafaza ediyor ve bunu pekiştirmek amacıyla da bazen aralarında müzakere ediyorlardı.
Hadis Öğrenim ve Öğretim Yöntemleri
1. Semâ' ve Kırâat
2. İcâzet, Münâvele ve Mükâtebe
3. İ'lâm, Vasıyyet, Vicâde

Hadis Kitabı Okuma Usulleri
Okuyup geçme yöntemi ( طريق السرد ),
Açıklama ve araştırma yöntemi ( طريق الحل والبحث )
Geniş açıklamalı yöntem ( طريق الامعان ) Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu kesin olanla olmayanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Hz. Peygamber'e ait oluşları kesin olan hadislere mütvâtir, ihtimalli olanlara ise haber-i vâhid denmektedir.Mütevâtir hadîs, başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadîstir.Haber-i vâhid ise, herhangi bir tabakada râvî sayısı, mutevatir hadîsin râvî sayısına ulaşamayan hadîstir. Buna göre her tabakada râvî sayısı üç-dört olan bir hadîs de haber-i vâhiddir. Hadis usûlünün asıl konusu bu tür hadislerdir.Bunlar da Hz. Peygamber'e ait olup olmama ihtimaline göre başlıca iki kısma ayrılırlar: Makbûl Hadisler, Merdûd Hadisler. Hz. Peygamber'e ait olma ihtimali fazla olan hadislere makbûl, az olanlara ise merdûd denilir.Makbûl hadîsler sahîh ve hasen diye ikiye ayrılırlar.
Merdûd hadîsler zayıf hadislerdir. Bunların en meşhurları şöyledir:
1. Mürsel
2. Munkatı'
3. Mu‘dal
4. Mu'allak
5. Müdelles
6. Mu‘allel
7. Muzdarib
8. Maklûb
9. Şâzz- Mahfûz
10. Münker-Ma‘rûf
11. Metrûk

Metnin Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1. Kudsî
2. Merfû
3. Mevkûf
4. Maktû'
5. Muhkem
6. Muhtelifu'l-Hadîs

Senedin Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1. Muttasıl
2. Mu‘an‘an
3. Muennen
4. Haber-i Vâhid
5. Âlî / Nâzil
Sened ve/veya Metninin Müşterek Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1. Müsned
2. Müdrec
3. Musahhaf ve Muharref
4. Mutâbi‘ - Şâhid


Yararlanılan Kaynaklar:
1- http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1007.pdf
2- Hadis usulü- Talat Koçyiğit- Diyanet Yayınları.
FIKIH USULÜ

Müctehidin şer'i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1]Fıkıh ilminin diğer dalı olan usulu'l-fıkıh, bir isim tamlaması (izafet terkibi)dir.[2] Bu ilme, bazen tamlamanın başına ilim sözü eklenerek ilmu usulu'l-fıkh denildiği gibi, bazen de fıkıh lafzı çıkarılarak sadece ilmu'l-usul denir.[3] Bugün fıkıh usulü tabirinin karşılığı olarak İslam Hukuk Felsefesi, İslam Hukuk Metodolojisi, İslam Hukuk Usulü, İslam Teşri' Usulü, İslam Hukuku Nazariyatı gibi terimlerin kullanıldığını görmekteyiz.[4] Bu tamlamada usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir.

Buna göre Usulu'l-fıkh "fıkhın delilleri" "fıkha mahsus deliller" "fıkhın kökleri" "hukukun kökleri" demektir.[5] Ancak Fıkıh usulü bir ilim dalı olarak ıstılahta terkip manasından daha farklı ve daha geniş konuları ihtiva etmektedir. Çünkü fıkıh usulü ilminde fıkhi delillerden bahsedildiği gibi, şer'i hükümlerden, istinbat kaidelerinden ve benzeri konularından da bahsedilir.

Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:
1) "Şer'i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,
2) "İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir."
Şu halde bu ilim bize bir takım kaideler öğretecek[6] biz de bir mesele hakkında anlamak, öğrenmek istediğimiz şer'i hükmü, o kaideler yardımıyla özel delillerinden çıkaracagız.[7] Mesela ben namazın farz olup olmadığını bilmiyorum. Bilmek istediğim bu meçhule Mantık ve Usul ilimlerinde "Matlub-i haberi" adı verilir. Bunun için önce şer'i delillerden Kitab'a bakar ve "namazı dosdoğru kılınız" (Bakara: 2/43) ayetindeki emri görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında "vücuba mani bir karine bulunmadıkça emir siygası, vücub ifade eder" kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini kullanır ve bir mantık kıyası kurarak namazın farz olduğu hükmüne söyle varırım:Matlub-i Haberi: Namaz farzdır. Küçük önerme: Çünkü Allah "namazı dosdoğru kılınız" ayetiyle namazı emretmiştir.Büyük önerme: Allah'ın yapılmasını kesin olarak istediği (emrettigi) her şey farzdır.Netice: O halde namaz da farzdır.

Ben zinanın haram olup olmadığını bilmiyorum. Bunu öğrenmek istiyorum. Şer'i delillerden Kitab'a baktığım zaman "Zinaya yaklaşmayın" (İsra: 17/32) ayetindeki nehyi görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında "Haram kılmayı engelleyici bir karine bulunmadıkça nehiy sıygası hürmet ifade eder" kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini uygulayarak zinaya yaklaşmanın haram olduğu hükmüne söyle varırım: Matlub-i Haberi: Zina haramdır. Küçük önerme: Çünkü Allah "Zinaya yaklaşmayın" ayetiyle zinaya yaklaşmayı yasaklamıştır. Büyük önerme: Allah'ın kesin olarak yasakladığı her şey, haramdır. Netice: O halde zina da haramdır.
Aynı şekilde bu ilim bize kitap, sünnet, icma, kıyas gibi icmali deliller hakkında da bir takım bilgiler öğretecek biz de bu bilgiler yardımıyla icmali delillerin hüccetliklerini, kendileriyle istidlal ederken mertebelerinin ne olduğunu ve bu delilleri ilgilendiren her türlü hususları öğreneceğiz. İşte bir kişi, istinbat kaidelerini ve icmali delilleri bu ilmin yardımıyla öğrenir ve naslardan hüküm çıkarma melekesini elde ederek müctehid mertebesine ulasır.[8]
Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi. Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şer'i-amelî hükümleri bilmektir" seklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir.[9]
Bu tariflerden anlaşıldığı üzere usûlü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bu ilme İslâm hukuk metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden birisidir. İslâm hukukunun çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l-fıkıh tarafından belirlenmektedir.
Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varit olmuştur. Karsısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tespit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh; müctehidin, Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.[10]
Müctehid:
İçtihat melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.[11]
Kurallar, Kaideler:
"Kavaid: Kurallar" "Kaide: Kural" kelimesinin çoğuludur. Her biri birçok cüz'i hükümlere şamil olan külli umumi esaslar, kaziyeler, önermeler demektir. Mesela: "Aksine bir karine bulunmadıkça her emir vücub içindir." bir kaidedir, kuraldır. Buna göre "Namazı dosdogru kılın, zekâtı verin." (Bakara: 2/43) emirleri namazın ve zekâtın farziyetine delalet eder. "Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz." (Hacc:22/77) ayetleri gibi emir siygası ihtiva eden birçok cüz'iye uygulanabilir nitelikte külli bir önermedir.
Yine "Aksine bir karine bulunmadıkça her nehiy tahrim içindir." kaidesine, kuralına göre "Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın." (En'am: 6/151) "Zinaya yaklaşmayın." (İsra: 17/62) nehiyleri amden, kasten, bile bile, düşmanlıkla adam öldürmenin ve zinanın haram olduğuna delalet eder. "Ey iman edenler! Bir topluluk (diğer) bir toplulukla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da (diğer) kadınlarla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir." (Hucurat: 49/11) "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin" (Bakara: 2/188) ayetleri gibi nehiy sıygası ihtiva eden birçok cüz'iye uygulanabilir nitelikte külli bir önermedir.[12]
"Müctehidin hüküm çıkarabilmesine yarayan" ifadesi ise, bu kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve delillerden hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini anlatmaktadır.[13]
Ahkâm-Hükümler:
"Ahkâm" kelimesi "hüküm" kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Mesela "Güneş doğmuştur" veya "Güneş doğmamıştır" dendiğinde doğma durumunun güneş hakkında varit olup olmadığı belirlenmiş olur.
Hükümler üç kısımdır:
1- Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: "Bir ikinin yarısıdır" "iki kere iki dört eder." "iki zıt bir arada bulunamaz." hükümleri böyledir. 2- Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: "Ateş yakıcıdır." veya "Güneş doğmuştur veya batmıştır." hükümlerinde olduğu gibi.
3- Şer'i hükümler: Şer'i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: "Namaz farzdır.", "Allah'a şirk koşmak en büyük günahtır.", "Yalan söylemek, riba haramdır." hükümlerinde olduğu gibi. İste usul kuralları, şer'i delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, akli ve hissi hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki "hükümler" kelimesi "şer'i" kaydı ile sınırlandırılmıştır.[14]
"Ahkâm", istinbatın neticesi ve semeresidir ki bunlar ubudiyyetini seriata göre yapan mükelleflerin fillerine taalluk eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, mesela namazın farziyeti gibi "icab", veya faizin, zinanın ve içkinin haram kılınmasında olduğu gibi "tahrim" veya normal hallerdeki yeme içme, alışveriş ve kirada olduğu gibi
"tahyir ve ibaha" veya borcu yazma, alışverişi şahitler huzurunda yapmada olduğu gibi "nedb" veya günesin doğusu ve batısı sırasında namaz kılma, sünnetleri ve adab-ı ser'iyyeyi terk etmede olduğu gibi "kerahat" diye vasıflandırır. Bunlara "ameli hükümler" denir. Bunlar, Allah'a, O'nun birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etme gibi itikadi hükümlerin; doğruluğun vacib olması, yalanın haram olması gibi ahlaki hükümlerin mukabilindeki hükümlerdir ve "ameli hükümler" sözüyle bunlar tarifin dışında bırakılmıştır.[15]Şer'i Hükümler: Şer'i hükümler üç kısımdır.
1- Ameli hükümler: Namazın, zekâtın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah oldugu, borcu yazmanın, alışverişi sahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer'iyyeyi terketmenin mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir.
2- İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve rasuller, kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir.
3- Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.
Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, tarifte "ameli" kelimesini kullandık ve böylece itikadi ve ahlaki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü bunlar usul ilminde incelenmez; itikadi hükümler "tevhid" veya "kelam" ilminde, ahlaki olanlar ise "tasavvuf" veya "ahlak" ilminde incelenir.[16]

Şer'i Deliller: Şer'i deliller iki türlüdür:
1- Tafsili (cüz'i) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delalet eden cüz'i delillerdir. Mesela: "Zinaya yaklaşmayın." (İsra: 17/32) ayeti sadece zinaya yaklaşmanın haram olduğuna, "Anneleriniz (ile evlenmeniz) size haram kılınmıştır." (Nisa: 4/23) ayeti sadece anneleri nikâhlamanın haram olduğuna, "... o halde o putlardan, o pislikten kaçının, yalan sözden kaçının." (Hacc: 22/30) ayeti sadece putperestliğin ve yalan şahitliğin haram olduğuna delalet eder.
2- İcmali (külli) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer'i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir. Bu delillerin "amm" ve "hass" gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde "emir", "nehiy", "mutlak", "mukayyed" gibi ayırımları vardır. "Emir vücub içindir, nehiy tahrim içindir." gibi sözler birer külli delildir. İşte usulcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsili deliller ise fakihin meselesidir.
Şu halde usulcünün yaptığı kendisini cüz'i hükümleri istinbata götürecek külli kaideleri araştırmaktır. Fakihin işi ise cüz'i hükümleri cüz'i delillerden, yani her hükmü o konuda varit olan kendi delilinden istinbat etmek suretiyle bu usul kaidelerini istinbat sahasında tatbik etmektir. Yani usulcünün sahası külli deliller ile, fakihin istinbatına yardımcı olacak külli kaideleri koymak için külli bir hükme delalet eden delilleri araştırmaya münhasır olduğu halde fakihin sahası cüz'i deliller ve bunun delalet ettiği cüz'i hükümlerle sınırlıdır.[17]
Tafsili deliller, fakihin inceleme konusudur. Zira fakihin gayesi, belirli bir fiilin caiz veya haram olması, bir sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz'i hükümlere ulaşmaktır. Cüz'i hükümler ise, cüz'i-tafsili delillerden elde edilir. İşte bu sebeple, icmali-külli delilleri dışarıda bırakmış olmak için, tarifte "tafsili" kelimesini kullandık. İcmali külli deliller, fakihin değil, usulcünün inceleme konusudur. Zira usulcünün gayesi, fakihin cüz'i hükümleri tafsili delillerinden çıkarırken faydalanacağı ve şer'i kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel kurallara ulaşmaktır. Bu kurallar ise, icmali-külli delillerle ilgilidir, yoksa tafsili delillerle ilgili değildir.[18]
Fıkıh Usulünün Konusu: Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'i küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet olusunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'i delildir. Fakat onun tüm şer'i nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss siygasıyla varit olmuştur. Bu sîygalar, şer'i delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: "Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir." Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.[19]
Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer'i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer'i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir -ki racih olan da budur- zira onlar: "Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer'i hükümlerdir" demektedirler.[20]
Fıkıh usulünün konusu şer'i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer'i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, sart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te'vil, hafi, müskil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Usulcünün Faaliyet Tarzı:
Usulcü, Kitap, Sünnet ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar. Mesela, Kitap ve Sünnet'te mevcut "emir"leri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, "emir" "me'murun bih"in (emredilen şeyin) vacip olduğunu göstermektedir. Böylece "Emir vücuba delalet eder." kuralını koyar. Yine, hangi hükmü gösterdiğini tespit etmek üzere Kitap ve Sünnet'te mevcut "nehiy"leri inceler ve incelemenin sonunda bunların "menhiyyun anh"ın (yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği soncuna ulaşır. Böylece "Nehiy haram kılmaya delalet eder." kuralını koyar. Aynı şekilde usulcü, ser'i delillerde yer alan "umum" siygalarını inceler, bunların neye delalet ettiğini tespite çalışır ve nihayet "umum" siygasının bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine "âmm bütün fertlerini bir delaletle kapsar." kuralını koyar.[21]
Usulcünün Görevi:
İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (her bir olayla ilgili) delillerden cüz'i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tespit etmek ve bu kuralları şer'i delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.[22]
Fıkıh Usulünün Gayesi:
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'i hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile şer'i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde ser'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkânı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak içtihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar. Müctehidin bu ictihada varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir. Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüsü ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tespit ancak bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.[23]
Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer'i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. Kim ictihat ehliyetine tam sahip olursa usul kaideleri yardımıyla ser'i nasları -açık olsun, kapalı olsun- anlayabilir ve delalet ettiği hükümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan, istıslah, istishab ve diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin hükümlerini bulmakta kullanabilir.
İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.[24]
Usul ilmi için daha önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer-i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ictihad ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur'an'ı ve Sünnet'i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslam teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ictihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer'i nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer'i hükmü tespit edebilir.[25]
Bu ilmin gayesi, şer'i hükümlerin, şer'i delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir. Burada ifade edelim ki, şer'i hükümlerin hakikatlerine bütün şartlarıyla vakıf olmak, ancak bu ilim sayesinde mümkün olabilir. Fıkıh usulü ilminin koydugu kaideleri bilmeyen bir kimse, tefsir, hadis ilimlerini bilse bile, şer'i hükümlerin hakikatlerine nüfuz edemez. Fıkıh usulü ilminde de ihtisas yapmak gerekir. Müctehidler ictihadlarında, fakihler hüküm istihracında bu ilmin kaide ve esaslarından son derece faydalanırlar. Bu ilmin esaslarını bilmeyenler, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarırken hata edebilirler. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ilmin esaslarını öğrenen bir fakih hüküm istinbatında isabetli neticelere varabilir.[26]
Fıkıh Usulünün Faydaları: Fıkıh usulü ilmi, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur'an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.
2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer'i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tespit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle, kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek söz konusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalısır.
4- Allah'ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu ögrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer'i delillerden şer'i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer'i hükümlerin tespiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.[27]
Fıkıh ile Fıkıh Usulü Arasındaki Fark:
Usulcü, meseleleri ayrı ayrı ele almaz, icmali-külli delillerden genel kaideler çıkarır. Fakih, usulcünün çıkarmış olduğu bu kaideleri malzeme olarak kullanır. Tafsili-cüz'i delillere tatbik ederek şer'i ameli hükümler çıkarır. Örneğin;
Usulcü, Kur'an ve sünnetten ‘Aksine bir karine bulunmadıkça nehiy tahrim içindir.' kaidesini çıkarır.
Fakih, içki ve kumarın dini hükmünü tayin edeceği zaman: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan isi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz." (Maide: 5/90) ayetini delil alarak haram hükmünü çıkarır.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:
İslâm'ın ilk dönemlerinde Müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine bas vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşri kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hâkimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karsılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hâkimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şeriatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı.
Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade sekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüsün deliline de işaret edip onun münâkasasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi.
Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şafii'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafii'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur.
Daha sonra İslâm âlimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.[28]
Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan âlimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.
a- Mütekellimîn Metodu:
Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyisiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hâkim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafii ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir. Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır:
1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî, eseri: el-Umde,
2- Ebu'l-Hasen el-Basrî, eseri: el-Mü'temed,
3- İmamu'l-Harameyn Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan,
4- Ebû Hamid el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ,
5- Ebû'l-Hasen el-Âmidî, eseri: el-Ahkâm fî Usûli'l-Ahkâm
6- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc.

Şüphesiz, bu metotla yazılan daha birçok kitap vardır. Bu sayılanlar, önde gelenleridir.
b- Hanefî Metodu:Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir.
Bu metot mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık rastlanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metot benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafii ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tespit etmiştir. Bu metoda mensup âlimler tarafından da telif edilmiş birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır:
1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas'ın "el-Usûl"ü,
2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî'nin "Takvîmu'l-Edille"si,
3- Semsu'l-Eimme es-Serahsî'nin"el-Usûl"ü,
4- Fahru'l-_slâm Pezdevî'nin "el-Ûsûl"ü,
5- Hafîzuddin en-Nesefî'nin "el-Menâr"ı.
Bunların dışında daha birçok usûl kitabı bulunduğu gibi, bu eserlere de bir takım şerhler ve haşiyeler yazılmıştır. Bunların hepsinin buraya aktarılması mümkün değildir. Arzu eden, Kâtip Çelebi'nin ve Taşköprülüzade'nin yukarıda işaret edilen eserlerine bakabilir.
c- Mecz Metodu:
Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metot geliştiren ve bu metoda göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını ispat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bagdâdî'nin "Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l Ahkâm"ı,
2- Sadru's-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd'un "et-Tenkîh"ı. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmistir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmistir.
3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî'nin "Cem'ul-Cevâmî" adlı eseri.
4- İbnu'l-Hümâm'ın "et-Tahrîr"i[29]
Bu eserlerin dışında, ayrı özellikleri olan, es-Şatıbî'nin el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. Özellikle bunlardan sonraki usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Şüphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalışmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, usulü'l-fıkıh ilmi anlaşılması güç hatta imkânsız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlaşılması için mesai sarf etmişler ve yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey,
Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.
Bu eserlerden, Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri Arapçadır. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir.


________________________________________
[1] Zekiyyüddin Saban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[2] Amidi, Ahkâm: 1/7; Molla Hüsrev, Mir'at: 11; Büyük Haydar Efendi: 7-8; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.
[3] Seyyid Bey: 1/61; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.
[4] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.
[5] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, "İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik" ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[6] Molla Hüsrev, bu ilme ait iki tarif nakletmektedir. Mir'at: 11, 14.
[7] Burada birkaç usul kaidesi zikredelim: "İbahe karinesi bulununca emir siygası, ibahe ifade eder." "Has lafız, kat'i hüküm ifade eder." "Müevvel hass, zanni hüküm ifade eder." (Mir'at: 20.)
[8] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 2-4.
[9] Âmidî, el-Ahkâm fı Usûlü'l-Ahkâm, I, 7 vd.; Şâkiru'l-Hanbelî, İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf İlmi Usulü'l fıkh,11; İbrahim Kâfı Dönmez, İslâm Hukuk Esasları, terc. 23, 24; Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/254.
[10] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/254.
[11] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[12] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24; Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[13] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[14] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24-25.
[15] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[16] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25.
[17] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11-12.
[18] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25-26.
Yazar, fıkıh usulü tarifi içinde fıkhın mahiyetini de tanıtacak unsurlara yer verdiğinden burada "icmali, külli delilleri dışarıda bırakmak için tafsili kelimesini kullandık" seklinde yaptığı açıklamanın, fıkıh usulü değil, fıkıh ile ilgili olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim aynı açıklamanın devamında ve özellikle aşağıda icmali külli delilleri incelemenin fıkıh usulünün çerçevesine dâhil olduğunu belirtmektedir. (Mütercim: İbrahim Kafi Dönmez)
[19] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/255-256.
[20] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[21] Bu kural Hanefilere göredir. (Mütercim: İbrahim Kâfi Dönmez)
[22] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[23] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/256.
[24] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[25] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[26] Mir'at: 24; Sava Pasa: 2/46; Büyük Haydar Efendi: 18; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 4-5.
[27] Seyyid Bey: 1/85; Hudari: 16-17; Bilmen: 1/40; Şakiru'l-Hanbeli: 36-37; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 5; Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27-28.
[28] Bibliyografya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.
[29] Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî, a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd


0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

 

ADI VE SOADI :Abdulhafız.ALHAJJ

 

 

ÖĞ. NO: 14914742

 

آية الرجم


آية الرجم يعرفها علماء
السنة بأنها آية من القرآن نسخ لفظها، [1] وبقي حكمها [2] في القرآن، بينما ينكر ذلك بعض علماء الشيعة. وقد ورد ذكر هذه الآية التي كانت قبل النسخ ضمن سورة الأحزاب بلفظ هو:الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما البتة نكالاً من الله والله عزيز حكيم[3]. [4] قرأها الصحابة على عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم، ثم رفعها الله مع ما رفع من القرآن، مع بقاء الحكم. وقد روى هذا عدد من الصحابة، ووافقهم الآخرون ولم ينكروا عليهم، وقد وردت شواهد كثيرة عن الصحابة والتابعين والعلماء في كتب التفسير والحديث وأصول الفقه وفروعه وكلها تدل على أن هذه الآية منسوخة لفظا لاحكما، فهي بعد النسخ ليست من الآيات التي تعبدنا الله بتلاوتها أما حكم الرجم الذي دلت عليه فلم ينسخ بل هو باق وثابت ومؤكد بالسنة والإجماع.

محتويات

[أخف]

  1. 1 آية الرجم في الإسلام

  2. 2 ثبوت آية الرجم قبل النسخ

    1. 2.1 توضيح

  3. 3 نسخ آية الرجم لفظا لا حكما

  4. 4 أدلة النسخ

  5. 5 تعليل الفقهاء لنسخها

  6. 6 أدلة من كتب العلماء

  7. 7 نسخ آية الرجم في التلاوة مع بقاء الحكم

    1. 7.1 النسخ

  8. 8 ثبوت حد الرجم في الإسلام

    1. 8.1 أدلة ثبوت حد الرجم في الإسلام

  9. 9 جمع القرآن

    1. 9.1 جمع القرآن

    2. 9.2 القرآن

  10. 10 مصادر

  11. 11 المراجع

    آية الرجم في الإسلام

    آية الرجم هي: اللفظ الدال على حكم رجم الزاني المحصن، وتسميتها (آية) يستلزم كونها منزلة من عند الله تعالى. [5] ولفظ آية الرجم في أصح ما ثبت هو: الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما البتة نكالاً من الله والله عزيز حكيم. وقد ثبت في صحيحي البخاري ومسلم وفي الموطأ والسنن الكبرى وغيرها من كتب الحديث والتفسير وكتب أصول الفقه وفروعه وفي مواضع متعددة منها بروايات صحيحة ذكر آية الرجم، وأنها كانت أحد آيات سورة الأحزاب، وأن الصحابة رضي الله عنهم قرؤها على عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم ووعوها، وكانوا يعدونها آية من القرآن، وأنها نسخت لفظا وبقي حكمها، أي: رفع لفظها مع ما رفع من الآيات القرآنية، حيث أنها لم تكتب في المصحف، فلم تعد بعد النسخ من الآيات القرآنية التي تعبدنا الله بتلاوتها، وبقي حكم حد الرجم للزاني المحصن، وهو ثابت بالإجماع على ما ورد بالسنة النبوية وجرى تنفيذه في العصر النبوي وما بعده، ونسخ آية الرجم لفظا مع بقاء الحكم هو ما ذهب إليه جمهور أهل السنة والجماعة لثبوت نقله بروايات في أصح كتب الحديث المتفق عليها، وأن القول بالنسخ لم يأت برواية شخص واحد بل جاء عن عدد من كبار الصحابة ووافقهم الآخرون ولم ينكروا عليهم، فالقول بالنسخ لا مجال فيه للإجتهاد، بل هو توقيفي وكل ما نسخ من آيات القرآن أو بقي منها فهو بأمر الله تعالى وحكمة فهو المالك الحاكم يفعل ما يشاء، فهو الذي تولى بنفسه حفظ القرآن وضمن ذلك فليس بمقدور أحد أن يحرفه أو يبدله. وآيات القرآن ما نسخ منها وما لم ينسخ كلها كانت محددة ومعروفة ومحفوظة عند الصحابة، وقد نقلت إلينا كما هي وليس فيها زيادة أو نقص. والصحابة عدول مؤتمنون مصدقون وما من أحد من علماء المسلمين إلا وهو يأخذ عنهم، ولا يمكن لأحد أن يزيد في القرآن أو يأتي بآية من عنده لأن الله تعالى حفظ القرآن بقدرته على وجه الإعجاز والتحدي فلا يستطيع أحد معارضة قدرة الله تعالى، كما أن الزيادة تعد افتراء على الله ولا يمكن لأحد من علماء المسلمين في أي زمن السكوت عليها.

    ثبوت آية الرجم قبل النسخ

    إتفق جمهور أهل السنة والجماعة على أن آية الرجم أحد الآيات القرآنية المنزلة من عند الله تعالى، وأن الصحابة رضي الله عنهم قرؤها على عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم وعقلوها ووعوها، ثم نسخ لفظها وبقي حكمها وهو حكم الرجم. وأن النسخ لا يكون إلا بأمر الله تعالى وحكمة، وقد ثبث بأدلة  مستفيضة. وشواهد متعددة

عبد الله بن  عباس  عن عمر بن الخطاب أنه قال، وهو جالس على منبر رسول الله : "إن الله قد بعث محمدا صلى الله عليه وسلم بالحق. وأنزل عليه الكتاب. فكان مما أنزل عليه آية الرجم. فقرأناها ووعيناها وعقلناها. رجم رسول الله صلى الله عليه وسلم ورجمنا بعده. فأخشى، إن طال بالناس زمان، أن يقول قائل : ما نجد الرجم في كتاب الله. فيضلوا بترك فريضة أنزلها الله. وإن الرجم في كتاب الله حق على من زنى إذا أحصن، من الرجال والنساء، إذا قامت البينة، أو كان الحبل، [6] أو الاعتراف." [7][8] .[9]

توضيح

تضمن حديث عمر بن الخطاب رضي الله عنه إلى الناس بصفته خليفة رسول الله صلى الله عليه وسلم ومبلغا عنه والقائم بأمر الأمة الإسلامية، والذين تحدث إليهم معظمهم من الصحابة، والذي تحدث عنه هو: حكم حد الرجم الذي ثبت عند الصحابة، بقصد استظهار إقرارهم بما عرفوه وتلقوه من الأحكام ليتحملوا مسؤلية البيان والتبليغ لمن بعدهم. وقال: إن الله بعث نبيه محمداً صلى الله عليه وسلم بالحق، أي: مبلغاً ومبينا للناس ما أنزل الله عليه. وأنزل عليه الكتاب وكان مما أنزل من القرآن آية الرجم، قرأناها ووعيناها وعقلناها، ورجم رسول الله صلى الله عليه وسلم ورجمنا بعده. والمعنى: أنه أرد منهم أن يتحملوا مسؤلية تبليغ وبيان هذه الأحكام التي تقررت في السابق، وانتهى الأمر بالإتفاق على هذا ولم ينكروا علية، إذ لو كان في الأمر أي مخالفة لما وافقوه، كما أن ما هو مقرر عند الجميع ومعلوم مسبقا؛ لا يلزم أن يتحدث عنه ويرويه كل فرد.

أهم الأسباب

الإهتمام بهذا الموضوع لم يقصد منه تقرير ما هو مقرر فقط بل هناك عدة أسباب من أهمها:

  1. حث الصحابة على تبليغ الأحكام الشرعية وبيانها للناس وخصوصا ما يخفى منها غالبا.

  2. أن عدم ظهور الزنا بسبب صلاح الناس، أو لأنه مما يخفى غالبا، كما أن ستر مثل هذه الأمور وعدم التحدث عنها مما يطلب في الشرع الإسلامي كل هذا قد يؤدي إلى ترك حكم شرعي.

