Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü mukayeseli okumanızın sonucuna ilişkin raporunuzu 1 Mayıs 2013 hedef tarihine kadar yazınız.
TEFSİR,HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA” İLMİNİN
BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI ”
Hikmet Kıratlı
12912709
Yüksek Lisans
Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış biz insanlar, Rabbimizi tanımak , bilmek, ona gereği gibi kulluk etmemiz bizlerden istenen ilahi bir emirdir. Bu konuda bizi aydınlatmak için kitap, rehberlik etmek için peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerimde bir ayette Hz. Allah şöyle buyuruyor ki “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetleri okuyan , onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir.Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapkınlık içinde idiler.”¹1 Bu ayetten de anlaşıldığı üzere bize kılavuzluk eden, bizi uyaran, rol model bizim gibi bir beşer peygamber göndermiştir Hz. Allah.
Ahmet Nedim Serinsu hocamız derslerinde bizlere ifade ettiği güzel sözlerinin birinde şöyle söylüyor :”İlim, edep- irfan, hikmet bir kişide olması gereken hasletlerdir”. Bundan şu sonucu çıkarıyorum, yüce kitabımızı anlamak için, tefsir, Hz. Peygamberi ve onun sünnetini anlamak için hadis, bu asli kaynaklardan hüküm istinbatı ve yorumun neticesinde fıkıh ilimleri bir bütün olarak ,merci ve kaynak olarak sevgili peygamberimizde görmekteyiz, onun talim terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde görmekteyiz. Bende hocamızın okumamızı istediği Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihi kitaplarından ilham alarak “oku, düşün, anla, yaşa” prensibiyle2 bilginin bütünlüğü bağlamında bu üç disiplini değerlendirmeye çalışacağım.
Hz. Peygamber Dönemi.
a-Fıkıh Tarihi(teşrii tarihi)
Hz. Peygamber döneminde teşrii kuvvet efendimizin elindeydi. Müslümanlardan hiçbiri ne kendileriyle ilgili ne başkası ile ilgili olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında hüküm teşrii kuvvetin sahip değildi. Çünkü Hz. Peygamberin aralarında yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri, içtihatları ile fetva vermelerine veya hüküm çıkarmalarına ihtiyaç bırakmıyordu. Bir problem çıksa cevaben Hz. Peygamber kendilerine
Kur’an ayetleriyle bazen de vahiy gelmediği zaman kendi içtihatlarıyla hüküm veriyordu. Bu hükümlerde tabi olunması gereken bir teşrii(kanun) oluyordu.
Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı ikidir. Birincisi ilahi vahiy. Diğer ise Hz. Peygamberin kendi içtihadı ”içtihadı nebevidir.”3
b- Hadis Tarihi
Hadis peygamberin sözleridir. Usül açısından hz. Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur, sünnetin muradifidir. Hadis uleması hadis lafzını Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberere de ıtlak etmişlerdir. Ayetlerde Kur’an’dan sonra geçen hikmetin zikredilişini ittifakla sünnet olduğuna kail olmuşlardır.
Hz. Peygamberin sözlerini , fiillerini ve takrirlerini yani hadis toplama ve onları muhafaza etme işi peygamberimiz döneminde hafızaya tevdi edilmiş, yazıdan istifade edilememiştir. İslam’ın başlangıcında kureyş kabilesinde okuma – yazma bilen 17 kişi kadardı. Şifai bir metnin muhafazası ancak hafıza ile mümkün olmakta idi. Hz. Peygamberin kendisi sahabeyi hadis rivayetlerine teşvik etmesi islamı gelecek nesillere aktarmak niyetindedir. İslamın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini Hz. Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis ve sünnet Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamberde ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. 4
c- Tefsir Tarihi
Kur’an- ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler. Anlayamadıkları kısımları, bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Derin akaid konularını düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden en mühim amil, islamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O teybin ve tebliğle mükellefti. Örnek verecek olur isek Haccet’ül Veda hutbesi ile üç defa Müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlar müspet cevap verince Ya rabbi şahit ol demişti.
Kuran-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kuranın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini , nasıh ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kuran’ın sünneti olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır. Bir hadiste” Bana kitapla beraber mislide verildi.” Denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya Bin Ebi Kesir , “sünnet Kuran’a kadidir, kitap ise sünete kadi değildir.” demektedir. Bu söz Ahmet Bin Hanbele söylendiğinde bunu söylemeye cesaret edemem fakat sünnet kitabı tefsir ve teybin eder, derim demiştir..
Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri, ahkamı beyan, mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Sahabenin anlayamadıkları kısımları açıklamıştı. Hadis mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t Tefsir bölümleri mevcuttur. Dolayısı ile Hz. Peygamber’in tefsir örneklerine ilk müracaat edeceğimiz kaynak hadis mecmualarıdır. Bunlarda azdır. Çünkü cerh ve ta’dile tabii tutulmuştur.5
Sahabe Dönemi
Sahabe dönemimde teşrii kaynağı Kuran, Sünnet ve Sahabenin içtihadıdır.Herhangi bir hadise zuhur ettiği veya bir ihtilaf vukuu bulduğu zaman, sahabeden fetva ehli olanlar Kur’an’ı Kerim’e bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne dalalet eden bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlar ise ona delalet edecek nassı sünnette arıyorlardı. Yine bulamazlar ise hükmü tespit etmek için hakkında nass varit olmuş başka bir meseleye kıyasla, yahut teşrii ruhunun ve halkın masalihinin iktiza ettiği şeyle içtihada bulunuyorlardı. Bu deliller dolayısıyla müfti sahabiler, zikrettiğimiz bu üç kaynağı tertip üzere (önce Kuran,sonra sünnete sonra da içtihada)müracaat hususunda ittifak etmişlerdir.
Teşrii Kaynaklarının Tedvini Meselesi
Hz. Peygamber Kuran’ın ayetlerini vahiy katiplerine yazdırıyor onlar bunları hem ezberliyor, hem de ellerindeki ince taşlara, hurma ağacından soyulmuş kabuklara, bazen yapraklara yazmak suretiyle tedvin ediyorlardı. Bunlar peygamberimizin evinde ya da vahiy katiplerinde kalıyordu. Şu da var ki bir mecmua haline gelmemiştir. Hz Ebubekir dönemimde ridde harplerinin zuhuru bir çok sahabi bu harplerde vefat etmeleri, idarecileride bu sahabelerin yanında bulunan Kur’an sahifelerinin zayi olmasından korktukları için Hz Ömer bu endişesini dile getirmiş, Hz Ebubekir’de Zeyd bin Sabiti çağırmış bir komisyon eşliğinde Kuran’ı cem etme işini Zeyd bin Sabite vermiştir.
Sünnet konusunda peygamberimiz Kuran’a karışır korkusunda idi. Onun için hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Buna rağmen bazı sahabelerin sahifeleri vardı. Fakat kitap halinde böyle bir şey mevcut değildir.
Teşriinin üçüncü kaynağına yani müfti sahabilerin içtihadlarına gelince bu devirde bunlardan hiçbir şey tedvin edilmemiştir.
Hadislerin Yazılması
İlk devirde, Hz Peygamber’den işitip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, bir kitap haline gelmemiştir. Okuma yazma düzeyi düşüktü,yazı malzemeleri kıt idi. Bazı sahabelerde kendi gücü nispetinde hadis yazmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların sahifeleri var idi. Hz Peygamber hadis yazmak isteyenlere bir ara müsaade etmemiş daha sonra bu sahabelere ruhsat vermiştir. Bunun sebebi Kuran’la karışma tehlikesidir. İlk yazılı hadisler;
a) Peygamberin diplomatik mektupları
b) Sadakat hadisleri’dir.
Hadis sahifeleri mesela “Abdullah bin Amr’ın Sadıka adlı sahifesidir.”Hadisin ilk kaynağı sahabilerdir. Sahabe denilince İbn Hacer El-Askalani bu konuda şöyle demiştir;
“Sahabi Hz Peygambere mü’min olarak mülaki olan,sahih görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile, Müslüman olarak ölen kimseye denir.” Sahabelerden bazılarının hadis sahifeleri mevcut idi. Ama ilk asırda hadisler hususi bir kitapta toplanmayıp, sadece hafızaya itimat edilmesinden aynı zamanda vahyin başlangıcından vefata kadar 23 sene içinde Hz Peygamberin söylediklerine ve yaptıklarına hasretmenin güçlüklerinden dolayı hadis vaz’ettiğini ileri sürülmüş ama efendimiz dönemimde uydurma hadis vaki olmamıştır.
Sahabenin Tefsirdeki Yeri
Hz Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe mühim rol oynamış,sebebi nuzül ile vakıf olan bu insanlar peygamberimizden sonra Kur’an’la yüzyüze kalmışlardı. Sahabe Kuran ayetlerinin izahını ya peygamberden işitmek suretiyle veyahutta içtihatleri ile yapmışlardır. Çok kere sebebi nuzulleri anlatmak suretiyle izah edilmesi lazım gelen ayeti açıklamış oluyorlardı. Sahabe için tefsir kaynağı;
a)Kuran’ı Kerim
b)Hz Peygamber
c)İçtihad ve re’y
d)Diğer kitaplar ve ehli kitaba müracaat
Sahabe tefsiri deyince kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsir anlaşılmaktadır. Ya dil ya da dini tefsir yapmışlarıdır. Ayetteki dini bir müşkili halletmek için bazısını tahsis yolunu bazısını tarihsel yolu takip etmiş dini hükümleri remz yoluyla izah etmiştirler.
Sahabe tefsirini şöyle özetleyebiliriz.
1)Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir,
2)Sahabe Kuran’ı tamamen sırayla tefsir etmemiştir,
3)Aralarındaki ihtilaf tezad ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır,
4)İcmali mana ile iktifa edilmiştir,
5)Ahkam ayetlerinde istimbatlar fazla yapılmamıştır.
Tabiin Dönemi
Tedvin ve Müçtehidler imamlar devri
Bu devir ikinci asır ile başlar ve dördüncü asrın ortalarında son bulur. Bu devir tedvin ve müçtehit imamlar devridir. Müddeti takriben 250 yıldır. Çünkü bu dönem kitabet ve tedvin işinin süratlenmesi sebebiyledir. Sünnet, sahabe ve tabi’in ve tebe’ut tabi’in müftilerinin fetvaları, Kuran tefsirleri, müçtehit imamlar fıkıhı, usulu fıkıh ilmine ait risaleler bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece süratlenmesinin sebebide içtihat ve teşrii ricalin bu devirde çoğalması ve hepsine de vuku bulan ve vuku’u muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz’ında ve hüküm istimbatında büyük tesir icra eden teşri’i ruhunun nufuz etmesidir. Altın devir olmuştur.
Hadis tedvininin başlangıcı sahabe devrinden sonra başlamış bunun da ez Zuhri(50-124) tarafından hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. İlk müdevvin’dir. Yazmış hemde ezberlemiştir.
Hadislerin Tasnifi
Birinci hicri asrının sonu ikinci hicri asrın başı hadis tedvini başlangıcı olarak kabul edilir. Hadis eserlerinin ortaya çıkışı ikinci asrın ilk yarısından sonraki döneme rastlar. Hadisleri gelişi güzel değil de konularına göre tertip ve tasnifi salat, zekat gibi bölümler, bunlara “ Musannef” denir. Hadisleri sahabe ravilerinin isimlerine göre tasnife “müsned” denir. İbn Hacer diyorki : “ Hadislerin tedvin Hz Peygamber, sahabe ve tabi’in ileri gelenleri döneminde yapılmamıştır, daha sonra yapılmıştır.” Müslimin “Sahihinde” sabit olduğu gibi Kuran’ı Kerim’e karışma korkusundan dolayı. Sahabenin tedvinden men edilmesi. İkincisi ise hafızaların vusati ve zihinlerin akıcılığı idi çoğu yazı bilmiyordu fakat tabiun devrinin sonlarında ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havariç, rafaviz ve kader münkirleri gibi bidat ehlinin ortaya çıkması üzerine asarın tedvini ve bablara göre tasnif başladı. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş grupta toplamak mümkündür;
Siyer ve magazi kitapları, Sünen kitapları, Camiiler, Musannaflar, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
Tabiiler Devrinde Tefsir
Arap olmayan Müslüman unsurlar, İslamı öğrenme arzusu diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların bu milletleri idare etme sanatıyla yani idarecilikle iştikal edip diğer sahalarda çalışmayı hakir görüyorlardı. Bu sebeple ilim ve özellikle tefsir sahasındaki önemli insanlar Arap olmadıklarını görüyoruz.İbn Haldun’un dediği gibi: “Bilgiler bir sanat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Bunlara da mevali demişlerdir.” Abadile denilen dört zat vefat ettikten sonra fıkıh tamamen ilim merkezlerinde mevalinin elinde idi. Bunlardan istisna diyebileceğimiz Medine ehlinin fakihi Sa’id bin Museyyeb Kureyş’tendir.
Tabiilerin tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş sema olmayan hususta da içtihadları ile müracaat etmişlerdi. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıkları teyit için ,Kurandaki tedebbür ayetlerine ve Hz Peygamberin sözlerine isnat ettiler. Eğer re’y ile tefsir yapılmayacak olsa idi, bugün kü dini ahkamın pek çoğu batıl olması lazım gelirdi. Kuran’ı re’y ile tefsir edenlerin izlediği yol; Kuran’a müracaat ediyorlar eğer bulamazlarsa sünnete veyahut sebebi nuzule şahit olan sahabeye soruyorlardı. Burada bulamazlar ise müfret lafızlarına Peygamberimizin bu lafızları kullanışına, lügat, iştikak, sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka terkiplerin i’rabına siyak, sibak vb. bunların fiili, kavli , takriri sünnete uygunluğuna bakıyorlardı. Fakat bu dönem mufessirler bazı hususlarda pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Kuran da , umum olan ayetlerin gelişi güzel tahsisine tabi’ilerin tevessül ettiği görülür. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslamiyet’e giren rivayetler olmuştur. Bunlara israiliyat diyoruz. Bu menkulat dediğimiz rivayetler sahabeden itibaren ortaya çıkmış daha sonra baştan sona tefsir yazımında aralarındaki boşluklara israiliyat dediğimiz bu rivayetler girmiştir.
İslam yayılmakta, genişlemesi devam etmekte , şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabede ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabi’inlere devredilmişti. Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkıha ait bilgilerde toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri Kuran’ı anlamak için yine Kuran’a, sonra sahabenin Hz Peygamber’den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış olduğu tefsirlere itimat etmişlerdir. Sahabe ile aynı üslup ve usulu paylaşmışlardır. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz Peygamberden hıfz ettiklerini yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerde öğretmenlik yapmış, tabi’ini yetiştirmişlerdir. Bu andan itibaren şehirlerde ilim medreseleri teşekkül ettiğini görüyoruz. Tefsir ilminde şöhret kazanan medreseler;Mekke , Medine, Irak’ta bulunmakta idi.
Sonuç
Son olarak sevgili peygamberimiz burada arz ettiğimiz ilimlerin mercii,teşri kaynağı olarak kendisi uygulamıştır. Rahleyi tedrisinden geçen kendi emeği ile yetiştirmiş olduğu altın nesli, sahabe efendilerimiz ondan aldığı ilim,irfan,edep hikmeti yaşamışlar. Kendi talebelerine nakletmişlerdir. Öyle ki sahabiler komple (bütün) insanlardı ki, onlarda aynı zamanda müfessir, muhaddis ve fakih olanlar mevcuttu. Çünkü onların kaynağı Kuran ve sünnet idi, birinci elden bu kaynağa ulaşıyorlardı. Sahabeler vahyin, sebebi nuzulün kahramanları olmuşlardı. İhtiyaçları problemleri konusunda çözüme efendimiz sayesinde ulaşabiliyorlardı. Daha sonra ki aşamalarda ümmetin sayısı arttı başka kültürler, siyasi olaylar, farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bunun neticesinde tefsir,hadis,fıkıh ilimleri ile ilgili disiplinler oluştu. Bu disiplinlerin usulleri prensipleri tedvin konusu, kitap haline gelmesi bir süreç dahilinde olmuştur.
KAYNAKLAR
Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM
Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
1 Cuma suresi , 28/2
2 Ahmet Nedim Serinsu,ders notu
3 Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM
Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
4 Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
5 Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN
İSLAM HUKUK TARİHİ – PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN
Fıkıh (İslam Hukuku), dini ve içtimai bir müessesesidir ve tedricen gelişmiştir. Doğuş ve inkişaf devrelerinde Suriye’de Roma, Irak’ta İran, Yesrib’te İsrail hukuku hakimdi; ayrıca cahiliye devri Araplarının uyguladıkları bir hukukları vardı. İslamın ruh ve esaslarına aykırı olmayan örf ve adet fukaha tarafından benimsendiği için fıkhın gelişmesinde komşu sistemlerin tesiri olduğu gibi fıkhın da diğer hukuklara tesiri olmuştur.
Kitap, İslamın doğuşunda mevcut olan hukuk sistemlerini tanıttıktan sonra Hz. Peygamber, Sahabe ve Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve muasır hareketler başlıklarında işlenmiştir.
Hukuk hak kelimesinin cem’idir. Bir manada kaide demektir, hak olan bir söz, doğru, uygun, yerinde bir söz demektir. İşte bu hukuk ideal/objektif/tabii hukuktur. Diğer manada ise salahiyet ve iktidar demektir, mülk hakkı, alacak hakkı gibi. Bu hukuk ise subjektif/selahiyet hakkıdır.
Hukuk, objektif ve mecburi olan, müşterek tarih, akıl ve maneviyattan doğan kaidelerdir. Bu kaideler fiille ilgileniyorsa bunlar; âdet, görenek, muaşeret ve modadır ama niyetle ilgileniyorsa din ve ahlaktır. Bazı kaidelerin müeyyidesi ayıplanmak, vicdan azabı çekmek, günahkar olmak gibi manevi; bazıları da maddi ve mali müeyyidelerdir.
Bunlardan yola çıkarak hukuk; cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddi icbar kuvvetinde bulan kaideler manzumesidir.
Fıkıh ise kelime olarak, kavramak, anlamak, idrak etmektir. Fıkıh, Hz. Peygamber ve sahabe devrinde itikad, amel ve ahlak konularında Kitap ve sünnetten anlaşılan bilgilerdir.
Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin fıkıh tariflerinde de yerini bulduğu gibi ibadet bahisleri de fıkhın içindeydi. Sonraki asırlarda bunlar ahlaka veya ilmihal kitaplarına intikal etti. Yani fıkıh; ibadeti, hukuku, ahlakı, iktisadı ve ictimai ilişkileri içine alıyordu. Fıkıh; Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenlemekle başlamış, toplum ahlak ve düzenine el atmış, sosyal adaleti temin için müeyyideler ortaya koymuştur. Aile hayatını düzenlemiş, yani ferdin doğumundan ölümüne kadar yanında olmuş ve yol göstermiş ve ahret hayatını da birlikte göz önünde bulundurmuştur. Özellikle hukuk işlemlerinde örf ve âdete yer verilmiş ve devlet başkanı dini hayatın da başkanı olmuştur.
10 yıllık kısa bir süre olan Medine hayatında fıkhın kaynakları, esasları ve prensipleri eksiksiz tamamlanmıştır. İslamın doğuşu esnasında etrafta Romalıların (Bizans), İranlıların (Sasaniler) ve Yahudilerin hukuk sistemleri vardı. Elimizde İran hukuk sistemine dair bir hukuk kitabı mevcut değildir. Roma Hukuku uzun gelişme döneminde tedrici değişmelere uğramıştır.
Roma hukuku 4. devresinde Jüstinyen’in emriyle ‘Corpus Juris Civillis’e ‘Medeni Hukuk Külliyatı’na sahip olmuşlardır. 5. devre olan Roma döneminde de bunu kullanmışlardır.Roma hukukunda hususi hukuk daha çoktur. Medeni ve kavimler hukuku olarak ikiye ayrılan Roma hukuku; medeni hukuku Romalılar için, kavimler hukukunu diğer milletler için kullanmıştır. Roma hukuku 12. asırda başlangıçta İtalyan hukuk öğrencilerinin vasıtasıyla dünya hukukuna tesir etmiştir. Bugün hiçbir yerde tam cari değildir.
İsrail hukuku; Kudüs’ün Romalılar tarafından tahribine kadar olan sürede Mukaddes Kitap’tan bölümler ve ananelerdir. Bundan sonra ise Kudüs’ün tahribi ve Yahuda tarafından Mişna’nın tanzimi ve ikinci bir kaynak Talmuddur. Mişna ve Talmud’da İran ve Roma hukukunun tesirleri görülür.
Cahiliye devri Arap hukuku; hukuk olarak örf adet ve gelenekler kanunların yerini almıştır. Cahiliye döneminde peygamberlikten önce Hz. Peygamberin ortaklık akdi yaptığını gösteren ifadeler vardır.
Bazı müsteşrikler kısa zamanda doğup fevkalade bir inkişaf gösteren İslam hukuku için yabancı bir kök arama girişiminde bulunarak başka hukuklardan iktibas edildiği üzerinde durmuşlardır. İlmi delillere dayandıramamışlardır. İslam hukuku hükümran olduğu ülkelerin bazı amme hukuku kaidelerini almıştır; çünkü bunlar, adalet, amme menfaati ve zaruret gibi prensipler çerçevesinde İslam hukukuna uygun bulunmaktadır. İslam hukuku da birçok ülkenin hukukunu az veya çok etkilemiştir. İslam hukuku bütün halinde (özel ve genel hukuk olarak) vahye dayalı, İlahi irşadın ışığında işleyen fukaha ictihadından doğmuş gelişmiş bir hukuktur.
HZ. PEYGAMBER DEVRİ (FIKHIN DOĞUŞU)
Fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Vahye dayanan teşri faaliyeti bu dönemde tamamlanmış sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Mekke ve Medine devirlerinden oluşur. Mekke’deki tebliğ daha çok inanç ve ahlak sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukuki münasebetler bu iki temel üzerine oturur. Medine’ye göçle birlikte ictimai hayatı temin edecek kaidelere ihtiyaç duyuldu. Bu kaideler ya bir hâdiseyle ya da bir soruyla oluyor veya bir hâdise ya da soru olmaksızın da kaide vazediyordu. Bu devir fıkhın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
- Kur’an ve sünnetin teşri faaliyeti 23 yıla yakın bir zamanı kapsayan bir şekilde tedricidir. Bu tedricilik hem zaman hem hüküm için olmuştur. İçkinin haram kılınmasının hemen olmayışı gibi.
- Sadece bu devre mahsus olmamakla birlikte diğer bir özellik hükümlerdeki kolaylıktır.
- İlk Müslümanları tedricen alıştırmak için daha sonra gelen hükmün önceki hükmü kaldırması demek olan nesih özelliği vardır.
Fıkıh, usûl ve fürû olarak iki kısımdan oluşmaktaydı. Usûl hükümlerin kaynaklarıyla, bu kaynaklardan hüküm çıkarma yollarını; fürû ise elde edilen hükümleri, dini, ameli kaideleri ihtiva etmekteydi. Usûlün kaynakları, Kur’an-ı Kerim (ki sadece bir tavsiye kitabı olmadığı, içinde birçok ayetin amir hüküm mahiyetinde bulunduğu hususunda ittifak vardır, fıkhın ilk tedvini Kur’an’ın yazılmasıyla gerçekleşmiştir), Sünnet (Resulullah’ın ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür, bir yandan Kur’an’ın açıklanmaya muhtaç ayetlerini açıklarken diğer yandan da müstakil olarak hükümler koyar), İcma (asrın müctehitlerinin tamamının bir fıkıh hükmü üzerine ittifak etmeleri manasınadır, icma Hz. Peygamber döneminde devamlı delil olamaz çünkü meseleyi ona sorduklarında sünnet olmaktadır), Kıyas (Hz. Peygamber teşvik etmiştir), İstidlal (bütün bunların dışında kalan hüküm elde etme yolu; çeşitleri ise a)telazüm; akıl yürütme, mantık b) istishab; varlığı sabit olan bir hükmün geçmişte ve halihazırda da var sayılması c) önceki semavi dinlere ait hükümler d) istihsan; iki delilden kuvvetli olanı seçmek e) ıstıslah; birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme esasına göre hükme varma), Hz. Peygamber ve Ashabın ictihadı.
Hz. Peygamber Devrinde Fürû; Mekke döneminde inanç, düşünce ahlak prensiplerine daha çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber fiilen hakimlik etmekle beraber muhakeme usûl ve adabı ile ilgili kaideler koymak ve açıklamalar yapmak suretiyle de İslam kaza müessesesinin temellerini atmıştır. Ashabına da hem Medine’de hem Medine dışında bu görevi vermiştir. Hz. Peygamber ifta vazifesini de yerine getirmiştir. Borç-hak ilişkilerinin yanı sıra anlaşmalar da yazıya geçirilmiştir.
SAHABE DEVRİ (FIKHIN GELİŞME ÇAĞI)
Bu devre Hz. Peygamberin intikalinden II. asrın başlarına kadar uzanır. Siyasi iktidar nazarıyla Hulefa-i Raşidin ve Emeviler dönemlerinden oluşur. Hulefa-i Raşidin dönemi Hz. Ebu Bekir’le başlar, Hz. Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye terk etmesiyle biter. Muaviye’nin Hz. Ali’ye beyat etmemesiyle başlayan iç karışıklıklar itikat ve fıkha da tesir etmiştir. Bu ortamdan Hariciler, Şiiler ve Cumhur oluşmuştur. Gelişmelerin sonucunda da Emevi saltanatı kurulmuştur. Hüküm kaynağı olarak Kitap ve sünnetten sonra ictihad yapılıyor, isabetli ictihad yapmak ve muhalefeti azaltmak için istişare uygulanıyordu. Sahabenin hepsi müctehid değildir. Bu dönemin özelliği; sahabe tarafından ictihadın kapısı açılmış ve teşvik edilmiştir, ictihad ve rey yoluyla varılan hükümler kesin telakki edilmemiş, vukuundan önce hâdiseyle meşgul olunmamış, zamanın değişmesiyle hükümler de değişmiş, Kitap ve sünnetin meşru kıldığı bazı hususlar men edilmiş, bazı nassların zahiri terk edilmiş, daha önce benzeri geçmemiş hükümler hayırlı ve iyi maslahattır diye benimsenmiş, çeşitli nedenlerden (nassları bilmeme, sağlam kaynaktan almamış olma, farklı anlama, yanılma, unutma) dolayı bazı hükümlerde ihtilaf edilmiştir. Sahabe döneminde mezhepler doğmamıştır.
Emeviler devrinde sahabe ahirete intikal ederek tabiun nesli onların yerini almıştır. Nazari fıkıh vardı. Sahabe fakihlerinin hemen hepsinin Arap olmasına rağmen tabiunun içinde Arap olmayan birçok kimse vardı.
Hadislerin tasnifi fıkhın tasnifinden sonra olmuştur. İlk fıkıh kitapları hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında yazılmıştır.
ABBASİLER DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN OLGUNLUK ÇAĞI)
Tabiun ve tebeuttabiun dönemlerini içine alır. Devrin başında hilafet Emevilerden Abbasilere geçmiştir. Bu devirde fıkhın sahası genişlemiştir. Emeviler döneminin seküler meyillerinin aksine Abbasiler davranış ve hükümleri dine dayandırmaya çalışıyordu. Hükümlere kaynak olarak ana kaynaklara, tabiunun ve tebeuttabiunun da sözleri eklenmiştir. Farazi mesail üzerinde de ictihad edilmiştir. İslam ülkesinin genişlemesiyle yeni milletlerin teamülleri üzerinde de durulmuştur. Haliyle ictihad ihtilafı da önceki döneme göre çoğalmıştır. Abbasiler döneminde mezhepler yani müctehidlere ait müstakil ictihad usül ve ahkam mecmuaları ortaya çıkmıştır. Sahabe dönemindeki gruplaşma Hicaziyyun ve Irakiyyun iken Abbasi döneminde dört grup vardır. Müfrit reyciler (Kitap ve rey, sünneti redderler), mutedil reyciler (Kitap ve rey, sünneti de reddetmezler), müfrit eserciler (reyi ve kıyası kabul etmezler), mutedil eserciler (rey ve kıyası inkar etmemekle birlikte pek başvurmazlar). Bütün dini ilim ve kitapların telifi bu dönemde başlamıştır. Fıkıh konusunda meseleci bir yaklaşım izlenilmiştir. Nazari ve umumi kaideleri tespit etmek gibi bir metot takip edilmemiştir. Fıkıh usülü de bu dönemde oluşmuştur. İlk Fıkıh usülü kitabı İmam Şafii’nin ‘er-Risale’sidir. Bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş veya mevcut terimlerin mefhumları tespit edilmiştir. Mezheplerin doğuşu, dört mezhep, zamanımıza kadar yaşamayan diğer dokuz sünni mezhep, gayri sünni mezhepler bu devrin kapsamındadır. İctihadda takip ettiği usülü hakkında eseri bize kadar ulaşan sadece İmam Şafii’dir.
Ebu Hanife’nin usülü; Kitap, sünnet, sahabe kavli ve rey ictihadıdır. Rey ictihadında da kıyas ve istihsan vardır. Kıyas konusunda Ebu Hanife’nin yaptığı; kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak, vuku bulmamış hadiselere de tatbik etmektir.
İmam Malik’in usülü; Kitap, sünnet (meşhur mütevatir olanları gibi ahad yolla geleni de kaynak sayar ama ahada kıyası ve Medinelilerin tatbikatını tercih eder), icma ve rey.
İmam Şafii’nin usülü; Kitap ve mütevatir sünnet, üzerinde ittifakın olmadığı ahad yoldan gelen sünnet, icma ve daha sonra da kıyas.
Ahmed b. Hanbel’in usülü; Kitap ve sünnet (bunlara muhalif hiçbir hüküm ve şahsa itibar etmez, mürsel ve zayıf hadislere gelince daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyasa tercih eder, kıyasa tercih ettiği hadis batıl ve münker olmayan, hasen türünden hadislerdir), muhalefetsiz sahabe reyi, büyük tabiunun reyleri, zaruri olarak kıyas, istishab (evvelce varolanı isbat, önceden yok olanı da nefiy - Allah’ın haram kıldığı haram, helal kıldığı helal, bunun dışındakiler istishaben mübah).
Dört mezhep imamı da şeri hükümlerin maslahat (kurallar için celb-i menfaat ve def-i mazarrat, fayda) hikmetine bağlı bulunduğunda ittifaktırlar. Sahabe ve tabiun devri müctehidleri gibi mezhep imamları da nassların lafızları yanında ruh ve maksatlarını da dikkate almıştır, Şari’nin maksadının tahakkukunu temine gayret etmişlerdir. Grup halinde bağlıları bulunmadığı için yaşamayan mezhepler olarak anılan mezheplerin ictihadları kayıtlı olduğu için hem teorik hem de pratik açıdan yaşamaktadırlar. Kitap ve sünneti esas alan Zahiriyye mezhebinin İslam’ın birinci asrındaki Haricilerden ve ikinci asrındaki Mutezileden farkı, zamanının ortaya çıkmasını gerektiren şartlarındadır. O dönem, hadislerin öncüsü olan zevatın kıyas ve reye karşı tutumu Abbasilerin, rey ve kıyas taraftarlarını desteklemeleri, onları öne çıkarıp kadılıklara tayin etmeleri gibi sebeplerdir bu şartlar (İbn Hazım, Ebu Hattab b. Dihye, Muhyittin b. Arabi Zahiri idiler).
Sünni Olmayan Fıkıh Mezhepleri:
Havaric; Sıffin savaşındaki hakem olayı sonrası Hz. Ali’ye karşı çıkmışlar, halifenin seçimle iş başına geleceğini savunmuşlardır. Sünneti kabul etmeyip sadece Kitabı hükümlerin kaynağı kabul ederler.
Zeydiyye; delilleri Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan ve akıldır. Hanefi mezhebi ile benzeşen tarafları çoktur. Ayrıldıkları noktalar da vardır.
İmamiyye; Kitap ve ehl-i beytten rivayet edilen sünnet, sonra ictihad. Kıyas ve icmayı kabul etmez. Caferiyye, İsnaaşeriyye diye de anılır.
Mezheplerin yayılmasının siyasi, ictimai, iktisadi, medeni amilleri vardır.
SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN DURAKLAMA DEVRİ)
Fıkıh ilmi bu devirde ilerleyememiştir aksine taklid ruhuna (mezhepçiliğe) yönelmiş, münakaşa ve müzaralar doğruyu bulmak için değil mezhepçilik adına yapılmış, mezhep taassubu kuvvetlenmiş (sonucu olarak; tefrika, mukatele, hatada ısrar, ictihada karşı çıkmak/faaliyetini durdurmak), ictihad kapısı kapanmıştır.
MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLE’YE KADAR
İslam ülkesinin Moğollar tarafından istilası ve tahribi, Anadolu Beyliklerinin ortaya çıkışı, Osmanlı-Timur mücadelesi, Timur’un tahripleri ve çeşitli egemenliklerin oluşumu ve Endülüs’ün büyük bir zulmetle yok edilmesi bu dönemdedir. Bu dönemde fıkıh açısından fıkıh bilginlerinin birbirleriyle irtibatı kesilmiş, selefe itibar edilmemiş, geniş eserler özetlenmiş, şerh ve ta’liklerle uğraşılmış, hile ve te’vil artırılmıştır. Bu dönemin hüküm kaynakları; amme hukukunda örf, adet ve kanunnameler, hususi hukuk sahasında fıkıh ve fetva kitaplarıdır.
MECELLE’DEN ZAMANIMIZA KADAR (UYANIŞ ÇAĞI)
Osmanlının dağılmasıyla bağımsız İslam devletlerinin sayısı artmıştır. İctihad ve tercih fikri bu dönemde benimsenmiştir. Kanunlaştırmalar, dört mezhep üzerine yazılmış fıkıh kitapları, Batı üniversitelerinde İslam hukuku kürsülerinin açılması bu dönemdedir. Mahkemeler kurulup kadılar sadece şer’i mahkemelere bakar oldu. Diğer davalar için çeşitli mahkemeler kuruldu. Umumiyetle İslam ülkelerinde kanunlaştırma yapılırken şeriat esaslarıyla mukayyet kılınmamış yabancı kanunlardan aynen veya tadiller ile iktibas yoluna gidilmiştir. İlk İslam Medeni Kanunu olan Mecelle 57 yıl tatbik edilmiştir. Mecelle’nin oluşumunda dış amillerin azınlıkları bahane ederek kanun yapmak için zorlaması, iç amillerin de tercih edilmiş görüşleri içeren kolay anlaşılan (fıkıh kitaplarının karmaşasından kurtulmak için) bir düzenleme istemesi etkili oldu.Şahıs, aile, miras münasebetlerine ve aynı haklara ait birçok hususları fıkıh ve fetva kitaplarına bırakarak muamelatı tanzim etmiştir, Mecelle, Hanefi mezhebinin kaynak ve ictihadlarına isnat edilmiştir. Hakkında müspet ve menfi değerlendirmeler yapılmıştır. Tadil çalışmalarında tek mezhep üzerine ısrar edilmesi, diğer mezheplerden de rey ve ictihad olarak yararlanılması yoluna gidilmiştir. Yabancı kanunlardan da yararlanılması da söz konusu olmuştur. İsviçre Medeni Kanununun kabulüyle lağv edilmiştir. Türk Medeni Kanununa geçilmiştir.
YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN
TEFSİR TARİHİ -
DOÇ. DR. MUHSİN DEMİRCİ
Tefsir, Kur’an’ın
dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan
verilen bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Hicri ikinci
asrın ikinci yarısında başlayıp başlayıp bugüne kadar devam edegelmiştir.
Tedricen indirilen Kur’an vahyi, hitap ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap
verirken sonsuzluk alemine uzanan çizgide fert ve cemiyetin muhtaç olduğu
evrensel prensipleri koymuştur. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitaben derleme
mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde
gerçekleşmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde de kitaben derleme işi
gerçekleştirilip, Hz. Osman döneminde kıraat farklılıklarını ortadan kaldıran
bir biçimde çoğaltılması yapılmıştır.
TEFSİRİN KAVRAMSAL
ÇERÇEVESİ VE GEREKLİLİĞİ
Tefsir kelimesinin
etimolojik olarak bir şeyin üzerini açmak, açıklamak anlamında ‘fesr’
kelimesinden veya bu kelimenin taklib yöntemiyle oluşan aydınlatmak, ortaya
çıkarmak anlamlarında ‘sefr’ köklerinden geldiği kabul edilir. Emin el-Huli
‘sefr’ kelimesinde maddi, zahiri bir keşif, ‘fesr’ kelimesinde manevi bir keşif
var demektedir. Terim olarak ise; tefsiri Kur’an’ı anlamaya yönelik faaliyetler
bütünü olarak değerlendirebiliriz. Hz. Peygamber döneminde, tefsir faaliyeti
Kur’an’ın mübhemat, mugayyebat, müteşabihatlarının Hz. Peygamber tarafından
açıklanmasıyla şifahi olarak vuku buluyordu. Tedvin dönemindeyse şifahi
rivayetler derlenip toplanıp rivayet şeklini, zaman zaman da insanların kendi
görüşlerini içeren bir şekilde dirayet şeklini almıştır. Tefsirin amacı
insanlığın hidayeti için indirilen kitabı onun gayesine uygun bir biçimde
açıklamak suretiyle insanın iki dünyadaki mutluluğunu temin etmektir. Tefsirde
anlam yakınlığı olan kelimelerden te’vil, ‘evl’ kökünden tef’il babında bir
mastardır, döndürmek, herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak manalarını
ifade eder, terim olarak ise, meşru bir sebep veya delilden ötürü ayeti zahir
manasından alıp, kendisinden önce veya sonraki ayete mutabık kitap ve sünnete uygun
manalardan birine hamletmektir. İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre nasslardan
hüküm çıkarmada esas olan te’vile gitmemektir. Ama müşkil ve müteşabih ayetler
te’vilin kaçınılmaz olduğu hallerdir. Te’vilin sahih olması için lafız,
ihtimali olmayan bir anlamla te’vile zorlanmamalı, zahir manadan başka bir
manaya çekilmesi ancak şeri bir delile dayandırılmalı, sahih ve sarih nasslara
aykırı olmamalı, Kur’an ilimlerinden ve dil bilimlerinden ve belagat ilminden
yararlanmalıdır. Tefsir ile te’vilin farkına gelince, tefsir Kur’an’ın ne
dediğini, te’vil ise ne demek istediğini ortaya koyar. Tefsirle anlam yakınlığı
olan ikinci kelime tercüme, terim olarak bir kelamın manasını diğer bir lisanda
dengi bir tabirle aynen ifade etmektir. Tercüme, harf-i (nazmında ve tertibinde
asla benzeme) ve tefsir-i olarak iki çeşittir. Üçüncü kelime meal ise, eksik ve
hatalı tercüme anlamında bir kelime olarak Kur’an’ın tercümesinin tam olarak
yapılamayacağı düşüncesi kastıyla kullanılan terimdir. Tefsir faaliyeti Hz.
Peygamber döneminde anlaşılmayan ayetlerin açıklanması olarak başlamış ve daha
sonra İslamın geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla daha önce olmayan meseleler
ortaya çıkınca ve bu farklı kültürlerdeki insanlar kendi yaşayış biçimlerini de
Kur’an’a dayandırmaya kalkınca tefsir çalışmaları zorunlu olmuştur. Kur’ani nassları farklı yorumlamanın
sebepleri kıraat ihtilafları, çok anlamlılık, ıtlak-takyid anlayışı,
nasih-mensuh ihtimali, seleften farklı rivayetlerin gelmesi, mezhep
taraftarlığı, tefsirde dirayet ve rivayet olgusudur.
TEFSİRİN DOĞUŞU VE
TEDVİNİ
Hz. Peygamberin
tefsiri bir program dahilinde ders veren bir öğretmen tarzında değil, bir takım
vesilelerle gerçekleşiyordu ki şöyle sıralayabiliriz; ayet okuyarak, soru
sorarak, sözü delillendirmek için ayet okuyarak, sahabilerin sorusuna cevap
vererek. Hz. Peygamber Kur’an’ı mücmelin tebyini (ahkam, gayb, yaratılış,
kader, kıyamet ve ahlaki konuları içeren ayetler), mübhemin tafsili, mutlakın
takyidi, müşkilin tavzihi olarak gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’dan
tefsirinin miktarının bazı ayetlerle sınırlı olduğunu ilk kez dile getiren
Gazzali ve Kur’an’ın tamamını içerdiğini ilk kez dile getiren İbn Teymiyye ve
onlar gibi düşünenlerin yanı sıra Hz. Peygamberin ne Kur’an ayetlerinin pek
azını tefsir ederek meydanı boş bıraktığını ne de tamamını tefsir ederek aklı
dondurduğunu söyleyebiliriz. Kur’an karşısında sünnetin beyan ve teşri
(Kur’an’da yer almayan konularda Hz. Peygamberin hüküm koyması) olarak iki
fonksiyonu vardır. Sünnetin vahye dayalı olup olmadığı hususunda alimlerin çoğu
çoğunlukla vahye, kısmen de ictihada dayalı olduğu görüşünü kabul
etmektedirler. Kur’an vahyi için vahy-i metluv, sünnet için vahy-i gayri metluv
tabirleri kullanılmıştır. Sahabenin tefsiri konusunda Kur’an’ın nüzul ortamını
yaşayan sahabe anlayamadıklarını da Hz. Peygambere sorarak öğrendiklerinden
tefsir konusunda Resulullah’tan sonra en güvenilir kaynak olmuştur. Ama rey ile
tefsire gelince bir kısım sahabi bu şekil tefsire sıcak bakmamış bir kısmı da
naklin bulunmadığı yerlerde kendi ictihadlarıyla Kur’an’ı tefsir cihetine
gitmiştir. Sahabe tefsirinin merfu haberler niteliğindeki tefsiri bağlayıcı
kabul edilmiş ama mevkuf durumundaki tefsiri ise tercih sebebi olmakla beraber
bağlayıcı değildir. Sahabe döneminde tefsir, Kur’an’ın tamamını kapsamaz ve
tedvin edilmemiştir. Sahabe tefsirde öne çıkanları; Abdullah b. Abbas, Abdullah
b. Mesud, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali’dir.
Abdullah b. Abbas,
hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuş, Hz. Peygamberin vefatında 13-15
yaşlarındaydı ve 70 yaşlarında Taif’te vefat etmiştir.
Abdullah b. Mesud,
Hz. Ömer zamanında Kufe kadılığı yapmış, bu Hz. Osman zamanında da devam
ederken azledilmesinden sonra Medine’ye dönmüş ve 60 yaşını geçkin bir
durumdayken vefat etmiştir. Kufe’de tefsir okulunun temellerini atmıştır. Kendi
özel mushafını vahiy nazil olurken yazmıştır.
Ubey b. Ka’b, Hz.
Peygambere vahiy katipliği yapmıştır, Hz. Ömer’in hilafetinde vefat etmiştir.
Tefsirdeki rivayetleri;1) Ebu Cafer er-Razi – er-Rebi b. Enes – Ebu’l Aliye –
Ubey b. Ka’b, 2) Veki b. Cerrah – Süfyan b. Uyeyne – Abdullah b. Muhammed b.
Ukayl – İbn Ubey b. Ka’b – Ubey b. Ka’b olarak gelmektedir.
Ali b. Ebi Talib,
hicretten 22 yıl önce Mekke’de doğmuştur. Hicri 40 yılında vefat etmiştir,
vahiy katipliği yapmıştır, güvenilir üç tariki, 1) Hişam b. Hasan el-Ezdi –
Muhammed b. Sirin – Abide es-Selmani – Ali b. Ebi Talib 2) Abdullah b.
Abdurrahman b. Ebi Hüseyin – Ebu’t-Tufeyl Amir b. Vasile el-Leysi – Ali b. Ebi
Talib 3) ez-Zuhri – Ali b. Zeynelabidin – Hüseyin b. Ali – Ali b. Ebi Talib
Tabiun dönemi ise
Hz. Peygamberi görememiş, sahabeye yetişebilmiş olanların dönemidir. Bu dönemde
tefsirde medreseler oluşmuştur. 1) Mekke Medresesi; kurucusu Abdullah b.
Abbas’tır. Arap şiirini tefsirde kullanmıştır. Talebeleri; Mücahid b. Cebr,
İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rabah. Mücahid akli tefsir
uygulayanların ilki olarak kabul edilmektedir. 2) Medine Medresesi; Medine’nin
en büyük alimlerinden olan Ubey b. Ka’b’ın öğrencileri; Ebu’l Aliye, Muhammed
b. Ka’b el-Kurazi, Zeyd b. Eslem’dir. Rey ile tefsirde öne çıkan Zeyd b.
Eslem’dir. 3) Kufe Medresesi; kurucusu Abdullah b. Mesud’dur. Onun medresesi
rey medresesi olarak nitelendirilmiştir. Öğrencileri Alkame b. Kays, Mesruk b.
Ecda, Esved b. Yezid, Mürretü’l-Hemedani, Amiru’ş-Şabi, el-Hasan el-Basri,
Katade b. Diame. Tabiun döneminin müfessirlerinin çoğu mevalidendir, yani
gayr-i Arap unsurlardandı. Böylelikle tefsire farklı sosyal çevre, din, dil ve
kültür muhitinden anlayış ve yorum katmışlardı. Bu dönemde ictihadın boyutları genişlemiş,
itikadi ve ameli mezheplerin temelleri atılmıştı. Bu dönemdeki tefsirler,
kaynak değeri taşımaz, kaynak değeri taşır ve ittifak edilenler kaynak değeri
taşır olarak değerlendirilmiştir. Bu dönemde Kur’an baştan sona tefsir edilmiş,
kelimelerin izahına geniş geniş fıkhi açıklamalara, şiirle istişhad metoduna ve
israiliyat haberlerine yer verilmiştir. Tefsirde tedvin bu dönemde
gerçekleşmemiş ama medreselerle ekolleşme başlamış oldu. Tedvin; bir araya
getirmek, toplamak anlamlarındadır. Tefsir ilk olarak hadis ilminin bir kolu
olarak tedvin edilmiştir. Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk
şahıs Mukatil b. Süleyman’dır. Tedvin döneminin ilk tefsirlerinin ortak
özellikleri dilbilimsel tefsirler olmalarıdır. Tefsir çeşitlerini iki ana başlıkta
zikredebiliriz; mevzii ve mevzui tefsirler. Mevzii tefsir; müfessirin
Kur’an’daki sure sıralamasını esas alarak her ayeti birer birer açıklamasıdır.
İcmali tefsirde müfessir, ayetleri kelimeden hareket ederek literal bir okumayı
esas alır, ilahi mesajın ne olduğunu tespit cihetine gitmez. Bu mevzii icmali
tefsir iki yaklaşım ortaya çıkarır; sadece lafızları dikkate alan lafzi tefsir,
lafızlardan yola çıkarak ilahi iradenin maksadını ortaya koymaya çalışan yorum
eksenli tefsirdir.
Tahlili tefsirde;
nakli ve ictihadi tefsir geleneği yerine göre geniş veya dar anlamda uygulanır,
yani lafız ile anlam arasında hassas bir denge vardır.
Bunlar rivayet ve
dirayet tefsirleridir.
Rivayet
tefsirlerinin zayıf noktaları; uydurma rivayetlerin tefsire sokulması,
rivayetlerin tahkiksiz ve senetsiz nakledilmesi, israiliyata yer vermesidir.
Meşhur rivayet
müfessirleri ve tefsirleri; et-Taberi / Camiu’l Beyan (her ne kadar rivayet
tefsiri arasında sayılırsa da kullandığı kaynaklarda hiçbirşey bulamazsa Arap
dili bilgilerine dayanarak yorumlamaya çalışmasıyla, yapmış olduğu tenkid ve
tercihlerde dirayet tefsiri özelliği taşır) el-Begavi / Mealimu’t-Tenzil, İbn
Atiyye el-Endülüsi / el-Muharraru’l Veciz, İbnü’l Cevzi / Zadu’l-Mesir, İbn
Kesir / Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, es-Suyuti / ed-Dürrü’l-mensur.
Dirayet Tefsiri;
yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp, dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere
dayanılarak yapılan tefsirdir. Buna rey ve akli tefsir de denilir. Önce rivayet
kaynaklarına başvurulur, buradan elde edilen bilgi akıl süzgecinden geçirilir. Buna
ek olarak ilm-i mevhibeye de ihtiyaç duyulur.
Dirayet tefsirini;
ictihadın zan manasına olması ve de ayet, hadis ve sahabe sözlerinden getirilen
delillerle izin verilmemesini delil göstererek caiz görmeyenler vardır. Bu
ayet, hadis ve sahabe sözlerinin bilgisiz insanlar için geçerli olduğunu ve
Muaz b. Cebel örneğini de göz önüne alarak caiz görenler de vardır.
Dirayet tefsirinde,
öncelikle lugat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, meani, kıraat,
usulu-d-din, usûl-i fıkıh, esbâb-ı nüzul, nesih-mensuh gibi ilimlerinin
bilinmesi, ön yargılı olunmaması, Kur’an’da kullanılan Arapça’nın bugünkü
Arapça olmadığının farkında olunması, kendi şahsı arzu ve isteklerine göre
hareket edilmemesi, hususlarına riayet edilmelidir.
Dirayet
tefsirlerinin öne çıkan isimleri; er-Razi / Mefatihu’l gayb, el-Beyzavi /
Envaru’t-Tenzil (eleştirilen yanı surelerin faziletine dair uydurma hadisler
içermesidir.), en-Nesefi / Medariku’t-Tenzil (Mutezili Zemahşeri’nin el-Keşşaf’ına
karşılık yazılmıştır), eş-Şirbini / es-Siracu’l-Münir (tefsirinde surelerin
faziletlerine dair hadis rivayetleri olmakla beraber bunların uydurma
olanlarını bildirmiştir, Ebussuud Efendi / İrşadu’l akli-s-selim (surelerin
fazileti ile ilgili nakiller bu tefsirde de vardır.) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur’an Dili (yoğun bir dirayet tefsiridir, kevni ayetlerde Kur’an’ı ilme
değil, ilmi Kur’an’a mutabık kılmak gerektiğini söyler, kelami konularda fazla
yoğunlaşmamış, mezhepçilik yapmamış, israiliyatı tercih etmemiştir, hadis
tenkidinde aynı titizliği göstermemiştir.
Mevzui Tefsir;
konulu tefsir de denilebilir. Kur’an’daki herhangi bir meseleyi -inanç, toplum,
hayat, evren vb.- araştırma konusu yaparak değişik surelerde zikredilen
nassları nüzul sırasına göre ele alıp usulüne uygun bir şekilde incelemek
suretiyle onun pratik hayata uygunluğunu ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamberin
uygulamış olduğu, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri metodunu çağrıştırır.
TARİHTEN GÜNÜMÜZE
TEFSİR EKOLLERİ
1)
Mezhebi Tefsir Ekolü; Ehl-i sünnet dışındaki diğer
mezheplerde ortaya çıkan Kur’an’ı görüşüne uydurmaya çalışan tefsirlerdir.
A)
Mutezile; Vâsıl b. Ata kurmuştur. Tamamen
rastyonalist bir anlayıştan hareket eder. Akılla nakille çeliştiğinde akıl
tercih edilir. Beş esas üzerinde dururlar; tevhid, adl, vaad-vaid, menzile-beynel
menzileteyn, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker. Mutezile’nin meşhurları;
el-İsfahani, Kadi Abdulcebbar, eş-Şerif el-Murteza, ez-Zemahşeri / el-Keşşaf
(Kur’an’ın belagi ve mucizevi yönünü ortaya koyması açısından otorite kabul
edilmiştir, israiliyat konusundaki titizliği, ahkamda mezhep taassubunun içine
girmeyişi olumludur.)
B)
Şia; Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali’yi ve soyunu
halifeliğe layık görenlerin oluşturduğu topluluktur. Burada ele alınan Şia’nın
İmamiyye / Caferiyye adıyla anılanıdır. Mezhebin inanç esaslarının başında
gelen imamet anlayışı vahiy kurumunun devamı niteliğindedir yani imamın da
peygamber gibi Allah tarafından bildirilmesi ve peygamberler gibi ismet
sıfatına sahip olması söz konusudur. Böyle olunca da tefsirde de sadece
imamların rivayetleri sahihtir. Görüşlerini Kur’an’a dayandırmak için Batıni te’villere
çok yer vermişlerdir. Şia’nın meşhurları; el-Kummi, et-Tusi, et-Tabressi,
el-Becahti, et-Tabatabai.
C)
Harici; Şia’ya karşı bir tepki olarak ortaya
çıktığını söylemek mümkündür. Kur’an’ın lafzına sıkı sıkıya sarılırlar. En
meşhur tefsirci Muhammed b. Itfiyyiş’dir.
2)
İşari Tefsir Ekolü; yalnız tasavvuf erbabına açılan
birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kur’an’ı açıklamaktır. Zühd ve
takva hareketi gelişerek tasavvuf olmuştu. Onlara göre Kur’an’ın zahiri
anlamının yanında Batıni bir anlamı da var. İlk temsilcileri; el-Hasan
el-Basri, Caferi Sadık, Abdullah b. Mübarek. Öne çıkan isim es-Sülemi’dir.
Gazzali’de gelişiminde önemli rol oynamış, Muhyiddin-i İbn Arabi ile de zirveye
ulaşmıştır. Eleştirilerin temelinde zahiri anlamın tamamen yorum dışına atılıp
ortaya konulan tefsiri delillendirecek sahih nakillerin bulunmasıdır.
3)
Fıkhi Tefsir Ekolü; ibadat, muamelat ve ukubatla
ilgili ayetlerin izahları ve hükümleriyle ilgilenir. Meşhurları; eş-Şafii,
et-Tahavi, el-Cassas, el-Kiya el-Harrasi ve Ebu Bekir İbnü’l Arabi’nin Ahkamu’l
Kur’an’larıdır.
4)
İlmi Tefsir Ekolü; Bu ekole göre Kur’an insana aklın
ilim yolunda kullanmayı öğütler ve bu, çağın telakkisine göre açıklanmalıdır. el-Gazzali
ile sistemleşmiştir. Fahruddin er-Razi, el-Mürsi, ez-Zerkeşi, es-Suyuti öne
çıkan isimlerdir. Katip Çelebi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı da sonraki dönem
isimlerdir. Tantavi Cevheri ile doruk noktasına ulaşmıştır. Emin el-Huli ve
diğerlerine göre bilimsel verilerin sürekli değişikliğe uğraması yüzünden Kur’an’da
varoldukları söylenemez. Böyle bir tefsir Kur’an’ın lugat ve belagatine de
zarar verir.
5)
İctimai Tefsir Ekolü; çağın toplumsal sorunlarını
nassların ışığı altında çözümlemektir. Kurucusu Muhammed Abduh’tur. Yöntemi
mushaftan ayetleri okuyup açıklamaktan ibaretti. Yaşadığı dönemin akılla
bilimin özdeşleştiği bir dönem olması hasebiyle Kur’an’ın da akla çok önem
verdiği savunmasını yapmak zorunda kalmıştır. Ekolün diğer önemli isimleri,
Reşid Rıza, Seyyit Kutub’tur. Akla verdiği önemle Modern Mutezile diye de
adlandırabiliriz. Taklidi şiddetle eleştirip batıl saymasıyla, israiliyata
karşı adeta savaş açmasıyla, mezhepçiliğe yer vermemesiyle olumlu
karşılanmışlar, aklı nakle tercih etmeleriyle, Buhari ve Müslim’de rivayet
edilen bir kısım hadisleri zayıf ve mevzu olarak nitelendirmeleriyle, aşırı te’vile
giderek Kur’an bütünlüğüne zarar vermeleriyle eleştirilmişlerdir.
6)
Modernist Tefsir Ekolü; Vahyedilmiş bir inanç ve
ameller pratiği olan Kur’an’ın bütün zamanlarda geçerli olduğunu iddia ederek
onu yaşanılan dönemde uygun yöntemlerle açıklamaktır. Bu ekol klasik modernist
olarak başlamıştır. Kurucuları Hintli olan Seyit Ahmet Han ve Emir Ali, Mısırlı
Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’tur. Taklide karşı bir tavır söz konusudur.
Tavırlarının arkasında onların dini, toplumsal hayattan uzaklaştırıp bireysel
hayata indirgeme istekleri vardır.
Çağdaş modernist (tarihselci) tefsirin
ilk temsilcisi Pakistanlı Fazlur-Rahman’dır. Diğer bir temsilcisi ise Fransız
Garaudy’dır. Garaudy Kur’an evrenselleştirilemez demektedir. En radikal söyleme
sahip olan Hasan Hanefi’dir. O, tarihselliği sadece vahyedilmiş metinlerin
değil Allah hakkındaki tasavvurların da bir özelliği olarak görmektedir.
Tarihselci modernistler ahkamın değişmesini talep etmiştir, örnek aldığı Batı
kutsal metindeki akıldışı şeyleri aklileştirmeye çalışırken. Tarihselci bir
yaklaşımla metne bağlı kalmadan Allah’ın maksadını tespit etmeye çalışmak Kur’an’ı
devre dışı bırakmak anlamına gelebilir. Hükmün değişebilirliğini modernistler
gibi zamanın değişmesine bağlı değil illetin değişmesine bağlamalıdır.
Murat aykaç
TEFSİR TARİHİ
Kur’ân’ı Kerim,
müslümanlar, hatta bütün
insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için mutlak surettetefsire ve
izah edilmesi îcâb etmektedir.[1]
Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize en
iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahısHz.
Peygamberdir. Dolayısıyla kur’ân kendini
tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi
islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2]
Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin
kendi emridir.
Hz. Peygamberden sonra
tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar
için ilk mercî olmuştı. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara
daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek
olmuşlardır.[3] Dört
halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı
kültür ve dine mensub cemiyetleride bünyesine katmıştır, böylece tefsirde her
dönemde gittikçe gelişmiştir.
HADİS
TARİHİ
Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek
mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefayı Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken
dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve
fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4]
Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir,
ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta
Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı
sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.hHadis sahifasi olduğu
belirtilen bazı sahabilerde vardır.[5]
Emeviler dönemi hadis rivayetinin
yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabetide denilen, hadislerin yazılması
faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem hadislerin oldukça fazla
miktarda hadisin uydurulduğu, uydurmaya karşıda önlemlerin alındığı bir dönem
olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her
bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh
Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerdn, Hz. Peygamberin verdiği
fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları
hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.
Bilindiği üzere tabiin,
tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları
genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni
problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak
müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada
başvurmuşlardır.Kur’ân vesünnetin nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada
fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmış.
Fıkıh ilmide yeryüzündeki her
ilim gibi doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış
daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede
iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini
üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler
bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya
hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.
Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre
birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara
bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i
nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş
sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat
danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]
Buraya kadar her bir ilmin tarihi
serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza bu
ililmlerdeki bilgi bütünlüğüne, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam
dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı
alanlara ve branşlara ayrılsada öz ve
esas olarak aynı temele dayanmaktadır.
İslamiyet içerisinde gelişen büyün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun
çevresinde O’na göre gelişmişlerdir.[7]
Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması vahye dayanması
itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartılşımaz.
Peygamber
efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak
hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla
çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek
teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti
.Hatta cemel ve sııfın gibi şavaşlara
neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının
sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına ,
doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve
kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif
şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap
olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tabiilerdiki çoğu mevali idi. Eski din ve
kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde
anlamışlardı.‘’[8]
İslam
coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu
durum karşısında sahabe ve tabıun efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete ve Peygamberimizden daha O hayatta iken
öğrendikleri içtıhada yani bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları
şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm
bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani
müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları
Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz
sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an
ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]
’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler
, Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz.
Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler
alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.
Hicri
birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam
düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka
ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri
çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen
ve disiplin altında toplanmaya başladı.
Buraya
kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin
dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre
genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi
bilgiyi işleyen olarak bu
bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek
istiyorum
İlk
dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilm ehlide
ilmlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi,
gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin
önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b.
Abbas hayayına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş
olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete
ulaşmıştır.[11]
Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz içinde
durum farklı değildi.
Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder.
Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.
[1] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31
[2] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33
[3] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
[5] Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav
[6] Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi
[7] İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86
[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 , Fecr yayınları , Ankara 2010
[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ? Klasik yayınları , İstanbul 2008
[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010
[11] Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010
İlmin Bütünlüğü Çerçevesinde Tefsir
Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü Okumaları Üzerine Değerlendirme
Ayşe
KARAKAYA / 12912704 / Yüksek Lisans
Bütün İslami ilimlerin kaynağı insanların dünya ve ahiret
saadetini sağlamak için yüce Allah tarafından inzal buyurulan kitabımız
Kur’an-ı Kerim’dir ve hepsinin ortak gayesi yüce kitabımızın en iyi şekilde
anlaşılması ve gereklerinin yerine getirilmesidir. Biz bu ilimlerden Kur’an-ı
Kerim’in lafız ve manalarının anlaşılmasını konu edinen tefsir, Kur’an-ı
Kerim’in hayata tatbikinin canlı örneği olan Peygamber Efendimizin söz, fiil ve
takrirlerini konu alan hadis ve yine Kur’an-ı Kerim’in insan hayatının ibadet
ve muamelat ile ilgili yönlerini düzenleyen hükümlerini ele alan fıkıh usullerinin
oluşumunu ve gelişimini mukayeseli olarak inceleyeceğiz. Öncelikle şunu
söyleyebiliriz ki, bu ilimler Cenab-ı Allah tarafından son Peygamber Hz.
Muhammed vasıtası ile gönderilen yeni şeriatın gereği gibi uygulanması için
ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar muvacehesinde paralel olarak bir gelişim
göstermişlerdir ve birbirleri ile ilişki içerisindedirler. Kur’an-ı Kerim’in
ilk ve en önemli tefsiri olan Peygamber Efendimizin açıklamalarını tefsir alanından,
İslam teşriinin en büyük iki kaynağı olan Kur’an ve Sünneti fıkıh alanından
ayrı düşünemeyiz. Her bir ilim dalı diğeri ile iç içedir ve birbirini
destekler. Nitekim Peygamber Efendimizin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden
açıklamaları ve nüzul sebepleri ile ilgili haberler ilk olarak hadis
mecmualarında yer almıştır. Hadis mecmualarının kitabu’t-tefsir bölümlerinde
yer alan Peygamber Efendimizin ve sahabenin tefsirle ilgili beyanları rivayet
yoluyla nakledilmiş ve hadis ilminin bir kolu olarak gelişmiştir.
Kaynağını Kur’an’dan alan her bir hüküm, Peygamber
Efendimizin açıklamalarıyla daha iyi anlaşılacak ve fıkıh usulü sayesinde
uyulması gereken bir kaide olarak kitaplardaki yerini alacaktır. Tefsir usulünün
konusu bu serüvende Kur’an elfazının inceliklerini araştırmak, müphem manaları,
diğer Kur’an ayetlerinden, Peygamberin açıklamalarından yola çıkarak
aydınlatmaya çalışacak kaideleri ortaya koymaktır. Hadis usulünün konusu ise
Kur’an ayetleri üzerinde Peygamber Efendimiz tarafından yapılan ve bize rivayet
yolu ile gelen açıklamaların haber değerini ortaya koymak, sahih olanını zayıf
ve uydurma olanından ayırmaktır. Fıkıh usulünün konusu da bütün bu verilerden
yola çıkarak, ferdin Allah ile, fert ile, toplum ile ve devlet ile hem dünyevi,
hem uhrevi anlamda ilişkilerini düzenleyen hukuk manzumesinin ve teşri
hükümlerinin oluşmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmaktır. Bu anlamda hadis
usulü ilmi diğer ilimlerin bir adım önündedir. Çünkü Hazreti Peygamber devrinde
teşriin kaynağı, vahy-i ilahi ve ictihad-ı nebevi idi. Kendisine vahyolan
ayetleri tebliğ ve tebyin etmesi bu vazifenin birinci bölümünü oluşturuyordu. İkinci
kaynağa nisbetle vazifesi ise şartlara göre hüküm ortaya koyması, yani istinbat
ve istimdadda bulunmasıdır ki buna da ictihad-ı nebevi denir. Hazreti peygamberin
tetkik ve takdire dayanan bu içtihadı, Allah Teala’nın murakabesi altında
teşekkül etmiştir. İçtihat doğru olarak sadır olmuşsa Allah onu tasvip, hatalı
ise irşad eder. Dolayısıyla sünnet de Kur’an-ı Kerim ile birlikte uyulması
gereken bir kaynak olarak tarif ve tavsif edilmiştir. Bundan dolayıdır ki dini ahkâmın
oluşmasında gerek tebliğ ve gerek içtihat olarak Hazreti Peygamberden sadır
olan her türlü söz ve fiilin sahih ve güvenilir kaynaklara göre nakledilmesi
büyük önem taşımaktadır. İşte hadis usulü ilmi bu anlamda sağlam ve güvenilir
bir hadis külliyatı oluşmasında hayati öneme haizdir. Nitekim sonraki asırlarda
bazı siyasi ve itikadi fırkalar bozuk fikirlerini desteklemek için hadis
uydurma faaliyetlerine giriştiler. Bu arada cahil kişiler ile siyasi fırkalara
aşırı derecede bağlı olanlar, halkı kendi düşüncelerine teşvik etmek maksadıyla
hadisler uydurdular. Bu sebeple özellikle Iraklı hukukçular. Hadis kabulünde sıkı
şartlar ileri sürmüşlerdir ve bu tabiun dönemi sahih hadislerle, uydurulmuş
hadisleri birbirinden ayırmak için usullerin tedvin edilmeye başladığı dönem
olmuştur. Hadis ilminin tefsir usulü ile olan ilişkisi de Hazreti Peygamberin
Kur’an’ın ilk müfessiri olması cihetinden ele alınmalıdır. O, Kur’an’ın müphem
ve mücmelini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder, nasih ve mensuhunu
bildirir. Sahabe ayetlerin nüzul sebeplerini bildirmekle Kur’an’ın
anlaşılmasını gaye edinen tefsir usulünün oluşmasına katkıda bulunur. Sonraki
dönemlerde mezhep kurucularının Kur’an’a ve hadise bakış açılarındaki
farklılıklar re’y ve hadis ekollerinin oluşmasını intaç etmiştir. Ehl-i hadis
hüküm istinbatında Kur’an ve hadisi ön planda tutarken, ehl-i re’y yaşadıkları
coğrafya gereği kıyas, istihsan metodlarını öncelikli olarak kullanmışlardır.
Netice olarak, bütün islami ilimlerin kaynağı yüce kitabımız
Kur’an-ı Kerim’dir. Tefsir alanı onu bir konu olarak ele alır ve açıklar, fıkıh
usulünün konusu da Kur’an’dır, ancak Hazreti Peygamberin açıklama ve
uygulamalarından yola çıkarak hükümler ve yaptırımlar ortaya koyar ve bu
ilimler insanlığa son ilahi mesaj Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve yaşanması,
insanın da bu mesaj ile hayatını anlamlandırması gayesine hizmet eder.
KAYNAKLAR
1- Tefsir Usulü, Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU
2- Hadis Usulü, Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT
3- Fıkıh Usulü, Prof. Dr. Fahrettin ATAR
Ramazan ÜNSAL (12912729) ramazanriza@gmail.com
Medine Devri: Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Medine'ye göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletlerarası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
Hadis ve Tefsir açısından, sahabe-i kiram Kur'ânı Kerîm’den nazil olan âyetleri ve onların beyanı mahiyetinde olan Hazreti Peygamberin sözlerini hıfzetmeyi ihmal edilmez bir görev telakki etmişlerdir. Mekke'den Medine'ye hicretleri, bu görevin ifasında, onlara daha geniş ve daha rahat imkânlar sağlamış; bu suretle câhiliye devrinin koyu dalâleti, yerini, İslâm'ın insanları ilme teşvik eden aydınlık yoluna terketmistir. Peygamberimiz önceleri yasaklamış olduğu hadis yazımını bazı sahabelere izin vermiştir. Hangi maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından yazılan veya yazdırılan bir vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek kadar tabii bir şey olmamak gerekir. Hazreti Peygamberin, Bizans împratoruna, Acem Kİsrâ'sına veya Mısır Mukavkış'a ve Habeş Necâşıye yazdığı mektuplar İslam tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında, yazılmış daha yüzlerce vesika vardır ve bu vesikaların yazılış sebepleri yahut konuları birbirinden farklıdır. Bu konuları şöyle sıralamak mümkündür:FIKIH TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.
FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK
Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiillerin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur. HADİS İLİMLERİ Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar. Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir. HADİS İSTİLAHLARI Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir. Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir. Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır. Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var: Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim: Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler: Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir: HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI Sıhhat yönünden: Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir: Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir. Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir. Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır. Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler. Sahibi yönünden: Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir. Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir. Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir. Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir. Senedde uzunluğu yönünden: Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır. Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır. Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür. Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü: Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır. Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir. Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer: - Metin tenkidi Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır. Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır. Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır. HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir. Hadis kitaplarının türleri: Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır: Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir. Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir. Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır. Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır. Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır. SONUÇ |
FİKRET AKMAN
ÖĞRENCİ NO:12912768
YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN
HADİS
TARİHİ – PROF. DR. TALÂT KOÇYİĞİT
Lugat
manası olarak kadîmin zıddı cedîd manasına gelen hadis haber, haber vermek,
tebliğ etmek, nakletmek manalarında kullanılmıştır.