  3. أهم الأسباب؛ هو أن نسخ لفظ آية الرجم قد يؤدي إلى إنكار حكم الرجم بحجة أنة لم يوجد في القرآن حكم الرجم وهذا ما كان يخشاه عمر وقد حدث بعده بالفعل، حيث ظهر من ينكر حد الرجم

    نسخ آية الرجم لفظا لا حكما

    ثبت في صحيحي البخاري ومسلم وفي الموطأ والسنن الكبرى وغيرها من كتب الحديث نسخ آية الرجم لفظا لا حكما أي: أنها بعد النسخ لم تعد من الآيات القرآنية التي تعبدنا الله بتلاوتها، وبقي حكم الرجم الذي دلت عليه.[10]

  1. قال السيوطي في كتاب الإتقان في علوم القرآن أن آية الرجم مما نسخ لفظها وبقي حكمها.

  2. جاء في تفسير القرطبي أن آية الرجم كانت أحد آيات سورة الأحزاب ثم نسخ لفظها وبقي حكمها.

  3. ذكر الشوكاني في كتاب فتح القدير أن آية الرجم كانت آية تتلى ويقرأها الصحابة وكانت في سورة الأحزاب، وكانت تعادل سورة البقرة ثم نسخت لفظا وبقي الحكم الذي دلت عليه.

  4. ذكر القرطبي في تفسير سورة الأحزاب أنها مدنية وعدد آياتها ثلاث وسبعون آية، وكان منها آية الرجم الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما البتة نكالاً من الله والله عزيز حكيم وذكر قول أبي ابن كعب -من كبار قراء الصحابة- أنه بعد جمع المصحف قال: كم تعدون سورة الأحزاب قيل ثلاثا وسبعين آية قال: والذ يحلف به أبي ابن كعب إن كانت لتعدل سورة البقرة أو أطول ولقد قرأنا منها آية الرجم الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما البتة نكالاً من الله والله عزيز حكيم. وفي كلامه أن الله رفع من سورة الأحزاب ما رفع وبقي ما بأيدينا.

  5. ذكر الزمخشري في تفسير الكشاف في تفسير سورة الأحزاب أنها كانت آية منها ثم نسخ لفظها وبقي حكمها

    أدلة النسخ

    استدل العلماء على نسخ آية الرجم لفظا مع بقاء الحكم بأدلة منها:

  1. أن القول بنسخ آية الرجم لفظا لا حكما؛ ثبت بالنقل في أصح الكتب المتفق عليها فقد ورد في الصحيحين البخاري ومسلم وفي الموطأ والسنن الكبرى وغيرها من كتب الحديث والتفسير والفقه ولم تقتصر على راو واحد أو كتاب واحد.

  2. أن هذا القول لم يتفرد به واحد من الصحابة بل رواة عدد من الصحابة المتفق على عدالتهم وأقرهم الآخرون ولم ينكروا عليهم لو كان القول بالنسخ غير صحيح لما وافقوهم.

  3. أن النسخ توقيفي لا مجال فيه للإجتهاد بل هو بأمر الله تعالى وحكمة.

  4. أن الله تعالى ضمن حفظ القرآن، وأن آياته كانت معلومة ومحددة.

  5. أن نسخ اللفظ دون الحكم نوع من النسخ لأن اللفظ دليل للحكم فلا يلزم منه نسخ الحكم لثبوته بأدلة أخرى.

  6. جاء في كتاب عمدة القاري شرح صحيح البخاري أن بعض الخوارج وبعض المعتزلة أنكروا الرجم وأنكروا نسخ اللفظ دون الحكم، وقد رد عليهم العلماء بأن آية الرجم منسوخة بشهادة الصحابة وتوافقهم الذي ثبت في أصح الكتب والمخالفة تبنى على أن آية الرجم لا يخلو من أن تكون ثابة أو غير ثابتة، والقول بعدم ثبوتها يستلزم تكذيب جمهور العلماء من الصحابة فمن بعدهم وهذا مردود فيلزم إثبات الأية وهو لا يخلو من أن تكون منسوخة أو غير منسوخة، والقول بأنها غير منسوخة مردود أيضا حيث لم توجد آية الرجم في المصحف، فيلزم كونها منسوخة، والقول بنسخها لفظا وحكما مردود أيضا لأن حكم حد الرجم للمحصن ثابت بأدلة مستفيضة من السنة النبوية وإجماع الصحابة ومن بعدهم فيلزم القول بنسخ اللفظ دون الحكم.

    تعليل الفقهاء لنسخها

    ويعلل بعض فقهاء السنة نسخ لفظها بأنه ابتلاء من الله. ويقول آخرون أن الحكمة منه بيان فضل هذه الأمة على الأمة اليهودية التي يروى أنها كتمت أو حاولت أن تكتم ما كان موجوداً في كتابها بما فيه آية الرجم فقد ثبت في صحيح البخاري وفي صحيح مسلم وغيرهماحديث: عن عبد الله بن عمر رضي الله عنهما أنه قال: (إن اليهود جاءوا إلى رسول الله، فذكروا له أن امرأة منهم ورجلاً زنيا، فقال لهم رسول الله : ما تجدون في التوراة في شأن الرجم؟ فقالوا: نفضحهم، ويجلدون، قال عبد الله بن سلام : كذبتم؛ إن فيها آية الرجم، فأتوا بالتوراة فنشروها، فوضع أحدهم يده على آية الرجم، فقرأ ما قبلها وما بعدها، فقال له عبد الله بن سلام: ارفع يدك، فرفع يده فإذا فيها آية الرجم، فقال: صدق يا محمد، فأمر بهما النبي فرجما، قال: فرأيت الرجل يجنأ على المرأة يقيها الحجارة.[11]

    أدلة من كتب العلماء

    قال ابن قدامة في المغني (الكلام في هذه المسألة في فصول ثلاثة: (أحدهما) في وجوب الرجم على الزاني المحصن، رجلاً كان أو امرأة. وهذا قول عامة أهل العلم من الصحابة والتابعين ومن بعدهم من علماء الأمصار في جميع الأعصار، ولا نعلم فيه مخالفاً إلا الخوارج فإنهم قالوا: الجلد للبكر والثيب). وقال مبينا أدلة الرجم (قد ثبت الرجم عن رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم بقوله وفعله، في أخبار تشبه التواتر، وأجمع عليه أصحاب رسول الله صلى الله عليه وسلم.. وقد أنزله الله تعالى في كتابه، وإنما نسخ رسمه دون حكمه،

    فروي عن عمر بن الخطاب أنه قال: إن الله بعث محمداً صلى الله عليه وسلم بالحق، وأنزل عليه الكتاب، فكان فيما أنزل عليه آية الرجم فقرأتها وعقلتها ووعيتها، ورجم رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم ورجمنا بعده، فأخشى إن طال بالناس زمان أن يقول قائل: ما نجد الرجم في كتاب الله، فيضلوا بترك فريضة أنزلها الله تعالى، فالرجم حق على من زنا إذا أحصن من الرجال والنساء إذا قامت البينة أو كان الحبل، أو الاعتراف، وقد قرأ بها (الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما البتة نكالاً من الله والله عزيز حكيم) متفق عليه.

    وحكم الرجم وتقريره والرد على من أنكره مستفيض ذكره في مصنفات أهل العلم، ومن ذلك كتب التفسير، عند تفسير الآية الثانية من سورة النور، وكتب الحديث في أبواب الحدود والأحكام والاعتصام بالكتاب والسنة والنكاح. وكتب الفقه في باب حد الزنا، وفي بعض كتب العقائد، في معرض الرد على الخوارج..

    نسخ آية الرجم في التلاوة مع بقاء الحكم

    النسخ

    النسخ في علم أصول الفقه هو جزء من التشريع الإسلامي، وهو ثابت بنص القرآن والسنة النبوية وبالإجماع ويشمل: نسخ اللفظ دون الحكم، ونسخ الحكم دون اللفظ، ونسخ اللفظ والحكم معا. [12]

    ورجم الثيب ثبت بالتواتر، وآية الرجم التي ذكرت بلفظ الشيخ والشيخة إذا زنيا فارجموهما البتة نكالاً من الله والله عزيز حكيم هكذا وردت، وكانت في سورة الأحزاب، وكان العمل بها ثم نسخ لفظها وبقي حكمها بمعنى: أنها لم تعد آية تتلى وأما ما تضمنته وهو (حكم رجم الشيخ والشيخة) فسره الإمام مالك في الموطأ بالثيب والثيبة؛ فهو باق لثبوت بقاء العمل به بالسنة النبوية في العصر النبوي، وما بعده.

    ثبوت حد الرجم في الإسلام

    حد الرجم هو أحد أحكام الحدود الثابتة في الشرع على الزاني المحصن، وهو ثابت بإجماع الصحابة ومن بعدهم. وهو مذهب جمهور الفقهاء والمحدثين. وفي شرح النووي على صحيح مسلم أن الخوارج وبعض من وافقهم أنكروا حد الرجم. وجاء في فتح الباري شرح صحيح البخاري أن الخوارج وبعض المعتزلة أنكروا حد الرجم بحجة أنه لا يوجد في القرآن ما يدل على الرجم، ومن لازم هذا أنهم لم يحتجوا بأقوال الصحابة. للمزيد أنظر تفسير آيات الأحكام

    أدلة ثبوت حد الرجم في الإسلام

    ثبت في الصحيحين وغيرهما حديث يدل على واقعة تضمنت ثبوت حكم الرجم عند اليهود وأن بعض اليهود الذين كانوا في المدينة المنورة جاؤا إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم فسألهم عما في التوراة في الزاني المحصن فقالوا: تسويد الوجه بالفحم والإهانة وكان هذا غير الحقيقة، التي ظهرت منها آية الرجم في التوراة. وقد أمر رسول الله صلى الله عليه وسلم باليهوديين فرجما وهذا يدل على ثبوت حد الرجم في الإسلام الموافق لما في التوراة عند اليهود. ونص الحديث:

عن ابن عمر رضي الله عنهما قال: أتي رسول الله صلى الله عليه وسلم بيهودي ويهودية قد أحدثا فقال: ما تجدون في كتابكم؟ قالوا: إن أحبارنا أحدثوا تحميم الوجه والتجيبة قال عبد الله بن سلام: أدعهم يارسول الله بالتوراة، فأتى بها فوضع أحدهم يده على آية الرجم فجعل يقرأ ما قبلها وما بعدها فقال له عبد الله بن سلام ارفع يدك فإذا آية الرجم تحت يده فأمر بهما رسول الله فرجما. قال ابن عمر فرجما عند البلاط فرأيت اليهودي أجنأ عليها.
صحيح البخاري

فتح الباري شرح صحيح البخاري

ورد في صحيح البخاري أن علي ابن أبي طالب رضي الله عنه أقام حد الرجم في زمن خلافته وقال: رجمتها بسنة رسول الله صلى الله عليه وسلم. بعنى: إنه إذا لم يوجد في المصحف ما يدل على الرجم؛ فإن الحكم ثابت بالسنة النبوية. فتح الباري شرح صحيح البخاري باب رجم المحصن

جمع القرآن

جمع القرآن

القرآن

القرآن هو معجزة الله المنزل بالوحي، والمأخوذ بالتلقي. لفظه ومعناه من عند الله وقد ضمن الله جمعه، [13] وحفظه، [14] فلا يمكن لمخلوق أن يغيره وترتيبة، وناسخة ومنسوخه، كل من عند الله تعالى وبأمره، لا مجال فيه للإجتهاد. فلله وحده تبديل[15] ونسخ ما شاء وإبقاء وإثبات [16] ما شاء، وهو ما كان في فترة نزول الوحي المخصوص بالعصر النبوي، الذي استقر فيه ما أثبته الله تعالى. والآيات القرآنية بحسب ذلك قسمان:

  1. القسم الأول: ما استقر بأيدينا في آخر عصر النبوة؛ وهو ما صدر للصحابة الأمر المؤكد بإثباته ونقله، واستقر الأمر عليه، فكانت كل آياته معلومة ومحفوظة، وأما جمع القرآن بعد العصر النبوي؛ فهو عملية تكميلية لحفظ القرآن بكتابته في مصحف واحد بعد ما كان في مواضع متفرقة. وهو المنقول بالتواتر، وعليه إجماع المسلمين. وآياته ثابته الحكم والتلاوة، ويوجد في بعضها الناسخ أو المنسوخ، ولا يثبت فيه النسخ إلا بالإجماع والنقل المتواتر لما ثبت في عصر النبوة.

  2. القسم الثاني: ما نزل من الآيات القرآنية وثبتت قرآنيته، ثمَّ استقر الأمر في آخر عصر النبوة بعدم كتابته، وهو ما رفعه الله إليه، ومنه المنسوخ والمنسأ، أو غير المثبت. ولم يتعبدنا الله بتلاوته، ولا يلزم تواتره ولا نقله بالإجماع لأن القرآن قبل جمعه في العصر النبوي كان يتلقاه أفراد من الصحابة ولم يكن متواترا إلا بعد ذلك.

    مصادر

    من كتب الحديث

  1. صحيح البخاري/كتاب الحدود

  2. شرح صحيح مسلم للنووي.

  3. فتح الباري شرح صحيح البخاري

  4. عون المعبود

  5. سنن أبي داود

  6. شرح الزرقاني

  7. الموطأ

  8. شرح سنن ابن ماجه

    من كتب التفسير

  1. تفسير القرطبي

  2. فتح القدير للشوكاني

  3. تفسير الكشاف للزمخشري

    المراجع

  1. ^ أي: رفع مع ما رفع من القرآن
  2. ^ الحكم: الذي دلت عليه وهو: رجم المحصن
  3. ^ صحيح البخاري
  4. ^ هكذا وردت بهذا اللفظ في أصح الروايات.
  5. ^ "الآية" في الشرع الإسلامي تطلق على: اللفظ المنزل من عند الله بطريق الوحي الدال على حكم.
  6. ^ الحبل؛ بمعنى: ظهور حمل المرأة غير المتزوجة، تحد به في مذهب عمر ابن الخطاب رضي الله عنه ومن وافقه، وعند غيرهم لا تحد للشبهه
  7. ^ صحيح البخاري مشكول : 4/179 باب رجم الحبلى من الزنا إذا أحصنت. وأورده القسطلاني في (إرشاد الساري) في نفس الباب 10/20، 21 من الطبعة السادسة مطبعة الأميرية ببولاق مصر(عام 1305هـ)، وأورده ابن الأثير الجزري في (جامع الأصول) : 4 / 475، 478 رقم الحديث 2077 طبع مصر وأشرف على الكتاب الأستاذ الكبير الشيخ عبد المجيد سليم شيخ الجامع الأزهر (عام 1370هـ).
  8. ^ مسلم، المسند الصحيح، كتاب الحدود باب رجم الثيب في الزنى، رقم 1691
  9. ^ عون المعبود شرح سنن أبي داود
  10. ^ * شرح النووي على صحيح مسلم
  1.  
  1. ^ كتابصحيح البخاري كتاب الحدود/ باب الرجم في البلاط. وكتاب شرح مسلمللنووي وكتاب سنن أبي داود
  2. ^ كتاب البحر المحيط
  3. ^ قال الله تعالى: ﴿إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآَنَهُ﴾ [75:17]
  4. ^ قال الله تعالى: ﴿إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ﴾ [15:9]
  5. ^ قال الله تعالى: ﴿وَإِذَا بَدَّلْنَا آَيَةً مَكَانَ آَيَةٍ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُوا إِنَّمَا أَنْتَ مُفْتَرٍ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ﴾ [16:101]
  6. ^ ﴿يَمْحُوا اللَّهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ﴾ [13:39]

 

  1.  


0 Yorum - Yorum Yaz


     Murat Gültekin    Yüksek Lisans  14912727    Fıkıh-Hadis-Tefsir Usulü   Mütalaası

 

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh usulü, müçtehidin şeri-ameli hükümleri kendi özel delillerinden çıkartmasını sağlayan kaideler bütünüdür. Ameli hüküm, fıkhın kapsamında yer alan hükümlerdir. Günde beş vakit namazın vacip (farz) olması gibi.

Kaide, ameli hükümlerin kendileri aracılıklarıyla elde edildiği ilkelerdir. Mesela, “emir kipi vücuba delalet eder” ifadesi bir fıkıh usulü kaidesidir.

Bu yüzlerce fıkıh usulü kaidesini ancak müçtehidler kullanabilir. Müçtehid derecesindeki alim kendi usul kaidelerini oluşturur,bunlara göre yeni meselelerin hükümlerini gösterir. Müçtehid olmayan alim, kaidelere göre verilen ameli hükümleri öğrenir.

Tafsili delil, özel bir meseleyi ele alarak hükmünü göstermektir.

Usulcüyle fakihin faaliyet tarzı farklıdır. Usulcü, kitap,sünnet ve diğer delilleri arap dilinin de yardımıyla bunların amm, hass, mutlak, mukayyed, delalet, hakikat, mecaz, kinaye durumlarını araştırarak her bir durumun özelliğini tespit eder ve bu özelliklerin her birine ait hükmü belirler. Fakih ise, usulcünün tespit ettiği kaideleri alarak hükmünü bulmak istediği meseleyle ilgili delile tatbik eder.

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller ve şer’i hükümlerdir. Usulcü,fıkıh, hadis,tefsir, lügat, sarf, nahiv, mantık, felsefe, kelamdan faydalanır.

Gayesi, gerekli hükümlerin kitap ve sünnetten doğru,tutarlı, sistematik elde edilmesidir. Nasları anlama ve yorumlamada de birliği temine çalışır.

Fıkıh usulü, hukuk metodolojisini öğreten ilim olarak Müslümanlarca oluşturulmuştur. Fıkıh usulüne dair ilk eseri yazan İmam Şafii’dir (ö.204).

Fıkıh usulü, Hz. Peygamberle başlar. Sahabeden Arapçayı iyi bilenler, peygamberden hükümleri alanlar, hükümlerin maksatlarını bilenler olarak yazılı kurallara ihtiyaç duymadılar. Tabiiler de büyük ölçüde yazıya ihtiyaç duymadılar. Etbau’t-Tabiin döneminde  ise yazma ihtiyacı hasıl oldu.  Konuyla ilgili kitaplar yazıldı. İmam Şafii, bu ilme dair yazdığı ilk kitabında o güne kadar ki usulü sistematize etmiştir.

Daha sonraları adını maslahat , kıyas, istihsan denilen yöntemleri fakih sahabiler kullanarak hüküm çıkardılar. Bu olay, sahabenin zihninde hüküm çıkarma metodu olduğunu gösterir.

Fıkıh usul kaideleri yazılı hale gelmeden önceki en önemli iki kaynak Hicaz ve Kufe ekolleridir. Bu ekollerdeki üstad, muhit ve malumat farkına dayanan metodolojik farklar, usul-i fıkıh kaidelerine de kaynaklık etmiştir.  Bu metodolojik fark , iki büyük kol oluşturmuştur. Bunlar, fukaha ve mütekellimin metotlarıdır.

Fukaha metodunu çoğunlukla Hanefi hukukçular kullanır. Kelam konularını karıştırmak istemezler. Bu metotta, cüzi meselelerden hareketle külli kaideler oluşturulur.  Tümevarım metodunu andırır. Zor da olsa bu metot, mütekellimin metodundan daha elverişlidir. Bu metotla bize ulaşan ilk eser el-Cessas’ın (ö.270) “el-Usul fi’l-Vusul”üdür.

Mütekellimin metotta şafii ve mutezili hukukçular çoğunlukludur. Genelde de Maliki, Hanbeli ve Caferi mezhebi takib eder.  Usul kaidelerini mezhep mensubu alimlerin içtihatlarından değil delillerden hareketle tespit edilir. Fukaha metoduna göre daha serbest anlayışla geliştirilen metot, tümdengelim metoduna benzer. Kadı Abdulcebbar el-Mutezili’nin  (ö.415) “el-Umed” ile, Gazali’nin(ö.505) “el-Mustasfa”sı bu metodun önemli eserleridir.

Bir de memzuc (karma) metodla ,yani fukaha ve mütekellimin metodlarını birleştirip eser verenler vardır. Amaç uzlaşma olduğu için daha çok Hanefi fıkıhçılar kullanmış ve iki metodun ortak noktaları bulunmaya çalışılmıştır.

Şer’i Deliller

Hükmün, ilahi iradeye aidiyeti gerekir. Buna şer’ilik denir. Her hükmün de delili vardır.

Asli deliller, kitap ve sünnet, fer’i deliller ise kitap ve sünnette hüküm bulunmadığında icma, kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele, istishab ve örf’tür.

Usulcülerin çoğunda asli deliller, kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Fer’i deliller ise istihsan, istishab, örf ve mesalih-i mürseledir.

Deliller, hükme delaletlerinin kesinlik düzeyine göre zanni ve kat’i olarak ayrılır. Ayetler ve mütevatir hadisler sübut yönünden kat’idir.

Hüküm istinbatında, üzerinde ittifak edilen delillerde sıra gözetilir. Kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak. Fakih sahabiler de böyle yapmışlardır. Kitap ve sünnette hüküm bulamadıklarında icma oluşturmuşlardır. Toplumun ileri gelen seçkinleriyle istişare etmişlerdir. Kıyas, önceki üç delilden ayrı zaten düşünülemez.

Asli deliller, kitap,sünnet, icma ve kıyastır. Fer’i deliller, istihsan, mesalih-i mürsele, sahabi kavli, istishab, örf, şer’u men kablena, sedd-u zerai’dir.

Kitap

Sübutunda şüphe olmayan hükümlere delaleti açısından, bazı hükümlere delaleti kat’i (kesin), bazılarına ise zannidir.  Hükümleri açıklarken de bazen icmali (toplu,özlü) bazen de tafsili (detaylı) yöntem takib eder.  Genel itibariyle Kur’an, hüküm açıklarken icmali yöntemi tercih eder. Kur’an’daki hükümler bazen ibareyle, bazen işaretle bazen de delaletle yer alır. Kur’an’da 500 kadar ameli hüküm vardır. Diğer itikadi ve vicdani hükümler bu ilmi doğrudan ilgilendirmez.

Sünnet

Peygamberden Kur’an dışında nakledilen söz, fiil ve takrirlerdir.  Sünnet, şer’i hükümlerin delillerindendir. Hz. Peygamber’in insanları irşad etmek, örnek olmak, dini bir hükmü bildirmek gibi söylediği sözler kavli sünnettir. Bu sözler, şer’i hükümleri ve onun teşrii yönünü açıklama maksadı taşıyorsa hüküm kaynağı olur. Sünnet, Hz. Peygamberin yaptığı işlerdir. Hz. Peygamberin her fiilinin dinen bağlayıcı olduğu tartışılmıştır.  Hz. Peygamberin fiilleri delil olma bakımından da üç şekilde değerlendirilir. Hz. Peygamberin beşeri yönüyle ilgili fiilleri, şahsına mahsus fiilleri, şer’i delil  taşıyan fiilleri.

Hz. Peygamberin şer’i delil taşıyan fiilleri dışındakilerine ittiba zorunluluğu yoktur.

Takriri sünnet, Hz. Peygamberin bizzat görerek veya işiterek bilgi sahibi olduğu söz ,davranış hakkında sükut etmesidir.

Mütevatir sünnetle amel etmek farzdır, onu inkar eden kafir olur.                                              

Mütevatir sünnette, her üç tabakada ravi sayısı tevatür derecesinde olmalı, meşhur sünnette ise birinci tabakadaki ravi sayısının tevatür derecesinde olması şart değildir. Meşhur sünnet, Hanefi de teşri kaynağına göre mütevatir derecesindedir. Yani ,mütevatir gibi Kur’an’ın amm ifadesini tahsis ,mutlakını takyid eder.

Ahad sünnet,Hz. Peygamberden beri bir-iki olan,ya da tevatür derecesine ulaşmayan sayıda sahabenin, devamında da aynı sayıda tabiin ve tebeu’t-tabiin’in rivayet ettiği sünnettir. Sünnetin çoğu ahad olarak gelmiştir.

Ahad haber, kesin bilgi olmayıp zann ifade ettiği için itikad ve cezalarda  (hudud) amel edilmesi tartışmalıdır.  İbadet ve muamelat konularında amel edilebilir.

Mezhep imamları ,ittifakla ,ahad haberle fıkhi konularda amel edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Fakat,müçtehit imamlar, ahad haberlerin kabulünü şartlara bağlamışlardır.

İcma

Hz. Peygamberin vefatından sonra herhangi bir asırda müçtehitlerin ameli meselenin şer’i hükmü konusunda ittifak etmesidir. İcma için, Hz. Peygamberin vefatından sonra olması, icma edenlerin Müslüman ve müçtehid olması, ittifakın olması (bütün alimlerce), şer’i hüküm hakkında olması gerekir. Şartları teşekkül eden sarih icma kesin delildir. Amel etmek vacip, muhalefet haramdır. İcma olduktan sonra içtihad veya ihtilaf kabul edilmez. Müçtehitlerin, bir senedinin, dayanağının olması gerekir. Bu sened de şer’i delildir. İcma, zanni hükmü kat’i hale dönüştürür.

Hz. Osman döneminden itibaren icmanın şartları, gerçekleşme imkanı zorlaşmıştır.

Kıyas

Usulcülere göre kitap, sünnet ve icma’da hükmü bulunmayan meseleye aralarındaki illet birliği sebebiyle, bu kaynaklardan birinde yer alan meselenin hükmünü vermektir. Kıyasın olması için gereken unsurlara kıyasın rükünleri denir. Bunlar, asl,fer’, aslın hükmü, illet.

Asl- Hükmü kendisine kıyas yapılacak asıl meseledir.   Fer’- Bu meseleye kıyas edilecek yeni meseledir. Asl’ın hükmü- Kıyas yoluyla fer’e tatbiki istenen hükümdür. İllet- Asılda bulunan hükmün üzerine bina edildiği vasıftır.

Bu rükünlerin yanında sahih kıyasın bazı şartları da vardır.

Asılla ilgili şartlar:  Aslın hükmü, kitap ve sünnette sabit olmalıdır.  Aslın hükmü, aklın idrak edeceği illete sahip olmalıdır.  Aslın hükmü ,sadece asla mahsus olmalıdır.

Fer’ ile ilgili şartlar: Fer’ ile ilgili nassda, icmada müstakil hüküm olmamalıdır. Asıldaki illetin aynısı fer’de de olmalıdır.

İllet ile ilgili şartlar: İllet zahir , açık olmalıdır.  İllet ,munzabıt, istikrarlı, belirli, sabit olmalıdır. İllet, hüküm için münasib bir vasıf olmalıdır. Ya zararı def etmeli ya da fayda sağlamalıdır.  İllet ,kasır olmamalıdır.

Cumhur, kıyası şer’i delil kabul eder.

Fer’i Deliller

İstihsan- Müçtehid, bir meselede, nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi özel ve daha kuvvetli görünen bir delile dayanarak o meselenin benzerlerinde takip edilen genel kaideden ve ilk hatıra gelen çözümden vazgeçmesi ve hukukun maksadına daha uygun bulduğu başka bir hüküm vermesidir.  En fazla Hanefiler kullanmıştır.  Adına istihsan demese de metodu diğer mezhepler de kullanmıştır.

Mesalih-i Mürsele – Hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi insanlara fayda sağlayan veya bir zararı gideren fakat muteber veya gayrı muteber oluşuna  delil bulunmayan vasıflardır. Nass veya icmayla hakkında sabit hüküm yoksa müracaat edilebilir. Kitap, sünnet, icma ve kıyasın dışında kalıp nasların hükmünü tayin etmediği meselenin hükmünü tespit için başvurulan fer’i delil ıstıslahtır. Dört sünni mezhep imamı mesalih-i mürsele’nin muteber delil olduğu görüşündedir.

Örf – insanların çoğunun veya bir cemiyetin benimseyip alışkanlık haline getirdiği fiillerdir. Dinen makbuliyete göre sahih-fasit; fiil,söz açısından da kavli-ameli olarak ayrılır. Genelliği açısından da umumi -hususi olarak ayrılır. 

Örf’ün şartları:  Örf  umumi olmalıdır.  Örf, ihtiyaç anında mevcut olmalıdır. Örf, açık irade beyanıyla çatışmamalıdır. Örf, kati şer’i delile veya islam hukuku prensiplerine muhalif olmamalıdır. İslam hukukunda örf mutlak olarak kabul edilmediği gibi mutlak olarak da reddedilmez.  İslam esaslarına uygunluk dikkate alınır.

Seddü’z-Zerai’ -Aslen caiz olan fiilleri yasak sonuca götürmesi sebebiyle yasaklamaktır.  Müstakil bir delil değildir.  Fakat çoğu mezhep kullanmıştır. En çok maliki ve hanbeliler kullanmıştır. Tatbikatta da en çok Hanefiler kullanmıştır. Burada dikkat edilmesi gerekli husus, esasen mübah fiil yasaklanırken kötülüğe götüreceğinden emin olunmalıdır. Zanla hüküm verilmemelidir.

Şer’u Men Kablena- Allah’ın önceki toplumlar için koyduğu, peygamberleri vasıtasıyla onlara tebliğ ettiği hükümlerdir. Bu hükümler, Kur’an ve hadiste varsa bağlayıcıdır ama üçe ayrılır. Kur’an ve sünnette olmayanlar bağlayıcı değildir. Bunlardan islam ümmetini bağladığı belirtilenlere  itibar edilir.  Nesh edilen hükümler, bizim için geçerli değildir.

Sahabi Kavli-Şer’i meselelerle ilgili olarak sahabi fetvaları ve içtihatlarıyla istinbat ettikleri hükümlerdir. Sahabi kavli, rey ve içtihatla kavranmayacak konuda olursa buna göre amel edilir. Sahabi kavillerinin, rey ve içtihatlarının  delil olması hususunda alimler ihtilaf etmiştir. Tercih edilen ,sahabi kavlinin müstakil ve müracaatı mecburi delil olmadığı şeklindeki görüştür.

İstishab-  Geçmiş zamanda var olan durumun değiştiğine dair delil olmadıkça varlığını koruduğuna hükmetmektir. Yani aksine delil yoksa mevcut durumu korumaktır. Üçe ayrılır: Beraet-i asliye istishabı, ibaha-i asliye istishabı,    şer’i hüküm istishabı. Başka delil yoksa istishab delildir.

ŞER’İ HÜKÜMLER

Hükümleri koyan kaynak, yani otorite olan Allah ,hakimdir.Usulde şaridir.  Allah, hakiki ,müstakil şari, peygamber, bağımlı, mecazi, ikinci derece şaridir. Akıl, şer’i delillerin rehberliğiyle şer’i hükmü bilebilir. Husn ve kubh’a karar veren akıl mı, şeriat mı tartışılmıştır. Eş’ari ve usulcülerin çoğuna göre  husn ve kubh  Mutezileye göre iyi ve kötü ,fiillerin aslındandır. Akıl, kendi başına fiillerin çoğunun iyi- kötü olduğunu idrak edebilir. Akıl,peygambersiz de bunları anlayabilir. Maturidi, akıl, fiillerin çoğunun iyi ve kötülüğünü idrak edebilir. Aklın iyi ve kötü gördüğünü din iyi ve kötü kabul etmez. İyi ve kötüyü din belirler.

Şeri hüküm, şarinin mükellefin fiilleriyle alakalı belirlemeleri ve nitelemeleridir. Şer’i hüküm, teklifi ve vad’i olarak ikiye ayrılır. Fukahaya göre teklifi hüküm, şariin yapılmasını ya da yapılmamasını taleb etmesine veya yapıp yapmamada serbest bırakmasına göre mükelleflerden sadır olan fiillere bağlanan şer’i vasıftır. Şari, fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı taleb ederse bu icab, kesin ve bağlayıcı olmazsa bu nedb, şari, kesin ve bağlayıcı yapılmamasını taleb ederse tahrim, kesin ve bağlayıcı olmazsa kerahe, şari mükellefi yapıp yapmamada serbest bırakırsa ibahe’dir.

Talebin  Umumi ve Hususiliğine Göre Teklifi Hüküm

Azimet- Allah’ın,mükelleflerin hepsi için normal durumlarda asli olarak vaz ettiği hükümlerdir.

Ruhsat- Allah’ın, kulların mazeretlerine göre ihtiyaçlarını dikkate alarak vaz ettiği geçici hükümlerdir. Haram işlem ruhsatı, vacibi terk etme ruhsatı, umumi prensibe aykırı davranma ruhsatı gibi.

Vad’i Hüküm

Fukahaya göre, Şari’in iradesine binaen bir şeyinbaşka bir şey için sebep, şart veya mani teşkil etmesidir. Mesela, güneşin batı yönüne meyletmesini Allah, namazın vücubu için sebep kılmıştır. Peygamberin, temizliği (abdest) namazın kabulüne şart koşmuştur. Yine Peygamber, katili mirasçı, mirasa mani olduğunu belirtmiştir.

Vad’i Hüküm Çeşitleri

Sebep- hükmün konulmasıyla açıkça uygunluk taşısın –taşımasın, Şari’in, varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alamet kıldığı durumdur.

Rükün- birşeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan, onun yapısından bir parça teşkil eden unsurdur. Mesela, namazda secde, rüku, birer rükundur.

Şart-  Bir  şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla beraber onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Mesela namaz için abdest şarttır.

Mani- Varlığı sebebin varlığına veya sebebe hükmün bağlanmasına engel olan durumdur. Abdestin bozulmasının namazın sıhhatine mani olması gibi.

Sahih- Şari’in tayin ettiği şart ve rükünleri tam olarak yapısında barındıran fiil ya da işlemdir. İbadeti, şart ve rükünlerini yerine getirerek ifa etmek sahih olur.

Batıl-(fasid)- Şari’in tayin ettiği rükünlerden biri yerine getirilmeden yapılan fiildir. Bunlar, cumhurun görüşüdür.

Mahkum fih- Teklifi ya da vad’i hükümlerin konusunu teşkil eden fiil ya da durumdur. Kulların fiilleri,temsil ettiği haklar bakımından dörde ayrılır: 1 Sırf Allah Hakkı: Namaz, oruç gibi. 2 Sırf Kul Hakkı:  Fertlerin mal üzerindeki hakları gibi. Borç,tazmin. 3 Allah Hakkı Galip Haklar:  İffetli kadına zina isnadı,kazf cezası. 4 Kul Hakkı Galip Haklar:  Kasten adam öldürmeye kısas cezası verilmesi.

Mahkum Aleyh- Mükellef, Şari’in talebinin kendisiyle ilgili olduğu şahıstır. Mükellef olmak için, akıl, büluğ,temyiz gerekir.

Ehliyet- İki kısımdır. Vücub ehliyeti ve eda ehliyeti olarak. Vücub Ehliyeti- Sağ doğmak kaydıyla anne karnına düşüldüğü anda başlar. Haklara sahip olup borç altına girebilme ehliyetidir.  Doğmadan eksik, doğunca tam vücub ehliyeti vardır. Eda Ehliyeti- Hak ve borç doğuran hukuki muameleleri yapabilme ehliyetidir. Temelini temyiz oluşturur. Temyiz yeterli değildir, büluğ ve rüşt de gerekir.

Ehliyet bakımından hayat dört evredir. Cenin dönemi, temyiz öncesi çocukluk dönemi,temyiz sonrası çocukluk dönemi, büluğ sonrası dönem. Ehliyete arız olan haller de ,daraltan ve tamamen ortadan kaldıran hallerdir. İki türlüdür: Semavi arızalar ve Mükteseb arızalar.

HÜKÜM ÇIKARMA (İSİTNBAT) YÖNTEMLERİ

Kitap ve sünnetten hüküm çıkarırken dikkate alınan dil kaideleri, lafızlar, manayla ilişkilerine ve manaya delalet yollarına göre birtakım ayrımlara tabi tutulmuşlardır.

 

Lafızlar

Konuldukları Mana Bakımından

Hass Lafız- Tek bir manayı ya da bu manaya giren tek ya da muayyen sayıdaki fertleri ifade etmek üzere konulmuş lafızdır. Ahmet, bir, elli, erkek, zeytin, ağaç gibi tür adları, insan, ağaç gibi cins adları hass lafızlardır. و  ف   ثم   لكن    حتي   gibi edatlar da hass lafızlardır. Has lafız, kullanıldığı nesneye kesin delalet eder. Başka manaya delalet ettiği ancak bir delil sayesinde anlaşılır. Has lafızları mutlak, mukayyed, emir ve nehiy olarak ayrılır.

Mutlak Lafız- Herhangi bir sıfatla ve kayıtla belirli hale getirilmeden kullanılan lafızdır. Adam,ağaç gibi. Hangi adam, hangi ağaç sorularına cevap vermediği için mutlaktır.

Mukayyed Lafız- Bir vasıfla, kayıtla, belirlenmiş fertlere delalet eden lafızdır. Mümin adam, vakitli namaz gibi. Mesela, mirasta vasiyetin üçte bir olabileceği hadisle mukayyed olmuştur. Mutlak, mukayyed olmuştur.

Emir ve Nehiy- Emir, Şari tarafından bir şeyin yapılmasının bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren lafızdır.  Nehiy, Şari’in bir şeyin yapılmaması yönünde delalet eden lafızdır.

Aksine delil yoksa emir kipi (mücerred) vücuba delalet eder. Emir kiplerinin, bağlam ve karinelerine dikkat ederek farz, nedb, vucub, ibaheye delaletleri anlaşılabilir. Davranışın farz, vacib olması , emir kipinin yanında ,kitap ve sünnette farklı üsluplarla temin edilmiştir.

Amm Lafız- Tek bir mana için konulmuş, bu mana kapsamına giren fertlerin hepsine birden delalet eden lafızlardır. Erkekler, millet, kavim gibi. Çoğul kelimeler, çoğul anlama delaleti olan tekil kelimeler, istiğrak, şümul ifade eden harf-i tarifli tekil ve çoğul kelimeler, olumsuz nekre kelimeler, كل     جميع     kelime ve tamlamaları, ismi mevsul, şart edatları, soru edatları, عامة كافة            kelimeleri amm lafızlardır.

Çoğu hanefide, amm lafız , tahsis edildiğine dair delil bulunana kadar fertlerine kati delalet eder.  Tahsisine dair delil bulununca da sadece tahsis edildiği fertlerine delalet eder ve delaleti zaruri olur.

İlk kullanıldığı anda amm lafızdan, kapsamına giren fertlerin bir kısmı kastedilir ve buna tahsis denir. Örneğin, sizden kim Ramazan ayına ulaşırsa.

Müşterek Lafız -  Farklı kullanımlarda farklı anlamlarda kullanılabilen lafızdır.    عين   kelimesinin göz, güneş, su kaynağı anlamında kullanılabildiği gibi.

Müevvel Lafız – Müşterek lafzın muhtemel anlamlarından biri zanni delil ya da içtihatla diğer anlamlara tercih edilirse , tercih edilen lafız müevvel olur.

Manasının Açıklığı-Kapalılığı Bakımından Lafızlar

Zahir -  Kendisiyle ne kastedildiği hemen anlaşılan , anlaşılması için düşünmeye, harici delile ihtiyaç duyulmayan lafızdır. Örneğin, “Allah alışverişi helal kıldı”. Açıkça ifade ettiği anlam ve hükme delalet etmekle birlikte zahir lafız , tahsis, tevil ve nesh de edilebilir. Bu da delille olur.

Nass – Manasına açık bir şekilde delalet eden, kendisinden çıkarılan hüküm, sözün asıl sevk ediliş sebebini teşkil eden, bununla beraber tevil ve tahsis ihtimaline açık olan lafızdır. Nassın hükme delaleti zahirden kuvvetlidir. Çatışma durumunda nass tercih edilir. Nass da tevil, tahsis ve neshi kabul eder ama nesh peygamber döneminde sabit olmalıdır.

Müfesser -   Hükme açık delalet eden, tevil ve tahsise kapalı olan lafızdır. Lafız ya çok açıktır, başka türlü anlama ihtimali yoktur ya da şarinin açıklaması ,beyanıyla müfesser olur.  Müfesser lafız ,peygamber dönemiyle sınırlı olarak neshe muhtemeldir.

Muhkem- Hükme delaleti açık, tevil, tahsis ve neshe kapalı olan lafızdır. Örnek: Hadiste “Cihat

temel prensiplerinden olur.

Manaya Delaleti Kapalı Lafızlar

Hafi ve müşkil’deki kapalılık giderilebilir, mücmel ve müteşabihteki kapalılık giderilemez.

Hafi – Aslında manası açık olan ama kendi dışındaki sebepten dolayı, delaletinde kapalılık olan lafızdır. Mesela, yan kesici ve kefen soyucu da hırsız kabul edilir mi?

Müşkil – Manası ancak ilgili karine ve deliller üzerinde düşünüldükten sonra anlaşılabilen lafızdır. Müşterek lafızlar gibi. İçtihatla bir manaya hamledilir.

Mücmel- Şari tarafından açıklanmadıkça manası anlaşılamayan lafızdır. Lafız,birçok manaya geliyor ancak şari açıklayınca hangisinin kastedildiği anlaşılan lafızdır. Sözlük manası dışında Şari başka anlam vermişse bu da mücmel olur. Salat kelimesinin namaz olması gibi. Birçok teklifi hüküm mücmeldir. Manası açıklığa kavuşan mücmel,müfesser olur.

Müteşabih – Manası anlaşılmayan lafızlardır. Huruf-u mukattaalar gibi. Sözlük anlamı bilinse de bağlamı itibariyle anlamı aklen kavranamayan lafızlar da müteşabihtir. Şer’i, ameli hüküm bildiren naslarda müteşabih yoktur.

Konulduğu Manada Kullanımına Göre Lafızlar 

Hakikat- Konulduğu anlam için kullanılan lafızdır. Hakikat manasında kullanım,lugavi, şer,’i ve örfi olabilir. Salat’ın islamda özel ibadetin adı olması , şer’i kullanımda hakikat olur.

Mecaz- Bir münasebet ve ilgi nedeniyle kelimenin, konulduğu manadan başka mana için kullanılmasıdır. Cesur olana aslan denmesi gibi. Kelime aynı anda hem hakikat  hem mecaz anlamda kullanılamaz.

Sarih- Kendisinden kastedilen mana açıkça anlaşılan kelimelerdir.  “Sattım, nikahladım” gibi.  Hakikat olabileceği gibi mecaz da olabilir. “Köye sor” gibi.

Kinaye- Kendisinden katedilen mana hemen anlaşılmayan ve söyleyenin niyetinin bi bilinmesi veya bir karine ile anlaşılan lafızdır. Kinayedeki kapalılık , lafzın kendinde değil, kullananın hangi anlamda kullandığının bilinmemesindedir. “Eli açık” gibi.

Lafızların Manaya Delalet Yolları

Nassın İbaresi ile Delaleti-  Lafzın kendi sigasından anlaşılan manaya delalet etmesidir.

Nassın İşareti ile Delaleti- Nassın ibaresi ile bizzat ifade edilmese de  sözün gelişinden mana ve hükmün anlaşılmasıdır. İşaret yoluyla delalette lafzın kendinden değil manasından hareket edilir.

Nassın Delaleti- Nass, bizzat ifade etmese de ifade ettiği anlam ve hükmün doğrudan başka bir şeye delalet etmesidir. “Onlara öf bile deme…”gibi.

Beyan İçtihadı- Arapça ifade özellikleri ve dil kaidelerini esas alarak nasların lafzi anlam ve hükümlerini tespit etmeyi amaçlar.

Kıyas içtihadı- Hükmü araştırılan mesele, hükmü nasla bilinen başka mesele ile aynı illeti taşıyorsa kıyas yöntemine başvurulmuştur.

Makasıd İçtihadı-  Hükmü aranan meselede kıyas yapılarak asıl tespit edilememişse, islamın amaç ve maksatları dikkate alınarak içtihada gidilir.

 

 

Murat Gültekin    Yüksek Lisans  14912727              Hadis Usulü Hulasa      

 

 

HADİS USULÜ

I.BÖLÜM

SÜNNET, HADİS, HABER

Sünnet-  Başlangıçta Peygamberimizin tarik ve siretine isim olmuştur. Tedvin dönemi sonrası çeşitli ilimler, farklı tarifler yapmışlardır. Fıkıh usulünde sünnet, şer’i delillerdendir. Fakihlerce şer’i ahkamın bir çeşididir. Kelamcılarda sünnet, bid’atin karşıtıdır. Bid’at, Hz. Peygamber’in düşünce, davranışlarına uygun hareket etmemektir.  Hadisçilere göre sünnet Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir.

Hz. Peygamber döneminde vaz olunan hükümlerin kaynağı ,vahy-i ilahi ve içtihad-ı nebevidir. Peygamber, hüküm koyan ayetleri, tebyin ve tebliğ etmiştir. Doğru olanları Allah tasvib etmiş ,yanlış olanları tashih etmiştir.

Peygamber dönemi teşrii tamamen ilahidir. Bu teşriin kaynağı , vahiy, ilham-ı ilahi veya Hz. Peygamberin içtihadıdır. İçtihad doğruysa Allah tasvib eder , değilse doğruya irşad ederdi. Bu da sünnetin uyulması gereken kaynak olduğunu gösterir.

Medine’de ilk islam toplumunun kurulmasıyla, bedevi hayatı yaşayan kabileler yeni hayat sistemine kavuştu. Birçok meselede ( izdivaç, sirkat, katl, bey’, talak) islam toplumunun hareket tarzı çizildi. Sahabe , dini meseleleri, peygamber aracılığıyla Kur’an’ı Kerim’den alıyorlardı.

Söz, Fiil ve Takrir- Sünnet, Hz. Peygamberden, söz,fiil ve takrir olarak sadır olmuştur.

Söz, kavli sünnettir. Hz. Peygamber’in şifahi beyanıdır. İşitmeye müteallıktır. قال رسول الله – سمعت رسول الله     gibi ibarelerle nakledilen hadislerdir.

Fiili sünnet, Hz. Peygamber’in ibadet davranışlarının sahabece görülüp nakledilmesidir. Görme olduğu için, رايت  النبيّ  ibaresiyle rivayet edilirler.

Takriri sünnet, huzurunda sahabenin söylediğini , işlediğini reddetmeyip sükut etmesi, güzel görmesi, tasvib etmesidir. Nakilde şu ibareler kullanılır.: فعلت نضرة النبي- فعل فلان نضرة النبي  .

Hadisçinin ıstılahında bu üç çeşit sünnet (sözlü, fiili, takriri) hadistir. Yine Hz. Peygamberin sözleriyle ilgili bütün haberlere hadis denmiştir.

Hadis – Sünnet Farkı

Usul ulemasında hadis, Hz. Peygamberin, söz, fiil ve takrirleridir. Bu manada sünnetin karşılığıdır. Hadis ulemasının bazısı, Hz. Peygamberin sözleri yanında sahabe ve tabiinden gelen haberlere de ( mevkuf-maktu) hadis derken, bazıları da sadece Hz. Peygamberin  sözlerine hadis demiş, başkalarından gelenlere haber demiştir.  Hadisçilerdeki yaygın görüşe göre hadis, nübüvvetten önce, nübüvvetten sonra, Hz. Peygamber’den rivayet edilen bütün söz, fiil ve takrirlerdir. Müslümanların uyacakları sünnet ise, bu üç şekilde sabit olan ve dine taalluk eden hadislerdir.  Eğer hadis, icab, tahrim ibaha yönünden teşrii olursaona uymak gerekir.

Haber- Hadis kelimesinin müradifi olarak anlaşılmasının yanında hadis , sadece Hz. Peygamberden nakledilen sözler için kullanılırken haber, Hz. Peygamber dışındaki kimselerden nakledilen sözler için kullanılmıştır.

 

 

II. BÖLÜM

HABERLER VE HABER ÇEŞİTLERİ

MÜTEVATİR HABERLER-  Nesilden nesile kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilen haberdir. Kalabalığın sayı bakımından tayin ve tesbiti şart değildir.

Mütevatir Haber Şartları

a  Kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.

b  Bu kalabalığın fertlerinin yalan üzerine kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmelerinin mümkün olmaması gerekir.

c  Herhangi bir nesil veya tabakada bu kalabalığın sayısı azalmamalıdır, artabilir.

d  Haber menşeinde ,nakledenleri , görme veya işitme fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır.

 

Mütevatir haber, dine  taalluk ediyorsa inanmak, amele taalluk ediyorsa amel etmek gerekir. Mütevatir haber ,işiten kimsede ilmi yakin oluşturur.  Red ve inkarı mümkün değildir. Mütevatir haberi hadisçiler inceleme dışı tutarlar. Çünkü sahihtirler. Hadis ilmi,isnad ilmi olduğundan , isnad açısından mütevatir haberler bahis konusu değildir.  Sahih veya zayıf olması muhtemel hadisler, ahad hadisler içerisinde yer alır. Fakat sünnetten ve icmadan mütevatir olanlar azdır.

Mütevatir Lafzi- isnadın, başı, ortası veya sonunda ,bütün tabaka veya nesillerde bir hadisin lafzan ,mütevatirin şartlarına uyarak rivayet edilmesidir. En güzel örneği, Kur’an’ı Kerim’dir.

Mütevatir Manevi – Lafzi mutabakat olmasa da yalan üzere birleşme ihtimalleri olmayan kalabalık cemaatin rivayetidir. Burada tevatür derecesine ulaşan, hadisin aslı veya özüdür.

AHAD HABERLER

Ahad Haber- Istılahta, tevatür derecesine ulaşmayan haberlerdir. İlk asırlarda yalnız bir kişinin rivayet ettiği haberler hakkında kullanılmıştır. Daha sonra, özellikle tedvin döneminde ahad haber anlayışı değişmiş, iki, üç veya daha fazla kişilerden rivayet edilen haberlere denilmiştir. Ahad haberler, ilmi nazari ifade eder. Zihni bir tetkik ve tertib de gerektirir.  Bu da ilgilendiği konuda uzmanlık gerektirir.  İlmi nazari genellikle ahad haberlerle ilgili olur.  Önemli husus, ilmi nazari ve zan ifade eden hadislerin sahih va makbul olanlarını zayıf ve merdut olanlarından ayırt etmektir. 

Ahad Haberlerin Çeşitleri – Her tabakada nakleden ravilerin sayısına göre meşhur, aziz, garib olarak üçe ayrılır.

Meşhur Haber – En az üç isnadla rivayet edilen fakat tevatür derecesine ulaşmayan hadislerdir.

Aziz Haber – herhangi bir tabakada yalnız iki ravi tarafından  rivayet edilen hadislerdir.

Garib Haber – Metin veya isnad yönünden tek kalmış, ya da benzeri başka ravilerce rivayet edilmemiş hadistir. Umumiyetle sahih olmazlar. Rivayetiyle tek kalan ravi, güvenilir kimselerden olursa, rivayeti sahih kabul edilir. Hatta bu hadis, ravisi adalet ve zabt derecelerine göre hasen, zayıf da olabilir. Bununla beraber hadis imamlarınca fazla rağbet görmemiştir.

Garib, metin ve isnad yönünden de taksim edilir. Hadis ,hem  metin hem de isnad yönünden garib ,

Ravi , bazen isnadın aslında yani sahabe tarafında –ferdi mutlak da denir- bazen de ortasında olur, buna da ferdi nisbi denir.  Senedin aslına, evvel,menşe, ahir, intiha, müntehayı sened denir.

III. BÖLÜM

Sıhhat Yönünden Haberler

Makbul ,ameli gerektiren haberdir. Merdud, ravisinin doğruluğu kabul edilmeyen haberdir. Ahad haber, makbul ve merdud olarak iki kısma ayrılır. Bunların da makbul olanıyla amel edilir.

A Makbul Haberler

Sahih Hadis - Adalet ve zabt sıfatlarını haiz ravinin, muttasıl senetle rivayet ettiği , şaz ve muallel olmayan hadistir. Bu beş şartın hepsi hadiste tam olarak mevcutsa sahih-i lizatihi denir.

Adalet, sahibini mürüvvetli ve takvalı yapar. Zabt, ravinin, rivayet veya kitabetinde fazla hata yapmayan,hafız, dikkatli, titiz olmasıdır. İttisal,isnaddaki her bir ravinin hadisi kendine nakleden şeyhine bizzat mülaki olması ve bizzat ondan almış olmasıdır. Şaz olmaması, güvenilir ravinin, daha güvenilir raviye muhalif rivayetidir, rivayetinde infirad halidir.

Adalet ve zabt sıfatları her ravide aynı derecede bulunmaz. En üstün adalet ve zabta haiz olanlara ,esahhü’l-esanid denir.  Sahih hadiste bu beş şart aynı anda bulunursa ,sahih lizatihi denir.

Hadisin ravisinin zabtında bir kusuru varsa, buna sahih değil hasen denir. Ancak hasen bir hadis,başka bir isnadla rivayet edildiği için sahih derecesine yükselmişse  ,bundan dolayı hasen hadise sahih liğayrihi denir. Çünkü ravideki zabt kusuru diğer bir rivayetle telafi edilmiştir.

Hasen Hadis -  Kuvvet yönünden sahih hadis derecesinde olmasa da delil olma ve ihticac edilme yönünden sahihle aynısıdır. Zatı itibariyle hasen olana, hasen lizatihi, kuvvetlendirici harici sebeplerle hasen olanına hasen liğayrihi denir.

Hadiste Ziyade-  Güvenilir (sika ) bir ravinin hadisi rivayet ederken hadiste yaptığı fazlalıktır.

Mahfuz Hadis- Şaz olan hadisin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadise mahfuz denir. Terk edilen hadise şaz, tercih edilip kabul edilen hadise mahfuz denir.

Maruf Hadis – Münker rivayete karşı tercih edilen  sika ravilerin hadisidir.

Mutabi ve Şahid Hadisler – Mutabaat, şeyhinden rivayetiyle tek kalmış bir raviye bir başka ravinin tabi olarak ya o şeyhten ya da şeyhin şeyhin şeyhinden aynı hadisi rivayet etmesidir.

Şahid, ferd olduğu sanılan hadisin  yapılan araştırmalar sonucu mana yönünden benzerine rastlanırsa bu benzere şahit denir.

Muhkem ve Muhtelif Hadisler – Bir haber muarazadan salim olursa, yani ona zıt bir haber gelmezse bu habere muhkem denir. Hiçbir tereddüde yer vermeden alınıp amel edilen ve her türlü murazadan salim bulunan bu hadislere muhkem denir. Muhtelif, zahiren birbirine zıt manada varid olan hadislerdir. Cem ve te’lif yoluna gitmek gerekir. Ulema, muarız gibi görünen bazı hadisleri cem ve telif ederken gelişigüzel değil birtakım kaideler gözetmişlerdir. Mesela, daha titiz ravi , daha çok isnadla rivayet , tercih sebebidir.

Nasih- Mensuh Hadisler- İki zıt manalı hadiste cem ve telif imkanı yoksa aralarında bulunduğuna hükmedilen iptal keyfiyetidir. Hadisle gelen hüküm yine hadisle ortadan kalkmıştır. İkinci hadisin hükmü konmuştur. Neshe konu beş tanedir. Helal, haram, mübah, mendub,mekruh. Nesh ,hükümlerde tedricilikle alakalıdır.

Nesh Çeşitleri: Ayet’in ayeti, ayetin sünneti, sünnetin sünneti, sünnetin ayeti nesh etmesidir.

 

B Merdud Haberler

Merdud- Reddedilmesi gereken hadislerdir, makbulün zıddıdır.

Hadislerin Merdud Olma Sebepleri : Haber iki sebeple merdud olur. İsnadla ilgili olarak, isnadda bir veya daha fazla ravinin düşmesiyle, diğeri de ravilerle ilgili olarak ,isnadı oluşturan ravilerden bir veya birkaçının diyanet ve zabt yönüyle cerh edilmesiyle olur.

İsnaddan ravi düşmesi değişik şekillerde olur ve buna göre farklı isimler alır.

Muallak- İsnadın başından beri bir veya daha fazla raviyi musannif kitabında hazf eder veya  bütün isnadı zikretmeden sadece Hz. Peygambere isnadla hadisin metnini verirse bu muallak hadistir.

Munkatı – İsnadın ortasından bir ravisi düşmüş hadistir. Senedin neresinde olursa olsun bir ravisi düşmüş hadistir.

Mu’dal- Birbirini takib eden iki veya daha fazla ravisi düşmüş hadistir.

Mürsel- İsnadın sonunda sahabinin düştüğü hadise Mürsel denir. Tabiin ,sahabiyi atlayarak hadisi rivayet eder.  Mürsel- hafi, senedin neresinde olursa olsun muasır olan fakat mülakatı olmayan ya da aralarında sema olmayan iki raviden birinin diğerinden rivayet ettiği hadistir. Mürsel-i zahir, tabiun ravinin sahabiyi düşürerek  قال رسول الله  diyerek naklettiği hadistir.

Müdelles – İsnadında gizli ravi düşmesi olan hadislerdir. Birbirinin muasırı, aralarında mülakat olan hatta birbirinden hadis işittiği bilinen  iki raviden birinin diğerinden işitmeden rivayet ettiği hadistir.

Bunlar,isnadda ravi düşmesi yoluyla merdud olan hadislerdir.

İsnadı oluşturan ravilerden bir veya birkaçının adalet ve zabt yönünden cerh edilmesiyle merdud olanlarsa şunlardır:  En şiddetli cerh sebebi, ravinin kizbi ,yalancılığıdır.  Bu hadise mevzu ( uydurma ) denir. Diğeri ,ravinin yalancılıkla ittiham edilmesidir. Böyle hadise metruk denir. Ravinin fahiş hata yapmasıdır. Dördüncüsü gafleti, beşincisi fıskıdır.  Bu hallerden cerh edilen ravinin hadisine münker denir. Ravi ,vehm yönünden cerh edilirse hadisi muallel olur. Müdrec,içine yabancı sözler sokulan hadistir. Maklub, hadisin isnad veye metninde takdim, tehirler yapılmasıdır. Muztarib, ravinin ibdaliyle olup ,iki ravi arasında tercih yapılamıyorsa bu hadis muzdaribtir. Musahhaf, noktalama hataları olan hadistir. Muharref, yazısının şeklinde değişiklikler olan hadistir.

Cehalet sekizinci, su-i hıfz dokuzuncu, onuncu da bid’attır.  İsnadında açık ravi düşmesiyle ortaya çıkan hadisler muallak, mu’dal, munkatı ve mürseldir.

Ravilerin Ta’n Edilmeleri ve Başlıca Ta’n Sebepleri

Herhangi bir ravi, adalet ve zabt yönünden ta’n edilirse o ravinin hadisi merdud sayılır. Ta’n, ravilerin hadislerine zarar veren ve onların zayıf veya merdud sayılmalarına sebep olan kötü halleri yüzünden cerh edilmeleri demektir. Ta’n’a sebep olan on hal vardır. Beşi ravinin adaletiyle, diğer beşi de zabtıyla ilgilidir.

Adaletine Taalluk   Eden Ta’n Sebepleri

a Kizbü’r-Ravi- Hz. Peygamberin söylemediği bir şeyi kasden ona isnadla rivayet etmek, yalan söylemektir. Bu ravi ebediyen terk edilir, hadisi reddedilir.

b İttihamü’r-Ravi bi’l-Kizb- Ravinin hadisinde yalancılıkla ittiham olunmasıdır.

c Bidatü’r- Ravi- Ravinin ,bidata nisbet edilmesi ve bid’at ehlinden sayılmasıdır. Ya küfrü gerektiren inanç içindedir ya da fıska nisbet edilmiştir.

d Fısku’r-Ravi- Ravinin tarik-i hak’tan çıkıp fücur eylemesidir. İnsanın kamil mümin olmasına engel günahları sebebiyle rivayetinin terk edilmesidir.

e Cehaletü’r-Ravi- Ravinin cerh veya tadile yönelik hususlarının bilinmemesidir.