Istılah
olarak ise umumiyet itibariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla
birlikte söz, fiil ve takrirlerine de ıtlak olunarak sünnetin muradifi gibi
kullanılmıştır. Hatta bazı hadis uleması, yalnız Hz. Peygamberin sözlerine
değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberlere de ıtlak
etmişlerdir. Ama Talât Koçyiğit hadis kelimesini rivayet edilmiş sünnet
anlamında kullanıyor burada.
Sünnet
İslamın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi
Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden
ayetler mücmel olarak gelmiş fakat rikatlerin adedi, şekli ve vakitleri
Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti
elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya
hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında
bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere ictihadda
bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih
edilmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’ı tebliğ ettiği insanlar eski sert yaşama
biçimlerini bırakarak Hz. Peygamberin getirdiği yeni yaşam şeklini öğrenmek
için çok istekli olmuşlardır. İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak
hayatlarını onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın
olsun ondan ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir
titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis
tedvini daha Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bu toplama işi hafızaya tevdi
edilmiş yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber hadis
rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz
konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş
görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur.
Hadisin
ilk devirde tedvin edilmemiş olması hiç yazılmadığı anlamına gelmez. Ama hadis
yazma işi iki devre yaşamıştır bu ilk devirde; hadis yazmanın yasak edildiği ve
ruhsat verildiği dönemler olarak. Yazma yasağının nedeni olarak yazının bu
devirde iyi gelişmediğiyle alakalı iyi yazı bilenlerin olmadığı gibi bir
gerekçenin yanı sıra asıl neden Kur’an sahifeleriyle karışma tehlikesidir.
İlimdeki ve insanların durumundaki hızlı gelişme neticesinde hadis yazılmasına
izin verilmiştir. İlk yazılı hadisler arasında Bizans İmparatoru’na, Acem
Kisrası’na, Mısırlı Mukavkıs’a, Habeş Necaşi’ye yazdığı mektupları,
anlaşmaları, memur tayinlerine dair yazılarını sayabiliriz. Bunların yanı sıra
Hz. Peygamberin sağlığında yazılmış Amr İbn Hazm, Halife Ebu Bekir ve Halife
Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri vardır. Bunlar incelendiğinde Amr İbn
Hazm’dan gelen rivayette görüş farklılıkları olsa da üçünün de içerik
bakımından birbiriyle uyuştuğu görülmektedir. Bu sadakat hadisleri üzerinden
hadis kitabeti yönünden şunlar söylenebilir:
-
Hz. Peygamber dini hükümlerin neşri
için daha başlangıçta yazıya başvurmuştur. Bunlar yazılı bir şekilde sağlam bir
yolla nakledilmiştir. Zikredilen bazı hadis sahifeleri şunlardır; Abdullah İbn
Amr, Cabir İbn Abdillah, Ali İbn Ebi Talib, Semura İbn Cundeb, Ebu Hurayra, Abdullah
İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Said İbn Ubade’nin sahifeleri.
Bu
bahsi geçen hadis sahifelerinden rivayet şekilleri sema’ veya vicadeten (aileye
intikal eden kitaplardan sema’ olmaksızın nakletmek) olmuştur. Vicade
hadisçiler arasında pek makbul görülmemiştir.
Hadislerin
ilk kaynağı sahabedir. Sahabe de lugat yönünden sohbet kelimesinden müştak
mekan ve zaman tahdidi olmaksızın bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka
kimsedir yani ıstılahi olarak Hz. Peygamberi gören her Müslümandır. Bu tanımdan
farklı tanımlara rastlamak mümkündür. İbn Hacer’in tanımı daha evladır; Mümin
olarak Hz. Peygambere mulakî olan, araya irtidad devri girmiş olsa bile
Müslüman olarak ölen kimseye denir. Sahabe kelimesinin bu tarifine rağmen
aralarında bir üstünlük dereceleri olması muhakkaktır. Dört halife, aşere-i
mübeşşere, Bedir Ashabı vs. el-Hakim Ebu Abdillah en-Neysabûrî’nin sahabeyi
oniki tabaka halinde derecelendirmesi en meşhur olanıdır.
Prof.
Dr. Muhammed Hamidullah Buharî’den işaret edilen hadisi ele alarak “Medine’de
hicretten hemen sonra yapılan sayımda erkek-kadın, ihtiyar herkesi şâmil olan
1500 sahabe sayısı açıklamaktadır. Hz. Peygamberin vefatı esnasında bu sayının
60.000 civarında olduğu rivayetler arasındadır. Ama bütün bu zikredilen
sahabenin hadis rivayet ettiği söylenemez. Bazı rivayetlere göre hadis rivayet
eden sahabe sayısı 1300 veya 1060 civarındadır. En çok hadis rivayet eden
sahabi Ebu Hurayra’dır (5374 hadis), ikinci sırada Abdullah İbn Ömer İbn Hattab
(2630 hadis), üçüncü ise Enes İbn Malik (2286 hadis), sonra sırasıyla Hz. Aişe,
Abdullah İbn Abbas, Cabir İbn Abdillah, Ebu Said el-Hudri gelir.
Yani
sahabelerin hepsi ilimle uğraşmamıştır. İlimle uğraşanların da bir kısmı hadis,
bir kısmı fıkıh, tefsir gibi ilimlere ilgi duymuştur. Mesela “kavlu Abâdile”
diye meşhur sahabiler “Abdullah İbn Zubeyr, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn
Ömer İbn Hattab, Abdullah İbn Amr İbnu’l As’dır.
Hadislerin
sıhhatinin garantisi ise sahabelerin adalet vasfına sahip olmalarıdır. Sahabe
Kur’an’da ve hadislerde övülmüştür. Ama Hz. Peygamber’den sonra siyasi
karışıklıklar olarak başlayıp itikadi farklılaşmalara varan fırka ve mezheb
çatışmalarında sahabenin bu özelliği adeta göz ardı edilmiştir.
Sahabe
devrinde hadislerin yayılması fetihlerin yayılmasıyla gelişmiştir. Sahabeler de
fetihlere katılıp fethedilen topraklarda yaşamaya başlamışlar ve ilk iş olarak
yapılan iş ise Hz. Peygamberin yaptığı gibi mescit inşası olmuştur. İşte bu
mescitler âlim sahabilerin önderliğinde ilim merkezleri olmuştur. Bunlar;
Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’dır. Medine’de Abdullah İbn Ömer,
Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah İbn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn
Amr İbni’l As, Basra’da Ebu Musa el-Eşarî ve Enes İbn Malik, Şam’da Muaz İbn
Cebel medreselerin teşekkülüne rol oynamıştır. Bu sahabelerin rivayet ettikleri
hadislerin sayısı ve onların ilimleri birbirine eş değildi, bu yüzden
gittikleri bölgelerde kendi bildiklerini öğrettiklerinden bilmediklerini
öğretememişlerdir ve böylelikle medreseler arasında farklılıklar olmuştur. Sahabe
arasında sâdır olan bu ahkam ile ilgili ihtilafın sebepleri şunlardır; iki veya
daha fazla manaya gelen lafızların olması yüzünden nassın bir manaya gelme
ihtimalinin yanında başka bir manaya gelme ihtimalinin de olması, sahabelerin
yaşadığı çevre ve ihtiyaçlarının farklı olması ama hadislerin sahabe devrinde
tedvin edilmemiş olması yüzünden müştereken müracatı sağlamamasıdır. İşte bu
ikincisi önem arzedip, insanların birbirinden hadis toplamak için seyahatlerin
başlangıç sebebi olmuştur. Bu seyahat hareketleri bir taraftan hadislerin daha
geniş ülkelere yayılmasını sağlarken diğer taraftan da hadis metninin değişik
şekillerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Başta
İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka, fıkhî
mezhepleri vs. medhetmek, teveccühlere nail olmak gibi çeşitli sebeplerle hadis
uydurma (mevzu) işine girişenler olmuştur.
Hz.
Peygamber devrinde ve daha sonraki dönem olan dört halife devrinde hadis
vaz’ının olmadığını söylemekle birlikte Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan
Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanan çarpışmalarla devam eden karışıklıklar ve
sonrasında yeni siyasi fırkalar zuhur etti; Havaric, Râfıza, Mürcie, Kaderiyye,
Cehmiyye, Muşebbihe, Mümessile gibi. Bu tür ihtilafların yayılıp gelişmesinde
İslam’ın Arap yarımadasını aşıp daha önce başka dinlere mensup olup bunların
etkisini tam söküp atamayan veya zorunlu olarak Müslüman olup kin besleyen
insanların topraklarında yayılmasının etkisi çoktur. Zaten yukarıda zikredilen
fırkaların oluşumunun başlangıcı aslen Yahudi olan Abdullah İbn Sebe’nin
faaliyetleri neticesidir. Ortaya çıkan bu oluşumlar görüşlerinin doğruluğuna
halkı inandırabilmek için dini nasslara ihtiyaç duymuşlardır. Sahih hadiste
bulamadıklarını uydurma yoluna gitmişlerdir. Hariciler bu işten sakınmışlardır,
bu işte öne çıkıp öncülük edenler Şiiler olmuşlardır. Onları takip edenlere bir
kapı açmışlardır. Irak’ta hadis uydurma o dereceye ulaşmıştır ki oranın
hadislerine kuşkuyla bakılır hale gelmiştir. Bundan sonra hadiste seçicilik
olabilmesi için faaliyetlere girişilmiş hadisin tahammül ve rivayet
kaidelerini, ravilerin şartlarını, cerh ve ta’dil hükümlerini tespit eden bir
ilim teşekkül etmeye başlamıştır.
Abbasiler
döneminde, zındıklar, ravendiyye, mukanna’iyye, hurraniyye gibi ilhad
hareketleri yoğunlaşmıştır. Bunun yanı sıra cebriyye (insan hiçbir şey yapmaya
kadir değildir, fiillerinde mecburdur, Kur’an mahluktur), kaderiyye (insan
kendi fiillerinin tam bir yaratıcısıdır), murci’e (kelimenin anlamı olan
ertelemek, terk etmek anlamından imanla küfür ile ilgili hükmün Allah’a terki
gerekir, iman artmaz eksilmez), mutezile (elmenzile beynelmenzileteyn formülü,
iman ve küfür meselesinde murtekibul kebire mümin de kafir de değildir, yalnız
şehadetleri batıldır, kaderin reddi vardır, Yunan felsefesi ile meşgul
olmuşlardır, Kur’an’ın mahluktur, cehmiyye ve kaderiyye diye de anılırlar) gibi
itikadi mezhepler ortaya çıkmıştır.
Hadis
vaz’ının sebepleri; siyasi ihtilaflar, itikadi ihtilaflar, İslam düşmanlığı
(Nesâi şöyle der: Hadis vaz’ı ile meşgul olan kezzâbun Medine’de İbn Ebi Yahya,
Bağdat’ta el-Vâkıdî, Horasan’da Mukâtil İbn Süleyman ve Şam’da Muhammed İbn
Saîd’dir), ırk, belde ve mezhep taassubu, hikayeciler ve vâizler.
Cerh
ve ta’dile duyulan ihtiyaç ise daha sahabe döneminin sonlarından itibaren yani
hadis vaz’ıyla birlikte başlamıştır. Beşeri zaafiyetler de diğer bir sebeptir
(hadislerin hıfzedilerek muhafazasından yazıya geçildiği zamanlarda hadiste ehil
olmayan kimseler de hadis işiyle meşgul olmuş ve hatalar yapabilmişlerdir).
Tedvin döneminde hadis ravileri diyanetine taalluk eden adaleti, hadisi
tahammül ve rivayetindeki dirayeti açısından incelemeye tatbik tutulmuşlardır.
Böylelikle
sahih olan hadisin tarifi yapılırsa denir ki; râvileri âdil ve zâbıt, senedi
muttasıl olandır. Ve hatta râvilerin birbirlerine adalet ve zabt derecelerinin
üstünlüklerine göre sahih li zatihi ve sahih li gayrihi diye bile
isimlendirilmişlerdir. Râvisi ne kadar güvenilir olursa olsun diğer
rivayetlerden muhalif bir şekilde tek kalırsa buna da şâz adını vermişlerdir.
Şâzlar da kabul görmemiştir. İsnadında sahabe atlanmışsa mürsel, sahabeden
sonraki tabakalarda bir veya birkaç ravi atlanmışsa munkatı’ veya mu’zal isimlerini
almıştır. Bir yalan üzerine ittifak edemeyecek bir çoğunluk tarafından rivayet
edilen hadisler mütevatir diye adlandırılmıştır. Ve bunların doğrulukları
kesindir. Bunların dışında doğru olup olmadıklarını tespit için birtakım
karineler gereken hadiselere de âhâd denmiştir. Tek bir kişiyle gelen haber
garib veya ferd, iki kişiyle gelen aziz, üç veya fazlasıyla gelen meşhurdur. Ve
bunların sahih olup olmama konularıdır tetkike gerek duyulan. Bu tetkikler
birinci asrın sonlarından itibaren sıkı bir şekilde ele alınmıştır.
Tedvine
gelince cemetmek ve toplamak manasına gelir. Hadis hususunda tedvin, hadislerin
iki kapak arasında bir kitap haline getirilmesidir. Yalnız tedvin kitabetten
farklıdır. Kitâbet Hz. Peygamber ve sahabe döneminde, sahabe tarafından
hadisleri yazma işiydi. Yani bazı sahabeler kendi hadislerini yazmışlardır.
Tedvine gelince kendi hadislerinin yanı sıra belki başka sahabelerden hadisleri
toplayarak biraraya getirmektir. Ömer İbn Abdilaziz’in emriyle hadis tedvinini
ilk yapan isim olarak İbn Şihâb ez-Zuhri (Hicri 124) zikredilir, yani hicri
birinci asrın sonu ikinci asrın başında.
Bir
de tasnif var ki -üçüncü asırda ortaya çıkmıştır- o da, bu toplama işini
yaparken hadisleri sınıflandırmaktır. Bu kitaplara musannaf denilmiştir. Beş
grupta toplarız: a) siyer ve meğazi; Hz. Peygamberin sireti ve gazveleri ile
ilgili haberler – hicretin birinci asrının sonuna doğru tasnif edilmeye
başlanmıştır. b) sünen; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleri –
ikinci asrın başlarında tasnif edilmeye başlanmıştır. c) câmiler; sünenlerdeki
gibi ahkam hadisleriyle, siyer ve megazi konularını ve diğerlerini de kapsar –
hicri ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmıştır. d) musannaflar; câmi gibi
bütün konuları kapsamayıp sünenlerden daha geniş bir muhteviyata sahiptir –
ikinci asırda tasnif edilmişlerdir.
Tasnif
işinin ravi isimlerine göre bir araya getirilenine müsned denilmiştir.
Bu
tasnif çalışmalarına hız veren âmiller de hadislerin yazılması ve toplanmasını
gerektiren âmillerden farklı değildir. Birkaçını sıralarsak:
a)
Siyer ve meğazi; el-Vâkıdî
(Kitabu’l-Meğazi ve Kitabu’s-Sire), İbn Hişâm (Siret İbn Hişâm)
b)
Musned; Yûnus İbn Habîb
(Musnedu’t-Tayâlisî), Ahmed İbn Hanbel (Musned)
c)
Sunen; zikrolunan sahihlik
sırasıyla en-Nesâi (el-Muctebâ), Ebû Dâvûd (Sunen), et-Tirmizî (Sunen), İbn
Mace (Sunen)
d)
Musannaf; Ebû Bekr İbn Ebî Şeybe
(Musannaf)
e)
Câmi’ler; el-Buhârî
(el-Câmi’u’s-Sahih), Muslim (el-Câmi’u’s-Sahih)
f) Cüzler; Mustahrecler ve diğerleri
1.KİTAB:TEFSİR TARİHİ(PROF.DR.İSMAİL CERRAHOĞLU)
1.Kuran-ı Kerim Nasıl Bir Kitaptır?
"Elif -Lam-Mim.Bu,o kitabtırdır ki ,kendisinde(ALLAH katından ğönderilmiş olduğunda)hiç şüphe yoktur.(O),Takva sahipleri için doğru yolun ta kendisidir."
O'nun muhtelif yönleri ele alınarak yapılan pek çok tarifleri arasından en özlü olan bir tanesini sunabiliriz:Cebrail vasıtasıyla ,Hz.Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş ,mushaflarda yazılmış,tevatürle nakledilmiş ,tilavetiyle taabbüd olunan ,kendine has özellikleri ihtiva eden ALLAH kelamıdır.
2.Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlamları
Tefsir kelimesi "Fesr"veya taklip tarikıyla "Sefr" köklerinden "Tef'il" vezninde bir mastardır.Fesr beyan etmek ,keşfetmek ,izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak ğibi manalarda kulanıkmaktadır.
Emin el Huli :"Fesr"veya "sefr"kelimelerinin her ikisi de keşif manasınadır."Sefr"kelimesinde zahiri maddi bir keşif,"fesr"kelimesinde ise manevi bir keşif görürüz ve bunlardan gelen tef'il babı ise manayı keşf ve ızhardır"
Tefsir kelimesi ıslah olarak "müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmektir."şeklinde tarif edilir.Fakat bu kapalılık kelamın sahibinden bir beyana muhtaç olur.Onun için hakiki tefsir,ALLAH ve RASÜLÜ'nün beyanı ile yapılandır.
Te'vil kelimesi evl kökünden tef'il ölçüsünde yapılan bir mastardır.Kelimenin aslı geri dönmek(rucu')manasınadır.Tef'il babı ise açıklamak,beyan,tefsir gibi anlamlarda kullanılır.Istılah olarak,"zahiri mutabık olan manayı iki ihtimalden birine hamletmektir.
2.KİTAP:HADİS TARİHİ(PROF.DR.TALAT KOÇYİĞİT)
1.Hadisin Lugat Ve Istılah Manası
Gerek lugat ve gerekse ıstılah yönünden hadis kelimesinin arzettiği manalar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur.
Lugat yönünden ;kadim(eski)nin zıddı cedid (yeni)mansına gelen hadis aynı zamanda haber manasına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller,haber vermek,tebliğ ve nakletmek gibi manalarda kullanılır.
Istılah yönünden hadis,umumiyet itbariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber,İslam uleması arasında yine aynı manada kullanılan kelimenin medlulunu tarif bahis konusu olduğu zaman,bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.Buna göre ,bazı usul ulemasının tarifinde hadis,Hz.Peygamberin söz,fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur;bu bakımdan kelime aynı manada kullanılan sünnetin muradifidir.
Bazıları da ,hadisi yalnız Hz. Peygamberin sözlerine tahsis etmişler ,başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir.
2.HADİSİN DEĞERİ
Hadisin sünnete müradif bir manaya sahip olarak sahabe devrinde ve mütaakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse ,İslam Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktırÇünkü İslam teşriinde sünnetin ,Kitap (Kuran)dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği ,bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır.
3.KİTAP:İSLAM HUKUK FELSEFESİ(İLM-U USULİ'L FIKH)(DR.ABDU'L-VEHHAB HALLAF,ÇEV.PROF.DR.H.ATAY)
Fıkhın Tarifi:fıkh,insanın sözleri ve işleriyle ilğili hususta nass bulunduğu zaman ,onlardan anlaşılan ,nass bulunmağı zaman diğer şeri delilllerden çıkarılan şer'i hükümlerin toplamından ibarettir.
Buna ğöre şer'i terim olarak Fıkıh ilmi :Ameli(bedeni)işlerle ilğili hükümleri ayrı ayrı delillerinden elde eden ilimdir,ya da işlerle ilğili şer'i hükümlerin toplamıdır.
Bilğinlerce işlerle ilğili şer'i hükümlerin kaynaklarının dört olduğu istikra yoluyla ortaya konmuştur:Kur'an,Sünnet,İcma ve Kıyas.Bu kaynakların esası ve ilk teşri' kaynağı Kur'an'dır.Sonra ğelen Sünet ,Kur'an'ın özet olanını açıklar ;ğenel olanını tahsis eder;mutlak olanını tayin(takyid) eder ve böylece onun açıllayıcısı ve tamamlayıcısı olur.
Usulu'l-Fıkh,hükümlere delil olmaları bakımından şer'i delilller ve delillerden anlaşılmaları bakımından hükümlerle ilğili olan araştırmalar ve kaidelerden başka .her ikisine ait ek ve tamamlayıcı konulardan teşekkül eder.Buna ğöre .şer'i terim olarak Usulü'l-Fıkh ilmi şudur:Ayrı ayrı delillerden işlerle ilğili şer'i hükümlerin anlaşılmasına yarayan araştırma ve kaidelerin tümü...
İsrafil GÖK
Öğrenci No: (12952754)
Birleşik Doktora
MUKAYESELİ TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ VE USULÜ OKUMASI
A-TEFSİR USULÜ VE TARİHİ
Bütün mahlukatı yaratan Allah Teala bunlarla birlikte insanı da yaratmış Kur'anın ifadesiyle yeryüzünün halifesi en mükerrem varlık yapmıştır. Her ne kadar insana iyiyi doğruyu bulma melekesini akıl melekesini verse de "onu başıboş bırakmamıştır" insanlık tarihinin ilk zamanlarında suhuflar göndermiş iken ilerleyen zamanda son peygamber de içinde olmak üzere 4 tane büyük kitap göndermiştir. Yüce yaratan melek aracılığıyla kendilerine kitap verdiği elçilerine hikmeti de beraberinde öğretmiş insanlığı dünya ve ahretin mutluluğuna ulaştırmak için model insanlar olan hemcinslerinden peygamberler göndermiştir.Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış olan biz insanların dünyada varoluş sebebimiz ayeti kerimenin ifadesiyle Allaha kulluktur. Rabbimizi tanımak , ona kulluk etmemiz bizlerden istenmektedir. Ahir zaman ümmeti olan bizleri aydınlatmak için yüce yaratan son kitap olan Kuran ı kerimi ve son peygamber Hz. Muhammed (sas)' i göndermiştir.
Kendisine kitap verilen peygamberin kitabın ayetlerini teybin etmek yeni hükümler koymak gibi bazı görevleri de bulunmaktadır. Peygamberin bağlayıcı mahiyette olan hüküm ifade eden söz eylem ve ikrarlarına hadis ilminde sünnet denir. Sahabe-i Kiram kuranla birlikte Hz. Peygamberin sözlerini eylemlerini de kaleme almış ve kaydetmişlerdir. Sahabe Kuran ayetleriyle birlikte ayetlerin bağlamı olan nuzül ortamlarını ve peygamberin tefsiri açıklamalrını da kayda geçirmişlerdir. Bir taraftan hadis ilmi diğer taraftan tefsir ilmi neşvü nema bulmuştur. Sekaleyn hadisinde de ifade edildiği üzere peygamber ümmetine iki emanet bırakmıştır. Allahın kitabı kuran ve peygamberin sünneti seniyyesi. Sahabe bir mesele ile karşılaştığında nasıl çözüm bulması gerektiğini peygamberden çok iyi öğrenmişti. Yemen'e muallim olarak gönderilen Muaz bin Cebel'in peygamberimizin sorduğu soruya cevabı çok önemlidir. Çözümü önce Allahın kitabında ararım onda bulamazsam sünnete bakarım onda da bulamazsam ictihadda bulunurum.
Şifahi tarzda başlayan Tefsir İlmi Hicri II:asrın yarısından itibaren yazıya geçirilerek tedvin edilip günümüze kadar gelmiştir. Kuran mesajının anlaşılmasına yönelik bu tarihsel sürece tefsir tarihi denir. Kaynak ların verdiği bilgiye göre tefsir ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiştir. Yüksek lisans ders döneminde görmüş olduğumuz hadis eserlerinde tefsir rivayetleri adlı dersten de bunu öğrenmekteyiz. Hadis mecmualarında "kitabu't Tefsir" başlığı altında yer alıyordu Daha sonra müstakil bir ilim haline geldi. Sahabe Kuranın büyük kısmını nüzul ortamına şahit oldukları için anlıyorlardı, çok az bir kısmı ile ilgili hususları peygamberden varid olan rivayetlerden öğreniyorlardı. Örneğin Fetih suresinde geçen "yedullahi favga eydihim" Allahın eli Beyatü'r Ridvan'da peygamberle biat yapanların ellerinin üzerindedir. Ayetini sahabe gayet iyi anlamışken Allahın elinin mahiyetini hiç düşünmemiş ve tartışmamışlar bunun mecazi bir ifade olduğunu Allah resulüne biat edenleri Allahın da onayladığını Allahın onlarla beraber olduğunu anlamışlarıdı. Ayetten kastedilen mana da esasında budur. Ayette sanılanın aksine bir müteşabihat söz konusu değildir. Sonradan gelenler lafızdan mana çıkarma yoluna gitmişlerdir. Kuranın kuranla tefsirinin yanında en mühim ikinci tefsir kaynağı Hz Peygamber'in sünnetidir. Tabiun ve sonrası dönemde tefsir ve yorum faaliyetleri arttı nüzul ortamını bilmedikleri için pek çok ayette tefsiri açıklamalara ihtiyaç duyuldu .Peygamber ve sahabe döneminde kuranın anlaşılması noktasında sorunla karşılaşılmıyordu, anlamadıklarında peygambere soruyorlarıd. Ancak bir taraftan İslam coğrafyasının genişlemesi yeni hadise fikir ve felsefi fikirlerin ve mezheplerin ortaya çıkması v e nübüvvet asrından uzaklaşıldıkça ayetlerin tefsri zorunlu hale geldi. İlkin rivayet tefsiri olarak başlayan tefsirlerin ardından dirayet tefsirleri ortaya çıktı. Sadece rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan bir tefsirdir.Bu genel tasnifin dışında ilerleyen zamanda mutezili tefsir ve şia tefsirleri gibi mezhebi tefsir ekollerinin yanında günümüze kadar pek çok tefsir ekolü ortaya çıktı; İşari tefsir, Fıkhi tefsir, İlmi Tefsir İctimai tefsir bunlardan bazılarıdır.
Sonuç olarak şunu diyebilirzi ki,Allahın kitabındaki ayetlerin tamamı aynı açıklıkta değildir. Mübhemi mücmeli müteşabihi var sahabe döneminde peygamberin açıklamaları yeterli sonraki dönemlerde kuranla ilgili bilinmeyenler arttı. Her ilmin nasıl bir disiplini ve usulu varsa tabii olarak tedvin ve sonrası dönemde Tefsir ilminin usulü ilkeleri yazılmaya başlandı. Tefsir usulü ilmi, Kuran tarihi kuran ilimleri ve tefsir tarihini içine alan bir ilimdir.
B-FIKIH USULÜ VE TARİHİ
Mutlak manada şari' Allah'tır Hz. Peygamber efendimiz ise mecazen şaridir ayette ifade edildiği üzere hüküm koyma yetkisi kendisine verilmiştir. Yaşadığı dönemde teşrii yetkisini kullanmıştır. Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı Kuran ve Peygamberdir.
Hanefilerin tanımından hareketle fıkhın tanımı; kişinin fıkhı ameli bakımdan lehte ve aleyhte olan şeri hükümleri bilmesidir . Ameli hükümler ibadetler,Ahval-ı Şahsiyye Siyaseti şeriiyye ukubat siyer ve edeb olmak üzere kısımlara ayrılır.İnsan cemiyetleri gibi fıkıh ve usulu Peygamberimizden zamanımıza kadar doğmuş, gelişmiş ve bugüne kadar ulaşmıştır. Fıkıh ilminin disiplin haline gelmesi tarihi gelişimi yedi devrede incelenebilir.
1-Risalet devri 2-Raşid halifeler devri (bu iki devre İslam hukukunun doğuş ve hazırlanış evresidir) 3- Hicri I.asrın ortalarından itibaren fıkıh mekteplerinin ortaya çıktığı devir 4-Hicri II.asrın başlarından IV.asrın ortalarına kadar devam eden fıkıh usulü ilminin vazedildiği devir 5- mezhebler arası tercihin mezheble ilgili kaidelerin çıkarıldığı (tahric) hicri yedinci asrın ortalarına kadar devam eden duraklama devresi 6- Yedinci asrın ortalarından mecellenin hazırlandığı hicri 13.asıra kadar devam eden gerileme devresi7- Meceleden zamanımıza kadar süren "yeni devre"
İslam hukuk tarihinde mezheblerin teşekkül devrinde ırakta rey ekolü hicazda da eser (hadis) ekolü ortaya çıkmıştır. Medinede şartlar ve durumlar çok fazla değişmediği için fukaha ellerinde bulunan mevcut hadislerle meselelere çözüm bulmakta zorlanmıyorlardı. Irak bölgesinde ise coğrafya değiştiği yeni kültürlerle yeni şartlarla karşılaşıldığından kıyas istihsan gibi ictihada kapı aralayan yeni yollarla meselelere çözüm bulmaya çalışmışlardır. Mezheblerin teşekkül devrinde literatürde Sünni mezhepler olarak nitelendirilen meşhur dört imamın öğrencileri ve görüşleri fetvaları kitaplaşmış ve zamanla kurumlaşmıştır. Öte yandan mutlak müctehit olduğu halde Leys bin Sa'd, Taberi gibi bazı alimlerin müntesibleri olmamıştır. Bununla birlikte Sünni tanımlamanın dışında yer alan Zeydiyye Caferiyye zahiriye gibi ameli mezhepler de tarihsel süreç içerisinde gelişmiş ve günümüzde de hala varlığını devam ettirmektedir.
Zamanın ilerlemesi, islamın farklı coğrafyalara yayılması yeni kültürlerle buluşma, dini metinlere farklı yaklaşım (zahiriye örneği) , siyasi ve itikadi fikirleri farklılığı farklı mezhebi ekollerin oluşmasına yol açmıştır. İmam Şafi, Mısır'a gittikten sonra önceki görşlerinin bir kısmından dönmüştür. Çünkü coğrafya şartlar ve zaman değişmiştir. Şafi'nini eski görüşlerine mezhebi kadim Mısır sonrası görüşlerine mezhebi cedid denilmektedir
Fıkıh Usulü , dinî metinlerin (Kur'an ve Sünnet) anlaşılması ve yorumlanması konusunda İslâm geleneği içinde müslümanlar tarafından oluşturulmuş yönteme ilişkin disiplindir. Fıkıh usulü, genel bir anlama ve yorumlama teorisi oluşturma gibi bir iddia taşımamakla birlikte böyle bir genel teori ve tefsir, hadis, kelâm gibi diğer disiplinler için dil, anlama ve yorumlama konusunda zengin bir bilgi birikimini ve çeşitli tartışmaları içermektedir. Usul tarihi açısından bakıldığında bu alanda iki yöntemin oluştuğu görülmektedir. Birincisi, mezhepler tarafından oluşturulan fıkhî birikime uygun bir yöntem tesis etme çabasında olan fakihlerin oluşturduğu "fakihler yöntemi" (tarîkatü'l-fukahâ); diğeri ise kendilerini herhangi bir mezheple kayıtlı görmeyen kelâmcıların oluşturduğu "kelâmcılar yöntemi"dir (tarîkatü'l-mütekellimîn). Ve bir de her iki metodu cem edenlerin yöntemidir. (memzuc meslek)
Fukahanın fıkıh anlayşı gibi fıkhi görüşlerin ictihadların oluşmasına sebep olan usul anlayışları da birbirinden farklı olabilmektedir. Asli delillerin yanında fukaha ve usuliyyunun zaman zaman kullandığı feri deliller de ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hanefiler daha çok istihsan delilini kullanırken Şafiiler daha çok istıshab deliline malikiler ise mesalihi mürsele delilini kullanmışlardır.
C-HADİS USULÜ VE TARİHİ
İslami ilimlerin en eski olanı hadis ilmidir. Hz.Peygamberin Kuranı teybin eden dini manada bağlayıcı olan söz fiil ve takrirleri sahabe tarafından kayd altına alınarak yazılmaya başlanmış vahyin nazil olduğu dönemde Allah resulü kuran vahyi ile karışır endişesiyle bir süre hadislerin kitabetini yasaklamış daha sonra buna müsaade etmiş burada bulunan bulunmayan ulaştırsın buyurmuş. Kur'an-ın peygamberin açıklaması olmadan anlaşılması hatta namazın bugün kıldığımız şekilde kılınması dahi mümkün değildir. Allah peygamberine kitabını indirirken bu misyonu O'na yüklemiştir aksi halde peygaberi bir postacı konumuna indirgemiş oluruz. Peygamberden bize ulaşan rivayetler kuranın ilk tefsiridir. Hz .Peygamber hayatta iken bazı sahabiler onun hadislerini yazarak "sahife" adı verilen küçük çapta kitaplar vücuda getirmişler. Hemmam bin Münebbih'in sahifesi bunlardan bir tanesidir. Hadis edebiyatının geçirdiği ilk aşama sırasıyla hıfz ,kitabet, tedvin ve tasniftir.
Halife Ömer bin Abdülaziz'in emriyle tedvin edilen ilk hadis kitabı İbn Şihab ez-Zuhri tarafından hazırlanmıştır. Hicri I.asrın sonu ile II.asır hadislerin tedvin edildiği dönemdir. Hicri III.asır ise hadislerin bize ulaşma evrelerinden olan tasnif döneminin altın çağıdır. Buharinin Sahihi başta olmak üzere k.sitte'nin hadis külliyatlarının hazırlandığı devirdir. İslamda hadis Kur'andan sonra ikinci sırada yer alan çok önemli bir dinî kaynak olmuştur. Aynı zamanda Hadis ve sünnet, tefsir ve fıkhın vazgeçilmez kaynağıdır. Tedvin ve tasnif döneminde tefsir ilminin alt bilim dalları ulumu'l Kuran nasıl teşekkülettiyse Dirayetü'l hadis olarak isimlendirlen cerh ve tadil, garibul hadis ilelül hadis ilmi gibi hadis ilminin alt bilim dalları da oluştu ve tam bir disiplin haline geldi.
Kur'anın farklı yorumları gibi, hadislerin de farklı yorumlarının yapılması, hadis imamlarının ve mezheb imamlarının hadis kriterlerinin farklı olması hangi hadislerin kaynak kabul edileceği, hangilerinin edilmeyeceği gibi hususlar farklı mezhebi ictihadların oluşmasına yol açmıştır. Bu farklı tutum kendisini fıkıh alanında Rey ehli olarak tanımlanan Hanefi mezhebi ile rivayetçi (veya hadis ehli) olarak bilinen Şafii, Maliki, Hanbelî mezhepleri olarak göstermiştir.
Mezheb imamlarının ihtilafında mezheblerin teşekkülünde imamların hadis kriterlerinin farklı olması birinin sahih olarak değerlendirdiği bir hadisi diğerinin zayıf olarak değerlendirmesi ya da birine ulaşan bir hadisin diğerine ulaşmaması bununla birlikte usullerin farklılığı ictihadların farklılığına ve neticesinde farklı mezheblerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu farklılık Allah resulünün rahmet olarak ifade ettiği bir husustur . Bu manada gerek itikadi gerekse ameli mezheplerin oluşumu ve çeşitliliği bütün semavi dinler için bir realitedir.