Zabt’a Yönelik Ta’n Sebepleri

a Fahş-ı Galatı’r-Ravi- Rivayet ettiği hadislerde yarıdan fazlasında hata yapması sebebiyle cerh ve tan edilmesidir. Bu ravinin hadisleri münkerdir.

b Fahş-ı Gafleti’r-Ravi- Aşırı gafil, dikkatsiz olması, titiz olmamasıyla ravinin cerh edilmesidir. Bu ravilerin hdisleri merduttur.

c Muhalefetu’r-Ravi- Ravinin, daha güvenilir ravi rivayetine aykırı hadis nakletmesidir. Hadisi de merdut veya zayıftır. Ravi zayıfsa hadisi münkerdir.

d Vehmü’r-Ravi- Ravinin vehm ile, mürseli,munkatıyı muttasıf ya da bir hadis metnini başka metne idhal ederek rivayet etmesidir.

e Su-i Hıfzu’r-Ravi- Ravinin hafızasınız zayıf olmasıdır.

 

Ravileri Adalet Yönünden Ta’n Edilmiş Hadis Çeşitleri

Mevzu Hadisler- Başta islama kastedenler olmak üzere siyasi fırka, fıkhi mezhep, kabileleri, cinsiyetleri, dilleri, imam ve hükümdarlarını medhetmet , halifenin, emirin nezdinde yükselmek, vaaz ettiği cemaatin teveccühünü kazanmak için , halkın emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak için yalancıların, cahillerin uydurup sonra bunlara kuvvet kazandırmak için tanınmış ravilerin isnadlarını ekleyip hadis uydurulmsıdır.

İslam tarihinde hadis uydurmaları şia’yla başlar.  Gaye, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in faziletlerini ortaya koyup buna dayanarak hilafek haklarını isbat etmektir. Emevi taraftarları da Muaviye hakkında hadis uydurmuştur. Abbasi taraftarları da hadis uydurmuşlardır.  Mürcie de anlayışını teyid için hadis uydurmuştur. Muhalifler de Mürcie’yi kötülemek için hadis uydurmuşlardır. Mutezileye tepki olarak da hadis uydurulmuştur. Ebu Hanife, İmam Şafii, surelerin faziletleri hakkında da hadis uydurulmuştur.

Ravileri Zabt Yönünden Ta’n Edilmiş  Hadis Çeşitleri

Şaz Hadisler-  Güvenilir ravinin ,cemaatin rivayetine muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadistir.

Münker Hadis- Zayıf ravinin güvenilir ravilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadistir.

Muallel Hadis- Görünüşte sahih ,aslen gizli ve sıhhatin kemiren, illeti bulunan hadislerdir.

Müdrec Hadis- Ravisi tarafından isnad ve metine aslından olmayan bazı sözlerin sokulduğu hadistir.

Maklub Hadis- Hadis ravilerinin isimlerinde , isnadlarda ,metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadistir.

İsnadında Ravi Ziyade Edilmiş Hadisler

Hadisin muttasıl isnadının ortasında ravi ziyade edilerek diğer ravilerin rivayetlerine muhalefet edilir.

Muztarib Hadis- bir, iki veya daha fazla raviden muhtelif şekillerde rivayet edilen ve rivayetleri arasında tercih sebeplerinden birinin bulunmaması dolayısıyla rivayetleri arasında tercih yapılamayan hadistir.

Musahhaf Hadis- Metin ve isnadında bir kelimesi veya ravilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edilmiş hadistir.

Muharref Hadis- Harf ve yazı değişikliğine uğramış kelime veya ibarelere denir.

 

IV. BÖLÜM

İSNAD

İsnad ,ıstılahta sözün aracılar vasıtasıyla asıl sahibine yükseltilmesidir. İsnadlar, ihtiva ettikleri ravi sayısının azlığına veya çokluğuna göre değerlendirilmiştir.

Ali İsnad-Ali İsnad’da, ravi sayısının azlığı dolayısıyla Hz. Peygambere yakınlık kastedilir. Ravi sayısı azlığı dolayısıyla ali olan isnadla rivayet edilen hadis , ravi sayısı çokluğu dolayısıyla nazil olan aynı hadisin diğer rivayetine tercih edilir.

 Nazil İsnad- Hadisi rivayet eden en son raviye, o hadisin kaynağına en çok ravi sayısı ile ulaştıran isnadın keyfiyetidir.

İsnada Müteallik Hadis Çeşitleri

Merfu Hadis- Hz. Peygambere isnad edilen- ister munkatı ister muttasıl senetle olsun- bütün hadisler merfudur.

Mevkuf Hadis- Sahabeden- ister muttasıl ister munkatı isnadla-  söz ,fiil ve takrir olarak rivayet edilen haberlerdir. İsnad ,sahabide son bulup Hz. Peygambere ulaşmamıştır.

Maktu Hadis- İsnadı tabiunda son bulan tabiunun söz ve fiilerinden olan haberlere denir.

Müsned Hadis-  İsnadı , ilk ravisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfu olan hadistir.

Sahabe, Hz. Peygamber devrini idrak etmiş ,Müslüman olarak peygamberi gören ,sohbetinde veya Müslüman olarak ölen kimselerdir. Sahabe, udul ve saduktur. Hadisçiler , sahabeyi muksirun ve mukillun olarak ayırır. Muksirun, binden fazla hadis rivayet eden 7 sahabidir.

Tabiin, sahabeden birine mülaki olan ,onunla sohbeti bulunan kimseye denir. Tabiun, hadis rivayetinde islam dininin öğretilmesine hizmetleri büyüktür.  İslami ilimlerin çoğuna ait kitaplar tabiun devrinde tedvin ve tasnif olunmaya başlamış,usule ait birçok kaide tabiun tarafından ortaya konulmuştur.

Etbau’t-Tabiin devri, hadis tahammülü ve rivayet usullerinin en mükemmel şekilde olduğu devirdir. Hadisler, bu devirde gelişigüzel toplanıp sahifelerde sıralamakla iktifa edilmemiş ,aynı zamanda konularına göre bablara ayrılmış, bir tasnife tabi tutulmuştur. İmam Malik’in Muvatta’sı bugüne kadar intikal eden en önemli musannef eserdir.

Bir ravide adalet ve zabt birleşirse, o ravi sikadır.

 

Tahammülü’l-Hadis

Sema- şeyh ile talebe karşı karşıya, talebe ,arada vasıta olmadan şeyhi doğrudan işitir.

Arz- Kıraat : Ravinin, şeyhe ait olan işitmediği hadisleri rivayet hakkı almak için şeyhe okumasıdır.

İcaze- Şeyhe hitaben ravinin “ senin falan kitaplardaki hadislerini rivayet ediyorum” diyerek izin taleb etmesi, şeyhin de “ icazet verdim” demesidir.

Münavele- Şeyhin, hadislerini ihtiva eden kitabını rivayet etmesi için elden talebeye vermesidir.

Mukatebe- Şeyhin kendi hadislerinden veya mesmuatından bazısını yakında veya uzakta olan kimseye yazıp göndermesidir.

İ’lam- Şeyhin sahip olduğu hadisi veya hadis kitabını  raviye göndererek kendi sema’ı olduğunu bildirmesi, ama rivayete icazet verdiğine ait beyanda bulunmamasıdır.

Vasıyye- Şeyhin rivayet ettiği kitabı ,ölümünden veya seyahatinden önce birine vasiyet etmesidir.

Vicade- Ravinin,bulunan, ele geçirilen sahife veya kitaptan sema, icazet, münavele olmadan hadis alıp rivayet etmesidir.

Hadislerin Tedvin ve Tasnifi

Tedvin, yazılı hadisleri toplamak, biraraya getirmek, müstakil kitaplar oluşturmaktır. Sahabinin yazdıklarını ya da hafızalarındaki hadisleri toplayarak bir kitap meydana getirmektir. Sahabe devrinde hadis yazan sahabeler vardı. Abdullah b. Amr b. As’ın “sadıka”sı, Hemmam b.  Münebbih’in Ebu Hureyre’den yazdığı “sahiha”sı gibi.

Tasnif, hadisleri tedvin eden müdevvinin, hadisleri konularına göre sınıflandırmasıdır. Düzenli tedvin faaliyeti sahabe devri sonrası I. asrın sonlarıyla II.  Asrın başlarında başlamıştır.

İbn Şihab ez-Zühri (ö.124) ,hadisleri ilk tedvin eden kimsedir. Tedvin faaliyetine resmi hüviyet kazandıran da Halife Ömer b. Abdülaziz (99-101) olmuştur.

Tedvin,I.  asrın sonu, II.  Asır başlarında başladı. Asıl hadis eserleri ise  II. asrın ilk yarısından sonradır.  Hadisler , konularına göre ilgili yerlere yazılıyordu.  Bu tür eserlere musannef denir. Yine hadislerin sahabi ravilerinin isimleri altında biraraya getirilmesiyle de müsned denilen hadis kitapları ortaya çıkmıştır.

Tabiin devri sonlarına doğru ulema şehirlere dağıldı. Havaric, Ravafız gibi ehl-i bid’at mezhepler ortaya çıktı.  Hadis uydurmaları başladı ve hadisin kaybolmasını önlemek için tedvin ve tasnif başladı. İlk musannifler, er-Rabi (ö.160) , Said b. Arube (ö.156) ‘dir.

II. asırda, telif ve tasnif edilmeye başlanan hadis eserleri beş grupta toplanabilir: a Siyer ve Megazi Kitapları , b  Sünen Kitapları , c Cami’ler , d Musannefler,  e  Belirli konuya tahsis edilmiş olan kitaplar.

İlk siyer-megazi eseri kitaplarının sahipleri , Urve b. Zübeyr, İbn Şihab ez-Zühri (ö.124), İbn İshak (ö.150) ‘tır. Eserler I. asrın sonları tasnif edilmeye başlanmıştır. Sünenler, fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleridir. Sünenlerde merfu hadisler vardır. Ahkam hadisleri de, ibadat,muamelat, ukubat olarak üç gruba ayrılır. Cami’lerde, ibadat, muamelat, ukubat hadislerinin yanında çok daha değişik konulardaki hadisler de yer alır.  Mesela, Kur’an’ın faziletieri, tefsiri, yaratılış başlangıcı gibi. İlk cami türü eser, Ma’mer b. Raşid el-Ezdi’nin (ö.153) eseridir.

H. III. Asır Tasnif Faaliyetleri

Bu asır ,hadis tarihinin en parlak devridir.  Kütüb-i Sitte bu devrin telifidir. Siyer ve megazi alanında el-Vakıdi’nin (ö.207) “Kitabu’l-Megazi” ve “Kitabu’s-Sire” ‘si, İbn Hişam’ın (ö.213) “Siret-i İbn Hişam”ı önemlidir.

Müsnedler ilk defa III. asırda ortaya çıkmış ve sünen, musannef ve cami’lerden farklı tasnif edilmişlerdir. Müsnedlerde hadisler, ravilerinin adları altında toplanmışlardır. İlk müsned Ebu Davud et-Tayalisi’ye  (ö.203-204) nisbet edilmiştir. Altı hadis kitabındaki dört sünen ( Nesai,Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace) asrın en önemli eserleridir.

Bu asırda yine musannef türü olarak  Abdurrezzak b. Hemmam’ın (ö. 211), İbn Ebi Şeybe’nin (ö.235), İbn Mahled’in ( ö.276) musanneflerini zikredebiliriz.

Cüzler, tek bir sahabinin ya da daha sonrakilerden bir hadisçinin hadislerini toplayan kitaplardır. Çoğunlukla III. asırdan beri ortaya çıkmışlardır.

Mustahrec, III. asrın ikinci yarısından sonra Buhari ve Müslim üzerine yapılan çalışmalardır. Hadis imamının kitabında yer alan hadisini , kitabındaki isnadından başka bir isnadla aynı hadisleri başka kitapta toplamasıdır. IV. asırdan sonra çoğalmaya başlamıştır.

 

 

 

  Murat Gültekin    Yüksek Lisans  14912727     Tefsir Usulü Hulasa

 

 

TEFSİR USULÜ

Kur’an İlimleri

Kur’an’ı Kerim’in tefsiriyle yakından ilgili olan veya Kur’an’ın bünyesine ait ilimlerdir.

  Esbab-ı Nüzul

 Hz. Peygamber’e bir sual veya bir hadise dolayısıyla birkaç ayetin yada bir surenin tamamının nazil olmasına amil olan şeye sebeb-i nüzul denir. Sahabeyi tefsirde yükselten, sebeb-i nüzullere vakıf olmalarıdır. Sebeb-i nüzulleri bilmenin faydalarından bahsedersek, bu ilimle Kur’an’ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmetleri anlaşılır. Yine ayetlerden kastedilen mana anlaşılır.  Hasr tevehhümü ortadan kalkar. Sebeb-i nüzul ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.

Sebeb-i nüzul haberlerinin kabulü için rivayetlerin merfu olarak peygambere veya sahabeye ulaşması gerekir.

Ayet hakkında müteaddit nüzul sebebi varsa şu yol takip edilir: rivayetlerin sahihliğine bakılır, sahihlerse tercih ettirici sebep aranır, yoksa iki rivayet arası cem ettirilir, ettirilemiyorsa  ayetin mükerrer nazil olduğuna hükmedilir.

Her ayete bir nüzul sebebi aramaya gerek yoktur. İlk esbab-ı nüzul eseri Ali b. El-Medini’ye (ö. 234) aittir.

  Nasih-Mensuh

Nesh, ıstılahta bir nassın hükmünü daha sonra gelen bir nasla kaldırmaktır. Nesh ile tahsis ve beda farkıdır.

Nesh, aklen kabul edilip pratik olarak varolduğu mukaddes kitaplarda gösterilmiştir. Kur’an’da neshe gelirsek. İki görüş vardır. Çoğunluk Kur’an’da neshi kabul eder. Üç türlü nesihten bahsedilir. a, hükmü mensuh,metni baki ayetler. b, metni mensuh hükmü cari ayetler. c ,hem metni hem hükmü mensuh ayetler.

  Muhkem- Müteşabih

 Muhkem, manası kolaylıkla anlaşılabilen harici bir tefsire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir. Ahkama taalluk eden ayetlerdir. Namaz, helal-haram gibi.

Müteşabih,birçok manaya ihtimali olup bu manalardan birini tayin edebilmek için harici bir delile ihtiyacı olan ayetlerdir. Müteşabihteki gizlilik lafızda, manada ya da her ikisinde de olabilir. Selef alimleri müteşabihlere sadece iman etmek gerektiğini söyler, halef alimleri ise islamın ruhuna uygun tevil etmeye çalışır.

El-Hurufu’l-Mukattaa

Bazı surelerin başlarındaki bazen basit bazen birkaç harfin birleşmesiyle meydana gelen rumuzlardır. Bunlar müteşabih ayetlerdendir. 29 surenin başlarında bulunurlar. Bu surelerin 27’si Mekki, 2’si Medeni’dir. Bu başlangıçların ayet olmadığı muhtar görüşe göredir. Kufeliler, bazısını ayet kabul eder. Basralılar ayet kabul etmezler. 

Hz. Peygamber, bu harflerle alakalı açıklamalar yapmamıştır. Mütekellimin bu harflere anlam vermeye çalışmışlardır. Örneğin bunların, sure isimleri, Allah’ın isimleri veya sıfatlarından birine delalet ettiğini söylemişlerdir.

Surelerin başlangıçları

Suyuti, sure başlangıçlarını on grupta toplamıştır. Bunlar, Allah’ı övmeyle başlayan sureler, Heca harfleriyle başlayanlar, Nida ile başlayanlar, Haber cümlesiyle başlayanlar, Yemin ile başlayanlar, Şart ile başlayanlar, Emir ile başlayanlar, Soru ile başlayanlar, Dilek ile başlayanlar, Ta’lil ile başlayan (Kureyş suresi)

Garibu’l-Kur’an

Kur’an’ın yabancı kelimeleri ile ilgilenen ilimdir. Ya da Kur’an’da Kureyş lehçesinin dışındaki lehçelerdeki kelimelerdir. Bunları anlamak için kadim arap şiirine başvuruluyordu. Bu nahiv ilmini geliştirdi. Sahabenin bile garib kelimelere nüfuz edemediği olmuştur. Hicri II. asırdan beri müstakil eserler verilmeye başlandı. Ebu Ubeyde’nin “Meani’l-Kur’an”ı bu sahada ilk eserdir. Yine İbn Kuteybe’nin “Garibu’l-Kur’an” ve “ Müşkilü’l-Kur’an” ı önemlidir.

Uslubu’l-Kur’an

Kur’an’ın üslubu kendine hastır.  İnsan telifine de diğer münzel eserlere de benzemez.  Kur’an, üslubuyla tahaddide bulunmuştur. Dahi edipler karşısında söz söyleyememişlerdir. İbdal, teşbih,terviye hep üsluba ait kavramlardır.

İ’cazu’l-Kur’an

Benzerini yapmaktan insanların aciz kaldığıdır. Kur’an’ı Kerim , Hz. Peygamberin en mühim ve bedi’ mucizesidir. Kur’an’ın i’cazı, ona yakın beya benzer bireserin yerine getirilememesidir. İ’caz, sadece dil ve üslub açısından değil, telifi, ıslah siyaseti, gaybi haberleri gibi pekçok yöndendir. Bu üslub sayesinde herkes Kur’an’ı dinlemiştir.

Aksamu’l-Kur’an

Yeminlerde Allah, kendi yüce ilmine, peygamberlere, Kur’an’a, meleklere,kıyamet gününe, tabiattaki varlıklara yemin ediyor. Yeminlere sebep olarak, arapların hayatında yeminin varlığı, yeminlerle ayetlerin teyidi ve kıymetine işaret, kadrini yüceltmek ve iman esasları için kullanıldı. 17 sure başında kasem vardır. En önemli eser İbn Kayyım el-Cevziyye’nin (ö.751) “ et-Tıbyan fi Aksamu’l-Kur’an”ıdır.

Kısasu’l-Kur’an

Kur’an,geçmiş peygamber ve milletlere ait kıssaları ibret alalım diye anlatır. Tekrar, bunun için normaldir. Önemli olan kıssaların ayrıntısı değil ,verdiği mesajdır. Adem- Havva, Habil-Kabil, Yusuf Kıssası, Lokman’ın öğütleri, Hızır kıssası, İfk olayı gibi. Es-Sa’lebi’nin  “el-Arais”ini örnek verebiliriz.

Kur’an’ı Kerim’de Tekrarlar

Bazen kelime, bazen ayetin tekrarını, vaziyet ve icabın gereği kabul etmek gerekir. Tekerrür, arap dil ve üslubuna yabancı değildir. Kureyş’in sürekli tazyikleri de tekrarı gerekli kılmıştır.  Muhtelif vesilelerle zalimlerin akıbetlerinden haber vermek için de kıssaların tekrarı gerekir.

Emsalü’l-Kur’an

Dilimizdeki atasözleri karşılığı olan Kur’an’daki meşhur sözlerdir. Kur’an’da çokça mesel vardır. Bunlar da tezkir, zecr, vaz gibi çeşitli şekillerde ifade edilir. Meseller, sevab-ikab, yüceltme, tasdik ve iptal için olabilir. Mesel,edebi bir tarzdır, yani teşbihtir,benzetmedir. Meseller Kur’an’da sarih-zahir olarak, bir de gizli, remizli olarak yer almıştır. Mesellere hakikat olarak değil , ötesindeki hakikate bakmak gerekir.

Hakikat ve Mecaz

Kelimeler hakiki anlamda olduğu gibi mecaz anlamda da Kur’an’ı Kerim’de kullanılmışlardır.  Kelimelerin mecaz kullanıldığıyla alakalı ihtilaf hasıl olmuştur. Ama çoğunluk, Kur’an’da  mecazın varlığını kabul eder. İbaredeki tat,güzellik, mecazdan da kaynaklanır.

Müşkilü’l-Kur’an

Ayetler arasında ihtilaf ve tenakuz gibi görünen keyfiyettir. Kur’an’da tenakuz olamaz. Gazali’ye göre ihtilaftan maksat müşterek lafızların ihtilafıdır. Ebu İshak el-İsferayini (ö. 418 ) ihtilaf konusunda ihtilaf konusunda tercih kaidesi koyar. Hükümde,Medeni olan Mekki’ye tercih edilir. Lafzın iktizasından müstakil hüküm ifade eden tercih edilir.  İlk müşkilü’l-Kur’an eseri, Ahmed el-Kutrub’undur(ö.206). ibn Kuteybe’nin (ö.276)  Te’vilü’l-Müşkilü’l-Kur’an’ı vardır.

Mücmel- Mübeyyen

Mücmel ayette, mana kapalıdır.  Manalar, onda izdiham eder. Onlardan hangisi olduğu açık bir şekilde belli olmaz.  Mücmellerin sebepleri: Kelimenin iki zıt manada birleşmesi, zamirin mercii, atıf ihtimali yada istinaf sebebiyle , lafzın garabeti, lafzın az kullanılması, takdim ve te’hir,  asıl lafzın başka bir şekle kalbolması.

Mübeyyen, ayetlerdeki müştereklik, müşkil, mücmel, hafi gibi hususları açıklayan ayetlerdir. Mübeyyen, ya aynı ayetin biçiminde ya da başka surelerde de gelebilir. Sünnet, mücmel ayeti ,mübeyyen hale getirir.

El-Vücuh ve En-Nezair

Bir kelimenin farklı ayetlerde farklı anlamlar ifade etmesi vücuhtur. Tersi durum, birçok kelimenin aynı anlama gelmesi de nezairdir. “hüda”nın 17 anlamının olması ve “cehennem”, “ sakar”, “nar” kelimelerinin aynı anlama gelmeleri gibi. Mukatil b. Süleyman’ın bu alanda eseri vardır. Yine Yahya b. Sellam’ın (ö.280) “Kitabu’t-Tasarif”i vardır.

Müphematü’l-Kur’an

Kur’an’da sarih olarak ismi zikredilmeyen , ismi mevsuller zamirlerle zikredilen erkek,kadınlar, melek, cin, topluluk, kabileler vardır. İsmi mevsul ve zamirlerin delaletlerini bilmek zordur. Nakil , bu ilmin tek bilgi kaynağıdır. Bunun için sahih senetli haberler önemlidir.  Kur’an’ın gayesi ,olayları tarihi hadise olarak anlatmak değil, insana ibret dersi verip düşünmeye sevk etmektir. İbn Asakir’in bu alanda  et-Tekmil ve’l-İtmam’ı vardır.

Halku’l-Kur’an

 Allah kelamı Kur’an’ı Kerim, mahluk değildir. Kur’an’ın, Mutezilenin hakimiyet prestiji olarak Halife Memun, Mutasım ve Vasık zamanlarında devam etmiş, birçok işkenceler olmuş nihayet Mütevekkil zamanında yasaklanmıştır. Kur’an ve hadiste böyle bir şey yoktur.

Kur’an’ı Kerim’de Hitaplar

Üç nevidir. Hz. Peygambere olan hitaplar, Hz. Peygamberden gayrısına olan hitaplar, her ikisine de birden yapılan hitaplar.  Hitaplar kendi arasında da 33 kısımda mütalaa  edilebilir.

Kur’an’ı Kerim’de Sual ve Cevaplar

 Kendi aralarında 13 bölümde mütalaa edilebilirler. Örneğin, sualin akabinde cevap, munfasıl cevap, iki suale bir cevap gibi.

Fadailu’l-Kur’an

Hadis eserlerinde Kur’an’ın faziletleri hakkında geniş bilgiler verilmiştir.  Bazı hadisler Kur’an’ın bütününün fazileti, bazıları da surelerin ve ayetlerin faziletlerine aittir. Kur’an’ın her suresinin faziletine dair rivayetler, Ubeyy b. Ka’b’a dayanır. Bunların çoğu mevzudur. Es-Suyuti’nin bu konuda “Hamilu’z-Zehr fi Fadailu’s-Suver” eseri mühimdir.

Tenasüb ve İnsicam

Bu ilim IV. asır başlarında başlar. Ayetler, çeşitli sebep ve zamanlarda inse de aralarında yerinden oynatılamayacak irtibat vardır. Bu da Kur’an’ın edebi mucize oluşundandır. İnsan, o terkipleri yapamaz.  Fahreddin er-Razi, bu ilmi tefsirinde kullanmıştır. Surelerin tertibi arasında da irtibat vardır.

 

 

TEFSİR TARİHİ

Tefsir, müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir. Te’vil, ayetin muhemel olduğu manalardan birine rücu ettirilmesidir. Tefsir daha umumidir. Tefsir lafızlarda, te’vil manalarda olur. Terceme, ıstılahta, bir kelimenin manasını  diğer bir lisanda dengi bir tabirle aynen ifade etmektir. Harfi veya lafzi tercemede, nazım ve tertib açısından aslına benzetilmeye çalışılır. Müradifini koymaya çalışmaktır. Tefsiri terceme, metindeki mana ve gayeleri, nazım ve tertib gözetmeden güzel bir şekilde ifade etmektir. Meal, bir sözün manasının her yönüyle aynen değil de biraz noksanıyla ifade etmektir. Kur’an’ı Kerim tercemesi için meal kelimesi kullanılmıştır. Aynen tercüme etme imkanının olmadığı içindir. Yani yapılan işte eksiklik vardır.

Rivayet tefsiri’ne me’sur veya nakli tefsir denir. Seleften nakledilen eserlere dayanan tefsirdir. Ayetleri beyan ve tafsil için, Kur’an’daki başka ayetlerle, Hz. Peygamber, sahabe sözleriyle açıklanmasıdır. Tabiun sözleri de eklenebilir.

Bu metodun zayıf noktaları: Tefsirde uydurma haberlerin çokluğu, israiliyatın girişi ve isnadların hazfıdır. Muhammed b. Cerir et-Taberi’nin  “Camiu’l-Beyan an Te’vili’l-Kur’an”ı nı örnek verebiliriz.

Dirayet tefsirinde, rey ve makul tefsirdir. Rivayetlere münhasır kalmayıp , din, edebiyat,dil ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirdir. Hudutların genişleyip yabancı milletler ve kültürlerle karşılaşılınca arap lisanı kaideleri konuldu.  Bu metoda , “Mefatihu’l-Gayb”ı verebiliriz.

Hz. Peygamberin Tefsirdeki Yeri

Kur’an’ı Kerim’in kendisinden sonraki en mühim tefsir kaynağı Hz. Peygamberin sünnetidir. Sünnet, Kur’an’ın umumunu,hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.

Hz. Muhammed tefsirde,şeriat ve ahkamda Allah’ın muradını beyan etmiştir. Sahabenin anlayamadığı kısımları açıklamıştır. Ahkamı beyan, mekarim-i  ahlakı şerh ve ona teşvik etmiştir. Cenab-ı Hakk’ın ayetteki muradını belirtmiştir. Bazen tahsis, geniş anlamı tahdit, kelimenin arap dilindeki anlamını teyid, şahısların durumunu ve o zamanki edebi sanatları izah ,beyan ve tatbik, bazen temsil,remz ve işaret, bazen intibaha davet ve insanın psikolojik durumundan istifade ederek tefsir etmiştir.

Sahabenin Tefsirdeki Yeri

Sahabe, hadis ve sebepleri müşahede edip hükümlerle aralarında münasebet kurabilmişlerdir.  Sebeb-i nüzule vakıftırlar. Bununla beraber sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve adetlere vukufiyeti bakımından anlayışları farklıdır. Yine Hz. Peygamberin daima yanında olanlar bilgi ve anlayış bakımından daha üstündürler. 

Sahabe, ya Hz. Peygamberden işiterek ya da içtihad ederek tefsir yapıyordu. İçtihatta da dil veya dini yöne ehemmiyet veriyorlardı.  Bazısı tahsis bazısı tarihi yol takip etmişti.  Tefsirde şöhret olan sahabiler: Ali b. Ebi Talib (ö.40), Abdullah b. Mes’ud (ö.31) , Abdullah b. Abbas (ö.68), Ubeyy b. Ka’b (ö.19),  (Ebu Musa el-Eş’ari (ö. 44), Zeyd b. Sabit (ö.45) , Abdullah b. Zübeyr (ö.73) .

Tabiun’un Tefsirdeki Yeri

Fetihlerden sonra sahabe muhtelif şehirlerde arap olmayanlara ilim öğrettiler. Mesela, İkrime, İbn Abbas’ın mevlasıdır, Nafi de Abdullah b. Ömer’in mevlasıdır. Zeyd b. Sabit’in mevlası da Hasan el-Basri’dir.

Mekke fakihi Ata b. Ebi Rebah, Yemen’in Tavus b. Keysan, Kufe’nin İbrahim en-Nehai, Şam fakihi Mekhul, Horasan fakihi  Ata el-Horosani mevalidendir. Medine fakihi Said el-Müseyyeb Kureyştendir. Mevali, yani tabiiler, islamdan önceki dinlerinden, kültürlerinden bazı şeyleri de islamla yaşattılar. Onlar, sema yoluyla sahabeden işittikleri tefsirin dışında içtihat ederler.  Fikirlerini, cemiyetin tasavvurunu, harika ve hurafeleriyle aksettirdiler.

Tefsirde İsrailiyat

  Yahudi, hıristiyan ve diğer dinlerden islamiyete giren rivayetlerdir. Peygamberin vefatından sonra israili nakiller, kıssa ve kapalı nakiller etrafında olmuştur. Kıssalar arası boşlukları doldurmak için ,sahabe , ehli kitaba müracaat etmiştir. İslamiyet, arap yarımadasının dışına çıkmadan israili menkulatı sahabe kullanmıştır.

Tabiiler, sahabeye nazaran ehl-i kitaptan daha fazla nakillerde bulunup onlardan etkilendiler.  Bu dönemde Kur’an’ın baştan sona tefsirine başlanıldı ve aradaki boşluklar doldurulmaya çalışıldı. İsraili haberler, müslüman olan Abdullah b. Selam, Ka’bu’l-Ahbar, Vehb b. Münebbih ve Abdülmelik b. Cüreyc’ten gelir.

Etbaü’t-Tabiin’in Tefsirdeki Yeri

Rivayetle başlayan tefsir ilmi tedvin edilene kadar böyle devam eder. Bidayette hadis ilmi bütün maarifi şamildi. H. II . asırdan itibaren hadis ilminden müstakil olarak tefsirler meydana geldi. Mesela, Ali b. Ebi Talha, Mukatil b. Süleyman, Sufyan es-Sevri, Sufyan b. Uyeyne, Abdurrezzak b. Hemmam, Yahya b. Sellam’ın tefsirleridir.

Zamanımıza Kadar Tefsir Hareketleri

Mezhebi Tafsirler – İslamın ilk devirlerinden akide ve siyaset yönünden zuhur eden mezheplerin bazıları günümüze kadar ulaşmıştır. Kendilerini kabul ettirmek için ayetleri tefsir, tevil ederler.

İlhadi tefsirler- Hile ile islamı yıkmak için Kur’an’ı heva ve heveslerine göre gelişigüzel tevil etmişlerdir.

İlmi Tefsir – Kur’an ibarelerindeki ilmi ıstılahları tefsir  etmek ve çeşitli felsefi ve ilmi görüşleri Kur’an’dan istihraç etmektir. Kur’an’ın bütün ilimleri ihtiva ettiği söylenir. Kur’an dini ,itikadi ilimleri şamil olmakla beraber çeşitli ilimleri de kapsar. Mesela, İmam Gazali, bu yönü tefsirde terviç eder. Yine Celaleddin es-Suyuti, “ el-Ikl’i-lfi İstinbati’t-Tenzil eserinde ilmi tefsir hakkındaki görüşünü ortaya koyar..

Bu tür çalışmalar Abbasi devrinin ilim ve terceme hareketleri devrine kadar iner.

 

İctimai- Edebi Tefsirler

Tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya çalışılır.  Metotta, naslara ittiba ve Kur’andaki ince noktaların açıklanması vardır.  Asıl hedef olan manalar en yüksek üslup ile  ele alınır. Nassların, varlık, ictimaiyet ve tekamül kanunlarıyla münasebeti ele alınır. Şeyh Muhammed Abduh, ekolün önde gelen temsilcisidir. Yine Reşit Rıza ve el-Meraği bu metodu uygularlar.

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Usul Mütalaası Ödevi    26.05.2015

Usul  Mütalaası  Ödevi

 

 

 

Hamdi KARANFİL

Öğrenci No: 14912718

Tezli Yüksek Lisan

 

 

USULLER MUKAYESESİ

FIKIH USULÜ

 

HADİS USULÜ

 

TEFSİR USULÜ

 

 

1.FIKIH USULÜ

İslâm ilimleri içinde çok önemli bir yer tutan , fakihin kaynak ve yöntem bilgisi mahiyetindeki usûl-i fıkıh Sözlükte “kök, esas, kaide” anlamına gelmekte olup, ıstılahta ise “icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek” şeklinde tanımlanır.

Ayrıca usûl-i fıkhın amacı, delillerden hüküm elde etme yollarının bilinmesi, usul faaliyetiyle ulaşılmak istenen sonuç da şer‘î hüküm olduğundan hüküm kavramının incelenmesi ve buna ilişkin temel meselelere ait teorinin ortaya konulmasını usul ilmi üstlenmiş, belirli kaynaklardan belirli yöntemlerle hüküm elde edecek kişiyle (müctehid) ilgili meseleler de fıkıh usulünde genellikle ele alınan ana konulardan biri olmuştur

Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir yandan vahyin kesilmesi dolayısıyla yeni şer‘î-amelî meselelerle ilgili ictihadların vahyin denetiminden geçme imkânının kalmaması, diğer yandan müslümanların yeni kültür ve medeniyet çevreleriyle bir arada yaşamak durumunda kalmaları sebebiyle dinî-hukukî alanla ilgili amelî meselelerde nitelik ve nicelik yönünden büyük artış ve çeşitlilik meydana gelmesi ictihad faaliyetinin yeni bir ivme kazanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Âlim sahâbîlerin dinî-hukukî içerikli olaylar hakkında ileri sürdükleri farklı görüşlerden hangisinin esas alınacağını belirleyen bir merci yoktu ve bu husustaki temel kabule göre her ictihad teorik planda geçerliliğini koruyordu. Ancak uygulamada bunlardan birinin esas alınması gerektiğinden insanlar dinî yaşantılarında genellikle bölgenin önde gelen âlimlerinin görüşlerine uyuyor, toplumu ilgilendiren konularda kamu otoritelerince bir tercih yapılıyordu.

 Ehli tarafından yerinde yapılan ictihadlar geçerli kabul edildiğinden görüş farklılıklarının çokluğu toplumda bir rahatsızlık meydana getirmiyor, uygulamada da hukuk güvenliği açısından önemli sıkıntılar yaşanmıyordu. Yine bu dönemde ictihadların dayanaklarının açıklanmasına ve farklı görüş sahiplerinin kendi haklılıklarını ortaya koymasına imkân verecek düzenli müzakere ortamları henüz oluşmadığından sahâbe arasında zaman zaman bu yönde tartışmalar meydana gelse de pratik sonuçla ilgili tercihten sonra artık o meseleye dair teorik bir inceleme çalışması yapılmıyordu. Hz. Peygamber’in söz ve uygulamaları hakkında kısmen farklı bilgilere ve nasların (Kur’an ve Sünnet’teki ifadeler) yorumlanması konusunda farklı eğilim ve anlayışlara sahip ilim halkaları oluşuyordu.

Tâbiîn döneminde durum değişmiş, entelektüel odak noktaları belirginleşmeye başlamıştı. Dinî meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda sahâbe devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek için “ehl-i Hicâz” ve “ehl-i Irâk” şeklindeki coğrafî adlandırma yanında “ehl-i eser” ve “ehl-i re’y” şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme sürecinin hızlandığının açık bir göstergesiydi.

Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde bütün zamanını ilim öğrenme ve öğretme yanında benimsenen veya karşı çıkılan görüşlerin temellerini teorik incelemeye tâbi tutmaya ayıran ilim halkaları teşekkül edince fıkhî hükümlere dayanak kılınan rivayetlerin ve dinin iki ana kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’ten sonuç çıkarmada izlenen yöntemlerin sorgulanması süreci hızlanmış, bu konuda düzenli çalışmalar yapanların sayısı artmıştı. Diğer bir ifadeyle bir yandan farklı eğilimler etrafında beliren ekolleşme kısa bir süre sonra fıkıh mezhebi diye anılacak fikrî ve tatbikî birikimin temellerini oluştururken diğer yandan bu birikimin sağlıklı bir dokuya sahip olup olmadığını tesbite imkân veren akademik tartışma ortamları gelişiyordu. Kaynak telakkisini, metotların hesabını sorma ve hesabını vermeyi hızlandıran bu tartışmalar aynı zamanda savunulan görüşlerin tutarlılığını incelemeye, dolayısıyla bunların fikrî derinlik kazanmasına imkân hazırlıyordu.

Başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme bağlarken dayanılacak iki ana kaynağın Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber’in sünneti olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamakla beraber bu çerçevede ortaya konan çabalar bakımından sünnet malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu.Kur’an-ı Kerim  geçirdiği vahiy sürecindeki  durumlardan dolayı hükümlerin kaynağı olarak  ittifak edilirken, Sünnetin tesbiti ve tedvîni ise geniş zamana yayıldığından Hz. Peygamber’e nisbet edilen söz ve uygulamalara ilişkin rivayetlerin sağlamlığı konusu fıkhî hükümlerin kaynakları açısından önemli bir sorun teşkil ediyordu. Medine’de yaşayan sahâbe âlimleri, Resûl-i Ekrem’e atfen yapılan rivayetlerin tereddüt uyandırması halinde bunların kabulü konusunda belirli kriterlere göre ayıklama yapmakla beraber hadis uydurma hareketinin de etkisiyle, Resûlullah’ın yaşadığı Hicaz bölgesinin uzağında kalan Irak bölgesindeki âlimlerin hadis rivayetlerine karşı daha temkinli davranması bu konuda özel bir tavrın gelişmesine zemin hazırlamıştır.

 Müctehidler döneminde fıkhî hükümleri elde etmede izlenen metotların teorik tartışmalara konu edilmesi şifahî düzeyde kalmayıp yazıya da geçirilmeye başlanmıştır. Fakat bu dönemin temel özelliği fıkıh doktrinlerinin fürû-i fıkıh yönünün yazıyla tesbit edilmesiydi ve usul yönüne dair yazılı malzeme sınırlıydı. Bu verimli dönemin ortaya çıkardığı fıkıh külliyatı değişik açılardan işlenmeyi bekleyen zengin muhtevalı bir malzeme teşkil ediyor, bunların tasnif edilmesi, imamlara nisbet edilen görüşlerin onlara aidiyetinin sıhhati açısından değerlendirilmesi, fürû hükümlerinin yeni meseleler için hareket noktası kılınabilmesi için dayandığı düşüncenin tahlil edilmesi, özellikle metotsuzluk veya çelişirlik iddialarına karşı bu görüşlerin temellerinin dolayısıyla tutarlılığının ortaya konması gerekiyordu. Böyle bir ortamda meydana gelen ve o güne kadar yürütülen ictihad faaliyetinin fikrî temellerini ve metotlarını açıklamayı üstlenen fıkıh usulü, fıkıh eğitimi ve mesleğinin sağlam esaslar üzerinde gelişmesini kolaylaştırıp kavramların inceltilmesine ve ortak bir ilim dilinin oluşturulmasına da katkı sağlamıştır.

Bazı kaynaklarda, II. (VIII.) yüzyılda bilhassa Hanefî mezhebi imamlarınca fıkıh usulü kitaplarının veya bazı usul meselelerine dair risâlelerin kaleme alındığına dair ifadeler yer alsa da günümüze ulaşan ilk fıkıh usulü eseri Şâfiî’nin er-Risâle’sidir. Bu eserin önemli bir bölümü sünnetin ve bilhassa haber-i vâhidin dinî bilgi kaynağı olduğunun ispatına ayrılmış, bunun yanında beyan, icmâ, kıyas, istihsan gibi usul bahisleri ele alınmıştır. Usul ilminin belli başlı meselelerini ihtiva eden kapsamlı ve metotlu eserler ise bundan yaklaşık bir buçuk asır sonra, fıkıh mezheplerinin teşekkülünü tamamlaması ve fürû kitâbiyatının belirli bir olgunluğa kavuşmasının ardından ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk dönem usul eserlerinin önemli bir kısmında, ilgili mezhebin fürû çözümlerinde dayandığı delilleri ve izlediği yöntemleri açıklayıp iç tutarlılığı ortaya koyma amacının belirgin olması anlamında “mezhebî karakter” dikkat çeker.  Daha çok bir fıkıh mezhebinin fürû hükümlerini temellendirmeye ve bunların ilgili delillerden elde ediliş biçimini açıklamaya yönelik kaleme alınan usul kitaplarının yöntemi “fukaha metodu”, aynı amaçla fakat kelâm ilke ve mezhepleriyle de ilgisi kurularak yazılanlarınki “mütekellimîn metodu” diye adlandırılmıştır. En çok yayıldığı ilim muhiti dikkate alınarak bunlardan ilki Hanefî metodu, ikincisi Şâfiî metodu olarak da anılır.

1.Fukaha Metodu: Fıkıh usulünü bir mezhebe sıkı biçimde bağlı ve fürû hükümleriyle doğrudan irtibatlı şekilde ele alan, kuralları belirlemede tümevarıma ağırlık veren fukaha metodu en çok Hanefîler’le özdeşleştirilir.  Hanefî usulünün ilk kapsamlı örneği Cessâs’ın el-Fuśûl fi’l-uśûl (Uśûlü’l-fıķh) adlı eseridir ve fukaha metodunun kurucu metinlerinden biri kabul edilir. Mâverâünnehirli Hanefî usulcüsü Debûsî’nin Taķvîmü’l-edille’si, yer yer Cessâs’ın eserinden faydalanmakla birlikte bu disipline getirdiği birçok orijinal katkı sebebiyle Hanefî usul geleneğinde ve fıkıh usulü tarihinde çok özel bir yere sahiptir Aralarında ciddi benzerlikler bulunan Serahsî’nin el-Uśûl’ü ile Fahrülislâm el-Pezdevî’nin Kenzü’l-vüśûl’ü sonraki Hanefî usul kitâbiyatının temel kaynaklarını oluşturacaktır. Fahrülislâm el-Pezdevî’nin kitabı, Hanefî usul sistemine getirdiği yenilikler ve Serahsî’nin el-Uśûl’üne göre daha veciz olması sebebiyle Hanefî ilim çevrelerinde büyük kabul görmüştür.

Mütekellimîn Metodu: Usul konularıyla kelâm ilke ve mezhepleri arasında ilgi kurma özelliğiyle öne çıktığı için bu isimle anılan ve tümdengelime ağırlık veren mütekellimîn metoduna göre fıkıh usulü eserlerinin kaleme alınmasındaki en önemli etkenlerden biri, bunların yazıldığı dönemde İslâm ilim çevrelerinin hâkim çoğunluğunu oluşturan ehl-i hadîs ile Eş‘arîler tarafından Mu‘tezile’nin sapkın bir ekol sayılarak dışlanması, Sünnî ilkelerin büyük ölçüde tesbit edilmesi ve buna bağlı olarak birçoğu kelâm ilkeleriyle yakından alâkalı olan fıkıh usulü ilkelerinin gözden geçirilmesine gerek duyulmasıdır. Bâkıllânî ve Kādî Abdülcebbâr, fıkıh usulü alanındaki temel yaklaşımların kelâm alanındaki yaklaşımların uzantısı olması gerektiği anlayışından hareketle fıkıh usulünü kelâmla uyumlu, hatta kelâma bağlı bir ilim haline getirmeye çalışmış, Gazzâlî’nin kelâmı şer‘î ilimlerin en üst mertebesine yerleştirip diğer şer‘î ilimlerin ona göre cüz’î olduğunu ifade etmesi de (el-Müstaśfâ, I, 18, 20) bu tutumun genel kabul görmesine yardımcı olmuştur. Ebü’l-Hüseyin el-Basrî tarafından kaleme alınan el-MuǾtemed’in mütekellimîn metoduyla yazılan eserleri en fazla etkileyen kitap olduğu söylenebilir.  el-Müstaśfâ ise müellifin vefatından kısa bir süre önce yazdığı eserlerinden biri olup fıkıh usulü tarihinde çığır açan eserler arasında yer alır. Bâkıllânî ve Cüveynî gibi Eş‘arî âlimlerinin eserlerinin yanında Basrî’nin el-MuǾtemed’ini ve Debûsî’nin Taķvîmü’l-edille’si başta olmak üzere Hanefî fukahasının usul çalışmalarını inceleyen Gazzâlî, el-Müstaśfâ’da bütün bu birikimden yararlanarak fıkıh usulünü bilhassa epistemolojik yönden yeniden gözden geçirmiştir. Mütekellimîn usulüyle kaleme alınan dört temel eserden biri sayılan el-Müstaśfâ (diğerleri Kādî Abdülcebbâr’ın el-ǾUmed’i, Ebü’l-Hüseyin el-Basrî’nin el-MuǾtemed’i ve İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin el-Burhân’ı), İslâmî ilimler hiyerarşisiyle ve bu arada kelâm-fıkıh usulü ilişkisiyle alâkalı eserin girişinde yer alan ifadeler, kitabın başına konan mantık özeti ve mantıkla bütün nazarî ilimler arasında kurulan münasebet, bir de fıkıh usulünü dörtlü bir çatı etrafında inşa eden planıyla sonraki eserler üzerinde derin bir etki bırakmıştır.

Müteahhirîn Dönemi Yazım Metodu: VI. (XII.) ve özellikle VII. (XIII.) asırdan itibaren usul kitaplarının fıkıh ve kelâm mezhepleriyle ilgisi belli ölçüde devam etmekle birlikte kelâm ilminin felsefîleşmesine paralel şekilde, giderek felsefî ve mantıkî kavram ve düşünce unsurları usul eserlerinde ağırlık kazanmaya başlamış, İslâm düşüncesinde teorik alanlar için ortak bir ilim dili olarak geliştirilen felsefe-mantık dili fıkıh usulü kitaplarının da yazım dili haline gelmiştir. Bu tarz yazımın en temel özellikleri, fıkıh usulünün incelediği meseleleri gittikçe artan bir oranda pratik sonuçlarından tecrit edecek şekilde ele almak, önceki asırlarda fıkıh usulüne ait görülmeyen çeşitli meselelerle meşgul olmak, usûl-i fıkhı kelâm gibi teorik yönü baskın ve yalnız fıkhın değil bütün İslâmî ilimlerin metodolojik ve felsefî esaslarını tesbit eden bir ilim durumuna getirmeye çalışmaktır. Bu dönemde Hanefî ve Şâfiî metotlarının birleştirilmesi amacıyla yazıldıkları açıkça ifade edildiğinden karma metot denilen eserlere İbnü’s-Sââtî’nin BedîǾu’n-nižâm’ı ile (İbn Haldûn, s. 427) İbnü’l-Hümâm’ın et-Taĥrîr’i örnek gösterilir.

Usûl-i Fıkhın İçeriği ve Konularının Tertibi: Fıkıh usulü kitaplarının tertibinde rol oynayan önemli bir nokta da birçok usul müellifi tarafından fıkıh usulünün en çok yararlandığı kelâm, fıkıh ve Arap dil bilimiyle alâkalı tanım ve önermelerin bu ilme dair meselelerden önce giriş mahiyetindeki bir bölümde ele alınmasıdır. Fıkıh usulünün içeriği dört bölümlü taksime göre şöylece özetlenebilir: 1. Edilletü’l-ahkâm. Bu bağlamda edille genellikle, kitap gibi ana kaynakların yanı sıra şer‘u men kablenâ gibi tâlî kaynaklarla tâlî kaynak görevi yüklenen kıyas gibi metotları ve sedd-i zerâyi‘ gibi prensipleri topluca ifade eden bir kavram olarak düşünülmüştür. Gazzâlî kıyasın hüküm çıkarma metotları arasında incelenmesi gerektiğini söyler. 2. Hüküm bahisleri. Hüküm teorisi diye nitelenebilecek bu bölüm de dört başlık içerir: a) Hüküm ve kısımları: Hükmün tanımı ve hükümlerle ilgili terminoloji; b) Hükme konu fiiller / mahkûm fîh: Bir fiilin yükümlülüğe konu olmasıyla ilgili şartlar ve hükmün koruduğu hakkın aidiyeti, sorumluluk ve hak teorilerine esas teşkil edecek ilke, tahlil ve açıklamalar; c) Hükme muhatap olan kişi / mükellef / mahkûm aleyh: Hak sahipliğinin ve yükümlülüğün temelini oluşturan nitelikler ve ehliyet teorisi; d) Hükmün menşe anlamında kaynağı / hüküm koyma yetkisi / hâkim 3. Hüküm istinbat metotları. Nasların yorumuyla ilgili kurallar, deliller arasındaki zıt ilişkiler ve zıtlığı (teâruz) giderme yolları. Esasen yorum sınırını aşan hüküm çıkarma metotları (özellikle kıyas ve istislâh) bu bölüme uygun düşmekle birlikte bunlar genellikle “edilletü’l-ahkâm” kapsamında ele alınmıştır. Makāsıdü’ş-şerîa konusu yeni eserlerde ayrı bir başlık altında bu bölüm içinde incelenir; klasik fıkıh usulü eserlerinde ise değişik bahisler arasına serpiştirilerek işlenmiştir. 4. İctihad ve taklid. Fıkıh usulü açısından bu bölümün en önemli kısmı, müctehidde aranacak özellikler ve bununla yakın ilişkisi bulunan ictihadın bölünüp bölünemeyeceği konusudur.

Usûl-i Fıkhın Amacı ve İşlevi:Fıkıh usulünün faydası ve gayesi klasik dönem terminolojisiyle kısaca şer‘î-amelî hükümleri bilmektir. Ancak bunun açılımını yansıtan tanımlara göre fıkıh usulünün varlık sebebi ve üstlendiği görev, bu hükümlerin hangi kaynaklardan hangi metotlarla elde edilebileceğini ve bu iş için gerekli küllî kaideleri belirlemek, nihaî amaç (gayenin gayesi) ise bu bilgi sayesinde dünya ve âhiret saadetine erişmektir. Usûl-i fıkhın amacı ve yararıyla ilgili teorik anlatımlar daha çok fıkhî hükümlerin elde edilmesinde onun gerekliliğine odaklansa da bu ilmin kuruluş dönemindeki temel veya ikincil işlevinin, ilgili fıkıh doktrinine ait fürû hükümlerinin dayanaklarını ve elde ediliş yöntemlerini açıklayıp bunlar arasındaki tutarlılığı ve mezhep görüşlerinin meşruiyetini ispat ederek bunu diğerlerine karşı savunmak olduğu birçok klasik usul âlimi tarafından açıkça veya dolaylı biçimde ifade edilmiştir.

Sonuç itibariyle fıkıh usulünün, içerik ve işlev bakımından modern Batı hukukunda hukuk teorisi (legal theory), hukuk metodolojisi (legal methodology), yorum (interpretation) ve hukuk felsefesi (legal philosophy) adıyla bilinen disiplinlerle ortak yönleri olan, kısaca İslâm hukuk ilminin esaslarını ortaya koyan, çok yönlü ve kendine özgü bir yapıya sahip bir ilim olduğu görülmekte; Muhammed Hamîdullah’ın bazı Batılı araştırmacıların tesbitlerine de atıfta bulunarak dikkat çektiği gibi dünya hukuk literatürü içinde orijinal bir tür olarak yerini alan usûl-i fıkhın içeriği -insanlığın öteden beri hukuk ve hukuk kuralları üzerinde zihin yormasına rağmen- hukuku ilk defa bir ilim şeklinde ele alma şerefinin müslüman âlimlerine ait olduğunu söylemeye imkân vermektedir.  diğer İslâmî ilimlerin genellikle tek taraflı olmasına mukabil fıkıh usulü hem aklî hem naklî ilkeleri bünyesinde toplamış, naklî yönü de bulunan aklî bir ilimdir. Yine ilimlerden beklenen amaçları esas alan nazarî-amelî ilim ayırımı açısından bakıldığında fıkıh usulünün amelî netice vermesi beklenen nazarî bir ilim olduğu görülür. İlimlerin -bizzat gaye olup olmama esasına dayanan- âlî-âlî (عالي - آلي) şeklindeki taksimine göre bazı âlimler fıkıh usulünü fıkhî sonuçlar veren bir alet ilmi, bazıları ise şer‘î ilimlerin en ileri noktası şeklinde değerlendirmiş; bir alet ilmi olarak görenler onun daha çok fıkhî hükümler elde etme amacını vurgulamış, böylece metodolojik açıdan fıkha temel teşkil etmesine rağmen amaç yönünden tâbi bir ilim konumunda bulunduğunu düşünmüşlerdir.

2.HADİS USULU

Hadis ilmi rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetü’l-hadîs diye iki kısma ayrılır. Kabul veya red açısından râvi ve mervînin durumunu bildiren kaideler ve meseleler bütününü ifade eden dirâyetü’l-hadîs aynı zamanda “ulûmü’l-hadîs, mustalahu’l-hadîs, kavâidü’l-hadîs, usûlü’l-hadîs” şeklinde de adlandırılır  Dirâyetü’l-hadîs ilminin birden fazla adla anılmasının çeşitli sebepleri vardır. Dirâyetü’l-hadîs içinde birbirinden farklı çok sayıda ilim bulunduğundan bazı âlimler çoğul olarak ulûmü’l-hadîs terkibini kullanmıştır. Yine rivâyetü’l-hadîs ilmine asıl teşkil ettiği göz önüne alınarak usûl-i hadîs adını verenler de vardır. En genel anlamıyla hadislerin sıhhat açısından durumunu tesbite yarayan kaidelerle bu kaidelerden ortaya çıkan terimlerden oluştuğu için dirâyetü’l-hadîs yerine kavâidü’l-hadîs ve mustalahu’l-hadîs terkiplerine de yer verilmiştir. Erken dönemde rivayet hadislerin naklini, dirâyet ise hadislerden mâna çıkarmayı ve fıkhî yönlerini anlamayı ifade eder. Hadis ilminde dirâyetin usûl-i hadîs veya ulûmü’l-hadîs yerine kullanılması oldukça geç dönemlere rastlar.

Hadis ilmini rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetü’l-hadîs şeklinde iki başlık altında ele aldığı bilinen ilk âlim İbnü’l-Ekfânî’dir (ö. 749/1348). Ona göre rivâyetü’l-hadîs Resûl-i Ekrem’in söz ve fiillerinin zabtı, rivayeti ve nakliyle ilgili iken dirâyetü’l-hadîs rivayetin hakikati, şartları, çeşitleri ve hükümleri, râvinin halleri ve taşıması gerekli şartları, merviyyâtın nevileri ve ilgili meseleleri konu edinir

Gerek Sünnî gerek Şiî literatüründe hadis ilmine ilişkin tanımların ortak noktası bu ilmin Hz. Peygamber’in söz, fiil ve hareketlerini, bunlar hakkında nakledilen rivayetleri ve bu rivayetlerin zaptedilmesini, nihayet sahih olanların olmayanlarından ayrılmasını konu edinmesidir. Erken dönemlerde hadis ilmini tanımlamada ve onun amacını belirlemede hadisin senedine yoğunlaşan rivayet ilmine mahsus ölçülerin esas alınması hadis ilmini sadece rivayete indirgemeyi gerektirmez. Hadis ilmi açısından hadisin metni de önemlidir. Tarih boyunca hadis ilmine dair yapılan bazı tanımlamalarda metinlerin önemini vurgulayan açıklamalar da geliştirilmiştir. Nevevî hadis ilminin gayesini sadece hadisleri öğrenip kaydetmek ve başkalarına aktarmaktan ibaret görmez, onun asıl maksadının metinlerin anlamları üzerinde düşünmek olduğunu söyler

Hadis ilminin temel ıstılahları ve rivayet usulleriyle ilgili yönünü ifade etmek üzere literatürde yaygınlık kazanan bir başka kavram usûl-i hadîstir. Hatîb el-Bağdâdî el-Kifâye’yi hadis talebesinin bilmesi, öğrenmesi ve ezberlemesi gereken hadis ilmine dair usul ve şartları açıklamak amacıyla telif ettiğini söyler. Bağdâdî’ye gelinceye kadar hadis usulü hadislerden, râvilerin adalet ve zabt itibariyle durumlarından, rivayetlerin muttasıl veya münkatı‘ olması bakımından Hz. Peygamber’e nisbetinden bahseden bir ilim, ondan sonra ise kabul ve red yönünden râvi ile rivayet edilen hadislerin durumunun bilinmesi şeklinde anlaşılmıştır. Hatîb el-Bağdâdî’den sonra kaleme alınan ulûmü’l-hadîs kitaplarında dirâyetü’l-hadîs, daha çok rivayet teknikleri ve usullerine ilişkin terimler üzerinde yoğunlaşan bir literatüre dönüşmüştür. Sözlükte “bir şeyin temeli” anlamına gelen asl (çoğulu usûl) aynı zamanda bir ilmin cüz’iyyâtına uygulanabilecek kuralları ifade eder. Buna göre hadis usulü için “hadisleri sonraki nesillere aslına uygun biçimde nakledebilmek ve sahihiyle zayıfını birbirinden ayırmak için ihtiyaç duyulan kurallar ve bunlarla ilgili terimlerden bahseden ilim” şeklinde daha kapsamlı bir tanım yapmak mümkündür

Usûl-i hadîsle eş anlamlı olarak mustalahu’l-hadîs terimi de kullanılmaktadır. Hadis ilmindeki terimler belli bir tarihî birikimin ve ilmî faaliyetin neticesinde doğup gelişmiş, hadis ilmine konu olan kelime ve kavramlar belirli merhalelerden sonra istikrar kazanıp terim halini almıştır.

Rivayet döneminin başlangıcından itibaren râviler adalet ve zabt yönünden, rivayetler ise onları ilk söyleyene nisbeti, râvi silsilesinde inkıtâ bulunup bulunmaması, râvilerin hal ve hareketlerinin hükmü vb. açılardan titizlikle incelenmiş, bunun sonunda hadislerin makbul veya merdud olmasına ilişkin çeşitli terimler doğmuştur. Hadis âlimleri, her biri hadis ilminin farklı bir yönünü ilgilendiren bu terimlerin anlaşılması için özel çaba harcamış, hatta birçoğu hakkında müstakil eserler yazmıştır. Bu eserlere hadis terimlerini kapsaması bakımından mustalahu’l-hadîs adı verilmiştir.