Son olarak hadis ilmi ile ilgili şunu diyebiliriz; Kuranın Allah tarafından korunmuşluğu ve günümüze kadar ulaşması herkes tarafından müsellem bir gerçekliktir. Sahabe tarafından cem edilerek iki kapak arasında Mushaf haline getirilen ve istinsahı yapılan Kur'an-ı Kerim'in yanında Sahabe, tabiun ve tebe-i tabiun Allah resulunün sünnetini dünyada eşi benzeri olmayan bir sened zinciri ve metin tenkidi süzgecinden geçirerek bizlere ulaştırmışlardır. Cenabı Mevla cümlesinden razı olsun..
SAKİNA ÖNEN - YÜKSEK LİSANS
بسم الله الرحمن الرحيم والحمد لله رب العالم
والصلاة والسلام على اشرف الانبياء والمرسلين
شرف الله هذه الأمة المحمدية وأكرمها فأنزل عليها كتابه ،
خاتم الكتب السماوية. فكان هذا النزول بواسطة جبريل عليه السلام يهبط به على قلب
النبي صلى الله عليه وسلم ليبلغه وحي الله وفي ذلك يقول الله جل وعلى :
" نزل به الروح الامين على قلبك من
المنذرين بلسان عربي امين ".
وبدأ ينزل القرآن على خاتم الأنبياء صلى الله عليه وسلم
مفصلاً ، أن للقرآن ثلاثة تنزيلات :
الأول: إلى الوح المحفوظ : " إنا أنزلناه في ليلة
القدر ".
والثاني : إلى بيت الغزة في السماء : روى الطبري عن ابن
عباس رضي الله عنه قال : أنزل القرآن إلى سماء الدنيا في ليلة القدر ، في شهر
رمضان جملة واحدة ثم أنزل نجوما أي أجزاء متفرقة . ولهذا كان التنزيل الثالث من
السماء الى الدنيا متفرق في مدة ثلاثة وعشرين سنة والدليل على ذلك في قوله تعالى :
" وقرآنا فرقناه لتقرأه على الناس متفرقا ". كيف كان تعريف هذاه القرآن.
تلقى النبي عليه
الصلاة والسلام القرآن المجيد بواسطة الوحي وقرر القراءة مع جبريل خوفا أن ينساه
فأمره الله بالإنساط والسكوت عند قراءة جبريل عليه السلام ، وطمأنه بأنه تعالى
سيجعل هذا القرآن محفوظا في صدره لكي يقرأه على الناس حتى يحفظوه ويجمعوه بعناية
وترتيب .
ولجمع القرآن معنيان: الحفظ والكتابة.
ولقوله تعالى :"إن علينا جمعه وقرآنه"
يدل على جمع القرآن وحفظه والمعنى كتابته كله مع ترتيب الآيات والسور.
فالقرآن كله كتب في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم
غير مجموع في مصحف واحد . فقد أغنى عن ذلك حفظ الصحابة له في صدورهم كمان وفقهم
عليها الرسول صلى الله عليه وسلم ونبههم الى مواضيعها بتوقيف من الله.
قال الزركشي : وإنما لم يكتب في عهد النبي صلى الله عليه
وسلم لئلا يقضي الى تغييره في كل وقت فلهذا تأخرت كتابته الى أن كمل نزول القرآن
بموته صلى الله عليه وسلم .
يبدو أن تسمية
القرآن " بالمصحف" نشأت على عهد أبي بكر رضي الله عنه، فلما
جمعوا القرآن كتبوه على الورق ، فقال أبو
بكر :التمسوا له إسما فقال بعضهم ( السفر ) وقال بعضهم ( المصحف ).
فاجتمع رأيهم على تسمية المصحف لأن السفر تسمية اليهود .
وكان كل ما يكتب يوضع في بيت رسول الله صلى الله عليه
وسلم ، وينسخ الكتاب لأنفسهم نسخة منه فتعاونت نسخ هؤلاء الكتاب والصحف التي في
بيت النبي صلى الله عليه وسلم مع حافظة الصحابة والأميين وغير الأميين على حفظ
القرآن وصيانته مصدقا لقوله تعالى :
"إنا نحن نزلنا الذكر وإنا له لحافظون
".
حفظ القرآن :
أوتي حفظ القرآن لرسول الله صلى الله عليه وسلم قبل
الجميع فكان عليه السلام سيد الحُفاظ وأول الجُماع.
يذكر البخاري في صحيحه أن عهد الحُفاظ في عهد رسول الله
صلى الله عليه وسلم لا يزيد عن السبعة وأن أسماؤهم لا توجد في رواية واحدة وإنما تُجمع
في ثلاث روايات:
·
الأولى: عن
عبد الله ابن عمر ابن العاص سمع رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: "خذو
القرآن من أربعة : عبد الله ابن مسعود – سالم- معاذ – أُبي ابن كعب.
·
الثانية عن قُتادة:
لقد سأل أنس ابن مالك على جُمّاع القرآن في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم فهم :
أُبي ابن كعب - معاذ ابن جبل - زيد ابن ثابت – أبو زيد.
·
والثالثة من
ثابت عن أنس: أبو الدرداء – معاذ - زيد ابن ثابت – أبو زيد.
أما السعيد ابن عبيد الملقب بالقارئ: لم يكن في روايات
البخاري الثلاث ووجد في الإصابة لابن حجر.
تلاوات القرآن :
أما فيما يخص قراءة القرآن اشتهر من الصحابة سبعة:
عثمان بن عفان – علي بن ابي طالب – أُبي ابن أبي كعب – زيد
ابن ثابت – عبد الله ابن مسعود – أبو الدرداء – أبو موسى الأشعري.
وكان بعض من الصحابة طلاب أُبي ابن كعب منهم: أبو هريرة –
ابن عباس – عبد الله ابن سائب – وكان ابن عباس تلميذ زيد ابن ثابت أيضاً، وهكذا
تكونت في العصر النبوي شبه مدرسة لتحفيظ القرآن ودراسته، ويؤكد ابن الجزري (توفي
833 هجري) أن الاعتماد في نقل القرآن على حفظ القلوب والصدور لا على خط المصاحف
والكتب أشرف خصيصه من الله تعالى لهذه الأمة والدليل على هذا يوجد في صحيح مسلم عن
النبي صلى الله عليه وسلم قال: "إن ربي قال لي :" قم في قريش فأنذرهم
، فقلت له أي رب اذن يثلغوا راسي حتى يدعوه خبزة " ( يشدخ الرأس ) فقال : اني
مبتليك ومبتل بك ، و منزل عليك كتاباً لا يغسله الماء تقرؤه نايماً ويقظاً ...... "
الحديث .فيفهم من هذا الحديث أن القرآن يُقرأ عن ظهر قلب فلا يحتاج جامعه إلى
النظر في صحيفة كُتبت بالمِداد الذي ينطمس ويزول إذا غُسل بالماء.
كتابة القرآن :
اتخذ جمع القرآن بالكتابة ثلاثة أشكال في ثلاثة عهود:
·
عهد النبي صلى
الله عليه وسلم،
·
عهد أبي بكر
الصديق رضي الله عنه ،
·
وعهد عثمان بن
عفان رضي الله عنه.
· أولاً عهد الرسول صلى الله عليه وسلم:
يوجد ما بين كتاب الوحي: الخلفاء الأربعة – معاوية - زيد
بن ثابت – أُبي بن كعب – خالد بن الوليد – وثابت بن قيس.
كان النبي صلى الله عليه وسلم يأمر بكتابة كل ما ينزل من
القرآن حتى تظاهر الكتابة جمع القرآن في الصدور، قال زيد بن ثابت: كُنا عند رسول
الله صلى الله عليه وسلم نألف القرآن من الرقاع (وقد تكون من جلد أو ورق ) كما كتب
القرآن كذلك على الحجارة أو العسب (جريد النخل) أو الاكتاف (عظم البعير أو الشاة)
والخشب والجلد.
أما عن ترتيب الآيات والبسملة فليس لأحد دخل في ترتيب
آيات القرآن بعد أن وقف جبريل رسول الله صلى الله عليه وسلم على ترتيبها ووقف
النبي صلى الله عليه وسلم بدوره كتبة الوحي على ذلك.
أخرج أحمد بإسناد حسن عن عثمان بن أبي العاص قال: كنت
جالساً عند رسول الله صلى الله عليه وسلم لما قال: "أتاني جبريل فأمرني أن أضع
هذه الآيه هذا الموضع من هذه السورة: "إن الله يأمر بالعدل والإحسان وإيتاء
ذي القُربي" إلى آخرها.
كذلك كثيراً من الأحاديث تصور رسول الله صلى الله عليه
وسلم يُملي القرآن على كُتاب الوحي ويوقفهم على ترتيب الآيات، والترتيب التوقيفي
يظهر في خطبة الجمعة أو في قراءة القرآن وقت الصلاة أو في وضع البسملة في أوائل
الآيات.
ويقول الزركشي أن ترتيب بعض السور ليس هو أمراً أوجبه
الله بل أمر راجع إلى اجتهادهم واختيارهم ولهذا كان لكل مصحف ترتيب وهو قول لا يجب
أن يسلم على شكله لأن الصحابة اشتهدوا بكتابة المصاحف كما كانو يسمعوا من النبي
صلى الله عليه وسلم وذاك لأنفسهم فقط ولمصاحفهم الخاصة ليس للناس حتى اجتمعت الأمة
على ترتيب عثمان وتركوا مصاحفهم الفردية .ولو كانوا يعتقدوا أن الأمر مفوض إلى
اشتهادهم لاستمسكوا بترتيب مصاحفهم .
·
ثانياً جمع
القرآن في عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه:
كُتب القرآن كله على عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم إلا
أنه كان مفرق الآيات والسور وأول من جمعه في صُحف مرتبة هو سيدنا أبو بكر. كان صلى
الله عليه وسلم يأمر بكتابة القرآن ولكنه كان مفرقاّ في الرقاء والأكتاف والعسب فجُمعت
أوراقه في بيت الرسول صلى الله عليه وسلم فجمعها وربطها بخيط حتى لا يضيع منها شيء
.
في سنة 12 هجري كان جمع أبي بكر للقرآن بعد موقعة
اليمامة حيث استُشهد فيها سبعون من حُفاظ القرآن من الصحابة فخاف عمر بن الخطاب أن
يذهب كثيراً من القرآن فاقترح أبي بكر أن يجمع القرآن، استنكر أبو بكر قائلاً: كيف
نفعل ما لا يفعله رسول الله. ففكروا في هذا الأمر حتى شرح الله صدر ابي بكر بذلك. فطلب
أبو بكر من زيد بن ثابت أن يجمع القرآن كما كان يكتب الوحي لرسول الله صلى الله عليه
وسلم وقد قام زيد بعد أن أقنعه أبو بكر بأنه شيء خير وشرح الله صدره كما مع أبو
بكر وعمر ، فأجمعه من العسب وصدور الرجال.
فأمر أبو بكر الجمع فكان لا بد قبول الآيات من شاهدين: الحفظ
والكتابة. فكانت الصحف عند أبي بكر حتى توفاه الله ثم صارت عند عمر ثم حفصة بنت
عمر. حيث ترك سيدنا عمر الخلافة شورى للمسلمين فلم يكن عثمان هو الخليفة ليترك معه
وكانت حفصة هي زوجة الرسول صلى الله عليه وسلم وحافظة القرآن وتعلم القراءة
والكتابة .
وقد قال علي ابن
ابي طالب كرم الله وجهه : أعظم الناس في المصاحف أجرا هو ابو بكر رحمه الله وهو
اول من جمع الكتاب .
· ثالثاً جمع القرآن في عهد عثمان :
اتسعت الفتوحات الإسلامية وتفرق المسلمون في الأقطار واشتهر
في كل بلاد من البلدان الإسلامية قراءة الصحابي الذي علمهم القرآن.
أهل الشام ابي بن كعب - أهل الكوفة عبد الله بن مسعود-
والآخرين ابن موسى الأشعري - وكان بينهم اختلاف في حروف الأداء حتى كان يصل الأمر إلى
النزاع والشقاق، فقرر أن يستنسخ أمير المؤمنين مصاحف عديدة ويبعث إلى كل بلد مصحف
منها، وأمر الناس بإحراق ما عداها.
اختار عثمان أربعة من خيرة الصحابة وثُقاة الحُفاظ زيد
بن ثابت – عبد الله بن الزبير – سعد بن العاص – عبد الرحمن بن هشام – لهذا الجمع.......
· المصاحف العثمانية في طور التجويد والتحسين
:
كانت المصاحف العثمانية خالية من الشكل والنقط وضل الناس
يقرؤون القرآن في مصحف عثمان بضع وأربعين سنة حتى خلافة عبد الملك وكثرة التصحيفات
وانتشرت في العراق .
فكانت القراءة في بعض كلمات القرآن وحروفه تتغير بعد
اختلاط الناس بغير العرب وبدأت العجمة تمس سلامة لغتهم . ففي سنة 65 هجري خاف بعض
رجال الحكم أن يتترق التحريف الى النص القرآني اذا ضلت المصاحف غير مشكولة ولا
منقوطة ، ففكرو بأحداث أشكال معينة تساعد على القراءة الصحيحة ، وفي هذا المجال
يذكر كل من عبد الله ابن زياد (توفي سنة 67) والحجاج ابن يوسف الثقفي (توفي سنة
95)......
أما النص القرآني نفسه فلا يتغير فيه شي لأنه مجموع في
صدور العلماء ، يأخذه بعض عن بعض بالتلقي والمشافهة ، وتحسين الرسم القرآني لم يتم
دفعة واحدة .........
· تفسير نشأته وتطوره :
التفسير مر باطوار كثيرة حتى صار الان بكثير
من المؤلفات النبي صلى الله عليه وسلم هو اول شارح لكتاب الله يبين للناس ما نزل
على قلبه او ما اوحى اليه .
الصحابة كانو يجرؤون على تفسير القران وهو
عليه السلام معهم يتحمل هذا العبئ العظيم ويئديه حق الاداء حتى فارقهم ولحق عليه
السلام بالرفيق الاعلى.
المفسرون من الصحابة كثيرون وأشهرهم عشرة :
الخلفاء الاربعة – ابن مسعود –ابن عباس – ابي
ابن كعب – زيد ابن ثابت – ابو موسى الاشعري – وعبد الله ابن الزبر - . وكان ابن
عباس أشهر وأقوى مفسر وشهد له رسول الله صلى الله عليه وسلم بالعلم ودعى له
:" اللهم فقهه في الدين وعلمه التأويل " وسماه ترجمان القرآن .
روي عن بعض المفسرين من الصحابة مثل أبي
هريرة وأنس ابن مالك وعبد الله ابن عمر وجابر ابن عبد الله والسيدة عائشة أم
المؤمنين إلا ما روي عنهم قليل بالنسبة الى العشرة السابقين. فنشأت من مكة
والمدينة المنورة والعراق طابقة من المفسرين .
أهل مكة كانو أعلم الناس بالتفسير لأنهم
أصحاب ابن عباس .
علماء التفسير من أهل المدينة كمثل زيد ابن
اسلم وفي الكوفة أصحاب ابن مسعود
أما التابعين فقد
جمعوا أقوال من تقدمهم وصنفوا التفاسير وكانو بذلك أرهاصا لابن جرير الطبري الذي
يوشك المفسرون جميعا من بعده أن يكونوا عالة عليه.
وكان من التفسير
ما يسمى:
·
بالتفسير المأثور وهو يرجع الى الصحابة
والتابعين وتابعيهم
·
والتفسير بالراي يعني بالتفكر
واجل التفاسير
بالمأثور هو تفسير ابي جرير الطبري ويسمى كتابه جامع البيان في تفسير القرآن ومن
خصائصه انه عرض فيه لأقوال الصحابة والتابعين .
وتفسير الشيخ ابن
كثير المتوفي سنة ( 744هـ) يقرب تفسير الطبري ويوافقه في بعض الأمور
وكان تفسيره باسط في العبارة واضح في الفكرة ودقيق في الإسناد .
لكن الصحيح في
الروايات قد اختلط بغير الصحيح (الدس على الإسلام من طوف اليهود والفرس وتشويه
تعاليمهم ).
فكان على المفسر
بالمأثور أن يدقق في تعبيره وأن يحترس في روايته ويحتاط كثيرا في ذكر الأسانيد.
والتفسير بالرأي
قد ينقسم إلى أربعة :
الأول: النقل عن
رسول الله صلى الله عليه وسلم مع الإنتباه بين الضعيف والموضوع.
الثاني : الأخذ بقول
الصحابي.
الثالث : الأخذ
بمطلق اللغة.
الرابع : الأخذ
بما يقتضيه الكلام ، ويدل عليه قانون الشرع وهذا هو النوع الذي دعى به النبي صلى
الله عليه وسلم ابن عباس في قوله : " اللهم فقهه في الدين وعلمه التاويل".
وأشهر التفاسير
التى تتوافر فيها هذه الشروط منهم تفسير الرازي المتوفي (606هـ) في كتابه "مفاتيح الغيب "،
وتقسير البيضاوي المسى "أنوار التنزيل وأسرار التأويل" ، وتفسير أبي
السعود المسى " إرشاد العقل السليم إلى مزايا القرآن الكريم "
الحديث النبوي
أو السنّة النبوية، عند أهل السنة
والجماعة
هو ما ورد عن الرسول محمد
بن عبد الله
من قول أو فعل أو تقرير أو سيرة سواء قبل البعثة أو بعد
الوحي والحديث والسنة عند أهل السنة والجماعة هما المصدر الثاني من مصادر
التشريع الإسلامي بعد القرآن .وذلك أن الحديث خصوصا
والسنة عموما يظهران لقواعد وأحكام الشريعة ونظمها ،
وموضحان لبيانه ومعانيه ودلالاته. كما جاء في سورة النجم :" وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى ."
فالحديث النبوي هو
بمثابة القرآن في التشريع من حيث كونه وحياً أوحاه الله للنبي ، والحديث والسنة
مرادفان للقرآن في الحجية ووجوب العمل بهما ، حيث يستمد منهما أصول العقيدة والأحكام المتعلقة
بالعبادات والمعاملات بالإضافة إلى نظم الحياة من أخلاق وآداب وتربية.
قد اهتم العلماء على مر العصور بالحديث النبوي
جمعا وتدوينا ودراسة وشرحا. كان الهدف الأساسي منها حفظ الحديث والسنة ودفع الكذب
عن النبي وتوضيح المقبول والمردود مما ورد عنه.
الفرق بين الحديث القدسي
والنبوي
الفرق بين الحديث القدسي والأحاديث النبوية
الأخرى أن هذه نسبتها إلى النبي، وحكايتها عنه، وأما الحديث القدسي فنسبته إلى
الله، والنبي يحكيه ويرويه عنه، ولذلك قيدت بالقدس أو الإله، فقيل : أحاديث
قدسية أو إلهية، نسبة إلى الذات العلية، وقيدت الأخرى بالنبي .
فقيل
فيها أحاديث
نبوية نسبة إلى الرسول صلى الله عليه وسلم، وإن كانت جميعها صادرة بوحي من الله عز
وجل، لأن الرسول صلى الله عليه وسلم لا يقول إلا الحق .
الأحاديث الواردة في التدوين
قد ورد النهي عن كتابة الحديث في أحاديث مرفوعة
وموقوفة، كما ورد الإذن بها صريحة عن النبي. فمن الأحاديث الواردة في النهي ما
رواه الإمام مسلم بن الحجاج في صحيحه،
قال:
«حدثنا هداب بن خالد الأزدي حدثنا همام عن زيد
بن أسلم عن عطاء بن يسار عن أبي سعيد الخدري أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: «لا
تكتبوا عني ومن كتب عني غير القرآن فليمحه وحدثوا عني ولا حرج»[124]»
وما رواه أحمد في مسنده قال حدثني إسحاق بن عيسى حدثنا عبد الرحمن بن زيد عن أبيه
عن عطاء بن يسار عن أبي هريرة قال: كنا قعودا نكتب ما نسمع من النبي صلى الله عليه
وسلم فخرج علينا فقال: «ما
هذا تكتبون»؟ فقلنا: ما نسمع منك. فقال: «أكتاب مع كتاب الله»؟ فقلنا: ما نسمع. فقال: «اكتبوا كتاب الله، أمحضوا
كتاب الله، أكتاب غير كتاب الله. أمحضوا كتاب الله أو خلصوه». قال: فجمعنا ما كتبنا في
صعيد واحد ثم أحرقناه بالنار قلنا: أي رسول الله، أنتحدث عنك؟ قال: نعم، تحدثوا عني ولا حرج ومن كذب علي متعمدا
فليتبوأ مقعده من النار.
ومن الأحاديث الواردة في إباحة الكتابة ما رواه
أبو داود والحاكم والدارمي وأحمد وابن
أبي شيبة عن عبد الله بن عمرو،
قال:
كنت
أكتب كل شيء أسمعه من رسول الله صلى الله عليه وسلم أريد حفظه فنهتني قريش وقالوا:
أتكتب كل شيء تسمعه ورسول الله صلى الله عليه وسلم بشر يتكلم في الغضب والرضا؟
فأمسكت عن الكتاب فذكرت ذلك لرسول الله صلى الله عليه وسلم فأومأ بأصبعه إلى فيه
فقال اكتب فوالذي نفسي بيده ما يخرج منه إلا حق
يقسم
الأحاديث المضافة إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم قولا أو فعلا أو تقريرا أو صفة
إلى ثلاثة أقسام :
·
الصحيح.
·
الحسن .
·
الضعيف.
·
أ- الحديث الصحيح.
·
وقد اشتمل التعريف على هذه الشروط للحديث الصحيح ، وهي خمسة نوضحها فيما
يلي:
·
أولاً: اتصال السند : وهو أن يكون كل واحد من رواة الحديث
قد سمعه ممن فوقه.
·
ثانيا: عدالة رواته : والعدالة ملكة تحمل صاحبها على
التقوى، وتحجزه عن المعاصي والكذب وعما يخل بالمروءة، والمراد بالمروءة عدم مخالفة
العرف الصحيح.
·
ثالثا: الضبط : وهو أن يحفظ كل واحد من الرواة الحديث إما
في صدره وإما في كتابه ثم يستحضره عند الأداء.
·
رابعا: أن لا يكون الحديث شاذاً، والشاذ هو ما رواه الثقة
مخالفاً لمن هو أقوى منه.
·
خامسا: أن لا يكون الحديث معللاً، والمعلل هو الحديث الذي
اطلع فيه على علة خفية تقدح في صحته والظاهر السلامة منها.
قال الإمام المحدث الفقيه الولي الصالح النووي رحمه الله :-
وإذا قيل في حديث: إنه صحيح فمعناه ما ذكرنا، ولا يلزم أن يكون مقطوعا به في نفس
الأمر وكذلك إذا قيل: إنه غير صحيح، فمعناه لم يصح إسناده على هذا الوجه المُعتبر،
لا أنه كذب في نفس الأمر، وتتفاوت درجات الصحيح بحسب قوة شروطه،
·
ب - الحديث الحسن .
قال الإمام المحدث الفقيه اللغوي أبو سلمان الخطابي
الشافعي رحمه الله تعالى في تعريفه :
الحديث عند أهله ثلاثة أقسام: صحيح وحسن وضعيف، فالحسن ما عُرف مخرجه واشتهر
رجاله، وعليه مدار أكثر الحديث وهو الذي يقبله أكثر العلماء وتستعمله عامة
الفقهاء، وقال الإمام الكبير أبو عيسى الترمذي رحمه الله: الحسن الذي لا يكون في
إسناده من يُتهم ولا يكون حديثاً شاذاً ويُروى من غير وجه نحوه،
جـ - الضعيف.
وهو ما لم يجتمع فيه شروط الصحيح ولا شروط الحسن المتقدمة،
·
مباحث
في علوم القرآن تاليف الدكتور صبحي صالح
·
علوم
الحديث ومصتلحه الدكتور صبحي صالح
İSLAM
BİLİMLERİ’NDE BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
A. BİLGİ VE BİLİM KAVRAMLARININ İÇERİĞİ
A.1. Bilginin
Kavramsal İçeriği
Bilgi, kendi varlığının farkında olan insanın, kendisini, kendi iç
dünyasında ve etrafında olup bitenleri, evreni anlama ve anlamlandırma
çabasının sonucu olarak, bilinçlilik halini doğuran bilme faaliyetini anlamlı
kılan, bilme eyleminin karşılığı olan her şeydir. İnsanın varlığını sürdürebilmesi,
'' bilme ''sine bağlıdır. ''Bilme'' de ancak ''bilgi'' ile gerçekleşebilir.
İnsanın insanlığını gerçekleştirmesi de, kültür ve uygarlık yaratması da, ancak
bilgi ile mümkün olabilir.
İnsan, özne olarak bilen ve bilmeyi isteyen bir varlıktır. Kendini ve
kendisi dışındaki şeyleri, nesneleri bilmek ister. Çünkü nesneler bilinmesi
gereken şeylerdir. Öyle ise, nesne araştırılan şeydir, yani insan bilgisinin
konusudıur. Dolayısıyla bilgi, özne ile nesne arasında kurulan bir bağdan
doğmaktadır. İnsan bu bağı, bilgi edimleri (fiil/act) ile kurar. Yani
bilgi özneden nesneye, insandan nesneye doğru yönelen bilinçlilik halidir.
Bilgi fiilinin olabilmesi için öznenin bilgi konusuna yönelmesi şarttır. Çünkü
yönelme olmadan bilgi olmaz. Bilginin elemanları, özne, nesne, öznenin
duyularla elde ettiği duyu verileri, onların soyutlanmasından elde edilen
kavramlar ve bu kavramlardan kurulan yargılardır.
ÖZNE (İNSAN) ……1……..NESNE (VARLIKLAR) ………2………BİLGİ
A.2. Bilimin Kavramsal İçeriği
Kaynak ve aidiyet açısından açısından bilginin sağlamlığı, güvenilir ve sağlam
bilgiye ulaşabilmenin ön kuşulu gibidir. Bilimsel bilgi, birikimli bir bilgidir
; bütün bilim dallarında daha önce oluşmuş birikimin üzerine yeni bir şeyler
ilave edilerek yeni bilgiler, teoriler üretilir. Her bilim adamı, tutarlı ilmi
faaliyet için, öncelikle sahip olduğu, üretim için esas alacağı bilginin
kaynağını iyi bilmek zorundadır. Çünkü, kaynağı bilinmeyen bilginin içerik
bakımından sağlıklı bir değerlendirilmesini yapmak her zaman mümkün olmaz.
İçerik açısından bilginin sağlam olup olmadığı tespit edilmeden, bilginin
bilimselliğinden söz etmek mümkün değildir. Müslümanlar, on dört asırlık zaman
diliminde, hayatın bütün alanlarından hiç de küçümsenemeyecek bir birikim oluşturmuşlardır.
Bu birikimin her ne kadar Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis gibi üretildiği alanların
bir kısmı belli ise de, bu dar alanlarda bile, malumat-bilim ayrımını
gerçekleştirebilmek pek mümkün değildir. O halde “doğru yöntem”, bize,
ulaşabildiğimiz bilginin içerik açısından vahyi bilgi-beşeri bilgi şeklinde
tasnifi işimizi büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Bu durumda, beşeri bilginin
içeriğinin sağlamlığının araştırılmasının önünde hiçbir engel kalmamaktadır.
Kavramların güvenilirliği sorunu, İslam Düşünce Tarihi'nin en temel problemlerinden
birisidir. Özellikle toplumsal boyut taşıyan kavramların, mezheplere, gruplara,
cemaatlere verilen isimlerin tarihsel akış içerisinde nasıl anlam
değişikliklerine uğradıkları, ve nasıl keyfi olarak kullanıldıkları zaman zaman
gözden kaçırılmıştır. Bunun sebebi, belki de '' süreç '' mantığının çok fazla
önplana çıkmayışı olabilir. İslam Bilimleri dediğimiz bütün alanlarda,
öncelikle kavramlar konusuna özen göstermek, İslam Düşüncesinin tarihi seyrini
anlamayı kolaylaştıracağı gibi, Müslümanların bilim dünyasına yapmış oldukları
katkının ortaya çıkmasına da imkan sağlayacaktır.
Nesnel olgu-nesnel olgu arasındaki ilişkinin gözardı edilmesi, zaman, mekan
ve fikir kaynamasının farkında olunmaması, müslümanların mevcut birikimini
doğru değerlendirmeyi güçleştiren bir husustur. Hiçbir fikir, görüş ve düşünce
boşlukta doğmaz; her fikrin mutlaka sosyal, siyasal, teolojik, felsefi vb.
dayanak noktaları, ya da beslenme kaynakları ve oluştukları ortamları vardır.
İslam Bilimlerinin hangi dalında araştırma yapılırsa yapılsın, kavram konusuna
ve '' olay-olgu '' ilşkisine dikkat edilmediği sürece, geçmiş hakkında doğru
bilgi sahibi olmak, pek mümkün olmayacaktır. Bu da ancak, İslam Bilimleri
alanında metodoloji konusunda bir ortak paydanın sağlanması ile
gerçekleştirebilir.
DEĞERLENDİRME-1 OLGU-1
OLAY………………………. DEĞERLENDİRME-2………………………….. OLGU-2
DEĞERLENDİRME-3 OLGU-3
B. İSLAM BİLİMLERİNİN TANIMI
İlim genel anlamda, kendine özgü hedefleri, temel önermeleri, araştırma
alan ve yönetmeleri olan ve bir disiplini oluşturan düzenli bilgi şeklinde
tanımlanır. İlk dönemlerde Müslümanlar tarafından başlangıçta parça parça ve
belli konularda düzensiz bir şekilde ortaya konulan bilgilerin veya ilmi
faaliyetlerin, daha sonra kendine özgü hedefler ve temel önermeler oluşturarak
ve belli yöntemler kullanarak düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi disiplinlere
dönüşmesiyle islam bilimlerinin kurumsallaşmaya başladığı görülmektedir. Başka
bir deyişle islam bilimi veya bilimlerinin doğası ve tarzı bu aşamadan itibaren
kendi öz kimliğine ve farklı karakterine kavuşmaktadır. Dolayısıyla islam
bilimleri temelinde amacında yaklaşımında alanına ve tutumunda kendine özgüdür.
Aslında müslümanların sadece İslam’ı anlamaya-yorumlamaya- savunmaya- yaşamaya
yönelik ilmi faaliyetlerde bulunmadıkları buna ilaveten insan kapasitesinin
kavrayabildiği bütün bilgi alanlarına yöneldikleri ve her alanda ilmi
faaliyette bulundukları bir gerçektir. Genel anlamda belli metotlar kullanarak
elde edilen savunulabilir sistemli bilgi için kim tarafından üretilirse
üretilsin herhangi bir nitelemede bulunmaksızın ilim veya bugünkü tanımıyla
bilim kavramı kullanılabilir. Bu anlamda bilim evrenseldir ve tüm insanlık için
ortak kullanım sahasına sahiptir.
İslam bilimleri olarak görülebilecek disiplinler kelam, fıkıh ve fıkıh
usulü, tefsir ve hadistir. Bu bilimler, din olarak doğrudan İslam’a ait inanç,
ibadet, ahlak, haram-helal konularını
incelemektedir. Hz. Peygamber’in hayatı (siyer) ve sonraki islam tarihi, tarih
boyunca ortaya çıkan düşünce ekollerini inceleyen mezhepler tarihi, islam
bilginlerinin hayatını ele alan rical tarihi ve dini metinlerin anlaşılmasında
kullanılan arap dili ve belağatı islam bilimleri çerçevesine dahil
edilmektedir.
İSLAM BİLİMLERİ/DİSİPLİNLERİ
islam tarihi rical tarihi
mezhepler
tarihi arap
dili ve belağatı |
C. İSLAM BİLİMLERİNİN TASNİFİ
İslam
düşüncesinde bilimlerin kurumsallaşmasını ve gelenek oluşturmasını sağlayan
belli konu ve bilimlere ait eser yazma geleneği üç aşamada gelişmiştir.
1. devre: en kolay ve basit evredir. Bu bir görüşün, bir hadisi veya önemli bir
sözün müstakil bir sahifede kaydedilmesinden ibarettir.
2. devre: herhangi bir konudaki benzer görüşlerin veya hz. Peygamberin hadislerinin
bir kitapta toplandığı, tedvin edildiği devredir. Bu arada bir kitapta toplanan
fıkha ve tefsire dair haberlere de rastlanır.
3. devre: tasnifle zirveye ulaşan devredir. Çünkü bu dönemde görüşler ve yazılanlar
sıralanmış, düzenlenmiş ve belli konular ve özellikler çerçevesinde
dizilmiştir. Müslümanlar bu üçüncü devreye Abbasilerin 1. asrında ulaştılar.
Daha önceleri alimler hafızalarından konuşuyorlar veya münferit bir konudaki
bilgileri bir risalede topluyorlar veya ilmi, çeşitli sahifelerden
naklediyorlardı. bu durum hicri 150’lere kadar devam etmiştir. Müslüman
alimlerin tefsir, hadis, fıkıh, arapça, tarih ve megazi kitaplarını tasnife
başlamaları bu zaman rastlar.
İslam düşüncesinde bilimlerin tasnif edilmeye başlandığı 3. asrın sonları
ile 4. asrın başlarına kadar pekçok siyasi ve itikadi mezhepler oluşmuş ve
farklı görüşleri destekleyen çok sayıda kelami eser kaleme alınmıştır.
İlimlerin tasnifinden önceki dönemde yazılan eserlerin büyük bir kısmı hadis,
fıkıh ve kelamla ilgiliydi. İlim kavramının sıklıkla kullanıldığı ve merkezi
bir yer işgal ettiği eserleri başında hadis literatürü gelmektedir. Esasen ilk
dönemde ilmin kapsamına Kur’an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili
dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları hadis taraftarlarınca
ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, kelam ve tefsir
terimleri daha sonraki dönemlerde bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik
anlamlarını kazandılar. Aristo’nun eserlerinin arapçaya tercümesiyle birlikte
islam dünyasında sistemli dini bilginin dışında müslümanlara ait olmayan
biliginin varlığı anlaşıldı ve felsefe ve diğer yabancı bilimler de “ilimler”
sınıfına dahil edilidi. Bu sayede önceleri islam dini hakkındaki bilgiler
anlamında kullanılan “ulûm” terimi, bilimler ve ilmi disiplinler manasına
gelmeye başlamıştır.
Nakli/dini İlimlerden tesfir, esas itibariyle Kur'an ilimleri denilen
çeşitli disiplinlerin birikimi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir
ilmi için bir bakıma usule ait disiplinlerdir. Tesir ilmi literatürü, kendi içinde
rivayet ve dirayet tefsirleri olmak üzere iki kategoride değerlendirilmiştir.