Hadisleri ezberleme, rivayet etme, kaydetme, tedvîn ve tasnif gibi adlarla bilinen sistematik hadis faaliyetlerinin kendine özgü terimleri, usul ve kaideleri hakkında müstakil bir literatür meydana gelmiştir. Mustalahu’l-hadîs / usûl-i hadîs literatürünün doğuşu hadis rivayetinin eskisine nazaran ihmal edilmeye başlandığı, hadis rivayeti ve yazımında mütekaddimîne ait ölçülerin terkedildiği bir döneme rastlamaktadır. Hadis rivayeti açısından mütekaddimîn döneminin sonlarında yer alan, usûl-i hadîs ilmi açısından ise mütekaddimînin başlangıcı sayılan  ve yaygın kabule göre usûl-i hadîsin ilk müdevven örneğini sunan Râmhürmüzî eserinin girişinde hadisleri sevmeyen, hadisçilere dil uzatan bir grubun ortaya çıktığını söylemekte , böylece eserini bunlara bir tepki şeklinde telif ettiğini göstermektedir. Hâkim en-Nîsâbûrî Mağrifeti Ulumul Hadisi, bid‘atların çoğalması, insanların sünnetlerin usulüne dair yeterli bilgiye sahip olmaması, haberleri yazma ve araştırma konusundaki gaflet ve ihmalkârlıkları gibi sebeplerle kaleme aldığını zikretmektedir

Ulûmü’l-hadîs, mustalahu’l-hadîs ve usûl-i hadîs ile aynı anlamda kullanılan bir terimdir. İlim kelimesi âyet ve hadislerde çokça geçmekle birlikte çoğulu olan “ulûm” Kur'an'da ve hadis külliyatında yer almamaktadır. İlk asırlarda ilim kelimesiyle daha çok hadisin kastedildiğine dair birçok örnek vardır.  Yine İbn Sîrîn’e nisbet edilen, “Şüphesiz ki bu ilim dindir. Öyle ise dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin” sözünde, kastedilen ilim, hadis rivayetiyle elde edilen naklî bilgileridir.

İlim kelimesi ve çoğulu ulûm ilke ve kurallarıyla tedvîn edilmiş ve düzenlenmiş ilim dallarını ifade eder. Bu anlamda mustalahu’l-hadîs, usûl-i hadîs veya ulûmü’l-hadîs başlıkları altında teşekkül eden literatürle birlikte hadis ilmi konusu, meseleleri ve kaideleri belirlenmiş müstakil bir disiplin haline gelmiştir. Ancak her ilmin bir konusu, ilkeleri ve amacının bulunması gerektiği göz önüne alındığında ulûmü’l-hadîs başlığı altında yer alan ilimlerin büyük çoğunluğunun müstakil birer disiplin değil hadise dair birtakım mesele ve kaidelerden meydana gelen konu başlıkları olduğu söylenebilir. Hadislerin rivayeti, derlenmesi, sahihinin zayıfından ayırt edilmesi, cerh ve ta‘dîl yönünden râvilerin durumu, hadislerdeki garîb kelimelerin, nâsih ve mensuh rivayetlerin açıklanması, birbiriyle ihtilâflı hadislerin izahı, mâna yönünden hadislerin şerhi ve onlardan çıkarılacak hükümlerin tesbiti gibi daha birçok ilim konusu ulûmü’l-hadîsin kapsamına girer

Ulûmü’l-hadîs, hadis ilmine dair çeşitli konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla beraber bu ilim içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis tedvîn ve tasnif faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken dönem muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve mensûhuhû, fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîs ilimleridir. Son ikisi hadis ilimleri arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise isnadda veya metinde yer alan ve hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiş,  İsnada ilişkin ilimlerle birlikte hadislerde yer alan garîb kelime ve ifadeleri izah etmeyi amaçlayan garîbü’l-hadîs ile, anlam bakımından birbiriyle çelişkili gibi görünen rivayetleri uzlaştırmayı hedefleyen muhtelifü’l-hadîs ilimleri  yüzyıllarda ilk ürünlerini vermiştir. Nâsih ve mensuh ilmi ise daha çok muhtelifü’l-hadîsle birlikte değerlendirilmiştir. Fıkhü’l-hadîs hadisleri anlamayı, hadislerden hareketle Hz. Peygamber’in amacını kavramayı konu edinen ilim dalıdır.

Esbâbü vürûdi’l-hadîs hadislerin hangi sebep, vesile veya durum dolayısıyla söylendiğini araştıran ilim dalıdır. Kur’an’ı anlamada esbâb-ı nüzûl bilgisi ne kadar önemliyse hadisleri anlamada da esbâb-ı vürûd o derece önemlidir. Bununla birlikte hadis tarihinde esbâbü vürûdi’l-hadîsin diğer ilim dalları gibi müstakil bir disiplin haline geldiğini söylemek zordur. Bu ilmin müstakil bir disiplin haline gelmesi için hadis ve sünnetin hangi olay üzerine söylendiğini ve ortaya konduğunu sadece hadis kitaplarındaki rivayetlerle değil tarih, coğrafya, sosyoloji ve psikolojiden yararlanarak ilmî yöntemlerle tahlil etmek gerekir. Ayrıca sünnetin yerelliği ve evrenselliği, zaman ve mekân boyutu, örfî olup olmadığı, hangilerinin hâs ve âm olduğu gibi hususlar da bu ilim tarafından tesbit edilmelidir.

 

3.TEFSİR USULÜ

“Usûlü’t-tefsîr” adıyla yazılan eserlerde genellikle Kur’an ilimleri de tanıtılmakla birlikte bunlar ulûmü’l-Kur’ân terkibinin yerini alabilecek bir yaygınlığa ulaşmadığından kullanımları bazı karışıklıklara sebebiyet vermektedir. Zira bu terkipte özellikle Kur’an tefsirinin esasları çağrışımı öne çıktığından daha çok tefsir yöntemi akla gelmektedir. Ayrıca Kur’an tefsiri için fıkıh ilminde olduğu gibi kapsamlı bir usulün varlığından söz edilemez. “İlmü’t-tefsîr” veya “ulûmü’t-tefsîr” terkiplerinin ulûmü’l-Kur’ân yerine kullanıldığına da rastlanmaktadır. ulûmü’l-Kur’ân, çeşitli açılardan Kur’an’la ilgili olan ve her biri ayrı ilim dalı kabul edilebilecek önemli küllî bahisleri bir araya getiren bir ilimdir (İbnü’l-Cevzî, neşredenin girişi, s. 71). Bu tanımlarda terimin çerçevesi çizilirken Kur’an’ın nüzûlü, tertibi, toplanması, yazılması, kıraati, tefsiri, i‘câzı, nâsih ve mensuhu, dil, üslûp ve belâgatı gibi konular zikredilmiştir Kur’an’ın doğru tefsir edilmesi ihtiyacından doğduğu anlaşılan ulûmü’l-Kur’ân, müfessirin âyetleri açıklarken müracaat edeceği ilimler şeklinde düşünüldüğünden ilk dönemlerden itibaren yazılan bazı tefsirlerin girişlerinde bunlar hakkında bilgi verildiği görülmektedir. Meselâ Taberî meşhur tefsirinin girişinde Kur’an ilimlerinin konularına temas etmiştir. Bu konudaki en önemli çalışmalardan biri de Râgıb el-İsfahânî’ye aittir.

Günümüze kadar yazılan ulûmü’l-Kur’ân’a dair eserler incelendiğinde bunlarda iki önemli problemin bulunduğu görülür. Birincisi, muhtevada yer verilen konu ve ilimlerden bir kısmının gerçekte ulûmü’l-Kur’ân tanımı içinde yer alıp almayacağıdır; ikincisi de Kur’an ilimlerinden sayılan bahislerin bu eserlerde tutarlı biçimde tertip ve tasnif edilip edilmediğidir. el-Burhân, el-İtķān ve ez-Ziyâde ve’l-iĥsân gibi kitaplarda bir konunun ilmî bir niteliğinin olup olmadığına ve ilimler tasnifi içinde bir yerinin bulunup bulunmadığına bakılmaksızın Kur’an’a dair hemen her meseleye yer verilmiştir. Bazı konular aslında gerek çerçevesi gerek muhtevası itibariyle müstakil olmadığı halde asıl konusundan ayrılarak müstakil bir ilim gibi sunulmuştur. Meselâ kıraat ve tecvid ilminin bazı tâli bahisleri bu eserlerde müstakil başlıklar altında ele alınmıştır. Kur’an’ın nüzûlünden ya da usûl-i fıkhın lafız bahislerinden söz eden başlıklar için de aynı durum söz konusudur. Ulûmü’l-Kur’ân genel başlığı altında kaç ilmin bulunduğu hususunda da bir birlik yoktur.

Oluşum bakımından Kur’an ilimleri içerisinde hangisinin önceliğinin bulunduğu hususu da açık değildir ve bakış açısına göre değişiklik arzetmektedir. Kur’an’ın sözlü iletilen, kendisine has okuma usulüne sahip bir kitap olması sebebiyle ilk ilmi kıraat ilminin teşkil etmesi gerektiği söylenebilir. Ancak okuma, anlama ile aynı anda gerçekleştiğinden tefsir ilminin de bir önceliğinin bulunduğunu ileri sürmek mümkündür. İlk inen âyetten başlayarak vahyin iniş şekli gündeme geldiği için Kur’an’ın nüzûluyle ilgili ilimlere de bir öncelik tanınabilir. Buna göre oluşum veya köken itibariyle pek çok Kur’an ilmi için hemen hemen aynı derecede öncelik bulunduğundan söz etmek mümkündür. Zira Kur’an ilimlerinin büyük bir kısmının kökeni yine Kur’an’ın kendisi, Resûl-i Ekrem’in açıklamaları ve uygulamalarıdır (Birışık, s. 39-68)

Ulûmü’l-Kur’ân başlığı altında yer alan Kur’an ilimlerinin tedvin tarihine bakıldığında Kur’an âyet ve sûrelerinin dağınık halden kurtarılıp iki kapak arasına girmesi ve mushaf şeklini almasıyla buna dair ilimlerin doğduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle Hz. Osman’ın girişimiyle 25-30 (646-651) yılları arasında tamamlanan Kur’an’ın istinsahı resmü’l-mushaf ilminin doğmasına kaynaklık etmiştir. Sonraki yıllarda yapılan harekeleme ve noktalama faaliyeti sonucunda bu ilim gelişmiş, Kur’an âyetlerinin muhtelif gruplara ayrılması ve bunların arasına çeşitli işaretlerin konulmasıyla da tamamlanmıştır. Bunlar hicretin ilk asrı içinde başlayan çalışmalardandır. Bu faaliyetleri ve sebeplerini açıklayan ve bunların yazıya geçirildiğini gösteren eserler de aynı dönemlerden itibaren telif edilmiştir.

En erken ortaya çıkan Kur’an ilimlerinden bir diğeri kıraat ilmidir. Zira Hz. Osman, Kur’an’ın doğru yazımına ve istinsahına olduğu kadar doğru okunmasına da önem vermiş; Kur’an nüshalarını Mekke, Kûfe, Basra ve Dımaşk gibi merkezlere gönderirken bunları doğru okuma ve okutma yeterliliğine sahip kārîler de yollamıştır. Gerek bu ilk dönem kārîleri gerekse onların talebeleri sağlam bir isnadla Resûl-i Ekrem’e ulaşan kıraat tercihlerini ve bunların usullerini şifahî nakille birlikte yazıya da geçirmeye başlamış, böylece muhtelif tarzda kıraat kitapları ortaya çıkmıştır.  Kur’an ilimleri arasında esbâb-ı nüzûlün de büyük önemi vardır. Kur’an âyet ve sûrelerinin iniş sebeplerinden bahseden bu ilmin asıl kaynağını nakil teşkil ettiğinden ilk bilgiler hadis rivayetleri içerisinde varlığını sürdürmüş, daha sonra müstakil kitaplar kaleme alınmıştır. İbn Şihâb ez-Zührî’den müfessir Sülemî rivayetiyle gelen Tenzîlü’l-Ķurǿân adlı eser (nşr. Selâhaddin el-Müneccid, 2. bs., Beyrut 1980) bu konuda ilk çalışma olsa gerektir. Buhârî’nin hocası Ali b. Medînî de Esbâbü’n-nüzûl adıyla bir eser yazmıştır. Müfessir Vâhidî ve Süyûtî tarafından kaleme alınan eserler ise bu sahanın en meşhur kitaplarıdır. Kur’an âyet ve sûrelerinin birbiriyle ilişkisini inceleyen nazmü’l-Kur’ân ve münâsebâtü’l-âyât ve’s-süver ilimleri de haklarında ilk dönemden itibaren eserler kaleme alınanlar arasındadır. Âyetler ve sûreler arasındaki münasebet konusunda ise ilk çalışmanın Bağdat’ta İbn Ziyâd en-Nîsâbûrî (ö. 324/936) tarafından ortaya konulduğu belirtilir (Zerkeşî, I, 132). Bu alandaki düzenli teliflerin tarihi VII (XIII) ve VIII. (XIV.) yüzyıllara gitse de müfessirler Kur’an’ı tefsir ederken âyetler ve sûreler arasındaki ilgiyi göz önünde bulundurduğundan söz konusu ilim varlığını ilk dönemlerden itibaren sürdürmüştür. Kur’an sûre ve âyetlerinin faziletlerinden bahseden ilim de tedvîn bakımından eskidir. Bu alana dair bilgiler rivayetler halinde Resûl-i Ekrem dönemine kadar ulaşmaktadır. Bu rivayetler bir yandan müstakil teliflere konu olurken öte yandan hadis mecmualarında bir araya getirilmiştir. Rivayete dayanan bir başka Kur’an ilmi neshi konu edinir. İslâm hukuku ile tefsirin ortak konusu olan nesih, daha çok hangi âyetin hangi âyeti neshettiğiyle ilgili rivayetleri bir araya getirdiği için Kur’an ilimleri içinde mütalaa edilmektedir. Genellikle “en-Nâsih ve’l-mensûh” başlığıyla telif edilen çok sayıda kitap vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in dil ve üslûp özelliklerini inceleyen ve ilk dört asır içinde ortaya çıkan tehlikeli fikir akımlarına karşı onun anlamını korumayı amaçlayan ilimler de önemlidir. İ‘râbü’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, emsâlü’l-Kur’ân, teşbîhâtü’l-Kur’ân, el-vücûh ve’n-nezâir, üslûbü’l-Kur’ân ve i‘câzü’l-Kur’ân gibi konulara dair birçok eser vardır. Bunlarda bir yandan bu terimlerin bir ilim dalı şeklini alması için prensipler konulurken öte yandan Kur’ân-ı Kerîm inceden inceye taranarak elde edilen örnekler yardımı ile konular ayrıntılı biçimde açıklanmaktadır. Klasik dönemde özellikle Kur’an’daki garîb kelimeleri izah etmeye yönelik bir ilim dalı ve bu dala ait eserler de oluşmuştur ki Râgıb el-İsfahânî’nin el-Müfredât’ı bu literatürün en meşhur örneklerinden biridir. Modern dönemde sadece garîb kelimeleri değil Kur’an’da geçen bütün harf, edat, kelime, kavram ve tabirleri bir araya getirip açıklayan ve “müfredâtü’l-Kur’ân”, “kelimâtü’l-Kur’ân”, “mu‘cemü’l-Kur’ân” gibi başlıklar taşıyan çeşitli Kur’an sözlükleri hazırlanmıştır.

4.MUKAYESE ve DEĞERLENDİRME

Tarihte sosyal şartlar ve insanların ihiyaçlarına endeksli olan tüm ilimler birbirlerinden etkilenmiştir.Özellikle bu İslami ilimlerde daha da belirgin olarak kendini göstermiştir. Bu sebeple Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimleri de birbirlerinden etkilenmiştir.Ancak bu ilimlerin kendilerine ait yöntem ve usulleri, amaçları daha özgün bir hal almıştır.Hadis ilmi, Peygamberimizin sözlerini Hz Peygambere aidiyetinin tesbit edilmesi açısından  hem sened ve hemde metin açısından değerlendirilmesini esas alan bir ilimdir.Bu sebeple hadis  konusunda bir usul ve yöntemin zamanın ve şartlarında değişmesi ve gelişmesiyle beraber  zorunlu olmasını gerekli kılmıştır.Sahabe ve Tabiun dönemimde bu ilim gelişmiş ve zamanla hadisler tedvin edilerek zirveye ulaşmıştır.Fıkıh ise  normatif yapısından dolayı insanların sorunlarına pratik çözüm getirme adına kendi usul ve yöntemlerini oluşturmuş bir ilimdir.Fıkıh Usulünün amacı delillerden hüküm elde etme yollarının bilinmesi, usul faaliyetiyle ulaşılmak istenen sonuç da şer‘î hüküm olduğundan hüküm kavramının incelenmesi ve buna ilişkin temel meselelere ait teorinin ortaya konulmasını esas almıştır. Fıkıh usulü kitaplarının tertibinde rol oynayan önemli bir nokta da birçok usul müellifi tarafından fıkıh usulünün en çok yararlandığı kelâm, fıkıh ve Arap dil bilimiyle alâkalı tanım ve önermelerin bu ilme dair meselelerden önce giriş mahiyetindeki bir bölümde ele alınmasıdır.Şarinin maksadını ortaya çıkarmayı ve insanların karşılaştığı birtakım problemlere pratik çözümler getirmeyi amaçladığından dolayı normatif bir ilim dalı olmasından dolayı kendi usul ve yöntemlerini zamanla geliştirmiştir.Tefsir İlmi ise  daha çok bir usul ilmi olmaktan ziyade ulum’ul Kur’an konularını ele alan bir ilimdir.Kur’an ayetlerinin doğru anlaşılması adına tarihsel şartların ve durumsallığın yani ayetlere ilk muhatab olan sahabenin ayeti nasıl anladığını tesbit etmenin ehemmiyet arz ettiğini ifade eden bir ilimdir.Bunun içinde kelimelerin anlam genişlemesi, anlam daralması  gibi filolojik ve semantik tahlillerin önemli olduğunu ifade etmesi açısından Arap dili  ve belagatının bilinmesi gerektiğini ortaya koyan bir ilimdir.Bu sebeple Tefsir usulu Kur’an İlimlerinden bahseder.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

tarih usul    31.05.2015

Hatice Sultan Atmaca

Yüksek Lisans Tefsir

Ögrenci No: 13912775

 

 

Usul 

 

Lügat anlamı : Asıl. Ana, baba. Cedler. İstinadgah. Racih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Tarz, metod, tertib. (Büyük Lügat, Usül maddesi. sh: 1026)

Istılahi anlamı: Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lazım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol. (Büyük Lügat, Usül maddesi. sh: 1026)

  

 

FIKIH 

 

Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemlerini inceleyen bilim dalı.

 

Sözlükte “kök, esas, kaide” anlamındaki asl kelimesinin çoğulu usûlün fıkh kelimesine izâfe edilmesiyle oluşturulan ve temel İslâmî ilimlerden biri olan usûlü’l-fıkh “icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek” şeklinde tanımlanır. İcmâlî deliller dinî hükümlerin meşruiyet kaynağını teşkil eden delillere toplu bakışı, fıkıh istinbatına ulaştıran kaideler de bu delillerden fıkhî hükümlerin çıkarılmasında izlenecek metotları (menhec-menâhic) ifade eder. Ayrıca usûl-i fıkhın amacı, delillerden hüküm elde etme yollarının bilinmesi, usul faaliyetiyle ulaşılmak istenen sonuç da şer‘î hüküm olduğundan hüküm kavramının incelenmesi ve buna ilişkin temel meselelere ait teorinin ortaya konulmasını usul ilmi üstlenmiş, belirli kaynaklardan belirli yöntemlerle hüküm elde edecek kişiyle (müctehid) ilgili meseleler de fıkıh usulünde genellikle ele alınan ana konulardan biri olmuştur (usûl-i fıkhın tanımlarından örnekler ve analizi için bk. Köksal, Fıkıh Usûlünün Mahiyeti, s. 89-97). Fakihin kaynak ve yöntem bilgisi mahiyetindeki usûl-i fıkıh İslâm ilimleri içinde çok önemli bir yer tutar.

 

Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir yandan vahyin kesilmesi dolayısıyla yeni şer‘î-amelî meselelerle ilgili ictihadların vahyin denetiminden geçme imkânının kalmaması, diğer yandan müslümanların yeni kültür ve medeniyet çevreleriyle bir arada yaşamak durumunda kalmaları sebebiyle dinî-hukukî alanla ilgili amelî meselelerde nitelik ve nicelik yönünden büyük artış ve çeşitlilik meydana gelmesi ictihad faaliyetinin yeni bir ivme kazanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Âlim sahâbîlerin dinî-hukukî içerikli olaylar hakkında ileri sürdükleri farklı görüşlerden hangisinin esas alınacağını belirleyen bir merci yoktu ve bu husustaki temel kabule göre her ictihad teorik planda geçerliliğini koruyordu. Ancak uygulamada bunlardan birinin esas alınması gerektiğinden insanlar dinî yaşantılarında genellikle bölgenin önde gelen âlimlerinin görüşlerine uyuyor, toplumu ilgilendiren konularda kamu otoritelerince bir tercih yapılıyordu. Yöneticiler tercihlerinin sağlıklı olması açısından önemli gördükleri meselelerde istişarelerde bulunuyor, şûra kuralları çerçevesinde yürütülen bu görüşmelerin ardından ulaşılan sonuç, katılanların fikir birliği varsa daha sonra geliştirilen terminolojiye göre bir tür icmâ niteliği kazanıyordu. Fakat bütün fıkhî meselelerde görüş birliği sağlanması bir yana bunların şûra konusu yapılması bile mümkün değildi. Ehli tarafından yerinde yapılan ictihadlar geçerli kabul edildiğinden görüş farklılıklarının çokluğu toplumda bir rahatsızlık meydana getirmiyor, uygulamada da hukuk güvenliği açısından önemli sıkıntılar yaşanmıyordu. Yine bu dönemde ictihadların dayanaklarının açıklanmasına ve farklı görüş sahiplerinin kendi haklılıklarını ortaya koymasına imkân verecek düzenli müzakere ortamları henüz oluşmadığından sahâbe arasında zaman zaman bu yönde tartışmalar meydana gelse de pratik sonuçla ilgili tercihten sonra artık o meseleye dair teorik bir inceleme çalışması yapılmıyordu. Zira Resûlullah’ın mektebinde yetişmiş olmanın sahâbeye kazandırdığı nitelikler böyle bir yönelişi gerekli kılmadığı gibi pratik hayatın gerekleri ve akışı henüz bu tür bir çalışmaya da imkân vermiyordu. Buna karşılık İslâmiyet’i öğretmek üzere değişik bölgelere yayılan sahâbîler bir yandan geniş kitleleri aydınlatırken diğer yandan öğrenci gruplarına eğitim veriyor, böylece Hz. Peygamber’in söz ve uygulamaları hakkında kısmen farklı bilgilere ve nasların (Kur’an ve Sünnet’teki ifadeler) yorumlanması konusunda farklı eğilim ve anlayışlara sahip ilim halkaları oluşuyordu.

 

Tâbiîn döneminde durum değişmiş, entelektüel odak noktaları belirginleşmeye başlamıştı. Dinî meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda sahâbe devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek için “ehl-i Hicâz” ve “ehl-i Irâk” şeklindeki coğrafî adlandırma yanında “ehl-i eser” ve “ehl-i re’y” şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme sürecinin hızlandığının açık bir göstergesiydi. Ancak her iki adlandırma fıkıhtaki tavırla sınırlı olmadığı gibi bu gruplara nisbet edilen âlimler rivayete veya re’ye önem verme derecesi bakımından aynı anlayışa sahip değildi ve bu isimlendirmeler sadece iki ana çizgiyi belirtmekteydi. Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde bütün zamanını ilim öğrenme ve öğretme yanında benimsenen veya karşı çıkılan görüşlerin temellerini teorik incelemeye tâbi tutmaya ayıran ilim halkaları teşekkül edince fıkhî hükümlere dayanak kılınan rivayetlerin ve dinin iki ana kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’ten sonuç çıkarmada izlenen yöntemlerin

sorgulanması süreci hızlanmış, bu konuda düzenli çalışmalar yapanların sayısı artmıştı. Diğer bir ifadeyle bir yandan farklı eğilimler etrafında beliren ekolleşme kısa bir süre sonra fıkıh mezhebi diye anılacak fikrî ve tatbikî birikimin temellerini oluştururken diğer yandan bu birikimin sağlıklı bir dokuya sahip olup olmadığını tesbite imkân veren akademik tartışma ortamları gelişiyordu. Kaynak telakkisini, metotların hesabını sorma ve hesabını vermeyi hızlandıran bu tartışmalar aynı zamanda savunulan görüşlerin tutarlılığını incelemeye, dolayısıyla bunların fikrî derinlik kazanmasına imkân hazırlıyordu.

 

Başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme bağlarken dayanılacak iki ana kaynağın Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber’in sünneti olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamakla beraber bu çerçevede ortaya konan çabalar bakımından sünnet malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu. Zira Kur’an’ın Resûl-i Ekrem’in sağlığında yazıya geçirilmesi, Hz. Ebû Bekir döneminde bir heyet tarafından mushaf şekline getirilmesi ve Hz. Osman devrinde yine bir heyet tarafından Resûlullah’tan işitilen okunuş biçimlerine (kıraat) imkân verecek, böyle olmayanları ayıklayacak mushaf çoğaltma çalışmasının gerçekleştirilmesi ve bütün bölgelerde İslâm ümmetinin üzerinde birleştiği mushafların esas alınmasıyla bu kaynakla ilgili ciddi ihtilâflar yaşanması önlenmişti. Sünnetin tesbiti ve tedvîni ise geniş zamana yayıldığından Hz. Peygamber’e nisbet edilen söz ve uygulamalara ilişkin rivayetlerin sağlamlığı konusu fıkhî hükümlerin kaynakları açısından önemli bir sorun teşkil ediyordu. Medine’de yaşayan sahâbe âlimleri, Resûl-i Ekrem’e atfen yapılan rivayetlerin tereddüt uyandırması halinde bunların kabulü konusunda belirli kriterlere göre ayıklama yapmakla beraber hadis uydurma hareketinin de etkisiyle, Resûlullah’ın yaşadığı Hicaz bölgesinin uzağında kalan Irak bölgesindeki âlimlerin hadis rivayetlerine karşı daha temkinli davranması bu konuda özel bir tavrın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Başından beri İslâm muhitinde Kur’an ve Sünnet bağlayıcı kaynak kabul edilse de fıkıh ilminin teşekkül döneminde müctehidlerin bu kaynakları anlama çabası yanında ikinci kaynağın sıhhatiyle ilgili sorgulamalara da yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu arada kaynak sınırlaması çerçevesinde sahâbî kavil ve tatbikatının da özel bir önem taşıdığını belirtmek gerekir.

 

İctihadda belirli fıkhî telakkilerin ve metotların benimsendiğinin açıklanması bir yandan akademik düzeyde safların belirginleşmesine yol açarken diğer yandan geniş kitlelerin dinî ve hukukî hayatını düzenli ve istikrarlı biçimde sürdürebilmesinin teminatını oluşturuyordu. Böylece sözü edilen entelektüel odak noktaları etrafında meydana gelen kümeleşmeler, mensubiyet duygu ve düşüncesinin de etkisiyle belirli bir fakihe nisbetle anılmaya başlandı. Bu da fıkıh mezheplerinin teşekkülü demekti. Fakat uygulamada bunlardan hangisinin esas alınacağı meselesi giderek ciddi bir boyut kazanıyor, özellikle yargı alanında hukukî ihtilâfların çözümünde hukuk birliğine duyulan ihtiyaç her geçen gün artıyordu. Hukuk birliğinin en göze çarpan pratik sonucu hukuk güvenliğine katkı sağlaması olmakla birlikte bunun temelinde tutarlılık arayışının bulunduğu dikkate alınırsa fertlerin dinî hayatlarını düzenlemeleri konusunda da aynı arayışın önem taşıması tabiidir. Bu kritik dönemde belirli görüşlerin kamu otoritesinin desteğiyle öne çıkarılmasıyla hukuk birliğinin sağlanması yönünde bazı teklif ve teşebbüsler ortaya çıkmışsa da neticede bu ihtiyaç, fikrî kümelenmelerin mezhepleşmesi ve mezheplerin tabii bir süreçte toplumda yerleşmesi yoluyla karşılanmıştır. Diğer taraftan ileride mezhep imamları diye anılacak olan müctehidler döneminde fıkhî hükümleri elde etmede izlenen metotların teorik tartışmalara konu edilmesi şifahî düzeyde kalmayıp yazıya da geçirilmeye başlanmıştır. Fakat bu dönemin temel özelliği fıkıh doktrinlerinin fürû-i fıkıh yönünün yazıyla tesbit edilmesiydi ve usul yönüne dair yazılı malzeme sınırlıydı. Bu verimli dönemin ortaya çıkardığı fıkıh külliyatı değişik açılardan işlenmeyi bekleyen zengin muhtevalı bir malzeme teşkil ediyor, bunların tasnif edilmesi, imamlara nisbet edilen görüşlerin onlara aidiyetinin sıhhati açısından değerlendirilmesi, fürû hükümlerinin yeni meseleler için hareket noktası kılınabilmesi için dayandığı düşüncenin tahlil edilmesi, özellikle metotsuzluk veya çelişirlik iddialarına karşı bu görüşlerin temellerinin dolayısıyla tutarlılığının ortaya konması gerekiyordu. Böyle bir ortamda meydana gelen ve o güne kadar yürütülen ictihad faaliyetinin fikrî temellerini ve metotlarını açıklamayı üstlenen fıkıh usulü, fıkıh eğitimi ve mesleğinin sağlam esaslar üzerinde gelişmesini kolaylaştırıp kavramların inceltilmesine ve ortak bir ilim dilinin oluşturulmasına da katkı sağlamıştır. Fakat mezheplerin birbirine karşı mücadele içine girmesi vb. şartlar mezhep kurucuları sonrasındaki âlimleri nisbeten statik bir çalışma yapmaya sevketmiş, bu alandaki eserlerde savunmacılık ve korumacılık özelliğini belirgin hale getirmiştir.

 

Günümüz teorik hukuk disiplinleriyle karşılaştırıldığında fıkıh usulünün genel içeriği öncelikle onu İslâm hukuk metodolojisi olarak nitelendirmeye elverişli görünmekle birlikte usul eserlerinde yer alan fıkhın / hukukun kaynakları ve amaçlarıyla ilgili analiz ve değerlendirmeler, bilhassa geç dönem âlimlerince usulün temel meseleleriyle ilişkilendirilip birer usul problemi haline getirilen akıl, yükümlülük, iyi-kötü, kanun koyucu irade gibi felsefî kavram ve meseleler, fıkhın ontolojik, epistemolojik ve aksiyolojik yönlerini aydınlatan açıklamalar onun hukuk felsefesi olarak nitelendirilmesine de imkân verecek düzeyde ve yoğunluktadır. Sonuç itibariyle fıkıh usulünün, içerik ve işlev bakımından modern Batı hukukunda hukuk teorisi (legal theory), hukuk metodolojisi (legal methodology), yorum (interpretation) ve hukuk felsefesi (legal philosophy) adıyla bilinen disiplinlerle ortak yönleri olan, kısaca İslâm hukuk ilminin esaslarını ortaya koyan, çok yönlü ve kendine özgü bir yapıya sahip bir ilim olduğu görülmekte; Muhammed Hamîdullah’ın bazı Batılı araştırmacıların tesbitlerine de atıfta bulunarak dikkat çektiği gibi dünya hukuk literatürü içinde orijinal bir tür olarak yerini alan usûl-i fıkhın içeriği -insanlığın öteden beri hukuk ve hukuk kuralları üzerinde zihin yormasına rağmen- hukuku ilk defa bir ilim şeklinde ele alma şerefinin müslüman âlimlerine ait olduğunu söylemeye imkân vermektedir.

 

İlimler Arasındaki Yeri. Fıkıh usulü birçok ilmin sonuçlarından yararlandığı için İslâm âlimleri tarafından değişik açılardan yapılan ilimlerle ilgili bazı tasniflerinin kesişim alanlarında yer alır ve bu yönü onu diğer birçok ilimden farklı kılan özellikler arasında sayılır. Meselâ bu tasniflerin en meşhuru olan, ilimlerin kaynağını ve elde ediliş yollarını esas alan aklî-naklî ayırımı içindeki durumu böyledir. Gazzâlî’nin ifade ettiği, sonraki birçok usulcü tarafından benimsenen yaklaşıma göre diğer İslâmî ilimlerin genellikle tek taraflı olmasına mukabil fıkıh usulü hem aklî hem naklî ilkeleri bünyesinde toplamış, naklî yönü de bulunan aklî bir ilimdir. Yine ilimlerden beklenen amaçları esas alan nazarî-amelî ilim ayırımı açısından bakıldığında fıkıh usulünün amelî netice vermesi beklenen nazarî bir ilim olduğu görülür. İlimlerin -bizzat gaye olup olmama esasına dayanan- âlî-âlî (عالي - آلي) şeklindeki taksimine göre bazı âlimler fıkıh usulünü fıkhî sonuçlar veren bir alet ilmi, bazıları ise şer‘î ilimlerin en ileri noktası şeklinde değerlendirmiş; bir alet ilmi olarak görenler onun daha çok fıkhî hükümler elde etme amacını vurgulamış, böylece metodolojik açıdan fıkha temel teşkil etmesine rağmen amaç yönünden tâbi bir ilim konumunda bulunduğunu düşünmüşlerdir. Özellikle İslâm dininin geniş coğrafyalara yayıldığı ve müslümanların diğer medeniyetlerin birikimiyle karşılaştığı zamanlarda daha da önem kazanan, İslâm muhitinin kendi ürünü olup olmama esasına dayanan şer‘î-felsefî (yabancı) ilimler ayırımı bakımından fıkıh usulünün şer‘î ilimlerin en önemlileri arasında yer aldığı kabul edilir. Ancak zamanla felsefî kavram, metot ve yaklaşımlardan yoğun biçimde etkilenip yapı açısından bir dönüşüm geçirdiği dikkate alınarak felsefî / felsefîleşmiş bir şer‘î ilim olduğu da söylenebilir.

 

Kaynak Dia ansiklopedi

 

Hadis

konusu Allah’ın resulü olması sıfatıyla Hz. Peygamber’in zatıdır; onun ilke ve esasları, hadisin halleri ve sıfatları, gayesi ise iki dünya mutluluğunu elde etmektir (ǾUmdetü’l-ķārî, I, 11).

 

Hadis ilminin temel ıstılahları ve rivayet usulleriyle ilgili yönünü ifade etmek üzere literatürde yaygınlık kazanan bir başka kavram usûl-i hadîstir. 

 

Hadisleri bir kitapta toplamayı düşünen kimseleri haklı çıkaran sebepler zamanla yoğunluk kazanmıştır. Halife Ömer devrinden itibaren fetihlerin gittikçe çoğalması, hadisleri bilen sahâbîlerin vefat etmesi, sahâbenin Medine’den ayrılmasını doğru bulmayan Hz. Ömer’in vefatından sonra halife Osman’ın buna engel olmaması üzerine birçok sahâbînin Medine’den ayrılması bu konuda tedbir almayı gerekli kılmıştır. Yeni fethedilen ülkelerin halkından kötü niyetli kimselerin özellikle son iki halifenin şehid edilmesinden sonra dini bozmaya teşebbüs etmeleri, hadisleri yazıyla tesbit edip koruma altına almayı icap ettirdiği için başlangıçta bu işe karşı olanların çoğu daha sonra buna taraftar olmuş, tanınmış sahâbîlerin öğrencileri onlardan duyduklarını kaydetmek için kâğıt bulamadıkları zaman elbiselerine, semerlerin arkasına, hatta duvarlara bile yazacak kadar bu konuyu önemsemişlerdir (Dârimî, “Muķaddime”, 43). Böylece hadisler, onları rivayet etmeyi ibadet sayan gayretli kişilerin himmetleri sayesinde kaybolmaktan kurtulmuştur. Bir tesbite göre hicretin I. asrında tâbiînden olan talebelerine hadis yazdıran sahâbîlerin sayısı elliyi bulmuştur (M. Mustafa el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-58). arasında, bir hadis için günlerce yolculuk yapmayı göze alan Saîd b. Müseyyeb, duydukları rivayetleri hemen kaydetmeleriyle tanınan Saîd b. Cübeyr ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi birçok muhaddis zikredilebilir. Tâbiîler içinde, önceleri hadislerin yazılmasına karşı iken sonradan bu fikirden vazgeçenlerle hayatlarının ilk dönemlerinden itibaren hadisleri yazmadığına pişmanlık duyanların çok oluşu, bu nesilde hadisleri yazma işinin büyük tasvip gördüğünü ortaya koymaktadır.

 

E) Tedvîni ve Tasnifi. Hadislerin tedvînini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Gāliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadî mezheplerin ortaya çıkması gelir. Muhafazakâr çoğunluğa karşı olan bu fırka ve mezhep taraftarlarının işlerine gelmeyen hadisleri inkâr etmeleri, görüşlerini takviye etmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevketmiştir. Özellikle Şîa’nın kendi grupları, daha sonra Abbâsî hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslâm aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadisuydurarak karşılık vermesi (bk. MEVZÛ), tedvîne taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz râvilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bid‘atçıların rivayetlerinden kaçınmaya sevketmiş (Dârimî, “Muķaddime”, 38) ve I. (VIII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i sünnet’e mensup râvilerin rivayetleri kabul görmüş, ehl-i bid‘atın rivayetleri alınmamıştır (Müslim, “Muķaddime”, 5). Bunun sonucu olarak hadisi bir ihtisas sahası olarak gören kimseler tarafından râviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bid‘atla ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hâfızalarının zayıf olup olmadığı araştırılmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta‘dîl* ilmi doğmuş, bunun sonucunda râvilerin hal tercümeleri hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.

 

684-705 yılları arasında Emevîler’in Mısır valisi olan Abdülazîz b. Mervân’ın bir mektubu, erken devirlerden itibaren hadisleri kötü niyetli kişilerden korumak amacıyla devlet adamlarının bile gayri resmî olarak hadis tedvîniyle ilgilendiklerini göstermektedir. Abdülazîz b. Mervân, Bedir Gazvesi’ne katılan yetmiş sahâbî ile görüştüğü söylenen muhaddis Kesîr b. Mürre el-Hadramî’ye yazdığı bu mektupta, Ebû Hüreyre’nin rivayetlerine sahip olduğunu belirttikten sonra ondan diğer sahâbîlerden duyduğu hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemektedir. Bu mektubun sonucu bilinmemekle beraber Halife Ömer b. Abdülazîz, ileri gelen âlimlerin hadisleri yazma işine artık karşı çıkmayacağını anlayınca hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar vermesini önlemek, hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvîn işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir b. Hazm’e gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber’in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir (Dârimî, “Muķaddime”, 43; Buhârî, “Ǿİlim”, 34; Hatîb, Taķyîdü’l-Ǿilm, s. 106). Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer b. Abdülazîz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir (İbn Abdülber, I, 331). Sahâbe tarafından kaleme alınan sahîfeler bir yana, bir tesbite göre I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (VIII.) yüzyılın ilk yarısında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir (M. Mustafa el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 58-161; İmtiyâz Ahmed, s. 416-590).

 

Kaynak: Dia Ansiklopedi

 

 

Tefsir

 

Tefsir Çeşitleri. Birçok ilim dalında olduğu gibi tefsirde de metodik ve tematik çeşitlenmelerin ve farklılaşmanın gerçekleştiği görülmektedir. Bu farklılaşma Resûl-i Ekrem zamanında olmakla birlikte esas itibariyle II. (VIII.) yüzyılın sonlarında dikkat çekmeye başlamıştır. Tedvin dönemine kadar ortaya çıkan bazı eserler bulunduğu gibi tedvin döneminden sonra farklı başlıklar altında değerlendirilebilecek çeşitlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Tefsirler, Kur’an âyetlerini yorumlamadaki yönteme ve yaklaşım biçimine göre taksime tâbi tutabileceği gibi işledikleri konulara göre de bölümlenebilir. Bunların bir kısmı birden fazla başlık altına girebilir. Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebî (meselâ Şiî) denirken öte yandan dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür. Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur’an bir gaye için gelmiştir, asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır. Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur’an’ın bu yönünü gölgede bırakması, onun amacı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu olabilir. Kur’an tefsirindeki en önemli prensip Kur’an’a ön yargısız yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir.

 

Kaynakları ve Yöntemleri Bakımından Tefsirler. Âyetlerin tefsiri esnasında başvurulan kaynaklara göre yapılan bir taksimde ağırlıklı olarak rivayet bilgilerini kullanan yaklaşımla aklî muhakemeye dayanan şahsî değerlendirmeleri ve re’y ile tefsiri önceleyen yaklaşım belirleyicidir. Bu iki yaklaşım göz ardı edilmemekle birlikte bunların yanında sezgiyi de işin içine katan ve Kur’an’ı tefsir ederken bazı işaretleri önemseyen bir yaklaşım biçimi de vardır. Ayrıca geniş ölçüde dil tahlillerine yer veren ve filolojik bir amaç güden tefsirler mevcuttur. Müfessirlerden bu dört yöntemi karma biçimde kullananlar da vardır. 1. Rivayet Tefsiri. Tefsir için kaynak olarak sadece Kur’ân-ı Kerîm’in, Resûl-i Ekrem’in sünnetini, sahâbeyi ve sahâbeden faydalanan nesli esas alan ve “me’sûr tefsir” diye de adlandırılan rivayet tefsiri yaklaşımına göre müfessir bu yollarla gelen bilgiyle yetinir ve Kur’an’ı bu kaynaklara dayanarak yorumlar. Şüphesiz Kur’an’ın en iyi müfessiri Kur’an’ın kendisi ve Allah resulüdür. Sahâbe ise vahiy döneminde yaşadığı, âyetlerin kimler hakkında ne zaman indiğini gözlemlediği, Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirini işittiği ve Kur’an’ın getirdiği hükümlerin uygulamasını gördüğü için tefsirde önemli bir kaynaktır. Tâbiîn ise sahâbenin aktarmadığı pek çok uygulamayı onlardan görerek sonraki nesillere taşımıştır. Burada en önemli sorun anılan dört kaynağın Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için yeterli olup olmadığıdır. Rivayet tefsirini ideal yöntem kabul edenlere göre bunun ötesine geçmek doğru değildir. Ancak İslâm toplumunun genişlemesi, problemlerin artması ve şartların değişmesi gibi sebeplerin âyetlerin yeni bakış açılarıyla tefsirini gerekli kıldığı bir gerçektir. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in, Resûl-i Ekrem’den ve Selef’ten gelen bilgilerin Kur’an’ı insanların ihtiyacını karşılayacak bir kitap olarak takdim ettiği, ayrıca Kur’an’ın kendisinin muhataplarını üzerinde düşünmeye teşvik ettiği göz önüne alınırsa sadece nakle dayanan tefsirin yeterli olamayacağı düşüncesi öne çıkar. Ancak aradan geçen uzun zamana rağmen rivayet tefsiri (tefsîrü’s-Selef) dışındaki yöntemleri reddeden ince fakat güçlü bir çizgi bir şekilde varlığını sürdürmüş, hatta Arabistan merkezli Selefî anlayış ile Hint alt kıtasında XIX. yüzyılda ortaya çıkan Ehl-i hadîs ekolü bu konudaki sert tutumlarını ileri noktalara vardırmıştır (Selefîlik ve tefsir konusu için bk. Öztürk, IX/3 [2009], s. 85-110; Erbaş, IX/3 [2009], s. 125-139). Rivayet tefsirinin en temel kaynağı hadis mecmualarıdır. Bunların dışında anılan usule göre Kur’an’ı tefsir eden kitaplar da kaleme alınmıştır. Abdürrezzâk es-San‘ânî’nin dört cüz halinde neşredilen Tefsîrü’l-Ķurǿân, Taberî’nin CâmiǾu’l-beyân Ǿan teǿvîli âyi’l-Ķurǿân, İbnü’l-Münzir en-Nîsâbûrî’nin bir kısmı günümüze ulaşan on cildi aşkın et-Tefsîr, İbn Ebû Hâtim’in Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Kerîm (Tefsîru Ebi’l-Leyŝ es-Semerķandî), Ebû İshak es-Sa‘lebî’nin el-Keşf ve’l-beyân Ǿan tefsîri’l-Ķurǿân, Begavî’nin MeǾâlimü’t-tenzîl, İbn Atıyye el-Endelüsî’nin el-Muĥarrerü’l-vecîz, İbn Teymiyye’nin et-Tefsîrü’l-kebîr ve Deķāǿiķu’t-tefsîr, İbn Kesîr’in Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm, Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-menŝûr fi’t-tefsîr bi’l-meǿŝûr ve İbn Akīle’nin el-Cevherü’l-manžûm fi’t-tefsîr bi’l-merfûǾ min kelâmi Seyyidi’l-mürselîn ve’l-maĥkûm adlı çalışmaları rivayet tefsirinin önde gelen örnekleri arasındadır. Bunların dışında günümüze kadar çok sayıda çalışma yapılmış, Şevkânî’nin Fetĥu’l-ķadîr: el-CâmiǾ beyne fenneyi’r-rivâye ve’d-dirâye min Ǿilmi’t-tefsîr adlı eseri gibi rivayet ve dirâyet yöntemlerini kendi sınırları içinde kullanan eserler de meydana getirilmiştir.

 

Kaynak: Dia Ansiklopedi

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Usül Mütalaası    02.06.2015

Usül Mütalaası    


Mehmet BİLGİN – 14912726 (Yüksek Lisans)

USÛL
1. Asl kelimesinin çoğuludur.
2. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da vardır.
3. Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
4. Usûl= herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlardır.
TEFSİR USULÜ
Kur'ân'ın genel anlatım düzeni içerisinde her âyet, anlaşılırlık bakımından aynı değildir. Onların bazıları kolayca anlaşıldığı gibi, bir kısmının anlaşılması için âyetlerin lafzî anlamlarının yanında nüzul ortamlarının, icaz yönlerinin ve içerdikleri sanatların bilinmesine de ihtiyaç vardır. İşte bu konuda insanın yardımına koşan en yakın bilim dalı, "Tefsir Usûlü İlmi" dir. Çünkü bu ilim dalı Kur'ân'ın anlaşılmasına ve yorumlanmasına yardım¬cı olmak maksadıyla belli yöntem ve metodlar tavsiye etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'i açıklama (tebyin) görevinin Resûl-i Ekrem'e ait olduğu yine Kur'an'da bildirilmektedir. Nahl sûresinde (16/44, 64; ayrıca bk. el-Mâide 5/15, 19; İbrâhîm 14/4; ez-Zuhruf 43/63) Resûlullah'a, indirilen Kur'an'ı beyan etme ve ihtilâfa düşülen konuları çözümleyecek biçimde onu açıklama görevi verilmektedir. İşte sünnet, Kur'ân'ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir ki bunları şöyle sıralamak mümkündür:

A- Hz. Peygamber (as)'ın Kur'an'ı tefsir etme yöntemleri

1-Mücmelin Tebyini
Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Allah Resûlü'nün açıkladığı nasların başında ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyâmet vb. konuları içeren âyetler gelmektedir. Meselâ "Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötülükler) kalplerini paslandırmıştır" ( Mutaffifîn (83), 14) âyeti, Ebû Hureyre'nin naklettiği, "kul bir günah işledi mi onun kalbine siyah bir nokta konulur. O bunu tevbe ve istiğfar ile koparıp attığı zaman kalbi cilalandırılır. Ancak tekrar günah işlerse siyah noktalar artırılır. Nihayet onlar kalbini tamamen kuşatır. İşte bu Yüce Allah'ın Kur'ân'da buyurduğu pastır" şeklindeki hadisle açıklığa kavuşmuştur (tebyin).

2-Mübhemin Tafsili
Mübhem kavramı, insan, melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime ve nitelemenin Kur'ân'da açık değil de ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir. Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur. Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici olan aklî yaklaşımlar değil rivâyetlerdir. Bu sebepledir ki İslâm âlimleri mübhem lafızların açıklığa kavuşturulması noktasında sahâbe kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir. Meselâ حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى /"Namazlara (özellikle) orta namaza devam edin" (Bakara (2), 238) âyetindeki orta namazdan maksadın ne olduğu açık değildir. Yani cins bir isim olan "namaz" ve onu tavsif eden "vustâ" lafzından dolayı âyette anlam yönüyle bir mübhemiyet vardır. İşte burada Resûlullah'ın: "Orta namaz ikindi namazıdır" sözü, bu müphemiyeti ortadan kaldırıp âyeti anlaşılır hale getirmektedir.

3-Mutlakın Takyidi
Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur'ân, Allah Resûlü'ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir. Meselâ "Artık Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun" (Müzzemmil (73), 20) âyetini, Hz. Peygamber'in, "Fatihasız namaz olmaz" hadisi takyid ederek, namazda farz olan kıraâtın Fâtiha sûresi olduğunu göstermektedir.

4-Müşkilin Tavzihi
Sözlükte "karışık olan" anlamına gelen müşkil kavram olarak da, Kur"an'ın bazı âyetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanabilir. Ancak şunu hemen belirtmek lazım ki "Eğer o (Kur'ân) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı" (Nisâ (4), 82) âyeti Kur'ân'da birbiriyle çelişen âyetlerin bulunmasını imkânsız kılmaktadır. Meselâ "İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu Rabbin üzerine (almış olduğu) kesinleşmiş bir hükümdür" (Meryem (19), 71) buyurularak, istisnâsız herkesin cehenneme gireceği belirtilmekte, birçok âyette ise, /"Allah, inanan ve iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır" (Hac (22), 14) denilmektedir. Tabiatıyla bu da ilk bakışta bir çelişki gibi görünmektedir. İşte Hz. Peygamber, "(Âyette geçen) vürûd lafzı, girmek manasınadır. Ne günahsız ne de günahkâr, cehenneme girmeyen hiç kimse kalmayacaktır. Ancak cehennem müminlere, Hz. İbrahim'e olduğu gibi serin ve selâmet olacak, hatta cehennem ateşi onların serinliğinden dolayı feryad edecektir. Sonra Yüce Allah müttakileri kurtaracak, zâlimleri ise öyle diz üstü çökmüş olarak cehenneme atacaktır" hadisiyle, bu müşkili yani âyetler arasındaki çelişki zannını ortadan kaldırmış olmaktadır.

B- Sahabenin tefsir yöntemi
Hz. Peygamber'in vefatının ardından Kur'ân'ı tefsîr etme göreviyle karşı karşıya kalan sahâbileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle iki gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak re'y ile tefsîre karşı çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resûlü'nün: "Kim bilgisizce Kur'ân hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın", "Kim sırf kendi içtihadıyla Kur'ân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir" şeklindeki tehdit dolu sözlerinin etkili olduğu söylenebilir.
Buna mukabil bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur'ân'ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur'ân'a, sonra da Resûlullah'ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı.

Sahâbe Tefsîrinin Genel Özellikleri
Sahâbîlerin yapmış olduğu tefsîrin genel özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür:
1. Sahâbîler Kur'ân'ı âyet âyet baştan sona tefsîr etmemişlerdi. Zira onlar,Kur'ân'ın tümünü tefsîr etmeye ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yüzden yaptıkları açıklamalar, garip, muğlak, müphem, müşkil ve mücmel lafızlarla sınırlı idi.
2. Zaman zaman sahâbîler arasında bir kısım ihtilâflar ortaya çıkmıştı. Ancak bu ihtilâflar tezat ihtilâfı olmayıp tenevvü (çeşitlilik) ihtilâfı idi.
3. Ahkâm âyetlerinden hüküm istinbatında bulunmuş değillerdi.
4. Tefsîr bu dönemde henüz tedvin edilmemişti.
5. Âyetlerin nuzûl sebeplerini açıklamışlardı. Onların en önemli özelliği âyetlerin inmesine sebep olan olaylara şâhit olmalarıydı.

Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği Kaynaklar
Sahâbe Kur'ân'ı tefsîr ederken bazı yöntem ve kaynaklara başvurmuştur. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:
1. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsîri.
2. Kur'ân'ın Sünnetle tefsîri.
3. Şiirle istişhad etmek.
4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.
5. Kendi ictihatları.

C- TÂBİÛN DÖNEMİ TEFSİRİ
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir.

Tefsîr Mektepleri
Mekke Tefsîr Mektebi
İlk tefsîr mektebi Mekke'de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların tefsirde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas'tır.
Medine Tefsîr Mektebi
Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine'de Ubey b. Ka'b'ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştır.
Kûfe Re'y Mektebi
Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes'ûd tarafından Kûfe'de kurulmuştur.

Tâbiûn Tefsîrinin Genel Nitelikleri
1. Sahâbe tefsîri manası kapalı olan âyetlerle sınırlı iken tâbiiler döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsîre konu olmuştur.
2. Tâbiûn tefsîrinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlâl yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.
3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.
4. Tâbiîler Kur'ân'da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için Ehl-i kitap âlimlerine fazla müracaatta bulunmuşlardır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, sahâbe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân tefsîrine girmişti.
5. Bu dönemde de tefsîr, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsîre dair haberler yine şifâhî olarak aktarılmıştı. Ancak bu haberler, Mekke, Medine ve Kûfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashâbın ileri gelenleri tarafından rivâyet edilmiş; böylece tâbiûn dönemindeki rivâyetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.
6. Tâbiiler herhangi bir Kur'ân âyetini tefsîr ederken bazen de kıyas yolunu kullanırlardı. Yani bildikleri bir âyetin tefsîrinden hareketle çıkarsama yöntemiyle tefsîr etmeye çalışıyorlardı. Bu da tâbiiler döneminde boşlukların doldurularak tefsîre yeni birçok görüşün ilave edilmesi anlamına gelmektedir.

Tâbiî Müfessirlerinin Tefsîr Kaynakları
1. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsîri.
2. Kur'ân'ın Sünnetle tefsîri.
3. Şiirle istişhad etmek.
4. Yahudi ve Hirıstiyan kültürleri.
5. Sahâbî sözleri (görüş ve içtihatları).
6. Kendi içtihatları (görüşleri).

Tefsir usulü kaynakları
1. Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'ân
2. Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi't-Tefsîr
3. Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi'l-Kur'ân
4. Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü'l-Kebîr fi Usûli't-Tefsîr
5. Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu'l-İrfân fi Ulûmi'l-Kur'ân
6. Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân
7. Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi'l-Kur'ân
8. Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi'l-Kur'ân
9. Bilmen, Ö. N. (1973). Büyük Tefsîr Tarihi, İstanbul.
10. Cerrahoğlu, İ. (1991). Tefsîr Usülü, Ankara.
11. Demirci, M. (2007). Tefsîr Usûlü, İstanbul.

Yararlanılan kaynaklar:
1- http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1006.pdf
2- Cerrahoğlu, İ. (1991). Tefsîr Usülü, Ankara
3- Demirci, M. (2007). Tefsîr Usûlü, İstanbul.

HADİS USULÜ
Hadîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden ilme Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda tedvin edil¬miştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin ıstılahlanyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.) olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını ver¬miştir. Hadis usulü ilminin gayesi, bir haberin Hz. Peygamber'e ait olup olmadığını tespit etmeye yarayan kuralları belirlemek ve ilgili haberlere bunları uygulamaktır.