Hadis ilmi de rivayetü'l-hadis ve dirayetü'l-hadis (ulümü'l-Hadis) şeklinde
ikiye ayrılır. Ulümü'l- Hadis tabiri, Kur'an ilimleri gibi Hadis usülünün temel
disiplinlerini oluşturmaktadır. Fıkıh İlmi, şeri-ameli hükümlerin furu denilen
ayrıntılı kısmını incelerken fıkıh usülü, bu feri hükümlerin kesinlik ifade
eden icmali delillerden nasıl çıkarılacağını ortaya koyar. Fıkıh usülü içinde
alt disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve feraiz gibi disiplinler de
vardır. Usülü'd-Din de denilen Kelam ilminin bölümleri ise, zaman içinde felsefeyle
iç içeliğinin sonucu olarak felsefi ilimleri andırır biçimde şekillenmiştir.
D. İSLAM BİLİMLERİ (ÖZELDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH)’ NİN TARİHSEL BAĞLAMDA
DEĞERLENDİRİLMESİ
Dini İlimlerin omurgasını oluşturan tefsir-hadis-fıkıh
sahasındaki ilmi faaliyetler Medine döneminde ve Emevi çağının başlangıcında,
temelde Kur'an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştı. Emevilerin
sonları ve Abbasilerin birinci döneminde, alimlerin çoğunluğu, dini ilimlerle
meşgul oldu. Bu asırda iki tür ekol ortaya çıktı. Birinci grubun ilmi
çalışmalarında, nakilcilik ve mevcut ilmi birikimi öğrenip aktarmak hakim idi.
Bunlara Ehl-i Hadis denirdi. İkinci grubun çalışmalarında ise, yeni görüşler ve
akli temellendirmeler üretme anlayışı hakimdi. Bunlara da akılcı denirdi. İslam
bilimleri, bu iki ekolün gayretleri ve çalışmalarıyla oluşmaya başladı.
Bu sebeple İslam düşüncesinde yaklaşık h.143 yılı İslam bilimlerinin
oluşmasının ve tedvin faaliyetinin başlangıç tarihi olarak belirlenmiştir. H.136-150
yılları arasında hilafet makamında oturan Abbasi halifesi Mansur döneminde
bizzat devletin gözetiminde başlatılan faaliyetlerdir. Bu çalışmalar, Mansur
sonrası İslam toplumunun sosyal ve düşünsel hayatının yaklaşık bir asrına
damgasını vurmuştur. Bu bir asrı aşkın hummalı düşünsel faaliyet dönemi Tedvin
Asrı olarak adlandırılmaktadır. (Eğer tedvinden sırf bazı meseleleri
kaydetmek kastedilirse bunun için oldukça gerilere, ilk halifelerin ve Allah'ın
Resulünün dönemine gitmek gerekir.)
Tedvin faaliyetinin başladığı belli başlı ilk şehirler veya kültür
merkazleri Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen'dir. Ellerinde yazılı
belgeler ve zihinlerinde İslam mirasını taşıyan alimler, daha çok buralarda
toplanmışlardı. Ancak onların sahip olduğu miras, belli konulara göre
ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış düzensiz bilgi, haber ve
yorumlardan oluşuyordu. Bu alimlerin çalışmalarıyla, bu bilgi birikimi ele
alınarak konularını konularına göre ayrılmaya ve düzenlemeye başlandı. Bu
düzenleme ve sınıflandırmalar sonucunda, mevcut bilgiler tefsir, hadis, fıkıh,
kelam, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edildi. Alimler, bu dönemde hakim
olan bir yöntem olarak, '' hafızalardan ve ellerindeki tertip edilmemiş sahih
sahifelerden rivayette bulunmak suretiyle bu ilimleri oluşturuyorlardı. Bu
dönemde alimlerin ellerinde bulunan yazılı metinler, düzenli ve gereken konu
bütünlüğü, gözetilerek yazılmış metinler değildi. Burada önemli olan husus,
ilmin üretilmesi değil, ilmin tedvin edilmesi ve bablara ayrılmasıdır. Bu
yüzden ilmin tedvininden şu anlaşılmaktadır: Ortada teşekkül etmiş, hazır bir
ilim vardır. Tedvin yapacak (=müdevvin) alime düşen görev; neredeyse bu ilmin
toplanması ve sınıflandırılmasıyla sınırlıdır. İlim kavramı o dönemde genellikle
hadis ve ona bağlı tesfir ve fıkıh için kullanılıyor idiyse de lügat, meğazi ve
benzeri yardımcı bilim dalları için de ilim ifadesi kullanılabilir. Bu bağlamda
temelde ortak zemin ve çerçeveye sahip disiplinler bu dönem itibariyle belli
başlı kategorik disiplinler haline gelmiştir.
Mehmet Tahir pekim /12952702
İslam İlimlerinin kaynağı bizzat Kur'an-ı Kerim'dir.Çünkü Kur'an-ı Kerim,kendisi üzerinde düşünülmesini,anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen,netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarını teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır.Kur'an-ı Kerim Hz.Peygamber'e ''tebliğ'' ve ''tebyin'' ile görevli olduğunu belirtmiştir.Muhammed Hamidullah'ın Suffa Ehli hakkında İslam'ın ilk üniversitesi tabirini dikkate aldığımızda ve buna benzer misyonu ifa eden mescidlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz.Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde birbirlerine geçmiş halde bulundukları bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'an-ın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görüyoruz.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere bir bütün Muhammed Abid Cabiri'nin dediği gibi ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık de bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir.(İslam Tarihi,Mezhepler Tarihi,Arap Dili ve Belagati gibi...) Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143/760-761 miladi yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu.Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktı.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde gelişti.Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı,kelamı,tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlandı.
Dinî İlimlerin omurgasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler Medine döneminde ve Emevîler devrinin başlangıcında temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamî ilimlerin temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet ile birlikte bu iki temel kaynaktan hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. İlâhî Kelam olan Kur’an’ı açıklamayı hedefleyen Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkez nokta konumundadır. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.
Tefsir kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinene bir bilimdir.
Bu yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tefsiri’ olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.
Gerek rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen klasik tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri olarak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.
Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.
Fıkıh ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı
Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.
Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.
Hadis ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı
Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur.
Tefsir İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:
Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına;
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır.
İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.
Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.
Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.
Yüksek Lisans
Emrah MERAL
12912714
TEFSİR TARİHİ[1]
Kur'ân-ı Kerîm
Kur'ân-ı Kerîm: Cebrail
vasıtasıyla, Hz. Peygamber'e Vahy yolu ile indirilmiş, Mushaflarda yazılmış,
tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle taabbüd olunan, kendine hâs özellikler
ihtiva eden Allah Kelâmıdır.
23 yıla yakın peygamberlik
müddeti içinde, Hz. Peygamber'e Cebrail vasıtasıyla İlâhî vahiy mahsulü olarak
gelen Kur'ân-ı Kerîm, çok kısa bir zamanda tevhid akidesini yayarak, insanlığı
dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve ona iki âlemin saadet
yollarını göstermiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'i, bütün
mucizelerin üzerine çıkaran en mümeyyiz vasfı, onun, Arap harflerinin bir araya
gelmesinden başka bir şey olmayan fasıllar mecmuası oluşudur.
Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlamı
“Tefsir” ve “Te’vil” lügat yönünden
anlamlarını tesbit etmek, sonra da ilk devirdeki durumlarını araştırmak lâzım
gelir.
Tefsir kelimesi “Fesr veya
taklib tarikiyle “Sefr” köklerinden “Tef’il”[2] vezninde bir masdardır.
Fesr, beyân etmek, keşfetmek, izhâr etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi
mânâlarda kullanılmaktadır. “Fesr” lügatte tabibin hastalığı teşhis için bakmış
olduğu az suya denir. Tefsir kelimesinin taklîb tarikiyle türeyebileceğini
söylediğimiz “Sefr” kökü, bu kelimenin Araplar arasında, kapalı bir şeyi açmak,
ve açmak gibi mânâlarda kullanıldığı görülür.
Tefsir kelimesi ıstılah
olarak “Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” şeklinde tarif
edilir. Kısacası, hakiki
tefsir rivayete muhtaç bulunan yani tevkîfi olandır
Tacul-arusda[3] Te'vil “Zahiri mutabık olan mânâyı iki ihtimalden birine
hamletmektir”.
Her iki kelime Kur'ân'da
tefil babında kullanılmıştır. Tefsir kelimesi sadece bir defa Furkan sûresinin
33, âyetinde geçmektedir Müfessirler buradaki tefsirin mânâsını tafsil ve beyân
olarak zikretmektedirler.
Te'vil kelimesi ise
Kur'ân-ı Kerîm'de 15 âyette geçmektedir. Bazen kelamın te'vili, bazen rü'ya ve
ahlâm te'vili, bazen de amellerin te'vili gibi anlamlarda kullanılmaktadır
Tefsir ile te'vil
arasındaki farkı en güzel belirtenlerden biri şüphesiz Ebû Mansûr el-Maturîdî
(ö. 333/994) olmuştur. “Tefsir sahabe içindir, te'vil ise fakihlere aittir.
Yani Sahabe hâdiselere şâhid olup, hakkında Kur'ân nazil olan hususu
bildikleri ve gözleriyle bizzat müşahede ettikleri için onlara göre âyetlerin
tefsiri, murad olunan şeyin hakikatiydi. Bu ancak, bilen kimseden işitilen ve
müşahede edilen şey gibidir. Tefsir hususunda, Kur'ân'ı kendi re'yleri ile
tefsir edenler, ateşdeki yerine hazırlansın, şeklindeki haberden maksad, tefsir
ettiği hususun doğruluğuna Allah'ı şâhid getirmesidir. Te'vile gelince, işin
sonunun beyanıdır.Te'vilde Allah'ı şâhid göstermek yoktur.
İslâm'ın ilk günlerinde,
sahabenin Kur'ân tefsiri hakkında iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Bir kısım
sahabe, Kur'ân tefsiri hakkında, söz söylemekten çekinirken, diğerleri ise onu
tefsir ediyorlardı. Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu haberde “Bir kimse
Kur'ân hakkında bilmeden ilimsiz olarak konuşursa ateşten oturacak yerine
hazırlansın”[4] denilmektedir. Hz. Ebû
Bekr (ö. 13/634), Hz. Ömer (ö. 23/643) ve Abdullah b. Ömer (ö. 71/690) gibi
seçkin sahabe tefsirden çekinmişlerdir. Bir gün Hz. Ebû Bekr'e (r.a) bir âyetin
mânâsı sorulduğunda “Allah'ın Kitabı'na dâir bir şeyi kendi fikrime göre tefsir
eder veya bilmediğim halde söylersem, hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi
semâ beni gölgelendirir” demişti. Hz. Ömer’in de bu işi sıkı tuttuğu görülmektedir:
“Sabîg adında biri, bir gün Medine'ye gelip Kur'ân'ın müteşâbihatı hakkında,
sual soruyormuş. Bunu haber alan Ömer, onu çağırtıp, yaş hurma dalları ile
başını kanatıncaya kadar dövmüş, Medine'den memleketine göndermiş, onunla hiç
kimsenin görüşmemesini Ebu Musa el-Eş'arî (ö. 44/664) ye emretmişti”
Tefsir hareketinden
çekinme tabiilerden bazılarına da sirayet etmiştir. Mesela, Said b.
el-Müseyyib'e (ö. 94/712), Kur'ân'ın bir âyeti sorulduğunda:
“Biz Kuran hakkında bir
şey demeyiz” derdi. Diğer bir haberde, ona Kur'ân'dan bir ayet sorulduğunda:
“Bana Kur'ân'dan sormayın,
onu, kendisine bir şey gizli olmadığını zannedene -İkrime'yi kastederek-
sorun,” demiştir. Ubeydullah b. Amr b. Hafs (ö. 147/764) da, Salim b. Abdillah
(ö. 106/724) ve el-Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr (ö. 108/726) hakkında
“Onlar Kur'ân'ı tefsir
etmezlerdi”[5] demektedir. Muhammed b. Sirîn (ö. 110/728) Kur'ân'ın bir
âyetini Ubeyde es-Selmâni (ö. 72/691 )den sordum;
“Allah'tan sakın,
Kur'ân'ın niçin nazil olduğunu bilenler gidip kayboldular, senin için yol
budur”[6] demiştir. Bu hareket daha sonrakilere de intikal
etmiştir.. Bize kadar ulaşan haberlerde, Hz. Peygamber’in Kur'ân'ı
muhataplarına açıkladığı beyân edilmektedir
Kur'ân'ın tefsiri
konusunda re'y izharından korkanlar bulunmakla beraber, sahabe ve tabiilerden
birçok kimsenin Kur'ân'ı tefsir ile meşgul olduklarını görmekteyiz. Mesela,
Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652) ve Abdullah b. Abbas (ö. 68/687) gibi müfessir
sahâbiler, sûreleri okuyor ve tefsir ediyorlardı[7]. Tefsir ilminde meşhur olan bu iki şahsın, ilk devirde,
bildikleri hususlarda konuştuklarını ve tefsirde ihtiyatlı hareket ettiklerini
görmekteyiz
İbn Mes'ud “Ey insanlar,
Allah'tan sakının. Bir kimse bir şey biliyorsa, o bildiği şeyi söylesin; eğer
bilmiyorsa, o zaman Allah en iyi bilendir desin” demiştir.[8] Bu haberden anlaşılıyor
ki, ilk devirde sahabe bildiklerini söylemiş, bilmedikleri hususlarda da
bilgimiz yoktur diye itiraf etmişlerdir. Tefsir hususunda bildiklerini
söylemeye ve tefsire teşvik eden haberler pek çoktur. Mesela, Ebû Nuaym'ın, İbn
Abbas'tan naklettiği bir haberde İbn Abbas “Kur'ân'da vecihler vardır. Onun en
iyi vechini yükleniniz”[9], Said b. Cübeyr (ö.
95/713) “Kur'ân'ı okuyup da sonra tefsir etmeyen kimse kör ve A'râbî gibidir”[10], Mücâhid ise “Allah'a mahlukâtının en sevimlisi, inzal
edileni (Kur'ân'ı) en iyi bilenlerdir”[11], demektedirler. Buhârî'de, Hz. Peygamber'den nakledilen
bir haberde, “Sizin en hayırlınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğreteninizdir”[12] buyurulmaktadır. Buradaki öğrenme ve öğretme mücerret
değil, öğretilen şeylerin içeriğini bilme manasındadır.
Netice olarak, şunu
söyleyebiliriz: İslâm'ın ilk asrında Kur'ân tefsiri denilince, Allah'ın,
Peygamber’in ve sahabenin Kur'ân'ı açıklaması ve beyânı akla gelmektedir.
Bundan dolayı ilk devirlerdeki müfessirler eserlerinde tefsir lafzından ziyade
te'vil kelimesini kullanmışlardır. Bunun sebebi, sözlerinin kat'iyet ifade
etmemesi ve aynı zamanda tevazularını ifâde etmekti. Meselâ, İbn Kuteybe (ö.
276/889) eserine “Te'vilu Muşkili'l-Kur'ân”, Taberi “Câmiu'l-Beyân an
Te'vili'l-Kur'ân”, Maturidî ise “Te'vilâtu'l-Kur'ân” ismini vermiştir.
Bazen, tefsir ve te'vil
lafızlarının birbirlerinin yerine kullanıldığı da görülmüştür.
Tefsir Ve Terceme
Arasındaki Fark
Terceme kelimesinin
ıstılahtaki mânâsı, “Bir kelâmın mânâsını diğer bir lisanda dengi bir tabir
ile aynen ifade etmektir”. Terceme aslî mânâsına tamamen mutabık olmak için
sarahatte, delalette; icmalde, tafsilde; umumda, hususta; ıtlakta, takyitte;
kuvvette, isabette, hüsnü edada, üslûbu beyanda, hasılı ilimde, sanatta
asıldaki ifadeye eşit olmak iktiza eder
Terceme iki kısımda incelenebilir.
1- Harfî veya lafzî terceme:
Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen veya diğer bir deyimle
müradifi müradifinin yerine konması gereken tercemedir.
2- Tefsirî terceme: Nazmında
ve terkibinde aslına benzetilmesi gerekmeyen tercemedir. Bu tercemedeki gaye,
metindeki mana ve gayelerin güzel bir şekilde ifade edilmesidir. Bu tercemeyi
yapan kimse, cümlenin delalet ettiği mânâyı diğer dilde de aynı şekilde ifade
edecek bir şekilde anlatımda bulunur
Kur'ân-ı Kerîm’in terceme
edilebileceğini söyleyenlerin maksadı, onun tefsiri tercemeleridir. Yoksa
Kur'ân terceme edilebilir diyenler, asla harfî tercemeyi kastetmemişlerdir.
Kur'ân'ın harfî tercemesinin yapılamayacağında İslâm âlimleri icma ile ittifak
halindedirler.
HAZRETİ PEYGAMBER ZAMANINDA
TEFSİR
Kıyamet Süresi’nin 17-19
uncu âyetleri Kur'ân'ın, Hz. Peygamber tarafından açıklanacağını ifade etmektedir.
Kur'ân'ın nazil olduğu devirdeki Araplar, ileri bir kültür seviyesinde
değillerdi. Yazı sanatı yok denecek kadar az olmakla beraber, belirli vasıfları
ihtiva eden sözlü sanatlar ve şiir epeyce ileri durumda idi. Bilhassa
konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat ve mecaz, tasrih ve kinaye, îcâz ve itnâb
gibi edebî sanaatlar kullanılmakta idi. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ı, ilk
muhatapları kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları
kısımları, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı. İlk
devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam
imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı.
Hz. Peygamber devrinde
tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in (s.av) kendisi
olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm’in en
sağlam tefsir kaynağı yine Kur'ân'dır.Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir
mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde
daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele
inceleneceği zaman, o mesele ile alakalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir.
Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa
başvurmaya lüzum kalmaz.
Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve
maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan
zât, kendisine kitap gelen Hz. Peygamber'dir (s.a.v) . O, Kur'ân tefsirinin
aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir.
Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir
Tebliğ ve tebyinle
vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, ilk günden itibaren, muhataplarının
anlayamadıkları yerleri lüzumu kadar izah etmiştir.
Kur'ân'ın Kur'ân ile
tefsirinden sonra, beşer olarak Kur'ân tefsirinde salâhiyet sahibi olan kişi
şüphesiz Hz. Peygamber'dir. O halde Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağı
peygamberin sünneti olacaktır. Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve
mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Bir haberde
“Bana kitapla beraber, mislide verildi”denilmektedir[13].
SAHABE
DEVRİNDE TEFSİR
Sahabenin tefsirinin dört
kaynağı:
a- Kur'ân-ı Kerîm.
b- Hz. Peygamber.
c- İctihad ve re'y.
d- Diğer İlâhî kitaplar ve
Ehl-İ Kitab'a müracaat.
Sahabe, Kur'ân
âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır.
Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle
açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış
oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Genel olarak sahabenin, ya dil veya dini
olarak tefsir yaptıkları görülmektedir. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek
için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri
remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah
yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu. Bazen bu
dinî izah tarzları hususî bir anlayış ifade ederken, insanların psikolojik
durumları da nazarı dikkate alınıyordu. Bazen sahabe izah etmiş olduğu hususu
beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de, sahabenin
yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu saygısızlık
gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir. Zira Hz.
Peygamber’in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy sahibi
olan peygamberi dinlemek için konuşmamalarından, sahabenin huzurunda
tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir.
Mücâhid bir haberinde şöyle demektedir:
“İbn Abbas,
Said b. Cübeyr'e,
“Konuş” dedi,
Said b. Cübeyr ona,
“Senin
huzurunda mı konuşayım?” deyince, İbn Abbas:
“Senin konuşman
ve benim de seni dinlemem Allah'ın nimetinden değil mi? Eğer konuşmanda isabet
edersen bir şey gerekmez, fakat hata yaparsan (hatanı düzeltir) sana öğretmiş
olurum”, demiştir”. Bu haberden anlıyoruz ki, İbn Abbas, huzurunda
talebelerinin konuşmasına izin vermekteydi. Sa'id b. Cübeyr bu konuşma izninden
sonra, hocasının huzurunda, sual sorana cevap vermiş ve hocası da hatasını
düzeltmiştir.
Sahabenin; âyetleri, dil yönünden izahına gelince, daha evvelce söylediğimiz gibi, o devirdeki
şahısların kültür durumu birbirlerine nazaran çok değişik olduğu ve Arap
yazısının durumu göz önünde bulundurulacak olursa, âyetteki bir mananın veya
bir kelimenin anlayışında çeşitli görüşlerin zuhur etmesi anlaşılabilir. Bir
sahabî kelimenin mecazi manasını kullanırken, diğeri ise hakiki manasını
kullanmıştır. Bazen de kelimelerin iştikakında hata etmişlerdir. Kısacası,
sahabenin Kur'ân tefsiri hususundaki kabiliyetleri birbirilerinden farklı idi.
Bu tabiî bir haldir. Onların tefsiri Allah elçisinden işitmelerine, âyetlerin
sebebi nüzullerine şahit olmalarına ve bir de Allah Teâlanın onlara vermiş
olduğu re'y ve içtihad kabiliyetlerine bağlı idi. Sahabenin bilhassa
içtihadları ile yaptığı tefsirlerde, bazen aynı sahabenin, bir âyet veya bir
kelime hakkında çeşitli görüşler ileri sürdüğünü görmekteyiz. Yani aynı
sahabeden gelen görüşler birbirini tutmamaktadır. Bir âyetin dinî veya lugavi
bakımdan izahını yapan bir sahabînin, başka bir rivayette ise, bir evvelki rivayetten
farklı bir şekilde aynı ayeti izah ettiğini müşahede etmekteyiz. Aynı
sahabiden, aynı âyet hakkında muhtelif rivayetler olunca, çeşitli sahabeden
çeşitli rivayetlerin olması tabii karşılanabilir. Taberi’nin tefsiri bu gibi
misallerle doludur. Onlar, Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi, zaman, mekân ve
şahsın durumunu nazarı dikkate alarak mı hareket ediyorlardı? Bunun böyle
olduğunu düşünebilirsek de, bu gibi haberler genellikle genç olan sahabeden
zuhur etmektedir. Onlar, Hz. Peygamber’in vefatından sonra uzun müddet yaşamış,
yaşlı sahabe bu âlemden çekildikten sonra, sahabenin bütün yükü bu genç
sahabilerin omuzlarına yüklenmişti. İslâm kısa zaman içerisinde çok genişlemiş,
bünyesine çeşitli, din, dil, kültür ve örflere sahip insanları katmış, bu
sebeble İslâm'ın sosyal yapısında ve görüşlerinde bazı değişiklikler olmuştu.
Bu genç sahabiler, İslâm'a yeni giren muhtelif din ve kültür sahiplerinin
görüşlerinden yararlanmış ve neticede yeni görüşler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Müctehid olan bu genç sahabiler (mesela Abâdile) eski görüşlerinden vazgeçip,
yeni görüşler serdetmiş olabilirler. Bu gibi ahvalde, isnadda vârid olabilecek
hataları da göz önünde bulundurmak gerekir. Bu konuda, vaz edilen uyduma
hadislerin varlığını da unutmamak lazımdır. Zaten, Hz. Ömer takip ettiği
siyasetle, sahabenin gelişi güzel muhtelif şehirlere dağılmalarını istememiş ve
onları bir arada bulunmaya teşvik etmiştir. Hz. Ömer, böylece ileride zuhur
edebilecek ihtilaflara mâni olmaya çalışmıştır. Hz. Ömer, Kureyşin ileri gelen
muhacirlerinin başka beldelere gitmelerine izin vermemiş, bu gitme işi, ancak
izinle veya muayyen bir müddet için olabilmişti. Hz. Osman devrinde, Hz.
Ömer’in bu husustaki tedbiri kalkmış, Hz. Osman'dan fazla müsamaha gören sahabe
etrafa dağılmış, bir müddet sonra zuhur edecek fitne hareketlerinde mühim rol
oynamışlardır.
Sahabe
arasındaki kültür farklılığı, ayetleri anlayışta içtihad ve görüş ayrılıkları
meydana getirdiği gibi, nakilden doğan ihtilaflar da mühim rol oynamaktaydı.
Ayrıca sahabenin kültür ve anlayış seviyelerinin farklı oluşu, bazısının, Hz.
Peygamber’in daima yanında bulunmaları, nüzul sebeplerini bilmeleri, örf ve
adetleri iyi bilenlerle bilmeyenlerin durumlarındaki farklılıklar, onlar
arasında bazı ufak ihtilaflara sebeb olmuştur.
Netice olarak,
sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetleyebiliriz:
a- Sahabe asrında
yapılan tefsir tedvin edilmemiştir.
b- Sahabe,
Kur'an'ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.
c- Aralarındaki
ihtilaf tezat ihtilafı değil, nev'i ihtilafıdır.
d- İcmâiî mânâ
ile iktifa edilmiştir.
e- Ahkâm
ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.
Müslümanlar ilk
defa Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam
ettirecek kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının
menşei ve anayasaları idi. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile
karşı karşıya gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır.. Gerek
İslamiyete yeni girenleri ve gerekse Müslüman olmayanları bir idare altında
toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu hususlar için
Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve
müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin
menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı imkânsızlıklardan dolayı, dini
haberler pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş
sahipleri aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva
eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden görüşlerinin neticesi de değişik
oluyordu.
Bir taraftan
Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan
Kureyş’in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani
idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle,
ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını
görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi “Bilgiler bir
sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük
sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Başkanlar, her zaman hüner, sanaat ve
bunlarla İlgili olan şeylerle uğraşmaktan çekinmişlerdir” Hele Emeviler devrindeki Arap milliyetçiliği ve Arapların
kendilerini idareci olarak görmeleri sebebiyle, ilimle meşguliyet onlar için
bir zillet addediliyordu. Kureyş'ten bir zat, Sibeveyh’in Kitab'ını okuyan
Attab b. Esid oğullarından bir gence, yazıklar olsun size, ilmi ihtiyaç ve
zilletle tahsil etmek, onunla geçinmek istiyorsunuz, demişti.[14] Böylece ilimle iştigal Arapların dışındaki bir gruba
intikal etmiş, bunlara da umumi bir isim olarak “Mevali” denmiştir. Bu grubun
ilim hareketlerindeki rolü küçümsenemeyecek kadar mühimdir. Fütuhattan sonra
muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve
onlardan ekseriya Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir
ki, bunların çoğu mevali idi.
Tefsirde
temayüz eden İkrime, İbn Abbas'ın; Ata b. Ebi Rabah (ö. 115/733) Benü Fihr’in;
Ebu'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim (ö. 128/745) Hakim b. Hizam'ın mevlâsı idi.
Kufe'de Sa'id b. Cübeyr (ö. 94/713) Benu Valibe mevlâsı; Basra'da, el-Hasen b.
Yesar (ö. 110/ 728) Zeyd b. Sabit’in mevlâsı idi. Mu'cemu'i-Buldan
sahibi Yakut el-Hamevi, Horasan maddesinde, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den
şöyle bir haber nakletmektedir: “Abadile (İbn Abbas, İbnu'z-Zübeyr, Abdullah b.
Amr b. el-As, İbn Ömer) vefat ettikten sonra fıkıh, bütün beldelerde mevalide
idi. Mekke ehlinin fakihi Ata b. Ebi Rabah, Yemen ehlinin Tavus (ö. 106/724),
Yemame ehlinin Yahya b. Ebi Kesir (ö. 129/746), Basra ehlinin el-Hasen
el-Basri, Küfe ehlinin İbrahim en-Nehai (ö. 95/713-14) Şam ehlinin Mekhul (ö.
113/ 731), Horasan ehlinin fakihi ise Ata el-Horasani (ö. 133/750) idi ki,
bunların hepsi mevali idiler. Bu arada yalnız Medine ehlinin fakihi olan Sa'id
b. el-Müseyyeb, Kureyş'tendi”.[15]
Mevali
dediğimiz bu kişiler, bu lafzı hangi sebeplerle alırlarsa alsınlar, onların
daha önce, yani İslamiyet'e intisab etmeden evvel bir dinleri ve kültürleri
vardı. Müslüman olunca, eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak,
Islamiyeti Araplardan başka şekilde anlamışlardır. Bu anlayış farkı yüzünden
tefsirde mühim hareketler meydana gelmeye başlamıştır. Tabiiler de tefsiri,
sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat etmişlerdi.
Re'y ile tefsir
yapmaya girişenler, yaptıklarını teyid için, Kur'ân'daki tedebbür ayetlerine ve
Hz. Peygamberin sözlerine istinad ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak
olsaydı, bugünkü dini ahkamın pek çoğunun batıl olması lazım gelirdi. Kur'ân'ı
re'y ile tefsir edenler, şöyle bir yol takip etmişlerdir: Onlar Kur'ân'dan
manalar taleb ediyorlar, eğer onu Kur'ân'da bulamazlarsa, sünnete müracaat
ediyorlar veya sebebi nüzule şahid olan sahabeye soruyorlardı. Eğer talep
ettikleri manayı Kur'ân'da, sünnette ve sahabede bulamıyorlarsa, o zaman müfred
lafızların, Hz. Peygamber zamanındaki kullanılışı nazari dikkate alınarak,
lügat iştikak ve sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka, terkiblerin
i'rabı, belâgati hakiki mananın mecaza hamli, kelâmın siyakı yapılan re'y ile
tefsirin içtimaiyat tarih ve kainat kanunlarına mutabakatı, yapılan izah tarzının,
Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine uygunluğunu göz önünde bulunduruyorlardı.
Tabiîler devrinde tefsire pek çok İsrâilîyat ve nasraniyat
girmiştir. Bunun sebebi de pek çok kitap ehlinin İslâm'a girişidir. Şer'î
hükümlerle alakası olmayan, mahlûkatın, kâinatın yaratılışı; varlığın sırları
ve pek çok kıssalar, onların zihinlerinde mevcûd idi. Kur'ân, Yahudi ve
Hıristiyanlara ait hâdiselerden mücmel olarak bahsederken, bu hâdiselerin
tafsilatı hususunda nefisler de meyil gösteriyordu. Bu durumun uygulanışı
tabiiler devrinde uygun bir zemin bulmuş oldu. Bu gibi tafsilat genellikle
Ka'bu'l-Ahbâr, Vehb b. Münebbih ve Abdülmelik b. Cüreyc gibi ehli kitaptan
Müslüman olan kişilerden zuhur ediyordu. Hiç şüphe yoktur ki, tefsirde
İsrâiliyata müracaat etme gibi bir husus, tabiiler devrinde başlamıştır.
TABİÎLER DEVRİNDEN
SONRAKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Rivayetle
başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar rivayetle devam etmiştir. Bu
bakımdan ilk asırlarda bu ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz.
İslâmiyet’in başlangıcında hadis ilmi bütün dîni maârife şâmildi. Eğer tefsir
ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak
düşünebilirdik. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında
dirayet tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis
ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz.
Tefsir
hareketinin ilk merhalesi olarak Hz. Peygamber ve ashabının tefsir anlayışını
kabul edersek, tefsirde çeşitli âlimlerin rol oynadığı tabiiler devrini de
ikinci merhale olarak görebiliriz. Bu devrenin hemen akabinde başlayan tedvin
hareketi ise tefsirde çeşitli yönler belirmeye başlamıştır ki bu devre de
tefsirin üçüncü merhalesini teşkil eder.
Kur'ân'ı bir
bütün olarak baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir Mukâtil b. Süleyman (ö.
150/767) dır. Onun, bugün elimizde yazma olarak bulunan tam bir Kur'ân tefsiri
mevcuttur.
Mücâhid'den
gelen bir rivayete göre o, İbn Abbas'a Kur'ân tefsirinden ve yanındaki
levhalardan soruyor ve İbn Abbas ona “yaz” diyordu. Bu iş, tefsirin tümünü
soruncaya kadar devam etti,[16] demektedir. Yine bu hususu teyid edici mahiyette,
Mücâhid her âyet üzerinde durarak ve ona sorarak, Kur'ân'ı baştan sona kadar üç
kere İbn Abbas'a arzettiğini söylemektedir.[17] Hicretin 86/705 senesinde vefat eden Emevi
hükümdarı Abdülmelik b. Mervân'ın, Sa'id b. Cübeyr'den bir tefsir yazmasını
istediği ve Sa'id’in de ona bir tefsir yazdığı bilinen bir husustur. Atâ b.
Dinar bu tefsire muttali olmuş ve Sa'id'den semâ olmaksızın onu kitaptan
almıştır.
Şüphesiz tefsir
ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz. Peygamber ve sahabeden naklettikleri
tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları mecmualarının içinde müstakil bablar
halinde göstermeye başlamış ve çok kısa bir müddet içerisinde de, tefsirde
müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.
FIKIH TARİHİ
Fıkh'ın sözlük anlamı: anlamak, kavramak
demektir. Terim olarak da eski İslam hukuk sistemine denir. Fıkıh: şer'i
delillerden istinbat olunan delillerin hey'eti mecmuasıdır. İmam-ı A'zam'a göre
fıkıh : kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir.
Mecellede ise: "mesail-i Şer'iyye-i
ameliyye'yi bilmektir diye tarif edilmiştir.
Ameli ve fer'i meselelerin
hükümlerinin, tafsili delillerden istinbat edilmesine de usul-ı fıkıh denir.
İslam hukukçuları fıkhın geçirdiği
devirleri 6 kısma ayırmışlardır.
1-
Vahiy devri: Rasülüllah
(S.A.V) dönemidir ki, bu devirde teşrî, Kur'an ve Sünnet'e dayanır.
2-
Sahabe devri: dört halife zamanını kapsar. Bu
devirde de fıkhın kaynağı Kitap ve sünnetle birlikte ashabın ictihatları ve
icma da delil olarak kullanılmaya başlanmıştır.
3-
Tabiîn devri: Alimler,
muhtelif şehirlere dağılmış, Müslümanlar siyasi guruplara ayrılmış örf ve
adetin de tesiriyle ihtilaflar baş göstermiştir. Naslardan hüküm istinbat etme
usulü teşekkül etmiştir. Uydurma hadis rivayeti ortaya çıkmıştır. Ulema ehl-i
hadis ve ehl-i re'y olarak iki gruba ayrılmıştır.
4-
İçtihatlar devri: Hicri
100-350/ milâdi 718-960yılları arasındaki devirdir. Müctehitler devridir. Kur'an-ı Kerim'in
kıratına, tefsirine büyük önem verilmiştir. Hadisler yazılmış, usul-ı fıkıh ve
ictihat kuralları tesis edilmiştir. Ana kaynak olan kitaplar yazılmıştır.
5-
Taklid devri: H 350-656/ M 960-1258 yılları arasındaki
devirdir. Mezhepler yayılmaya başlamış,mezhep taraftarlığı ve taklit artmıştır.
Ta'lil-i ahkam (daha önceki alimlerin vermiş olduğu hükümlerin sebeplerini
araştırmak)'la uğraşılmıştır.
6-
Durgunluk devri: (Son
devir) ulema arasında bağlar kopmuş , her ülke kendi derdine düşmüştür.
Bu şartlar altında fıkıh
duraklamıştır. Ancak günümüzde İslam aleminde, her sahada olduğu gibi fıkıh
sahasında da bir canlanma ve çalışma başlamıştır.
Ahkâmın vaz'ı ve teşrii hicretten sonra
başlamıştır. Hicretten önce teşrii edilenler akideye dairdir. Zaten 6236 ayette
ahkâma dair olanlar 200 veya 330 kadardır. Çoğu akideye dairdir. Medine'ye
hicretten sonra ahkâm teşrii edilmeye başlandı. Fert ve cemiyet olarak insanlar
için dini hükümler kondu. Mekke'de inen
ayetler akâide dair olduğu halde Medine de inenler ise ;ibadet, muamelat,
cihat, nikah, miras,yemin, vasiyet, dava, ve ukubât gibi ahkama dair ayetleri
ihtiva eder.
Bu devirde teşrî vahy yoluyladır. Vuku
bulan olayları ele alır. Olmamış olayları farzederek hüküm vermek yani takdiri
fıkıh yoktur.[18]
Ahkâm ile ilgili ve teşrii
denilen âyetler genellikle İslâm toplumunda vuku bulan olaylara cevap olarak
Peygambere inerdi. Bu olaylar esbabı nüzul olarak adlandırılırdı. Birçok
müfessirler bu olaylara önem vererek buna dair kitaplar yazdılar ve Kur'ân-ı
Kerim'in yüce manasının anlaşılmasına bu olayları temel kıldılar. Bazen de
mü'minler tarafından Resûlüllah'a sorulan sorulara cevap olmak üzere inerdi. Bu
iki durum dışında teşrii âyetlerin inmesi nâdirdir.
Mekkî âyetler Kur'an-i Kerim'in 19/30 unu teşkil
eder. Kalan 11/30 unu ise Medenî âyetler meydana getirir.
Medenî sûreler:
Bakara, Al-i îmran, Nisa,
Mâide, Enfâl, Tevbe, Hacc, Nur, Ahzâb, Kıtal, Feth, Hucurat, Hadîd, Mücadele,
Haşr, Mümtehıne, Saff, Cuma, Münâfikun, Tegabün, Talak, Tahrîra ve Nasr olmak
üzere 23 sûredir. Kalan 91 sûre de Mekkîdir.
Gerek Mekkî ve
gerekse Medenî âyetlerde bulunan özellikleri bilen okuyucular, hangi âyetin
Mekkî ve hangi âyetin Medenî olduğunu bilebilirler.
1. Mekkî âyetler
umumiyetle kısa, Medenî âyetler ise uzundur.
Medenî
sûrelerin toplamı Kur'ân-ı Kerim'in 11/30 unu teşkil eder. Bu sûrelerdeki
âyetlerin sayısı ise i 456 adet olup, toplam âyetlerin 1/4 ünden biraz
fazladır. Bununla Medenî âyetlerin daha uzun olduğu anlaşılır.
Bu özelliği
taşımayan âyetlere nadiren rastlanır.
2. Medenî
âyetlerde genellikle hitap «Ey iman edenler» şeklinde olup, nadiren «Ey nas
tâbirine rastlanır. Mekkî âyetlerdeki hitap şekli ise tamamen bunun aksinedir.
Yani genellikle Ey nas diye hitap edilir.
Mekkî sûrelerde «Ey iman edenler» tâbirine rastlayamıyoruz. Fakat Medenî
sûrelerde «Ey nas» hitabına yedi yerde rastlanır.
1) Bakara 21,
2) Bakara 168, 3) Nisa 1, 4) Nisa 133, 5) Nisa 1V0, 6) Nisa 174, 7) Hucurat
13.
3. Mekkî âyetler
lslâmiyetin ilk amacı durumunda olan; Tevhid, Cenab-ı Allah'ın varlığını
ishatlayan deliller, azabından korkutma, âhiret gününün vasıflandırıl ması ve
korkunç durumları ile nimeJeri ve Peygamberin, ikmali için gönderildiği güzel
ahlâka teşvik konularını işler. Ayrıca geçmiş peygamberlere muhalefet eden
muasır milletlerin uğramış oldukları vahim akıbetleri ibret verici dersler
mahiyetinde zikreder.
Ahkâmla ilgili
âyetlerin çoğu Medenîdir.
Kur'ân'da
bulunan konular üç grup halinde düşünülebilir.
1.Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe imanla ilgili
âyetler. Bunlar usulü din ve kelâm ilmî konularıdır.
2.Duygu, düşünce,
niyet ile durum ve davranışlara ilişkin îslâmî ahlâk kurallarına teşvik edici
mahiyetteki âyetler. Bunlar ahlâk ilmi bahisleridir.
3. Emirler,
nehiler, mubah gibi mükellefin fiilleri ile ilgili âyetler. Bunlar fıkıh
konularıdır.[19]
Peygamber döneminde
(kurumlaşmış şekilde) hukuk bilimi diye bir bilim dalı yoktu. Peygamber daha
sonraki hukuk teorisinde sunulduğu gibi emirleri, vacip (amir), mendup
(onaylanmış), haram (yasak), mekruh (uygun görülmeyen) ve mubah (serbest),
şeklinde bir derecelendirmeye tabi tutmamıştı. Fillerin bu şekilde tasnifi
Kur’an'ın değişik cüzleri, Peygamber'in muhtelif hadisleri, sahabenin ve ilk
müslümanların uygulamaları üzerinde çalışan hukukçuların çalışmaları sonucu
ortaya çıkmıştır. Fakihlere göre her
fiil bu beş kategorinin birine dahildir. Fakat Peygamber hayatta iken sahabe
İçin durum böyle değildi. Onlar için tek ideal (örnek model) Peygamber'in
davranışıydı. Onlar abdest almayı, namaz kılmayı, haccı ve diğerlerini, bizzat
onun emirleri doğrultusunda Peygamber'in şeklî fillerini gözlemleyerek
öğrendiler. Ancak onlar bu fillerin hangi kısımlarının fiilin rüknü, hangi
kısımlarının da âdabı oluşturduğu hakkında düşünmediler. Zaman zaman
Peygambere karar vermesi için davalar geliyordu. O, bir hususta karar verdiği
zaman etrafında bulunan insanlar sırf teorik amaçlar için spesifik hukukî
noktaları sormadılar. Onlar, onun hükmünü benzer durumlara aynı kararların
uygulanabileceği bir model olarak kabul ettiler.
Kuşkusuz, Kur'an'dan
öğrendiğimize göre sahabe ara sıra Peygamber'e belli bazı önemli meselelere
ilişkin sorular soruyorlardı,[20] Hz. Peygamber de onlara
uygun cevaplar veriyordu. Görünen o ki, Hz. Peygamber hayatta iken insanlar
hükümlerin ince ayrıntılarıyla veya gereksiz felsefî tartışmalarla
ilgilenmediler. Kur'an'da görüleceği üzere, genellikle sahabe Peygamber'e
sınırlı, sayıda soru yöneltmiştir. Bir defasında bazı kimseler ona gereksiz
soru sorunca Kur'an onları böyle yapmaktan sakınmalarını istemiştir.[21] Sonuç olarak sünnet icraî
özellikte çoğunlukla genel emirler olarak kalmış ilk dönem müslümanlar
tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. İnsanlar Peygamber döneminde dahi
pek çok meselenin detaylarını bilmiyorlardı.[22] Elbette Peygamber kesin
kurallar ortaya koydu, ancak fakihler bunların detaylarına inerek ayrıntılarını
ortaya koydular. Peygamber tarafından beyan edilen kaidelerin tefsir yoluyla
ilave açıklamaların yapılmasının sebebi bizzat Peygamber'in kendisinin beyan
ettiği emirlerinde müsamaha göstermesidir. O, pek çok meseleyi şartlara göre
karara bağlanması için toplumun takdirine bırakmıştır.
İslâm'ın ilk günlerinde
hukukun tatbiki daha sonraki dönemlerde olduğu gibi çok sert ve katı değildi.
Pek çok konuda aynı, veya farklı hatta birbiriyle tezat olan hukuk kurallarına
delile dayalı olması şartıyla müsamaha gösterilmiştir. Durumun böyle olduğu
Peygamber'in vefatından sonra ashabın ihtilaflarından ve ilk hukukçuların
uygulamalarından anlaşılır. Adeta Peygamber genel türde emirler vererek veya
aynı zamanda yapılan iki zıt fiili geçerli sayarak ihtilaflar için geniş bir
saha sağlamıştır. Çünkü bu dönem, Peygamber'in farklı durumlarda sağduyu ve
insan aklının çalıştırılması için elverişli ortamlar sağlamayı amaçladığı,
gelecek nesiller için model davranışların gelişmekte olduğu bir dönemdi. Eğer
Peygamber her problem için ilk ve son olarak çözümler vaz etmiş olsaydı (bu
İslâm davası için mücadele gibi acil durumlar muvacehesindeki onun için mümkün
değildi) gelecek nesiller aklın kullanılmasından, zamanın yorumlanmasına göre
hukuku şekillendirmekten mahrum kalmış olacaklardı. Peygamber döneminde iki
kişinin aynı mesele hakkında farklı iki yol gütmeleri mümkündü. Bu fikrimizi
desteklemek için bir örnek verebiliriz. Benî Kurayza savaşı nedeniyle Peygamber
bazı sahabeleri düşman topraklarına gönderdi ve onlardan ikindi namazını
hedefe ulaştıktan sonra kılmalarını istedi. Fakat öyle oldu ki ikindi vakti
yolda iken girdi. Bunun üzerine ashabın bir kısmı Peygamber namazı
geciktirmemizi kastetmedi argümanıyla namazlarını kıldılar, diğer taraftan bir
kısmı da Peygamber'in emrini lafzen kabul etmeleri gerektiği kanaati ile
namazlarını akşam karanlığında hedefe vardıktan sonra kıldılar. Olay
Peygamber'e haber verildiğinde sessiz kaldı. Sahabe bunu her iki grubun
filleri için takrirî bir tasvip olarak kabul etti. Her
iki grup sahabenin yapmış oldukları meşru olmasaydı Peygamber'in işaret ederek
bu durumu düzelttiği söz konusu edilirdi.
Bu örnek bize Peygamber'in
bir prensip ortaya koyarken öncelikle fiilin şeklini değil, fiilin değer ve
ruhunu göz önünde bulundurduğunu gösterir. Bu olayda önemli olan ilahi
emirlere itaattir. Burada birinci grup Peygamber'in sözünü literal biçimde
alarak ikindi namazını akşam namazı vaktinde kılmış ikinci grupta, emrin
ruhuna uyarak İkindi namazını vaktinde kılmış böylece her iki gurupta Allah'a
itaatlerini göstermiş oldular. Şu önemli noktaya dikkat çekmeliyiz: Kastedilen
tek başına emrin lafzı değil, Allah'a ve Peygambere bağlılığı tesis eden niyet
ile emirlerin altında yatan gerçek mâna ve ruhtur. Bu da insanların yorumlara
dayanarak itaatin şeklinde farklılaşabileceklerine delalet eder. Bundan dolayı
hukukçular arasında fıkhî ihtilaflar ortaya çıkmıştır.
Sahabe, Peygamberin
vefatından sonra, İslâm dünyasının değişik bölgelerine dağıldı. Birçoğu da
dinde ve ilimde ileri gelen şahsiyetler oldular. Kendi bölgelerindeki insanlar
değişik problemlere ilişkin hükümler vermeleri için onlara müracaat ettiler.
Onlar da bazen, Peygamber'den akıllarında kalanlar ve öğrendiklerine bazen de
Kur'an ve sünnetten anladıklarına göre hüküm verdiler. Sahâbiler çoğunlukla
Peygamber'in hüküm vermesine neden olan şer'î değere bakarak bir görüş ortaya
koymuşlardır.[23] [24]
HADİS TARİHİ[25]
Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs
kelimesinin arzettiği manâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat
yönünden kadim (eski) in zıddı cedİd (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda
haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek,
tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. "Bu söze inanmayanların
ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin"[26] mealindeki Kur'ân âyetinde gördüğümüz
"hadîs" kelimesi, söz veya haber manâsında kullanılmış ve bununla
Kur'ânı Kerîm kastedilmiştir.[27] Bir başka âyette ise, bu kelimenin müştakki
olan bir fiil, "haber ver", "tebliğ et" manâsında
kullanılmıştır: "Rabbraın nimetlerini de tahdîs et (haber ver)' [28]
Daha sonraları, kelimenin istimalinde bazı
inkişaflar görülmüş, umumî manâsında her hangi bir değişiklik olmamakla
beraber, dinî çevrelerde haber nevilerine ıtlak olunan hususî bir manâ
kazanmıştır. İbn Mes'üd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açıkça görülür:
"Muhakkak kî sözün en güzeli Allah'ın Kitabıdır."
Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle
Hazreti Peygamberin özlerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında
yine aynı manâda kullanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu
zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre, usûl ulemasının
tarifinde hadis»
Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine
ıtlak olunmuştur; bu bakımdan kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin
müradifidir. Bazı hadîs uleması ise, hadis lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin
sözlerine değil, sahabe ve tâbiûndan nakledilen mevfkuf ve maktu haberlere de
ıtlak etmişlerdir; buna göre kelimenin ifade ettiği manâ, haber kelimesiyle
kastolunan manânın müradifidir. Bu manâ içerisinde Hazreti Peygamberin,
peygamberlikten önceki sözleri de mündemiçtir. Bazıları da, hadisi yalnız
Hazreti Peygamberin sözlerine tahsis etmişler, başkalarından gelen sözlere de
haber demişlerdir. Bu takdirde hadisle haber arasında belirli bir farkın
mevcudiyeti kolayca anlaşılır. Nitekim Hazreti Peygamberin hadîsleriyle meşgul
olanlara muhaddis denildiği halde, başkalarından gelen tarih, kısas ve benzeri
nakillerle uğraşanlara da ahbâri denilmiştir.
Hadîsin tarifiyle ilgili bu görüşler ne kadar
değişik bir mahiyet arzederse etsinler, şurası muhakkaktır ki, hadis denildiği
zaman, daima hazreti Peygamberden nakledilen bir söz, yahut bir fiil, yahutta
bir takrir akla gelmiştir. Bu bakımdan hadisin, söz, fiil ve takrirden ibaret
olan sünnetin müradifi olması keyfiyeti, bu konuda kuvvet kazanan başlıca manâ
olarak tezahür etmiştir. Şurasını da hatırdan uzak tutmamak gerekir ki,
hadîsin, sünnetin müradifi olarak kazanmış olduğu bu manânın tarihi, Hazreti
Peygamberin hayatta bulunduğu devreye kadar iner. Meselâ meşhur sahabî Ebü
Hureyre tarafından sorulan bir soruya Hazreti Peygamberin vermiş olduğu cevapta
geçen hadis kelimesi, bunun en açık delilini teşkil eder. Ebü Hureyre bu
sualinde şöyle demiştir: "Kıyamet günü senin şefaatine nail olacak en
mes'ûd kimse kimdir, yâ Rasûla'llah?". Hazreti Peygamber, Ebü Hureyre'nın
bu suâline şu cevabı vermiştir: "Senin hadîse karşı olan iştiyakını
bildiğim için, bu hadîs hakkında hiç kimsenin bana senden evvel sual
sormayacağını tahmin ediyordum. Kıyamet günü benim şefaatime nâil olacak en
mes'ûd kimse Lâ İlahe İllallah diyen kimsedir" [29]
Hadîs tarihinde, hadîse karşı büyük tutkusuyla
şöhret kazanan Ebu Hureyre'nın bu tutkusu bizzat Hazreti Peygamber tarafından
te'yid edilirken, hadis lafzının her hangi bir izahtan uzak olarak
zikredilmesi, onun, Hazreti Peygambere hâs manâyı daha islâm'ın ilk günlerinde
kazanmış olduğunun en açık delilidir.
Keza bazı sahabenin Hz. Peygambere başvurarak
hadîs yazmak için izin istemeleri yahut işittikleri hadîsleri
hıfzedemediklerini söyleyerek hafızalarından şikâyet eden bazı sahabeye,
Hazreti Peygamberin hadîs yazmaları tavsiyesinde bulunması[30] ile ilgili haberlerde, hadîs lafzının delâlet
ettiği manâ, biraz önce işaret ettiğimiz manânın aynıdır; yani hadîs: Hazreti
Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen sünnetin hiç bir tereddüde
mahal bırakmayacak kadar kusursuz, tam bir karşılığıdır.
Hadîsin sünnete müradif bir manâya sahip
olarak sahabe devrinde ve müteakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul
edilirse, İslâm Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve Dinin
tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış
olacaktır. Çünkü İslâm teşriinde sünnetin, Kitap (Kur'ân)dan sonra ilk kaynağı
teşkil ettiği, bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır. Bu bakımdan,
onun fıkıh uleması yönünden islâm teşriindeki değeri, bîr bakıma, hadisin aynı
sahada sahip olduğu değer manasındadır. Bu değer, Hazreti Peygamberin rîsalet
göreviyle birlikte ortaya çıkmış ve yine bu görevin değeri nisbetinde
yükseklik kazanmıstır. Hadişin kazandığı bu yüksek değeri tesbit edebilmek
için, Hz. Peygamberin risalet görevini ve bu görevin ehemmiyet derecesini daima
göz önünde bulundurmak lâzımdır.
Hz. Peygamberin görevi, genel manada ve
İslâm'ın koyduğu prensipler çerçevesi içinde, insanları tek Allah inancına
davetten ibarettir. Bir bakıma bu görev, kendisinden önce gelmiş geçmiş
peygamberlerin görevlerinden farklı değildir. Bununla beraber görevin
yürütülüşü yönünden diğerlerinden ayrılan pek çok noktaları bulunduğuna da
şüphe yoktur. Bu ayrılığın mühim bir kısmı, ona inzal olunan Kur'ân cihetinden
gelir. Filhakika Allah Ta'âlâ, Hazreti Peygamberi, Kur'an-ı Kerîm'i tebliğ
etmekle görevlendirmiş ve bu hususta ona şu emri vermiştir:
"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni
tebliğ et; eğer (bunu) yapmazsan O'nun peygamberliğini yapmamış olursun"[31]. Bu
açık emirden anlaşıldığına göre, Hazreti Peygambere tevdi olunan tebliğ
görevinin taalluku, kendisine inzal olunan Kur'âm Kerimin insanlara duyurulması
veya öğretilmesi ve dolayısıyle onların, Kur'ânm emir ve nehiylerine
uymalarının sağlanmasıdır. Çünkü Kur'ân dinin esasıdır ve dinin hayatiyyeti,
ancak, onun getirdiği emir ve nehiylere ittiba etmek suretiyle gerçekleşir.
SONUÇ
Mücmelen özetini yapmaya çalıştığımız tefsir,
fıkıh ve hadis tarihlerinde görülen ortak nokta bu ilimlerin asılda (asr-ı
saadette) bir bütünlük teşkil etmesidir. Daha sonraki dönemlerde furuâta
gidilerek ayrıştığını görmekteyiz. Tefsir tarihinde kaynak olarak gösterilen
bir rivayeti aynı zamanda hadis ve fıkıh'ta da görmekteyiz.
İbn-i Abbas olsun diğer sahabiler olsun,
tefsir dersi verirken aynı zamanda fıkıhla alakalı, hadisle alakalı sorulara da
cevap vermiş hiç birinden benim alanım değil diye ictinab etmemiştir. Zira o
dönemde fıkıh ilmi, hadis ilmi, tefsir ilmi gibi bir tasnif yoktu. Sadece belki
"din ilmi" diyebileceğimiz Kur'an-ı ve İslam'ı bir bütün olarak
anlama vardı.
Mesela, Hanefilerin medarı alan Abdullah ibn-i Mes'ud (r.a) fıkhı çok
iyi bilirdi ama tefsirde veya hadiste bilgisi yoktu demek o dönem için ne kadar
yersiz olurdu. Allah (c.c), o büyük zatların yolunda yürüyerek okuyup okutmayı
hayatına şiar edinen kullarından eylesin. Neticesinde de hocalarımızla,
talebelerimizle rızasını kazanmaya muvaffak eylesin…(âmin)
[1] CERRAHOĞLU,
İsmail, TEFSİR TARİHİ
[2] İbn Manzûr,
Lisânu'l-Arab
[3] III. 470, VII.
215.
[4] Tirmizî, Sünen, Mısır
1385/1965, V 199; İbn Hanbel, Müsned, Mısır 1313, I. 269; Tefsiru't-Taberi
(yeni), I, 77; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kurâni'l-Azîm, Kahire 1373 I 5
[5] Tabakâtu İbn Sa'd, IV.
184, V. 139, 148.
[6] Tefsiru't-Taberi
(yeni) I. 86; Tefsiru İbn Kesir, I. 6.
[7] Tefsiru't-Taberi 1.81
[8] Sahihu'l-Buhâri, VI.
142-143
[9] Tefsiru'l-Kâsımî, I.
10.
[10] Tefsirut-Taberi (yeni)
I. 81
[11] el-Kurtubî, el-Câmili
Ahkâmi'l-Kur'ân, Mısır 1369, I. 26
[12] Sahihu't-Buhârî, VI.
236
[13] Mukaddime fi
Usûli't-Tefsir, s. 25; Tefsiru'l-Kurtubi, I. 38.
[14] el-Cahız, el-Beyan
ve't-Tebyin, Kahire 1367, 1. 402
[15] Mu'cemu'l-Buldan, II. 354
[16] Tefsiru’t-Taberi, 1.40
[17] Tefsiru’t-Taberi,
1.40; Tehzib, X. 43
[18] Osman
KESKİOĞLU, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku,
(D.İ.B yayınları 2003 6. baskı)
[19] Muhammed el-Hudari,
İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları
[20] Kur'an,2:189
[21] Kur'an, 5:101.
Ebû Yusuf, Hz. Ömer'in dahi bazı meselelerde Peygamberden
gelen detaylı bilgileri bilmediğine dair birkaç örnek nakleder. Bu sebeple
Ömer'in insanlara danıştığı rivayet olunur. Bkz. Kitabu'l-Harac, Kahire,
1332,13,20,25,106. [22]
[23] İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi Ahmet Hasan. Rağbet yayınları
[26] Kehf süresi, 6.
[27] Tefsirül, Celaleyn II.
2.
[28] Duha süresi, 11.
[29] El-Buhari, I. 33.
[31] Maide süresi, 70
Ali Karataş-Tefsir,Hadis
ve Fıkıh Usulu,Mezhepler Ve İslam Tarihi
Prof.Dr.Mehmet
Pacacı-Çağdaş Dönemde Kur'an Ve Tefsire Ne Oldu?
5.ünite
Tarih
içinde tefsir ve tefsir eğilimleri
Kur'anın
olduğu yerde anlama açıklama ve yorumlama faliyeti kendiliğinden ortaya
çıkmıştır.Kutsal kitabların yanında edebi,felsefi,ilmi eserlerde tefsir
edilmiştir.Tefsir fıkıh,kelam,tasavvuf, ahlak vb. Olduğu gibi islam sanat ve
mimarisinde şehirçiliğinde de Kur'anın tefsiri görülmektedir.Hepsi açıklanıp yorumlanılmaktadır.
İLK
DÖNEM TEFSİRİ
İlk
dönem tefsiri peygamberimizin tefsiriyle başlamıştır.Hz. peygamber sahabelerin
anlamadıkları ayetleri sormaları ile tefsir etmektedir. Bazı durumlarda da
doğrudan kendisi her hangi bir ayetle ilgili açıklamalar yapardı. Hz. Peygamber
kur'anın bütün ayetlerini tefsir
etmediklerini söyleyenler vardı. Hz. Muhammed kur'anın çoğunu tefsir etmiştir.
Kur'anın bütün ayetlerini tefsir etmediğini söyleyen kişilerin rivayetleri
bizlerekadar ulaşmadığından, bu görüşleri gerçekçi bulunmamaktadır.
Sahabe
Dönemi Tefsiri
Hz.
Peygamberin vefatından sonra kur'anı açıklama işiyle öne çıkmış sahabiler
meşgul olmuşlardır. Kur'anın ayetlerinin hangi olay,konu,kimler hakkında, hangi
sebep ve maksatla indirildiğini bilirler. Sahabiler kur'an'daki garip
kelimeleri dil açısından şiirle istdişhat etmişlerdir. Kur'an kıssalarının
açiklanmasından yahudi ve hiristiyan
kültüründen de yararlanıyorlardı. Buna da israiliyat adı verilir.
Tabiun
Dönemi Tefsiri
Sahabe
döneminden sonra kur'an tefsiriyle ilgilenmişlerdir.petgamberin ölümünden sonra
fetihlerle devletin sınırları genişlemiştir. Tabiun dönemi tefsirleri
sahabilerin bilgi ve tecrübelerinden önemli ölçüde
yaralanmışlardır.Tabilerin görüş ve
açıklamaları rivayet tefsirlerinin gövdesini oluşturur.
Tefsirin
Tedvini
Kur'an
tefsirinin yazılı belgelerin İbn Abbas'la başlamıştır.ibn Abbas'la başlayan bu
süreç Tabiun müfessirlerince devam etmiştir.ilk müfesirler hem kendilerinden
önce ki tefsire dair açıklamaları hemde kendi bakış açılarını yansıtan eserler vermeye
başlamışlardır.
Kaynak
Ve Yöntem Tercihleri Çerçevesinde Kur'an Tefsirleri
Tefsirciler
içinde yaşadıkları çevrenin siyasi,ahlaki,ilmi vs...etkilenmişlerdir.Kur'anın
tefsirleri Hz. Peygamber ve ilk iki neslin açıklamalarından ibaret gören
anlayış ikincisi kişisel bilgi ve tecrübeye dayalı akor yürtme
değerlendirme,açıklama ve yorumlamayı esas alan anlayıştır.
Rivayet
Tefsiri
Hz.
Peygamberden,sahabilerden, tabiundan nakledilen rivayetleri bünyesinde toplayan
tefsirlerdir.Kur'an,Hz. Peygamberin sünneti,sahabe ve Tabiun görüşleri olarak
yer almaktadır.
Dirayet
Tefsiri
Hz.
Muhammeden var olan tefsirdir.Kur'anı anlama,açıklama ve yorumlama unsurlarını
içermesi bakımından insan faaliyetidir.tefsir faaliyeti bütünüyle dirayet
tefsiridir.İbn Abbas olmak üzere sahabi ve tabi müfessirler akla dayalı tefsir
faaliyetine devam edilmiştir.Müfessirler ayetleri açıklarken arap dili ve
edebiyatı,astronomi,tıp,din vs...yaralanmışlardır.
Çok
Yönlü Dirayet Tefsirler
Pek
çok kaynak ve araçları kullanarak kur'anın tefsir edilmiştir ve yorumlamışlardır.
Tek
yönlü dirayet tefsirleri
Daha
çok ilgi duydukları sorunlara ve konulara odaklanılır.daha çok bunlara yr
ayırırlar.Kur'anın belirli ilgili bölümleri üzerine yoğunlaşmalarıdır.
Dil
Bilimsel Tefsir
Fetihlerden
sonra çeşitli ırk,kültür,din,dil ve
medeniyetlere mensup insanlar müslüman dünyaya katılmışlardır.islamayeni
katılan insanlar kur'anı okuma ve anlama arzuları geliyordu. Araplar kur'anı
okuyup anlarken diğerleri önce arap dilini öğrenmek zorundadırlar.o dönemlerde
iran,hint,yunan edebiyatının tesir altındaydı.
Fıkhi
Tefsir
Kur'anın
ibadet ve hukukla ilgili ayetlerine açıklamayı ve onlardan hükümler çıkarmayı
amaç edinirler.
İlmi
Tefsir
İlmi
keşifler icatlar ve sonuçlar düşüncesinden doğmuştur.gazali ile
başlatılır.19.asırdan itibaren batıtnın meydan okumaları karşısında siyasi
askeri ve benzeri alanlarda güçsüzlüğünü hisseden islam dünyasının kur'anda
bilimsel unsurlar arama çabasının ilmi tefsir
hareketine hareketledik kazandırdığı söylenebilir. Amacı tevhidi ve
ahlak ilkelerini insanlığa sunmaktır.
Felsefi
tefsir
Müslüman
filozofların kuranı baştan sona tefsir ettiklerine dair elimizde bilgi olmakla
birlikte müslüman toplumun bir üyesiolmaları bakımından Kur'an'ın kelimelerini
ifadelerini açıklamalarıdır. Fikir yürüterek açıklarlar.
Tasavvufi Tefsir
Alimlerin, Kur'an ayetlerinin lafzi zahiri
anlamların dışında başka manalar aramaları sonucu ortaya çıkmıştır. Tasavvufi
yorumlar Kur'an tefsirleinin dışında oluşan tasavvuf riteratüründe
görünmektedir.
Gününmüzde Tefsir
Müslüman düşünce ve kültür dünyasının bir ürünü olarak
günümüzde de devam et
miştir. Türk müfessir Elmalılı Hamdi Yazır eski
tefsircilerin izlediği yolu izleyerek tefsirini yazmıştır. Müslümanların batı
ile rekabet edecek gücü biriktirememiş hatta onlara karşı yenilmiş olmaları ile
son dönem islam düşüncesinde belli düşüncelerin doğmasına neden olmuştur.
Pozitivizm ve akılcılık Kur'an yorumlarında etkili oldu.
Yenilikçi Tefsir çalışmaları
Geçmişteki tefsir gelenegini eleştirmesiyle ortaya
çıkmıştır Kur'an kitabının hıdayet bir kitabı oldugunu ve hayat uön vermesi
gerktiği belirtilmiştir. Cemalettin Afgani tarafından dile getirilmiştir. Hz.
Peygamber'in hayatının nüzulünün aşamaları açıkça izlenmektedir. İslam'ın ilk
saf kaynağına dönüş şeklinde bir tutum görünmektedir. İşlam geçmişteki
ibadetlerden temizlenmeli ve Kur'an yeni yaklaşımlarla yeniden yorumlanmalıdır.
İlmi Tefsir Çalışmaları
Çeşitli ilimler, bilimsel buluşlar, icatlar bazı
atıflar bulunduğu düşüncesinden ortaya çıkmıştır. 19. Yy dden itibaren batı biliminin
yoğun olarak gündeme gelmesi sebebiyle müslümanlar tarafından da bu bilim ile
Kur'an'ın çatışmadığını göstermek amacıyla tefsirler kaleme alınmaya
başlanmıştır.
İdeolojik
Tefsir
Bütün dünyaya ideolojilerin gündeme gelmesi ve islam
dünyasının çeşitli bölgelerinin sömürge altında kalması sonucu ortaya
çıkmıştır. İslamı sadece Kur'an'a başvurarak yorumlama ve Kur'anın hidayete
çağıran bir mesajı olduğunu vurgulama özelliklerini görebilmekteyiz. Yabancı
kültür ve yönetimlere karşı konulmayı özendiren bir yorumun en önemli kaynağı
olarak görülmektedir. Bu yaklaşımın ilk örneğini Ebu'l Ala El Mevdudi ortaya
koymuştur. Bir diğeri de Seyyid Kutub'tur.
Tarihsel Tenkitçi Tefsir Çalışmaları
İzzet Derveze bu yaklaşımı en ciddi şekilde uygulayan
müfessirdir. Kur'an öncesindeki ve Kur'an'ın indiği dönemdeki Arap
yarımadasının sosyal, dini, ekonomik vb durumunu ve bu durumunun ortaya
çıkardığı kültür ve dil dünyasını dikkate almaya özen göstermişlerdir.
Mukatil b. Süleyman
Tefsir ilminde şöhret yapmış şahsiyetlerden biridir.
Belh'te doğmuştur. Merv, Bağdat Basra'da ilim yahsil etmiş ve tedris
faaliyetlerinde bulunmuştur. İmam Şafi olmak üzere Ahmed bin Hanbel ve diğer
büyük müteber şahsiyetler tarafından övülmüştür.
El Ferra
Küfe'de doğmuştur. İlk tahsil yılları Kufe'de
geçirmiştir. Daha sonrada Basra'da yola devam etmiştir. Halil bin Ahmmed Yunus
bin Habib gibi meşhur alimlerden hocalardan duyduklarını nafızalarına kaydeder.
Arap Dilinin özellikleri ve kurallarının tespit edilmesinde büyük katkısı
olmuştur. Mealli Kur'an adıyla meşhur olmuş eseri adı tefsıru muşkiri irabi
Kur'an ve meanihidir. Kur'an metinlerinin anlaşılmasında karşılaşılan dil
problemlerine ışık tutmaktadır. Kıraat meselelerine de temas eder. Eserlerinde
sık sık Arap şiirine başvurur. Gerektigi yerde sebebi nüzul rivayetlerinden
yararlanır.
İbnu Kuteybe
Kufe'de doğmuştur. Hadis, tefsir, fıkıh vb...ilimlerle
uğraşan İbni Kuteybe derinleşmesini dil, edebiyat ve şiir alanında yapmıştır. Kur'an'ı kendi inançlarına göre
yorumlayanların görüşlerine filolojik delillerle çürüterek tefsir ilminde
önemli katkılarda bulunmuştur. Günümüze kadar gelen iki eseri Tevilu Müşkilul
Kur'an ile Garibul Kur'an aslında birbirini tamamlayan iki eserdir. Lüzumsuz
uzatmalardan özellikle kaçınmıitır. Garip kelimeleri açıklarken önce Kur'an'a
başvurur. Yazılan bu eserlere sonraki tefsirler için önemli kaynak olmuştur.
Et-Taberi
Taberistan'ın Mul şehrinde doğmuştur. 7 yaşında hafız olmuştur. 9 yaşında hadis ezberlemeye
başlamıştır. Hadis, fıkıh, kıraat, tarih ve edebiyat sahalarında birçok meşhur
alimlerden ders aldı. Camiul Beyan An Tevili Ayil-Kur'an tefsiri rivayet
tefsirlerinin ilklerinden ve ejn önemlilerindendir. Tefsiri mukaddimeyle
başlar. Kur'an'ın nazil oldugu Arapça'nın özelliklerinden lehçelerinden söz
eder.
İbn Ebi Hatim
Rey'de doğmuştur. Babası Ebu Hatim hadis alimidir.Kıraat eğitimi için meşhur
Kıraat alimlerinden eFadl b. Şazan’a teslim edilmiştir. Rivayet zincirlerinin sağlıklı bir
şekilde değerlendirilmesine önem vermiştir. ilgili 22 kadar eseri
vardır.Tefsirinin tam adı,Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim Müsneden’an Rasulillahi
(s.a.v) ve’s Sahabeti ve’t-Tabiin’dir.Tefsirin yaklaşık yarısı kayıptır.Hatim’in
bu eseri yazmadaki hedefi,Hz. Peygamberden,sahabeden ve Tabiinden gelen tefsir
rivayetlerini bir muhaddis titizliği içinde derlemektir.Tefsirinde kendi
görüşlerini belirtmekten özellikle kaçınmıştır.
EZ-ZEMAHŞERİ:
Harezmi büyük bir dilci, edebiyatçı ve müfessirdir.Fıkıh,hadis,tefsir,kelam,mantık,felsefe ve Arapça dersleri aldı.
Eserinin adı el-Keşşaf an Hakaikı’t-Tenzil ve uyuni’l-Ekavil fi
vücühi’t-Te’vil’dir.Kısaca Keşşaf olarak tanınır.Tefsir tarihinde önemli bir
yer tutan,leh ve aleyhinde çok söz söylenen,üzerinde Kur’an’ın mucizeliğini
ortaya koymaya çalışmıştır yüzlerce şerh,haşiye,ta’lik ve reddiye yazılmış bir
kitaptır.Bu tefsir dil ve belagat bakımından önemlidir. Öte yandan bu eser
Kur’anı kerimin belagat ve icazını en güzel ortaya koyan eserdir.
EL-KURTUBİ:
Maliki mezhebine mensuptur.Fakat mezheb taassubuna
kapılmamış,hatta eserinde zaman zaman diğer mezheplerin görüşlerine de yer
vermiştir.Eserinin tam adı el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ve’lMübeyyin lima
Tedammenehhu mine’s-sünneti ve Ayi’l-Furkan’dır.Eser Kur’an’ın baştan sona
kadar tefsirini ihtiva eder. Kurtubi tefsiri Kur’an-ı kerim’in bütün ayetlerini hemen her
yönden inceleyen,hatta zamanındaki tabii bilimler ışığında bazı ayetleri
tefsire çalışan geniş bir tefsirdir.
ER-RAZİ
Pek çok alim yetiştirmiştir. En meşhur olduğu ilim dalı kelamdır.Kelamda
bir “felsefi kelam”ekolü oluşturmayı başardı. Bu
ekolün kurucusudur. Tefsirin adı Mefatihu’l-Ğayb’dır
İBNU KESİR
Tarih,tefsir,hadis ve fıkıh ilimlerinde öne çıkmış olan
alimlerimizdendir. Tefsirinin adı Tesiru’l-Kur’an-i’l-azim’dir.Tefsiru İbni Kesir
ismi ile meşhur olmuştur. İsrailiyyat ile ilgili rivayetlerden kaçınmıştır.
EBUSSUUD
26 yaşında müderris oldu. 55 yaşında iken şeyhulislam
oldu.Kendisi Osmanlının 13.şeyhlislamı’dır.Tefsirinin tam adı İrşadü’l
akli’s-selim ila Mezaya’l-Kur’ani’l- Kerim’dir.Tefsiru Ebissuud ismi ile meşhur
olmuştur.Ebussuud Kur’an’ın tamamını tefsir edenlerin başında yer alır. Zemahşeri,Razi
ve Beyzavi’nin tefsirlerinden faydalanmıştır..Eserin en önemli özelliği, Kur’an
ayetlerinin fesahat ve belagatı ile yapmış olduğu tesbitlerdir.Cümlelerin
taşıdığı ince ve gizli anlamlarla ilgili dikkat çekici tesbitleri vardır.Bu
konuda bazen şiirler den de yararlanmıştır.
İSMAİL HAKKI BURSEVİ
Bursa da 30 seneden fazla ikamet edip burada vefat ettiği için
Bursevi nisbesiyle meşhur olmuştur. Eserin tam adı Ruhu’l beyan fi
Tefsiri’l-Kur’an’dır. Osmanlı döneminde ve işari tefsir ekolünde yazılmış
önemli tefsirlerdendir.Tefsirde hem rivayet,hem de dirayet metodu birlikte
kullanılmış ve müellifin tasavvufi yorumlarıyla zenginleştirilmiştir.Ayetler
yine öncelikle ayetlerle ve hadis-i şeriflerle açıklanmıştır.
MUHAMMED ABDUH:
El-Ezher ünv. ‘de öğrenim görmüş. Mezun olunca oraya hoca olarak
tayin edilmiştir. Tefsirinin adı Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hkim’dir.Fakat
Tefsiru’l-Menar ismi ile meşhur olmuştur.12 cilttir. İnsanların
dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak doğru bir itikat ve sağlam bir yaşayış
programı sunmak olduğunu belirtmiştir.
MUHAMMED İZZET DERVEZE:
Memur,müdür ve müfettiş olarak çeşitli görevlerde bulunmuştur. Derveze
Kur’an’ı anlama ve yorumlama metodu ile ilgili olan el- Kur’anü’l-Mecid isimli
eserini yazdı. Tefsirinin adıET-Tefsiru’l-Hadis’tir.Tefsirinin en önemli
özelliği,surelerin nüzul sırasına göre tefsir edilmiş olmasıdır.Ayetleri
sırasıyla ele alma yerine, aynı konu ile ilgili olanları gruplandırarak
işlemektedir.Kur’an’ın yine Kur’an ile anlaşılmasına önem vermiştir.
SEYYİD KUTUB:
Kahire ünv.’nin Daru’l-ulum fakültesini okudu ve aynı zamanda fakülteye
aynı yıl Arap dili ve Edebiyatı öğretim görevlisi olarak tayin edildi. Fizili’i-Kur’an’ı
15 yıllık hapıs cezasında tamamlamıştır.
Fizilali’l-Kur’an isimli tefsiri 20.yy’da yazılan içtimai-edebi tefsirlerin en
çok ilgi toplayan örneklerinden birisidir.Tefsiri yazma gayesi;Kur’an’ın
kendisinden yola çıkarak yeni ve ideal bir insan,hayat,toplum ve insanlık
modeli oluşturmaktır.
İBNU AŞUR
Zeki ve üstün kabiliyetli birisidir. İlk Maliki şeyhülislamı
oldu. Tefsir,hadis,fıkıh usulü,Arap dil ve edebiyatına dair telif,şerh,haşiye
türünde 40’a yakın eser bırakmıştır.Tefsirini adı et-Tahrir
ve’t-Tenvir’dir.Ayetleri Kur’an’daki normal sırasına göre alıp tefsir etmiştir. Eser,
hem klasik hem de çağdaş anlayışların birleşiminden meydana gelmiş önemli bir
tefsirdir.
Yahya Özdil-Yüksek Lisans
TEFSİR TARİHİ
Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.
HADİS
TARİHİ
Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]
Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.
Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.
Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.
Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]
Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza
Bu ililmlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.
İslamiyet içerisinde gelişen bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartılşımaz.
Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]
İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıun efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada yani bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]
’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.
Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.
Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi bilgiyi işleyen olarak bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum.
İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.
Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.
[1] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31
[2] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33
[3] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
[5] Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav
[6] Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi
[7] İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86
[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 , Fecr yayınları , Ankara 2010
[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ? Klasik yayınları , İstanbul 2008
[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010
[11] Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010
MUSTAFA MURAT
BATMAN
12912713
· Cenab-ı Hak:
“...اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ
عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬ا…” “Şüphesiz ki Allah’ın kulları içerisinde O’ndan en çok sakınan
âlimlerdir”[1]
buyurmuş, Rasulullah da: “مَنْ سَلَكَ
طَرِيقًا يَلْتَمِسُ فِيهِ عِلْمًا سَهَّلَ اللَّهُ لَهُ طَرِيقًا إِلَى
الْجَنَّةِ” “Kim kendisini ilme ulaştıracak bir yol tutarsa, Allah-ü Teâlâ
o kişiye cennete götüren yolu kolaylaştırır”[2]
buyurmuştur. Bu ayet ve hadisleri ve daha nicelerini kendisine şiar edinen
geçmişteki âlimlerimiz, kendilerini yalnızca bir alanda yetiştirmek ile
kalmamış , ihtisas yaptıkları alan haricinde birçok alanda ilim elde etmeye
devam etmiş, liyakatlerini artırmış ve bilgi aldıkları alanların hemen hemen
hepsinde söz sahibi olmuşlardır. Bu durum Ulumu’l İslamiyye’nin geçmişte bir
bütün olarak ele alındığını
göstermektedir.
· Bilim tarihine
genel hatlarıyla baktığımızda, geçmişte yaşamış ilim adamlarının, günümüzde
olduğu gibi kendisini yalnızca bir tek alanda yetiştirip, sadece o alanda
yetkin olmadığını müşahede ederiz. Bu bilginler günümüzdekilerin aksine, birçok
alanda söz sahibi olacak derecede bilgi sahibi idiler.
· Günümüz
tasnifinde yer alan ilimlere baktığımızda, hiçbir ilmin bir diğerinden tamamen
ayrı, tamamen bağımsız bir özellik teşkil etmediğini fark ederiz. Bilhassa
alanımız olan İslam ilimlerine bir göz atacak olursak kelam, hadis, fıkıh,
tefsir adeta iç içe geçmiştir. Aralarında keskin sınırlar yoktur. Her birinin
doğuşu ve gelişimi birbirleriyle etkileşim içerisindedir. Örneğin; erken dönem
tefsir usulü ve tarihi, hadisin önemli bir parçasıdır. Bilindiği gibi Klasik
İslami İlimler Terminolojisinde Hz. Peygamber’in sözüne “merfu’ hadis”, sahabi
sözüne “mevkuf hadis”, tabii sözüne “maktu hadis” denmekte ve tefsir
rivayetleri de büyük çoğunluğu itibarıyla bu üç gruptan birine girmektedirler.
Bu durumda tefsir rivayetleri, içerikleri bakımından diğer rivayetlerden
ayrılsa bile menşe’leri itibariyle aslında birer hadis rivayetidir. Çünkü onlar
sonuçta rivayettirler ve unutulmamalıdır ki, ilk hicri asırlarda ‘rivayet’ ile
‘hadis’ kelimeleri eş anlamlı olarak da kullanılmıştır.[3]
· Fakat zamanla
bu birliktelik, yavaş yavaş ortadan kalkmış ve Tedvin dönemi ile birlikte
günümüz ilim tasnifi oluşmaya başlamıştır.
· Cabiri bu hususta şunları söylemektedir:
· “Hicri 136-150.
yıllar arasında Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen tedvin hareketinin
başladığı belli başlı merkezi şehirlerdir. Bu şehirler, ellerinde yazılı
belgeler ve “sinelerindekilerle” giderek büyüyen ve dallanan İslam mirasını
taşıyan âlimlerin odaklandıkları büyük merkezlerdi. Dönemin âlimlerinin
taşıdıkları miras; bablara ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış
bilgi, haber ve te’villerin karışımından oluşmaktaydı. Tedvin işlemi temelde bu
bilgi birikiminin ayıklanarak bablara ayrılmasını hedefliyordu. Bablara ayrılan
bu bilgiler bilahare tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve tarih ilimleri olarak
tasnif edileceklerdi.”[4]
· Tedvin
döneminden sonra artık ilim dalları yavaş yavaş muhtelif bir dal olarak
belirmeye başlamıştır. Ancak her ilim dalının (ilimler her ne kadar tasnife
tabi tutulsa da kaynaklarının aynı olmasından ötürü) diğer bir ilim dalı ile arasında
çeşitli ilişkiler husule gelmiştir. Bu tasniflere göre; İslamî İlimler
arasındaki irtibatı, tefsir merkezli olarak ele aldıgımızda dil ve tarih
bilimleri adı altında 2 ana akım görürüz.
a)
Dil bilimleri: Dil
bilimlerinden Kur’an’ın kelimelerine ve ayetlerine açıklamak getirmek için
yararlanılır. Bunun için tefsir yapılırken, önce Arapça bilinmelidir. Ayrıca
cümle yapısı ile ilgili nahiv ilmi, kelimelerin türetilmesi ile ilgili olan
sarf ve iştikak ilmi, Kur’an’ın edebî inceliklerini ele almak için Ma’ani,
beyan ve bedii ilimlerinin bilinmesi gerekir.
b)
Tarih Karakterli
Bilgiler: Tefsirde Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve
ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için hadisten büyük oranda yararlanılır.
Hadis rivayetleri ayetlerin sebeb-i nüzul bilgilerini ve doğrudan ayetlere
açıklama getiren rivayetleri ve kıraat bilgilerini bize sağlamaktadır. Tefsir,
tarih kaynaklarından da benzeri amaçlar için faydalanır.[5]
· Yukarıda
bahsettiklerimizden de anlaşılacağı üzere tefsir ilminin kendisinden
faydalandığı birçok bilim dalı bulunmaktadır. Ancak tefsir ilminin diğer bilim
dalları ile olan ilişkisi yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Bu bilimler
haricinde tefsirin kendilerine kaynaklık ettiği, malzeme sunduğu bilimler de
yer almaktadır. Örneğin tefsir disiplinin Kur’an ayetlerini açıklaması, fıkıh,
kelam ve daha birçok bilim dalına materyal sağlamaktadır. Çünkü bilindiği üzere
İslamî İlimlerin temel kaynağı Kur’an-ı Azîmü’ş-Şan’dır.
· Tefsir sadece
ayetlerin indiği anda ne kastettiklerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.
Tefsirin ortaya çıkardığı bu anlamların yorumlanması ve Kur’an’ın öğrettiği
değerlerin değişik zamanlara taşınması fıkıh ve kelam disiplinleri tarafından
yapılmıştır. Kur’an’ın içeriğinde yer alan ahlak, siyaset, itikat, hukuk,
ibadet gibi konulara ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale getirilmesi bu
disiplinler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kur’an’da yer alan ahlak, siyaset
ve itikat konularının yorumlanması ve değişik zamanlarda yaşama taşınması
işlemi kelam disiplini tarafından; genel anlamıyla hukuk ve ibadet konuları ve
bu alanlara ilişkin ayetlerin sistemli bir şekilde yorumlanması fıkıh disiplini
tarafından; tefsir de dâhil olmak üzere bütün disiplinlerin izleyeceği yöntem,
Kur’an ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve
bunları hayata yansıtmanın önemi ise fıkıh usulü tarafından geliştirilmiştir.[6]
· İlimler her ne
kadar tasnif edilseler de aralarındaki
ilişki hiçbir zaman kesintiye uğramamaktadır. Çünkü yapısı gereği fıkıh, tefsir
ve hadisten ayrılamaz çünkü ana materyalleri bu iki kaynaktır. Bir ayetin
maksadı anlaşılmadan, nüzul sebebi bilinmeden ayetten hüküm çıkarmak mümkün
değildir. Hadis, Kur’an ile çelişemez, çünkü böyle bir iddianın doğrulanması
Rasulullah’ı (haşa) yalancı konumuna düşürür. Kelam da fıkhı geliştirmekle
yükümlüdür, fıkıh da kelam için bir konu alanı teşkil eder, yani tabiri caizse
bir hammaddedir. Kısacası her ilim dalı birbiri ile yakın bir ilişki
halindedir. Keza İslami İlimlerin ilk dönemlerinde ilk dört halife, İbn Ömer,
İbn Abbas, İbn Mesud, H.z. Aişe, Zeyd b. Sabit.. ve daha nice güzide insanların
bu ilim dallarının bidayetinde anılan şahıs olmaları bu durumu teyid eder
niteliktedir.
· Yaptığımız bu çalışmadan anlıyoruz ki; gerek Ulumu’l
İslamiyye’nin bidayetinde gerekse klasik İslam eğitiminde ilim, bir bütün
olarak algılanmış ve okutulmuştur.
· Bu ilimlerin
tedvin asrına kadarki olan süreçleri ve birbirleriyle aralarındaki ilişki bunu
gerekli kılmaktadır. Mezkur ilimler, yöntem ve ilgi alanı olarak farklıymış
gibi dursalar da aslında hepsi dinin bir
cihetini temsil etmektedirler. Günümüzde bu mühim ve temel ilkeyi göz önünde
bulundurmak, İslami ilimlerde yapılan çalışmaları daha kaliteli kılacağını
düşünmekteyiz.
[1] Fatır 35/28.
[2] Tirmizi, İlim 2.
[3] Mehmet Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri, s. 19, Kitabiyat, Ankara, 2003.
[4] el-Cabiri, age, s. 72; Prof. Dr. Sönmez Kutlu, İslam Bilimlerinde Yöntem, s. 52, Ankuzem, Ankara, 2005.
[5] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, Kur’an ve Hadis İlimleri, s.12, Ankuzem, Ankara, 2005.
[6] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, age, s. 13.
Yahya Özdil-Yüksek Lisans
TEFSİR TARİHİ
Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.
HADİS
TARİHİ
Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]
Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.
Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.
Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.
Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]
Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza
Bu ililmlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.
İslamiyet içerisinde gelişen
bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre
gelişmişlerdir.[7] Bu doğal
bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle
mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartılşımaz.
Peygamber efendimiz
hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor,
sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir
ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite
kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu.
Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda ,
İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise
Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre
sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere
dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar
ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve
kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde
anlamışlardı.‘’[8]
İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıun efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada yani bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]
’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.
Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.
Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi bilgiyi işleyen olarak bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum. İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.
Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.
[1] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31
[2] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33
[3] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
[5] Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav
[6] Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi
[7] İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86
[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 , Fecr yayınları , Ankara 2010
[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ? Klasik yayınları , İstanbul 2008
[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010
[11] Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010
Yahya Özdil-Yüksek Lisans
TEFSİR TARİHİ
Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için Kur’ân’ı Kerim’in mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.
HADİS
TARİHİ
Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]
Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.
Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.
Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]
Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza:
Bu ilimlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.
İslamiyet içerisinde gelişen bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartışılmaz.
Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]
İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıûn efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada yani bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]
’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.
Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.
Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi bilgiyi işleyen olarak bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum. İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.
Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.
[1] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31
[2] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33
[3] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
[5] Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav
[6] Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi
[7] İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86
[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 , Fecr yayınları , Ankara 2010
[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ? Klasik yayınları , İstanbul 2008
[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010
[11] Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010
Yahya Özdil-Yüksek Lisans
TEFSİR TARİHİ
Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için Kur’ân’ı Kerim’in mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.
HADİS
TARİHİ
Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]
Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.
Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.
Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]
Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza:
Bu ilimlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.
İslamiyet içerisinde gelişen bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartışılmaz.
Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]
İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıûn efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada yani bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]
’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.
Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.
Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi bilgiyi işleyen olarak bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum. İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.
Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.
[1] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31
[2] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33
[3] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
[5] Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav
[6] Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi
[7] İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86
[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 , Fecr yayınları , Ankara 2010
[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ? Klasik yayınları , İstanbul 2008
[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010
[11] Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010
بسم الله الرحمن الرحين والصلاة والسلام على أشرف الأنبياء والمرسلين .
الحمد لله رب العاملين ،
أنزل كتابه وأمرنا بفهمه وقال :
" كتاب أنزلناه إليك مبارك
ليدبروا آياته وليتذكر أولوا الألباب " .
والصلاة والسلام على من قيل له :
" وأنزلنا إليك الذكر لتبين للناس
ما نزل اليهم ولعلهم يتفكرون ".
كانت الصَّحابه إذا اختلف عليهم شيئ من القرآن سألوا النبي
صلى الله عليه وسلم فوضحه لهم.
علم أصول التفسير يتعلق بأشرف كتب الله وهو واجب على كل منا
أن يبذل جهده لفهم الأصول لكتاب الله تعالى لنفهم الصواب ونعمل به بتوفيق من الله .
أصول التفسير له معنيين
: المعنى التحليلي والمعنى الإضافي .
فيما يخص المعنى التحليلي يمكن أن نقول أن كلمة أصول جمع أصل
والأصل قاعدة كل شيئ ، والتفسير معناه الكشف والإظهار والإبانة .
قال الإمام الطبري رحمه الله وهو يبين أهمية التفسير : "
قد كان العلماء من قبله يرحلون إلى بلاد بعيدة من أجل الوقوف على معنى آية
وتفسيرها "، و قال عبد الله بن مسعود : " ما من آيه في كتاب الله - عز
وجل - الا وأنا أعلم أين نزلت وفيم نزلت ولو أعلمُ أحدا أعلمَ بكتاب الله تركب
إليه الإبل لركبت ) .
وبين كذلك الإمام القرطبي رحمه الله أهمية التفسير فكتب لذلك
فصلا مختصراً في مقدمة تفسيره ( الجامع لأحكام القرءان ) . قدَّم فيه ما يدل على
أهمية التفسير من ذلك .
ورد عن أياس ابن معاوية
في فضل التفسير قال : " مثل الذين يقرؤون القرآن وهم لا يعلمون تفسيره كمثل قوم جائهم كتاب من ملكه ليلا وليس عندهم
مصباح فتداخلهم روعة ولا يدرون ما في الكتاب ومثل الذي يعرف التفسير كمثل رجل
جائهم بمصباح فقرؤوا ما في الكتاب " .
وقال شيخ الإسلام ابن تيمية رحمه الله عن أهمية التفسير :
" وحاجة الأمة ماسة إلى فهم القران الذي هو حبل الله المتين والذكر الحكيم
والصراط المستقيم " .
نلاحظ :
أن كل من المفسرين قد كتب في مقدمة تفسيره عن أهمية التفسير
لكتاب الله عز وجل.
- كذلك قال الأستاذ مجاهد محمد رئيس قسم
التفسير وعلوم القرآن بجامعة الأزهر
" فليعلم طلاب العالم خصوصاً و المسلمون عموماً أن التفسير مهمٌّ جداً
فهو الطريق إلى العمل بكتاب الله تعالى وتطبيقه كمنهج للحياة ".
وعلى هذا فعلم
التفسير أشرف العلوم لتعلقه بكتاب الله الذي هو أشرف الكتب على الإطلاق .
لقد نشأ علم التفسير منذ عصر الرسول صلى الله عليه وسلم فقد
كان الصحابة رضي الله عنهم يسالونه عما لا يفهمون من القرآن. مثلا عندما نزل قوله
تعالى : " الذين آمنوا ولم يلبسو إيمانهم بظلم أولئك لهم الأمن وهم مهتدون
" . (سورة الانعام 88)
قالو ومن منا لم يظلم
نفسه يا رسول الله ، ففسر لهم : معنى الظلم وهو الشرك أما قرأتم قول الله تعالى
:" إن الشرك لظلم عظيم " (سورة لقمان 13 ).
وفسر لهم أيضا معنى البياض والسواد في آية الصيام: " وكلو
واشربوا حتى يتبين لكم الخيط الأبيض من الخيط الأسود من الفجر " (البقرة
187) .
وكان الأمر قد صعب عليهم حتى أن أحدهم كان قد أخد خيطين حقيقين
فوضعهما تحت وسادته يريد أن ييجعلهما علامة على الإمساك للصيام لم يرى سوادا ولا
بياضا فاخبر النبي صلى الله عليه وسلم بذلك فقال له :
" إنك لعريض الوساد ، البياض
بياض الصبح والسواد سواد الليل "
وهذا يبين إهتمام الصحابة على بفهم القرآن . وقالت الصحابة :
( كنا إذا نزلت عشرة آيات من كتاب الله تعالى لم نبرحها حتى نحفظها ونفهم معانيها
ونعمل بها حتى إذا اكتمل القرآن نزولا كان قد إجتمع لدينا ثلاث الحفظ والفهم
والعمل ) .
كانوا أصحابه أذكياء ومع ذلك يسألون النبي صلى الله عليهم
على توضيح كل ما كان صعب عليهم .
ثم جاء عصر التابعين فتكلم الأئمة منهم : الحسن البصري ،
وعكرمة مولى ابن عباس ، وسعيد ابن المسيب ثم مجاهد وقتادة وغيرهم ، وكانت روايات
التفسير تروى على أنها أبواب من الحديث ولم يظهر تفسير اشتمل القرآن كاملا إلا في
أواخر القرن الثالث و أوائل الرابع الهجري على يد شيخ المفسرين محمد بن جرير الطبري
توفي (310ه) ـ
يمكن أن نقول أن الإمام الشافعي رحمه الله (توفي 204 هـ) هو
أول واضع لأصول التفسير في كتابه " الرسالة " ثم توالت الكتابات في أصول
التفسير لكنها كانت بمثابة مقدمات في كتب التفسير ومن أهَّم تلك المقدمات مقدمة
الإمام الطبري - رحمه الله – والإمام القرطبي وكذلك كتب شيخ الإسلام ابن تيمية
مقدمة في كتابه " أصول التفسير " .
وعن نشأة أصول التفسير قال أبو بكر رضي الله عنه : ( أي أرضٍ
تقلني وأي سماء تظلني إن أنا قلت في القرآن برأيي ) وفي رواية ( لأن تضربني عنقي
لا وأقول في القرآن برأيي ).
قال ابو عبد الرحمن السلمي : " حدثنا الذين كانو يقرؤون
لنا القرآن كعثمان ابن عفان وعبد الله بن مسعود وغيرهما ، أنهم كانو إذا تعلموا من
النبي صلى الله عليه وسلم عشر آيات ، لم يجاوزوها ، حتى يتعلَّموا ما فيها من
العلم و العمل . فقالوا : فتعلمنا القرآن والعلم والعمل جميعا " .
وفي العصر الحاضر كتب علماء أصول التفسير في أنواع كثيرة تسهيلا على الطلاب
ومع ذلك يبقى علم أصول التفسير من العلوم القابلة للنمو والتى
تحتاج الى جهد وفكرة وعناية كبيرة .
·
كل
مفسر كان يستمد على علوما لازمة لتفسير القرآن الكريم وهذه العلوم كلها مصادر لعلم التفسير :
1 اللغة والاشتقاق : علم أصول اللغة يعني معرفة الألفاظ
القرآنية واستعمالها في لغة العرب . مثلا توقف ابن عباس في تفسير بعض الآيات رغم
فصاحته حتى عرفها من كلام العرب وهذا مهم جداً للفهم الدقيق .
2 النحو والصرف : مثلا في قوله تعالى : " يوم
ندعوا كل أُناس بإيمامهم " فَهِمَ بعض الناس أن " إمام
" جمع " أم " وأن الناس يدعون يوم القيامة بأمّهاتهم دون آبائهم .
قال الزمخشري وهذا غلط وأن جمع أم لا يكون إمام .
3 الأدب وعلوم البلاغة .
4 علم الآثار : يعني المأثور من كلام النبي والصحابة
والتابعين وأئمة التفسير بعد تفسير القرآن بالقرآن .
5 علم القراءات وعلم أصول الفقه .
6 علم التاريخ لأن قصص القرآن أحسن القصص كما قال
تعالى : " نحن نقص عليك أحسن القصص " .
7 العلوم الكونية : يستعين بها المفسر في شرح الآيات
القرآنية التى تذكر الظواهر الكونية : دراسة الكون من طب للإنسان والحيوان والظواهر
الطبيعية كالسحاب والرعد .... أو لطبقات الأرض والجبال .... أو غير ذلك .
·
من
أنواع التفسير: يذكر ابن جرير الطبري عن عبد الله
ابن عباس رضي الله عنه قال : " التفسير أربع أنواع وهم : يعرف من كلام العرب
و لا يعذر أحد بجهالته ، ولا يعلمه إلا العلماء وتفسير لا يعلمه إلا الله تعالى
" .
·
أحسن
طريقة للتفسير :
1 القرآن بالقرآن
لأن الله هو الذي أنزله وهو أعلم بما أراد به فما جاء مجملاً في موضع يأتي مفصلاً في موضع أخر وقد ذكر ابن
كثير - رحمه الله – في مقدمة تفسيره : فإن
قال قائلا فما أحسن طرق التفسير ؟ "
. فالجواب : إن أصح الطرق في ذلك أن يفسر القرآن بالقرآن كما قال تعالى : "
وما أنزلنا عليك الكتاب الا لتبين لهم الذي اختلفوا فيه وهدى ورحمة لقوم يؤمنون"
(النحل 64 )
2
والسنة تنزل على رسول الله بالوحي كما ينزل القرآن إلا أنها لا تتلى كما يتلى
القرآن وقال تعالى :" وأنزلنا إليك الذكر لتبين للناس ما نزل اليهم ولعلهم
يتفكرون " . النحل 44
ولهذا قال رسول الله صلى الله عليه
وسلم " إلا أني أوتيت الكتاب ومثله
معه " يعني السنة .
3 أقوال الصحابة رضي الله عنهم
لأن القرآن نزل بلغتهم وفي عصرهم ولأنهم بعد الأنبياء أصدق بصفة عامة .
4 كلام التابعين الذين أخذوا
التفسير عن الصحابة رضي الله عنهم لأن التابعين خير الناس بعد الصحابة ولم تكن
اللغة العربية تغيرت كثيراً في عصرهم .
·
الشروط
المتعلقة بالآداب : يجب قبل أن يبدأ المفسر في هذا
العلم العميق الصعب أن يراعي تطبيقه لهذه الشروط المعلقة بآدابه .
1 صحة الاعتقاد :
كما قال ابن القيم رحمه الله : لا يدرك معاني القرآن ولا يفهمه إلا القلوب الطاهرة
وحرام على القلب المتلوث بنجاسة البدع والمخالفات أن ينال معانيه .
2 صحة المقصد : ابتغاء وجه الله تعالى فقط
. كما قال السيوطي - رحمه الله - أيضاً ومن شرطه أي المفسر صحة المقصد فيما يقول
ليلقى النجاح فقد قال تعالى : " والذين جاهدوا فينا لنهديهم سبلنا
" . العنكبوت 69
3 التقوى : قال الإمام الشهيد سيد قطب - رحمه
الله - ... فالتقوى في القلب هي التى تؤهله للانتفاع بهذا الكتاب هي التى تفتح
مغالق القلب له ... .
4 العمل
بما في القرآن : من أخص شروط المفسر العمل بما في القرآن ، إذ لا يمكن أن يتصور
أبدا أن يوفق الإنسان لفهم القرآن وهو لا يعمل بما فيه كما قال الدكتور محمد لطفي
الصباغ : " إن هذا الكتاب الكريم لا يفتح خزائن كنوزه وجواهره إلا لمن آمن
بمنزله ، وعمل به كله وأحل حلاله وحرم حرامه .
5 البعد عن خوارم المروؤة : قال الإمام القرطبي - رحمه
الله - قال عبد الله بن عمر: لا ينبغي لحامل القرآن أن يخوض مع من يخوض ولا يجهل
مع من يجهل ولكن يعفو ويصفح لحق القرآن لأن في جوفه كلام الله تعالى .
6 مدوامة ذكر الله تعالى كما قال القرطبي - رحمه الله - : ينبغي للمفسر
أن يكون لله حامداً ولنعمه شاكراً وله ذاكراً وعليه متوكلاً وبه مستعيناً وإليه
راغباً ..... "
إذاً الواجب على المسلم في تفسير
القرآن أن يشعر نفسه حين يفسره بأنه مترجم عن الله شاهداً عليه بما أراد من كلامه
معظماً لهذه الشهادة خائفاً من أن يقول على الله من غير علم فيقع فيما حرم الله .
·
الشروط
من الناحية العلمية : هي أن يكون المفسر عالماً بالحديث
، باللغة ، بالصرف والنحو وكذلك بالاشتقاق
لأن الاسم يمكن أن يكون إشتقاقه من مادتين مختلفتين وبأقسام البلاغة ( المعاني
والبيان والبديع ). ويلزم أن يكون المفسر عالما بالقرءات فهي جزء من الوحي وبأصول
الدين وأسباب النزول ، وبالناسخ والمنسوخ وبالفقة ولهذا يجب أن المفسر لكتاب الله
تعالى يكون له ثقافة علمية حاضرة ومعرفة عامة في كافة الشروط المذكورة .
·
ومن
أهم أصول التفسير معرفة المُحكم والمتشابه :
والمحكم هو اللفظ الذي لا يحتمل
تأويلاً ولا تخصيصا ولا نسخا . فالمُحكم من النصوص القرآنية لا يحتمل التأويل
بإرادة معنى آخر إن كان خاصاً ولا التخصيص بإرادة معنى خاص إن كان عاماً لأنه مفصل
مفسر ،
والمتشابه ما تشابهت الفاظه الظاهرة مع اختلاف
معانيه بحيث تخفي دلالة معناه لذاته . المتشابه هو في غاية الخفاء كالمحكم في غاية
الظهور ويكون متشابه في اللفظ أو الفهم.
ينقسم القرآن الى محكم ومتشابه عن
قوله تعالى :
"
منه آيات محكمات هن أم الكتاب وآخر متشابهات " .
و من أهم أصول التفسير كذلك معرفة
الناسخ والمنسوخ .
·
أسباب
النزول أصلا من أصول التفسير : هو ما نزل قرآن بشأنه وقت
وقوعه كحادثة أو سؤال . تكون الأسباب وقت نزول القرآن لا قبله ولا بعده ، فالآيات
التي جاءت مخبرةٌ باخبر ماضية كحادثة الفيل أو مستقبلة كغلبة الروم للفرس لا يصح
أن يقال أن هذه الحوادث كانت سبب لنزول الآيات . ولهذا صارت قصة قدوم الحبشة لهدم
البيت الحرام سببا في نزول سورة الفيل . اتفق العلماء على أن طريق معرفة اسباب
النزول هي النقل الصحيح عن رسول الله صلى الله عليه وسلم ، وعن الصحابة الكرام
الذين عاصروا نزول الوحي فهم إذا أخبروا بشئ من هذا كان له حكم المرفوع ، وإذا ورد
شيئ منه عن التابعين فإنه لا يقبل إلا إن كان عن كبار التابعين. كمجاهد وعكرمة
وسعيد بن جبر والحسن البصري وغيرهم .....
لقد ورد عن الأئمة أن سبب
النزول مهم جداً في تفسير الآية ، قال ابن تيمية : (معرفة سبب النزول يعين على فهم
الآية ، فان العلم بالسبب يورث العلم بالمسبب ) ،وقال ابن دقيق العيد : ( بيان سبب
النزول طريق قوياً في فهم معاني القرآن ) وقيل : (لا يمكن معرفة تفسير الآية ، دون
الوقوف على قصتها وبيان نزولها ) .
·
التفسير بالمأثور :هو الذي يجب اتبعاه لأنه طريق المعرفة الصحيحة .
ويشمل ما جاء في القرآن نفسه من البيان والتفصيل وما نقل عن رسول الله صلى الله
عليه وسلم وأصحابه أما ما ينقل عن التابعين فبعض العلماء يعتبره من المأثور وبعضهم
يعتبره من التفسير بالرأي ، فمن التابعين من تلقى التفسير كله عن الصحابة كما قال
مجاهد : عرضت القرآن على ابن عباس أوقفه عند كل آية منه
وأساله عنها ، ولهذا قال الثوري إذا جائك التفسير عن مجاهد فحسبك به وكان يعتمد
على تفسيره كثيرا من أهل العلم كالشافي والبخاري وغيرهم .
فالتفسير بالمأثور بمثابة ركيزة
أساسية لكل من يريد تفسير كتاب الله عز وجل.
التفسير بالرأي : يقصدون العلماء
بالرأي الاجتهاد .
فانقسم العلماء فيما يخص التفسير بالرأي
إلى فريقين فريق منع تماما تفسير القرآن بالرأي مهما كان علم المفسر ومعرفة بأصول
التفسير وفريق يرون أن من كان ذا أدب وعلم يجوز له أن يفسر كتاب الله تعالى برأيه
واجتهاده .
1- المانعون
: يقولون إن التفسير بالرأي قول على الله بغير علم والقول على الله بغير علم منهى
عنه لقوله تعالى : " وإن تقولوا على الله ما لا تعلمون " . واستدل
المانعون بقوله تعالى : " وأنزلنا إليك الذكر لتبين للناس ما نزل إليهم
ولعلهم يتفكرون " و مثل ما رواه
الترمذي عن ابن عباس رضي الله عنهما أن النبي صلى الله عليه وسلم قال : ( اتقوا
الحديث عني إلا ما علمتم فمن كذب علي متعمداً فليتبوأ مقعده من النار ومن قال في
القرآن برأيه فلبتبوأ مقعده من النار .
وروى أيضا الترميذي عن جندب رضي الله عنه قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم
من قال في القرآن برأيه أصاب فقد أخطأ .
2- أما القائلين بالجواز
: استدلو بالآيات الكثيرة الداعية إلى التدبر والتفكر في فهم القرآن
* ومن قوله تعالى : " كتاب أنزلناه عليك مباركا ليتدبوا
آياته " ( ص 29 ) .... * "
أفلا يتدبرون القران أم على قلوب أقفالها "
(محمد 24 )
وبهذا يظهر أن الله تعالى شجع على
تدبر القرآن والإعتبار بآياته .
قالوا لو كان التفسير
بالرأي غير جائز لما كان الاجتهاد جائزا وهذا باطل.
*قالوا أيضا إن النبي صلى الله عليه
وسلم قد دعى لابن عباس وقال له :
(
اللهم فقه في الدين وعلمه التأويل )
فلو كان التأويل يعتمد على السماع
والنقل فقط لما دعى النبي لابن عباس بهذا الدعاء.
Yüksek Lisans 129 127 45
لعلما : Sözlük anlamı itibariyle “Bilmek” anlamına gelir.[1] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İlim s.109
[2] Türk dil kurumu http://www.tdkterim.gov.tr/bts/
[3] Türk dil kurumu http://www.tdkterim.gov.tr/bts/
[4] Buhari, Mevâkîtu's-salât/523, 545-546
[5] http://karatasali.wordpress.com/2007/05/15/tefsir-islevi-ve-diger-ilimlerle-ilskisi/
TARİH İÇİNDE
İSLAMÎ İLİMLER
İnsanlık tarihi aslında peygamberler tarihidir.
Allah’ın yaratmış olduğu ilk insan olan Hz. Adem aynı zamanda ilk peygamberdir.
Yüce Yaratıcı dünyaya göndermiş olduğu insanı başıboş bırakmamış; her insan
topluluğuna peygamber göndererek onlara dünyadaki yaşamlarının nasıl olması
gerektiği konusunda bilgilendirmiştir. Peygamberlerin sonuncusu da m. 571
yılında dünyaya gelen Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O’nun risaleti ile
peygamberlik sona ermiştir. Son ve evrensel din olan İslam’ın mübeyyini olan
Hz. Peygamber’e Kur’an-ı Kerim nazil olmuştur. Kısacası bu kitap son dinin
temel referans kaynağı olmuştur.
Hz. Peygamber’in hayatına dair kaleme alınan eserler
genelde O’nun hayatını Mekke ve Medine dönmeleri olmak üzere ikiye ayırırlar.
Mekke’de Hz. Peygamber’in muhatap kitlesini genelde putperest müşrikler
oluştururken, Medine’de bu kitleye Yahudiler de eklenmiştir. Sosyal vakıanın ve
hikmeti ilahinin bir gereği olarak olsa gerek inen ayetlerde içinde bulunulan
duruma göre şekil ve içerik bakımından farklı özelliklere bürünmüştür.
Hz. Peygamber’in hayatta bulunduğu süre içerisinde
Müslümanlar arasında herhangi bir siyasi, itikadi yada hukuki bir tartışma vuku
bulursa konu Hz. Peygamber’e iletiliyor ve O’nun vermiş olduğu karar herkesi
bağlayan bir ilke olarak kabul ediliyordu. Bazen de Hz. Peygamber’e bir soru
sorulduğunda inen herhangi bir ayet sorulan sorunun cevabı oluyordu. Kısacası
Hz. Peygamber nübüvvetten sonraki hayatında Müslümanların Kur’an’ı açıklamada,
siyasi, itikadi, ameli, hukuki vb. alanlarda tek otorite idi. Başka bir deyişle
İslam’ın ilk yıllarında İslamî ilimler adı altında herhangi bir tasnif
oluşmamış; tefsir, fıkıh, hadis, akaid vb. ilimler Kur’an ayetleri bağlamında
Hz. Peygamber’de mezcedilmiş; O vermiş olduğu kararlarda nihai karar merci
olmuştur.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra artan fetihlerle
birlikte karşılaşılan kadim medeniyetlere ait birçok unsur farklı dini ve etnik
gruplara mensup insanların İslam’ı seçmeleri ve eski dinlerinin düşünsel
ürünlerini tam olarak atamamış olmaları sebebiyle İslam’ın berrak inanç
sistemine girmeye çalışmıştır. Ayrıca iktisadi ve siyasi etkenler, yabancı
kültürlerden yapılan tercümeler İslam toplumunu olumlu ya da olumsuz biçimde
etkilemiş; hem ilimler hem de toplumsal bağlamda değişim ya da dönüşüme sebep
olmuştur. İslam’ı seçen insanlara dini anlatma zarureti, çevredeki dinlere ve
felsefi akımlara karşı dini savunma gibi bir zorunluluğun da ortaya çıkmış
olması sadece Kur’an’ın ve hadisin/sünnetin zahirine bağlanan ilk dönem
müslümanlarından farklı olarak sonraki müslümanları ilmi anlamda yeni ve farklı
çabalara sevk etmiştir. İşte biz de burada tefsir hadis ve fıkıh ilimleri
bağlamında bu ilimlerin tarihlerini özet olarak sunmaya çalışacağız.
Sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı
bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelen tefsir, teknik bir ifade
olarak, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili ilim diye
tanımlanmaktadır.
Kur’an tefsiri ile ilgili faaliyetler Hz. Peygamber
dönemine kadar gitmektedir. Kur’an’ın indirildiği dönemde Hz. Peygamber değişik
vesilelerle birçok açıklama yapmıştır. Fakat Kur’an’ın tamamını tefsir
etmemiştir. Bu bakımdan Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğunu
söylemek mümkündür. Hz. Peygamber’in vefatından sonra tefsir işini sahabe
yürütmüştür. Tefsir konusunda öne çıkan en önemli şahsın Abdullah b. Abbas
olduğu kabul edilmektedir. Sahabe tefsir faaliyetleri onların müşahedelerine
veya kişisel kavrayışlarına dayanmaktaydı. Tefsir kaynakları ise Hz.
Peygamber’den gördükleri ve işittikleri, Arap dili ve edebiyatı, Yahudi ve
Hıristiyan alimleri olarak sayılabilir. Vahyin inişini, ayetlerin nüzul
sebeplerini müşahede etmeleri, ve uzunca bir zaman Hz. Peygamber ile beraber
olmaları sahabenin tefsirdeki rolünün önemini gösterir niteliktedir.
Kendilerindeki ilmi birikim tabiîn nesline aktaran
sahabe, Hz. Ömer’in vefatından sonra Medine dışına çıkarak İslam ülkelerinin
çeşitli yerlerine dağıldılar. Böylece Arap olmayan pek çok şahıs ilim sahasında
gözükmeye başlamıştır. Sahabeden alınan ilmi faaliyet geleneği tabiîn
tarafından devam ettirilmiştir. Bu dönem tefsiri genel görünüm itibariyle
rivayete dayanan akli verilerden uzak olan bir tefsirdir. Said b.
Cübeyr…….. gibi şahıslar bu dönemin önde
gelen tefsir bilgilerindendir. Tefsire ait bilgiler bu dönemde yazılı hale
getirilmeye çalışılmıştır. Ali b. Ebi Talha, Mukatil b. Süleyman bu döneme ait
günümüze ulaşabilen ilk tefsir örnekleridir. Daha önce müsned adı verilen
eserlerde yer alan bilgiler hadis eserlerinin tasnif edilmeye başlanmasıyla
birlikte kitabu’t-tefsir bölümleri içinde işlenmeye başlanmıştır.
Tefsir faaliyeti ile meşgul olan kişinin ilmi
kapasitesine, kavrayış derecesine, ihtisasına, mesleki durumuna ve içinde
yaşadığı toplumun siyasi, ahlaki, ilmi, mezhebi durumuna göre fıkhi, iş’ari,
edebi, mezhebi tefsir olarak çeşitli sınıflandırmalar yapılmıştır. Bununla
birlikte tefsir faaliyetleri genelde dirayet ve rivayet tefsirleri olmak üzere
iki grupta mütalaa edilmektedir. Rivayet tefsiri Hz. Peygamber’den, sahabeden
ve tabiînden nakledilen, senedi olan rivayetlere verilen addır. İlk zamanlar
şifahi olarak rivayet edilen bu birikimin yazılı hale gelmiş en mükemmel halinin
Taberi’nin Camiu’ul-beyan an Te’vili’l-Kur’an adlı eseri olduğu kabul
edilmektedir. Dirayet tefsiri de rivayetlere yer verilmekle beraber genelde
akli verilere dayanan tefsirdir. Maturidi’nin Te’vilatu’l-Kur’an’ı,
Zemahşeri’nin el-Keşşaf’ı gibi eserlere tefsirin bu türüne ait örneklerdir.
Tefsirle beraber Ulumu’l-Kur’an’a ait bir literatür de meydana gelmiştir. Bu
ilimlere dair pek çok eser kaleme alınmış olmakla beraber Suyuti’nin el-Itkan
fi Ulumi’l-Kur’an isimli eseri bu konuya ait en meşhur eserdir.
Hz. Peygamber’den rivayet edilen söz, fiil ve
takrirlere hadis denir. Birçok alim hadis kavramına Hz. Peygamber’in şemailini
ve ahlaki vasıflarını, sahabe ve tabiîne ait söz, uygulama ve fetvaları da
eklemişlerdir. Bunlardan Hz. Peygamber’e ait olana merfu, sahabeye ait olana
mevkuf, tabiîne ait olana ise maktu adları verilmiştir. Bir rivayetin Hz.
Peygamber’e ait olup olmadığını tespit için birçok hadis ilmi ortaya çıkmıştır.
Cerh ve tadil ilmi, Mühtelifu’l-hadis ilmi, İlellu’l-hadis ilmi, Garbu’l-hadis
ilmi, Nasih ne mensuh ilmi, Kitabetu’l-hadis ilmi bu ilimlerdendir.
Hadislerin yazılmasıyla ilgili ilk teşebbüslerin Hz.
Peygamber devrinde olduğu bilinmektedir. İlk zamanlar Kur’an’la karışır
endişesiyle hadis yazımına müsaade etmeyen Hz. Peygamber, birçok sahabinin
Kur’an’ı hıfz etmesi ve yazıyı iyice öğrenmesi sonucu bu yasağı kaldırmış ve
hadis yazımına izin vermiştir. Değişen sosyal ve siyasi ortamın bir sonucu
olarak hicri II. asırda İbn Şihab ez-Zühri’nin girişimleri sonucu yazılı hadis
malzemeleri tedvin edilmeye başlanmıştır. Hadis ilminin ortaya çıkmasında en
önemli etkenlerden birinin hadis uydurma faaliyetleri olduğunda şüphe yoktur.
Daha hicri ilk asırlarda Müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasi ve itikadi
kutuplaşmalar, her grubu hadisin otoritesinden faydalanma yoluna sevk etmiştir.
Bu da hadis ilmiyle uğraşan bilginleri bu konuda çeşitli tedbirler almaya sevk
etmiş, isnad tatbiki yapılmış, hadis ravileri dini/ahlaki ve zabt (akıl
sağlamlığı) yönünden değerlendirmelere tabi tutularak hadislere uydurma
rivayetlerin karışması engellenmeye çalışılmıştır.
Hadislerin tedvin döneminde pek çok eser kaleme alınmıştır.
Abdullah b. Mübarek’in Kitabü’z-zühd’ü, Zübeyr b. Harb’ın Kitabü’l-iman’ı,
Buhari’nin Edebü’l-müfredi, Ebû Davud et-Tayalisi’nin, Ahmed b. Hanbel’in
Müsnedleri bunlar arasındadır. Şüphe yok ki hadisin altın çağı tasnif döneminin
en önemli eserlerinin verildiği hicri III. asırdır. Bu dönemde hadislerin
konularına göre tasnife tabi tutulduğu musannefler ve camiler oluşturulmuştur. Kütüb’ü
sitte müelliflerinin eserleri hem kendi zamanlarının hemde sonraki zamanların
hadis alanında ortaya konmuş en güzide şaheserleridir. Bu dönem aynı zamanda
ravilere tahsis edilen rical, tabakat ve şehir tarihlerinin de kaleme alındığı
bir zaman dilimidir. Sonraki asırlar ise daha çok önceki eserler üzerine şerh
ve haşiye yada mu’cem ve müstahreclerin yapıldığı zamna dilimleridir. Bu zaman
diliminde hadis usulüne dair eserlerde gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Hakin
en-Nisaburî’nin Ma’rifetü Ulumi’l-Hadis adlı eseri örnek olarak verilebilir.
Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek, iyi ve tam olarak
anlamak, derinlemesine kavramak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak fıkıh
ilmi, İslam’ın ferdi ve ictimai hayata dair ameli hükümlerini bilmeyi ve
incelemeyi konu edinen bilim dalıdlır.
Hz. Peygamber dönemi fıkıh ilminin temellerinin
atıldığı dönemdir. Vahye dayalı bir dünya görüşü oluşturma çabası bu dönemin en
belirgin özelliğidir. Bunun içinde İslami ilkelerin hayatın her alanına
uygulanma zorunluluğu gerekmektedir Hz. Peygamber 23 yıl gibi kısa bir sürede
bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber dönemi Mekke ve Medine dönemi diye ikiye
ayrılır. Mekke döneminde inanç, ibadet ve ahlak üzerinde durularak fıkıh için
bir altyapı oluşturulmuştur. Medine dönemi ise artık devletin kurulduğu ve
bunun sonucu olarak toplumsal hayata yönelik uygulamaların ortaya çıktığı
dönemdir. Bu dönemde Hz. Peygamber vahyin eşliğinde ibadetler, cihad, aile,
miras, anayasa, ceza hukuku, muhakeme usulü, muamelat ve devletlerarası
ilişkiler bakımından fıkhın temellerini atmıştır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonraki ilk dört halife ve
Emeviler devri fıkhın ikinci dönemini oluşturmaktadır. Özellikle Emeviler
dönemi siyasi mekanizmanın toplumsal problemlere çözüm üretmeye çalıştığı,
kurumlaşmanın iyice arttığı ve Kitap ve sünnette bulunmayan hükümlerin ictihada
dayandırılarak fıkıh yapıldığı dönemdir. Fıkıh ilminin bu ikinci dönemi
sahabenin İslam coğrafyasına dağıldığı ve farklı fıkhi görüşlerin yavaş yavaş
ilk nüvelerini verdiği bir zaman dilimidir. Bu dönem Kur’an ve sünnet ışığında
bireysel ve toplumsal sorunlara akıl ve ictihada dayalı olarak çözümler üretilmeye
çalışıldığı dönemdir. Ayrıca bu dönem mezhepler arası çekişmelerin de ortaya
çıkmaya başladığı bir dönemdir. Başında Said b. el-Müseyyib’in bulunduğu Hicaz
ekolü ile İbrahim en-Nehai’nin başında bulunduğu Kufe ekolü dönemin tartışma
kutuplarının iki farklı tezahürüdür. Kısacası bu dönem İslam fıkıh ekollerinin
doğmasına zemin hazırlayan dönemdir.
Abbasiler dönemi ise fıkıh ekollerinin ortaya çıktığı
ve kendilerine has geleneklerini oluşturdukları dönemdir. Bu dönemde fakihler
desteklenmiş, serbest bir düşünce ortamı sağlanmıştır. Bu sayede Kur’an ve
sünnetin yanı sıra sahabe, tabiîn ve sonraki nesillerin ictihatları artarak
devam etmiştir. Aynı zamanda baş kadılık makamı oluşturulmuş ve meşhur Hanefi
alimi Ebu Yusuf bu makama getirilmiştir. Günümüze kadar ulaşan Hanefî, Şafiî,
Malikî ve Hanbelî mezhepleri bu dönemde fıkıh geleneklerini ortaya
koymuşlardır. Hadis ve Rey taraftarları arsındaki ilmi tartışmalar bu dönemde
hala canlılığını korumaktadır.
Abbasiler dönemi aynı zamanda fürû ve usüle dair çalışmaların
zirveye ulaştığı bir dönemdir. Mezhep imamlarının görüşleri kitaplar haline getirilmiş ve belli
bir sistematiğe kavuşturulmuştur. Ebu Yusuf’un Kitabu’l-Haracı, Hasan
eş-Şeybanî’nin derlediği Zahiru’r-Rivaye olarak anılan eserler bu dönemin ürünleridir.
Tüm mezhepler için önemli bir yeri olan İmam Malik’in el-Muvatta adlı eseri ve
İmam Şafiî’nin fıkıh usulüne dair ilk eser olarak kabul edilen er-Risale adlı
eseri de bu dönemin en önemli eserlerindendir. Bu eserler üzerine tarih boyunca
pek çok şerh yazılmıştır.
Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin kısaca tarihini
verdikten sonra ilmin bütünlüğü ve sonradan farklı dallara ayrıldığını
belirtmek için şunları söyleyebiliriz.
--- Genel anlamda, kendine özgü hedefleri, temel
önermeleri, araştırma alan ve yöntemleri olan ve bir disiplini oluşturan
düzenli bilgi şeklinde tanımlanan ilim, İslam düşüncesinde ilk dönemlerde,
Kur’an ve sünnette tekil olarak kullanılmıştır.
--- İlk dönemlerde ilmin konusuna Kur’an, hadis ve
fıkıhla ilgili dini bilgilerin girdiği anlaşılmaktadır.
--- İlim kelimesinin ilk dönemlerdeki kullanımı
sistemli bir bilgi veya disiplin değil, daha çok dini hususlara ilişkin
münferit bilgi veya tek tek noktaları araştırmaya yönelik bilgi olarak kullanılmıştır.
--- Din konusunda düzenli bilgi üretilmesiyle birlikte
bir bilim dalı ya da eğitim disiplini anlamında ilim kelimesi kullanılmaya
başlanmıştır. Başka bir ifadeyle ilmin özel bir disiplin olarak kullanımı
sonraki tarihlere rastlamaktadır.
--- İlk dönemlerde bir bütünlük içerisinde ele alınan
ilmi faaliyetlerin, sonraki dönemlerde kendine özgü hedefler ve temel önermeler
oluşturarak ve belli yöntemler kullanarak düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi
disiplinlere dönüşmesiyle İslam bilimlerinin kurumsallaşmaya başladığı
görülmektedir. Başka bir deyişle İslam bilimi veya bilimlerinin doğası ve
tarzı, sonraki yıllarda kendi öz kimliğine ve farklı karakterine kavuşmuştur.
--- Sonuç olarak hicri II. asrın ortasından III. asrın
ortasına dek geçen tedvin asrı zarfında yaşamış olan hadisçiler, fıkıhçılar,
müfessirler, nahivciler ve lügat bilimcileri tarafından konulmuş şartlar
çerçevesinde belli alanlarla ilgili bilgilerin toplanması, sınıflandırılması ve
alt başlıklar halinde ele alınması beraberinde dini bilgi alanında belli
bağımsız disiplinlerin ve bunlara ait epistemolojik ve metodolojik ilkelerin
belirlenmesiyle sonuçlanmış ve çeşitli ilmi disiplinler ortaya çıkmıştır.
KAYNAKÇA:
CERRAHOĞLU, İsmail,
Tefsir Tarihi I, II, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara-1998
KOÇYİĞİT, Talat, Hadis
Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara-2003
KARAMAN, Hayreddin, İslam Hukuk Tarih, İstanbul-1989 İz yayıncılık
Komisyon, Kur’an
ve Hadis İlimleri, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yay. Ankara-2006
Komisyon, Fıkıh,
Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yay. Ankara-2005
Komisyon, İslam
Bilimlerinde Yöntem, Ankara
Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yay. Ankara-2006
TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ
BAĞLAMINDA İLMİNİN BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI
12912761
TEFSİR TARİHİ
Tefsir, Kur’an’ın dil bakımından
tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya
getirilmesine denir. Hicri ikinci asrın ikinci yarısında başlayıp bugüne kadar varlığını
sürdürmüştür. Tedricen indirilen Kur’an vahyi, hitap ettiği toplumun
ihtiyaçlarına cevap verirken sonsuzluk âlemine uzanan çizgide fert ve cemiyetin
muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı
kitaben derleme mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel bir
şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde de kitaben derleme işi
gerçekleştirilip, Hz. Osman döneminde kıraat farklılıklarını ortadan kaldıran
bir biçimde çoğaltılması yapılmıştır.
Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve
özellikle tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet tefsiri
olarak iki farklı şekilde görülmektedir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini
bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması
doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe
geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman
ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz
edilemez.
HADİS TARİHİ
Lugat
manası olarak kadîmin zıddı cedîd manasına gelen hadis haber, haber vermek,
tebliğ etmek, nakletmek manalarında kullanılmıştır.
Hadis,
İslam dininde, Hz. Muhammed’in değişik olaylar ve sorunlar karşısında
inananları aydınlatmak, Kur’an’ın bazı ayetlerini daha açık bir dille ifade
etmek için söylediği sözler bütünüdür. Hadis alimleri Hadis kavramını
“Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri” şeklinde tarif etmektedirler. Hadis,
dini bilim olarak, bu çerçeve içinde, Hz. Muhammed’in sözleri ile
davranışlarını, eylemlerini aktaran bilgileri derleyen, bu bilgileri yazılı bir
biçimde düzenleyip sınıflandırarak incelemektir.
Sünnet
İslamın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi
Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden
ayetler mücmel olarak gelmiş fakat namazın adedi, şekli ve vakitleri Kur’an’da
beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti elinde
bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya hâdise
zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında bir veya
birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere ictihadda
bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih edilmiştir.
Hz. Peygamberin Kur’an’ı tebliğ ettiği insanlar eski sert yaşama biçimlerini
bırakarak Hz. Peygamberin getirdiği yeni yaşam şeklini öğrenmek için çok
istekli olmuşlardır. İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak hayatlarını
onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın olsun ondan
ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir titizlikle muhafaza
etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis tedvini daha Hz. Peygamber
döneminde başlamıştır. Bu toplama işi Hz. Peygamber zamanında sadece
ezberlenmiş yazıya ise daha sonraki dönemlerde geçirilmiştir. Hz. Peygamber
hadis rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi
söz konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş görülmemiştir.
Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur.
Hadisin
ilk devirde tedvin edilmemiş olması hiç yazılmadığı anlamına gelmez. Ama hadis
yazma işi iki devre yaşamıştır. Birincisi, hadis yazmanın yasak edildiği dönem
ikincisi ise hadis yazmaya ruhsat verildiği dönemdir. Yazma yasağının nedeni
olarak yazının bu devirde iyi gelişmediğiyle alakalı iyi yazı bilenlerin
olmadığı gibi bir gerekçenin yanı sıra asıl neden Kur’an sahifeleriyle karışma
tehlikesidir. İlimdeki ve insanların durumundaki hızlı gelişme neticesinde
hadis yazılmasına izin verilmiştir. İlk yazılı hadisler arasında Bizans
İmparatoru’na, Acem Kisrası’na, Mısırlı Mukavkıs’a, Habeş Necaşi’ye yazdığı
mektupları, anlaşmaları, memur tayinlerine dair yazılarını sayabiliriz.
Bunların yanı sıra Hz. Peygamberin sağlığında yazılmış Amr İbn Hazm, Halife Ebu
Bekir ve Halife Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri vardır. Bunlar
incelendiğinde Amr İbn Hazm’dan gelen rivayette görüş farklılıkları olsa da
üçünün de içerik bakımından birbiriyle uyuştuğu görülmektedir. Sonuç olarak Hz.
Peygamber zamanında hadisler yazılmayıp sadece ezberlenmiş daha sonraki
dönemlerde ise yazıya geçirilmeye başlanmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh, islamın daha başlangıcında şeriat ile beraber doğmuştur.
Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerin, Hz. Peygamberin
verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnet, icmâ ve re’y’den
çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.
Bilindiği
üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin
sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak
müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir
sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada
başvurmuşlardır.Kur’ân vesünnetin nassları ışığında yeni hükümler
elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmış.
Fıkıh
ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş, gelişmiş, olgunlaşmış daha
sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice
durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini
üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler
bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya
hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.
Sahabenin böyle bir görevi
üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz.
Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından
tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş
sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi
kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış
olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.
SONUÇ
Netice
itibariyle tefsir, fıkıh ve hadis tarihlerinde görülen ortak nokta bu ilimlerin
ilk dönemlerde bir bütünlük içerisinde bulunmasıdır. Daha sonraki dönemlerde ise
giderek ilimlerin sisteme oturduğunu, ayrıştığını görmekteyiz. Tefsir tarihinde
kaynak olarak gösterilen bir rivayeti aynı zamanda hadis ve fıkıhta da
görmekteyiz.
Genel
olarak bakıldığında alimlerimiz ilk dönemlerde örnek olarak, tefsir dersi
verirken aynı zamanda fıkıhla alakalı, hadisle alakalı sorulara da cevap vermiş
hiç birinden benim alanım değil diye bir kelime duyulmamıştır.
Zira o dönemde fıkıh ilmi, hadis ilmi, tefsir ilmi gibi bir tasnif yoktu.
Sadece belki "din ilmi" diyebileceğimiz Kur'an-ı ve İslam'ı bir bütün
olarak anlama vardı.
Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü Mukayeseli Okuma
Allah, insanlığa Kelamıyla müdahalesini muayyen
zamanlarda yapmıştır. İşte bu zaman dilimlerinden biri de miladi 610- 632
yılları arasındaki süredir. Bu süre zarfında Allah sadece Kelamıyla değil,
diğer pek çok sıfatlarıyla tecelli etmiştir. O, Arap toplumunu, peygamberin
önderliğinde bir yerden alıp ahlaki, dini, siyasi, sosyal ve ekonomik bakımdan
örnek bir seviyeye getirmiştir. Kur’an son Peygambere indirilmiş son kitaptır.
Allah Kur’an’la dinini tamamlamış ve bir bakıma insanlık için artık sözle
müdahaleye ihtiyaç olmadığını ortaya koymuştur. Çünkü Kur’an, insanlığın
gelecekte oluşturacağı medeniyetlerde insanlığın önünü aydınlatmaya yetecek
durumdadır; ancak onu miladi 7. Asırdan sonraki asırlarda oynayacağı rolü iyi
tespit etmek, onu insanlığın ihtiyaçları, çağların talepleri karşısında
isabetli anlamak ve yorumlamak gerekmektedir.[1]
Misyonu rehberlik olan bu yüce kitabın
anlaşılması ve anlatılması zorunlu görünmektedir. Bu yüzden Hz. Peygamber
vahyin ilk muhataplarının sorularını titizlikle cevaplamıştır. Arapça,
Kur'an’ın ne demek istediğine ulaştıran bir araçtır. Hz. Peygamber, Kur'an’ın
değinemediği, insani olan pek çok hususu söz, fiil ve takrirleriyle açıklığa
kavuşturmuştur.
Hz. Peygamberin Kur'an’ı tebliğ ve beyanı
sahabenin onu daha iyi anlamasını sağlamıştır. Böylelikle sahabiler, her bir
kelimesinin üzerine düşünmüşler, gerektiği yerde tebliğcisine danışmışlardır.
Onlar “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[2], “Allah
içinizden iman etmiş olanları ve kendilerine ilim verilenleri derece derece
yüceltsin.”[3]
ayetleriyle ifade edilmek istenen manayı anlamakta güçlük çekmemişler, dinle
ilgili bilgilerini artırmak ve onda derinleşmek için Hz. Peygamberin etrafında
daha sıkı bir ilim halkası vücuda getirmişlerdi.[4] Bazıları
mesailerini Kur'ân’ın muhkem ve müteşabih ayetlerini anlamaya hasrederken,
diğerleri de sünnetle meşgul olmuştur. Kimisi de hüküm istihracının yollarını
usul ve kaidelerini öğrenerek toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek seviyeye
gelmişlerdir.[5]
Hz. Peygamberin vefatından sonra sahabenin
Kur'an üzerine yoğunlaşmalarının farklı tezahürleri olmuş, iş daha da ileri
götürerek henüz doğmakta olan hadis ilmi üzerine uydurma hadisler ekleme gayretine
girilmiştir. Kur'an-ı Kerim’in kendisinden sonra birinci sıradaki açıklayıcısı
üzerine şüpheler uyandırılmaya çalışılmıştır. Ancak sahih rivayetlerde
göreceğimiz üzere hadisler, Kur'an’ı ondaki mücmel, âm, hass, garib
ifadeleriyle; mecaz, kinaye, istiare gibi sanatlarını da açıklar. Bu yönüyle
hadis ilmi Kur'an ile girift haldedir, ancak ona dâhil değildir.
İslam’ın bidayetinden itibaren fetihlerin
çoğalması ve birçok ülkenin İslam devleti hudutları içine girmesi, sahabenin,
İslam’ın beşiği olan Mekke ve Medine’den ayrılmalarına ve çeşitli ülkelere
dağılarak oralarda yerleşmelerine yol açmıştır. Bu sahabilerden her birinin
kendisine has ilmî bir şahsiyeti vardı ve her birinin bulundukları yerlerde
teessüs eden medreseler üzerindeki fonksiyonları da birbirlerinden farklıydı.
Bunun başlıca sebebi, bütün sahabilerin, Hz. Peygamberin söz ve fiillerinin
yahut dine taalluk eden bütün meseleleri aynı derecede bilmemeleriydi.[6] Dahası,
sahabenin kolayca anladığı çoğu mesele, gelecekte yeni nesiller için fazlasıyla
yabancı kalacaktı. Bu da peygamberden kalan prensiplerin ta’lim ve tedvin
edilmesiyle engellenebilirdi. Sahabe de bunu yapmaya koyuldu. Ortaya sahabeden
sonra gelecek olan Tabiun nesline aktarılacak pek çok şey çıktığında, Tabiun bu
bilgileri kullanmakta yine sahabeye danışıyordu; sahabe ise Hz. Peygamberden
gördüklerini onlara aktarıyordu. Tabiundan sonra gelecek Tebe-i Tabiun ise
seleflerinden aldıkları malumatı bir sonraki nesle aktarmakla muvazzaftı:
·
Hz. Peygamber
>
·
Sahabe >
·
Tabiun >
·
Tebe-i Tabiun (
H.2. ve 3. Asırlar) >
·
Müctehid İmamlar>
·
Müfessirler,
Muhaddisler, Mufakkihler, Mütekellimler…
Bilgi birikiminin çeşitli kollarda Kur'an
temelli olarak gelişmesi beraberinde pek çok sorunu da getirmiştir. Örneğin,
hadislere dâhil olan uydurma rivayetler için ravilere yöneltilen cerh ve ta’dil
ile metin cihetinden yapılan senet kritiği eleştirileri azaltmıştır. Ancak
tefsiri hadis kadar şanslı göremiyoruz. Çünkü “Kur'an’ı baştan sona tefsir eden
müfessirler, Kur'an’ın belli konulardaki zihniyetini tespite çalışan diğer
İslami ilimlerle uğraşan bilginler kadar Kur'an’ı bir bütün olarak ele alma
imkân ve fırsatına çoğu zaman sahip olamamışlardır.[7]”
Burada
fıkıh tarihini M. Ebu Zehra’dan edindiğimiz bilgilere göre sıralayacak olursak;
Tabiîler çağında
görüyoruz ki, yeni olayların artmasıyla içtihad alanı genişlemiştir. Onların
önlerinde Allah'ın kitabını, Peygamber’in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını
görüyorlardı. Onların kimisi nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas
metodunu kullanıyordu. Bu çağda metotlar, Öncesine oranla, açıklığa daha iyi
kavuşuyor; fıkıh okulları birbirinden ayrıldıkça, her okulun istinbat yolları
da daha belirgin hale geliyordu. Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar devrine
gelindiğinde, bu metotların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu devirde
istinbat kanunları, bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların dilinde
açık ifadelerini bulmuştur.
Kur'an’ın Arapça olan
metninin çözümünde Arapça’ya, tatbikatla alakalı konularda sünnete, nüzul
sebepleri konusunda sahabenin müşahedesine, cahili kültürel motiflerin söz
edildiği hususlarda ve tarihi vakalarda da tarih kaynaklarına ihtiyaç
duyulduğunun inkâr edilemez bir gerçek olduğunu da söylemeliyiz. Kur'an’ın bu
kaynaklara ihtiyacının olması ona bir noksanlık getirmez. Çünkü açıklama
vazifesini, ilk müfessir olan Peygamber (s.a.v.)’e veren kendisidir. Bize,
bilmediğimiz, anlamadığımız konularda bilenlere sormamızı öğütleyen de yine
kendisidir. Bu tarihi kaynakların yanında Kur'an’ı daha iyi anlamak için
insanlığın fikir tarihini daha iyi tanımak gerekir. Evrendeki esrarlı kapıları
aralayan çeşitli ilim dallarının verilerinden yararlanmak lazımdır.[8]
Hadis, fıkıh ve tefsir
tarihleri bağlamında Kur'an-ı Kerim’in, aslında bilginin bütünlüğünün temeli
olduğu ortaya çıkmaktadır. Kendisinden istinbat edilen ilimler birbirinden
apayrı görünseler de, hepsi ortak noktada buluşmaktadır.
Tarihin seyrinin,
insan, zaman, mekân ve şartlara göre farklı tezahürleri de göz önüne
alındığında, bilginin bir bütün olması yolunda ayağımıza takılan ayrılıkların
hoş karşılanması umulur. Nitekim her bir insan ayrı bir âlemse, her bir
kimsenin ürettiği bilgi de elbette bir başka olacaktır. Yeter ki Kur'an-ı
Kerim’in ana gayesinden ve Hz. Peygamberin uygulamasından ayrı olmasın,
bütünlük içinde gelişip istifadelere sunulsun…
[1] Halis ALBAYRAK, Tefsir Usulü, s. 19.
[2] Zümer suresi 9. ayet
[3] Mücadele suresi 11. ayet
[4] Talat KOÇYİĞİT, Hadis Tarihi, s.17.
[5] KOÇYİĞİT, a.g.e., s.22.
[6] KOÇYİĞİT, Hadis Tarihi, s.97.
[7] Halis ALBAYRAK, Kur'an’ın Bütünlüğü Üzerine, s. 19.
[8] ALBAYRAK, a.g.e., s.158.