RÂVÎ (الرَّاوِي)
Arapça'da revâ-yervî fiilinden ism-i fâil olan râvî kelimesi, sözlükte sulamak, taşımak, nakletmek, iletmek gibi anlamlara gelir. Kavram olarak geniş anlamıyla rivâyet eden demektir. Hadis ilmi'nde, belli usullere göre hadisi alıp (tahammül), bu usullere uygun rivâyet lâfızları kullanarak başkalarına nakleden (eda) kimseye denir. Çoğulu "ruvât"tır. Nâkil (çoğ. "nekale") ve racül (çoğ. "ricâl") kelimeleri de aynı anlamda kullanılır. Sözlükte, bir şeyi benzeriyle örtmek, kaplamak, konum, katman, aynı veya benzer özelliklere sahip insan grubu gibi anlamlara gelen tabaka, hadiste yaş ve öğrenim/isnad veya sadece öğrenim bakımından birbirine yakın râvîler grubu demektir. Çoğulu tabakâttır.
İlk Râvî Tabakaları
Râvî tabakaları denildiğinde daha çok rivâyet asırları olarak bilinen ilk üç asırdaki râvîler anlaşılır. Hadis tarihinde ilk dönem veya mütekaddimûn dönemi denilen bu asırlarda yaşamış beş râvî tabakası vardır. Her biri kendi dönemi açısından hadis rivâyetinde büyük bir öneme sahip olan bu tabakalar arasında ilk üç tabaka daha önemli, birinci tabaka çok daha önemlidir. Şimdi zaman ve önem sırasına göre bu tabakaları kısaca tanıyalım.
Sahâbe ( الصحابة)
Sahâbe kelimesi, sözlükte bir arada bulunmak, dost ve arkadaş olmak anlamına gelen suhbet kökünden türetilmiş bir isim-i mensûb olup sahâbî kelimesinin çoğuludur. Kavram olarak, Hz. Peygamber'i, ona iman etmiş olarak gören (ru'yet) veya onunla karşılaşan (lika) ve müslüman olarak ölen kimse demektir. Aynı kökten gelen sâhib (çoğulu: ashâb veya sahb) kelimesi ile eş anlamlıdır.
Tâbiûn (التَّابِعُون)
Sözlükte, uymak, peşinden gitmek, tâbi olmak anlamına gelen teb' (تبع )kökünden ism-i fâil olan tâbi' ( التابع ) kelimesinin çoğuludur. Hadis ilminde, mümin olarak bir veya daha fazla sahâbi ile karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimseye tâbiî ( التابعي ) denir. Hz. Peygamber'in vefatı ile birlikte başlayan ve sahâbeden sonra hadis rivâyetinde en önemli tabakadır. Tâbîin döneminin sonu, hicrî 150 civarıdır.
Muhadramûn (المخضرمون)
Tâbiîn tabakasından sayılan özel bir grup vardır ki, bunlara muhadramûn (tekili: muhadram) denir. Hadiste, Câhiliyye ve İslâm devirlerine yetişip Hz. Peygamber zamanında müslüman olduğu halde onu görememiş kimselere denir. Bunlar, Hz. Peygamber zamanında yaşamış olmaları bakımından sahâbeye, O'nu değil de sahâbeyi görmüş olmaları bakımından tâbiîne benzerler.
Etbâu't-tâbiîn (أَتْبَاعُ التَّابِعِينَ)
Tâbiîne tâbi olanlar anlamındaki bu terkip, ıstılahta, mümin olarak tâbiînden bir veya birkaç kişiyle karşılaşan ve müslüman olarak ölen kimse demektir. Hicrî 110'dan yani sahâbe döneminden sonra başlayan etbâ' tabakası, Hz. Peygamber'in insanların en hayırlı nesilleri sıralamasında geçen üçüncü sırada yer alır. Bu neslin muhaddisleri, sünnetin korunması, nakledilmesi ve müslümanların aydınlatılması yanında rivâyet kurallarını geliştirip hadis ilminin temellerini atmaları ve hadislerin tasnifini başlatmaları sebebiyle büyük önem arz eder.
RÂVÎLERİN CERH-TA'DÎLİ (الجَْرْحُ وَالتَّعْدَيلُ)
Sözlükte, maddî veya manevî olarak yaralamak anlamına gelen cerh, gerekli tenkid şartlarını taşıyan güvenilir bir âlimin, bir râvîyi kendisinde veya rivâyetinde tesbit ettiği geçerli bir kusurdan dolayı tenkid etmesidir. Düzeltmek, doğrultmak, dengeye getirmek manasına gelen ta'dîl, bir râvinin kendisine veya rivâyetine bakarak güvenilir olduğunu açıklamaktır. Tezkiye kavramı ile eş anlamlıdır. Cerh-ta'dîl ilmi ise, rivâyetlerinin kabulü veya reddi açısından râvîleri inceleyip özel lafızlar kullanarak durumlarını açıklayan bir hadis ilmidir. Cerhedene cârih, cerhedilene mecrûh, ta'dîl edene muadil veya müzekkî, ta'dîl ve tezkiye edilene âdil veya adl, cerhta'dîl faaliyetine tenkid, bu faaliyeti yapana da münekkid (çoğulu: Nukkâd) denir.
Râvîlerin Özellikleri
Bir hadisin kabul edilebilmesi için râvîsinde adâlet ve zabt denilen iki temel özelliğinin bulunması gerekir.
Râvîde Görülen Kusurlar
Râvînin cerhine sebep olan kusurlar, beşi adâlet, beşi de zabt sıfatıyla ilgili olmak üzere on noktada toplanır. Metâin-i aşere ( اَلْمَطَاعِنُ العَشْرَة : on cerh noktası) denilen bu kusurlar şunlardır:
Adâlet Sıfatıyla İlgili Kusurlar
1 .Kizbü'r-râvî ( كِذْبُ الرَّاوِي :Yalancılık)
2. İttihâmu'r-râvî bi'l-kizb ( إِتِّهَامُ الرَّاوِي بِالْكِذْبِ :Yalancılıkla itham)
3.Fısku'r-râvî ( فِسْقُ الرَّاوِي : fâsıklık)
4. Bid'atü'r-râvî ( بِدْعَةُ الرَّاوِي : Bid'atçılık)
5. Cehâlet ( الجَْهَالةُ : Bilinmezlik)
Zabt Sıfatıyla İlgili Kusurlar
1. Kesretü'l-ğalat ( كثرة الغلط :Çok hata yapmak)
2. Fartu'l-ğafle ( فرط الغفلة : Çok yanılmak)
3. Vehim( الوهم : Yanılma)
4. Muhâlefetü's-sikât ( مخالفة الثقات : Sika râvîlere muhalefet)
5. Sûü'l-hıfz ( سوء الحفظ : Kötü hâfıza)
Bir hadisi belli esaslara uyarak öğrenmeye tahammül, onu ezberden veya bir kitaptan usulüne uygun olarak rivâyet etmeye ise edâ denir. İkisi birlikte tahammülü'l-ilm kavramıyla ifade edilir. Hadisler sonraki nesillere rivâyet yoluyla aktarılmıştır. Sahâbe hadisleri bizzat Hz. Peygamber'den işiterek (müşâfehe), onun davranışlarını görerek (müşahede) veya diğer sahâbîler vasıtasıyla öğrenmekteydi. Onlar öğrendiklerini genellikle ezberleme (hıfz) yoluyla muhafaza ediyor ve bunu pekiştirmek amacıyla da bazen aralarında müzakere ediyorlardı.
Hadis Öğrenim ve Öğretim Yöntemleri
1. Semâ' ve Kırâat
2. İcâzet, Münâvele ve Mükâtebe
3. İ'lâm, Vasıyyet, Vicâde

Hadis Kitabı Okuma Usulleri
Okuyup geçme yöntemi ( طريق السرد ),
Açıklama ve araştırma yöntemi ( طريق الحل والبحث )
Geniş açıklamalı yöntem ( طريق الامعان ) Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu kesin olanla olmayanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Hz. Peygamber'e ait oluşları kesin olan hadislere mütvâtir, ihtimalli olanlara ise haber-i vâhid denmektedir.Mütevâtir hadîs, başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadîstir.Haber-i vâhid ise, herhangi bir tabakada râvî sayısı, mutevatir hadîsin râvî sayısına ulaşamayan hadîstir. Buna göre her tabakada râvî sayısı üç-dört olan bir hadîs de haber-i vâhiddir. Hadis usûlünün asıl konusu bu tür hadislerdir.Bunlar da Hz. Peygamber'e ait olup olmama ihtimaline göre başlıca iki kısma ayrılırlar: Makbûl Hadisler, Merdûd Hadisler. Hz. Peygamber'e ait olma ihtimali fazla olan hadislere makbûl, az olanlara ise merdûd denilir.Makbûl hadîsler sahîh ve hasen diye ikiye ayrılırlar.
Merdûd hadîsler zayıf hadislerdir. Bunların en meşhurları şöyledir:
1. Mürsel
2. Munkatı'
3. Mu‘dal
4. Mu'allak
5. Müdelles
6. Mu‘allel
7. Muzdarib
8. Maklûb
9. Şâzz- Mahfûz
10. Münker-Ma‘rûf
11. Metrûk

Metnin Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1. Kudsî
2. Merfû
3. Mevkûf
4. Maktû'
5. Muhkem
6. Muhtelifu'l-Hadîs

Senedin Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1. Muttasıl
2. Mu‘an‘an
3. Muennen
4. Haber-i Vâhid
5. Âlî / Nâzil
Sened ve/veya Metninin Müşterek Özelliklerine Göre Sınıflandırmalar
1. Müsned
2. Müdrec
3. Musahhaf ve Muharref
4. Mutâbi‘ - Şâhid


Yararlanılan Kaynaklar:
1- http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/ILH1007.pdf
2- Hadis usulü- Talat Koçyiğit- Diyanet Yayınları.
FIKIH USULÜ

Müctehidin şer'i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1]Fıkıh ilminin diğer dalı olan usulu'l-fıkıh, bir isim tamlaması (izafet terkibi)dir.[2] Bu ilme, bazen tamlamanın başına ilim sözü eklenerek ilmu usulu'l-fıkh denildiği gibi, bazen de fıkıh lafzı çıkarılarak sadece ilmu'l-usul denir.[3] Bugün fıkıh usulü tabirinin karşılığı olarak İslam Hukuk Felsefesi, İslam Hukuk Metodolojisi, İslam Hukuk Usulü, İslam Teşri' Usulü, İslam Hukuku Nazariyatı gibi terimlerin kullanıldığını görmekteyiz.[4] Bu tamlamada usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir.

Buna göre Usulu'l-fıkh "fıkhın delilleri" "fıkha mahsus deliller" "fıkhın kökleri" "hukukun kökleri" demektir.[5] Ancak Fıkıh usulü bir ilim dalı olarak ıstılahta terkip manasından daha farklı ve daha geniş konuları ihtiva etmektedir. Çünkü fıkıh usulü ilminde fıkhi delillerden bahsedildiği gibi, şer'i hükümlerden, istinbat kaidelerinden ve benzeri konularından da bahsedilir.

Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:
1) "Şer'i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,
2) "İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir."
Şu halde bu ilim bize bir takım kaideler öğretecek[6] biz de bir mesele hakkında anlamak, öğrenmek istediğimiz şer'i hükmü, o kaideler yardımıyla özel delillerinden çıkaracagız.[7] Mesela ben namazın farz olup olmadığını bilmiyorum. Bilmek istediğim bu meçhule Mantık ve Usul ilimlerinde "Matlub-i haberi" adı verilir. Bunun için önce şer'i delillerden Kitab'a bakar ve "namazı dosdoğru kılınız" (Bakara: 2/43) ayetindeki emri görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında "vücuba mani bir karine bulunmadıkça emir siygası, vücub ifade eder" kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini kullanır ve bir mantık kıyası kurarak namazın farz olduğu hükmüne söyle varırım:Matlub-i Haberi: Namaz farzdır. Küçük önerme: Çünkü Allah "namazı dosdoğru kılınız" ayetiyle namazı emretmiştir.Büyük önerme: Allah'ın yapılmasını kesin olarak istediği (emrettigi) her şey farzdır.Netice: O halde namaz da farzdır.

Ben zinanın haram olup olmadığını bilmiyorum. Bunu öğrenmek istiyorum. Şer'i delillerden Kitab'a baktığım zaman "Zinaya yaklaşmayın" (İsra: 17/32) ayetindeki nehyi görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında "Haram kılmayı engelleyici bir karine bulunmadıkça nehiy sıygası hürmet ifade eder" kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini uygulayarak zinaya yaklaşmanın haram olduğu hükmüne söyle varırım: Matlub-i Haberi: Zina haramdır. Küçük önerme: Çünkü Allah "Zinaya yaklaşmayın" ayetiyle zinaya yaklaşmayı yasaklamıştır. Büyük önerme: Allah'ın kesin olarak yasakladığı her şey, haramdır. Netice: O halde zina da haramdır.
Aynı şekilde bu ilim bize kitap, sünnet, icma, kıyas gibi icmali deliller hakkında da bir takım bilgiler öğretecek biz de bu bilgiler yardımıyla icmali delillerin hüccetliklerini, kendileriyle istidlal ederken mertebelerinin ne olduğunu ve bu delilleri ilgilendiren her türlü hususları öğreneceğiz. İşte bir kişi, istinbat kaidelerini ve icmali delilleri bu ilmin yardımıyla öğrenir ve naslardan hüküm çıkarma melekesini elde ederek müctehid mertebesine ulasır.[8]
Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi. Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şer'i-amelî hükümleri bilmektir" seklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir.[9]
Bu tariflerden anlaşıldığı üzere usûlü'l-fıkıh bir metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bu ilme İslâm hukuk metodolojisi denilmesinin uygun olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü fıkıh, sadece hukuk ilmi değildir. Hukuk, fıkhın bölümlerinden birisidir. İslâm hukukunun çeşitli dalları fıkıh içerisinde ele alındığı gibi, ibadetler de fıkıh içerisinde yer almaktadır. Dolayısıyla ibadetle ilgili hükümlerin kaynaklardan çıkartılma metotları da usulü'l-fıkıh tarafından belirlenmektedir.
Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varit olmuştur. Karsısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü ortaya koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak ve daha başka temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur. İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tespit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l fıkıh; müctehidin, Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.[10]
Müctehid:
İçtihat melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.[11]
Kurallar, Kaideler:
"Kavaid: Kurallar" "Kaide: Kural" kelimesinin çoğuludur. Her biri birçok cüz'i hükümlere şamil olan külli umumi esaslar, kaziyeler, önermeler demektir. Mesela: "Aksine bir karine bulunmadıkça her emir vücub içindir." bir kaidedir, kuraldır. Buna göre "Namazı dosdogru kılın, zekâtı verin." (Bakara: 2/43) emirleri namazın ve zekâtın farziyetine delalet eder. "Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtuluşa eresiniz." (Hacc:22/77) ayetleri gibi emir siygası ihtiva eden birçok cüz'iye uygulanabilir nitelikte külli bir önermedir.
Yine "Aksine bir karine bulunmadıkça her nehiy tahrim içindir." kaidesine, kuralına göre "Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın." (En'am: 6/151) "Zinaya yaklaşmayın." (İsra: 17/62) nehiyleri amden, kasten, bile bile, düşmanlıkla adam öldürmenin ve zinanın haram olduğuna delalet eder. "Ey iman edenler! Bir topluluk (diğer) bir toplulukla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir. Kadınlar da (diğer) kadınlarla alay etmesin; belki onlar kendilerinden daha iyidir." (Hucurat: 49/11) "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin" (Bakara: 2/188) ayetleri gibi nehiy sıygası ihtiva eden birçok cüz'iye uygulanabilir nitelikte külli bir önermedir.[12]
"Müctehidin hüküm çıkarabilmesine yarayan" ifadesi ise, bu kuralların, müctehidin hükümleri anlaması ve delillerden hükümleri elde edebilmesi için birer vasıta teşkil ettiğini anlatmaktadır.[13]
Ahkâm-Hükümler:
"Ahkâm" kelimesi "hüküm" kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Mesela "Güneş doğmuştur" veya "Güneş doğmamıştır" dendiğinde doğma durumunun güneş hakkında varit olup olmadığı belirlenmiş olur.
Hükümler üç kısımdır:
1- Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: "Bir ikinin yarısıdır" "iki kere iki dört eder." "iki zıt bir arada bulunamaz." hükümleri böyledir. 2- Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: "Ateş yakıcıdır." veya "Güneş doğmuştur veya batmıştır." hükümlerinde olduğu gibi.
3- Şer'i hükümler: Şer'i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: "Namaz farzdır.", "Allah'a şirk koşmak en büyük günahtır.", "Yalan söylemek, riba haramdır." hükümlerinde olduğu gibi. İste usul kuralları, şer'i delillerden elde edilecek olan bu nevi hükümler için konmuştur. Bu yüzden, akli ve hissi hükümleri bertaraf etmek üzere tarifteki "hükümler" kelimesi "şer'i" kaydı ile sınırlandırılmıştır.[14]
"Ahkâm", istinbatın neticesi ve semeresidir ki bunlar ubudiyyetini seriata göre yapan mükelleflerin fillerine taalluk eden hükümlerdir. Şeriat bunları ya, mesela namazın farziyeti gibi "icab", veya faizin, zinanın ve içkinin haram kılınmasında olduğu gibi "tahrim" veya normal hallerdeki yeme içme, alışveriş ve kirada olduğu gibi
"tahyir ve ibaha" veya borcu yazma, alışverişi şahitler huzurunda yapmada olduğu gibi "nedb" veya günesin doğusu ve batısı sırasında namaz kılma, sünnetleri ve adab-ı ser'iyyeyi terk etmede olduğu gibi "kerahat" diye vasıflandırır. Bunlara "ameli hükümler" denir. Bunlar, Allah'a, O'nun birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etme gibi itikadi hükümlerin; doğruluğun vacib olması, yalanın haram olması gibi ahlaki hükümlerin mukabilindeki hükümlerdir ve "ameli hükümler" sözüyle bunlar tarifin dışında bırakılmıştır.[15]Şer'i Hükümler: Şer'i hükümler üç kısımdır.
1- Ameli hükümler: Namazın, zekâtın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah oldugu, borcu yazmanın, alışverişi sahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer'iyyeyi terketmenin mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir.
2- İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve rasuller, kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir.
3- Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.
Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, tarifte "ameli" kelimesini kullandık ve böylece itikadi ve ahlaki hükümleri dışarıda bırakmış olduk. Çünkü bunlar usul ilminde incelenmez; itikadi hükümler "tevhid" veya "kelam" ilminde, ahlaki olanlar ise "tasavvuf" veya "ahlak" ilminde incelenir.[16]

Şer'i Deliller: Şer'i deliller iki türlüdür:
1- Tafsili (cüz'i) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delalet eden cüz'i delillerdir. Mesela: "Zinaya yaklaşmayın." (İsra: 17/32) ayeti sadece zinaya yaklaşmanın haram olduğuna, "Anneleriniz (ile evlenmeniz) size haram kılınmıştır." (Nisa: 4/23) ayeti sadece anneleri nikâhlamanın haram olduğuna, "... o halde o putlardan, o pislikten kaçının, yalan sözden kaçının." (Hacc: 22/30) ayeti sadece putperestliğin ve yalan şahitliğin haram olduğuna delalet eder.
2- İcmali (külli) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer'i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir. Bu delillerin "amm" ve "hass" gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde "emir", "nehiy", "mutlak", "mukayyed" gibi ayırımları vardır. "Emir vücub içindir, nehiy tahrim içindir." gibi sözler birer külli delildir. İşte usulcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsili deliller ise fakihin meselesidir.
Şu halde usulcünün yaptığı kendisini cüz'i hükümleri istinbata götürecek külli kaideleri araştırmaktır. Fakihin işi ise cüz'i hükümleri cüz'i delillerden, yani her hükmü o konuda varit olan kendi delilinden istinbat etmek suretiyle bu usul kaidelerini istinbat sahasında tatbik etmektir. Yani usulcünün sahası külli deliller ile, fakihin istinbatına yardımcı olacak külli kaideleri koymak için külli bir hükme delalet eden delilleri araştırmaya münhasır olduğu halde fakihin sahası cüz'i deliller ve bunun delalet ettiği cüz'i hükümlerle sınırlıdır.[17]
Tafsili deliller, fakihin inceleme konusudur. Zira fakihin gayesi, belirli bir fiilin caiz veya haram olması, bir sözleşmenin geçerli veya geçersiz olması gibi cüz'i hükümlere ulaşmaktır. Cüz'i hükümler ise, cüz'i-tafsili delillerden elde edilir. İşte bu sebeple, icmali-külli delilleri dışarıda bırakmış olmak için, tarifte "tafsili" kelimesini kullandık. İcmali külli deliller, fakihin değil, usulcünün inceleme konusudur. Zira usulcünün gayesi, fakihin cüz'i hükümleri tafsili delillerinden çıkarırken faydalanacağı ve şer'i kaynaklardan hüküm elde etmeye yarayan genel kurallara ulaşmaktır. Bu kurallar ise, icmali-külli delillerle ilgilidir, yoksa tafsili delillerle ilgili değildir.[18]
Fıkıh Usulünün Konusu: Usûlü'l-fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'i küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet olusunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur'ân-ı Kerîm ilk şer'i delildir. Fakat onun tüm şer'i nassları aynı tarzda gelmiş değildir. Kimileri emir, kimileri nehy, kimileri âmm, kimileri hâss siygasıyla varit olmuştur. Bu sîygalar, şer'i delil çeşitlerinin küllî nevîleridir. Usûlcü bu nevîlerin her birini tek tek araştırır. Sonuçta; mesela emrin îcaba, nehyin de tahrîme delâlet ettiği sonucuna varır ve kaidesini koyar: "Emir îcap içindir, nehiy tahrîm içindir." Bilahare fakîh, bu kaideyi alır ve Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetleri bu kaidelere uygular. Allah'ın yasak ettiği bir şeyi, "nehiy tahrim içindir" kaidesine uygular ve aksine delâlet eden bir delil yoksa onun haramlığına hükmeder. Tabir caizse usûlcünün yaptığı bir plan şablondur. Fakih de bu planın uygulayıcısıdır.[19]
Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer'i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer'i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir -ki racih olan da budur- zira onlar: "Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer'i hükümlerdir" demektedirler.[20]
Fıkıh usulünün konusu şer'i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer'i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, sart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te'vil, hafi, müskil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Usulcünün Faaliyet Tarzı:
Usulcü, Kitap, Sünnet ve diğer delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, âmm, hâss, emir, nehiy, mutlak ve mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere bulunabileceklerine bakar ve bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar. Mesela, Kitap ve Sünnet'te mevcut "emir"leri inceler ve bunların hangi hükmü gösterdiğini araştırır. Araştırma sonunda anlar ki, "emir" "me'murun bih"in (emredilen şeyin) vacip olduğunu göstermektedir. Böylece "Emir vücuba delalet eder." kuralını koyar. Yine, hangi hükmü gösterdiğini tespit etmek üzere Kitap ve Sünnet'te mevcut "nehiy"leri inceler ve incelemenin sonunda bunların "menhiyyun anh"ın (yasaklanan şeyin) haramlığını gösterdiği soncuna ulaşır. Böylece "Nehiy haram kılmaya delalet eder." kuralını koyar. Aynı şekilde usulcü, ser'i delillerde yer alan "umum" siygalarını inceler, bunların neye delalet ettiğini tespite çalışır ve nihayet "umum" siygasının bütün fertlerini kesin bir şekilde kapsadığı sonucuna varır. Bunun üzerine "âmm bütün fertlerini bir delaletle kapsar." kuralını koyar.[21]
Usulcünün Görevi:
İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (her bir olayla ilgili) delillerden cüz'i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tespit etmek ve bu kuralları şer'i delillerle ispatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.[22]
Fıkıh Usulünün Gayesi:
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'i hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile şer'i amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde ser'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkânı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak içtihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır. Buna da gücü yetmezse, müctehidlerin hüküm ve delillerini tam olarak kavrar. Müctehidin bu ictihada varırken hangi delile dayandığını ve bu delilden nasıl yararlandığını bilir. Böylece onların kendi kafalarından değil, belirli delillerden istifade ederek hüküm çıkardıklarını anlar ve o hükümleri daha bir gönül hoşluğu ile kabullenir. Kendi mensubu olduğu mezhep imamının görüsü ile diğer imamların görüşleri arasında mukayese imkânı bulur. Hatta bunların delillerini de öğrenmiş olacağı için bunlar arasında tercih imkânına sahip olur. Çünkü farklı görüşleri mukayese ve bunlardan daha kuvvetli olanını tespit ancak bu görüşlerin dayandıkları delilleri ve bu delillerden nasıl hüküm çıkarıldığını bilmekle mümkün olur. Bunları bilmenin yolu da usûlül-fıkıh kaidelerini bilmektir.[23]
Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer'i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. Kim ictihat ehliyetine tam sahip olursa usul kaideleri yardımıyla ser'i nasları -açık olsun, kapalı olsun- anlayabilir ve delalet ettiği hükümleri ortaya koyabilir; kıyas, istihsan, istıslah, istishab ve diğer delilleri, ortaya çıkan yeni meselelerin hükümlerini bulmakta kullanabilir.
İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.[24]
Usul ilmi için daha önce verilen tariften anlaşılmaktadır ki, bu ilimden maksat, şer-i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Şu halde, bu ilmi öğrenen kimsede ictihad ehliyeti gerçekleşmişse, yani bu kimseye Kur'an'ı ve Sünnet'i, bunlardan birinde mevcut çözüme kıyas yapabilme şekillerini, İslam teşriinin genel gayelerini bilmek gibi ictihad şartlarını kendisinde toplamış ise, artık bu ilim ile şer'i nasslardan hükümler çıkarabilir ve hakkında nass bulunmayan durumlarda ya nasslardaki çözümlere kıyas ile veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun çözümü bağlamak suretiyle şer'i hükmü tespit edebilir.[25]
Bu ilmin gayesi, şer'i hükümlerin, şer'i delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir. Burada ifade edelim ki, şer'i hükümlerin hakikatlerine bütün şartlarıyla vakıf olmak, ancak bu ilim sayesinde mümkün olabilir. Fıkıh usulü ilminin koydugu kaideleri bilmeyen bir kimse, tefsir, hadis ilimlerini bilse bile, şer'i hükümlerin hakikatlerine nüfuz edemez. Fıkıh usulü ilminde de ihtisas yapmak gerekir. Müctehidler ictihadlarında, fakihler hüküm istihracında bu ilmin kaide ve esaslarından son derece faydalanırlar. Bu ilmin esaslarını bilmeyenler, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarırken hata edebilirler. Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu ilmin esaslarını öğrenen bir fakih hüküm istinbatında isabetli neticelere varabilir.[26]
Fıkıh Usulünün Faydaları: Fıkıh usulü ilmi, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur'an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.
2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer'i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tespit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle, kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek söz konusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalısır.
4- Allah'ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu ögrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer'i delillerden şer'i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer'i hükümlerin tespiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.[27]
Fıkıh ile Fıkıh Usulü Arasındaki Fark:
Usulcü, meseleleri ayrı ayrı ele almaz, icmali-külli delillerden genel kaideler çıkarır. Fakih, usulcünün çıkarmış olduğu bu kaideleri malzeme olarak kullanır. Tafsili-cüz'i delillere tatbik ederek şer'i ameli hükümler çıkarır. Örneğin;
Usulcü, Kur'an ve sünnetten ‘Aksine bir karine bulunmadıkça nehiy tahrim içindir.' kaidesini çıkarır.
Fakih, içki ve kumarın dini hükmünü tayin edeceği zaman: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan isi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz." (Maide: 5/90) ayetini delil alarak haram hükmünü çıkarır.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:
İslâm'ın ilk dönemlerinde Müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine bas vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşri kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hâkimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karsılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hâkimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şeriatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı.
Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade sekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüsün deliline de işaret edip onun münâkasasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi.
Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şafii'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafii'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur.
Daha sonra İslâm âlimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.[28]
Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan âlimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulamışlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.
a- Mütekellimîn Metodu:
Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyisiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hâkim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafii ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir. Bunların tanınmışları ve eserleri şunlardır:
1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî, eseri: el-Umde,
2- Ebu'l-Hasen el-Basrî, eseri: el-Mü'temed,
3- İmamu'l-Harameyn Abdülmelik el-Cüveynî, eseri: el-Bürhan,
4- Ebû Hamid el-Gazâlî, eseri: el-Müstasfâ,
5- Ebû'l-Hasen el-Âmidî, eseri: el-Ahkâm fî Usûli'l-Ahkâm
6- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, eseri: el-Minhâc.

Şüphesiz, bu metotla yazılan daha birçok kitap vardır. Bu sayılanlar, önde gelenleridir.
b- Hanefî Metodu:Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir.
Bu metot mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık rastlanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metot benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafii ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tespit etmiştir. Bu metoda mensup âlimler tarafından da telif edilmiş birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları da şunlardır:
1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas'ın "el-Usûl"ü,
2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî'nin "Takvîmu'l-Edille"si,
3- Semsu'l-Eimme es-Serahsî'nin"el-Usûl"ü,
4- Fahru'l-_slâm Pezdevî'nin "el-Ûsûl"ü,
5- Hafîzuddin en-Nesefî'nin "el-Menâr"ı.
Bunların dışında daha birçok usûl kitabı bulunduğu gibi, bu eserlere de bir takım şerhler ve haşiyeler yazılmıştır. Bunların hepsinin buraya aktarılması mümkün değildir. Arzu eden, Kâtip Çelebi'nin ve Taşköprülüzade'nin yukarıda işaret edilen eserlerine bakabilir.
c- Mecz Metodu:
Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metot geliştiren ve bu metoda göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını ispat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:
1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bagdâdî'nin "Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l Ahkâm"ı,
2- Sadru's-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd'un "et-Tenkîh"ı. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmistir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmistir.
3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî'nin "Cem'ul-Cevâmî" adlı eseri.
4- İbnu'l-Hümâm'ın "et-Tahrîr"i[29]
Bu eserlerin dışında, ayrı özellikleri olan, es-Şatıbî'nin el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.
Usûl alanında yazılan klasik kaynaklar genelde hayli zor, ibaresi çetin eserlerdir. Özellikle bunlardan sonraki usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Şüphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalışmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, usulü'l-fıkıh ilmi anlaşılması güç hatta imkânsız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlaşılması için mesai sarf etmişler ve yeni eserler vücuda getirmişlerdir. Seyyid Bey,
Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.
Bu eserlerden, Seyyid beyinki Osmanlıca, diğerleri Arapçadır. Arapça olanların bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir.


________________________________________
[1] Zekiyyüddin Saban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[2] Amidi, Ahkâm: 1/7; Molla Hüsrev, Mir'at: 11; Büyük Haydar Efendi: 7-8; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.
[3] Seyyid Bey: 1/61; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.
[4] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 1.
[5] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, "İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik" ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[6] Molla Hüsrev, bu ilme ait iki tarif nakletmektedir. Mir'at: 11, 14.
[7] Burada birkaç usul kaidesi zikredelim: "İbahe karinesi bulununca emir siygası, ibahe ifade eder." "Has lafız, kat'i hüküm ifade eder." "Müevvel hass, zanni hüküm ifade eder." (Mir'at: 20.)
[8] Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 2-4.
[9] Âmidî, el-Ahkâm fı Usûlü'l-Ahkâm, I, 7 vd.; Şâkiru'l-Hanbelî, İlmi Usûlü'-Fıkıh, 31 vd; Abdülvehhâb Hallâf İlmi Usulü'l fıkh,11; İbrahim Kâfı Dönmez, İslâm Hukuk Esasları, terc. 23, 24; Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/254.
[10] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/254.
[11] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[12] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24; Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[13] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[14] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24-25.
[15] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[16] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25.
[17] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11-12.
[18] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 25-26.
Yazar, fıkıh usulü tarifi içinde fıkhın mahiyetini de tanıtacak unsurlara yer verdiğinden burada "icmali, külli delilleri dışarıda bırakmak için tafsili kelimesini kullandık" seklinde yaptığı açıklamanın, fıkıh usulü değil, fıkıh ile ilgili olduğuna dikkat edilmelidir. Nitekim aynı açıklamanın devamında ve özellikle aşağıda icmali külli delilleri incelemenin fıkıh usulünün çerçevesine dâhil olduğunu belirtmektedir. (Mütercim: İbrahim Kafi Dönmez)
[19] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/255-256.
[20] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[21] Bu kural Hanefilere göredir. (Mütercim: İbrahim Kâfi Dönmez)
[22] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[23] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/256.
[24] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[25] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[26] Mir'at: 24; Sava Pasa: 2/46; Büyük Haydar Efendi: 18; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 4-5.
[27] Seyyid Bey: 1/85; Hudari: 16-17; Bilmen: 1/40; Şakiru'l-Hanbeli: 36-37; Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 5; Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27-28.
[28] Bibliyografya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.
[29] Seyyid Bey, Medhal, I, 50 vd.; Şâkir el-Hanbelî, a.g.e., 34 vd.; Abdülvehhab Hallâf a.g.e., 15 vd.; Dönmez, a.g.e., 30 vd

 


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi