Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

Ödev    08.04.2013

Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü mukayeseli okumanızın sonucuna ilişkin raporunuzu 1 Mayıs 2013 hedef tarihine kadar yazınız.



TEFSİR,HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA” İLMİNİN

BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI ”

Hikmet Kıratlı

12912709

Yüksek Lisans

Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış biz insanlar, Rabbimizi tanımak , bilmek, ona gereği gibi kulluk etmemiz bizlerden istenen ilahi bir emirdir. Bu konuda bizi aydınlatmak için kitap, rehberlik etmek için peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerimde bir ayette Hz. Allah şöyle buyuruyor ki “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetleri okuyan , onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir.Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapkınlık içinde idiler.”¹1 Bu ayetten de anlaşıldığı üzere bize kılavuzluk eden, bizi uyaran, rol model bizim gibi bir beşer peygamber göndermiştir Hz. Allah.

Ahmet Nedim Serinsu hocamız derslerinde bizlere ifade ettiği güzel sözlerinin birinde şöyle söylüyor :”İlim, edep- irfan, hikmet bir kişide olması gereken hasletlerdir”. Bundan şu sonucu çıkarıyorum, yüce kitabımızı anlamak için, tefsir, Hz. Peygamberi ve onun sünnetini anlamak için hadis, bu asli kaynaklardan hüküm istinbatı ve yorumun neticesinde fıkıh ilimleri bir bütün olarak ,merci ve kaynak olarak sevgili peygamberimizde görmekteyiz, onun talim terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde görmekteyiz. Bende hocamızın okumamızı istediği Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihi kitaplarından ilham alarak “oku, düşün, anla, yaşa” prensibiyle2 bilginin bütünlüğü bağlamında bu üç disiplini değerlendirmeye çalışacağım.

 Hz. Peygamber Dönemi.

 a-Fıkıh Tarihi(teşrii tarihi)

Hz. Peygamber döneminde teşrii kuvvet efendimizin elindeydi. Müslümanlardan hiçbiri ne kendileriyle ilgili ne başkası ile ilgili olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında hüküm teşrii kuvvetin sahip değildi. Çünkü Hz. Peygamberin aralarında yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri, içtihatları ile fetva vermelerine veya hüküm çıkarmalarına ihtiyaç bırakmıyordu. Bir problem çıksa cevaben Hz. Peygamber kendilerine

Kur’an ayetleriyle bazen de vahiy gelmediği zaman kendi içtihatlarıyla hüküm veriyordu. Bu hükümlerde tabi olunması gereken bir teşrii(kanun) oluyordu.

Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı ikidir. Birincisi ilahi vahiy. Diğer ise Hz. Peygamberin kendi içtihadı ”içtihadı nebevidir.”3

b- Hadis Tarihi

Hadis peygamberin sözleridir. Usül açısından hz. Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur, sünnetin muradifidir. Hadis uleması hadis lafzını Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberere de ıtlak etmişlerdir. Ayetlerde Kur’an’dan sonra geçen hikmetin zikredilişini ittifakla sünnet olduğuna kail olmuşlardır.

Hz. Peygamberin sözlerini , fiillerini ve takrirlerini yani hadis toplama ve onları muhafaza etme işi peygamberimiz döneminde hafızaya tevdi edilmiş, yazıdan istifade edilememiştir. İslam’ın başlangıcında kureyş kabilesinde okuma – yazma bilen 17 kişi kadardı. Şifai bir metnin muhafazası ancak hafıza ile mümkün olmakta idi. Hz. Peygamberin kendisi sahabeyi hadis rivayetlerine teşvik etmesi islamı gelecek nesillere aktarmak niyetindedir. İslamın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini Hz. Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis ve sünnet Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamberde ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. 4

c- Tefsir Tarihi

Kur’an- ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler. Anlayamadıkları kısımları, bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Derin akaid konularını düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden en mühim amil, islamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O teybin ve tebliğle mükellefti. Örnek verecek olur isek Haccet’ül Veda hutbesi ile üç defa Müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlar müspet cevap verince Ya rabbi şahit ol demişti.

Kuran-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kuranın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini , nasıh ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kuran’ın sünneti olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır. Bir hadiste” Bana kitapla beraber mislide verildi.” Denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya Bin Ebi Kesir , “sünnet Kuran’a kadidir, kitap ise sünete kadi değildir.” demektedir. Bu söz Ahmet Bin Hanbele söylendiğinde bunu söylemeye cesaret edemem fakat sünnet kitabı tefsir ve teybin eder, derim demiştir..

Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri, ahkamı beyan, mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Sahabenin anlayamadıkları kısımları açıklamıştı. Hadis mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t Tefsir bölümleri mevcuttur. Dolayısı ile Hz. Peygamber’in tefsir örneklerine ilk müracaat edeceğimiz kaynak hadis mecmualarıdır. Bunlarda azdır. Çünkü cerh ve ta’dile tabii tutulmuştur.5

Sahabe Dönemi

Sahabe dönemimde teşrii kaynağı Kuran, Sünnet ve Sahabenin içtihadıdır.Herhangi bir hadise zuhur ettiği veya bir ihtilaf vukuu bulduğu zaman, sahabeden fetva ehli olanlar Kur’an’ı Kerim’e bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne dalalet eden bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlar ise ona delalet edecek nassı sünnette arıyorlardı. Yine bulamazlar ise hükmü tespit etmek için hakkında nass varit olmuş başka bir meseleye kıyasla, yahut teşrii ruhunun ve halkın masalihinin iktiza ettiği şeyle içtihada bulunuyorlardı. Bu deliller dolayısıyla müfti sahabiler, zikrettiğimiz bu üç kaynağı tertip üzere (önce Kuran,sonra sünnete sonra da içtihada)müracaat hususunda ittifak etmişlerdir.

Teşrii Kaynaklarının Tedvini Meselesi

Hz. Peygamber Kuran’ın ayetlerini vahiy katiplerine yazdırıyor onlar bunları hem ezberliyor, hem de ellerindeki ince taşlara, hurma ağacından soyulmuş kabuklara, bazen yapraklara yazmak suretiyle tedvin ediyorlardı. Bunlar peygamberimizin evinde ya da vahiy katiplerinde kalıyordu. Şu da var ki bir mecmua haline gelmemiştir. Hz Ebubekir dönemimde ridde harplerinin zuhuru bir çok sahabi bu harplerde vefat etmeleri, idarecileride bu sahabelerin yanında bulunan Kur’an sahifelerinin zayi olmasından korktukları için Hz Ömer bu endişesini dile getirmiş, Hz Ebubekir’de Zeyd bin Sabiti çağırmış bir komisyon eşliğinde Kuran’ı cem etme işini Zeyd bin Sabite vermiştir.

Sünnet konusunda peygamberimiz Kuran’a karışır korkusunda idi. Onun için hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Buna rağmen bazı sahabelerin sahifeleri vardı. Fakat kitap halinde böyle bir şey mevcut değildir.

Teşriinin üçüncü kaynağına yani müfti sahabilerin içtihadlarına gelince bu devirde bunlardan hiçbir şey tedvin edilmemiştir.

Hadislerin Yazılması

İlk devirde, Hz Peygamber’den işitip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, bir kitap haline gelmemiştir. Okuma yazma düzeyi düşüktü,yazı malzemeleri kıt idi. Bazı sahabelerde kendi gücü nispetinde hadis yazmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların sahifeleri var idi. Hz Peygamber hadis yazmak isteyenlere bir ara müsaade etmemiş daha sonra bu sahabelere ruhsat vermiştir. Bunun sebebi Kuran’la karışma tehlikesidir. İlk yazılı hadisler;

a) Peygamberin diplomatik mektupları

b) Sadakat hadisleri’dir.

Hadis sahifeleri mesela “Abdullah bin Amr’ın Sadıka adlı sahifesidir.”Hadisin ilk kaynağı sahabilerdir. Sahabe denilince İbn Hacer El-Askalani bu konuda şöyle demiştir;

“Sahabi Hz Peygambere mü’min olarak mülaki olan,sahih görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile, Müslüman olarak ölen kimseye denir.” Sahabelerden bazılarının hadis sahifeleri mevcut idi. Ama ilk asırda hadisler hususi bir kitapta toplanmayıp, sadece hafızaya itimat edilmesinden aynı zamanda vahyin başlangıcından vefata kadar 23 sene içinde Hz Peygamberin söylediklerine ve yaptıklarına hasretmenin güçlüklerinden dolayı hadis vaz’ettiğini ileri sürülmüş ama efendimiz dönemimde uydurma hadis vaki olmamıştır.

Sahabenin Tefsirdeki Yeri

Hz Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe mühim rol oynamış,sebebi nuzül ile vakıf olan bu insanlar peygamberimizden sonra Kur’an’la yüzyüze kalmışlardı. Sahabe Kuran ayetlerinin izahını ya peygamberden işitmek suretiyle veyahutta içtihatleri ile yapmışlardır. Çok kere sebebi nuzulleri anlatmak suretiyle izah edilmesi lazım gelen ayeti açıklamış oluyorlardı. Sahabe için tefsir kaynağı;

a)Kuran’ı Kerim

b)Hz Peygamber

c)İçtihad ve re’y

d)Diğer kitaplar ve ehli kitaba müracaat

Sahabe tefsiri deyince kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsir anlaşılmaktadır. Ya dil ya da dini tefsir yapmışlarıdır. Ayetteki dini bir müşkili halletmek için bazısını tahsis yolunu bazısını tarihsel yolu takip etmiş dini hükümleri remz yoluyla izah etmiştirler.

Sahabe tefsirini şöyle özetleyebiliriz.

1)Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir,

2)Sahabe Kuran’ı tamamen sırayla tefsir etmemiştir,

3)Aralarındaki ihtilaf tezad ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır,

4)İcmali mana ile iktifa edilmiştir,

5)Ahkam ayetlerinde istimbatlar fazla yapılmamıştır.

Tabiin Dönemi

Tedvin ve Müçtehidler imamlar devri

Bu devir ikinci asır ile başlar ve dördüncü asrın ortalarında son bulur. Bu devir tedvin ve müçtehit imamlar devridir. Müddeti takriben 250 yıldır. Çünkü bu dönem kitabet ve tedvin işinin süratlenmesi sebebiyledir. Sünnet, sahabe ve tabi’in ve tebe’ut tabi’in müftilerinin fetvaları, Kuran tefsirleri, müçtehit imamlar fıkıhı, usulu fıkıh ilmine ait risaleler bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece süratlenmesinin sebebide içtihat ve teşrii ricalin bu devirde çoğalması ve hepsine de vuku bulan ve vuku’u muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz’ında ve hüküm istimbatında büyük tesir icra eden teşri’i ruhunun nufuz etmesidir. Altın devir olmuştur.

Hadis tedvininin başlangıcı sahabe devrinden sonra başlamış bunun da ez Zuhri(50-124) tarafından hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. İlk müdevvin’dir. Yazmış hemde ezberlemiştir.

Hadislerin Tasnifi

Birinci hicri asrının sonu ikinci hicri asrın başı hadis tedvini başlangıcı olarak kabul edilir. Hadis eserlerinin ortaya çıkışı ikinci asrın ilk yarısından sonraki döneme rastlar. Hadisleri gelişi güzel değil de konularına göre tertip ve tasnifi salat, zekat gibi bölümler, bunlara “ Musannef” denir. Hadisleri sahabe ravilerinin isimlerine göre tasnife “müsned” denir. İbn Hacer diyorki : “ Hadislerin tedvin Hz Peygamber, sahabe ve tabi’in ileri gelenleri döneminde yapılmamıştır, daha sonra yapılmıştır.” Müslimin “Sahihinde” sabit olduğu gibi Kuran’ı Kerim’e karışma korkusundan dolayı. Sahabenin tedvinden men edilmesi. İkincisi ise hafızaların vusati ve zihinlerin akıcılığı idi çoğu yazı bilmiyordu fakat tabiun devrinin sonlarında ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havariç, rafaviz ve kader münkirleri gibi bidat ehlinin ortaya çıkması üzerine asarın tedvini ve bablara göre tasnif başladı. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş grupta toplamak mümkündür;

Siyer ve magazi kitapları, Sünen kitapları, Camiiler, Musannaflar, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.

Tabiiler Devrinde Tefsir

Arap olmayan Müslüman unsurlar, İslamı öğrenme arzusu diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların bu milletleri idare etme sanatıyla yani idarecilikle iştikal edip diğer sahalarda çalışmayı hakir görüyorlardı. Bu sebeple ilim ve özellikle tefsir sahasındaki önemli insanlar Arap olmadıklarını görüyoruz.İbn Haldun’un dediği gibi: “Bilgiler bir sanat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Bunlara da mevali demişlerdir.” Abadile denilen dört zat vefat ettikten sonra fıkıh tamamen ilim merkezlerinde mevalinin elinde idi. Bunlardan istisna diyebileceğimiz Medine ehlinin fakihi Sa’id bin Museyyeb Kureyş’tendir.

Tabiilerin tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş sema olmayan hususta da içtihadları ile müracaat etmişlerdi. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıkları teyit için ,Kurandaki tedebbür ayetlerine ve Hz Peygamberin sözlerine isnat ettiler. Eğer re’y ile tefsir yapılmayacak olsa idi, bugün kü dini ahkamın pek çoğu batıl olması lazım gelirdi. Kuran’ı re’y ile tefsir edenlerin izlediği yol; Kuran’a müracaat ediyorlar eğer bulamazlarsa sünnete veyahut sebebi nuzule şahit olan sahabeye soruyorlardı. Burada bulamazlar ise müfret lafızlarına Peygamberimizin bu lafızları kullanışına, lügat, iştikak, sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka terkiplerin i’rabına siyak, sibak vb. bunların fiili, kavli , takriri sünnete uygunluğuna bakıyorlardı. Fakat bu dönem mufessirler bazı hususlarda pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Kuran da , umum olan ayetlerin gelişi güzel tahsisine tabi’ilerin tevessül ettiği görülür. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslamiyet’e giren rivayetler olmuştur. Bunlara israiliyat diyoruz. Bu menkulat dediğimiz rivayetler sahabeden itibaren ortaya çıkmış daha sonra baştan sona tefsir yazımında aralarındaki boşluklara israiliyat dediğimiz bu rivayetler girmiştir.

İslam yayılmakta, genişlemesi devam etmekte , şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabede ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabi’inlere devredilmişti. Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkıha ait bilgilerde toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.

Bu devrin müfessirleri Kuran’ı anlamak için yine Kuran’a, sonra sahabenin Hz Peygamber’den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış olduğu tefsirlere itimat etmişlerdir. Sahabe ile aynı üslup ve usulu paylaşmışlardır. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz Peygamberden hıfz ettiklerini yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerde öğretmenlik yapmış, tabi’ini yetiştirmişlerdir. Bu andan itibaren şehirlerde ilim medreseleri teşekkül ettiğini görüyoruz. Tefsir ilminde şöhret kazanan medreseler;Mekke , Medine, Irak’ta bulunmakta idi.

Sonuç

Son olarak sevgili peygamberimiz burada arz ettiğimiz ilimlerin mercii,teşri kaynağı olarak kendisi uygulamıştır. Rahleyi tedrisinden geçen kendi emeği ile yetiştirmiş olduğu altın nesli, sahabe efendilerimiz ondan aldığı ilim,irfan,edep hikmeti yaşamışlar. Kendi talebelerine nakletmişlerdir. Öyle ki sahabiler komple (bütün) insanlardı ki, onlarda aynı zamanda müfessir, muhaddis ve fakih olanlar mevcuttu. Çünkü onların kaynağı Kuran ve sünnet idi, birinci elden bu kaynağa ulaşıyorlardı. Sahabeler vahyin, sebebi nuzulün kahramanları olmuşlardı. İhtiyaçları problemleri konusunda çözüme efendimiz sayesinde ulaşabiliyorlardı. Daha sonra ki aşamalarda ümmetin sayısı arttı başka kültürler, siyasi olaylar, farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bunun neticesinde tefsir,hadis,fıkıh ilimleri ile ilgili disiplinler oluştu. Bu disiplinlerin usulleri prensipleri tedvin konusu, kitap haline gelmesi bir süreç dahilinde olmuştur.























 



KAYNAKLAR


  1. Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ

  2. Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ


  1. Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM

Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları

1 Cuma suresi , 28/2

2 Ahmet Nedim Serinsu,ders notu


3 Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM

Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları

4 Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ

5 Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ


0 Yorum - Yorum Yaz

FIKIH TARİHİ    23.04.2013

YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN 

İSLAM HUKUK TARİHİ – PROF. DR. HAYRETTİN KARAMAN

Fıkıh (İslam Hukuku), dini ve içtimai bir müessesesidir ve tedricen gelişmiştir. Doğuş ve inkişaf devrelerinde Suriye’de Roma, Irak’ta İran, Yesrib’te İsrail hukuku hakimdi; ayrıca cahiliye devri Araplarının uyguladıkları bir hukukları vardı. İslamın ruh ve esaslarına aykırı olmayan örf ve adet fukaha tarafından benimsendiği için fıkhın gelişmesinde komşu sistemlerin tesiri olduğu gibi fıkhın da diğer hukuklara tesiri olmuştur.

Kitap, İslamın doğuşunda mevcut olan hukuk sistemlerini tanıttıktan sonra Hz. Peygamber, Sahabe ve Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve muasır hareketler başlıklarında işlenmiştir.

Hukuk hak kelimesinin cem’idir. Bir manada kaide demektir, hak olan bir söz, doğru, uygun, yerinde bir söz demektir. İşte bu hukuk ideal/objektif/tabii hukuktur. Diğer manada ise salahiyet ve iktidar demektir, mülk hakkı, alacak hakkı gibi. Bu hukuk ise subjektif/selahiyet hakkıdır.

Hukuk, objektif ve mecburi olan, müşterek tarih, akıl ve maneviyattan doğan kaidelerdir. Bu kaideler fiille ilgileniyorsa bunlar; âdet, görenek, muaşeret ve modadır ama niyetle ilgileniyorsa din ve ahlaktır. Bazı kaidelerin müeyyidesi ayıplanmak, vicdan azabı çekmek, günahkar olmak gibi manevi; bazıları da maddi ve mali müeyyidelerdir.

Bunlardan yola çıkarak hukuk; cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddi icbar kuvvetinde bulan kaideler manzumesidir.

Fıkıh ise kelime olarak, kavramak, anlamak, idrak etmektir. Fıkıh, Hz. Peygamber ve sahabe devrinde itikad, amel ve ahlak konularında Kitap ve sünnetten anlaşılan bilgilerdir.

Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin fıkıh tariflerinde de yerini bulduğu gibi ibadet bahisleri de fıkhın içindeydi. Sonraki asırlarda bunlar ahlaka veya ilmihal kitaplarına intikal etti. Yani fıkıh; ibadeti, hukuku, ahlakı, iktisadı ve ictimai ilişkileri içine alıyordu. Fıkıh; Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenlemekle başlamış, toplum ahlak ve düzenine el atmış, sosyal adaleti temin için müeyyideler ortaya koymuştur. Aile hayatını düzenlemiş, yani ferdin doğumundan ölümüne kadar yanında olmuş ve yol göstermiş ve ahret hayatını da birlikte göz önünde bulundurmuştur. Özellikle hukuk işlemlerinde örf ve âdete yer verilmiş ve devlet başkanı dini hayatın da başkanı olmuştur.

10 yıllık kısa bir süre olan Medine hayatında fıkhın kaynakları, esasları ve prensipleri eksiksiz tamamlanmıştır. İslamın doğuşu esnasında etrafta Romalıların (Bizans), İranlıların (Sasaniler) ve Yahudilerin hukuk sistemleri vardı. Elimizde İran hukuk sistemine dair bir hukuk kitabı mevcut değildir. Roma Hukuku uzun gelişme döneminde tedrici değişmelere uğramıştır.

Roma hukuku 4. devresinde Jüstinyen’in emriyle ‘Corpus Juris Civillis’e ‘Medeni Hukuk Külliyatı’na sahip olmuşlardır. 5. devre olan Roma döneminde de bunu kullanmışlardır.Roma hukukunda hususi hukuk daha çoktur. Medeni ve kavimler hukuku olarak ikiye ayrılan Roma hukuku; medeni hukuku Romalılar için, kavimler hukukunu diğer milletler için kullanmıştır. Roma hukuku 12. asırda başlangıçta İtalyan hukuk öğrencilerinin vasıtasıyla dünya hukukuna tesir etmiştir. Bugün hiçbir yerde tam cari değildir.

İsrail hukuku; Kudüs’ün Romalılar tarafından tahribine kadar olan sürede Mukaddes Kitap’tan bölümler ve ananelerdir. Bundan sonra ise Kudüs’ün tahribi ve Yahuda tarafından Mişna’nın tanzimi ve ikinci bir kaynak Talmuddur. Mişna ve Talmud’da İran ve Roma hukukunun tesirleri görülür.

Cahiliye devri Arap hukuku; hukuk olarak örf adet ve gelenekler kanunların yerini almıştır. Cahiliye döneminde peygamberlikten önce Hz. Peygamberin ortaklık akdi yaptığını gösteren ifadeler vardır.

Bazı müsteşrikler kısa zamanda doğup fevkalade bir inkişaf gösteren İslam hukuku için yabancı bir kök arama girişiminde bulunarak başka hukuklardan iktibas edildiği üzerinde durmuşlardır. İlmi delillere dayandıramamışlardır. İslam hukuku hükümran olduğu ülkelerin bazı amme hukuku kaidelerini almıştır; çünkü bunlar, adalet, amme menfaati ve zaruret gibi prensipler çerçevesinde İslam hukukuna uygun bulunmaktadır. İslam hukuku da birçok ülkenin hukukunu az veya çok etkilemiştir. İslam hukuku bütün halinde (özel ve genel hukuk olarak) vahye dayalı, İlahi irşadın ışığında işleyen fukaha ictihadından doğmuş gelişmiş bir hukuktur.

HZ. PEYGAMBER DEVRİ (FIKHIN DOĞUŞU)

Fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Vahye dayanan teşri faaliyeti bu dönemde tamamlanmış sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Mekke ve Medine devirlerinden oluşur. Mekke’deki tebliğ daha çok inanç ve ahlak sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukuki münasebetler bu iki temel üzerine oturur. Medine’ye göçle birlikte ictimai hayatı temin edecek kaidelere ihtiyaç duyuldu. Bu kaideler ya bir hâdiseyle ya da bir soruyla oluyor veya bir hâdise ya da soru olmaksızın da kaide vazediyordu. Bu devir fıkhın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

-        Kur’an ve sünnetin teşri faaliyeti 23 yıla yakın bir zamanı kapsayan bir şekilde tedricidir. Bu tedricilik hem zaman hem hüküm için olmuştur. İçkinin haram kılınmasının hemen olmayışı gibi.

-        Sadece bu devre mahsus olmamakla birlikte diğer bir özellik hükümlerdeki kolaylıktır.

-        İlk Müslümanları tedricen alıştırmak için daha sonra gelen hükmün önceki hükmü kaldırması demek olan nesih özelliği vardır.

Fıkıh, usûl ve fürû olarak iki kısımdan oluşmaktaydı. Usûl hükümlerin kaynaklarıyla, bu kaynaklardan hüküm çıkarma yollarını; fürû ise elde edilen hükümleri, dini, ameli kaideleri ihtiva etmekteydi. Usûlün kaynakları, Kur’an-ı Kerim (ki sadece bir tavsiye kitabı olmadığı, içinde birçok ayetin amir hüküm mahiyetinde bulunduğu hususunda ittifak vardır, fıkhın ilk tedvini Kur’an’ın yazılmasıyla gerçekleşmiştir), Sünnet (Resulullah’ın ümmet için örnek teşkil eden davranışlarının bütünüdür, bir yandan Kur’an’ın açıklanmaya muhtaç ayetlerini açıklarken diğer yandan da müstakil olarak hükümler koyar), İcma (asrın müctehitlerinin tamamının bir fıkıh hükmü üzerine ittifak etmeleri manasınadır, icma Hz. Peygamber döneminde devamlı delil olamaz çünkü meseleyi ona sorduklarında sünnet olmaktadır), Kıyas (Hz. Peygamber teşvik etmiştir), İstidlal (bütün bunların dışında kalan hüküm elde etme yolu; çeşitleri ise a)telazüm; akıl yürütme, mantık b) istishab; varlığı sabit olan bir hükmün geçmişte ve halihazırda da var sayılması c) önceki semavi dinlere ait hükümler d) istihsan; iki delilden kuvvetli olanı seçmek e) ıstıslah; birçok konu ve hükümde ortaklaşa bulunan fayda ve maksat çerçevesine girme esasına göre hükme varma), Hz. Peygamber ve Ashabın ictihadı.

Hz. Peygamber Devrinde Fürû; Mekke döneminde inanç, düşünce ahlak prensiplerine daha çok önem verilmiştir. Hz. Peygamber fiilen hakimlik etmekle beraber muhakeme usûl ve adabı ile ilgili kaideler koymak ve açıklamalar yapmak suretiyle de İslam kaza müessesesinin temellerini atmıştır. Ashabına da hem Medine’de hem Medine dışında bu görevi vermiştir. Hz. Peygamber ifta vazifesini de yerine getirmiştir. Borç-hak ilişkilerinin yanı sıra anlaşmalar da yazıya geçirilmiştir.

SAHABE DEVRİ (FIKHIN GELİŞME ÇAĞI)

Bu devre Hz. Peygamberin intikalinden II. asrın başlarına kadar uzanır. Siyasi iktidar nazarıyla Hulefa-i Raşidin ve Emeviler dönemlerinden oluşur. Hulefa-i Raşidin dönemi Hz. Ebu Bekir’le başlar, Hz. Hasan’ın hilafeti Muaviye’ye terk etmesiyle biter. Muaviye’nin Hz. Ali’ye beyat etmemesiyle başlayan iç karışıklıklar itikat ve fıkha da tesir etmiştir. Bu ortamdan Hariciler, Şiiler ve Cumhur oluşmuştur. Gelişmelerin sonucunda da Emevi saltanatı kurulmuştur. Hüküm kaynağı olarak Kitap ve sünnetten sonra ictihad yapılıyor, isabetli ictihad yapmak ve muhalefeti azaltmak için istişare uygulanıyordu. Sahabenin hepsi müctehid değildir. Bu dönemin özelliği; sahabe tarafından ictihadın kapısı açılmış ve teşvik edilmiştir, ictihad ve rey yoluyla varılan hükümler kesin telakki edilmemiş, vukuundan önce hâdiseyle meşgul olunmamış, zamanın değişmesiyle hükümler de değişmiş, Kitap ve sünnetin meşru kıldığı bazı hususlar men edilmiş, bazı nassların zahiri terk edilmiş, daha önce benzeri geçmemiş hükümler hayırlı ve iyi maslahattır diye benimsenmiş, çeşitli nedenlerden (nassları bilmeme, sağlam kaynaktan almamış olma, farklı anlama, yanılma, unutma) dolayı bazı hükümlerde ihtilaf edilmiştir. Sahabe döneminde mezhepler doğmamıştır.

Emeviler devrinde sahabe ahirete intikal ederek tabiun nesli onların yerini almıştır. Nazari fıkıh vardı. Sahabe fakihlerinin hemen hepsinin Arap olmasına rağmen tabiunun içinde Arap olmayan birçok kimse vardı.

Hadislerin tasnifi fıkhın tasnifinden sonra olmuştur. İlk fıkıh kitapları hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında yazılmıştır.

ABBASİLER DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN OLGUNLUK ÇAĞI)

Tabiun ve tebeuttabiun dönemlerini içine alır. Devrin başında hilafet Emevilerden Abbasilere geçmiştir. Bu devirde fıkhın sahası genişlemiştir. Emeviler döneminin seküler meyillerinin aksine Abbasiler davranış ve hükümleri dine dayandırmaya çalışıyordu. Hükümlere kaynak olarak ana kaynaklara, tabiunun ve tebeuttabiunun da sözleri eklenmiştir. Farazi mesail üzerinde de ictihad edilmiştir. İslam ülkesinin genişlemesiyle yeni milletlerin teamülleri üzerinde de durulmuştur. Haliyle ictihad ihtilafı da önceki döneme göre çoğalmıştır. Abbasiler döneminde mezhepler yani müctehidlere ait müstakil ictihad usül ve ahkam mecmuaları ortaya çıkmıştır. Sahabe dönemindeki gruplaşma Hicaziyyun ve Irakiyyun iken Abbasi döneminde dört grup vardır. Müfrit reyciler (Kitap ve rey, sünneti redderler), mutedil reyciler (Kitap ve rey, sünneti de reddetmezler), müfrit eserciler (reyi ve kıyası kabul etmezler), mutedil eserciler (rey ve kıyası inkar etmemekle birlikte pek başvurmazlar). Bütün dini ilim ve kitapların telifi bu dönemde başlamıştır. Fıkıh konusunda meseleci bir yaklaşım izlenilmiştir. Nazari ve umumi kaideleri tespit etmek gibi bir metot takip edilmemiştir. Fıkıh usülü de bu dönemde oluşmuştur. İlk Fıkıh usülü kitabı İmam Şafii’nin ‘er-Risale’sidir. Bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş veya mevcut terimlerin mefhumları tespit edilmiştir. Mezheplerin doğuşu, dört mezhep, zamanımıza kadar yaşamayan diğer dokuz sünni mezhep, gayri sünni mezhepler bu devrin kapsamındadır. İctihadda takip ettiği usülü hakkında eseri bize kadar ulaşan sadece İmam Şafii’dir.

Ebu Hanife’nin usülü; Kitap, sünnet, sahabe kavli ve rey ictihadıdır. Rey ictihadında da kıyas ve istihsan vardır. Kıyas konusunda Ebu Hanife’nin yaptığı; kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak, vuku bulmamış hadiselere de tatbik etmektir.

İmam Malik’in usülü; Kitap, sünnet (meşhur mütevatir olanları gibi ahad yolla geleni de kaynak sayar ama ahada kıyası ve Medinelilerin tatbikatını tercih eder), icma ve rey.

İmam Şafii’nin usülü; Kitap ve mütevatir sünnet, üzerinde ittifakın olmadığı ahad yoldan gelen sünnet, icma ve daha sonra da kıyas.

Ahmed b. Hanbel’in usülü; Kitap ve sünnet (bunlara muhalif hiçbir hüküm ve şahsa itibar etmez, mürsel ve zayıf hadislere gelince daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kıyasa tercih eder, kıyasa tercih ettiği hadis batıl ve münker olmayan, hasen türünden hadislerdir), muhalefetsiz sahabe reyi, büyük tabiunun reyleri, zaruri olarak kıyas, istishab (evvelce varolanı isbat, önceden yok olanı da nefiy - Allah’ın haram kıldığı haram, helal kıldığı helal, bunun dışındakiler istishaben mübah).

Dört mezhep imamı da şeri hükümlerin maslahat (kurallar için celb-i menfaat ve def-i mazarrat, fayda) hikmetine bağlı bulunduğunda ittifaktırlar. Sahabe ve tabiun devri müctehidleri gibi mezhep imamları da nassların lafızları yanında ruh ve maksatlarını da dikkate almıştır, Şari’nin maksadının tahakkukunu temine gayret etmişlerdir. Grup halinde bağlıları bulunmadığı için yaşamayan mezhepler olarak anılan mezheplerin ictihadları kayıtlı olduğu için hem teorik hem de pratik açıdan yaşamaktadırlar. Kitap ve sünneti esas alan Zahiriyye mezhebinin İslam’ın birinci asrındaki Haricilerden ve ikinci asrındaki Mutezileden farkı, zamanının ortaya çıkmasını gerektiren şartlarındadır. O dönem, hadislerin öncüsü olan zevatın kıyas ve reye karşı tutumu Abbasilerin, rey ve kıyas taraftarlarını desteklemeleri, onları öne çıkarıp kadılıklara tayin etmeleri gibi sebeplerdir bu şartlar (İbn Hazım, Ebu Hattab b. Dihye, Muhyittin b. Arabi Zahiri idiler).

Sünni Olmayan Fıkıh Mezhepleri:

Havaric; Sıffin savaşındaki hakem olayı sonrası Hz. Ali’ye karşı çıkmışlar, halifenin seçimle iş başına geleceğini savunmuşlardır. Sünneti kabul etmeyip sadece Kitabı hükümlerin kaynağı kabul ederler.

Zeydiyye; delilleri Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan ve akıldır. Hanefi mezhebi ile benzeşen tarafları çoktur. Ayrıldıkları noktalar da vardır.

İmamiyye; Kitap ve ehl-i beytten rivayet edilen sünnet, sonra ictihad. Kıyas ve icmayı kabul etmez. Caferiyye, İsnaaşeriyye diye de anılır.

Mezheplerin yayılmasının siyasi, ictimai, iktisadi, medeni amilleri vardır.

SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH (FIKHIN DURAKLAMA DEVRİ)

Fıkıh ilmi bu devirde ilerleyememiştir aksine taklid ruhuna (mezhepçiliğe) yönelmiş, münakaşa ve müzaralar doğruyu bulmak için değil mezhepçilik adına yapılmış, mezhep taassubu kuvvetlenmiş (sonucu olarak; tefrika, mukatele, hatada ısrar, ictihada karşı çıkmak/faaliyetini durdurmak), ictihad kapısı kapanmıştır.

MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLE’YE KADAR

İslam ülkesinin Moğollar tarafından istilası ve tahribi, Anadolu Beyliklerinin ortaya çıkışı, Osmanlı-Timur mücadelesi, Timur’un tahripleri ve çeşitli egemenliklerin oluşumu ve Endülüs’ün büyük bir zulmetle yok edilmesi bu dönemdedir. Bu dönemde fıkıh açısından fıkıh bilginlerinin birbirleriyle irtibatı kesilmiş, selefe itibar edilmemiş, geniş eserler özetlenmiş, şerh ve ta’liklerle uğraşılmış, hile ve te’vil artırılmıştır. Bu dönemin hüküm kaynakları; amme hukukunda örf, adet ve kanunnameler, hususi hukuk sahasında fıkıh ve fetva kitaplarıdır.

MECELLE’DEN ZAMANIMIZA KADAR (UYANIŞ ÇAĞI)

Osmanlının dağılmasıyla bağımsız İslam devletlerinin sayısı artmıştır. İctihad ve tercih fikri bu dönemde benimsenmiştir. Kanunlaştırmalar, dört mezhep üzerine yazılmış fıkıh kitapları, Batı üniversitelerinde İslam hukuku kürsülerinin açılması bu dönemdedir. Mahkemeler kurulup kadılar sadece şer’i mahkemelere bakar oldu. Diğer davalar için çeşitli mahkemeler kuruldu. Umumiyetle İslam ülkelerinde kanunlaştırma yapılırken şeriat esaslarıyla mukayyet kılınmamış yabancı kanunlardan aynen veya tadiller ile iktibas yoluna gidilmiştir. İlk İslam Medeni Kanunu olan Mecelle 57 yıl tatbik edilmiştir. Mecelle’nin oluşumunda dış amillerin azınlıkları bahane ederek kanun yapmak için zorlaması, iç amillerin de tercih edilmiş görüşleri içeren kolay anlaşılan (fıkıh kitaplarının karmaşasından kurtulmak için) bir düzenleme istemesi etkili oldu.Şahıs, aile, miras münasebetlerine ve aynı haklara ait birçok hususları fıkıh ve fetva kitaplarına bırakarak muamelatı tanzim etmiştir, Mecelle, Hanefi mezhebinin kaynak ve ictihadlarına isnat edilmiştir. Hakkında müspet ve menfi değerlendirmeler yapılmıştır. Tadil çalışmalarında tek mezhep üzerine ısrar edilmesi, diğer mezheplerden de rey ve ictihad olarak yararlanılması yoluna gidilmiştir. Yabancı kanunlardan da yararlanılması da söz konusu olmuştur. İsviçre Medeni Kanununun kabulüyle lağv edilmiştir. Türk Medeni Kanununa geçilmiştir.


0 Yorum - Yorum Yaz

TEFSİR TARİHİ    24.04.2013

YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN 

TEFSİR TARİHİ - DOÇ. DR. MUHSİN DEMİRCİ

Tefsir, Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilen bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Hicri ikinci asrın ikinci yarısında başlayıp başlayıp bugüne kadar devam edegelmiştir. Tedricen indirilen Kur’an vahyi, hitap ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken sonsuzluk alemine uzanan çizgide fert ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitaben derleme mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde de kitaben derleme işi gerçekleştirilip, Hz. Osman döneminde kıraat farklılıklarını ortadan kaldıran bir biçimde çoğaltılması yapılmıştır.

TEFSİRİN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ VE GEREKLİLİĞİ

Tefsir kelimesinin etimolojik olarak bir şeyin üzerini açmak, açıklamak anlamında ‘fesr’ kelimesinden veya bu kelimenin taklib yöntemiyle oluşan aydınlatmak, ortaya çıkarmak anlamlarında ‘sefr’ köklerinden geldiği kabul edilir. Emin el-Huli ‘sefr’ kelimesinde maddi, zahiri bir keşif, ‘fesr’ kelimesinde manevi bir keşif var demektedir. Terim olarak ise; tefsiri Kur’an’ı anlamaya yönelik faaliyetler bütünü olarak değerlendirebiliriz. Hz. Peygamber döneminde, tefsir faaliyeti Kur’an’ın mübhemat, mugayyebat, müteşabihatlarının Hz. Peygamber tarafından açıklanmasıyla şifahi olarak vuku buluyordu. Tedvin dönemindeyse şifahi rivayetler derlenip toplanıp rivayet şeklini, zaman zaman da insanların kendi görüşlerini içeren bir şekilde dirayet şeklini almıştır. Tefsirin amacı insanlığın hidayeti için indirilen kitabı onun gayesine uygun bir biçimde açıklamak suretiyle insanın iki dünyadaki mutluluğunu temin etmektir. Tefsirde anlam yakınlığı olan kelimelerden te’vil, ‘evl’ kökünden tef’il babında bir mastardır, döndürmek, herhangi bir şeyi varacağı yere vardırmak manalarını ifade eder, terim olarak ise, meşru bir sebep veya delilden ötürü ayeti zahir manasından alıp, kendisinden önce veya sonraki ayete mutabık kitap ve sünnete uygun manalardan birine hamletmektir. İslam bilginlerinin çoğunluğuna göre nasslardan hüküm çıkarmada esas olan te’vile gitmemektir. Ama müşkil ve müteşabih ayetler te’vilin kaçınılmaz olduğu hallerdir. Te’vilin sahih olması için lafız, ihtimali olmayan bir anlamla te’vile zorlanmamalı, zahir manadan başka bir manaya çekilmesi ancak şeri bir delile dayandırılmalı, sahih ve sarih nasslara aykırı olmamalı, Kur’an ilimlerinden ve dil bilimlerinden ve belagat ilminden yararlanmalıdır. Tefsir ile te’vilin farkına gelince, tefsir Kur’an’ın ne dediğini, te’vil ise ne demek istediğini ortaya koyar. Tefsirle anlam yakınlığı olan ikinci kelime tercüme, terim olarak bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabirle aynen ifade etmektir. Tercüme, harf-i (nazmında ve tertibinde asla benzeme) ve tefsir-i olarak iki çeşittir. Üçüncü kelime meal ise, eksik ve hatalı tercüme anlamında bir kelime olarak Kur’an’ın tercümesinin tam olarak yapılamayacağı düşüncesi kastıyla kullanılan terimdir. Tefsir faaliyeti Hz. Peygamber döneminde anlaşılmayan ayetlerin açıklanması olarak başlamış ve daha sonra İslamın geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla daha önce olmayan meseleler ortaya çıkınca ve bu farklı kültürlerdeki insanlar kendi yaşayış biçimlerini de Kur’an’a dayandırmaya kalkınca tefsir çalışmaları zorunlu olmuştur. Kur’ani nassları farklı yorumlamanın sebepleri kıraat ihtilafları, çok anlamlılık, ıtlak-takyid anlayışı, nasih-mensuh ihtimali, seleften farklı rivayetlerin gelmesi, mezhep taraftarlığı, tefsirde dirayet ve rivayet olgusudur.

TEFSİRİN DOĞUŞU VE TEDVİNİ

Hz. Peygamberin tefsiri bir program dahilinde ders veren bir öğretmen tarzında değil, bir takım vesilelerle gerçekleşiyordu ki şöyle sıralayabiliriz; ayet okuyarak, soru sorarak, sözü delillendirmek için ayet okuyarak, sahabilerin sorusuna cevap vererek. Hz. Peygamber Kur’an’ı mücmelin tebyini (ahkam, gayb, yaratılış, kader, kıyamet ve ahlaki konuları içeren ayetler), mübhemin tafsili, mutlakın takyidi, müşkilin tavzihi olarak gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’dan tefsirinin miktarının bazı ayetlerle sınırlı olduğunu ilk kez dile getiren Gazzali ve Kur’an’ın tamamını içerdiğini ilk kez dile getiren İbn Teymiyye ve onlar gibi düşünenlerin yanı sıra Hz. Peygamberin ne Kur’an ayetlerinin pek azını tefsir ederek meydanı boş bıraktığını ne de tamamını tefsir ederek aklı dondurduğunu söyleyebiliriz. Kur’an karşısında sünnetin beyan ve teşri (Kur’an’da yer almayan konularda Hz. Peygamberin hüküm koyması) olarak iki fonksiyonu vardır. Sünnetin vahye dayalı olup olmadığı hususunda alimlerin çoğu çoğunlukla vahye, kısmen de ictihada dayalı olduğu görüşünü kabul etmektedirler. Kur’an vahyi için vahy-i metluv, sünnet için vahy-i gayri metluv tabirleri kullanılmıştır. Sahabenin tefsiri konusunda Kur’an’ın nüzul ortamını yaşayan sahabe anlayamadıklarını da Hz. Peygambere sorarak öğrendiklerinden tefsir konusunda Resulullah’tan sonra en güvenilir kaynak olmuştur. Ama rey ile tefsire gelince bir kısım sahabi bu şekil tefsire sıcak bakmamış bir kısmı da naklin bulunmadığı yerlerde kendi ictihadlarıyla Kur’an’ı tefsir cihetine gitmiştir. Sahabe tefsirinin merfu haberler niteliğindeki tefsiri bağlayıcı kabul edilmiş ama mevkuf durumundaki tefsiri ise tercih sebebi olmakla beraber bağlayıcı değildir. Sahabe döneminde tefsir, Kur’an’ın tamamını kapsamaz ve tedvin edilmemiştir. Sahabe tefsirde öne çıkanları; Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ubey b. Ka’b, Hz. Ali’dir.

Abdullah b. Abbas, hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuş, Hz. Peygamberin vefatında 13-15 yaşlarındaydı ve 70 yaşlarında Taif’te vefat etmiştir.

Abdullah b. Mesud, Hz. Ömer zamanında Kufe kadılığı yapmış, bu Hz. Osman zamanında da devam ederken azledilmesinden sonra Medine’ye dönmüş ve 60 yaşını geçkin bir durumdayken vefat etmiştir. Kufe’de tefsir okulunun temellerini atmıştır. Kendi özel mushafını vahiy nazil olurken yazmıştır.

Ubey b. Ka’b, Hz. Peygambere vahiy katipliği yapmıştır, Hz. Ömer’in hilafetinde vefat etmiştir. Tefsirdeki rivayetleri;1) Ebu Cafer er-Razi – er-Rebi b. Enes – Ebu’l Aliye – Ubey b. Ka’b, 2) Veki b. Cerrah – Süfyan b. Uyeyne – Abdullah b. Muhammed b. Ukayl – İbn Ubey b. Ka’b – Ubey b. Ka’b olarak gelmektedir.

Ali b. Ebi Talib, hicretten 22 yıl önce Mekke’de doğmuştur. Hicri 40 yılında vefat etmiştir, vahiy katipliği yapmıştır, güvenilir üç tariki, 1) Hişam b. Hasan el-Ezdi – Muhammed b. Sirin – Abide es-Selmani – Ali b. Ebi Talib 2) Abdullah b. Abdurrahman b. Ebi Hüseyin – Ebu’t-Tufeyl Amir b. Vasile el-Leysi – Ali b. Ebi Talib 3) ez-Zuhri – Ali b. Zeynelabidin – Hüseyin b. Ali – Ali b. Ebi Talib

Tabiun dönemi ise Hz. Peygamberi görememiş, sahabeye yetişebilmiş olanların dönemidir. Bu dönemde tefsirde medreseler oluşmuştur. 1) Mekke Medresesi; kurucusu Abdullah b. Abbas’tır. Arap şiirini tefsirde kullanmıştır. Talebeleri; Mücahid b. Cebr, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi Rabah. Mücahid akli tefsir uygulayanların ilki olarak kabul edilmektedir. 2) Medine Medresesi; Medine’nin en büyük alimlerinden olan Ubey b. Ka’b’ın öğrencileri; Ebu’l Aliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazi, Zeyd b. Eslem’dir. Rey ile tefsirde öne çıkan Zeyd b. Eslem’dir. 3) Kufe Medresesi; kurucusu Abdullah b. Mesud’dur. Onun medresesi rey medresesi olarak nitelendirilmiştir. Öğrencileri Alkame b. Kays, Mesruk b. Ecda, Esved b. Yezid, Mürretü’l-Hemedani, Amiru’ş-Şabi, el-Hasan el-Basri, Katade b. Diame. Tabiun döneminin müfessirlerinin çoğu mevalidendir, yani gayr-i Arap unsurlardandı. Böylelikle tefsire farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür muhitinden anlayış ve yorum katmışlardı. Bu dönemde ictihadın boyutları genişlemiş, itikadi ve ameli mezheplerin temelleri atılmıştı. Bu dönemdeki tefsirler, kaynak değeri taşımaz, kaynak değeri taşır ve ittifak edilenler kaynak değeri taşır olarak değerlendirilmiştir. Bu dönemde Kur’an baştan sona tefsir edilmiş, kelimelerin izahına geniş geniş fıkhi açıklamalara, şiirle istişhad metoduna ve israiliyat haberlerine yer verilmiştir. Tefsirde tedvin bu dönemde gerçekleşmemiş ama medreselerle ekolleşme başlamış oldu. Tedvin; bir araya getirmek, toplamak anlamlarındadır. Tefsir ilk olarak hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilmiştir. Kur’an’ı bir bütün olarak baştan sona tefsir eden ilk şahıs Mukatil b. Süleyman’dır. Tedvin döneminin ilk tefsirlerinin ortak özellikleri dilbilimsel tefsirler olmalarıdır. Tefsir çeşitlerini iki ana başlıkta zikredebiliriz; mevzii ve mevzui tefsirler. Mevzii tefsir; müfessirin Kur’an’daki sure sıralamasını esas alarak her ayeti birer birer açıklamasıdır. İcmali tefsirde müfessir, ayetleri kelimeden hareket ederek literal bir okumayı esas alır, ilahi mesajın ne olduğunu tespit cihetine gitmez. Bu mevzii icmali tefsir iki yaklaşım ortaya çıkarır; sadece lafızları dikkate alan lafzi tefsir, lafızlardan yola çıkarak ilahi iradenin maksadını ortaya koymaya çalışan yorum eksenli tefsirdir.

Tahlili tefsirde; nakli ve ictihadi tefsir geleneği yerine göre geniş veya dar anlamda uygulanır, yani lafız ile anlam arasında hassas bir denge vardır.

Bunlar rivayet ve dirayet tefsirleridir.

Rivayet tefsirlerinin zayıf noktaları; uydurma rivayetlerin tefsire sokulması, rivayetlerin tahkiksiz ve senetsiz nakledilmesi, israiliyata yer vermesidir.

Meşhur rivayet müfessirleri ve tefsirleri; et-Taberi / Camiu’l Beyan (her ne kadar rivayet tefsiri arasında sayılırsa da kullandığı kaynaklarda hiçbirşey bulamazsa Arap dili bilgilerine dayanarak yorumlamaya çalışmasıyla, yapmış olduğu tenkid ve tercihlerde dirayet tefsiri özelliği taşır) el-Begavi / Mealimu’t-Tenzil, İbn Atiyye el-Endülüsi / el-Muharraru’l Veciz, İbnü’l Cevzi / Zadu’l-Mesir, İbn Kesir / Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, es-Suyuti / ed-Dürrü’l-mensur.

Dirayet Tefsiri; yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp, dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir. Buna rey ve akli tefsir de denilir. Önce rivayet kaynaklarına başvurulur, buradan elde edilen bilgi akıl süzgecinden geçirilir. Buna ek olarak ilm-i mevhibeye de ihtiyaç duyulur.

Dirayet tefsirini; ictihadın zan manasına olması ve de ayet, hadis ve sahabe sözlerinden getirilen delillerle izin verilmemesini delil göstererek caiz görmeyenler vardır. Bu ayet, hadis ve sahabe sözlerinin bilgisiz insanlar için geçerli olduğunu ve Muaz b. Cebel örneğini de göz önüne alarak caiz görenler de vardır.

Dirayet tefsirinde, öncelikle lugat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, meani, kıraat, usulu-d-din, usûl-i fıkıh, esbâb-ı nüzul, nesih-mensuh gibi ilimlerinin bilinmesi, ön yargılı olunmaması, Kur’an’da kullanılan Arapça’nın bugünkü Arapça olmadığının farkında olunması, kendi şahsı arzu ve isteklerine göre hareket edilmemesi, hususlarına riayet edilmelidir.

Dirayet tefsirlerinin öne çıkan isimleri; er-Razi / Mefatihu’l gayb, el-Beyzavi / Envaru’t-Tenzil (eleştirilen yanı surelerin faziletine dair uydurma hadisler içermesidir.), en-Nesefi / Medariku’t-Tenzil (Mutezili Zemahşeri’nin el-Keşşaf’ına karşılık yazılmıştır), eş-Şirbini / es-Siracu’l-Münir (tefsirinde surelerin faziletlerine dair hadis rivayetleri olmakla beraber bunların uydurma olanlarını bildirmiştir, Ebussuud Efendi / İrşadu’l akli-s-selim (surelerin fazileti ile ilgili nakiller bu tefsirde de vardır.) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (yoğun bir dirayet tefsiridir, kevni ayetlerde Kur’an’ı ilme değil, ilmi Kur’an’a mutabık kılmak gerektiğini söyler, kelami konularda fazla yoğunlaşmamış, mezhepçilik yapmamış, israiliyatı tercih etmemiştir, hadis tenkidinde aynı titizliği göstermemiştir.

Mevzui Tefsir; konulu tefsir de denilebilir. Kur’an’daki herhangi bir meseleyi -inanç, toplum, hayat, evren vb.- araştırma konusu yaparak değişik surelerde zikredilen nassları nüzul sırasına göre ele alıp usulüne uygun bir şekilde incelemek suretiyle onun pratik hayata uygunluğunu ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamberin uygulamış olduğu, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri metodunu çağrıştırır.

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TEFSİR EKOLLERİ

1)      Mezhebi Tefsir Ekolü; Ehl-i sünnet dışındaki diğer mezheplerde ortaya çıkan Kur’an’ı görüşüne uydurmaya çalışan tefsirlerdir.

A)    Mutezile; Vâsıl b. Ata kurmuştur. Tamamen rastyonalist bir anlayıştan hareket eder. Akılla nakille çeliştiğinde akıl tercih edilir. Beş esas üzerinde dururlar; tevhid, adl, vaad-vaid, menzile-beynel menzileteyn, emr-i bi’l maruf nehy-i ani’l münker. Mutezile’nin meşhurları; el-İsfahani, Kadi Abdulcebbar, eş-Şerif el-Murteza, ez-Zemahşeri / el-Keşşaf (Kur’an’ın belagi ve mucizevi yönünü ortaya koyması açısından otorite kabul edilmiştir, israiliyat konusundaki titizliği, ahkamda mezhep taassubunun içine girmeyişi olumludur.)

B)     Şia; Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali’yi ve soyunu halifeliğe layık görenlerin oluşturduğu topluluktur. Burada ele alınan Şia’nın İmamiyye / Caferiyye adıyla anılanıdır. Mezhebin inanç esaslarının başında gelen imamet anlayışı vahiy kurumunun devamı niteliğindedir yani imamın da peygamber gibi Allah tarafından bildirilmesi ve peygamberler gibi ismet sıfatına sahip olması söz konusudur. Böyle olunca da tefsirde de sadece imamların rivayetleri sahihtir. Görüşlerini Kur’an’a dayandırmak için Batıni te’villere çok yer vermişlerdir. Şia’nın meşhurları; el-Kummi, et-Tusi, et-Tabressi, el-Becahti, et-Tabatabai.

C)     Harici; Şia’ya karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Kur’an’ın lafzına sıkı sıkıya sarılırlar. En meşhur tefsirci Muhammed b. Itfiyyiş’dir.

2)      İşari Tefsir Ekolü; yalnız tasavvuf erbabına açılan birtakım gizli anlamlar ve işaretler yoluyla Kur’an’ı açıklamaktır. Zühd ve takva hareketi gelişerek tasavvuf olmuştu. Onlara göre Kur’an’ın zahiri anlamının yanında Batıni bir anlamı da var. İlk temsilcileri; el-Hasan el-Basri, Caferi Sadık, Abdullah b. Mübarek. Öne çıkan isim es-Sülemi’dir. Gazzali’de gelişiminde önemli rol oynamış, Muhyiddin-i İbn Arabi ile de zirveye ulaşmıştır. Eleştirilerin temelinde zahiri anlamın tamamen yorum dışına atılıp ortaya konulan tefsiri delillendirecek sahih nakillerin bulunmasıdır.

3)      Fıkhi Tefsir Ekolü; ibadat, muamelat ve ukubatla ilgili ayetlerin izahları ve hükümleriyle ilgilenir. Meşhurları; eş-Şafii, et-Tahavi, el-Cassas, el-Kiya el-Harrasi ve Ebu Bekir İbnü’l Arabi’nin Ahkamu’l Kur’an’larıdır.

4)      İlmi Tefsir Ekolü; Bu ekole göre Kur’an insana aklın ilim yolunda kullanmayı öğütler ve bu, çağın telakkisine göre açıklanmalıdır. el-Gazzali ile sistemleşmiştir. Fahruddin er-Razi, el-Mürsi, ez-Zerkeşi, es-Suyuti öne çıkan isimlerdir. Katip Çelebi ve Erzurumlu İbrahim Hakkı da sonraki dönem isimlerdir. Tantavi Cevheri ile doruk noktasına ulaşmıştır. Emin el-Huli ve diğerlerine göre bilimsel verilerin sürekli değişikliğe uğraması yüzünden Kur’an’da varoldukları söylenemez. Böyle bir tefsir Kur’an’ın lugat ve belagatine de zarar verir.

5)      İctimai Tefsir Ekolü; çağın toplumsal sorunlarını nassların ışığı altında çözümlemektir. Kurucusu Muhammed Abduh’tur. Yöntemi mushaftan ayetleri okuyup açıklamaktan ibaretti. Yaşadığı dönemin akılla bilimin özdeşleştiği bir dönem olması hasebiyle Kur’an’ın da akla çok önem verdiği savunmasını yapmak zorunda kalmıştır. Ekolün diğer önemli isimleri, Reşid Rıza, Seyyit Kutub’tur. Akla verdiği önemle Modern Mutezile diye de adlandırabiliriz. Taklidi şiddetle eleştirip batıl saymasıyla, israiliyata karşı adeta savaş açmasıyla, mezhepçiliğe yer vermemesiyle olumlu karşılanmışlar, aklı nakle tercih etmeleriyle, Buhari ve Müslim’de rivayet edilen bir kısım hadisleri zayıf ve mevzu olarak nitelendirmeleriyle, aşırı te’vile giderek Kur’an bütünlüğüne zarar vermeleriyle eleştirilmişlerdir.

6)      Modernist Tefsir Ekolü; Vahyedilmiş bir inanç ve ameller pratiği olan Kur’an’ın bütün zamanlarda geçerli olduğunu iddia ederek onu yaşanılan dönemde uygun yöntemlerle açıklamaktır. Bu ekol klasik modernist olarak başlamıştır. Kurucuları Hintli olan Seyit Ahmet Han ve Emir Ali, Mısırlı Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’tur. Taklide karşı bir tavır söz konusudur. Tavırlarının arkasında onların dini, toplumsal hayattan uzaklaştırıp bireysel hayata indirgeme istekleri vardır.

Çağdaş modernist (tarihselci) tefsirin ilk temsilcisi Pakistanlı Fazlur-Rahman’dır. Diğer bir temsilcisi ise Fransız Garaudy’dır. Garaudy Kur’an evrenselleştirilemez demektedir. En radikal söyleme sahip olan Hasan Hanefi’dir. O, tarihselliği sadece vahyedilmiş metinlerin değil Allah hakkındaki tasavvurların da bir özelliği olarak görmektedir. Tarihselci modernistler ahkamın değişmesini talep etmiştir, örnek aldığı Batı kutsal metindeki akıldışı şeyleri aklileştirmeye çalışırken. Tarihselci bir yaklaşımla metne bağlı kalmadan Allah’ın maksadını tespit etmeye çalışmak Kur’an’ı devre dışı bırakmak anlamına gelebilir. Hükmün değişebilirliğini modernistler gibi zamanın değişmesine bağlı değil illetin değişmesine bağlamalıdır.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Murat aykaç

                           

                                    TEFSİR TARİHİ

                        Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için mutlak surettetefsire ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize  en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahısHz. Peygamberdir. Dolayısıyla  kur’ân kendini tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.

                   Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştı. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleride bünyesine katmıştır, böylece tefsirde her dönemde gittikçe gelişmiştir.

                            HADİS TARİHİ

                   Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefayı Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.hHadis sahifasi olduğu belirtilen bazı sahabilerde vardır.[5]

 

                   Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabetide denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem hadislerin oldukça fazla miktarda hadisin uydurulduğu, uydurmaya karşıda önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.

 

 

                                  FIKIH TARİHİ

                   Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerdn, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.

                  Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân vesünnetin nassları ışığında  yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmış.

                  Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş,  gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.

    Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]

                   Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza bu ililmlerdeki bilgi bütünlüğüne, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara  ve branşlara ayrılsada öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.

                 İslamiyet içerisinde  gelişen   büyün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartılşımaz.

 

 

 

 

                                                                                                                                                                                     Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta  cemel ve sııfın gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tabiilerdiki çoğu mevali idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]

               İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıun efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete  ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtıhada  yani  bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]

’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.

                 Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başladı.

                Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin  dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi                                                                                                                           bilgiyi işleyen olarak  bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum

                                                                                                                                                                                          

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

                  İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilm ehlide ilmlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas hayayına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz içinde durum farklı değildi.

                  Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.

                                                                                                                                                                                                                     



[1]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31

[2]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33

[3]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61

[4]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

[5]  Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav

[6]  Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi

[7]  İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86

[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 ,  Fecr yayınları , Ankara 2010

[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ?  Klasik yayınları , İstanbul 2008

[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010

[11]  Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010


0 Yorum - Yorum Yaz

Usul Ödevi    02.05.2013

İlmin Bütünlüğü Çerçevesinde Tefsir Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü Okumaları Üzerine Değerlendirme

Ayşe KARAKAYA / 12912704 /  Yüksek Lisans

Bütün İslami ilimlerin kaynağı insanların dünya ve ahiret saadetini sağlamak için yüce Allah tarafından inzal buyurulan kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir ve hepsinin ortak gayesi yüce kitabımızın en iyi şekilde anlaşılması ve gereklerinin yerine getirilmesidir. Biz bu ilimlerden Kur’an-ı Kerim’in lafız ve manalarının anlaşılmasını konu edinen tefsir, Kur’an-ı Kerim’in hayata tatbikinin canlı örneği olan Peygamber Efendimizin söz, fiil ve takrirlerini konu alan hadis ve yine Kur’an-ı Kerim’in insan hayatının ibadet ve muamelat ile ilgili yönlerini düzenleyen hükümlerini ele alan fıkıh usullerinin oluşumunu ve gelişimini mukayeseli olarak inceleyeceğiz. Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, bu ilimler Cenab-ı Allah tarafından son Peygamber Hz. Muhammed vasıtası ile gönderilen yeni şeriatın gereği gibi uygulanması için ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar muvacehesinde paralel olarak bir gelişim göstermişlerdir ve birbirleri ile ilişki içerisindedirler. Kur’an-ı Kerim’in ilk ve en önemli tefsiri olan Peygamber Efendimizin açıklamalarını tefsir alanından, İslam teşriinin en büyük iki kaynağı olan Kur’an ve Sünneti fıkıh alanından ayrı düşünemeyiz. Her bir ilim dalı diğeri ile iç içedir ve birbirini destekler. Nitekim Peygamber Efendimizin Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden açıklamaları ve nüzul sebepleri ile ilgili haberler ilk olarak hadis mecmualarında yer almıştır. Hadis mecmualarının kitabu’t-tefsir bölümlerinde yer alan Peygamber Efendimizin ve sahabenin tefsirle ilgili beyanları rivayet yoluyla nakledilmiş ve hadis ilminin bir kolu olarak gelişmiştir.

Kaynağını Kur’an’dan alan her bir hüküm, Peygamber Efendimizin açıklamalarıyla daha iyi anlaşılacak ve fıkıh usulü sayesinde uyulması gereken bir kaide olarak kitaplardaki yerini alacaktır. Tefsir usulünün konusu bu serüvende Kur’an elfazının inceliklerini araştırmak, müphem manaları, diğer Kur’an ayetlerinden, Peygamberin açıklamalarından yola çıkarak aydınlatmaya çalışacak kaideleri ortaya koymaktır. Hadis usulünün konusu ise Kur’an ayetleri üzerinde Peygamber Efendimiz tarafından yapılan ve bize rivayet yolu ile gelen açıklamaların haber değerini ortaya koymak, sahih olanını zayıf ve uydurma olanından ayırmaktır. Fıkıh usulünün konusu da bütün bu verilerden yola çıkarak, ferdin Allah ile, fert ile, toplum ile ve devlet ile hem dünyevi, hem uhrevi anlamda ilişkilerini düzenleyen hukuk manzumesinin ve teşri hükümlerinin oluşmasını sağlayacak düzenlemeleri yapmaktır. Bu anlamda hadis usulü ilmi diğer ilimlerin bir adım önündedir. Çünkü Hazreti Peygamber devrinde teşriin kaynağı, vahy-i ilahi ve ictihad-ı nebevi idi. Kendisine vahyolan ayetleri tebliğ ve tebyin etmesi bu vazifenin birinci bölümünü oluşturuyordu. İkinci kaynağa nisbetle vazifesi ise şartlara göre hüküm ortaya koyması, yani istinbat ve istimdadda bulunmasıdır ki buna da ictihad-ı nebevi denir. Hazreti peygamberin tetkik ve takdire dayanan bu içtihadı, Allah Teala’nın murakabesi altında teşekkül etmiştir. İçtihat doğru olarak sadır olmuşsa Allah onu tasvip, hatalı ise irşad eder. Dolayısıyla sünnet de Kur’an-ı Kerim ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak tarif ve tavsif edilmiştir. Bundan dolayıdır ki dini ahkâmın oluşmasında gerek tebliğ ve gerek içtihat olarak Hazreti Peygamberden sadır olan her türlü söz ve fiilin sahih ve güvenilir kaynaklara göre nakledilmesi büyük önem taşımaktadır. İşte hadis usulü ilmi bu anlamda sağlam ve güvenilir bir hadis külliyatı oluşmasında hayati öneme haizdir. Nitekim sonraki asırlarda bazı siyasi ve itikadi fırkalar bozuk fikirlerini desteklemek için hadis uydurma faaliyetlerine giriştiler. Bu arada cahil kişiler ile siyasi fırkalara aşırı derecede bağlı olanlar, halkı kendi düşüncelerine teşvik etmek maksadıyla hadisler uydurdular. Bu sebeple özellikle Iraklı hukukçular. Hadis kabulünde sıkı şartlar ileri sürmüşlerdir ve bu tabiun dönemi sahih hadislerle, uydurulmuş hadisleri birbirinden ayırmak için usullerin tedvin edilmeye başladığı dönem olmuştur. Hadis ilminin tefsir usulü ile olan ilişkisi de Hazreti Peygamberin Kur’an’ın ilk müfessiri olması cihetinden ele alınmalıdır. O, Kur’an’ın müphem ve mücmelini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder, nasih ve mensuhunu bildirir. Sahabe ayetlerin nüzul sebeplerini bildirmekle Kur’an’ın anlaşılmasını gaye edinen tefsir usulünün oluşmasına katkıda bulunur. Sonraki dönemlerde mezhep kurucularının Kur’an’a ve hadise bakış açılarındaki farklılıklar re’y ve hadis ekollerinin oluşmasını intaç etmiştir. Ehl-i hadis hüküm istinbatında Kur’an ve hadisi ön planda tutarken, ehl-i re’y yaşadıkları coğrafya gereği kıyas, istihsan metodlarını öncelikli olarak kullanmışlardır.

Netice olarak, bütün islami ilimlerin kaynağı yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. Tefsir alanı onu bir konu olarak ele alır ve açıklar, fıkıh usulünün konusu da Kur’an’dır, ancak Hazreti Peygamberin açıklama ve uygulamalarından yola çıkarak hükümler ve yaptırımlar ortaya koyar ve bu ilimler insanlığa son ilahi mesaj Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve yaşanması, insanın da bu mesaj ile hayatını anlamlandırması gayesine hizmet eder.

 

 KAYNAKLAR

1- Tefsir Usulü, Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

2- Hadis Usulü, Prof. Dr. Talat KOÇYİĞİT

3- Fıkıh Usulü, Prof. Dr. Fahrettin ATAR


0 Yorum - Yorum Yaz


Ramazan ÜNSAL (12912729) ramazanriza@gmail.com

 TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ MUKARENELİ OKUMA Mekke Devri: Mekke devri Hz. Peygamberimizin vahye muhatap olduğu 610 yılından hicret ettiği 622 yılına kadar 13 yıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu dönemde Kur’an’ın üçte birinden azı nazil olmuştur. Peygamberimiz bu dönemde daha çok ahlak inanç sahasında durmuştur. Hukuk ve ibadet sahası ile ilgili hususlar icmali şekliyle vardı, tafsili olarak Medine döneminde ortaya çıktı. Hukuk ve ibadet de inanç ve ahlaki temeller üzerinde durmaktadır. Hadis ve tefsir açısından ise peygamberimize inanan insan sayısı azınlıkta olduğu için nazil olan Kur’an ayetlerinin ezberlenmesi gerekiyordu. Toplumun ümmi bir toplum olması yazı bilen sahabelerin Kur’an’dan başka bir şey yazılmamasını istemiştir. Hadis yazmayı yasaklayan en azınlıkta olması öncelikli olarak Kur’an’ın yazılması ve ezberlenmesine önem verilmiştir. Bundan dolayı peygamber efendimiz hadis yazımını yasaklamıştır. Kendisinden meşhur hadîs, Ebü Sa*id el-Hudrî tarafın­dan rivayet edilmiştir. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden (bir şey) yazmayınız. Kim benden Kur'ân’dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin.” Hadis yazımının yasaklanmasının sebeplerinin başında  yazının tam gelişmemesi ve Kur’an ayetleriyle karışma tehlikesi gelir.Tefsir tarihi açısından Araplar dili Arapça olmasına karşın Kur’an’ı anlayabiliyorlar olmalarına karşın yinede ümmi bir toplum olmaları yüzünden Kur’an’ın açıklanmasına ihtiyaç duyuyorlardı.

Medine Devri: Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Medine'ye göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletlerarası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.

Hadis ve Tefsir açısından, sahabe-i kiram Kur'ânı Kerîm’den nazil olan âyetleri ve onların beyanı mahiyetinde olan Hazreti Peygamberin sözlerini hıfzetmeyi ihmal edilmez bir görev telakki etmişlerdir. Mekke'den Medine'ye hicretleri, bu görevin ifasında, onlara daha geniş ve daha rahat imkânlar sağlamış; bu suretle câhiliye devrinin koyu dalâleti, yerini, İslâm'ın insanları ilme teşvik eden aydınlık yoluna terketmistir. Peygamberimiz önceleri yasaklamış olduğu hadis yazımını bazı sahabelere izin vermiştir. Hangi maksatla olursa olsun, Hazreti Peygamber tarafından yazılan ve­ya yazdırılan bir vesikayı, hadisin kapsamı içerisinde mütalâa etmek kadar tabii bir şey olmamak gerekir. Hazreti Peygamberin, Bizans împratoruna, Acem Kİsrâ'sına veya Mısır Mukavkış'a ve Habeş Necâşıye yazdığı mektuplar İslam tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında, yazılmış daha yüzlerce vesika vardır ve bu vesikaların yazılış sebepleri yahut konuları birbirinden farklıdır. Bu konu­ları şöyle sıralamak mümkündür: 1. Yeni anlaşmalar veya daha önce yapılmış anlaşmaların yenilenmesi; 2. İslâm'a davet; 3. Memur tayinleri, vazifelerinin tespiti ve bu vazifelerin ifasında davranış şekilleri; 4. Arazî ve bu arazilerin gelirlerinden atıyyeler; 5. Eman ve tavsiye mektupları; 6. Bazı kimseler hak­kında istisna teşkil eden hükümlerin tespiti; 7. Hazreti Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili bazı müteferrikât. Bu vesikalardan büyük bir kısmının Medine devrine ait olduğuna şüphe yoktur. Fıkıh tarihi itibariyle Ferdî ve ictimâî hayatın, çeşitli münasebetlerini tanzim eden kâide ve hükümler iki şekilde ortaya çıkıyordu: a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler oluyor, ya da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevk eden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya ayet nazil oluyor, veya hüküm ve mâna Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbuyla hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu. Ayetlerin nüzul sebeplerinden (esbâbu'n-nüzûl) bahseden kitaplarda hüküm gerektiren birçok hâdise nakledilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de "senden soruyorlar" ifadesi on beş defa zikredilmiştir. Ve bunların sekizi fıkıhla alâkalıdır. İki defa da "senden fetva istiyorlar" sözü geçmiştir.
b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu. İslâm sadece duyulan ihtiyaçları karşılamak için değil, yeni bir fert, cemiyet ve devlet yaratmak için gelmiştir. Şura, zekât nisapları, aile ve ceza hukuku ile alâkalı bazı kaideler bu kısım içinde yer alır.
Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır (el-En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67). Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı Kerîm), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyâs, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkh'ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerîm baştan sona birçok hafız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hafızalarda muhafaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış, yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamayacak kadar çoktur. Bize Hz. Muhammed(sav) vasıtasıyla ulaşan İslam dininin esası, temel kaynağı Kur'an-ı Kerimdir. Kur'an'ı Allah Rasulü sünnetiyle söz ve fiil olarak açıklamıştır. Kavlî ve fiilî sünnetlerinin her biri diğerini destekler, yardımcı olur.Peygamberimizden sonraki devir: Tefsir tarihi açısından Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashap, Kur'ân'ı anlama konusun­da herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Bunların arasında kendilerine soru sorulmadığı halde, Kur'ân'ı insanlara baştan sona anlatıp tefsir edenler de vardı. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu dönemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'ın bazı garip kelime­lerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindi­ğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın icaz yönüyle alakalı nakillere de yer veril­miştir. Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır. Tefsi­re yönelik bütün bu gayretler hicrî II. asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Bu yüzden tefsirin doğuşundan söz ederken ilk önce Hz. Peygamber'in tefsirini konu edinmek gerekmektedir. Fıkıh tarihi açısından Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y içtihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arz edildiği için sünnet mahiyetini alıyordu. Hâlbuki sahabe devrinde artık vahyin muhatabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar ihtilâf da ediliyordu.Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azaltmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için istişareye başvuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhalefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in manası: Kitap ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyas..." adı verilen esas ve metotlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.Hadis tarihi açısından Hazreti Peygamber vefat ettiği zaman Arap Yarımadası İslâm Devleti hudutları içine kâmilen girmiş bulunuyordu. İslâm'ın bidayetinden itibaren fetihlerin çoğalması ve birçok ülkenin İslâm devleti hudutları içine girmesi, sahabenin, İslâm'ın beşiği olan Mekke ve Me­dine'den ayrılmalarına ve çeşitli ülkelere dağılarak oralarda yerleşmelerine yol açmıştır. Medine medresesinin teşekkülünde en büyük rolü Abdullah ibn Ömer oynamıştı. Mekke'de Abdullah İbn Abbâs, Kûfe'de Abdullah İbn Mes'üd, Mısır'da Ab­dullah İbn Amr îbni'l-'Âş, Basra'da Ebû Müsâ el-Eş'ari ve Enes İbn Mâlik, Şam'da ise Muâz İbn Cebel, Ebu'd-Derdâ ve 'Ubâde Ibnu'ş-Şâmit de kendi medreselerinin teşekkülünde aynı derecede rol oynamışlardı. Bunların dı­şında aynı ülkelere yerleşen yahut girip çıkan diğer sahabeleri de elbette göz önünde bulundurmak gerekir. Her sahabenin, diğer ülkelerde yaşa­yan arkadaşlarının Hazreti Peygamberden duyup öğrendikleri, fakat kendi­sinin bilmediği şeyleri bulundukları yerlerde öğrettiklerini bilmesidir. İşte bu durum, sahabe arasında önce küçük çapta da olsa, bir hareketin başlama­sına yol açmıştır. Bu hareket, bir ülkede yaşayan bir sahabenin, bilmediği yahut Hazreti Peygamberden işitmediği bir hadisi, onu bilen ve fakat başka ülkede yaşayan bir başka sahabeden öğrenmek için onun yanına seyahat et­mek (rıhlet) şeklinde ortaya çıkmıştır. Bir taraftan hadîs vaz'ının, diğer taraftan insanoğlunun yaratılışı dolayısıyla daima maruz kalabileceği çeşitli zafiyetlerin ortaya çıkardığı cerh ve ta'dîl, aslında, tek bir gayenin gerçekleştirilmesine yöneltilmiş sistemli bir faaliyetten ibarettir. Bu tek gaye, Hazreti Peygamberin ağzından çıkmış olan gerçek sözleri tespit etmek ve bunları zayıf ve sahte olanlarından ayır­maktır. Hadîs vaz'ına karşı cerh ve ta’dîl hareketiyle birlikte başladığına şüphe bulunmayan isnad, İslâm'a has olan ve râvi isimlerini zikretmek suretiyle haberin ilk kaynağına kadar inmek imkânını veren bir rivayet sistemidir.Birinci asnn sonlarına doğru önce tedvin daha sonra tasnif faaliyetinin başlaması üzerine telif edilen ve ikinci asır boyunca telifi devam eden hadîs eserlerini, siyer ve mağazî, sünen, câmi, musannaf ve belirli konulara tahsis edilenler olmak üzere beş guruba ayırarak zikretmiştik. Üçüncü asırda ise bu faaliyet daha çok süratlenmiş ve vücûda getirilen eserlerle bu asır, hadîs ta­rihinin en parlak devri olmuştur. Bir taraftan yukarıda zikrettiğimiz beş gurupla ilgili, yeni ve daha güvenilir eserler tasnif edilirken, diğer taraftan, bu guruplar dışında yeni tasnif şekilleri ortaya çıkmış ve hadis ilminin çeşitli konularında ve bilhassa usûle müteallik kitaplar telif edilmeğe başlamıştır. El-Buhârî, Muşum, en-Nesâl, Ebü Dâvûd, et-Tinnizi ve tbn Mâce gibi imamlar Câmic ve Sürtenlerini bu asırda tasnif ederek Kutub-i Sitte adiyle maruf olan ve Kur'ânı Kerîm’den sonra İslâm'ın en mühim kaynağı sayılan altı sahih kitaba vücûd vermişlerdir.Sonuç olarak İslam’a hizmet tarihinde âlimlerimiz hem hadis, hem fıkıh hem de tefsir alanında eserler vermişlerdir. Çünkü ilk dönemde bu disiplinler teşekkül etmemişti. Bundan dolayı her İslam bilgini külli olarak bu ilimleri biliyordu. Temel kaynak Kur’an-ı Kerim olunca bütün bilginlerimiz aynı kaynaktan besleniyorlardı. Sonucunda da bilgi bütünlüğü ortaya çıkmıştır.                                                          Saygılarımla….
0 Yorum - Yorum Yaz


بسم الله الرحمن الرحيم والحمد لله رب العالم والصلاة والسلام على اشرف الانبياء والمرسلين شرف الله هذه الأمة المحمدية وأكرمها فأنزل عليها كتابه ، خاتم الكتب السماوية. فكان هذا النزول بواسطة جبريل عليه السلام يهبط به على قلب النبي صلى الله عليه وسلم ليبلغه وحي الله وفي ذلك يقول الله جل وعلى :" نزل به الروح الامين على قلبك من المنذرين بلسان عربي امين ".وبدأ ينزل القرآن على خاتم الأنبياء صلى الله عليه وسلم مفصلاً ، أن للقرآن ثلاثة تنزيلات :الأول: إلى الوح المحفوظ : " إنا أنزلناه في ليلة القدر ".والثاني : إلى بيت الغزة في السماء : روى الطبري عن ابن عباس رضي الله عنه قال : أنزل القرآن إلى سماء الدنيا في ليلة القدر ، في شهر رمضان جملة واحدة ثم أنزل نجوما أي أجزاء متفرقة . ولهذا كان التنزيل الثالث من السماء الى الدنيا متفرق في مدة ثلاثة وعشرين سنة والدليل على ذلك في قوله تعالى : " وقرآنا فرقناه لتقرأه على الناس متفرقا ". كيف كان تعريف هذاه القرآن.تلقى النبي  عليه الصلاة والسلام القرآن المجيد بواسطة الوحي وقرر القراءة مع جبريل خوفا أن ينساه فأمره الله بالإنساط والسكوت عند قراءة جبريل عليه السلام ، وطمأنه بأنه تعالى سيجعل هذا القرآن محفوظا في صدره لكي يقرأه على الناس حتى يحفظوه ويجمعوه بعناية وترتيب .   ولجمع القرآن معنيان: الحفظ والكتابة.ولقوله تعالى :"إن علينا جمعه وقرآنه" يدل على جمع القرآن وحفظه والمعنى كتابته كله مع ترتيب الآيات والسور.فالقرآن كله كتب في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم غير مجموع في مصحف واحد . فقد أغنى عن ذلك حفظ الصحابة له في صدورهم كمان وفقهم عليها الرسول صلى الله عليه وسلم ونبههم الى مواضيعها بتوقيف من الله.قال الزركشي : وإنما لم يكتب في عهد النبي صلى الله عليه وسلم لئلا يقضي الى تغييره في كل وقت فلهذا تأخرت كتابته الى أن كمل نزول القرآن بموته صلى الله عليه وسلم .يبدو أن تسمية  القرآن " بالمصحف" نشأت على عهد أبي بكر رضي الله عنه، فلما جمعوا  القرآن كتبوه على الورق ، فقال أبو بكر :التمسوا له إسما فقال بعضهم ( السفر ) وقال بعضهم ( المصحف ). فاجتمع رأيهم على تسمية المصحف لأن السفر تسمية اليهود .وكان كل ما يكتب يوضع في بيت رسول الله صلى الله عليه وسلم ، وينسخ الكتاب لأنفسهم نسخة منه فتعاونت نسخ هؤلاء الكتاب والصحف التي في بيت النبي صلى الله عليه وسلم مع حافظة الصحابة والأميين وغير الأميين على حفظ القرآن وصيانته مصدقا لقوله تعالى : "إنا نحن نزلنا الذكر وإنا له لحافظون ". حفظ القرآن :أوتي حفظ القرآن لرسول الله صلى الله عليه وسلم قبل الجميع فكان عليه السلام سيد الحُفاظ وأول الجُماع.يذكر البخاري في صحيحه أن عهد الحُفاظ في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم لا يزيد عن السبعة وأن أسماؤهم لا توجد في رواية واحدة وإنما تُجمع في ثلاث روايات:·        الأولى: عن عبد الله ابن عمر ابن العاص سمع رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: "خذو القرآن من أربعة : عبد الله ابن مسعود – سالم- معاذ – أُبي ابن كعب.·        الثانية عن قُتادة: لقد سأل أنس ابن مالك على جُمّاع القرآن في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم فهم : أُبي ابن كعب - معاذ ابن جبل - زيد ابن ثابت – أبو زيد.·        والثالثة من ثابت عن أنس: أبو الدرداء – معاذ - زيد ابن ثابت – أبو زيد.أما السعيد ابن عبيد الملقب بالقارئ: لم يكن في روايات البخاري الثلاث ووجد في الإصابة لابن حجر. تلاوات القرآن :أما فيما يخص قراءة القرآن اشتهر من الصحابة سبعة:عثمان بن عفان – علي بن ابي طالب – أُبي ابن أبي كعب – زيد ابن ثابت – عبد الله ابن مسعود – أبو الدرداء – أبو موسى الأشعري.وكان بعض من الصحابة طلاب أُبي ابن كعب منهم: أبو هريرة – ابن عباس – عبد الله ابن سائب – وكان ابن عباس تلميذ زيد ابن ثابت أيضاً، وهكذا تكونت في العصر النبوي شبه مدرسة لتحفيظ القرآن ودراسته، ويؤكد ابن الجزري (توفي 833 هجري) أن الاعتماد في نقل القرآن على حفظ القلوب والصدور لا على خط المصاحف والكتب أشرف خصيصه من الله تعالى لهذه الأمة والدليل على هذا يوجد في صحيح مسلم عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: "إن ربي قال لي :" قم في قريش فأنذرهم ، فقلت له أي رب اذن يثلغوا راسي حتى يدعوه خبزة " ( يشدخ الرأس ) فقال : اني مبتليك ومبتل بك ، و منزل عليك كتاباً لا يغسله الماء تقرؤه نايماً ويقظاً ...... " الحديث .فيفهم من هذا الحديث أن القرآن يُقرأ عن ظهر قلب فلا يحتاج جامعه إلى النظر في صحيفة كُتبت بالمِداد الذي ينطمس ويزول إذا غُسل بالماء. كتابة القرآن :اتخذ جمع القرآن بالكتابة ثلاثة أشكال في ثلاثة عهود:·        عهد النبي صلى الله عليه وسلم، ·        عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه ، ·        وعهد عثمان بن عفان رضي الله عنه. ·        أولاً عهد الرسول صلى الله عليه وسلم:يوجد ما بين كتاب الوحي: الخلفاء الأربعة – معاوية - زيد بن ثابت – أُبي بن كعب – خالد بن الوليد – وثابت بن قيس. كان النبي صلى الله عليه وسلم يأمر بكتابة كل ما ينزل من القرآن حتى تظاهر الكتابة جمع القرآن في الصدور، قال زيد بن ثابت: كُنا عند رسول الله صلى الله عليه وسلم نألف القرآن من الرقاع (وقد تكون من جلد أو ورق ) كما كتب القرآن كذلك على الحجارة أو العسب (جريد النخل) أو الاكتاف (عظم البعير أو الشاة) والخشب والجلد.أما عن ترتيب الآيات والبسملة فليس لأحد دخل في ترتيب آيات القرآن بعد أن وقف جبريل رسول الله صلى الله عليه وسلم على ترتيبها ووقف النبي صلى الله عليه وسلم بدوره كتبة الوحي على ذلك.أخرج أحمد بإسناد حسن عن عثمان بن أبي العاص قال: كنت جالساً عند رسول الله صلى الله عليه وسلم لما قال: "أتاني جبريل فأمرني أن أضع هذه الآيه هذا الموضع من هذه السورة: "إن الله يأمر بالعدل والإحسان وإيتاء ذي القُربي" إلى آخرها.كذلك كثيراً من الأحاديث تصور رسول الله صلى الله عليه وسلم يُملي القرآن على كُتاب الوحي ويوقفهم على ترتيب الآيات، والترتيب التوقيفي يظهر في خطبة الجمعة أو في قراءة القرآن وقت الصلاة أو في وضع البسملة في أوائل الآيات.ويقول الزركشي أن ترتيب بعض السور ليس هو أمراً أوجبه الله بل أمر راجع إلى اجتهادهم واختيارهم ولهذا كان لكل مصحف ترتيب وهو قول لا يجب أن يسلم على شكله لأن الصحابة اشتهدوا بكتابة المصاحف كما كانو يسمعوا من النبي صلى الله عليه وسلم وذاك لأنفسهم فقط ولمصاحفهم الخاصة ليس للناس حتى اجتمعت الأمة على ترتيب عثمان وتركوا مصاحفهم الفردية .ولو كانوا يعتقدوا أن الأمر مفوض إلى اشتهادهم لاستمسكوا بترتيب مصاحفهم . ·        ثانياً جمع القرآن في عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه:كُتب القرآن كله على عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم إلا أنه كان مفرق الآيات والسور وأول من جمعه في صُحف مرتبة هو سيدنا أبو بكر. كان صلى الله عليه وسلم يأمر بكتابة القرآن ولكنه كان مفرقاّ في الرقاء والأكتاف والعسب فجُمعت أوراقه في بيت الرسول صلى الله عليه وسلم فجمعها وربطها بخيط حتى لا يضيع منها شيء .في سنة 12 هجري كان جمع أبي بكر للقرآن بعد موقعة اليمامة حيث استُشهد فيها سبعون من حُفاظ القرآن من الصحابة فخاف عمر بن الخطاب أن يذهب كثيراً من القرآن فاقترح أبي بكر أن يجمع القرآن، استنكر أبو بكر قائلاً: كيف نفعل ما لا يفعله رسول الله. ففكروا في هذا الأمر حتى شرح الله صدر ابي بكر بذلك. فطلب أبو بكر من زيد بن ثابت أن يجمع القرآن كما كان يكتب الوحي لرسول الله صلى الله عليه وسلم وقد قام زيد بعد أن أقنعه أبو بكر بأنه شيء خير وشرح الله صدره كما مع أبو بكر وعمر ، فأجمعه من العسب وصدور الرجال.فأمر أبو بكر الجمع فكان لا بد قبول الآيات من شاهدين: الحفظ والكتابة. فكانت الصحف عند أبي بكر حتى توفاه الله ثم صارت عند عمر ثم حفصة بنت عمر. حيث ترك سيدنا عمر الخلافة شورى للمسلمين فلم يكن عثمان هو الخليفة ليترك معه وكانت حفصة هي زوجة الرسول صلى الله عليه وسلم وحافظة القرآن وتعلم القراءة والكتابة . وقد قال علي ابن ابي طالب كرم الله وجهه : أعظم الناس في المصاحف أجرا هو ابو بكر رحمه الله وهو اول من جمع الكتاب .·        ثالثاً جمع القرآن في عهد عثمان :اتسعت الفتوحات الإسلامية وتفرق المسلمون في الأقطار واشتهر في كل بلاد من البلدان الإسلامية قراءة الصحابي الذي علمهم القرآن.أهل الشام ابي بن كعب - أهل الكوفة عبد الله بن مسعود- والآخرين ابن موسى الأشعري - وكان بينهم اختلاف في حروف الأداء حتى كان يصل الأمر إلى النزاع والشقاق، فقرر أن يستنسخ أمير المؤمنين مصاحف عديدة ويبعث إلى كل بلد مصحف منها، وأمر الناس بإحراق ما عداها.اختار عثمان أربعة من خيرة الصحابة وثُقاة الحُفاظ زيد بن ثابت – عبد الله بن الزبير – سعد بن العاص – عبد الرحمن بن هشام – لهذا الجمع....... ·        المصاحف العثمانية في طور التجويد والتحسين :كانت المصاحف العثمانية خالية من الشكل والنقط وضل الناس يقرؤون القرآن في مصحف عثمان بضع وأربعين سنة حتى خلافة عبد الملك وكثرة التصحيفات وانتشرت في العراق .فكانت القراءة في بعض كلمات القرآن وحروفه تتغير بعد اختلاط الناس بغير العرب وبدأت العجمة تمس سلامة لغتهم . ففي سنة 65 هجري خاف بعض رجال الحكم أن يتترق التحريف الى النص القرآني اذا ضلت المصاحف غير مشكولة ولا منقوطة ، ففكرو بأحداث أشكال معينة تساعد على القراءة الصحيحة ، وفي هذا المجال يذكر كل من عبد الله ابن زياد (توفي سنة 67) والحجاج ابن يوسف الثقفي (توفي سنة 95)......أما النص القرآني نفسه فلا يتغير فيه شي لأنه مجموع في صدور العلماء ، يأخذه بعض عن بعض بالتلقي والمشافهة ، وتحسين الرسم القرآني لم يتم دفعة واحدة .........·        تفسير نشأته وتطوره :التفسير مر باطوار كثيرة حتى صار الان بكثير من المؤلفات النبي صلى الله عليه وسلم هو اول شارح لكتاب الله يبين للناس ما نزل على قلبه او ما اوحى اليه .الصحابة كانو يجرؤون على تفسير القران وهو عليه السلام معهم يتحمل هذا العبئ العظيم ويئديه حق الاداء حتى فارقهم ولحق عليه السلام بالرفيق الاعلى.المفسرون من الصحابة كثيرون وأشهرهم عشرة :الخلفاء الاربعة – ابن مسعود –ابن عباس – ابي ابن كعب – زيد ابن ثابت – ابو موسى الاشعري – وعبد الله ابن الزبر - . وكان ابن عباس أشهر وأقوى مفسر وشهد له رسول الله صلى الله عليه وسلم بالعلم ودعى له :" اللهم فقهه في الدين وعلمه التأويل " وسماه ترجمان القرآن .روي عن بعض المفسرين من الصحابة مثل أبي هريرة وأنس ابن مالك وعبد الله ابن عمر وجابر ابن عبد الله والسيدة عائشة أم المؤمنين إلا ما روي عنهم قليل بالنسبة الى العشرة السابقين. فنشأت من مكة والمدينة المنورة والعراق طابقة من المفسرين . أهل مكة كانو أعلم الناس بالتفسير لأنهم أصحاب ابن عباس .علماء التفسير من أهل المدينة كمثل زيد ابن اسلم وفي الكوفة أصحاب ابن مسعود أما التابعين فقد جمعوا أقوال من تقدمهم وصنفوا التفاسير وكانو بذلك أرهاصا لابن جرير الطبري الذي يوشك المفسرون جميعا من بعده أن يكونوا عالة عليه.وكان من التفسير ما يسمى:·        بالتفسير المأثور وهو يرجع الى الصحابة والتابعين وتابعيهم ·        والتفسير بالراي يعني بالتفكر واجل التفاسير بالمأثور هو تفسير ابي جرير الطبري ويسمى كتابه جامع البيان في تفسير القرآن ومن خصائصه انه عرض فيه لأقوال الصحابة والتابعين . وتفسير الشيخ ابن كثير المتوفي سنة ( 744هـ) يقرب تفسير الطبري ويوافقه في بعض الأمور وكان تفسيره باسط في العبارة واضح في الفكرة ودقيق في الإسناد . لكن الصحيح في الروايات قد اختلط بغير الصحيح (الدس على الإسلام من طوف اليهود والفرس وتشويه تعاليمهم ).فكان على المفسر بالمأثور أن يدقق في تعبيره وأن يحترس في روايته ويحتاط كثيرا في ذكر الأسانيد.والتفسير بالرأي قد ينقسم إلى أربعة :الأول: النقل عن رسول الله صلى الله عليه وسلم مع الإنتباه بين الضعيف والموضوع.الثاني : الأخذ بقول الصحابي.الثالث : الأخذ بمطلق اللغة. الرابع : الأخذ بما يقتضيه الكلام ، ويدل عليه قانون الشرع وهذا هو النوع الذي دعى به النبي صلى الله عليه وسلم ابن عباس في قوله : " اللهم فقهه في الدين وعلمه التاويل".وأشهر التفاسير التى تتوافر فيها هذه الشروط منهم تفسير الرازي المتوفي (606هـ) في كتابه "مفاتيح الغيب "، وتقسير البيضاوي المسى "أنوار التنزيل وأسرار التأويل" ، وتفسير أبي السعود المسى " إرشاد العقل السليم إلى مزايا القرآن الكريم "    الحديث النبوي أو السنّة النبوية، عند أهل السنة والجماعة هو ما ورد عن الرسول محمد بن عبد الله من قول أو فعل أو تقرير أو سيرة سواء قبل البعثة أو بعد الوحي والحديث والسنة عند أهل السنة والجماعة هما المصدر الثاني من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن .وذلك أن الحديث خصوصا والسنة عموما يظهران لقواعد وأحكام الشريعة ونظمها ، وموضحان لبيانه ومعانيه ودلالاته. كما جاء في سورة النجم :" وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى  إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى  ." فالحديث النبوي هو بمثابة القرآن في التشريع من حيث كونه وحياً أوحاه الله للنبي ، والحديث والسنة مرادفان للقرآن في الحجية ووجوب العمل بهما ، حيث يستمد منهما أصول العقيدة والأحكام المتعلقة بالعبادات والمعاملات بالإضافة إلى نظم الحياة من أخلاق وآداب وتربية.قد اهتم العلماء على مر العصور بالحديث النبوي جمعا وتدوينا ودراسة وشرحا. كان الهدف الأساسي منها حفظ الحديث والسنة ودفع الكذب عن النبي وتوضيح المقبول والمردود مما ورد عنه.الفرق بين الحديث القدسي والنبويالفرق بين الحديث القدسي والأحاديث النبوية الأخرى أن هذه نسبتها إلى النبي، وحكايتها عنه، وأما الحديث القدسي فنسبته إلى الله، والنبي يحكيه ويرويه عنه، ولذلك قيدت بالقدس أو الإله، فقيل : أحاديث قدسية أو إلهية، نسبة إلى الذات العلية، وقيدت الأخرى بالنبي . فقيل فيها أحاديث نبوية نسبة إلى الرسول صلى الله عليه وسلم، وإن كانت جميعها صادرة بوحي من الله عز وجل، لأن الرسول صلى الله عليه وسلم لا يقول إلا الحق .الأحاديث الواردة في التدوينقد ورد النهي عن كتابة الحديث في أحاديث مرفوعة وموقوفة، كما ورد الإذن بها صريحة عن النبي. فمن الأحاديث الواردة في النهي ما رواه الإمام مسلم بن الحجاج في صحيحه، قال:«حدثنا هداب بن خالد الأزدي حدثنا همام عن زيد بن أسلم عن عطاء بن يسار عن أبي سعيد الخدري أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: «لا تكتبوا عني ومن كتب عني غير القرآن فليمحه وحدثوا عني ولا حرج»[124]»وما رواه أحمد في مسنده قال حدثني إسحاق بن عيسى حدثنا عبد الرحمن بن زيد عن أبيه عن عطاء بن يسار عن أبي هريرة قال: كنا قعودا نكتب ما نسمع من النبي صلى الله عليه وسلم فخرج علينا فقال: «ما هذا تكتبون»؟ فقلنا: ما نسمع منك. فقال: «أكتاب مع كتاب الله»؟ فقلنا: ما نسمع. فقال: «اكتبوا كتاب الله، أمحضوا كتاب الله، أكتاب غير كتاب الله. أمحضوا كتاب الله أو خلصوه». قال: فجمعنا ما كتبنا في صعيد واحد ثم أحرقناه بالنار قلنا: أي رسول الله، أنتحدث عنك؟ قال:  نعم، تحدثوا عني ولا حرج ومن كذب علي متعمدا فليتبوأ مقعده من النار.ومن الأحاديث الواردة في إباحة الكتابة ما رواه أبو داود والحاكم والدارمي وأحمد وابن أبي شيبة عن عبد الله بن عمرو، قال:كنت أكتب كل شيء أسمعه من رسول الله صلى الله عليه وسلم أريد حفظه فنهتني قريش وقالوا: أتكتب كل شيء تسمعه ورسول الله صلى الله عليه وسلم بشر يتكلم في الغضب والرضا؟ فأمسكت عن الكتاب فذكرت ذلك لرسول الله صلى الله عليه وسلم فأومأ بأصبعه إلى فيه فقال اكتب فوالذي نفسي بيده ما يخرج منه إلا حقيقسم الأحاديث المضافة إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم قولا أو فعلا أو تقريرا أو صفة إلى ثلاثة أقسام : ·        الصحيح.  ·        الحسن . ·        الضعيف. ·        أ- الحديث الصحيح. ·        وقد اشتمل التعريف على هذه  الشروط للحديث الصحيح ، وهي خمسة نوضحها فيما يلي:·        أولاً: اتصال السند : وهو أن يكون كل واحد من رواة الحديث قد سمعه ممن فوقه.·        ثانيا: عدالة رواته : والعدالة ملكة تحمل صاحبها على التقوى، وتحجزه عن المعاصي والكذب وعما يخل بالمروءة، والمراد بالمروءة عدم مخالفة العرف الصحيح.·        ثالثا: الضبط : وهو أن يحفظ كل واحد من الرواة الحديث إما في صدره وإما في كتابه ثم يستحضره عند الأداء.·        رابعا: أن لا يكون الحديث شاذاً، والشاذ هو ما رواه الثقة مخالفاً لمن هو أقوى منه. ·        خامسا: أن لا يكون الحديث معللاً، والمعلل هو الحديث الذي اطلع فيه على علة خفية تقدح في صحته والظاهر السلامة منها.

قال الإمام المحدث الفقيه الولي الصالح النووي رحمه الله :-
وإذا قيل في حديث: إنه صحيح فمعناه ما ذكرنا، ولا يلزم أن يكون مقطوعا به في نفس الأمر وكذلك إذا قيل: إنه غير صحيح، فمعناه لم يصح إسناده على هذا الوجه المُعتبر، لا أنه كذب في نفس الأمر، وتتفاوت درجات الصحيح بحسب قوة شروطه،
  ·        ب - الحديث الحسن .قال الإمام المحدث الفقيه اللغوي  أبو سلمان الخطابي الشافعي  رحمه الله تعالى في تعريفه :
الحديث عند أهله ثلاثة أقسام: صحيح وحسن وضعيف، فالحسن ما عُرف مخرجه واشتهر رجاله، وعليه مدار أكثر الحديث وهو الذي يقبله أكثر العلماء وتستعمله عامة الفقهاء، وقال الإمام الكبير أبو عيسى الترمذي رحمه الله: الحسن الذي لا يكون في إسناده من يُتهم ولا يكون حديثاً شاذاً ويُروى من غير وجه نحوه،
  جـ - الضعيف.وهو ما لم يجتمع فيه شروط الصحيح ولا شروط الحسن المتقدمة،    
 
 ·        مباحث في علوم القرآن تاليف الدكتور صبحي صالح ·        علوم الحديث ومصتلحه الدكتور صبحي صالح   
0 Yorum - Yorum Yaz


 

 

FIKIH TARİHİ SÜRECİ    

FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI

 

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

 

2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.

 

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

 

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 

FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK

Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiille­rin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü  mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.

HADİS TARİHİ VE USULÜ

Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.

HADİS İLİMLERİ
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.

Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar.

Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir.

 

HADİS İSTİLAHLARI
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir kısmına temas edilecektir:

Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir.
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.

Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir.
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması özelliğidir.

Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.

Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var:

Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim:

Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler:
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum."

Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir:
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz kapısına koşup üst üste yığılırdık."

HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI

Sıhhat yönünden:

Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir:
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması)
- Bütün ravilerin sika olması
- İllet ve şazlık bulunmaması
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.

Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.

Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.

Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır.

Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler.

Sahibi yönünden:

Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.

Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.

Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.

Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir.

Senedde uzunluğu yönünden:

Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.

Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.

Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür.

Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü:

Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır.

Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir.
Hadisde metin ve sened tenkidi:

 

 

Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:

- Metin tenkidi
- Sened tenkidi

Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.

Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.

Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır.

 

HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.

Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.

Hadis kitaplarının türleri:

Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır:

Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir.

Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir.

Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.

Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır.

Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der:
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu bulunmaktadır."

Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır.

Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır.

 

SONUÇ

Hadis ilmi dünyada yalnızca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak ısırtmış, bu ilmi değersiz göstermek isteyen müsteşrikleri de bir çok sıkıntılara sokmuştur. Dünya tarihinde, peygamberimizden başka, hayatı ve risaleti, bütün ayrıntıları ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulaşan başka hiç bir şahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanların medar-ı iftiharları olup aynı zamanda sünneti bize ulaştırdığı için ona sahip çıkmak, onun metodolojisini, bize bıraktığı muhteşem ilmi mirası sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalıdır.
Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma şeyleri değil, muteber kitaplardan aldığımız hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete aşık, mesuliyetini müdrik bir müslümana yaraşır titizlik gösterilmelidir.
Ayrıca, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarından bugünkü haber alma/verme ve değerlendirmede öğreneceğimiz bir çok dersler vardır.

FİKRET AKMAN

ÖĞRENCİ NO:12912768


0 Yorum - Yorum Yaz


      YÜKSEKLİSANS-12912776 / MÜCELLA TEKİN

HADİS TARİHİ – PROF. DR. TALÂT KOÇYİĞİT

Lugat manası olarak kadîmin zıddı cedîd manasına gelen hadis haber, haber vermek, tebliğ etmek, nakletmek manalarında kullanılmıştır.

Istılah olarak ise umumiyet itibariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla birlikte söz, fiil ve takrirlerine de ıtlak olunarak sünnetin muradifi gibi kullanılmıştır. Hatta bazı hadis uleması, yalnız Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberlere de ıtlak etmişlerdir. Ama Talât Koçyiğit hadis kelimesini rivayet edilmiş sünnet anlamında kullanıyor burada.

Sünnet İslamın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş fakat rikatlerin adedi, şekli ve vakitleri Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere ictihadda bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih edilmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’ı tebliğ ettiği insanlar eski sert yaşama biçimlerini bırakarak Hz. Peygamberin getirdiği yeni yaşam şeklini öğrenmek için çok istekli olmuşlardır. İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak hayatlarını onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın olsun ondan ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis tedvini daha Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bu toplama işi hafızaya tevdi edilmiş yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber hadis rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur.

Hadisin ilk devirde tedvin edilmemiş olması hiç yazılmadığı anlamına gelmez. Ama hadis yazma işi iki devre yaşamıştır bu ilk devirde; hadis yazmanın yasak edildiği ve ruhsat verildiği dönemler olarak. Yazma yasağının nedeni olarak yazının bu devirde iyi gelişmediğiyle alakalı iyi yazı bilenlerin olmadığı gibi bir gerekçenin yanı sıra asıl neden Kur’an sahifeleriyle karışma tehlikesidir. İlimdeki ve insanların durumundaki hızlı gelişme neticesinde hadis yazılmasına izin verilmiştir. İlk yazılı hadisler arasında Bizans İmparatoru’na, Acem Kisrası’na, Mısırlı Mukavkıs’a, Habeş Necaşi’ye yazdığı mektupları, anlaşmaları, memur tayinlerine dair yazılarını sayabiliriz. Bunların yanı sıra Hz. Peygamberin sağlığında yazılmış Amr İbn Hazm, Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri vardır. Bunlar incelendiğinde Amr İbn Hazm’dan gelen rivayette görüş farklılıkları olsa da üçünün de içerik bakımından birbiriyle uyuştuğu görülmektedir. Bu sadakat hadisleri üzerinden hadis kitabeti yönünden şunlar söylenebilir:

-        Hz. Peygamber dini hükümlerin neşri için daha başlangıçta yazıya başvurmuştur. Bunlar yazılı bir şekilde sağlam bir yolla nakledilmiştir. Zikredilen bazı hadis sahifeleri şunlardır; Abdullah İbn Amr, Cabir İbn Abdillah, Ali İbn Ebi Talib, Semura İbn Cundeb, Ebu Hurayra, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Said İbn Ubade’nin sahifeleri.

Bu bahsi geçen hadis sahifelerinden rivayet şekilleri sema’ veya vicadeten (aileye intikal eden kitaplardan sema’ olmaksızın nakletmek) olmuştur. Vicade hadisçiler arasında pek makbul görülmemiştir.

Hadislerin ilk kaynağı sahabedir. Sahabe de lugat yönünden sohbet kelimesinden müştak mekan ve zaman tahdidi olmaksızın bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimsedir yani ıstılahi olarak Hz. Peygamberi gören her Müslümandır. Bu tanımdan farklı tanımlara rastlamak mümkündür. İbn Hacer’in tanımı daha evladır; Mümin olarak Hz. Peygambere mulakî olan, araya irtidad devri girmiş olsa bile Müslüman olarak ölen kimseye denir. Sahabe kelimesinin bu tarifine rağmen aralarında bir üstünlük dereceleri olması muhakkaktır. Dört halife, aşere-i mübeşşere, Bedir Ashabı vs. el-Hakim Ebu Abdillah en-Neysabûrî’nin sahabeyi oniki tabaka halinde derecelendirmesi en meşhur olanıdır.

Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Buharî’den işaret edilen hadisi ele alarak “Medine’de hicretten hemen sonra yapılan sayımda erkek-kadın, ihtiyar herkesi şâmil olan 1500 sahabe sayısı açıklamaktadır. Hz. Peygamberin vefatı esnasında bu sayının 60.000 civarında olduğu rivayetler arasındadır. Ama bütün bu zikredilen sahabenin hadis rivayet ettiği söylenemez. Bazı rivayetlere göre hadis rivayet eden sahabe sayısı 1300 veya 1060 civarındadır. En çok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hurayra’dır (5374 hadis), ikinci sırada Abdullah İbn Ömer İbn Hattab (2630 hadis), üçüncü ise Enes İbn Malik (2286 hadis), sonra sırasıyla Hz. Aişe, Abdullah İbn Abbas, Cabir İbn Abdillah, Ebu Said el-Hudri gelir.

Yani sahabelerin hepsi ilimle uğraşmamıştır. İlimle uğraşanların da bir kısmı hadis, bir kısmı fıkıh, tefsir gibi ilimlere ilgi duymuştur. Mesela “kavlu Abâdile” diye meşhur sahabiler “Abdullah İbn Zubeyr, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer İbn Hattab, Abdullah İbn Amr İbnu’l As’dır.

Hadislerin sıhhatinin garantisi ise sahabelerin adalet vasfına sahip olmalarıdır. Sahabe Kur’an’da ve hadislerde övülmüştür. Ama Hz. Peygamber’den sonra siyasi karışıklıklar olarak başlayıp itikadi farklılaşmalara varan fırka ve mezheb çatışmalarında sahabenin bu özelliği adeta göz ardı edilmiştir.

Sahabe devrinde hadislerin yayılması fetihlerin yayılmasıyla gelişmiştir. Sahabeler de fetihlere katılıp fethedilen topraklarda yaşamaya başlamışlar ve ilk iş olarak yapılan iş ise Hz. Peygamberin yaptığı gibi mescit inşası olmuştur. İşte bu mescitler âlim sahabilerin önderliğinde ilim merkezleri olmuştur. Bunlar; Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’dır. Medine’de Abdullah İbn Ömer, Mekke’de Abdullah İbn Abbas, Kufe’de Abdullah İbn Mesud, Mısır’da Abdullah İbn Amr İbni’l As, Basra’da Ebu Musa el-Eşarî ve Enes İbn Malik, Şam’da Muaz İbn Cebel medreselerin teşekkülüne rol oynamıştır. Bu sahabelerin rivayet ettikleri hadislerin sayısı ve onların ilimleri birbirine eş değildi, bu yüzden gittikleri bölgelerde kendi bildiklerini öğrettiklerinden bilmediklerini öğretememişlerdir ve böylelikle medreseler arasında farklılıklar olmuştur. Sahabe arasında sâdır olan bu ahkam ile ilgili ihtilafın sebepleri şunlardır; iki veya daha fazla manaya gelen lafızların olması yüzünden nassın bir manaya gelme ihtimalinin yanında başka bir manaya gelme ihtimalinin de olması, sahabelerin yaşadığı çevre ve ihtiyaçlarının farklı olması ama hadislerin sahabe devrinde tedvin edilmemiş olması yüzünden müştereken müracatı sağlamamasıdır. İşte bu ikincisi önem arzedip, insanların birbirinden hadis toplamak için seyahatlerin başlangıç sebebi olmuştur. Bu seyahat hareketleri bir taraftan hadislerin daha geniş ülkelere yayılmasını sağlarken diğer taraftan da hadis metninin değişik şekillerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Başta İslam dinine kastedenler olmak üzere, mensup oldukları siyasi fırka, fıkhî mezhepleri vs. medhetmek, teveccühlere nail olmak gibi çeşitli sebeplerle hadis uydurma (mevzu) işine girişenler olmuştur.

Hz. Peygamber devrinde ve daha sonraki dönem olan dört halife devrinde hadis vaz’ının olmadığını söylemekle birlikte Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan Hz. Ali ve Muaviye arasında yaşanan çarpışmalarla devam eden karışıklıklar ve sonrasında yeni siyasi fırkalar zuhur etti; Havaric, Râfıza, Mürcie, Kaderiyye, Cehmiyye, Muşebbihe, Mümessile gibi. Bu tür ihtilafların yayılıp gelişmesinde İslam’ın Arap yarımadasını aşıp daha önce başka dinlere mensup olup bunların etkisini tam söküp atamayan veya zorunlu olarak Müslüman olup kin besleyen insanların topraklarında yayılmasının etkisi çoktur. Zaten yukarıda zikredilen fırkaların oluşumunun başlangıcı aslen Yahudi olan Abdullah İbn Sebe’nin faaliyetleri neticesidir. Ortaya çıkan bu oluşumlar görüşlerinin doğruluğuna halkı inandırabilmek için dini nasslara ihtiyaç duymuşlardır. Sahih hadiste bulamadıklarını uydurma yoluna gitmişlerdir. Hariciler bu işten sakınmışlardır, bu işte öne çıkıp öncülük edenler Şiiler olmuşlardır. Onları takip edenlere bir kapı açmışlardır. Irak’ta hadis uydurma o dereceye ulaşmıştır ki oranın hadislerine kuşkuyla bakılır hale gelmiştir. Bundan sonra hadiste seçicilik olabilmesi için faaliyetlere girişilmiş hadisin tahammül ve rivayet kaidelerini, ravilerin şartlarını, cerh ve ta’dil hükümlerini tespit eden bir ilim teşekkül etmeye başlamıştır.

Abbasiler döneminde, zındıklar, ravendiyye, mukanna’iyye, hurraniyye gibi ilhad hareketleri yoğunlaşmıştır. Bunun yanı sıra cebriyye (insan hiçbir şey yapmaya kadir değildir, fiillerinde mecburdur, Kur’an mahluktur), kaderiyye (insan kendi fiillerinin tam bir yaratıcısıdır), murci’e (kelimenin anlamı olan ertelemek, terk etmek anlamından imanla küfür ile ilgili hükmün Allah’a terki gerekir, iman artmaz eksilmez), mutezile (elmenzile beynelmenzileteyn formülü, iman ve küfür meselesinde murtekibul kebire mümin de kafir de değildir, yalnız şehadetleri batıldır, kaderin reddi vardır, Yunan felsefesi ile meşgul olmuşlardır, Kur’an’ın mahluktur, cehmiyye ve kaderiyye diye de anılırlar) gibi itikadi mezhepler ortaya çıkmıştır.

Hadis vaz’ının sebepleri; siyasi ihtilaflar, itikadi ihtilaflar, İslam düşmanlığı (Nesâi şöyle der: Hadis vaz’ı ile meşgul olan kezzâbun Medine’de İbn Ebi Yahya, Bağdat’ta el-Vâkıdî, Horasan’da Mukâtil İbn Süleyman ve Şam’da Muhammed İbn Saîd’dir), ırk, belde ve mezhep taassubu, hikayeciler ve vâizler.

Cerh ve ta’dile duyulan ihtiyaç ise daha sahabe döneminin sonlarından itibaren yani hadis vaz’ıyla birlikte başlamıştır. Beşeri zaafiyetler de diğer bir sebeptir (hadislerin hıfzedilerek muhafazasından yazıya geçildiği zamanlarda hadiste ehil olmayan kimseler de hadis işiyle meşgul olmuş ve hatalar yapabilmişlerdir). Tedvin döneminde hadis ravileri diyanetine taalluk eden adaleti, hadisi tahammül ve rivayetindeki dirayeti açısından incelemeye tatbik tutulmuşlardır.

Böylelikle sahih olan hadisin tarifi yapılırsa denir ki; râvileri âdil ve zâbıt, senedi muttasıl olandır. Ve hatta râvilerin birbirlerine adalet ve zabt derecelerinin üstünlüklerine göre sahih li zatihi ve sahih li gayrihi diye bile isimlendirilmişlerdir. Râvisi ne kadar güvenilir olursa olsun diğer rivayetlerden muhalif bir şekilde tek kalırsa buna da şâz adını vermişlerdir. Şâzlar da kabul görmemiştir. İsnadında sahabe atlanmışsa mürsel, sahabeden sonraki tabakalarda bir veya birkaç ravi atlanmışsa munkatı’ veya mu’zal isimlerini almıştır. Bir yalan üzerine ittifak edemeyecek bir çoğunluk tarafından rivayet edilen hadisler mütevatir diye adlandırılmıştır. Ve bunların doğrulukları kesindir. Bunların dışında doğru olup olmadıklarını tespit için birtakım karineler gereken hadiselere de âhâd denmiştir. Tek bir kişiyle gelen haber garib veya ferd, iki kişiyle gelen aziz, üç veya fazlasıyla gelen meşhurdur. Ve bunların sahih olup olmama konularıdır tetkike gerek duyulan. Bu tetkikler birinci asrın sonlarından itibaren sıkı bir şekilde ele alınmıştır.

Tedvine gelince cemetmek ve toplamak manasına gelir. Hadis hususunda tedvin, hadislerin iki kapak arasında bir kitap haline getirilmesidir. Yalnız tedvin kitabetten farklıdır. Kitâbet Hz. Peygamber ve sahabe döneminde, sahabe tarafından hadisleri yazma işiydi. Yani bazı sahabeler kendi hadislerini yazmışlardır. Tedvine gelince kendi hadislerinin yanı sıra belki başka sahabelerden hadisleri toplayarak biraraya getirmektir. Ömer İbn Abdilaziz’in emriyle hadis tedvinini ilk yapan isim olarak İbn Şihâb ez-Zuhri (Hicri 124) zikredilir, yani hicri birinci asrın sonu ikinci asrın başında.

Bir de tasnif var ki -üçüncü asırda ortaya çıkmıştır- o da, bu toplama işini yaparken hadisleri sınıflandırmaktır. Bu kitaplara musannaf denilmiştir. Beş grupta toplarız: a) siyer ve meğazi; Hz. Peygamberin sireti ve gazveleri ile ilgili haberler – hicretin birinci asrının sonuna doğru tasnif edilmeye başlanmıştır. b) sünen; fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş ahkam hadisleri – ikinci asrın başlarında tasnif edilmeye başlanmıştır. c) câmiler; sünenlerdeki gibi ahkam hadisleriyle, siyer ve megazi konularını ve diğerlerini de kapsar – hicri ikinci asırda tasnif edilmeye başlanmıştır. d) musannaflar; câmi gibi bütün konuları kapsamayıp sünenlerden daha geniş bir muhteviyata sahiptir – ikinci asırda tasnif edilmişlerdir.

Tasnif işinin ravi isimlerine göre bir araya getirilenine müsned denilmiştir.

Bu tasnif çalışmalarına hız veren âmiller de hadislerin yazılması ve toplanmasını gerektiren âmillerden farklı değildir. Birkaçını sıralarsak:

a)     Siyer ve meğazi; el-Vâkıdî (Kitabu’l-Meğazi ve Kitabu’s-Sire), İbn Hişâm (Siret İbn Hişâm)

b)    Musned; Yûnus İbn Habîb (Musnedu’t-Tayâlisî), Ahmed İbn Hanbel (Musned)

c)     Sunen; zikrolunan sahihlik sırasıyla en-Nesâi (el-Muctebâ), Ebû Dâvûd (Sunen), et-Tirmizî (Sunen), İbn Mace (Sunen)

d)    Musannaf; Ebû Bekr İbn Ebî Şeybe (Musannaf)

e)     Câmi’ler; el-Buhârî (el-Câmi’u’s-Sahih), Muslim (el-Câmi’u’s-Sahih)

f)     Cüzler; Mustahrecler ve diğerleri 


0 Yorum - Yorum Yaz

AHMET SAKCAK (88912701)    12.05.2013


1.KİTAB:TEFSİR TARİHİ(PROF.DR.İSMAİL CERRAHOĞLU)

1.Kuran-ı Kerim Nasıl Bir Kitaptır?

"Elif -Lam-Mim.Bu,o kitabtırdır ki ,kendisinde(ALLAH katından ğönderilmiş olduğunda)hiç şüphe yoktur.(O),Takva sahipleri için doğru yolun ta kendisidir."

O'nun muhtelif yönleri ele alınarak yapılan pek çok tarifleri arasından en özlü olan bir tanesini sunabiliriz:Cebrail vasıtasıyla ,Hz.Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş ,mushaflarda yazılmış,tevatürle nakledilmiş ,tilavetiyle taabbüd olunan ,kendine has özellikleri ihtiva eden ALLAH kelamıdır.

2.Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlamları

Tefsir kelimesi "Fesr"veya taklip tarikıyla "Sefr" köklerinden "Tef'il" vezninde bir mastardır.Fesr beyan etmek ,keşfetmek ,izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak ğibi manalarda kulanıkmaktadır.

Emin el Huli :"Fesr"veya "sefr"kelimelerinin her ikisi de keşif manasınadır."Sefr"kelimesinde zahiri maddi bir keşif,"fesr"kelimesinde ise manevi bir keşif görürüz ve bunlardan gelen tef'il babı ise manayı keşf ve ızhardır"

Tefsir kelimesi ıslah olarak "müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmektir."şeklinde tarif edilir.Fakat bu kapalılık kelamın sahibinden bir beyana muhtaç olur.Onun için hakiki tefsir,ALLAH ve RASÜLÜ'nün beyanı ile yapılandır.

Te'vil kelimesi evl kökünden tef'il ölçüsünde yapılan bir mastardır.Kelimenin aslı geri dönmek(rucu')manasınadır.Tef'il babı ise açıklamak,beyan,tefsir gibi anlamlarda kullanılır.Istılah olarak,"zahiri mutabık olan manayı iki ihtimalden birine hamletmektir.

2.KİTAP:HADİS TARİHİ(PROF.DR.TALAT KOÇYİĞİT)





1.Hadisin Lugat Ve Istılah Manası

Gerek lugat ve gerekse ıstılah yönünden hadis kelimesinin arzettiği manalar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur.





Lugat yönünden ;kadim(eski)nin zıddı cedid (yeni)mansına gelen hadis aynı zamanda haber manasına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller,haber vermek,tebliğ ve nakletmek gibi manalarda kullanılır.

Istılah yönünden hadis,umumiyet itbariyle Hz. Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber,İslam uleması arasında yine aynı manada kullanılan kelimenin medlulunu tarif bahis konusu olduğu zaman,bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.Buna göre ,bazı usul ulemasının tarifinde hadis,Hz.Peygamberin söz,fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur;bu bakımdan kelime aynı manada kullanılan sünnetin muradifidir.

Bazıları da ,hadisi yalnız Hz. Peygamberin sözlerine tahsis etmişler ,başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir.

2.HADİSİN DEĞERİ

Hadisin sünnete müradif bir manaya sahip olarak sahabe devrinde ve mütaakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse ,İslam Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktırÇünkü İslam teşriinde sünnetin ,Kitap (Kuran)dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği ,bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır.





3.KİTAP:İSLAM HUKUK FELSEFESİ(İLM-U USULİ'L FIKH)(DR.ABDU'L-VEHHAB HALLAF,ÇEV.PROF.DR.H.ATAY)

Fıkhın Tarifi:fıkh,insanın sözleri ve işleriyle ilğili hususta nass bulunduğu zaman ,onlardan anlaşılan ,nass bulunmağı zaman diğer şeri delilllerden çıkarılan şer'i hükümlerin toplamından ibarettir.

Buna ğöre şer'i terim olarak Fıkıh ilmi :Ameli(bedeni)işlerle ilğili hükümleri ayrı ayrı delillerinden elde eden ilimdir,ya da işlerle ilğili şer'i hükümlerin toplamıdır.

Bilğinlerce işlerle ilğili şer'i hükümlerin kaynaklarının dört olduğu istikra yoluyla ortaya konmuştur:Kur'an,Sünnet,İcma ve Kıyas.Bu kaynakların esası ve ilk teşri' kaynağı Kur'an'dır.Sonra ğelen Sünet ,Kur'an'ın özet olanını açıklar ;ğenel olanını tahsis eder;mutlak olanını tayin(takyid) eder ve böylece onun açıllayıcısı ve tamamlayıcısı olur.

Usulu'l-Fıkh,hükümlere delil olmaları bakımından şer'i delilller ve delillerden anlaşılmaları bakımından hükümlerle ilğili olan araştırmalar ve kaidelerden başka .her ikisine ait ek ve tamamlayıcı konulardan teşekkül eder.Buna ğöre .şer'i terim olarak Usulü'l-Fıkh ilmi şudur:Ayrı ayrı delillerden işlerle ilğili şer'i hükümlerin anlaşılmasına yarayan araştırma ve kaidelerin tümü...


0 Yorum - Yorum Yaz


İsrafil GÖK
Öğrenci No: (12952754)
Birleşik Doktora


MUKAYESELİ TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ VE USULÜ OKUMASI


A-TEFSİR USULÜ VE TARİHİ
Bütün mahlukatı yaratan Allah Teala bunlarla birlikte insanı da yaratmış Kur'anın ifadesiyle yeryüzünün halifesi en mükerrem varlık yapmıştır. Her ne kadar insana iyiyi doğruyu bulma melekesini akıl melekesini verse de "onu başıboş bırakmamıştır" insanlık tarihinin ilk zamanlarında suhuflar göndermiş iken ilerleyen zamanda son peygamber de içinde olmak üzere 4 tane büyük kitap göndermiştir. Yüce yaratan melek aracılığıyla kendilerine kitap verdiği elçilerine hikmeti de beraberinde öğretmiş insanlığı dünya ve ahretin mutluluğuna ulaştırmak için model insanlar olan hemcinslerinden peygamberler göndermiştir.Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış olan biz insanların dünyada varoluş sebebimiz ayeti kerimenin ifadesiyle Allaha kulluktur. Rabbimizi tanımak , ona kulluk etmemiz bizlerden istenmektedir. Ahir zaman ümmeti olan bizleri aydınlatmak için yüce yaratan son kitap olan Kuran ı kerimi ve son peygamber Hz. Muhammed (sas)' i göndermiştir.

Kendisine kitap verilen peygamberin kitabın ayetlerini teybin etmek yeni hükümler koymak gibi bazı görevleri de bulunmaktadır. Peygamberin bağlayıcı mahiyette olan hüküm ifade eden söz eylem ve ikrarlarına hadis ilminde sünnet denir. Sahabe-i Kiram kuranla birlikte Hz. Peygamberin sözlerini eylemlerini de kaleme almış ve kaydetmişlerdir. Sahabe Kuran ayetleriyle birlikte ayetlerin bağlamı olan nuzül ortamlarını ve peygamberin tefsiri açıklamalrını da kayda geçirmişlerdir. Bir taraftan hadis ilmi diğer taraftan tefsir ilmi neşvü nema bulmuştur. Sekaleyn hadisinde de ifade edildiği üzere peygamber ümmetine iki emanet bırakmıştır. Allahın kitabı kuran ve peygamberin sünneti seniyyesi. Sahabe bir mesele ile karşılaştığında nasıl çözüm bulması gerektiğini peygamberden çok iyi öğrenmişti. Yemen'e muallim olarak gönderilen Muaz bin Cebel'in peygamberimizin sorduğu soruya cevabı çok önemlidir. Çözümü önce Allahın kitabında ararım onda bulamazsam sünnete bakarım onda da bulamazsam ictihadda bulunurum.
Şifahi tarzda başlayan Tefsir İlmi Hicri II:asrın yarısından itibaren yazıya geçirilerek tedvin edilip günümüze kadar gelmiştir. Kuran mesajının anlaşılmasına yönelik bu tarihsel sürece tefsir tarihi denir. Kaynak ların verdiği bilgiye göre tefsir ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiştir. Yüksek lisans ders döneminde görmüş olduğumuz hadis eserlerinde tefsir rivayetleri adlı dersten de bunu öğrenmekteyiz. Hadis mecmualarında "kitabu't Tefsir" başlığı altında yer alıyordu Daha sonra müstakil bir ilim haline geldi. Sahabe Kuranın büyük kısmını nüzul ortamına şahit oldukları için anlıyorlardı, çok az bir kısmı ile ilgili hususları peygamberden varid olan rivayetlerden öğreniyorlardı. Örneğin Fetih suresinde geçen "yedullahi favga eydihim" Allahın eli Beyatü'r Ridvan'da peygamberle biat yapanların ellerinin üzerindedir. Ayetini sahabe gayet iyi anlamışken Allahın elinin mahiyetini hiç düşünmemiş ve tartışmamışlar bunun mecazi bir ifade olduğunu Allah resulüne biat edenleri Allahın da onayladığını Allahın onlarla beraber olduğunu anlamışlarıdı. Ayetten kastedilen mana da esasında budur. Ayette sanılanın aksine bir müteşabihat söz konusu değildir. Sonradan gelenler lafızdan mana çıkarma yoluna gitmişlerdir. Kuranın kuranla tefsirinin yanında en mühim ikinci tefsir kaynağı Hz Peygamber'in sünnetidir. Tabiun ve sonrası dönemde tefsir ve yorum faaliyetleri arttı nüzul ortamını bilmedikleri için pek çok ayette tefsiri açıklamalara ihtiyaç duyuldu .Peygamber ve sahabe döneminde kuranın anlaşılması noktasında sorunla karşılaşılmıyordu, anlamadıklarında peygambere soruyorlarıd. Ancak bir taraftan İslam coğrafyasının genişlemesi yeni hadise fikir ve felsefi fikirlerin ve mezheplerin ortaya çıkması v e nübüvvet asrından uzaklaşıldıkça ayetlerin tefsri zorunlu hale geldi. İlkin rivayet tefsiri olarak başlayan tefsirlerin ardından dirayet tefsirleri ortaya çıktı. Sadece rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan bir tefsirdir.Bu genel tasnifin dışında ilerleyen zamanda mutezili tefsir ve şia tefsirleri gibi mezhebi tefsir ekollerinin yanında günümüze kadar pek çok tefsir ekolü ortaya çıktı; İşari tefsir, Fıkhi tefsir, İlmi Tefsir İctimai tefsir bunlardan bazılarıdır.
Sonuç olarak şunu diyebilirzi ki,Allahın kitabındaki ayetlerin tamamı aynı açıklıkta değildir. Mübhemi mücmeli müteşabihi var sahabe döneminde peygamberin açıklamaları yeterli sonraki dönemlerde kuranla ilgili bilinmeyenler arttı. Her ilmin nasıl bir disiplini ve usulu varsa tabii olarak tedvin ve sonrası dönemde Tefsir ilminin usulü ilkeleri yazılmaya başlandı. Tefsir usulü ilmi, Kuran tarihi kuran ilimleri ve tefsir tarihini içine alan bir ilimdir.


B-FIKIH USULÜ VE TARİHİ
Mutlak manada şari' Allah'tır Hz. Peygamber efendimiz ise mecazen şaridir ayette ifade edildiği üzere hüküm koyma yetkisi kendisine verilmiştir. Yaşadığı dönemde teşrii yetkisini kullanmıştır. Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı Kuran ve Peygamberdir.
Hanefilerin tanımından hareketle fıkhın tanımı; kişinin fıkhı ameli bakımdan lehte ve aleyhte olan şeri hükümleri bilmesidir . Ameli hükümler ibadetler,Ahval-ı Şahsiyye Siyaseti şeriiyye ukubat siyer ve edeb olmak üzere kısımlara ayrılır.İnsan cemiyetleri gibi fıkıh ve usulu Peygamberimizden zamanımıza kadar doğmuş, gelişmiş ve bugüne kadar ulaşmıştır. Fıkıh ilminin disiplin haline gelmesi tarihi gelişimi yedi devrede incelenebilir.
1-Risalet devri 2-Raşid halifeler devri (bu iki devre İslam hukukunun doğuş ve hazırlanış evresidir) 3- Hicri I.asrın ortalarından itibaren fıkıh mekteplerinin ortaya çıktığı devir 4-Hicri II.asrın başlarından IV.asrın ortalarına kadar devam eden fıkıh usulü ilminin vazedildiği devir 5- mezhebler arası tercihin mezheble ilgili kaidelerin çıkarıldığı (tahric) hicri yedinci asrın ortalarına kadar devam eden duraklama devresi 6- Yedinci asrın ortalarından mecellenin hazırlandığı hicri 13.asıra kadar devam eden gerileme devresi7- Meceleden zamanımıza kadar süren "yeni devre"
İslam hukuk tarihinde mezheblerin teşekkül devrinde ırakta rey ekolü hicazda da eser (hadis) ekolü ortaya çıkmıştır. Medinede şartlar ve durumlar çok fazla değişmediği için fukaha ellerinde bulunan mevcut hadislerle meselelere çözüm bulmakta zorlanmıyorlardı. Irak bölgesinde ise coğrafya değiştiği yeni kültürlerle yeni şartlarla karşılaşıldığından kıyas istihsan gibi ictihada kapı aralayan yeni yollarla meselelere çözüm bulmaya çalışmışlardır. Mezheblerin teşekkül devrinde literatürde Sünni mezhepler olarak nitelendirilen meşhur dört imamın öğrencileri ve görüşleri fetvaları kitaplaşmış ve zamanla kurumlaşmıştır. Öte yandan mutlak müctehit olduğu halde Leys bin Sa'd, Taberi gibi bazı alimlerin müntesibleri olmamıştır. Bununla birlikte Sünni tanımlamanın dışında yer alan Zeydiyye Caferiyye zahiriye gibi ameli mezhepler de tarihsel süreç içerisinde gelişmiş ve günümüzde de hala varlığını devam ettirmektedir.
Zamanın ilerlemesi, islamın farklı coğrafyalara yayılması yeni kültürlerle buluşma, dini metinlere farklı yaklaşım (zahiriye örneği) , siyasi ve itikadi fikirleri farklılığı farklı mezhebi ekollerin oluşmasına yol açmıştır. İmam Şafi, Mısır'a gittikten sonra önceki görşlerinin bir kısmından dönmüştür. Çünkü coğrafya şartlar ve zaman değişmiştir. Şafi'nini eski görüşlerine mezhebi kadim Mısır sonrası görüşlerine mezhebi cedid denilmektedir
Fıkıh Usulü , dinî metinlerin (Kur'an ve Sünnet) anlaşılması ve yorumlanması konusunda İslâm geleneği içinde müslümanlar tarafından oluşturulmuş yönteme ilişkin disiplindir. Fıkıh usulü, genel bir anlama ve yorumlama teorisi oluşturma gibi bir iddia taşımamakla birlikte böyle bir genel teori ve tefsir, hadis, kelâm gibi diğer disiplinler için dil, anlama ve yorumlama konusunda zengin bir bilgi birikimini ve çeşitli tartışmaları içermektedir. Usul tarihi açısından bakıldığında bu alanda iki yöntemin oluştuğu görülmektedir. Birincisi, mezhepler tarafından oluşturulan fıkhî birikime uygun bir yöntem tesis etme çabasında olan fakihlerin oluşturduğu "fakihler yöntemi" (tarîkatü'l-fukahâ); diğeri ise kendilerini herhangi bir mezheple kayıtlı görmeyen kelâmcıların oluşturduğu "kelâmcılar yöntemi"dir (tarîkatü'l-mütekellimîn). Ve bir de her iki metodu cem edenlerin yöntemidir. (memzuc meslek)
Fukahanın fıkıh anlayşı gibi fıkhi görüşlerin ictihadların oluşmasına sebep olan usul anlayışları da birbirinden farklı olabilmektedir. Asli delillerin yanında fukaha ve usuliyyunun zaman zaman kullandığı feri deliller de ilerleyen zaman içerisinde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hanefiler daha çok istihsan delilini kullanırken Şafiiler daha çok istıshab deliline malikiler ise mesalihi mürsele delilini kullanmışlardır.

C-HADİS USULÜ VE TARİHİ

İslami ilimlerin en eski olanı hadis ilmidir. Hz.Peygamberin Kuranı teybin eden dini manada bağlayıcı olan söz fiil ve takrirleri sahabe tarafından kayd altına alınarak yazılmaya başlanmış vahyin nazil olduğu dönemde Allah resulü kuran vahyi ile karışır endişesiyle bir süre hadislerin kitabetini yasaklamış daha sonra buna müsaade etmiş burada bulunan bulunmayan ulaştırsın buyurmuş. Kur'an-ın peygamberin açıklaması olmadan anlaşılması hatta namazın bugün kıldığımız şekilde kılınması dahi mümkün değildir. Allah peygamberine kitabını indirirken bu misyonu O'na yüklemiştir aksi halde peygaberi bir postacı konumuna indirgemiş oluruz. Peygamberden bize ulaşan rivayetler kuranın ilk tefsiridir. Hz .Peygamber hayatta iken bazı sahabiler onun hadislerini yazarak "sahife" adı verilen küçük çapta kitaplar vücuda getirmişler. Hemmam bin Münebbih'in sahifesi bunlardan bir tanesidir. Hadis edebiyatının geçirdiği ilk aşama sırasıyla hıfz ,kitabet, tedvin ve tasniftir.


Halife Ömer bin Abdülaziz'in emriyle tedvin edilen ilk hadis kitabı İbn Şihab ez-Zuhri tarafından hazırlanmıştır. Hicri I.asrın sonu ile II.asır hadislerin tedvin edildiği dönemdir. Hicri III.asır ise hadislerin bize ulaşma evrelerinden olan tasnif döneminin altın çağıdır. Buharinin Sahihi başta olmak üzere k.sitte'nin hadis külliyatlarının hazırlandığı devirdir. İslamda hadis Kur'andan sonra ikinci sırada yer alan çok önemli bir dinî kaynak olmuştur. Aynı zamanda Hadis ve sünnet, tefsir ve fıkhın vazgeçilmez kaynağıdır. Tedvin ve tasnif döneminde tefsir ilminin alt bilim dalları ulumu'l Kuran nasıl teşekkülettiyse Dirayetü'l hadis olarak isimlendirlen cerh ve tadil, garibul hadis ilelül hadis ilmi gibi hadis ilminin alt bilim dalları da oluştu ve tam bir disiplin haline geldi.

Kur'anın farklı yorumları gibi, hadislerin de farklı yorumlarının yapılması, hadis imamlarının ve mezheb imamlarının hadis kriterlerinin farklı olması hangi hadislerin kaynak kabul edileceği, hangilerinin edilmeyeceği gibi hususlar farklı mezhebi ictihadların oluşmasına yol açmıştır. Bu farklı tutum kendisini fıkıh alanında Rey ehli olarak tanımlanan Hanefi mezhebi ile rivayetçi (veya hadis ehli) olarak bilinen Şafii, Maliki, Hanbelî mezhepleri olarak göstermiştir.

Mezheb imamlarının ihtilafında mezheblerin teşekkülünde imamların hadis kriterlerinin farklı olması birinin sahih olarak değerlendirdiği bir hadisi diğerinin zayıf olarak değerlendirmesi ya da birine ulaşan bir hadisin diğerine ulaşmaması bununla birlikte usullerin farklılığı ictihadların farklılığına ve neticesinde farklı mezheblerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu farklılık Allah resulünün rahmet olarak ifade ettiği bir husustur . Bu manada gerek itikadi gerekse ameli mezheplerin oluşumu ve çeşitliliği bütün semavi dinler için bir realitedir.
Son olarak hadis ilmi ile ilgili şunu diyebiliriz; Kuranın Allah tarafından korunmuşluğu ve günümüze kadar ulaşması herkes tarafından müsellem bir gerçekliktir. Sahabe tarafından cem edilerek iki kapak arasında Mushaf haline getirilen ve istinsahı yapılan Kur'an-ı Kerim'in yanında Sahabe, tabiun ve tebe-i tabiun Allah resulunün sünnetini dünyada eşi benzeri olmayan bir sened zinciri ve metin tenkidi süzgecinden geçirerek bizlere ulaştırmışlardır. Cenabı Mevla cümlesinden razı olsun..


0 Yorum - Yorum Yaz


SAKİNA ÖNEN - YÜKSEK LİSANS

 

بسم الله الرحمن الرحيم والحمد لله رب العالم والصلاة والسلام على اشرف الانبياء والمرسلين

شرف الله هذه الأمة المحمدية وأكرمها فأنزل عليها كتابه ، خاتم الكتب السماوية. فكان هذا النزول بواسطة جبريل عليه السلام يهبط به على قلب النبي صلى الله عليه وسلم ليبلغه وحي الله وفي ذلك يقول الله جل وعلى :

" نزل به الروح الامين على قلبك من المنذرين بلسان عربي امين ".

وبدأ ينزل القرآن على خاتم الأنبياء صلى الله عليه وسلم مفصلاً ، أن للقرآن ثلاثة تنزيلات :

الأول: إلى الوح المحفوظ : " إنا أنزلناه في ليلة القدر ".

والثاني : إلى بيت الغزة في السماء : روى الطبري عن ابن عباس رضي الله عنه قال : أنزل القرآن إلى سماء الدنيا في ليلة القدر ، في شهر رمضان جملة واحدة ثم أنزل نجوما أي أجزاء متفرقة . ولهذا كان التنزيل الثالث من السماء الى الدنيا متفرق في مدة ثلاثة وعشرين سنة والدليل على ذلك في قوله تعالى : " وقرآنا فرقناه لتقرأه على الناس متفرقا ". كيف كان تعريف هذاه القرآن.

تلقى النبي  عليه الصلاة والسلام القرآن المجيد بواسطة الوحي وقرر القراءة مع جبريل خوفا أن ينساه فأمره الله بالإنساط والسكوت عند قراءة جبريل عليه السلام ، وطمأنه بأنه تعالى سيجعل هذا القرآن محفوظا في صدره لكي يقرأه على الناس حتى يحفظوه ويجمعوه بعناية وترتيب .  

ولجمع القرآن معنيان: الحفظ والكتابة.

ولقوله تعالى :"إن علينا جمعه وقرآنه" يدل على جمع القرآن وحفظه والمعنى كتابته كله مع ترتيب الآيات والسور.

فالقرآن كله كتب في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم غير مجموع في مصحف واحد . فقد أغنى عن ذلك حفظ الصحابة له في صدورهم كمان وفقهم عليها الرسول صلى الله عليه وسلم ونبههم الى مواضيعها بتوقيف من الله.

قال الزركشي : وإنما لم يكتب في عهد النبي صلى الله عليه وسلم لئلا يقضي الى تغييره في كل وقت فلهذا تأخرت كتابته الى أن كمل نزول القرآن بموته صلى الله عليه وسلم .

يبدو أن تسمية  القرآن " بالمصحف" نشأت على عهد أبي بكر رضي الله عنه، فلما جمعوا  القرآن كتبوه على الورق ، فقال أبو بكر :التمسوا له إسما فقال بعضهم ( السفر ) وقال بعضهم ( المصحف ). فاجتمع رأيهم على تسمية المصحف لأن السفر تسمية اليهود .

وكان كل ما يكتب يوضع في بيت رسول الله صلى الله عليه وسلم ، وينسخ الكتاب لأنفسهم نسخة منه فتعاونت نسخ هؤلاء الكتاب والصحف التي في بيت النبي صلى الله عليه وسلم مع حافظة الصحابة والأميين وغير الأميين على حفظ القرآن وصيانته مصدقا لقوله تعالى :

"إنا نحن نزلنا الذكر وإنا له لحافظون ".

حفظ القرآن :

أوتي حفظ القرآن لرسول الله صلى الله عليه وسلم قبل الجميع فكان عليه السلام سيد الحُفاظ وأول الجُماع.

يذكر البخاري في صحيحه أن عهد الحُفاظ في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم لا يزيد عن السبعة وأن أسماؤهم لا توجد في رواية واحدة وإنما تُجمع في ثلاث روايات:

·       الأولى: عن عبد الله ابن عمر ابن العاص سمع رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: "خذو القرآن من أربعة : عبد الله ابن مسعود – سالم- معاذ – أُبي ابن كعب.

·       الثانية عن قُتادة: لقد سأل أنس ابن مالك على جُمّاع القرآن في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم فهم : أُبي ابن كعب - معاذ ابن جبل - زيد ابن ثابت – أبو زيد.

·       والثالثة من ثابت عن أنس: أبو الدرداء – معاذ - زيد ابن ثابت – أبو زيد.

أما السعيد ابن عبيد الملقب بالقارئ: لم يكن في روايات البخاري الثلاث ووجد في الإصابة لابن حجر.

 

تلاوات القرآن :

أما فيما يخص قراءة القرآن اشتهر من الصحابة سبعة:

عثمان بن عفان – علي بن ابي طالب – أُبي ابن أبي كعب – زيد ابن ثابت – عبد الله ابن مسعود – أبو الدرداء – أبو موسى الأشعري.

وكان بعض من الصحابة طلاب أُبي ابن كعب منهم: أبو هريرة – ابن عباس – عبد الله ابن سائب – وكان ابن عباس تلميذ زيد ابن ثابت أيضاً، وهكذا تكونت في العصر النبوي شبه مدرسة لتحفيظ القرآن ودراسته، ويؤكد ابن الجزري (توفي 833 هجري) أن الاعتماد في نقل القرآن على حفظ القلوب والصدور لا على خط المصاحف والكتب أشرف خصيصه من الله تعالى لهذه الأمة والدليل على هذا يوجد في صحيح مسلم عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: "إن ربي قال لي :" قم في قريش فأنذرهم ، فقلت له أي رب اذن يثلغوا راسي حتى يدعوه خبزة " ( يشدخ الرأس ) فقال : اني مبتليك ومبتل بك ، و منزل عليك كتاباً لا يغسله الماء تقرؤه نايماً ويقظاً ...... " الحديث .فيفهم من هذا الحديث أن القرآن يُقرأ عن ظهر قلب فلا يحتاج جامعه إلى النظر في صحيفة كُتبت بالمِداد الذي ينطمس ويزول إذا غُسل بالماء.

كتابة القرآن :

اتخذ جمع القرآن بالكتابة ثلاثة أشكال في ثلاثة عهود:

·       عهد النبي صلى الله عليه وسلم،

·       عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه ،

·       وعهد عثمان بن عفان رضي الله عنه.

 

·       أولاً عهد الرسول صلى الله عليه وسلم:

يوجد ما بين كتاب الوحي: الخلفاء الأربعة – معاوية - زيد بن ثابت – أُبي بن كعب – خالد بن الوليد – وثابت بن قيس.

كان النبي صلى الله عليه وسلم يأمر بكتابة كل ما ينزل من القرآن حتى تظاهر الكتابة جمع القرآن في الصدور، قال زيد بن ثابت: كُنا عند رسول الله صلى الله عليه وسلم نألف القرآن من الرقاع (وقد تكون من جلد أو ورق ) كما كتب القرآن كذلك على الحجارة أو العسب (جريد النخل) أو الاكتاف (عظم البعير أو الشاة) والخشب والجلد.

أما عن ترتيب الآيات والبسملة فليس لأحد دخل في ترتيب آيات القرآن بعد أن وقف جبريل رسول الله صلى الله عليه وسلم على ترتيبها ووقف النبي صلى الله عليه وسلم بدوره كتبة الوحي على ذلك.

أخرج أحمد بإسناد حسن عن عثمان بن أبي العاص قال: كنت جالساً عند رسول الله صلى الله عليه وسلم لما قال: "أتاني جبريل فأمرني أن أضع هذه الآيه هذا الموضع من هذه السورة: "إن الله يأمر بالعدل والإحسان وإيتاء ذي القُربي" إلى آخرها.

كذلك كثيراً من الأحاديث تصور رسول الله صلى الله عليه وسلم يُملي القرآن على كُتاب الوحي ويوقفهم على ترتيب الآيات، والترتيب التوقيفي يظهر في خطبة الجمعة أو في قراءة القرآن وقت الصلاة أو في وضع البسملة في أوائل الآيات.

ويقول الزركشي أن ترتيب بعض السور ليس هو أمراً أوجبه الله بل أمر راجع إلى اجتهادهم واختيارهم ولهذا كان لكل مصحف ترتيب وهو قول لا يجب أن يسلم على شكله لأن الصحابة اشتهدوا بكتابة المصاحف كما كانو يسمعوا من النبي صلى الله عليه وسلم وذاك لأنفسهم فقط ولمصاحفهم الخاصة ليس للناس حتى اجتمعت الأمة على ترتيب عثمان وتركوا مصاحفهم الفردية .ولو كانوا يعتقدوا أن الأمر مفوض إلى اشتهادهم لاستمسكوا بترتيب مصاحفهم .

·       ثانياً جمع القرآن في عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه:

كُتب القرآن كله على عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم إلا أنه كان مفرق الآيات والسور وأول من جمعه في صُحف مرتبة هو سيدنا أبو بكر. كان صلى الله عليه وسلم يأمر بكتابة القرآن ولكنه كان مفرقاّ في الرقاء والأكتاف والعسب فجُمعت أوراقه في بيت الرسول صلى الله عليه وسلم فجمعها وربطها بخيط حتى لا يضيع منها شيء .

في سنة 12 هجري كان جمع أبي بكر للقرآن بعد موقعة اليمامة حيث استُشهد فيها سبعون من حُفاظ القرآن من الصحابة فخاف عمر بن الخطاب أن يذهب كثيراً من القرآن فاقترح أبي بكر أن يجمع القرآن، استنكر أبو بكر قائلاً: كيف نفعل ما لا يفعله رسول الله. ففكروا في هذا الأمر حتى شرح الله صدر ابي بكر بذلك. فطلب أبو بكر من زيد بن ثابت أن يجمع القرآن كما كان يكتب الوحي لرسول الله صلى الله عليه وسلم وقد قام زيد بعد أن أقنعه أبو بكر بأنه شيء خير وشرح الله صدره كما مع أبو بكر وعمر ، فأجمعه من العسب وصدور الرجال.

فأمر أبو بكر الجمع فكان لا بد قبول الآيات من شاهدين: الحفظ والكتابة. فكانت الصحف عند أبي بكر حتى توفاه الله ثم صارت عند عمر ثم حفصة بنت عمر. حيث ترك سيدنا عمر الخلافة شورى للمسلمين فلم يكن عثمان هو الخليفة ليترك معه وكانت حفصة هي زوجة الرسول صلى الله عليه وسلم وحافظة القرآن وتعلم القراءة والكتابة .

 وقد قال علي ابن ابي طالب كرم الله وجهه : أعظم الناس في المصاحف أجرا هو ابو بكر رحمه الله وهو اول من جمع الكتاب .

·       ثالثاً جمع القرآن في عهد عثمان :

اتسعت الفتوحات الإسلامية وتفرق المسلمون في الأقطار واشتهر في كل بلاد من البلدان الإسلامية قراءة الصحابي الذي علمهم القرآن.

أهل الشام ابي بن كعب - أهل الكوفة عبد الله بن مسعود- والآخرين ابن موسى الأشعري - وكان بينهم اختلاف في حروف الأداء حتى كان يصل الأمر إلى النزاع والشقاق، فقرر أن يستنسخ أمير المؤمنين مصاحف عديدة ويبعث إلى كل بلد مصحف منها، وأمر الناس بإحراق ما عداها.

اختار عثمان أربعة من خيرة الصحابة وثُقاة الحُفاظ زيد بن ثابت – عبد الله بن الزبير – سعد بن العاص – عبد الرحمن بن هشام – لهذا الجمع.......

 

·       المصاحف العثمانية في طور التجويد والتحسين :

كانت المصاحف العثمانية خالية من الشكل والنقط وضل الناس يقرؤون القرآن في مصحف عثمان بضع وأربعين سنة حتى خلافة عبد الملك وكثرة التصحيفات وانتشرت في العراق .

فكانت القراءة في بعض كلمات القرآن وحروفه تتغير بعد اختلاط الناس بغير العرب وبدأت العجمة تمس سلامة لغتهم . ففي سنة 65 هجري خاف بعض رجال الحكم أن يتترق التحريف الى النص القرآني اذا ضلت المصاحف غير مشكولة ولا منقوطة ، ففكرو بأحداث أشكال معينة تساعد على القراءة الصحيحة ، وفي هذا المجال يذكر كل من عبد الله ابن زياد (توفي سنة 67) والحجاج ابن يوسف الثقفي (توفي سنة 95)......

أما النص القرآني نفسه فلا يتغير فيه شي لأنه مجموع في صدور العلماء ، يأخذه بعض عن بعض بالتلقي والمشافهة ، وتحسين الرسم القرآني لم يتم دفعة واحدة .........

·       تفسير نشأته وتطوره :

التفسير مر باطوار كثيرة حتى صار الان بكثير من المؤلفات النبي صلى الله عليه وسلم هو اول شارح لكتاب الله يبين للناس ما نزل على قلبه او ما اوحى اليه .

الصحابة كانو يجرؤون على تفسير القران وهو عليه السلام معهم يتحمل هذا العبئ العظيم ويئديه حق الاداء حتى فارقهم ولحق عليه السلام بالرفيق الاعلى.

المفسرون من الصحابة كثيرون وأشهرهم عشرة :

الخلفاء الاربعة – ابن مسعود –ابن عباس – ابي ابن كعب – زيد ابن ثابت – ابو موسى الاشعري – وعبد الله ابن الزبر - . وكان ابن عباس أشهر وأقوى مفسر وشهد له رسول الله صلى الله عليه وسلم بالعلم ودعى له :" اللهم فقهه في الدين وعلمه التأويل " وسماه ترجمان القرآن .

روي عن بعض المفسرين من الصحابة مثل أبي هريرة وأنس ابن مالك وعبد الله ابن عمر وجابر ابن عبد الله والسيدة عائشة أم المؤمنين إلا ما روي عنهم قليل بالنسبة الى العشرة السابقين. فنشأت من مكة والمدينة المنورة والعراق طابقة من المفسرين .

أهل مكة كانو أعلم الناس بالتفسير لأنهم أصحاب ابن عباس .

علماء التفسير من أهل المدينة كمثل زيد ابن اسلم وفي الكوفة أصحاب ابن مسعود

أما التابعين فقد جمعوا أقوال من تقدمهم وصنفوا التفاسير وكانو بذلك أرهاصا لابن جرير الطبري الذي يوشك المفسرون جميعا من بعده أن يكونوا عالة عليه.

وكان من التفسير ما يسمى:

·       بالتفسير المأثور وهو يرجع الى الصحابة والتابعين وتابعيهم

·       والتفسير بالراي يعني بالتفكر

واجل التفاسير بالمأثور هو تفسير ابي جرير الطبري ويسمى كتابه جامع البيان في تفسير القرآن ومن خصائصه انه عرض فيه لأقوال الصحابة والتابعين .

وتفسير الشيخ ابن كثير المتوفي سنة ( 744هـ) يقرب تفسير الطبري ويوافقه في بعض الأمور وكان تفسيره باسط في العبارة واضح في الفكرة ودقيق في الإسناد .

لكن الصحيح في الروايات قد اختلط بغير الصحيح (الدس على الإسلام من طوف اليهود والفرس وتشويه تعاليمهم ).

فكان على المفسر بالمأثور أن يدقق في تعبيره وأن يحترس في روايته ويحتاط كثيرا في ذكر الأسانيد.

والتفسير بالرأي قد ينقسم إلى أربعة :

الأول: النقل عن رسول الله صلى الله عليه وسلم مع الإنتباه بين الضعيف والموضوع.

الثاني : الأخذ بقول الصحابي.

الثالث : الأخذ بمطلق اللغة.

الرابع : الأخذ بما يقتضيه الكلام ، ويدل عليه قانون الشرع وهذا هو النوع الذي دعى به النبي صلى الله عليه وسلم ابن عباس في قوله : " اللهم فقهه في الدين وعلمه التاويل".

وأشهر التفاسير التى تتوافر فيها هذه الشروط منهم تفسير الرازي المتوفي (606هـ) في كتابه "مفاتيح الغيب "، وتقسير البيضاوي المسى "أنوار التنزيل وأسرار التأويل" ، وتفسير أبي السعود المسى " إرشاد العقل السليم إلى مزايا القرآن الكريم "

 

 

 

 

الحديث النبوي

 أو السنّة النبوية، عند أهل السنة والجماعة هو ما ورد عن الرسول محمد بن عبد الله من قول أو فعل أو تقرير أو سيرة سواء قبل البعثة أو بعد الوحي والحديث والسنة عند أهل السنة والجماعة هما المصدر الثاني من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن .وذلك أن الحديث خصوصا والسنة عموما يظهران لقواعد وأحكام الشريعة ونظمها ، وموضحان لبيانه ومعانيه ودلالاته. كما جاء في سورة النجم :" وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى  إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى  ."

 فالحديث النبوي هو بمثابة القرآن في التشريع من حيث كونه وحياً أوحاه الله للنبي ، والحديث والسنة مرادفان للقرآن في الحجية ووجوب العمل بهما ، حيث يستمد منهما أصول العقيدة والأحكام المتعلقة بالعبادات والمعاملات بالإضافة إلى نظم الحياة من أخلاق وآداب وتربية.

قد اهتم العلماء على مر العصور بالحديث النبوي جمعا وتدوينا ودراسة وشرحا. كان الهدف الأساسي منها حفظ الحديث والسنة ودفع الكذب عن النبي وتوضيح المقبول والمردود مما ورد عنه.

الفرق بين الحديث القدسي والنبوي

الفرق بين الحديث القدسي والأحاديث النبوية الأخرى أن هذه نسبتها إلى النبي، وحكايتها عنه، وأما الحديث القدسي فنسبته إلى الله، والنبي يحكيه ويرويه عنه، ولذلك قيدت بالقدس أو الإله، فقيل : أحاديث قدسية أو إلهية، نسبة إلى الذات العلية، وقيدت الأخرى بالنبي .

 فقيل فيها أحاديث نبوية نسبة إلى الرسول صلى الله عليه وسلم، وإن كانت جميعها صادرة بوحي من الله عز وجل، لأن الرسول صلى الله عليه وسلم لا يقول إلا الحق .

الأحاديث الواردة في التدوين

قد ورد النهي عن كتابة الحديث في أحاديث مرفوعة وموقوفة، كما ورد الإذن بها صريحة عن النبي. فمن الأحاديث الواردة في النهي ما رواه الإمام مسلم بن الحجاج في صحيحه، قال:

«حدثنا هداب بن خالد الأزدي حدثنا همام عن زيد بن أسلم عن عطاء بن يسار عن أبي سعيد الخدري أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: «لا تكتبوا عني ومن كتب عني غير القرآن فليمحه وحدثوا عني ولا حرج»[124]»

وما رواه أحمد في مسنده قال حدثني إسحاق بن عيسى حدثنا عبد الرحمن بن زيد عن أبيه عن عطاء بن يسار عن أبي هريرة قال: كنا قعودا نكتب ما نسمع من النبي صلى الله عليه وسلم فخرج علينا فقال: «ما هذا تكتبون»؟ فقلنا: ما نسمع منك. فقال: «أكتاب مع كتاب الله»؟ فقلنا: ما نسمع. فقال: «اكتبوا كتاب الله، أمحضوا كتاب الله، أكتاب غير كتاب الله. أمحضوا كتاب الله أو خلصوه». قال: فجمعنا ما كتبنا في صعيد واحد ثم أحرقناه بالنار قلنا: أي رسول الله، أنتحدث عنك؟ قال:  نعم، تحدثوا عني ولا حرج ومن كذب علي متعمدا فليتبوأ مقعده من النار.

ومن الأحاديث الواردة في إباحة الكتابة ما رواه أبو داود والحاكم والدارمي وأحمد وابن أبي شيبة عن عبد الله بن عمرو، قال:

كنت أكتب كل شيء أسمعه من رسول الله صلى الله عليه وسلم أريد حفظه فنهتني قريش وقالوا: أتكتب كل شيء تسمعه ورسول الله صلى الله عليه وسلم بشر يتكلم في الغضب والرضا؟ فأمسكت عن الكتاب فذكرت ذلك لرسول الله صلى الله عليه وسلم فأومأ بأصبعه إلى فيه فقال اكتب فوالذي نفسي بيده ما يخرج منه إلا حق

يقسم الأحاديث المضافة إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم قولا أو فعلا أو تقريرا أو صفة إلى ثلاثة أقسام :

 

·       الصحيح.

 

·       الحسن .

 

·       الضعيف.

·       أ- الحديث الصحيح.

 

·       وقد اشتمل التعريف على هذه  الشروط للحديث الصحيح ، وهي خمسة نوضحها فيما يلي:

·       أولاً: اتصال السند : وهو أن يكون كل واحد من رواة الحديث قد سمعه ممن فوقه.

·       ثانيا: عدالة رواته : والعدالة ملكة تحمل صاحبها على التقوى، وتحجزه عن المعاصي والكذب وعما يخل بالمروءة، والمراد بالمروءة عدم مخالفة العرف الصحيح.

·       ثالثا: الضبط : وهو أن يحفظ كل واحد من الرواة الحديث إما في صدره وإما في كتابه ثم يستحضره عند الأداء.

·       رابعا: أن لا يكون الحديث شاذاً، والشاذ هو ما رواه الثقة مخالفاً لمن هو أقوى منه.

·       خامسا: أن لا يكون الحديث معللاً، والمعلل هو الحديث الذي اطلع فيه على علة خفية تقدح في صحته والظاهر السلامة منها.

قال الإمام المحدث الفقيه الولي الصالح النووي رحمه الله :-
وإذا قيل في حديث: إنه صحيح فمعناه ما ذكرنا، ولا يلزم أن يكون مقطوعا به في نفس الأمر وكذلك إذا قيل: إنه غير صحيح، فمعناه لم يصح إسناده على هذا الوجه المُعتبر، لا أنه كذب في نفس الأمر، وتتفاوت درجات الصحيح بحسب قوة شروطه،

 

 

·       ب - الحديث الحسن .

قال الإمام المحدث الفقيه اللغوي  أبو سلمان الخطابي الشافعي  رحمه الله تعالى في تعريفه :
الحديث عند أهله ثلاثة أقسام: صحيح وحسن وضعيف، فالحسن ما عُرف مخرجه واشتهر رجاله، وعليه مدار أكثر الحديث وهو الذي يقبله أكثر العلماء وتستعمله عامة الفقهاء، وقال الإمام الكبير أبو عيسى الترمذي رحمه الله: الحسن الذي لا يكون في إسناده من يُتهم ولا يكون حديثاً شاذاً ويُروى من غير وجه نحوه،

 

 

جـ - الضعيف.

وهو ما لم يجتمع فيه شروط الصحيح ولا شروط الحسن المتقدمة،

 

 

 

 

 

 

·       مباحث في علوم القرآن تاليف الدكتور صبحي صالح

·       علوم الحديث ومصتلحه الدكتور صبحي صالح

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

RECEP TURAN - 11912710    13.05.2013

İSLAM BİLİMLERİ’NDE BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

 

A.    BİLGİ VE BİLİM KAVRAMLARININ İÇERİĞİ

 

A.1. Bilginin Kavramsal İçeriği

Bilgi, kendi varlığının farkında olan insanın, kendisini, kendi iç dünyasında ve etrafında olup bitenleri, evreni anlama ve anlamlandırma çabasının sonucu olarak, bilinçlilik halini doğuran bilme faaliyetini anlamlı kılan, bilme eyleminin karşılığı olan her şeydir. İnsanın varlığını sürdürebilmesi, '' bilme ''sine bağlıdır. ''Bilme'' de ancak ''bilgi'' ile gerçekleşebilir. İnsanın insanlığını gerçekleştirmesi de, kültür ve uygarlık yaratması da, ancak bilgi ile mümkün olabilir.

 

İnsan, özne olarak bilen ve bilmeyi isteyen bir varlıktır. Kendini ve kendisi dışındaki şeyleri, nesneleri bilmek ister. Çünkü nesneler bilinmesi gereken şeylerdir. Öyle ise, nesne araştırılan şeydir, yani insan bilgisinin konusudıur. Dolayısıyla bilgi, özne ile nesne arasında kurulan bir bağdan doğmaktadır. İnsan bu bağı, bilgi edimleri (fiil/act) ile kurar. Yani bilgi özneden nesneye, insandan nesneye doğru yönelen bilinçlilik halidir. Bilgi fiilinin olabilmesi için öznenin bilgi konusuna yönelmesi şarttır. Çünkü yönelme olmadan bilgi olmaz. Bilginin elemanları, özne, nesne, öznenin duyularla elde ettiği duyu verileri, onların soyutlanmasından elde edilen kavramlar ve bu kavramlardan kurulan yargılardır.

ÖZNE (İNSAN) ……1……..NESNE (VARLIKLAR) ………2………BİLGİ

 

A.2. Bilimin Kavramsal İçeriği

Kaynak ve aidiyet açısından açısından bilginin sağlamlığı, güvenilir ve sağlam bilgiye ulaşabilmenin ön kuşulu gibidir. Bilimsel bilgi, birikimli bir bilgidir ; bütün bilim dallarında daha önce oluşmuş birikimin üzerine yeni bir şeyler ilave edilerek yeni bilgiler, teoriler üretilir. Her bilim adamı, tutarlı ilmi faaliyet için, öncelikle sahip olduğu, üretim için esas alacağı bilginin kaynağını iyi bilmek zorundadır. Çünkü, kaynağı bilinmeyen bilginin içerik bakımından sağlıklı bir değerlendirilmesini yapmak her zaman mümkün olmaz.

 

İçerik açısından bilginin sağlam olup olmadığı tespit edilmeden, bilginin bilimselliğinden söz etmek mümkün değildir. Müslümanlar, on dört asırlık zaman diliminde, hayatın bütün alanlarından hiç de küçümsenemeyecek bir birikim oluşturmuşlardır. Bu birikimin her ne kadar Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis gibi üretildiği alanların bir kısmı belli ise de, bu dar alanlarda bile, malumat-bilim ayrımını gerçekleştirebilmek pek mümkün değildir. O halde “doğru yöntem”, bize, ulaşabildiğimiz bilginin içerik açısından vahyi bilgi-beşeri bilgi şeklinde tasnifi işimizi büyük ölçüde kolaylaştırmaktadır. Bu durumda, beşeri bilginin içeriğinin sağlamlığının araştırılmasının önünde hiçbir engel kalmamaktadır.

 

Kavramların güvenilirliği sorunu, İslam Düşünce Tarihi'nin en temel problemlerinden birisidir. Özellikle toplumsal boyut taşıyan kavramların, mezheplere, gruplara, cemaatlere verilen isimlerin tarihsel akış içerisinde nasıl anlam değişikliklerine uğradıkları, ve nasıl keyfi olarak kullanıldıkları zaman zaman gözden kaçırılmıştır. Bunun sebebi, belki de '' süreç '' mantığının çok fazla önplana çıkmayışı olabilir. İslam Bilimleri dediğimiz bütün alanlarda, öncelikle kavramlar konusuna özen göstermek, İslam Düşüncesinin tarihi seyrini anlamayı kolaylaştıracağı gibi, Müslümanların bilim dünyasına yapmış oldukları katkının ortaya çıkmasına da imkan sağlayacaktır.

 

 

Nesnel olgu-nesnel olgu arasındaki ilişkinin gözardı edilmesi, zaman, mekan ve fikir kaynamasının farkında olunmaması, müslümanların mevcut birikimini doğru değerlendirmeyi güçleştiren bir husustur. Hiçbir fikir, görüş ve düşünce boşlukta doğmaz; her fikrin mutlaka sosyal, siyasal, teolojik, felsefi vb. dayanak noktaları, ya da beslenme kaynakları ve oluştukları ortamları vardır. İslam Bilimlerinin hangi dalında araştırma yapılırsa yapılsın, kavram konusuna ve '' olay-olgu '' ilşkisine dikkat edilmediği sürece, geçmiş hakkında doğru bilgi sahibi olmak, pek mümkün olmayacaktır. Bu da ancak, İslam Bilimleri alanında metodoloji konusunda bir ortak paydanın sağlanması ile gerçekleştirebilir.

                                                     DEĞERLENDİRME-1                                              OLGU-1

OLAY……………………….  DEĞERLENDİRME-2…………………………..  OLGU-2

                                                     DEĞERLENDİRME-3                                              OLGU-3

 

B.    İSLAM BİLİMLERİNİN TANIMI

 

İlim genel anlamda, kendine özgü hedefleri, temel önermeleri, araştırma alan ve yönetmeleri olan ve bir disiplini oluşturan düzenli bilgi şeklinde tanımlanır. İlk dönemlerde Müslümanlar tarafından başlangıçta parça parça ve belli konularda düzensiz bir şekilde ortaya konulan bilgilerin veya ilmi faaliyetlerin, daha sonra kendine özgü hedefler ve temel önermeler oluşturarak ve belli yöntemler kullanarak düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi disiplinlere dönüşmesiyle islam bilimlerinin kurumsallaşmaya başladığı görülmektedir. Başka bir deyişle islam bilimi veya bilimlerinin doğası ve tarzı bu aşamadan itibaren kendi öz kimliğine ve farklı karakterine kavuşmaktadır. Dolayısıyla islam bilimleri temelinde amacında yaklaşımında alanına ve tutumunda kendine özgüdür. Aslında müslümanların sadece İslam’ı anlamaya-yorumlamaya- savunmaya- yaşamaya yönelik ilmi faaliyetlerde bulunmadıkları buna ilaveten insan kapasitesinin kavrayabildiği bütün bilgi alanlarına yöneldikleri ve her alanda ilmi faaliyette bulundukları bir gerçektir. Genel anlamda belli metotlar kullanarak elde edilen savunulabilir sistemli bilgi için kim tarafından üretilirse üretilsin herhangi bir nitelemede bulunmaksızın ilim veya bugünkü tanımıyla bilim kavramı kullanılabilir. Bu anlamda bilim evrenseldir ve tüm insanlık için ortak kullanım sahasına sahiptir.

 

İslam bilimleri olarak görülebilecek disiplinler kelam, fıkıh ve fıkıh usulü, tefsir ve hadistir. Bu bilimler, din olarak doğrudan İslam’a ait inanç, ibadet,  ahlak, haram-helal konularını incelemektedir. Hz. Peygamber’in hayatı (siyer) ve sonraki islam tarihi, tarih boyunca ortaya çıkan düşünce ekollerini inceleyen mezhepler tarihi, islam bilginlerinin hayatını ele alan rical tarihi ve dini metinlerin anlaşılmasında kullanılan arap dili ve belağatı islam bilimleri çerçevesine dahil edilmektedir.

 

İSLAM BİLİMLERİ/DİSİPLİNLERİ

 

      islam tarihi                                                                        rical tarihi

       Sünnet/hadis

İlahi vahiy/Kur’an

fıkıh                               kelam

 

    mezhepler tarihi                                                           arap dili ve belağatı

 

 

 

 

 

C.    İSLAM BİLİMLERİNİN TASNİFİ

İslam düşüncesinde bilimlerin kurumsallaşmasını ve gelenek oluşturmasını sağlayan belli konu ve bilimlere ait eser yazma geleneği üç aşamada gelişmiştir.

1. devre: en kolay ve basit evredir. Bu bir görüşün, bir hadisi veya önemli bir sözün müstakil bir sahifede kaydedilmesinden ibarettir.

2. devre: herhangi bir konudaki benzer görüşlerin veya hz. Peygamberin hadislerinin bir kitapta toplandığı, tedvin edildiği devredir. Bu arada bir kitapta toplanan fıkha ve tefsire dair haberlere de rastlanır.

3. devre: tasnifle zirveye ulaşan devredir. Çünkü bu dönemde görüşler ve yazılanlar sıralanmış, düzenlenmiş ve belli konular ve özellikler çerçevesinde dizilmiştir. Müslümanlar bu üçüncü devreye Abbasilerin 1. asrında ulaştılar. Daha önceleri alimler hafızalarından konuşuyorlar veya münferit bir konudaki bilgileri bir risalede topluyorlar veya ilmi, çeşitli sahifelerden naklediyorlardı. bu durum hicri 150’lere kadar devam etmiştir. Müslüman alimlerin tefsir, hadis, fıkıh, arapça, tarih ve megazi kitaplarını tasnife başlamaları bu zaman rastlar.

 

İslam düşüncesinde bilimlerin tasnif edilmeye başlandığı 3. asrın sonları ile 4. asrın başlarına kadar pekçok siyasi ve itikadi mezhepler oluşmuş ve farklı görüşleri destekleyen çok sayıda kelami eser kaleme alınmıştır. İlimlerin tasnifinden önceki dönemde yazılan eserlerin büyük bir kısmı hadis, fıkıh ve kelamla ilgiliydi. İlim kavramının sıklıkla kullanıldığı ve merkezi bir yer işgal ettiği eserleri başında hadis literatürü gelmektedir. Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur’an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları hadis taraftarlarınca ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, kelam ve tefsir terimleri daha sonraki dönemlerde bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar. Aristo’nun eserlerinin arapçaya tercümesiyle birlikte islam dünyasında sistemli dini bilginin dışında müslümanlara ait olmayan biliginin varlığı anlaşıldı ve felsefe ve diğer yabancı bilimler de “ilimler” sınıfına dahil edilidi. Bu sayede önceleri islam dini hakkındaki bilgiler anlamında kullanılan “ulûm” terimi, bilimler ve ilmi disiplinler manasına gelmeye başlamıştır.

 

Nakli/dini İlimlerden tesfir, esas itibariyle Kur'an ilimleri denilen çeşitli disiplinlerin birikimi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir ilmi için bir bakıma usule ait disiplinlerdir. Tesir ilmi literatürü, kendi içinde rivayet ve dirayet tefsirleri olmak üzere iki kategoride değerlendirilmiştir. Hadis ilmi de rivayetü'l-hadis ve dirayetü'l-hadis (ulümü'l-Hadis) şeklinde ikiye ayrılır. Ulümü'l- Hadis tabiri, Kur'an ilimleri gibi Hadis usülünün temel disiplinlerini oluşturmaktadır. Fıkıh İlmi, şeri-ameli hükümlerin furu denilen ayrıntılı kısmını incelerken fıkıh usülü, bu feri hükümlerin kesinlik ifade eden icmali delillerden nasıl çıkarılacağını ortaya koyar. Fıkıh usülü içinde alt disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve feraiz gibi disiplinler de vardır. Usülü'd-Din de denilen Kelam ilminin bölümleri ise, zaman içinde felsefeyle iç içeliğinin sonucu olarak felsefi ilimleri andırır biçimde şekillenmiştir.

 

D.    İSLAM BİLİMLERİ (ÖZELDE TEFSİR, HADİS VE FIKIH)’ NİN TARİHSEL BAĞLAMDA DEĞERLENDİRİLMESİ

 

Dini İlimlerin omurgasını oluşturan tefsir-hadis-fıkıh sahasındaki ilmi faaliyetler Medine döneminde ve Emevi çağının başlangıcında, temelde Kur'an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştı. Emevilerin sonları ve Abbasilerin birinci döneminde, alimlerin çoğunluğu, dini ilimlerle meşgul oldu. Bu asırda iki tür ekol ortaya çıktı. Birinci grubun ilmi çalışmalarında, nakilcilik ve mevcut ilmi birikimi öğrenip aktarmak hakim idi. Bunlara Ehl-i Hadis denirdi. İkinci grubun çalışmalarında ise, yeni görüşler ve akli temellendirmeler üretme anlayışı hakimdi. Bunlara da akılcı denirdi. İslam bilimleri, bu iki ekolün gayretleri ve çalışmalarıyla oluşmaya başladı.

 

Bu sebeple İslam düşüncesinde yaklaşık h.143 yılı İslam bilimlerinin oluşmasının ve tedvin faaliyetinin başlangıç tarihi olarak belirlenmiştir. H.136-150 yılları arasında hilafet makamında oturan Abbasi halifesi Mansur döneminde bizzat devletin gözetiminde başlatılan faaliyetlerdir. Bu çalışmalar, Mansur sonrası İslam toplumunun sosyal ve düşünsel hayatının yaklaşık bir asrına damgasını vurmuştur. Bu bir asrı aşkın hummalı düşünsel faaliyet dönemi Tedvin Asrı olarak adlandırılmaktadır. (Eğer tedvinden sırf bazı meseleleri kaydetmek kastedilirse bunun için oldukça gerilere, ilk halifelerin ve Allah'ın Resulünün dönemine gitmek gerekir.)

 

Tedvin faaliyetinin başladığı belli başlı ilk şehirler veya kültür merkazleri Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen'dir. Ellerinde yazılı belgeler ve zihinlerinde İslam mirasını taşıyan alimler, daha çok buralarda toplanmışlardı. Ancak onların sahip olduğu miras, belli konulara göre ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış düzensiz bilgi, haber ve yorumlardan oluşuyordu. Bu alimlerin çalışmalarıyla, bu bilgi birikimi ele alınarak konularını konularına göre ayrılmaya ve düzenlemeye başlandı. Bu düzenleme ve sınıflandırmalar sonucunda, mevcut bilgiler tefsir, hadis, fıkıh, kelam, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edildi. Alimler, bu dönemde hakim olan bir yöntem olarak, '' hafızalardan ve ellerindeki tertip edilmemiş sahih sahifelerden rivayette bulunmak suretiyle bu ilimleri oluşturuyorlardı. Bu dönemde alimlerin ellerinde bulunan yazılı metinler, düzenli ve gereken konu bütünlüğü, gözetilerek yazılmış metinler değildi. Burada önemli olan husus, ilmin üretilmesi değil, ilmin tedvin edilmesi ve bablara ayrılmasıdır. Bu yüzden ilmin tedvininden şu anlaşılmaktadır: Ortada teşekkül etmiş, hazır bir ilim vardır. Tedvin yapacak (=müdevvin) alime düşen görev; neredeyse bu ilmin toplanması ve sınıflandırılmasıyla sınırlıdır. İlim kavramı o dönemde genellikle hadis ve ona bağlı tesfir ve fıkıh için kullanılıyor idiyse de lügat, meğazi ve benzeri yardımcı bilim dalları için de ilim ifadesi kullanılabilir. Bu bağlamda temelde ortak zemin ve çerçeveye sahip disiplinler bu dönem itibariyle belli başlı kategorik disiplinler haline gelmiştir.

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Mehmet Tahir pekim /12952702                                 

 İslam İlimlerinin kaynağı bizzat Kur'an-ı Kerim'dir.Çünkü Kur'an-ı Kerim,kendisi üzerinde düşünülmesini,anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen,netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarını teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır.Kur'an-ı Kerim Hz.Peygamber'e ''tebliğ'' ve ''tebyin'' ile görevli olduğunu belirtmiştir.Muhammed Hamidullah'ın Suffa Ehli hakkında İslam'ın ilk üniversitesi tabirini dikkate aldığımızda ve buna benzer misyonu ifa eden mescidlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz.Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde birbirlerine geçmiş halde bulundukları bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'an-ın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görüyoruz.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere bir bütün Muhammed Abid Cabiri'nin dediği gibi ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık de bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir.(İslam Tarihi,Mezhepler Tarihi,Arap Dili ve Belagati gibi...) Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143/760-761 miladi yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu.Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktı.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde gelişti.Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı,kelamı,tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlandı.


0 Yorum - Yorum Yaz


MEHMET ZEKİ SERDAROĞLU/Öğrenci No:12952706 İSLAM İLİMLERİ İslam İlimlerinin kaynağı bizzat Kur'an-ı Kerim'dir.Çünkü Kur'an-ı Kerim,kendisi üzerinde düşünülmesini,anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen,netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarını teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır.Kur'an-ı Kerim Hz.Peygamber'e ''tebliğ'' ve ''tebyin'' ile görevli olduğunu belirtmiştir.Muhammed Hamidullah'ın Suffa Ehli hakkında İslam'ın ilk üniversitesi tabirini dikkate aldığımızda ve buna benzer misyonu ifa eden mescidlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz.Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde birbirlerine geçmiş halde bulundukları bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'an-ın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görüyoruz.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere bir bütün Muhammed Abid Cabiri'nin dediği gibi ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık de bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir.(İslam Tarihi,Mezhepler Tarihi,Arap Dili ve Belagati gibi...) Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143/760-761 miladi yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu.Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktı.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde gelişti.Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı,kelamı,tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlandı.
0 Yorum - Yorum Yaz


Abdullah Tayfur /12952708

Dinî İlimlerin omurgasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler Medine döneminde ve Emevîler devrinin başlangıcında temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamî ilimlerin temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet ile birlikte bu iki temel kaynaktan hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. İlâhî Kelam olan Kur’an’ı açıklamayı hedefleyen Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkez nokta konumundadır. Buna mukabil Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.

Tefsir kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinene bir bilimdir.

Bu yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tef­siri’ olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklan­maktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.

Gerek rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen kla­sik tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri ola­rak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.

Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.

 

Fıkıh ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım: Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.

 

Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.

Hadis ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

 Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. 

Tefsir İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:

Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;

           “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına;

            “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. 

İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.

Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir.  Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

özet    14.05.2013

HAMDULLAH KAYA Öğrenci No: 12912772 yüksek lisans öğrencisi
İslam İlimlerinin ana kaynağı şüphesiz, Kur'an-ı Kerim’dir. Şöyle bir baktığımızda aslında Kur'an-ı Kerim, kendisinin üzerinde düşünülmesini, anlaşılmasını ve açıklanmasını isteyen, netice de yaşanılır kılınmasına muhataplarına teşvik eden vahiy mahsulü bir kitaptır. Bu gerçek kur’anın birçok ayetinde açıkça zikredilmektedir. İslam'ın ilk üniversitesi masabesinde olan mescitlerin varlığı dikkate alındığında Kur'an-ın anlaşılmasına yönelik ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz. Aslında bütün Kur'an ilimleri,Kur'an-ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde bu ilimlerin ilk başta içiçe geçmiş bir halde bulundukları bir hakikattır.Çünkü hepsi aynı gayeye yönelmişlerdir.Kur'an ilimlerine yönelik tedvin ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur'anın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir ilmi olması pek tabii bir olgu olarak olarak görülüyor.Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varolşlarının gereği olarak ,konusu,amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ,ilmi faaliyetlerin veya oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.İçerik olarak tefsir,tefsir tarihi,hadis,hadis usülü,fıkıh,fıkıh usülü kapsayan bu ilimlere ''beyan'' tabiride ıtlak edilir.Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler,mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez.Dolayısıyla ''İslami'',''dini'veya ''şer'i'' nitelemesi,İslamla veya dinle olduğu anlamında bir nitelemedir.Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.Peygamber'den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp,Hz.Peygamber'den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş tutulmuştur.Bu suretle kelam,mantık da bu ilimler kategorisine dahil edilmiştir.Bu arada yardımcı İslam İlimleri veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına yardımcı olan alanlarda gelişmiştir. Hicri 2.asrın ortalarından önce yaklaşık olarak hicri 143 yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı altında toplanıyordu. Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.Her ilim için kendi içinde litaratürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır.Fakat sonraları, Hadis ehlince,ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı.Fıkıh,kelam ve tefsir terimleri,daha sonraki dönemlerde,bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar.İslami ilimlerin doğuşunu etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktılar.İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde ortaya çıktı ve gelişti diyebiliriz.Neticede kur’an merkezli bu ilmler her biri diğerini tamaladı ve bugün de bu ilimlerden faydalanmanın üst seviyede olması gerektiği insanlığın sorunlarına kur’an ana merkezde olmak üzere İslam ilimleri ışığında çareler aranması gerektiği aşikardır.
Hamdullah kaya ( yüksek lisans öğrencisi )
0 Yorum - Yorum Yaz


    Yüksek Lisans  

    Emrah MERAL

       12912714

                                              TEFSİR TARİHİ[1]                                      

              Kur'ân-ı Kerîm  

Kur'ân-ı Kerîm: Cebrail vasıtasıyla, Hz. Peygamber'e Vahy yolu ile indirilmiş, Mushaflarda yazılmış, tevatürle nakledilmiş, tilavetiyle taabbüd olu­nan, kendine hâs özellikler ihtiva eden Allah Kelâmıdır.

23 yıla yakın peygamberlik müddeti içinde, Hz. Peygamber'e Cebrail vasıta­sıyla İlâhî vahiy mahsulü olarak gelen Kur'ân-ı Kerîm, çok kısa bir zamanda tevhid akidesini yayarak, insanlığı dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmış ve ona iki âlemin saadet yollarını göstermiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'i, bütün mucizelerin üzerine çıkaran en mümeyyiz vasfı, onun, Arap harflerinin bir araya gelmesinden başka bir şey olmayan fasıllar mecmuası oluşudur.

 

      Tefsir Ve Te'vil Kelimelerinin Anlamı

 “Tefsir” ve “Te’vil” lügat yö­nünden anlamlarını tesbit etmek, sonra da ilk devirdeki durumlarını araştırmak lâzım gelir.

Tefsir kelimesi “Fesr veya taklib tarikiyle “Sefr” köklerinden “Tef’il”[2] vezninde bir masdardır. Fesr, beyân etmek, keşfetmek, izhâr etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi mânâlarda kullanılmaktadır. “Fesr” lügatte tabibin hastalığı teşhis için bakmış olduğu az suya denir. Tefsir kelimesinin taklîb tarikiyle türeyebileceğini söylediğimiz “Sefr” kökü, bu kelimenin Araplar arasında, kapalı bir şeyi açmak, ve açmak gibi mânâlarda kullanıldığı görülür.

Tefsir kelimesi ıstılah olarak “Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keş­fetmektir” şeklinde tarif edilir. Kısacası, hakiki tefsir rivayete muhtaç bulunan yani tevkîfi olandır

Tacul-arusda[3] Te'vil “Zahiri mutabık olan mânâyı iki ihtimalden birine hamletmektir”.

Her iki kelime Kur'ân'da tefil babında kullanılmıştır. Tefsir kelimesi sadece bir defa Furkan sûresinin 33, âyetinde geçmektedir Müfessirler buradaki tefsirin mânâ­sını tafsil ve beyân olarak zikretmektedirler.

Te'vil kelimesi ise Kur'ân-ı Kerîm'de 15 âyette geçmektedir. Bazen kelamın te'vili, bazen rü'ya ve ahlâm te'vili, bazen de amellerin te'vili gibi anlamlarda kul­lanılmaktadır

Tefsir ile te'vil arasındaki farkı en güzel belirtenlerden biri şüphesiz Ebû Mansûr el-Maturîdî (ö. 333/994) olmuştur. “Tefsir sahabe içindir, te'vil ise fakihlere aittir. Yani Sahabe hâdise­lere şâhid olup, hakkında Kur'ân nazil olan hususu bildikleri ve gözleriyle bizzat müşahede ettikleri için onlara göre âyetlerin tefsiri, murad olunan şeyin hakika­tiydi. Bu ancak, bilen kimseden işitilen ve müşahede edilen şey gibidir. Tefsir hususunda, Kur'ân'ı kendi re'yleri ile tefsir edenler, ateşdeki yerine hazırlansın, şeklindeki haberden maksad, tefsir ettiği hususun doğruluğuna Allah'ı şâhid getirmesidir. Te'vile gelince, işin sonunun beyanıdır.Te'vilde Allah'ı şâhid göstermek yoktur.

İslâm'ın ilk günlerinde, sahabenin Kur'ân tefsiri hakkında iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Bir kısım sahabe, Kur'ân tefsiri hakkında, söz söylemekten çekinirken, diğerleri ise onu tefsir ediyorlardı. Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu haberde “Bir kimse Kur'ân hakkında bilmeden ilimsiz olarak konuşursa ateşten oturacak yerine hazırlansın”[4] denilmektedir. Hz. Ebû Bekr (ö. 13/634), Hz. Ömer (ö. 23/643) ve Abdullah b. Ömer (ö. 71/690) gibi seçkin sahabe tefsirden çekinmişlerdir. Bir gün Hz. Ebû Bekr'e (r.a) bir âyetin mânâsı sorulduğunda “Allah'ın Kitabı'na dâir bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya bilmediğim halde söylersem, hangi yer beni üzerinde taşır ve hangi semâ beni gölgelendirir” demişti. Hz. Ömer’in de bu işi sıkı tuttuğu görülmek­tedir: “Sabîg adında biri, bir gün Medine'ye gelip Kur'ân'ın müteşâbihatı hakkında, sual soruyormuş. Bunu haber alan Ömer, onu çağırtıp, yaş hurma dalları ile başını kanatıncaya kadar dövmüş, Medine'den memleketine göndermiş, onunla hiç kimsenin görüşmemesini Ebu Musa el-Eş'arî (ö. 44/664) ye emret­mişti”

Tefsir hareketinden çekinme tabiilerden bazılarına da sirayet etmiştir. Me­sela, Said b. el-Müseyyib'e (ö. 94/712), Kur'ân'ın bir âyeti sorulduğunda:

“Biz Kuran hakkında bir şey demeyiz” derdi. Diğer bir haberde, ona Kur'ân'dan bir ayet sorulduğunda:

“Bana Kur'ân'dan sormayın, onu, kendisine bir şey gizli ol­madığını zannedene -İkrime'yi kastederek- sorun,” demiştir. Ubeydullah b. Amr b. Hafs (ö. 147/764) da, Salim b. Abdillah (ö. 106/724) ve el-Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekr (ö. 108/726) hakkında

“Onlar Kur'ân'ı tefsir etmezlerdi”[5] demektedir. Muhammed b. Sirîn (ö. 110/728) Kur'ân'ın bir âyetini Ubeyde es-Selmâni (ö. 72/691 )den sordum;

“Allah'tan sakın, Kur'ân'ın niçin nazil olduğunu bilenler gidip kayboldular, senin için yol budur”[6] demiştir. Bu hareket daha sonrakilere de intikal etmiştir.. Bize kadar ulaşan haberlerde, Hz. Peygamber’in Kur'ân'ı muhataplarına açıkladığı beyân edilmektedir

Kur'ân'ın tefsiri konusunda re'y izharından korkanlar bulunmakla beraber, sahabe ve tabiilerden birçok kimsenin Kur'ân'ı tefsir ile meşgul olduklarını gör­mekteyiz. Mesela, Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652) ve Abdullah b. Abbas (ö. 68/687) gibi müfessir sahâbiler, sûreleri okuyor ve tefsir ediyorlardı[7]. Tefsir ilminde meşhur olan bu iki şahsın, ilk devirde, bildikleri hususlarda konuştukla­rını ve tefsirde ihtiyatlı hareket ettiklerini görmekteyiz

İbn Mes'ud “Ey insanlar, Allah'tan sakının. Bir kimse bir şey biliyorsa, o bildiği şeyi söylesin; eğer bilmiyorsa, o zaman Allah en iyi bilendir desin” demiştir.[8] Bu haberden anlaşılıyor ki, ilk devirde sahabe bildiklerini söylemiş, bilmedikleri hususlarda da bilgimiz yoktur diye itiraf etmişlerdir. Tefsir hususunda bildiklerini söylemeye ve tefsire teşvik eden haberler pek çoktur. Mesela, Ebû Nuaym'ın, İbn Abbas'tan naklettiği bir haberde İbn Abbas “Kur'ân'da vecihler vardır. Onun en iyi vechini yükleniniz”[9], Said b. Cübeyr (ö. 95/713) “Kur'ân'ı okuyup da sonra tefsir etmeyen kimse kör ve A'râbî gibidir”[10], Mücâhid ise “Allah'a mahlukâtının en sevimlisi, inzal edileni (Kur'ân'ı) en iyi bilenlerdir”[11], demektedirler. Buhârî'de, Hz. Peygamber'den nakledilen bir haberde, “Sizin en hayırlınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğreteninizdir”[12] buyurulmaktadır. Buradaki öğrenme ve öğretme mücerret değil, öğretilen şeyle­rin içeriğini bilme manasındadır.

Netice olarak, şunu söyleyebiliriz: İslâm'ın ilk asrında Kur'ân tefsiri denilince, Allah'ın, Peygamber’in ve sahabenin Kur'ân'ı açıklaması ve beyânı akla ge­lmektedir. Bundan dolayı ilk devirlerdeki müfessirler eserlerinde tefsir lafzından ziyade te'vil kelimesini kullanmışlardır. Bunun sebebi, sözlerinin kat'iyet ifade etmemesi ve aynı zamanda tevazularını ifâde etmekti. Meselâ, İbn Kuteybe (ö. 276/889) eserine “Te'vilu Muşkili'l-Kur'ân”, Taberi “Câmiu'l-Beyân an Te'vili'l-Kur'ân”, Maturidî ise “Te'vilâtu'l-Kur'ân” ismini vermiştir.

Bazen, tefsir ve te'vil lafızlarının birbirlerinin yerine kullanıldığı da gö­rülmüştür.

 Tefsir Ve Terceme Arasındaki Fark

Terceme kelimesinin ıstılahtaki mânâsı, “Bir kelâmın mânâsını diğer bir li­sanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir”. Terceme aslî mânâsına ta­mamen mutabık olmak için sarahatte, delalette; icmalde, tafsilde; umumda, hu­susta; ıtlakta, takyitte; kuvvette, isabette, hüsnü edada, üslûbu beyanda, hasılı ilimde, sanatta asıldaki ifadeye eşit olmak iktiza eder

Terceme iki kısımda incele­nebilir.

1- Harfî veya lafzî terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözeti­len veya diğer bir deyimle müradifi müradifinin yerine konması gereken tercemedir.

2- Tefsirî terceme: Nazmında ve terkibinde aslına benzetilmesi gerekmeyen tercemedir. Bu tercemedeki gaye, metindeki mana ve gayelerin güzel bir şe­kilde ifade edilmesidir. Bu tercemeyi yapan kimse, cümlenin delalet ettiği mâ­nâyı diğer dilde de aynı şekilde ifade edecek bir şekilde anlatımda bulunur

Kur'ân-ı Kerîm’in terceme edilebileceğini söyleyenlerin maksadı, onun tefsiri tercemeleridir. Yoksa Kur'ân terceme edilebilir diyenler, asla harfî tercemeyi kastetmemişlerdir. Kur'ân'ın harfî tercemesinin yapılamayacağında İslâm âlimleri icma ile ittifak halindedirler.

 

 

 

HAZRETİ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR

Kıyamet Süresi’nin 17-19 uncu âyetleri Kur'ân'ın, Hz. Peygamber tarafından açıklanacağını ifade et­mektedir. Kur'ân'ın nazil olduğu devirdeki Araplar, ileri bir kültür seviyesinde değillerdi. Yazı sanatı yok denecek kadar az olmakla beraber, belirli vasıfları ihtiva eden sözlü sanatlar ve şiir epeyce ileri durumda idi. Bilhassa konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat ve mecaz, tasrih ve kinaye, îcâz ve itnâb gibi edebî sanaatlar kullanılmakta idi. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ı, ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı.

Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in (s.av) kendisi olmuştur.

1- Kur'ân-ı Kerîm

Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir kaynağı yine Kur'ân'dır.Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele inceleneceği zaman, o mesele ile ala­kalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir. Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa başvurmaya lüzum kalmaz.

2- Hz. Peygamber

Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Peygamber'dir (s.a.v) . O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir

Tebliğ ve tebyinle vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, ilk günden itibaren, muhataplarının anlayamadıkları yerleri lüzumu kadar izah etmiştir.

Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, beşer olarak Kur'ân tefsirinde salâhiyet sahibi olan kişi şüphesiz Hz. Peygamber'dir. O halde Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağı peygamberin sünneti olacaktır. Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder. Bir haberde “Bana kitapla beraber, mislide verildi”denilmektedir[13].

 

                             SAHABE DEVRİNDE TEFSİR

Sahabenin tefsirinin dört kaynağı:

a- Kur'ân-ı Kerîm.

b- Hz. Peygamber.

c- İctihad ve re'y.

d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.

 

Sahabenin Tefsirdeki Metodu

Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Genel olarak sahabenin, ya dil veya dini olarak tefsir yaptıkları gö­rülmektedir. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu. Bazen bu dinî izah tarzları hususî bir anlayış ifade ederken, insanların psikolojik durumları da nazarı dikkate alınıyordu. Bazen sahabe izah etmiş olduğu hususu beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de, sahabenin yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu saygısızlık gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir. Zira Hz. Peygamber’in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy sahibi olan peygamberi dinlemek için konuşmama­larından, sahabenin huzurunda tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir. Mücâhid bir haberinde şöyle demektedir:

“İbn Abbas, Said b. Cübeyr'e,

“Konuş” dedi, Said b. Cübeyr ona,

“Senin huzurunda mı konuşayım?” deyince, İbn Abbas:

“Senin konuşman ve benim de seni dinlemem Allah'ın nimetinden değil mi? Eğer konuşmanda isabet edersen bir şey gerekmez, fakat hata yaparsan (hatanı düzeltir) sana öğretmiş olurum”, demiştir”. Bu haberden anlıyoruz ki, İbn Abbas, huzurunda talebelerinin konuşmasına izin vermekteydi. Sa'id b. Cübeyr bu konuşma izninden sonra, hocasının huzurunda, sual sorana cevap vermiş ve hocası da hatasını düzeltmiştir.

Sahabenin; âyetleri, dil yönünden izahına gelince, daha evvelce söylediğimiz gibi, o devirdeki şahısların kültür durumu birbirlerine nazaran çok değişik olduğu ve Arap yazısının durumu göz önünde bulundurulacak olursa, âyetteki bir mananın veya bir kelimenin anlayışında çeşitli görüşlerin zuhur etmesi anlaşılabilir. Bir sahabî kelimenin mecazi manasını kullanırken, diğeri ise hakiki manasını kullanmıştır. Bazen de kelimelerin iştikakında hata etmişlerdir. Kısacası, sahabenin Kur'ân tefsiri hususundaki kabiliyetleri birbirilerinden farklı idi. Bu tabiî bir haldir. Onların tefsiri Allah elçisinden işitmelerine, âyetlerin sebebi nüzullerine şahit olmalarına ve bir de Allah Teâlanın onlara vermiş olduğu re'y ve içtihad kabiliyetlerine bağlı idi. Sahabenin bilhassa içtihadları ile yaptığı tefsirlerde, bazen aynı sahabenin, bir âyet veya bir kelime hakkında çeşitli görüşler ileri sürdüğünü görmekteyiz. Yani aynı sahabeden gelen görüşler birbirini tutmamaktadır. Bir âyetin dinî veya lugavi bakımdan izahını ya­pan bir sahabînin, başka bir rivayette ise, bir evvelki rivayetten farklı bir şekilde aynı ayeti izah ettiğini müşahede etmekteyiz. Aynı sahabiden, aynı âyet hakkında muhtelif rivayetler olunca, çeşitli sahabeden çeşitli rivayetlerin olması tabii karşılanabilir. Taberi’nin tefsiri bu gibi misallerle doludur. Onlar, Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi, zaman, mekân ve şahsın durumunu nazarı dikkate alarak mı hareket ediyorlardı? Bunun böyle olduğunu düşünebilirsek de, bu gibi haberler genellikle genç olan sahabeden zuhur etmektedir. Onlar, Hz. Peygamber’in vefatından sonra uzun müddet yaşamış, yaşlı sahabe bu âlemden çekildikten sonra, sahabenin bütün yükü bu genç sahabilerin omuzlarına yüklenmişti. İslâm kısa zaman içerisinde çok genişlemiş, bünyesine çeşitli, din, dil, kültür ve örflere sahip insanları katmış, bu sebeble İslâm'ın sosyal yapısında ve görüşlerinde bazı değişiklikler olmuştu. Bu genç sahabiler, İslâm'a yeni giren muhtelif din ve kültür sahiplerinin görüşlerinden yararlanmış ve neticede yeni görüşler ortaya çıkmaya başlamıştı. Müctehid olan bu genç sahabiler (mesela Abâdile) eski görüşlerinden vazgeçip, yeni görüşler serdetmiş olabilirler. Bu gibi ahvalde, isnadda vârid olabilecek hataları da göz önünde bulundurmak gerekir. Bu konuda, vaz edilen uyduma hadislerin varlığını da unutmamak lazımdır. Zaten, Hz. Ömer takip ettiği siyasetle, sahabenin gelişi güzel muhtelif şehirlere dağılmalarını istememiş ve onları bir arada bulunmaya teşvik etmiştir. Hz. Ömer, böylece ileride zuhur edebilecek ihtilaflara mâni olmaya çalışmıştır. Hz. Ömer, Kureyşin ileri gelen muhacirlerinin başka beldelere gitmelerine izin vermemiş, bu gitme işi, ancak izinle veya muayyen bir müddet için olabilmişti. Hz. Osman devrinde, Hz. Ömer’in bu husustaki tedbiri kalkmış, Hz. Osman'dan fazla müsamaha gören sahabe etrafa dağılmış, bir müddet sonra zuhur edecek fitne hareketlerinde mühim rol oynamışlardır.

Sahabe arasındaki kültür farklılığı, ayetleri anlayışta içtihad ve görüş ayrılıkları meydana getirdiği gibi, nakilden doğan ihtilaflar da mühim rol oynamaktaydı. Ayrıca sahabenin kültür ve anlayış seviyelerinin farklı oluşu, bazısının, Hz. Peygamber’in daima yanında bulunmaları, nüzul sebeplerini bilmeleri, örf ve adetleri iyi bilenlerle bilmeyenlerin durumlarındaki farklılıklar, onlar arasında bazı ufak ihtilaflara sebeb olmuştur.

Netice olarak, sahabenin tefsirini şu birkaç maddede özetleyebiliriz:

a- Sahabe asrında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir.

b- Sahabe, Kur'an'ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.

c- Aralarındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nev'i ihtilafıdır.

d- İcmâiî mânâ ile iktifa edilmiştir.

e- Ahkâm ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.

TABİÎLER DEVRİNDE TEFSİR

 Tabiîlerin Tefsirdeki Yeri Ve Metodları

Müslümanlar ilk defa Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam ettirecek kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının menşei ve anayasaları idi. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile karşı karşıya gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır.. Gerek İslamiyete yeni girenleri ve gerekse Müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu hususlar için Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı imkânsızlıklardan dolayı, dini haberler pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş sahipleri aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu.

Bir taraftan Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi “Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Başkanlar, her zaman hüner, sanaat ve bunlarla İlgili olan şeylerle uğraşmaktan çekinmişlerdir” Hele Emeviler devrindeki Arap milliyetçiliği ve Arapların kendilerini idareci olarak görmeleri sebebiyle, ilimle meşguliyet onlar için bir zillet addediliyordu. Kureyş'ten bir zat, Sibeveyh’in Kitab'ını okuyan Attab b. Esid oğullarından bir gence, yazıklar olsun size, ilmi ihtiyaç ve zilletle tahsil etmek, onunla geçinmek istiyorsunuz, demişti.[14] Böylece ilimle iştigal Arapların dışındaki bir gruba intikal etmiş, bunlara da umumi bir isim olarak “Mevali” denmiştir. Bu grubun ilim hareketlerindeki rolü küçümsenemeyecek kadar mühimdir. Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan ekseriya Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir ki, bunların çoğu mevali idi.

Tefsirde temayüz eden İkrime, İbn Abbas'ın; Ata b. Ebi Rabah (ö. 115/733) Benü Fihr’in; Ebu'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim (ö. 128/745) Hakim b. Hizam'ın mevlâsı idi. Kufe'de Sa'id b. Cübeyr (ö. 94/713) Benu Valibe mevlâsı; Basra'da, el-Hasen b. Yesar (ö. 110/ 728) Zeyd b. Sabit’in mevlâsı idi. Mu'cemu'i-Buldan sahibi Yakut el-Hamevi, Horasan maddesinde, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den şöyle bir haber nakletmektedir: “Abadile (İbn Abbas, İbnu'z-Zübeyr, Abdullah b. Amr b. el-As, İbn Ömer) vefat ettikten sonra fıkıh, bütün beldelerde mevalide idi. Mekke ehlinin fakihi Ata b. Ebi Rabah, Yemen ehlinin Tavus (ö. 106/724), Yemame ehlinin Yahya b. Ebi Kesir (ö. 129/746), Basra ehlinin el-Hasen el-Basri, Küfe ehlinin İbrahim en-Nehai (ö. 95/713-14) Şam ehlinin Mekhul (ö. 113/ 731), Horasan ehlinin fakihi ise Ata el-Horasani (ö. 133/750) idi ki, bunların hepsi mevali idiler. Bu arada yalnız Medine ehlinin fakihi olan Sa'id b. el-Müseyyeb, Kureyş'tendi”.[15]

Mevali dediğimiz bu kişiler, bu lafzı hangi sebeplerle alırlarsa alsınlar, onların daha önce, yani İslamiyet'e intisab etmeden evvel bir dinleri ve kültürleri vardı. Müslüman olunca, eski din ve kültürlerinin tesiri altında kalarak, Islamiyeti Araplardan başka şekilde anlamışlardır. Bu anlayış farkı yüzünden tefsirde mühim hareketler meydana gelmeye başlamıştır. Tabiiler de tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat et­mişlerdi.

Re'y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıklarını teyid için, Kur'ân'daki tedebbür ayetlerine ve Hz. Peygamberin sözlerine istinad ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak olsaydı, bugünkü dini ahkamın pek çoğunun batıl olması lazım gelirdi. Kur'ân'ı re'y ile tefsir edenler, şöyle bir yol takip etmişlerdir: Onlar Kur'ân'dan manalar taleb ediyorlar, eğer onu Kur'ân'da bulamazlarsa, sünnete müracaat ediyorlar veya sebebi nüzule şahid olan sahabeye soruyorlardı. Eğer talep ettikleri manayı Kur'ân'da, sünnette ve sahabede bulamıyorlarsa, o zaman müfred lafızların, Hz. Peygamber zamanındaki kullanılışı nazari dikkate alınarak, lügat iştikak ve sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka, terkiblerin i'rabı, belâgati hakiki mananın mecaza hamli, kelâmın siyakı yapılan re'y ile tefsirin içtimaiyat tarih ve kainat kanunlarına mutabakatı, yapılan izah tar­zının, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine uygunluğunu göz önünde bulun­duruyorlardı.

Tabiîler devrinde tefsire pek çok İsrâilîyat ve nasraniyat girmiştir. Bunun sebebi de pek çok kitap ehlinin İslâm'a girişidir. Şer'î hükümlerle alakası olma­yan, mahlûkatın, kâinatın yaratılışı; varlığın sırları ve pek çok kıssalar, onların zihinlerinde mevcûd idi. Kur'ân, Yahudi ve Hıristiyanlara ait hâdiselerden mücmel olarak bahsederken, bu hâdiselerin tafsilatı hususunda nefisler de meyil gösteriyordu. Bu durumun uygulanışı tabiiler devrinde uygun bir zemin bulmuş oldu. Bu gibi tafsilat genellikle Ka'bu'l-Ahbâr, Vehb b. Münebbih ve Abdülmelik b. Cüreyc gibi ehli kitaptan Müslüman olan kişilerden zuhur ediyordu. Hiç şüphe yoktur ki, tefsirde İsrâiliyata müracaat etme gibi bir husus, tabiiler devrinde başlamıştır.

 

                          TABİÎLER DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR HAREKETLERİ

Rivayetle başlamış olan tefsir ilmi, tedvin edilinceye kadar rivayetle devam etmiştir. Bu bakımdan ilk asırlarda bu ilmi, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. İslâmiyet’in başlangıcında hadis ilmi bütün dîni maârife şâmildi. Eğer tefsir ilmi sadece rivayete dayanıp kalmış olsaydı, onu hadis ilminin bir cüz'ü olarak düşünebilirdik. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında dirayet tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz.

Tefsir hareketinin ilk merhalesi olarak Hz. Peygamber ve ashabının tefsir anlayışını kabul edersek, tefsirde çeşitli âlimlerin rol oynadığı tabiiler devrini de ikinci merhale olarak görebiliriz. Bu devrenin hemen akabinde başlayan tedvin hareketi ise tefsirde çeşitli yönler belirmeye başlamıştır ki bu devre de tefsirin üçüncü merhalesini teşkil eder.

Kur'ân'ı bir bütün olarak baştan sona kadar tefsir eden ilk müfessir Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767) dır. Onun, bugün elimizde yazma olarak bulunan tam bir Kur'ân tefsiri mevcuttur.

Mücâhid'den gelen bir rivayete göre o, İbn Abbas'a Kur'ân tefsirinden ve yanındaki levhalardan soruyor ve İbn Abbas ona “yaz” diyordu. Bu iş, tefsirin tümünü soruncaya kadar devam etti,[16] demektedir. Yine bu hususu teyid edici mahiyette, Mücâhid her âyet üzerinde durarak ve ona sorarak, Kur'ân'ı baştan sona kadar üç kere İbn Abbas'a arzettiğini söylemektedir.[17] Hicretin 86/705 senesinde vefat eden Emevi hükümdarı Abdülmelik b. Mervân'ın, Sa'id b. Cübeyr'den bir tefsir yazmasını istediği ve Sa'id’in de ona bir tefsir yazdığı bilinen bir husustur. Atâ b. Dinar bu tefsire muttali olmuş ve Sa'id'den semâ olmaksızın onu kitaptan almıştır.

Şüphesiz tefsir ilmi rivayetle başlamış, hadisçiler, Hz. Peygamber ve sahabeden naklettikleri tefsire âit hadisleri, toplamış oldukları mecmualarının içinde müstakil bablar halinde göstermeye başlamış ve çok kısa bir müddet içerisinde de, tefsirde müstakil te'lifler yapılmaya başlanmıştır.

                                              

                                               

 

 

                                          

                                           

                                         

 

 

 

                                             FIKIH TARİHİ

 

     Fıkh'ın sözlük anlamı: anlamak, kavramak demektir. Terim olarak da eski İslam hukuk sistemine denir. Fıkıh: şer'i delillerden istinbat olunan delillerin hey'eti mecmuasıdır. İmam-ı A'zam'a göre fıkıh : kişinin lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesidir.

     Mecellede ise: "mesail-i Şer'iyye-i ameliyye'yi bilmektir diye tarif edilmiştir.

Ameli ve fer'i meselelerin hükümlerinin, tafsili delillerden istinbat edilmesine de usul-ı fıkıh denir.

     İslam hukukçuları fıkhın geçirdiği devirleri 6 kısma ayırmışlardır.

1-   Vahiy devri: Rasülüllah (S.A.V) dönemidir ki, bu devirde teşrî, Kur'an ve Sünnet'e dayanır.

2-    Sahabe devri: dört halife zamanını kapsar. Bu devirde de fıkhın kaynağı Kitap ve sünnetle birlikte ashabın ictihatları ve icma da delil olarak kullanılmaya başlanmıştır.

3-   Tabiîn devri: Alimler, muhtelif şehirlere dağılmış, Müslümanlar siyasi guruplara ayrılmış örf ve adetin de tesiriyle ihtilaflar baş göstermiştir. Naslardan hüküm istinbat etme usulü teşekkül etmiştir. Uydurma hadis rivayeti ortaya çıkmıştır. Ulema ehl-i hadis ve ehl-i re'y olarak iki gruba ayrılmıştır.

4-   İçtihatlar devri: Hicri 100-350/ milâdi 718-960yılları arasındaki devirdir.  Müctehitler devridir. Kur'an-ı Kerim'in kıratına, tefsirine büyük önem verilmiştir. Hadisler yazılmış, usul-ı fıkıh ve ictihat kuralları tesis edilmiştir. Ana kaynak olan kitaplar yazılmıştır.

5-   Taklid devri:  H 350-656/ M 960-1258 yılları arasındaki devirdir. Mezhepler yayılmaya başlamış,mezhep taraftarlığı ve taklit artmıştır. Ta'lil-i ahkam (daha önceki alimlerin vermiş olduğu hükümlerin sebeplerini araştırmak)'la uğraşılmıştır.

6-   Durgunluk devri: (Son devir) ulema arasında bağlar kopmuş , her ülke kendi derdine düşmüştür.

Bu şartlar altında fıkıh duraklamıştır. Ancak günümüzde İslam aleminde, her sahada olduğu gibi fıkıh sahasında da bir canlanma ve çalışma başlamıştır.

       Ahkâmın vaz'ı ve teşrii hicretten sonra başlamıştır. Hicretten önce teşrii edilenler akideye dairdir. Zaten 6236 ayette ahkâma dair olanlar 200 veya 330 kadardır. Çoğu akideye dairdir. Medine'ye hicretten sonra ahkâm teşrii edilmeye başlandı. Fert ve cemiyet olarak insanlar için  dini hükümler kondu. Mekke'de inen ayetler akâide dair olduğu halde Medine de inenler ise ;ibadet, muamelat, cihat, nikah, miras,yemin, vasiyet, dava, ve ukubât gibi ahkama dair ayetleri ihtiva eder.

        Bu devirde teşrî vahy yoluyladır. Vuku bulan olayları ele alır. Olmamış olayları farzederek hüküm vermek yani takdiri fıkıh yoktur.[18]

 

Ahkâm ile ilgili ve teşrii denilen âyetler genellikle İslâm toplumunda vu­ku bulan olaylara cevap olarak Peygambere inerdi. Bu olaylar esbabı nüzul olarak adlandırılırdı. Birçok müfessirler bu olaylara önem vererek buna dair kitaplar yazdılar ve Kur'ân-ı Kerim'in yüce manasının anlaşılmasına bu olay­ları temel kıldılar. Bazen de mü'minler tarafından Resûlüllah'a sorulan sorulara cevap olmak üzere inerdi. Bu iki durum dışında teşrii âyetlerin inmesi nâdirdir.

 

 

 Mekkî âyetler Kur'an-i Kerim'in 19/30 unu teşkil eder. Kalan 11/30 unu ise Medenî âyetler meydana getirir.

Medenî sûreler:

Bakara, Al-i îmran, Nisa, Mâide, Enfâl, Tevbe, Hacc, Nur, Ahzâb, Kıtal, Feth, Hucurat, Hadîd, Mücadele, Haşr, Mümtehıne, Saff, Cuma, Münâfikun, Tegabün, Talak, Tahrîra ve Nasr olmak üzere 23 sûredir. Kalan 91 sûre de Mekkîdir.

 

Mekki Ve Medenî Âyetlerin Özellikleri

Gerek Mekkî ve gerekse Medenî âyetlerde bulunan özellikleri bilen okuyucular, hangi âyetin Mekkî ve hangi âyetin Medenî olduğunu bile­bilirler.

1. Mekkî âyetler umumiyetle kısa, Medenî âyetler ise uzundur.

Medenî sûrelerin toplamı Kur'ân-ı Kerim'in 11/30 unu teşkil eder. Bu sûrelerdeki âyetlerin sayısı ise i 456 adet olup, toplam âyetlerin 1/4 ünden biraz fazladır. Bununla Medenî âyetlerin daha uzun olduğu anlaşılır.

Bu özelliği taşımayan âyetlere nadiren rastlanır.

2. Medenî âyetlerde genellikle hitap «Ey iman edenler» şeklinde olup, nadiren «Ey nas tâbirine rastlanır. Mekkî âyetlerdeki hitap şekli ise tamamen bunun aksinedir. Yani genellikle  Ey nas diye hitap edilir. Mekkî sûrelerde «Ey iman edenler» tâbirine rastlayamıyoruz. Fakat Medenî sûrelerde «Ey nas» hitabına yedi yerde rastlanır.

1) Bakara 21, 2) Bakara 168, 3) Nisa 1, 4) Nisa 133, 5) Nisa 1V0, 6) Ni­sa 174, 7) Hucurat 13.

3. Mekkî âyetler lslâmiyetin ilk amacı durumunda olan; Tevhid, Cenab-ı Allah'ın varlığını ishatlayan deliller, azabından korkutma, âhiret gününün va­sıflandırıl ması ve korkunç durumları ile nimeJeri ve Peygamberin, ikmali için gönderildiği güzel ahlâka teşvik konularını işler. Ayrıca geçmiş peygamberlere muhalefet eden muasır milletlerin uğramış oldukları vahim akıbetleri ibret ve­rici dersler mahiyetinde zikreder.

Ahkâmla ilgili âyetlerin çoğu Medenîdir.

Kur'ân'da bulunan konular üç grup halinde düşünülebilir.

1.Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe iman­la ilgili âyetler. Bunlar usulü din ve kelâm ilmî konularıdır.

2.Duygu, düşünce, niyet ile durum ve davranışlara ilişkin îslâmî ahlâk kurallarına teşvik edici mahiyetteki âyetler. Bunlar ahlâk ilmi bahisleridir.

3. Emirler, nehiler, mubah gibi mükellefin fiilleri ile ilgili âyetler. Bun­lar fıkıh konularıdır.[19]

Peygamber döneminde (kurumlaşmış şekilde) hukuk bilimi diye bir bilim dalı yoktu. Peygamber daha sonraki hukuk teorisin­de sunulduğu gibi emirleri, vacip (amir), mendup (onaylanmış), haram (yasak), mekruh (uygun görülmeyen) ve mubah (serbest), şeklinde bir derecelendirmeye tabi tutmamıştı. Fillerin bu şekilde tasnifi Kur’an'ın değişik cüzleri, Peygamber'in muhtelif hadisleri, sahabenin ve ilk müslümanların uygulamaları üzerinde çalışan hukukçuların çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır.  Fakihlere göre her fiil bu beş kategorinin birine dahildir. Fakat Peygamber ha­yatta iken sahabe İçin durum böyle değildi. Onlar için tek ideal (örnek model) Peygamber'in davranışıydı. Onlar abdest almayı, namaz kılmayı, haccı ve diğerlerini, bizzat onun emirleri doğrultu­sunda Peygamber'in şeklî fillerini gözlemleyerek öğrendiler. An­cak onlar bu fillerin hangi kısımlarının fiilin rüknü, hangi kısımları­nın da âdabı oluşturduğu hakkında düşünmediler. Zaman za­man Peygambere karar vermesi için davalar geliyordu. O, bir hususta karar verdiği zaman etrafında bulunan insanlar sırf te­orik amaçlar için spesifik hukukî noktaları sormadılar. Onlar, onun hükmünü benzer durumlara aynı kararların uygulanabile­ceği bir model olarak kabul ettiler.

Kuşkusuz, Kur'an'dan öğrendiğimize göre sahabe ara sıra Peygamber'e belli bazı önemli meselelere ilişkin sorular soruyor­lardı,[20] Hz. Peygamber de onlara uygun cevaplar veriyordu. Görü­nen o ki, Hz. Peygamber hayatta iken insanlar hükümlerin ince ay­rıntılarıyla veya gereksiz felsefî tartışmalarla ilgilenmediler. Kur'an'da görüleceği üzere, genellikle sahabe Peygamber'e sınırlı, sayıda soru yöneltmiştir. Bir defasında bazı kimseler ona gerek­siz soru sorunca Kur'an onları böyle yapmaktan sakınmalarını is­temiştir.[21] Sonuç olarak sünnet icraî özellikte çoğunlukla genel emir­ler olarak kalmış ilk dönem müslümanlar tarafından farklı şekiller­de yorumlanmıştır. İnsanlar Peygamber döneminde dahi pek çok meselenin detaylarını bilmiyorlardı.[22] Elbette Peygamber kesin kurallar ortaya koydu, ancak fakihler bunların detaylarına inerek ayrıntılarını ortaya koydular. Peygamber tarafından beyan edilen kaidelerin tefsir yoluyla ilave açıklamaların yapılmasının sebebi bizzat Peygamber'in kendisinin beyan ettiği emirlerinde müsa­maha göstermesidir. O, pek çok meseleyi şartlara göre karara bağlanması için toplumun takdirine bırakmıştır.

İslâm'ın ilk günlerinde hukukun tatbiki daha sonraki dönem­lerde olduğu gibi çok sert ve katı değildi. Pek çok konuda aynı, veya farklı hatta birbiriyle tezat olan hukuk kurallarına delile da­yalı olması şartıyla müsamaha gösterilmiştir. Durumun böyle ol­duğu Peygamber'in vefatından sonra ashabın ihtilaflarından ve ilk hukukçuların uygulamalarından anlaşılır. Adeta Peygamber genel türde emirler vererek veya aynı zamanda yapılan iki zıt fiili geçerli sayarak ihtilaflar için geniş bir saha sağlamıştır. Çünkü bu dönem, Peygamber'in farklı durumlarda sağduyu ve insan aklının çalıştırılması için elverişli ortamlar sağlamayı amaç­ladığı, gelecek nesiller için model davranışların gelişmekte oldu­ğu bir dönemdi. Eğer Peygamber her problem için ilk ve son ola­rak çözümler vaz etmiş olsaydı (bu İslâm davası için mücadele gibi acil durumlar muvacehesindeki onun için mümkün değildi) gelecek nesiller aklın kullanılmasından, zamanın yorumlanması­na göre hukuku şekillendirmekten mahrum kalmış olacaklardı. Peygamber döneminde iki kişinin aynı mesele hakkında farklı iki yol gütmeleri mümkündü. Bu fikrimizi desteklemek için bir örnek verebiliriz. Benî Kurayza savaşı nedeniyle Peygamber bazı sa­habeleri düşman topraklarına gönderdi ve onlardan ikindi nama­zını hedefe ulaştıktan sonra kılmalarını istedi. Fakat öyle oldu ki ikindi vakti yolda iken girdi. Bunun üzerine ashabın bir kısmı Pey­gamber namazı geciktirmemizi kastetmedi argümanıyla namazla­rını kıldılar, diğer taraftan bir kısmı da Peygamber'in emrini lafzen kabul etmeleri gerektiği kanaati ile namazlarını akşam karanlığın­da hedefe vardıktan sonra kıldılar. Olay Peygamber'e haber ve­rildiğinde sessiz kaldı. Sahabe bunu her iki grubun filleri için takrirî bir tasvip olarak kabul etti. Her iki grup sahabenin yapmış oldukları meşru olmasaydı Peygamber'in işaret ederek bu duru­mu düzelttiği söz konusu edilirdi.

Bu örnek bize Peygamber'in bir prensip ortaya koyarken ön­celikle fiilin şeklini değil, fiilin değer ve ruhunu göz önünde bu­lundurduğunu gösterir. Bu olayda önemli olan ilahi emirlere ita­attir. Burada birinci grup Peygamber'in sözünü literal biçimde alarak ikindi namazını akşam namazı vaktinde kılmış ikinci grup­ta, emrin ruhuna uyarak İkindi namazını vaktinde kılmış böylece her iki gurupta Allah'a itaatlerini göstermiş oldular. Şu önemli noktaya dikkat çekmeliyiz: Kastedilen tek başına emrin lafzı değil, Allah'a ve Peygambere bağlılığı tesis eden niyet ile emir­lerin altında yatan gerçek mâna ve ruhtur. Bu da insanların yo­rumlara dayanarak itaatin şeklinde farklılaşabileceklerine delalet eder. Bundan dolayı hukukçular arasında fıkhî ihtilaflar ortaya çıkmıştır.

Sahabe, Peygamberin vefatından sonra, İslâm dünyasının değişik bölgelerine dağıldı. Birçoğu da dinde ve ilimde ileri gelen şahsiyetler oldular. Kendi bölgelerindeki insanlar değişik prob­lemlere ilişkin hükümler vermeleri için onlara müracaat ettiler. Onlar da bazen, Peygamber'den akıllarında kalanlar ve öğren­diklerine bazen de Kur'an ve sünnetten anladıklarına göre hü­küm verdiler. Sahâbiler çoğunlukla Peygamber'in hüküm verme­sine neden olan şer'î değere bakarak bir görüş ortaya koymuş­lardır.[23] [24]

                                                

 

                                                    HADİS TARİHİ[25]

 

Hadîsin lügat ve ıstılah manâsı

 

Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği ma­nâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden kadim (eski) in zıddı cedİd (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. "Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nere­deyse kendini mahvedeceksin"[26] mealindeki Kur'ân âyetinde gördüğümüz "hadîs" kelimesi, söz veya haber manâsında kullanılmış ve bununla Kur'ânı Kerîm kastedilmiştir.[27] Bir başka âyette ise, bu kelimenin müştakki olan bir fiil, "haber ver", "tebliğ et" manâsında kullanılmıştır: "Rabbraın nimetlerini de tahdîs et (haber ver)' [28]

Daha sonraları, kelimenin istimalinde bazı inkişaflar görülmüş, umumî manâsında her hangi bir değişiklik olmamakla beraber, dinî çevrelerde haber nevilerine ıtlak olunan hususî bir manâ kazanmıştır. İbn Mes'üd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açıkça görülür: "Muhakkak kî sözün en gü­zeli Allah'ın Kitabıdır."

Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle Hazreti Peygamberin öz­lerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında yine aynı manâda kul­lanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre, usûl ulemasının tarifinde hadis»

Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur; bu bakımdan kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin müradifidir. Bazı hadîs uleması ise, hadis lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tâbiûndan nakledilen mevfkuf ve maktu haberlere de ıtlak etmişlerdir; buna göre kelimenin ifade ettiği manâ, haber kelimesiyle kastolunan manânın müra­difidir. Bu manâ içerisinde Hazreti Peygamberin, peygamberlikten önceki sözleri de mündemiçtir. Bazıları da, hadisi yalnız Hazreti Peygamberin söz­lerine tahsis etmişler, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadisle haber arasında belirli bir farkın mevcudiyeti kolayca anlaşılır. Nitekim Hazreti Peygamberin hadîsleriyle meşgul olanlara muhaddis denildiği halde, başkalarından gelen tarih, kısas ve benzeri nakillerle uğra­şanlara da ahbâri denilmiştir.

Hadîsin tarifiyle ilgili bu görüşler ne kadar değişik bir mahiyet arzederse etsinler, şurası muhakkaktır ki, hadis denildiği zaman, daima hazreti Peygam­berden nakledilen bir söz, yahut bir fiil, yahutta bir takrir akla gelmiştir. Bu bakımdan hadisin, söz, fiil ve takrirden ibaret olan sünnetin müradifi olması keyfiyeti, bu konuda kuvvet kazanan başlıca manâ olarak tezahür etmiştir. Şurasını da hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, hadîsin, sünnetin müradifi olarak kazanmış olduğu bu manânın tarihi, Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu devreye kadar iner. Meselâ meşhur sahabî Ebü Hureyre tarafından sorulan bir soruya Hazreti Peygamberin vermiş olduğu cevapta geçen hadis kelimesi, bunun en açık delilini teşkil eder. Ebü Hureyre bu sualinde şöyle demiştir: "Kıyamet günü senin şefaatine nail olacak en mes'ûd kimse kimdir, yâ Rasûla'llah?". Hazreti Peygamber, Ebü Hureyre'nın bu suâline şu cevabı vermiştir: "Senin hadîse karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadîs hakkında hiç kimsenin bana senden evvel sual sormayacağını tahmin ediyor­dum. Kıyamet günü benim şefaatime nâil olacak en mes'ûd kimse Lâ İlahe İllallah diyen kimsedir" [29]

Hadîs tarihinde, hadîse karşı büyük tutkusuyla şöhret kazanan Ebu Hureyre'nın bu tutkusu bizzat Hazreti Peygamber tarafından te'yid edilirken, hadis lafzının her hangi bir izahtan uzak olarak zikredilmesi, onun, Hazre­ti Peygambere hâs manâyı daha islâm'ın ilk günlerinde kazanmış olduğunun en açık delilidir.

Keza bazı sahabenin Hz. Peygambere başvurarak hadîs yazmak için izin istemeleri yahut işittikleri hadîsleri hıfzedemediklerini söyleyerek ha­fızalarından şikâyet eden bazı sahabeye, Hazreti Peygamberin hadîs yaz­maları tavsiyesinde bulunması[30] ile ilgili haberlerde, hadîs lafzının delâlet ettiği manâ, biraz önce işaret ettiğimiz manânın aynıdır; yani hadîs: Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen sünnetin hiç bir tered­düde mahal bırakmayacak kadar kusursuz, tam bir karşılığıdır.

 

 Hadisin değeri

 

Hadîsin sünnete müradif bir manâya sahip olarak sahabe devrinde ve müteakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse, İslâm Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve Dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktır. Çünkü İslâm teşriinde sün­netin, Kitap (Kur'ân)dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği, bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır. Bu bakımdan, onun fıkıh uleması yönünden islâm teşriindeki değeri, bîr bakıma, hadisin aynı sahada sahip olduğu değer manasındadır. Bu değer, Hazreti Peygamberin rîsalet göreviyle birlikte or­taya çıkmış ve yine bu görevin değeri nisbetinde yükseklik kazanmıstır. Hadişin kazandığı bu yüksek değeri tesbit edebilmek için, Hz. Peygamberin risalet görevini ve bu görevin ehemmiyet derecesini daima göz önünde bulun­durmak lâzımdır.

Hz. Peygamberin görevi, genel manada ve İslâm'ın koyduğu pren­sipler çerçevesi içinde, insanları tek Allah inancına davetten ibarettir. Bir bakıma bu görev, kendisinden önce gelmiş geçmiş peygamberlerin görevlerin­den farklı değildir. Bununla beraber görevin yürütülüşü yönünden diğerlerinden ayrılan pek çok noktaları bulunduğuna da şüphe yoktur. Bu ayrılığın mühim bir kısmı, ona inzal olunan Kur'ân cihetinden gelir. Filhakika Allah Ta'âlâ, Hazreti Peygamberi, Kur'an-ı Kerîm'i tebliğ etmekle görevlendirmiş ve bu hususta ona şu emri vermiştir:

"Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer (bunu) yap­mazsan O'nun peygamberliğini yapmamış olursun"[31].  Bu açık emirden an­laşıldığına göre, Hazreti Peygambere tevdi olunan tebliğ görevinin taalluku, kendisine inzal olunan Kur'âm Kerimin insanlara duyurulması veya öğretil­mesi ve dolayısıyle onların, Kur'ânm emir ve nehiylerine uymalarının sağ­lanmasıdır. Çünkü Kur'ân dinin esasıdır ve dinin hayatiyyeti, ancak, onun getirdiği emir ve nehiylere ittiba etmek suretiyle gerçekleşir.

      SONUÇ

Mücmelen özetini yapmaya çalıştığımız tefsir, fıkıh ve hadis tarihlerinde görülen ortak nokta bu ilimlerin asılda (asr-ı saadette) bir bütünlük teşkil etmesidir. Daha sonraki dönemlerde furuâta gidilerek ayrıştığını görmekteyiz. Tefsir tarihinde kaynak olarak gösterilen bir rivayeti aynı zamanda hadis ve fıkıh'ta da görmekteyiz.

İbn-i Abbas olsun diğer sahabiler olsun, tefsir dersi verirken aynı zamanda fıkıhla alakalı, hadisle alakalı sorulara da cevap vermiş hiç birinden benim alanım değil diye ictinab etmemiştir. Zira o dönemde fıkıh ilmi, hadis ilmi, tefsir ilmi gibi bir tasnif yoktu. Sadece belki "din ilmi" diyebileceğimiz Kur'an-ı ve İslam'ı bir bütün olarak anlama vardı.

  Mesela, Hanefilerin medarı alan Abdullah ibn-i Mes'ud (r.a) fıkhı çok iyi bilirdi ama tefsirde veya hadiste bilgisi yoktu demek o dönem için ne kadar yersiz olurdu. Allah (c.c), o büyük zatların yolunda yürüyerek okuyup okutmayı hayatına şiar edinen kullarından eylesin. Neticesinde de hocalarımızla, talebelerimizle rızasını kazanmaya muvaffak eylesin…(âmin)

 



[1] CERRAHOĞLU, İsmail, TEFSİR TARİHİ

[2] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab

[3]  III. 470, VII. 215.

[4] Tirmizî, Sünen, Mısır 1385/1965, V 199; İbn Hanbel, Müsned, Mısır 1313, I. 269; Tefsiru't-Taberi (yeni), I, 77; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kurâni'l-Azîm, Kahire 1373 I 5

[5] Tabakâtu İbn Sa'd, IV. 184, V. 139, 148.

[6] Tefsiru't-Taberi (yeni) I. 86; Tefsiru İbn Kesir, I. 6.

[7] Tefsiru't-Taberi 1.81

[8] Sahihu'l-Buhâri, VI. 142-143

[9] Tefsiru'l-Kâsımî, I. 10.

[10] Tefsirut-Taberi (yeni) I. 81

[11] el-Kurtubî, el-Câmili Ahkâmi'l-Kur'ân, Mısır 1369, I. 26

[12] Sahihu't-Buhârî, VI. 236

[13] Mukaddime fi Usûli't-Tefsir, s. 25; Tefsiru'l-Kurtubi, I. 38.

[14] el-Cahız, el-Beyan ve't-Tebyin, Kahire 1367, 1. 402

[15] Mu'cemu'l-Buldan, II. 354

[16] Tefsiru’t-Taberi, 1.40

[17] Tefsiru’t-Taberi, 1.40; Tehzib, X. 43

[18] Osman KESKİOĞLU,  Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, (D.İ.B yayınları 2003 6. baskı)

[19] Muhammed el-Hudari, İslam Hukuku Tarihi, Kahraman Yayınları

[20] Kur'an,2:189

[21] Kur'an, 5:101.

Ebû Yusuf, Hz. Ömer'in dahi bazı meselelerde Peygamberden gelen detaylı bil­gileri bilmediğine dair birkaç örnek nakleder. Bu sebeple Ömer'in insanlara danıştığı rivayet olunur. Bkz. Kitabu'l-Harac, Kahire, 1332,13,20,25,106. [22]

[23] İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi Ahmet Hasan. Rağbet yayınları

 [25] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, HADİS TARİHİ, Türkiye, Diyanet Vakfı Yayınları

[26] Kehf süresi, 6.

[27] Tefsirül, Celaleyn II. 2.

[28] Duha süresi, 11.

[29] El-Buhari,  I. 33. 

[31] Maide süresi, 70


0 Yorum - Yorum Yaz



Ramazan  Koç -12912727
 
 Usûl,kelime anlamı olarak herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar şeklinde tarif edilir.islami ilimlerde-hadis,tefsir ve fıkıh-usûl kavramı ise ayet ve hadisleri yorumlayabilmemiz ve çıkartımlarda bulunabilmemiz için ortaya konulan esas ve metodlardır.şimdi de kısaca konumuz olan hadis,tefsir,fıkıh usullerinin aslında bir bütünün parçaları olduğunu izah edebilmek için şöyle devam edelim. Tefsir usûl'ü,Kur'an'ın âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve kur'an'ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır.Bunu yaparken hadis ilminden yararlanır.Şöyle ki Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı” bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının sayılarını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da:
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur.Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına:“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.” buyurmuştur. Ana kaynağı Kur’an olan fıkıh da, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur’an’ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde yapılan yorumlar fıkhî hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar.Gazali'nin şu örneği de "Hırsızlık yapan erkek ve kadın.."(maide 5:38) ayeti,bir kalkanın çalınması ya da safvan'ın elbisesinin çalınması üzerine inmiştir."Ancak bu ayet umum ifade etmektedir.Bu ayetle ilgili yorumlar geliştirmek durumunda olan disiplinlerden Tefsir,ayetin ilk muhatablarca nasıl anlaşıldığını ortaya koymak amacıyla onun tarihsel varlığı ile ilgili bütün bağları tesbit için linguistik,gramatik,sebeb-i nüzul ve kraat bilgilerini aktarırken,fıkıh disiplini ise söz konusu ayete dayanarak ve onun yanısıra tabiki diğer kaynaklara yeni bir hırsızlık durumu için kuralsal bir sonuç üretmektedir.Aynı zamanda ibn-i Abbas  ın kapısında sorusuna cevap bulmak için devrini bekleyen ve kimisinin fıkıhtan ve kimisinin de hadisten,kıraatten.tefsirden ve diğer konulardan tasauletlerinin olduğu rivayeti bize bu ilimlerin bütünlüğü,önemi ve taliminin ilim talebesi için elzem olduğunu söylüyor.

 

Kaynaklar

Ali Karataş-Tefsir,Hadis ve Fıkıh Usulu,Mezhepler Ve İslam Tarihi

Prof.Dr.Mehmet Pacacı-Çağdaş Dönemde Kur'an Ve Tefsire Ne Oldu?


0 Yorum - Yorum Yaz

5. ve 6. Ünite    16.05.2013

5.ünite

Tarih içinde tefsir ve tefsir eğilimleri

Kur'anın olduğu yerde anlama açıklama ve yorumlama faliyeti kendiliğinden ortaya çıkmıştır.Kutsal kitabların yanında edebi,felsefi,ilmi eserlerde tefsir edilmiştir.Tefsir fıkıh,kelam,tasavvuf, ahlak vb. Olduğu gibi islam sanat ve mimarisinde şehirçiliğinde de Kur'anın tefsiri görülmektedir.Hepsi açıklanıp yorumlanılmaktadır.

İLK DÖNEM TEFSİRİ

İlk dönem tefsiri peygamberimizin tefsiriyle başlamıştır.Hz. peygamber sahabelerin anlamadıkları ayetleri sormaları ile tefsir etmektedir. Bazı durumlarda da doğrudan kendisi her hangi bir ayetle ilgili açıklamalar yapardı. Hz. Peygamber kur'anın bütün  ayetlerini tefsir etmediklerini söyleyenler vardı. Hz. Muhammed kur'anın çoğunu tefsir etmiştir. Kur'anın bütün ayetlerini tefsir etmediğini söyleyen kişilerin rivayetleri bizlerekadar ulaşmadığından, bu görüşleri gerçekçi bulunmamaktadır.

Sahabe Dönemi  Tefsiri

Hz. Peygamberin vefatından sonra kur'anı açıklama işiyle öne çıkmış sahabiler meşgul olmuşlardır. Kur'anın ayetlerinin hangi olay,konu,kimler hakkında, hangi sebep ve maksatla indirildiğini bilirler. Sahabiler kur'an'daki garip kelimeleri dil açısından şiirle istdişhat etmişlerdir. Kur'an kıssalarının açiklanmasından  yahudi ve hiristiyan kültüründen de yararlanıyorlardı. Buna da israiliyat adı verilir.

Tabiun Dönemi Tefsiri

Sahabe döneminden sonra kur'an tefsiriyle ilgilenmişlerdir.petgamberin ölümünden sonra fetihlerle devletin sınırları genişlemiştir. Tabiun dönemi tefsirleri sahabilerin bilgi ve tecrübelerinden önemli ölçüde yaralanmışlardır.Tabilerin  görüş ve açıklamaları rivayet tefsirlerinin gövdesini oluşturur.

Tefsirin Tedvini

Kur'an tefsirinin yazılı belgelerin İbn Abbas'la başlamıştır.ibn Abbas'la başlayan bu süreç Tabiun müfessirlerince devam etmiştir.ilk müfesirler hem kendilerinden önce ki tefsire dair açıklamaları hemde kendi bakış açılarını yansıtan eserler vermeye başlamışlardır.

Kaynak Ve Yöntem Tercihleri Çerçevesinde Kur'an Tefsirleri

Tefsirciler içinde yaşadıkları çevrenin siyasi,ahlaki,ilmi vs...etkilenmişlerdir.Kur'anın tefsirleri Hz. Peygamber ve ilk iki neslin açıklamalarından ibaret gören anlayış ikincisi kişisel bilgi ve tecrübeye dayalı akor yürtme değerlendirme,açıklama ve yorumlamayı esas alan anlayıştır.

Rivayet Tefsiri

Hz. Peygamberden,sahabilerden, tabiundan nakledilen rivayetleri bünyesinde toplayan tefsirlerdir.Kur'an,Hz. Peygamberin sünneti,sahabe ve Tabiun görüşleri olarak yer almaktadır.

Dirayet Tefsiri

Hz. Muhammeden var olan tefsirdir.Kur'anı anlama,açıklama ve yorumlama unsurlarını içermesi bakımından insan faaliyetidir.tefsir faaliyeti bütünüyle dirayet tefsiridir.İbn Abbas olmak üzere sahabi ve tabi müfessirler akla dayalı tefsir faaliyetine devam edilmiştir.Müfessirler ayetleri açıklarken arap dili ve edebiyatı,astronomi,tıp,din vs...yaralanmışlardır.

Çok Yönlü Dirayet Tefsirler

Pek çok kaynak ve araçları kullanarak kur'anın tefsir edilmiştir ve yorumlamışlardır.

Tek yönlü dirayet tefsirleri

Daha çok ilgi duydukları sorunlara ve konulara odaklanılır.daha çok bunlara yr ayırırlar.Kur'anın belirli ilgili bölümleri üzerine yoğunlaşmalarıdır.

 

Dil Bilimsel Tefsir

Fetihlerden sonra çeşitli  ırk,kültür,din,dil ve medeniyetlere mensup insanlar müslüman dünyaya katılmışlardır.islamayeni katılan insanlar kur'anı okuma ve anlama arzuları geliyordu. Araplar kur'anı okuyup anlarken diğerleri önce arap dilini öğrenmek zorundadırlar.o dönemlerde iran,hint,yunan edebiyatının tesir altındaydı.

Fıkhi Tefsir

Kur'anın ibadet ve hukukla ilgili ayetlerine açıklamayı ve onlardan hükümler çıkarmayı amaç edinirler.

İlmi Tefsir

İlmi keşifler icatlar ve sonuçlar düşüncesinden doğmuştur.gazali ile başlatılır.19.asırdan itibaren batıtnın meydan okumaları karşısında siyasi askeri ve benzeri alanlarda güçsüzlüğünü hisseden islam dünyasının kur'anda bilimsel unsurlar arama çabasının ilmi tefsir  hareketine hareketledik kazandırdığı söylenebilir. Amacı tevhidi ve ahlak ilkelerini insanlığa sunmaktır.

Felsefi tefsir

Müslüman filozofların kuranı baştan sona tefsir ettiklerine dair elimizde bilgi olmakla birlikte müslüman toplumun bir üyesiolmaları bakımından Kur'an'ın kelimelerini ifadelerini açıklamalarıdır. Fikir yürüterek açıklarlar.

 Tasavvufi Tefsir

 Alimlerin, Kur'an ayetlerinin lafzi zahiri anlamların dışında başka manalar aramaları sonucu ortaya çıkmıştır. Tasavvufi yorumlar Kur'an tefsirleinin dışında oluşan tasavvuf riteratüründe görünmektedir.

Gününmüzde Tefsir                       

Müslüman düşünce ve kültür dünyasının bir ürünü olarak günümüzde de devam et

miştir. Türk müfessir Elmalılı Hamdi Yazır eski tefsircilerin izlediği yolu izleyerek tefsirini yazmıştır. Müslümanların batı ile rekabet edecek gücü biriktirememiş hatta onlara karşı yenilmiş olmaları ile son dönem islam düşüncesinde belli düşüncelerin doğmasına neden olmuştur. Pozitivizm ve akılcılık Kur'an yorumlarında etkili oldu.

Yenilikçi Tefsir çalışmaları

Geçmişteki tefsir gelenegini eleştirmesiyle ortaya çıkmıştır Kur'an kitabının hıdayet bir kitabı oldugunu ve hayat uön vermesi gerktiği belirtilmiştir. Cemalettin Afgani tarafından dile getirilmiştir. Hz. Peygamber'in hayatının nüzulünün aşamaları açıkça izlenmektedir. İslam'ın ilk saf kaynağına dönüş şeklinde bir tutum görünmektedir. İşlam geçmişteki ibadetlerden temizlenmeli ve Kur'an yeni yaklaşımlarla yeniden yorumlanmalıdır.

İlmi Tefsir Çalışmaları

Çeşitli ilimler, bilimsel buluşlar, icatlar bazı atıflar bulunduğu düşüncesinden ortaya çıkmıştır. 19. Yy dden itibaren batı biliminin yoğun olarak gündeme gelmesi sebebiyle müslümanlar tarafından da bu bilim ile Kur'an'ın çatışmadığını göstermek amacıyla tefsirler kaleme alınmaya başlanmıştır.

 İdeolojik Tefsir

Bütün dünyaya ideolojilerin gündeme gelmesi ve islam dünyasının çeşitli bölgelerinin sömürge altında kalması sonucu ortaya çıkmıştır. İslamı sadece Kur'an'a başvurarak yorumlama ve Kur'anın hidayete çağıran bir mesajı olduğunu vurgulama özelliklerini görebilmekteyiz. Yabancı kültür ve yönetimlere karşı konulmayı özendiren bir yorumun en önemli kaynağı olarak görülmektedir. Bu yaklaşımın ilk örneğini Ebu'l Ala El Mevdudi ortaya koymuştur. Bir diğeri de Seyyid Kutub'tur.

Tarihsel Tenkitçi Tefsir Çalışmaları

İzzet Derveze bu yaklaşımı en ciddi şekilde uygulayan müfessirdir. Kur'an öncesindeki ve Kur'an'ın indiği dönemdeki Arap yarımadasının sosyal, dini, ekonomik vb durumunu ve bu durumunun ortaya çıkardığı kültür ve dil dünyasını dikkate almaya özen göstermişlerdir.

Mukatil b. Süleyman

Tefsir ilminde şöhret yapmış şahsiyetlerden biridir. Belh'te doğmuştur. Merv, Bağdat Basra'da ilim yahsil etmiş ve tedris faaliyetlerinde bulunmuştur. İmam Şafi olmak üzere Ahmed bin Hanbel ve diğer büyük müteber şahsiyetler tarafından övülmüştür.

El Ferra

Küfe'de doğmuştur. İlk tahsil yılları Kufe'de geçirmiştir. Daha sonrada Basra'da yola devam etmiştir. Halil bin Ahmmed Yunus bin Habib gibi meşhur alimlerden hocalardan duyduklarını nafızalarına kaydeder. Arap Dilinin özellikleri ve kurallarının tespit edilmesinde büyük katkısı olmuştur. Mealli Kur'an adıyla meşhur olmuş eseri adı tefsıru muşkiri irabi Kur'an ve meanihidir. Kur'an metinlerinin anlaşılmasında karşılaşılan dil problemlerine ışık tutmaktadır. Kıraat meselelerine de temas eder. Eserlerinde sık sık Arap şiirine başvurur. Gerektigi yerde sebebi nüzul rivayetlerinden yararlanır.

İbnu Kuteybe

Kufe'de doğmuştur. Hadis, tefsir, fıkıh vb...ilimlerle uğraşan İbni Kuteybe derinleşmesini dil, edebiyat ve şiir alanında  yapmıştır. Kur'an'ı kendi inançlarına göre yorumlayanların görüşlerine filolojik delillerle çürüterek tefsir ilminde önemli katkılarda bulunmuştur. Günümüze kadar gelen iki eseri Tevilu Müşkilul Kur'an ile Garibul Kur'an aslında birbirini tamamlayan iki eserdir. Lüzumsuz uzatmalardan özellikle kaçınmıitır. Garip kelimeleri açıklarken önce Kur'an'a başvurur. Yazılan bu eserlere sonraki tefsirler için önemli kaynak olmuştur.

Et-Taberi

Taberistan'ın Mul şehrinde doğmuştur. 7 yaşında  hafız olmuştur. 9 yaşında hadis ezberlemeye başlamıştır. Hadis, fıkıh, kıraat, tarih ve edebiyat sahalarında birçok meşhur alimlerden ders aldı. Camiul Beyan An Tevili Ayil-Kur'an tefsiri rivayet tefsirlerinin ilklerinden ve ejn önemlilerindendir. Tefsiri mukaddimeyle başlar. Kur'an'ın nazil oldugu Arapça'nın özelliklerinden lehçelerinden söz eder.

İbn Ebi Hatim

Rey'de doğmuştur. Babası Ebu Hatim hadis alimidir.Kıraat eğitimi için  meşhur Kıraat alimlerinden eFadl b. Şazan’a teslim edilmiştir. Rivayet zincirlerinin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesine önem vermiştir. ilgili 22 kadar eseri vardır.Tefsirinin tam adı,Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim Müsneden’an Rasulillahi (s.a.v) ve’s Sahabeti ve’t-Tabiin’dir.Tefsirin yaklaşık yarısı kayıptır.Hatim’in bu eseri yazmadaki hedefi,Hz. Peygamberden,sahabeden ve Tabiinden gelen tefsir rivayetlerini bir muhaddis titizliği içinde derlemektir.Tefsirinde kendi görüşlerini belirtmekten özellikle kaçınmıştır.

EZ-ZEMAHŞERİ:

Harezmi büyük bir dilci, edebiyatçı ve müfessirdir.Fıkıh,hadis,tefsir,kelam,mantık,felsefe ve Arapça dersleri aldı. Eserinin adı el-Keşşaf an Hakaikı’t-Tenzil ve uyuni’l-Ekavil fi vücühi’t-Te’vil’dir.Kısaca Keşşaf olarak tanınır.Tefsir tarihinde önemli bir yer tutan,leh ve aleyhinde çok söz söylenen,üzerinde Kur’an’ın mucizeliğini ortaya koymaya çalışmıştır yüzlerce şerh,haşiye,ta’lik ve reddiye yazılmış bir kitaptır.Bu tefsir dil ve belagat bakımından önemlidir. Öte yandan bu eser Kur’anı kerimin belagat ve icazını en güzel ortaya koyan eserdir.

 

EL-KURTUBİ:

Maliki mezhebine mensuptur.Fakat mezheb taassubuna kapılmamış,hatta eserinde zaman zaman diğer mezheplerin görüşlerine de yer vermiştir.Eserinin tam adı el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ve’lMübeyyin lima Tedammenehhu mine’s-sünneti ve Ayi’l-Furkan’dır.Eser Kur’an’ın baştan sona kadar tefsirini ihtiva eder. Kurtubi tefsiri Kur’an-ı kerim’in bütün ayetlerini hemen her yönden inceleyen,hatta zamanındaki tabii bilimler ışığında bazı ayetleri tefsire çalışan geniş bir tefsirdir.

ER-RAZİ

Pek çok alim yetiştirmiştir. En meşhur olduğu ilim dalı kelamdır.Kelamda bir “felsefi kelam”ekolü oluşturmayı başardı. Bu ekolün kurucusudur. Tefsirin adı Mefatihu’l-Ğayb’dır

İBNU KESİR

Tarih,tefsir,hadis ve fıkıh ilimlerinde öne çıkmış olan alimlerimizdendir. Tefsirinin adı Tesiru’l-Kur’an-i’l-azim’dir.Tefsiru İbni Kesir ismi ile meşhur  olmuştur. İsrailiyyat ile ilgili rivayetlerden kaçınmıştır.

EBUSSUUD

26 yaşında müderris oldu. 55 yaşında iken şeyhulislam oldu.Kendisi Osmanlının 13.şeyhlislamı’dır.Tefsirinin tam adı İrşadü’l akli’s-selim ila Mezaya’l-Kur’ani’l- Kerim’dir.Tefsiru Ebissuud ismi ile meşhur olmuştur.Ebussuud Kur’an’ın tamamını tefsir edenlerin başında yer alır. Zemahşeri,Razi ve Beyzavi’nin tefsirlerinden faydalanmıştır..Eserin en önemli özelliği, Kur’an ayetlerinin fesahat ve belagatı ile yapmış olduğu tesbitlerdir.Cümlelerin taşıdığı ince ve gizli anlamlarla ilgili dikkat çekici tesbitleri vardır.Bu konuda bazen şiirler den de yararlanmıştır.   

İSMAİL HAKKI BURSEVİ

Bursa da 30 seneden fazla ikamet edip burada vefat ettiği için Bursevi nisbesiyle meşhur olmuştur. Eserin tam adı Ruhu’l beyan fi Tefsiri’l-Kur’an’dır. Osmanlı döneminde ve işari tefsir ekolünde yazılmış önemli tefsirlerdendir.Tefsirde hem rivayet,hem de dirayet metodu birlikte kullanılmış ve müellifin tasavvufi yorumlarıyla zenginleştirilmiştir.Ayetler yine öncelikle ayetlerle ve hadis-i şeriflerle açıklanmıştır.

 MUHAMMED ABDUH:

El-Ezher ünv. ‘de öğrenim görmüş. Mezun olunca oraya hoca olarak tayin edilmiştir. Tefsirinin adı Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hkim’dir.Fakat Tefsiru’l-Menar ismi ile meşhur olmuştur.12 cilttir. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak doğru bir itikat ve sağlam bir yaşayış programı sunmak olduğunu belirtmiştir.

MUHAMMED İZZET DERVEZE:

Memur,müdür ve müfettiş olarak çeşitli görevlerde bulunmuştur. Derveze Kur’an’ı anlama ve yorumlama metodu ile ilgili olan el- Kur’anü’l-Mecid isimli eserini yazdı. Tefsirinin adıET-Tefsiru’l-Hadis’tir.Tefsirinin en önemli özelliği,surelerin nüzul sırasına göre tefsir edilmiş olmasıdır.Ayetleri sırasıyla ele alma yerine, aynı konu ile ilgili olanları gruplandırarak işlemektedir.Kur’an’ın yine Kur’an ile anlaşılmasına önem vermiştir.

SEYYİD KUTUB:

Kahire ünv.’nin Daru’l-ulum fakültesini okudu ve aynı zamanda fakülteye aynı yıl Arap dili ve Edebiyatı öğretim görevlisi olarak tayin edildi. Fizili’i-Kur’an’ı  15 yıllık hapıs cezasında tamamlamıştır. Fizilali’l-Kur’an isimli tefsiri 20.yy’da yazılan içtimai-edebi tefsirlerin en çok ilgi toplayan örneklerinden birisidir.Tefsiri yazma gayesi;Kur’an’ın kendisinden yola çıkarak yeni ve ideal bir insan,hayat,toplum ve insanlık modeli oluşturmaktır.

İBNU AŞUR

Zeki ve üstün kabiliyetli birisidir. İlk Maliki şeyhülislamı oldu. Tefsir,hadis,fıkıh usulü,Arap dil ve edebiyatına dair telif,şerh,haşiye türünde 40’a yakın eser bırakmıştır.Tefsirini adı et-Tahrir ve’t-Tenvir’dir.Ayetleri Kur’an’daki normal sırasına göre alıp tefsir etmiştir. Eser, hem klasik hem de çağdaş anlayışların birleşiminden meydana gelmiş önemli bir tefsirdir.


0 Yorum - Yorum Yaz


Yahya Özdil-Yüksek Lisans

    

                     TEFSİR TARİHİ

                        Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize  en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla  kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.

                   Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.

                                  HADİS TARİHİ

                       Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]

 

                   Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.

 

 

                                  FIKIH TARİHİ

                   Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.

                  Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında  yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.

                  Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş,  gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.

    Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]

                   Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza

Bu ililmlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara  ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.

                     İslamiyet içerisinde  gelişen   bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartılşımaz.

 

 

 

 

                                                                                                                                                                                     Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta  cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]

               İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıun efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete  ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada  yani  bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]

’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.

                 Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.

                Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin  dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi                                                                                                                           bilgiyi işleyen olarak  bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum.

                                                                                                                                                                                          

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

                  İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın  hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.

                  Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.

 



[1]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31

[2]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33

[3]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61

[4]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

[5]  Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav

[6]  Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi

[7]  İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86

[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 ,  Fecr yayınları , Ankara 2010

[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ?  Klasik yayınları , İstanbul 2008

[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010

[11]  Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010


0 Yorum - Yorum Yaz


 

TEFSİR-FIKIH-HADİS USULÜ BAĞLAMINDA

 İLİMLRİN BÜTÜNLÜĞÜ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

 

MUSTAFA MURAT BATMAN

12912713

 

 

·       Cenab-ı Hak:

...اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬ا” “Şüphesiz ki Allah’ın kulları içerisinde O’ndan en çok sakınan âlimlerdir”[1] buyurmuş, Rasulullah da:  “مَنْ سَلَكَ طَرِيقًا يَلْتَمِسُ فِيهِ عِلْمًا سَهَّلَ اللَّهُ لَهُ طَرِيقًا إِلَى الْجَنَّةِ” “Kim kendisini ilme ulaştıracak bir yol tutarsa, Allah-ü Teâlâ o kişiye cennete götüren yolu kolaylaştırır”[2] buyurmuştur. Bu ayet ve hadisleri ve daha nicelerini kendisine şiar edinen geçmişteki âlimlerimiz, kendilerini yalnızca bir alanda yetiştirmek ile kalmamış , ihtisas yaptıkları alan haricinde birçok alanda ilim elde etmeye devam etmiş, liyakatlerini artırmış ve bilgi aldıkları alanların hemen hemen hepsinde söz sahibi olmuşlardır. Bu durum Ulumu’l İslamiyye’nin geçmişte bir bütün olarak ele alındığını  göstermektedir.

·       Bilim tarihine genel hatlarıyla baktığımızda, geçmişte yaşamış ilim adamlarının, günümüzde olduğu gibi kendisini yalnızca bir tek alanda yetiştirip, sadece o alanda yetkin olmadığını müşahede ederiz. Bu bilginler günümüzdekilerin aksine, birçok alanda söz sahibi olacak derecede bilgi sahibi idiler.

·       Günümüz tasnifinde yer alan ilimlere baktığımızda, hiçbir ilmin bir diğerinden tamamen ayrı, tamamen bağımsız bir özellik teşkil etmediğini fark ederiz. Bilhassa alanımız olan İslam ilimlerine bir göz atacak olursak kelam, hadis, fıkıh, tefsir adeta iç içe geçmiştir. Aralarında keskin sınırlar yoktur. Her birinin doğuşu ve gelişimi birbirleriyle etkileşim içerisindedir. Örneğin; erken dönem tefsir usulü ve tarihi, hadisin önemli bir parçasıdır. Bilindiği gibi Klasik İslami İlimler Terminolojisinde Hz. Peygamber’in sözüne “merfu’ hadis”, sahabi sözüne “mevkuf hadis”, tabii sözüne “maktu hadis” denmekte ve tefsir rivayetleri de büyük çoğunluğu itibarıyla bu üç gruptan birine girmektedirler. Bu durumda tefsir rivayetleri, içerikleri bakımından diğer rivayetlerden ayrılsa bile menşe’leri itibariyle aslında birer hadis rivayetidir. Çünkü onlar sonuçta rivayettirler ve unutulmamalıdır ki, ilk hicri asırlarda ‘rivayet’ ile ‘hadis’ kelimeleri eş anlamlı olarak da kullanılmıştır.[3]

·       Fakat zamanla bu birliktelik, yavaş yavaş ortadan kalkmış ve Tedvin dönemi ile birlikte günümüz ilim tasnifi oluşmaya başlamıştır.

·       Cabiri  bu hususta şunları söylemektedir:

·       “Hicri 136-150. yıllar arasında Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen tedvin hareketinin başladığı belli başlı merkezi şehirlerdir. Bu şehirler, ellerinde yazılı belgeler ve “sinelerindekilerle” giderek büyüyen ve dallanan İslam mirasını taşıyan âlimlerin odaklandıkları büyük merkezlerdi. Dönemin âlimlerinin taşıdıkları miras; bablara ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış bilgi, haber ve te’villerin karışımından oluşmaktaydı. Tedvin işlemi temelde bu bilgi birikiminin ayıklanarak bablara ayrılmasını hedefliyordu. Bablara ayrılan bu bilgiler bilahare tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edileceklerdi.”[4]

·       Tedvin döneminden sonra artık ilim dalları yavaş yavaş muhtelif bir dal olarak belirmeye başlamıştır. Ancak her ilim dalının (ilimler her ne kadar tasnife tabi tutulsa da kaynaklarının aynı olmasından ötürü) diğer bir ilim dalı ile arasında çeşitli ilişkiler husule gelmiştir. Bu tasniflere göre; İslamî İlimler arasındaki irtibatı, tefsir merkezli olarak ele aldıgımızda dil ve tarih bilimleri adı altında 2 ana akım görürüz.

a)    Dil bilimleri: Dil bilimlerinden Kur’an’ın kelimelerine ve ayetlerine açıklamak getirmek için yararlanılır. Bunun için tefsir yapılırken, önce Arapça bilinmelidir. Ayrıca cümle yapısı ile ilgili nahiv ilmi, kelimelerin türetilmesi ile ilgili olan sarf ve iştikak ilmi, Kur’an’ın edebî inceliklerini ele almak için Ma’ani, beyan ve bedii ilimlerinin bilinmesi gerekir.

b)     Tarih Karakterli Bilgiler: Tefsirde Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için hadisten büyük oranda yararlanılır. Hadis rivayetleri ayetlerin sebeb-i nüzul bilgilerini ve doğrudan ayetlere açıklama getiren rivayetleri ve kıraat bilgilerini bize sağlamaktadır. Tefsir, tarih kaynaklarından da benzeri amaçlar için faydalanır.[5]

·       Yukarıda bahsettiklerimizden de anlaşılacağı üzere tefsir ilminin kendisinden faydalandığı birçok bilim dalı bulunmaktadır. Ancak tefsir ilminin diğer bilim dalları ile olan ilişkisi yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Bu bilimler haricinde tefsirin kendilerine kaynaklık ettiği, malzeme sunduğu bilimler de yer almaktadır. Örneğin tefsir disiplinin Kur’an ayetlerini açıklaması, fıkıh, kelam ve daha birçok bilim dalına materyal sağlamaktadır. Çünkü bilindiği üzere İslamî İlimlerin temel kaynağı Kur’an-ı Azîmü’ş-Şan’dır.

·       Tefsir sadece ayetlerin indiği anda ne kastettiklerini ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Tefsirin ortaya çıkardığı bu anlamların yorumlanması ve Kur’an’ın öğrettiği değerlerin değişik zamanlara taşınması fıkıh ve kelam disiplinleri tarafından yapılmıştır. Kur’an’ın içeriğinde yer alan ahlak, siyaset, itikat, hukuk, ibadet gibi konulara ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale getirilmesi bu disiplinler tarafından gerçekleştirilmiştir. Kur’an’da yer alan ahlak, siyaset ve itikat konularının yorumlanması ve değişik zamanlarda yaşama taşınması işlemi kelam disiplini tarafından; genel anlamıyla hukuk ve ibadet konuları ve bu alanlara ilişkin ayetlerin sistemli bir şekilde yorumlanması fıkıh disiplini tarafından; tefsir de dâhil olmak üzere bütün disiplinlerin izleyeceği yöntem, Kur’an ibarelerinin anlamlarını ve değerlerini belirleme, ortaya koyma ve bunları hayata yansıtmanın önemi ise fıkıh usulü tarafından geliştirilmiştir.[6]

·       İlimler her ne kadar  tasnif edilseler de aralarındaki ilişki hiçbir zaman kesintiye uğramamaktadır. Çünkü yapısı gereği fıkıh, tefsir ve hadisten ayrılamaz çünkü ana materyalleri bu iki kaynaktır. Bir ayetin maksadı anlaşılmadan, nüzul sebebi bilinmeden ayetten hüküm çıkarmak mümkün değildir. Hadis, Kur’an ile çelişemez, çünkü böyle bir iddianın doğrulanması Rasulullah’ı (haşa) yalancı konumuna düşürür. Kelam da fıkhı geliştirmekle yükümlüdür, fıkıh da kelam için bir konu alanı teşkil eder, yani tabiri caizse bir hammaddedir. Kısacası her ilim dalı birbiri ile yakın bir ilişki halindedir. Keza İslami İlimlerin ilk dönemlerinde ilk dört halife, İbn Ömer, İbn Abbas, İbn Mesud, H.z. Aişe, Zeyd b. Sabit.. ve daha nice güzide insanların bu ilim dallarının bidayetinde anılan şahıs olmaları bu durumu teyid eder niteliktedir.

·       Yaptığımız bu  çalışmadan anlıyoruz ki; gerek Ulumu’l İslamiyye’nin bidayetinde gerekse klasik İslam eğitiminde ilim, bir bütün olarak algılanmış ve okutulmuştur.

·       Bu ilimlerin tedvin asrına kadarki olan süreçleri ve birbirleriyle aralarındaki ilişki bunu gerekli kılmaktadır. Mezkur ilimler, yöntem ve ilgi alanı olarak farklıymış gibi dursalar da aslında hepsi dinin  bir cihetini temsil etmektedirler. Günümüzde bu mühim ve temel ilkeyi göz önünde bulundurmak, İslami ilimlerde yapılan çalışmaları daha kaliteli kılacağını düşünmekteyiz.

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Fatır 35/28.

[2] Tirmizi, İlim 2.

[3] Mehmet Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri, s. 19, Kitabiyat, Ankara, 2003.

[4] el-Cabiri, age, s. 72; Prof. Dr. Sönmez Kutlu, İslam Bilimlerinde Yöntem, s. 52, Ankuzem, Ankara, 2005.

[5] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, Kur’an ve Hadis İlimleri, s.12, Ankuzem, Ankara, 2005.

[6] Prof. Dr. Mehmet Paçacı-Esra Gözeler, age, s. 13.


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Yahya Özdil-Yüksek Lisans

  

                     TEFSİR TARİHİ

                        Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize  en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla  kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.

                   Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.

                                  HADİS TARİHİ

                       Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]

                   Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.

                                  FIKIH TARİHİ

                   Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.

                  Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında  yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.

                  Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş,  gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.

    Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]

                   Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza

Bu ililmlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara  ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.

                     İslamiyet içerisinde  gelişen   bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartılşımaz.
                   Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta  cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]

               İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıun efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete  ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada  yani  bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]

’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.

                 Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.

                Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin  dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi                                                                                                                           bilgiyi işleyen olarak  bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                    İlk dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın  hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.

                  Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.

 



[1]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31

[2]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33

[3]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61

[4]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

[5]  Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav

[6]  Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi

[7]  İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86

[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 ,  Fecr yayınları , Ankara 2010

[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ?  Klasik yayınları , İstanbul 2008

[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010

[11]  Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010


0 Yorum - Yorum Yaz


 Yahya Özdil-Yüksek Lisans

                                   TEFSİR TARİHİ

                     Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için Kur’ân’ı Kerim’in mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize  en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla  kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.

                    Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.

                                  HADİS TARİHİ

                       Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]

                      Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.

                                  FIKIH TARİHİ

                   Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında  yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.

                  Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş,  gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.

    Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]

                   Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza:

Bu ilimlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara  ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.

                     İslamiyet içerisinde  gelişen   bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartışılmaz.

                                                                                                                                                                          Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta  cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]

               İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıûn efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete  ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada  yani  bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]

            ’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.

                 Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.

                Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin  dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi                                                                                                                           bilgiyi işleyen olarak  bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        İlk   dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın  hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta  olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.

                 Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden  kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.

 



[1]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31

[2]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33

[3]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61

[4]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

[5]  Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav

[6]  Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi

[7]  İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86

[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 ,  Fecr yayınları , Ankara 2010

[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ?  Klasik yayınları , İstanbul 2008

[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010

[11]  Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010


0 Yorum - Yorum Yaz


 Yahya Özdil-Yüksek Lisans

                                   TEFSİR TARİHİ

                     Kur’ân’ı Kerim, müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp, ona bağlanılması için Kur’ân’ı Kerim’in mutlak surette tefsir ve izah edilmesi îcâb etmektedir.[1] Kur’ân’ı Kerim’in hakikatlerini bize  en iyi öğretecek kişi bizzat kendisine kur’ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla  kur’ân kendisinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi islâmın kendi bünyesinde doğmuştur.[2] Hz. Peygamberi Kur’ân tefsirine sevkeden en muhim âmil, şuphesiz islâmiyetin kendi emridir.

                    Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en muhim rolü sahabe almıştır. Sahabe devrinde Kur’ân müslümanlar için ilk mercî olmuştu. İslamın daha iyi anlaşılabilmesi ve islamın yabancılara daha iyi anlatılabilmesi için sahabeler, kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardır.[3] Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları genişlemiş yeni ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de bünyesine katmıştır, böylece tefsir de her dönemde gittikçe gelişmiştir.

                                  HADİS TARİHİ

                       Hadis Tarihini değişik açılardan ele alıp incelemek mümkündür, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemi hadis tarihinin en erken dönemini teşkil etmektedir. Bu zaman zarfında hadisler teşekkül etmiş ve fetihlerle birlikte islam topraklarının her tarafına ulaşmıştır.[4] Sahabe döneminde hadislerin ne kadarının kayda geçirildiği bilinmemektedir, ancak Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in hadisleri yazmaya teşebbüs ettikleri, hatta Hz. Ebubekir’in beşyüz kadar hadisi bir kitapta topladığı, fakat sonradan bazı sebeplerden dolayı imha ettiği nakledilmektedir.Hadis sahifesi olduğu belirtilen bazı sahabiler de vardır.[5]

                      Emeviler dönemi hadis rivayetinin yaygınlaştığı, aynı zamanda hadis kitabeti de denilen, hadislerin yazılması faaliyetinin yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Bu dönem, hadislerin oldukça fazla miktarda uydurulduğu, uydurulmaya karşı da önlemlerin alındığı bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, çok kısa zaman aralıkları hariç, hadis ilminin her bakımdan yükseldiği ve teşvik gördüğü bir siyasi dönemdir.

                                  FIKIH TARİHİ

                   Fıkıh, islamın daha başlagıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerden, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnat, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân ve sünnetin nassları ışığında  yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmıştır.

                  Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş,  gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.

    Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.[6]

                   Buraya kadar her bir ilmin tarihi serüvenini kısa bir şekilde anlattıktan sonra, gelelim asıl konumuza:

Bu ilimlerdeki bilgi bütünlüğüne göre, bu bilgi bütünlüğünden kastedilen şudur: İslam dininde bilimler her ne kadar Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam vb. gibi farklı alanlara  ve branşlara ayrılsa da öz ve esas olarak aynı temele dayanmaktadır.

                     İslamiyet içerisinde  gelişen   bütün bilimler Kur’ân’ı merkeze alarak, O’nun çevresinde, O’na göre gelişmişlerdir.[7] Bu doğal bir durumdur; çünkü Kur’ân ilahi kökenli olması ,vahye dayanması itibariyle mü’minler için kesin bilgi ifade eder ve üzerinde tartışılmaz.

                                                                                                                                                                          Peygamber efendimiz hayatta iken sahabeyi kiram her türlü müşkilatını O’na danışarak hallediyor, sorunlar ve sorular Allah rasülünün müdahalesi ve izahıyla çözülüyor, hiçbir ihtilafa mahal kalmıyordu. Peygamber’imizin vefatıyla tek teşri ve otorite kaynağı ortadan kalktığı için ihtilaflar zuhur etti .Hatta  cemel ve sıffin gibi şavaşlara neden oldu. Diğer taraftan fetihler hızla devam etti. Hicretin birinci asrının sonunda , İslam coğrafyasının sınırları batıda avrupanın en uzak noktasına , doğuda ise Çin hududuna kadar uzanıyordu . Fetihlerle beraber farklı inanç ve kültüre sahip insanlar İslam dinine girdiler . ’’Futuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe , ilmi hareketlere başlamış ve onlarda ekseriye Arap olmayanlar ilim almıştı . İşte bunlar tâbîlerdi ki çoğu mevâli idi. Eski din ve kültürlerinin tesirinde kalarak , İslamiyeti Araplardan farklı şekilde anlamışlardı.‘’[8]

               İslam coğrafyasının genişlemesiyle sorunlar ve çözüm bekleyen meseleler çoğalmıştı.Bu durum karşısında sahabe ve tabıûn efendilerimiz , Kur’an’a ,sünnete  ve Peygamberimizden daha O hayatta iken öğrendikleri içtihada  yani  bu ikisini temel alarak ortaya koyacakları şahsi görüşlerine müracat ediyorlardı . Bir yandan karşılaşılan sorunlara çözüm bulma arayışı , diğer yandan İslam’ın içinde barındırdığı ilmi potansiyel yani müntesiplerini ilme ,irfana ,düşünmeye ve akletmeye teşvik edişi ,müslümanları Kur’an ve sünnet üzerinde detaylı araştırmaya yöneltti. ‘’ Ortaya çıkan sonsuz sayıda duruma sınırlı sayıda kaynak metinle cevap verebilmek amacıyla , Kur’an ve diğer metinsel kaynakların adeta noktasına kadar incelenmesi gerekiyordu. ‘’[9]

            ’’ İlk devirde hadis ilmi bütün marifeşamildi . Bazı hadisler , Kur’an ayetlerinin tefsirini , bazıları fıkhi bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamber’in gazalarını ihtiva ediyordu .’’[10]İlimler alanlara ayrılmış değildi. Bütün ilmi çalışmalar fıkıh adı altında yapılıyordu.

                 Hicri birinci asırdan itibaren yukarda saydığımız sebeplere ilaveten İslam düşmanlarına karşı dini savunmak , İslam bünyesinde ortaya çıkan çeşitli fırka ve mezheplerin muhalif gördüğü diğer fırka ve mezheplere karşı giriştikleri çabanın sonunda , bilgiler çeşitli yöntem ve metodlar altında belli bir düzen ve disiplin altında toplanmaya başlandı.

                Buraya kadar saydığımız durumlar islami bilimlerin  dayandığı kaynak bütünlüğüne ve bu kaynaktan durum ve ihtiyaca göre genişleyip , genişlemesine işaret etmekteydi. Şimdi                                                                                                                           bilgiyi işleyen olarak  bu bütünlüğün diğer bir yönünü oluşturan ilim adamları kısmına , değinmek istiyorum.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        İlk   dönemlerde islam ilimleri alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bilgi bütünlüğüne sahiplerdi, gerek tefsir, gerek hadis gerekse fıkıh tarihine baktığımızda bu ilimlerin önderleri, aynı şahıslar olduğu hep dikkatimizi çekmiştir. Örneğin Abdullah b. Abbas’ın  hayatına baktığımız zaman “Hz. Peygamberin daima yakınında bulunmuş olması sebebiyle kur’ân, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh ilimlerinde şöhrete ulaşmıştır.[11] Abdullah b. Mes’ud başta  olmak üzere bir çok sahabeyi kiram efendimiz için de durum farklı değildi.

                 Netice itibariyle islami ilimler birbirleriyle bütünlük arz eder. Dolayısıyla bilimleri birbirinden  kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir.

 



[1]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 31

[2]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 33

[3]  Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları, s. 61

[4]  Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

[5]  Prof. Dr. Subhi Salih es-Salih, Çeviri, pfof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, İfav

[6]  Hayrettin Karaman, İslam Hukuk Tarihi

[7]  İslam Bilimlerinde Yöntem, Ünite 3, s. 86

[8]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , S. 90-91 ,  Fecr yayınları , Ankara 2010

[9]Prof . Dr. Mehmet Paçacı , Çağdaş dönemde Kur’an’a ve tefsire ne oldu ?  Klasik yayınları , İstanbul 2008

[10]Prof.Dr. İsmail Cerrahoğlu , Tefsir Tarihi , Fecr yayınları , Ankara 2010

[11]  Prof. Dr. İsmail Cerahoğlu, Tfsir Tarihi, Fecr Yayınları, s.73, Ankara 2010


0 Yorum - Yorum Yaz


بسم الله الرحمن الرحين والصلاة والسلام على أشرف الأنبياء والمرسلين .

الحمد لله رب العاملين ، أنزل كتابه وأمرنا بفهمه وقال :

" كتاب أنزلناه إليك مبارك ليدبروا آياته وليتذكر أولوا الألباب " .

والصلاة والسلام على من قيل له :

" وأنزلنا إليك الذكر لتبين للناس ما نزل اليهم ولعلهم يتفكرون ".

كانت الصَّحابه إذا اختلف عليهم شيئ من القرآن سألوا النبي صلى الله عليه وسلم فوضحه لهم.

علم أصول التفسير يتعلق بأشرف كتب الله وهو واجب على كل منا أن يبذل جهده لفهم الأصول لكتاب الله تعالى لنفهم الصواب ونعمل  به بتوفيق من الله .

أصول التفسير له معنيين : المعنى التحليلي والمعنى الإضافي .

فيما يخص المعنى التحليلي يمكن أن نقول أن كلمة أصول جمع أصل والأصل قاعدة كل شيئ ، والتفسير معناه الكشف والإظهار والإبانة .

قال الإمام الطبري رحمه الله وهو يبين أهمية التفسير : " قد كان العلماء من قبله يرحلون إلى بلاد بعيدة من أجل الوقوف على معنى آية وتفسيرها "، و قال عبد الله بن مسعود : " ما من آيه في كتاب الله - عز وجل - الا وأنا أعلم أين نزلت وفيم نزلت ولو أعلمُ أحدا أعلمَ بكتاب الله تركب إليه الإبل لركبت ) .

وبين كذلك الإمام القرطبي رحمه الله أهمية التفسير فكتب لذلك فصلا مختصراً في مقدمة تفسيره ( الجامع لأحكام القرءان ) . قدَّم فيه ما يدل على أهمية التفسير من ذلك .

 ورد عن أياس ابن معاوية في فضل التفسير قال : " مثل الذين يقرؤون القرآن وهم لا يعلمون تفسيره  كمثل قوم جائهم كتاب من ملكه ليلا وليس عندهم مصباح فتداخلهم روعة ولا يدرون ما في الكتاب ومثل الذي يعرف التفسير كمثل رجل جائهم بمصباح فقرؤوا ما في الكتاب " .

وقال شيخ الإسلام ابن تيمية رحمه الله عن أهمية التفسير : " وحاجة الأمة ماسة إلى فهم القران الذي هو حبل الله المتين والذكر الحكيم والصراط المستقيم " .

نلاحظ :

أن كل من المفسرين قد كتب في مقدمة تفسيره عن أهمية التفسير لكتاب الله عز وجل.

-       كذلك قال الأستاذ مجاهد محمد رئيس قسم التفسير وعلوم القرآن بجامعة الأزهر       " فليعلم طلاب العالم خصوصاً و المسلمون عموماً أن التفسير مهمٌّ جداً فهو الطريق إلى العمل بكتاب الله تعالى وتطبيقه كمنهج للحياة ".

  وعلى هذا فعلم التفسير أشرف العلوم لتعلقه بكتاب الله الذي هو أشرف الكتب على الإطلاق .

لقد نشأ علم التفسير منذ عصر الرسول صلى الله عليه وسلم فقد كان الصحابة رضي الله عنهم يسالونه عما لا يفهمون من القرآن. مثلا عندما نزل قوله تعالى : " الذين آمنوا ولم يلبسو إيمانهم بظلم أولئك لهم الأمن وهم مهتدون " . (سورة الانعام 88)

قالو ومن منا  لم يظلم نفسه يا رسول الله ، ففسر لهم : معنى الظلم وهو الشرك أما قرأتم قول الله تعالى :" إن الشرك لظلم عظيم " (سورة لقمان 13 ).

وفسر لهم أيضا معنى البياض والسواد في آية الصيام: " وكلو واشربوا حتى يتبين لكم الخيط الأبيض من الخيط الأسود من الفجر " (البقرة 187) .

وكان الأمر قد صعب عليهم حتى أن أحدهم كان قد أخد خيطين حقيقين فوضعهما تحت وسادته يريد أن ييجعلهما علامة على الإمساك للصيام لم يرى سوادا ولا بياضا فاخبر النبي صلى الله عليه وسلم بذلك فقال له :

" إنك لعريض الوساد ، البياض بياض الصبح والسواد سواد الليل "

وهذا يبين إهتمام الصحابة على بفهم القرآن . وقالت الصحابة : ( كنا إذا نزلت عشرة آيات من كتاب الله تعالى لم نبرحها حتى نحفظها ونفهم معانيها ونعمل بها حتى إذا اكتمل القرآن نزولا كان قد إجتمع لدينا ثلاث الحفظ والفهم والعمل ) .

كانوا أصحابه أذكياء ومع ذلك يسألون النبي صلى الله عليهم على توضيح كل ما كان صعب عليهم .

ثم جاء عصر التابعين فتكلم الأئمة منهم : الحسن البصري ، وعكرمة مولى ابن عباس ، وسعيد ابن المسيب ثم مجاهد وقتادة وغيرهم ، وكانت روايات التفسير تروى على أنها أبواب من الحديث ولم يظهر تفسير اشتمل القرآن كاملا إلا في أواخر القرن الثالث و أوائل الرابع الهجري على يد شيخ المفسرين محمد بن جرير الطبري توفي (310ه) ـ

يمكن أن نقول أن الإمام الشافعي رحمه الله (توفي 204 هـ) هو أول واضع لأصول التفسير في كتابه " الرسالة " ثم توالت الكتابات في أصول التفسير لكنها كانت بمثابة مقدمات في كتب التفسير ومن أهَّم تلك المقدمات مقدمة الإمام الطبري - رحمه الله – والإمام القرطبي وكذلك كتب شيخ الإسلام ابن تيمية مقدمة في كتابه " أصول التفسير " .

وعن نشأة أصول التفسير قال أبو بكر رضي الله عنه : ( أي أرضٍ تقلني وأي سماء تظلني إن أنا قلت في القرآن برأيي ) وفي رواية ( لأن تضربني عنقي لا وأقول في القرآن برأيي ).

قال ابو عبد الرحمن السلمي : " حدثنا الذين كانو يقرؤون لنا القرآن كعثمان ابن عفان وعبد الله بن مسعود وغيرهما ، أنهم كانو إذا تعلموا من النبي صلى الله عليه وسلم عشر آيات ، لم يجاوزوها ، حتى يتعلَّموا ما فيها من العلم و العمل . فقالوا : فتعلمنا القرآن والعلم والعمل جميعا " .

وفي العصر الحاضر كتب علماء أصول التفسير في أنواع  كثيرة تسهيلا على الطلاب  

ومع ذلك يبقى علم أصول التفسير من العلوم القابلة للنمو والتى تحتاج الى جهد وفكرة وعناية كبيرة .

·        كل مفسر كان يستمد على علوما لازمة لتفسير القرآن الكريم وهذه العلوم كلها  مصادر لعلم التفسير :

1 اللغة والاشتقاق : علم أصول اللغة يعني معرفة الألفاظ القرآنية واستعمالها في لغة العرب . مثلا توقف ابن عباس في تفسير بعض الآيات رغم فصاحته حتى عرفها من كلام العرب وهذا مهم جداً للفهم الدقيق .

2 النحو والصرف : مثلا في قوله تعالى : " يوم ندعوا كل أُناس بإيمامهم " فَهِمَ بعض الناس أن " إمام " جمع " أم " وأن الناس يدعون يوم القيامة بأمّهاتهم دون آبائهم . قال الزمخشري وهذا غلط وأن جمع أم لا يكون إمام .

3 الأدب وعلوم البلاغة .

4 علم الآثار : يعني المأثور من كلام النبي والصحابة والتابعين وأئمة التفسير بعد تفسير القرآن بالقرآن .

 

 

5 علم القراءات وعلم أصول الفقه .

6 علم التاريخ لأن قصص القرآن أحسن القصص كما قال تعالى : " نحن نقص عليك أحسن القصص " .

7 العلوم الكونية : يستعين بها المفسر في شرح الآيات القرآنية التى تذكر الظواهر الكونية : دراسة الكون من طب للإنسان والحيوان والظواهر الطبيعية كالسحاب والرعد .... أو لطبقات الأرض والجبال .... أو غير ذلك .

·        من أنواع التفسير: يذكر ابن جرير الطبري عن عبد الله ابن عباس رضي الله عنه قال : " التفسير أربع أنواع وهم : يعرف من كلام العرب و لا يعذر أحد بجهالته ، ولا يعلمه إلا العلماء وتفسير لا يعلمه إلا الله تعالى " .

·        أحسن طريقة للتفسير :

 1 القرآن بالقرآن لأن الله هو الذي أنزله وهو أعلم بما أراد به فما جاء مجملاً  في موضع يأتي مفصلاً في موضع أخر وقد ذكر ابن كثير - رحمه الله –  في مقدمة تفسيره : فإن قال قائلا فما أحسن طرق التفسير ؟ "  . فالجواب : إن أصح الطرق في ذلك أن يفسر القرآن بالقرآن كما قال تعالى : " وما أنزلنا عليك الكتاب الا لتبين لهم الذي اختلفوا فيه وهدى ورحمة لقوم يؤمنون" (النحل 64 )

2  والسنة تنزل على رسول الله بالوحي كما ينزل القرآن إلا أنها لا تتلى كما يتلى القرآن وقال تعالى :" وأنزلنا إليك الذكر لتبين للناس ما نزل اليهم ولعلهم يتفكرون " . النحل 44

ولهذا قال رسول الله صلى الله عليه وسلم  " إلا أني أوتيت الكتاب ومثله معه " يعني السنة  .

3 أقوال الصحابة رضي الله عنهم لأن القرآن نزل بلغتهم وفي عصرهم ولأنهم بعد الأنبياء أصدق بصفة عامة .

4 كلام التابعين الذين أخذوا التفسير عن الصحابة رضي الله عنهم لأن التابعين خير الناس بعد الصحابة ولم تكن اللغة العربية تغيرت كثيراً في عصرهم .

·        الشروط المتعلقة بالآداب : يجب قبل أن يبدأ المفسر في هذا العلم العميق الصعب أن يراعي تطبيقه لهذه الشروط المعلقة بآدابه .

1  صحة الاعتقاد : كما قال ابن القيم رحمه الله : لا يدرك معاني القرآن ولا يفهمه إلا القلوب الطاهرة وحرام على القلب المتلوث بنجاسة البدع والمخالفات أن ينال معانيه .

2  صحة المقصد : ابتغاء وجه الله تعالى فقط . كما قال السيوطي - رحمه الله - أيضاً ومن شرطه أي المفسر صحة المقصد فيما يقول ليلقى النجاح فقد قال تعالى :      " والذين جاهدوا فينا لنهديهم سبلنا " . العنكبوت 69

3  التقوى : قال الإمام الشهيد سيد قطب - رحمه الله - ... فالتقوى في القلب هي التى تؤهله للانتفاع بهذا الكتاب هي التى تفتح مغالق القلب له ... .

4   العمل بما في القرآن : من أخص شروط المفسر العمل بما في القرآن ، إذ لا يمكن أن يتصور أبدا أن يوفق الإنسان لفهم القرآن وهو لا يعمل بما فيه كما قال الدكتور محمد لطفي الصباغ : " إن هذا الكتاب الكريم لا يفتح خزائن كنوزه وجواهره إلا لمن آمن بمنزله ، وعمل به كله وأحل حلاله وحرم حرامه .

5  البعد عن خوارم المروؤة : قال الإمام القرطبي - رحمه الله - قال عبد الله بن عمر: لا ينبغي لحامل القرآن أن يخوض مع من يخوض ولا يجهل مع من يجهل ولكن يعفو ويصفح لحق القرآن لأن في جوفه كلام الله تعالى .

6  مدوامة ذكر الله تعالى  كما قال القرطبي - رحمه الله - : ينبغي للمفسر أن يكون لله حامداً ولنعمه شاكراً وله ذاكراً وعليه متوكلاً وبه مستعيناً وإليه راغباً ..... "

إذاً الواجب على المسلم في تفسير القرآن أن يشعر نفسه حين يفسره بأنه مترجم عن الله شاهداً عليه بما أراد من كلامه معظماً لهذه الشهادة خائفاً من أن يقول على الله من غير علم فيقع فيما حرم الله . 

·        الشروط من الناحية العلمية : هي أن يكون المفسر عالماً بالحديث ، باللغة ،  بالصرف والنحو وكذلك بالاشتقاق لأن الاسم يمكن أن يكون إشتقاقه من مادتين مختلفتين وبأقسام البلاغة ( المعاني والبيان والبديع ). ويلزم أن يكون المفسر عالما بالقرءات فهي جزء من الوحي وبأصول الدين وأسباب النزول ، وبالناسخ والمنسوخ وبالفقة ولهذا يجب أن المفسر لكتاب الله تعالى يكون له ثقافة علمية حاضرة ومعرفة عامة في كافة الشروط المذكورة .

·        ومن أهم أصول التفسير معرفة المُحكم والمتشابه :

والمحكم هو اللفظ الذي لا يحتمل تأويلاً ولا تخصيصا ولا نسخا . فالمُحكم من النصوص القرآنية لا يحتمل التأويل بإرادة معنى آخر إن كان خاصاً ولا التخصيص بإرادة معنى خاص إن كان عاماً لأنه مفصل مفسر ،

 والمتشابه ما تشابهت الفاظه الظاهرة مع اختلاف معانيه بحيث تخفي دلالة معناه لذاته . المتشابه هو في غاية الخفاء كالمحكم في غاية الظهور ويكون متشابه في اللفظ أو الفهم.

ينقسم القرآن الى محكم ومتشابه عن قوله تعالى :

" منه آيات محكمات هن أم الكتاب وآخر متشابهات " .

و من أهم أصول التفسير كذلك معرفة الناسخ والمنسوخ .

·        أسباب النزول أصلا من أصول التفسير : هو ما نزل قرآن بشأنه وقت وقوعه كحادثة أو سؤال . تكون الأسباب وقت نزول القرآن لا قبله ولا بعده ، فالآيات التي جاءت مخبرةٌ باخبر ماضية كحادثة الفيل أو مستقبلة كغلبة الروم للفرس لا يصح أن يقال أن هذه الحوادث كانت سبب لنزول الآيات . ولهذا صارت قصة قدوم الحبشة لهدم البيت الحرام سببا في نزول سورة الفيل . اتفق العلماء على أن طريق معرفة اسباب النزول هي النقل الصحيح عن رسول الله صلى الله عليه وسلم ، وعن الصحابة الكرام الذين عاصروا نزول الوحي فهم إذا أخبروا بشئ من هذا كان له حكم المرفوع ، وإذا ورد شيئ منه عن التابعين فإنه لا يقبل إلا إن كان عن كبار التابعين. كمجاهد وعكرمة وسعيد بن جبر والحسن البصري وغيرهم .....

 لقد ورد عن الأئمة أن سبب النزول مهم جداً في تفسير الآية ، قال ابن تيمية : (معرفة سبب النزول يعين على فهم الآية ، فان العلم بالسبب يورث العلم بالمسبب ) ،وقال ابن دقيق العيد : ( بيان سبب النزول طريق قوياً في فهم معاني القرآن ) وقيل : (لا يمكن معرفة تفسير الآية ، دون الوقوف على قصتها وبيان نزولها ) .

·         التفسير بالمأثور :هو الذي يجب اتبعاه لأنه طريق المعرفة الصحيحة . ويشمل ما جاء في القرآن نفسه من البيان والتفصيل وما نقل عن رسول الله صلى الله عليه وسلم وأصحابه أما ما ينقل عن التابعين فبعض العلماء يعتبره من المأثور وبعضهم يعتبره من التفسير بالرأي ، فمن التابعين من تلقى التفسير كله عن الصحابة كما قال مجاهد : عرضت القرآن على ابن عباس أوقفه عند كل آية منه وأساله عنها ، ولهذا قال الثوري إذا جائك التفسير عن مجاهد فحسبك به وكان يعتمد على تفسيره كثيرا من أهل العلم كالشافي والبخاري وغيرهم .

فالتفسير بالمأثور بمثابة ركيزة أساسية لكل من يريد تفسير كتاب الله عز وجل.

التفسير بالرأي : يقصدون العلماء بالرأي الاجتهاد .

فانقسم العلماء فيما يخص التفسير بالرأي إلى فريقين فريق منع تماما تفسير القرآن بالرأي مهما كان علم المفسر ومعرفة بأصول التفسير وفريق يرون أن من كان ذا أدب وعلم يجوز له أن يفسر كتاب الله تعالى برأيه واجتهاده .

1-     المانعون : يقولون إن التفسير بالرأي قول على الله بغير علم والقول على الله بغير علم منهى عنه لقوله تعالى : " وإن تقولوا على الله ما لا تعلمون " . واستدل المانعون بقوله تعالى : " وأنزلنا إليك الذكر لتبين للناس ما نزل إليهم ولعلهم يتفكرون " و مثل  ما رواه الترمذي عن ابن عباس رضي الله عنهما أن النبي صلى الله عليه وسلم قال : ( اتقوا الحديث عني إلا ما علمتم فمن كذب علي متعمداً فليتبوأ مقعده من النار ومن قال في القرآن برأيه فلبتبوأ  مقعده من النار . وروى أيضا الترميذي عن جندب رضي الله عنه قال : قال رسول الله صلى الله عليه وسلم من قال في القرآن برأيه أصاب فقد أخطأ .

2-     أما القائلين بالجواز : استدلو بالآيات الكثيرة الداعية إلى التدبر والتفكر في فهم القرآن

* ومن قوله تعالى : " كتاب أنزلناه عليك مباركا ليتدبوا آياته " ( ص 29 ) ....   * " أفلا يتدبرون القران أم على قلوب أقفالها "  (محمد 24 )

وبهذا يظهر أن الله تعالى شجع على تدبر القرآن والإعتبار بآياته .

 قالوا لو كان التفسير بالرأي غير جائز لما كان الاجتهاد جائزا وهذا باطل.

*قالوا أيضا إن النبي صلى الله عليه وسلم قد دعى لابن عباس وقال له :

( اللهم فقه في الدين وعلمه التأويل )

فلو كان التأويل يعتمد على السماع والنقل فقط لما دعى النبي لابن عباس بهذا الدعاء.


0 Yorum - Yorum Yaz

İlimlerin münasebeti    31.05.2013

Yüksek Lisans 129 127 45

لعلما : Sözlük anlamı itibariyle “Bilmek” anlamına gelir.Istılahi anlamı ise; “Bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç, bir nesnenin şeklini zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması, tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan bir sıfat.”[1]                                        Kur´an kavramları sözlüğünde ise: “Bir şeyi hakikatiyle idrak etmek.”a)      Bir şeyin zatını idrak etmek.b)      Bir şeyle ilgili, kendisinde mevcut olan başka bir şeyin, kendisinde mevcut olduğuna hükmetmek ya da kendisinde olmayan bir şeyin kendisinde olmadığına hükmetmek. [2] İslam temel bilimlerinden oluşan tefsir, fıkıh ve hadis usulü zaman içerisinde konulara göre tasnif edilmiş, kendine özgü terimler ve yöntemler oluşturmasıyla bağımsız disiplinler halini almışlardır. Zaten usul ilmi Bilimde belli bir sonuca erişmek için, belli ilke ve kurallara göre izlenen yol, metot”[3] anlamına gelir.Her ne kadar bu üç ilim dalı günümüzde birbirinden ayrılsa da kaynak itibariyle özlerini  Kur´an´dan almaktadırlar ve bu üç ilim dalında Kur´an´ı daha iyi anlayıp insanlara fıtrat üzere oldukları yaşam biçimlerini gerçekleştirmek için ortaya çıkmıştır.                        Şunu da belirtmeliyim ki Tefsir ve Hadis ilmini biribirleriyle eşit ve aynı öz gibi olduklarını düşünüyorum. Ancak Fıkıh ilminin Tefsir ve Hadis ile olan münasebetini aynı şekilde göremiyorum. Bana göre fıkıh, hadis ve tefsirden çıkmıştır ve bu yüzden kaynak teşkil edemediği için diğer iki ilimle aynı seviyeye koymanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Bu yüzden şemasal olarak bu üç ilmin münasebetini şu şekilde görüyorum:TEFSİR İLMİNİN HADİSLE İLİŞKİSİEğer Kur´an´ı Kerim sadece okuyarak anlaşılacak bir kitap olsaydı Cenab-ı Hakk bize Peygamber Efendimiz’i göndermezdi. Peygamberimiz Kur´an´ı tebliğ etmiş ve açıklamıştır. Bu sebeble tefsir ilmi yapılırken hadislere başvurmak kaçınılmazdır.Kur´an´ı Kerim´de yapılması istenen veyahut yapılması istenmeyen davranışlar vardır ama bazen bu emir veya nehy´in nasıllığı, şartları açık ve bariz bir şekilde ortada olamayabiliyor. İşte tam da böyle durumlarda sahabiler Kur´an´a başvuruyorlardı. Mesela Kur´an´ı Kerim’de “Namaz kılın” emri yer alır. Ama günde kaç kere ve nasıl kılınması gerktiği, namazda hangi kıyafetin caiz olup hangisinin olmadığı, mekruh namaz vakitlerinin hangileri olduğu belirlenmemiştir. Peygamber Efendimiz bu konulara açıklık getirmiştir:  Ebû Hureyre Rasûlullah'tan şöyle buyururken işitmiştir: "Birinizin kapısı önünde bir akarsu bulunsa, (ev sahibi) her günde beş defa onun içinde yıkansa, ne der­siniz? Bu yıkanma, onun kirinden pasından birşey bırakır mı?" bu­yurdu. Sahâbîler: Hayır, bu onun kirinden hiçbir şey bırakmaz, dediler. Rasûlullah "Beş (vakit) namaz da işte bunun gibidir. Onlar­la Allah Taâlâ günâhları siler" buyurdu.Bu hadiste de görüldüğü gibi namazın günde beş defa farz kılındığını öğreniyoruz. Ayrıca Peygamber Efendimiz diğer hadislerinde de vakitleri teker teker belirliyor. Ebû Nu'aym bize anlatarak dedi ki: Şeybân bize Yahya b. Ebî Ke-sîr'den, o Ebî Seleme'den, o Ebî Hüreyre'den (ra) şöyle dediğini nakletti: Allah Resulü (sav) buyurdular ki: “Sizden biriniz güneş batmadan önce ikindi namazından bir secdeye yetiştiğinde namazını tamamlasın. Güneş doğmadan önce de sabah namazından bir secdeye yetiştiği zaman namazını tamamlasın.”[4] Sonra hadisler, aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir. Örneğin; Kur’an, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları açıkladıktan sonra: “…Bunlardan başkası size helal kılındı.” buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Bir kadın; halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz.” hadisi ile Kur’an’ın hükmünü tahsis etmiştir. [5] Bu hadislerde görüldüğü gibi Peygamberimiz Kur´an´da olan müphemliği açığa kavuşturmuştur. Tefsir yapmak isteyen müfessirler hadislere başvurmak zorundadırlar, bu yüzden bu iki ilim arasında sıkı bir bağ vardır. Hadis ilmi olmasaydı tefsir ilmi bu kadar zengin ve anlaşılır olamayabilirdi.  FIKIH İLMİNİN TEFSİR VE HADİS İLE İLİŞKİSİFıkıh; müctehidlerin, her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere denir. Fıkıh usulü ise kaynaklardan hüküm çıkarılması gereken yöntemi belirler. Hüküm çıkarmak için de başvurulan ilk kaynak Kur´an, ikinci kaynak ise sünnettir. Fıkıh ilmi tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur´an´ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp usul ve kurallar çerçevesinde tahlil eder. Sonra tefsir ilmi ayetlerin nuzül sebeblerini ortaya koyar ve ayetleri açıklar. Fıkıh ilmi ise bu açıklamalara dayanarak hükümler ortaya koyar. Hadis ile fıkıh ilmi arasında aynı fıkıh ile tefsir ilmi arasında olan münasebet mevcuttur. Hadis ilmi rivayet ilmidir Fıkıh ilmi ise rivayete dayanan dirayet ilmidir. Eğer bu iki ilim arasında denge tutturulursa hayatımızı kolaylaştıran çok güzel hükümler ortaya çıkar. Ama yok denge tutturulamazsa veyahut bu ilimler bağımsız olarak ele alınırsa o zaman verilen hükümlerde gözle görülen bir noksanlık ortaya çıkar. Bu yüzden hadis ve tefsir ilmine vakıf olmayan kimselerin sadece akla dayanarak fıkıh yapılabileceği fikirini ortaya atmaları yanlıştır. Bu üç ilim ararasında kurulan denge, nass ve aklın aynı zamanda kullanılması ve biri olmadan diğerinin olamayacağının göstergesidir. Bu üç ilim dalının bütünlüğünü gözden kaçırırsak  düşünce-duygu-davranış bütünlüğünü yakalayamayız.  


[1] Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İlim s.109

[2] Türk dil kurumu  http://www.tdkterim.gov.tr/bts/

[3] Türk dil kurumu  http://www.tdkterim.gov.tr/bts/

[4] Buhari, Mevâkîtu's-salât/523, 545-546

[5] http://karatasali.wordpress.com/2007/05/15/tefsir-islevi-ve-diger-ilimlerle-ilskisi/


0 Yorum - Yorum Yaz

MEHMET ÇİLEK 12912724    02.06.2013

 

TARİH İÇİNDE İSLAMÎ İLİMLER

 

İnsanlık tarihi aslında peygamberler tarihidir. Allah’ın yaratmış olduğu ilk insan olan Hz. Adem aynı zamanda ilk peygamberdir. Yüce Yaratıcı dünyaya göndermiş olduğu insanı başıboş bırakmamış; her insan topluluğuna peygamber göndererek onlara dünyadaki yaşamlarının nasıl olması gerektiği konusunda bilgilendirmiştir. Peygamberlerin sonuncusu da m. 571 yılında dünyaya gelen Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O’nun risaleti ile peygamberlik sona ermiştir. Son ve evrensel din olan İslam’ın mübeyyini olan Hz. Peygamber’e Kur’an-ı Kerim nazil olmuştur. Kısacası bu kitap son dinin temel referans kaynağı olmuştur.

 

Hz. Peygamber’in hayatına dair kaleme alınan eserler genelde O’nun hayatını Mekke ve Medine dönmeleri olmak üzere ikiye ayırırlar. Mekke’de Hz. Peygamber’in muhatap kitlesini genelde putperest müşrikler oluştururken, Medine’de bu kitleye Yahudiler de eklenmiştir. Sosyal vakıanın ve hikmeti ilahinin bir gereği olarak olsa gerek inen ayetlerde içinde bulunulan duruma göre şekil ve içerik bakımından farklı özelliklere bürünmüştür.

 

Hz. Peygamber’in hayatta bulunduğu süre içerisinde Müslümanlar arasında herhangi bir siyasi, itikadi yada hukuki bir tartışma vuku bulursa konu Hz. Peygamber’e iletiliyor ve O’nun vermiş olduğu karar herkesi bağlayan bir ilke olarak kabul ediliyordu. Bazen de Hz. Peygamber’e bir soru sorulduğunda inen herhangi bir ayet sorulan sorunun cevabı oluyordu. Kısacası Hz. Peygamber nübüvvetten sonraki hayatında Müslümanların Kur’an’ı açıklamada, siyasi, itikadi, ameli, hukuki vb. alanlarda tek otorite idi. Başka bir deyişle İslam’ın ilk yıllarında İslamî ilimler adı altında herhangi bir tasnif oluşmamış; tefsir, fıkıh, hadis, akaid vb. ilimler Kur’an ayetleri bağlamında Hz. Peygamber’de mezcedilmiş; O vermiş olduğu kararlarda nihai karar merci olmuştur.

 

Hz. Peygamber’in vefatından sonra artan fetihlerle birlikte karşılaşılan kadim medeniyetlere ait birçok unsur farklı dini ve etnik gruplara mensup insanların İslam’ı seçmeleri ve eski dinlerinin düşünsel ürünlerini tam olarak atamamış olmaları sebebiyle İslam’ın berrak inanç sistemine girmeye çalışmıştır. Ayrıca iktisadi ve siyasi etkenler, yabancı kültürlerden yapılan tercümeler İslam toplumunu olumlu ya da olumsuz biçimde etkilemiş; hem ilimler hem de toplumsal bağlamda değişim ya da dönüşüme sebep olmuştur. İslam’ı seçen insanlara dini anlatma zarureti, çevredeki dinlere ve felsefi akımlara karşı dini savunma gibi bir zorunluluğun da ortaya çıkmış olması sadece Kur’an’ın ve hadisin/sünnetin zahirine bağlanan ilk dönem müslümanlarından farklı olarak sonraki müslümanları ilmi anlamda yeni ve farklı çabalara sevk etmiştir. İşte biz de burada tefsir hadis ve fıkıh ilimleri bağlamında bu ilimlerin tarihlerini özet olarak sunmaya çalışacağız.

 

Sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelen tefsir, teknik bir ifade olarak, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili ilim diye tanımlanmaktadır.

 

Kur’an tefsiri ile ilgili faaliyetler Hz. Peygamber dönemine kadar gitmektedir. Kur’an’ın indirildiği dönemde Hz. Peygamber değişik vesilelerle birçok açıklama yapmıştır. Fakat Kur’an’ın tamamını tefsir etmemiştir. Bu bakımdan Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Peygamber’in vefatından sonra tefsir işini sahabe yürütmüştür. Tefsir konusunda öne çıkan en önemli şahsın Abdullah b. Abbas olduğu kabul edilmektedir. Sahabe tefsir faaliyetleri onların müşahedelerine veya kişisel kavrayışlarına dayanmaktaydı. Tefsir kaynakları ise Hz. Peygamber’den gördükleri ve işittikleri, Arap dili ve edebiyatı, Yahudi ve Hıristiyan alimleri olarak sayılabilir. Vahyin inişini, ayetlerin nüzul sebeplerini müşahede etmeleri, ve uzunca bir zaman Hz. Peygamber ile beraber olmaları sahabenin tefsirdeki rolünün önemini gösterir niteliktedir.

 

Kendilerindeki ilmi birikim tabiîn nesline aktaran sahabe, Hz. Ömer’in vefatından sonra Medine dışına çıkarak İslam ülkelerinin çeşitli yerlerine dağıldılar. Böylece Arap olmayan pek çok şahıs ilim sahasında gözükmeye başlamıştır. Sahabeden alınan ilmi faaliyet geleneği tabiîn tarafından devam ettirilmiştir. Bu dönem tefsiri genel görünüm itibariyle rivayete dayanan akli verilerden uzak olan bir tefsirdir. Said b. Cübeyr……..  gibi şahıslar bu dönemin önde gelen tefsir bilgilerindendir. Tefsire ait bilgiler bu dönemde yazılı hale getirilmeye çalışılmıştır. Ali b. Ebi Talha, Mukatil b. Süleyman bu döneme ait günümüze ulaşabilen ilk tefsir örnekleridir. Daha önce müsned adı verilen eserlerde yer alan bilgiler hadis eserlerinin tasnif edilmeye başlanmasıyla birlikte kitabu’t-tefsir bölümleri içinde işlenmeye başlanmıştır.

 

Tefsir faaliyeti ile meşgul olan kişinin ilmi kapasitesine, kavrayış derecesine, ihtisasına, mesleki durumuna ve içinde yaşadığı toplumun siyasi, ahlaki, ilmi, mezhebi durumuna göre fıkhi, iş’ari, edebi, mezhebi tefsir olarak çeşitli sınıflandırmalar yapılmıştır. Bununla birlikte tefsir faaliyetleri genelde dirayet ve rivayet tefsirleri olmak üzere iki grupta mütalaa edilmektedir. Rivayet tefsiri Hz. Peygamber’den, sahabeden ve tabiînden nakledilen, senedi olan rivayetlere verilen addır. İlk zamanlar şifahi olarak rivayet edilen bu birikimin yazılı hale gelmiş en mükemmel halinin Taberi’nin Camiu’ul-beyan an Te’vili’l-Kur’an adlı eseri olduğu kabul edilmektedir. Dirayet tefsiri de rivayetlere yer verilmekle beraber genelde akli verilere dayanan tefsirdir. Maturidi’nin Te’vilatu’l-Kur’an’ı, Zemahşeri’nin el-Keşşaf’ı gibi eserlere tefsirin bu türüne ait örneklerdir. Tefsirle beraber Ulumu’l-Kur’an’a ait bir literatür de meydana gelmiştir. Bu ilimlere dair pek çok eser kaleme alınmış olmakla beraber Suyuti’nin el-Itkan fi Ulumi’l-Kur’an isimli eseri bu konuya ait en meşhur eserdir.

 

Hz. Peygamber’den rivayet edilen söz, fiil ve takrirlere hadis denir. Birçok alim hadis kavramına Hz. Peygamber’in şemailini ve ahlaki vasıflarını, sahabe ve tabiîne ait söz, uygulama ve fetvaları da eklemişlerdir. Bunlardan Hz. Peygamber’e ait olana merfu, sahabeye ait olana mevkuf, tabiîne ait olana ise maktu adları verilmiştir. Bir rivayetin Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını tespit için birçok hadis ilmi ortaya çıkmıştır. Cerh ve tadil ilmi, Mühtelifu’l-hadis ilmi, İlellu’l-hadis ilmi, Garbu’l-hadis ilmi, Nasih ne mensuh ilmi, Kitabetu’l-hadis ilmi bu ilimlerdendir.

 

Hadislerin yazılmasıyla ilgili ilk teşebbüslerin Hz. Peygamber devrinde olduğu bilinmektedir. İlk zamanlar Kur’an’la karışır endişesiyle hadis yazımına müsaade etmeyen Hz. Peygamber, birçok sahabinin Kur’an’ı hıfz etmesi ve yazıyı iyice öğrenmesi sonucu bu yasağı kaldırmış ve hadis yazımına izin vermiştir. Değişen sosyal ve siyasi ortamın bir sonucu olarak hicri II. asırda İbn Şihab ez-Zühri’nin girişimleri sonucu yazılı hadis malzemeleri tedvin edilmeye başlanmıştır. Hadis ilminin ortaya çıkmasında en önemli etkenlerden birinin hadis uydurma faaliyetleri olduğunda şüphe yoktur. Daha hicri ilk asırlarda Müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasi ve itikadi kutuplaşmalar, her grubu hadisin otoritesinden faydalanma yoluna sevk etmiştir. Bu da hadis ilmiyle uğraşan bilginleri bu konuda çeşitli tedbirler almaya sevk etmiş, isnad tatbiki yapılmış, hadis ravileri dini/ahlaki ve zabt (akıl sağlamlığı) yönünden değerlendirmelere tabi tutularak hadislere uydurma rivayetlerin karışması engellenmeye çalışılmıştır.

 

Hadislerin tedvin döneminde pek çok eser kaleme alınmıştır. Abdullah b. Mübarek’in Kitabü’z-zühd’ü, Zübeyr b. Harb’ın Kitabü’l-iman’ı, Buhari’nin Edebü’l-müfredi, Ebû Davud et-Tayalisi’nin, Ahmed b. Hanbel’in Müsnedleri bunlar arasındadır. Şüphe yok ki hadisin altın çağı tasnif döneminin en önemli eserlerinin verildiği hicri III. asırdır. Bu dönemde hadislerin konularına göre tasnife tabi tutulduğu musannefler ve camiler oluşturulmuştur. Kütüb’ü sitte müelliflerinin eserleri hem kendi zamanlarının hemde sonraki zamanların hadis alanında ortaya konmuş en güzide şaheserleridir. Bu dönem aynı zamanda ravilere tahsis edilen rical, tabakat ve şehir tarihlerinin de kaleme alındığı bir zaman dilimidir. Sonraki asırlar ise daha çok önceki eserler üzerine şerh ve haşiye yada mu’cem ve müstahreclerin yapıldığı zamna dilimleridir. Bu zaman diliminde hadis usulüne dair eserlerde gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Hakin en-Nisaburî’nin Ma’rifetü Ulumi’l-Hadis adlı eseri örnek olarak verilebilir.

 

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek, iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak fıkıh ilmi, İslam’ın ferdi ve ictimai hayata dair ameli hükümlerini bilmeyi ve incelemeyi konu edinen bilim dalıdlır.

Hz. Peygamber dönemi fıkıh ilminin temellerinin atıldığı dönemdir. Vahye dayalı bir dünya görüşü oluşturma çabası bu dönemin en belirgin özelliğidir. Bunun içinde İslami ilkelerin hayatın her alanına uygulanma zorunluluğu gerekmektedir Hz. Peygamber 23 yıl gibi kısa bir sürede bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber dönemi Mekke ve Medine dönemi diye ikiye ayrılır. Mekke döneminde inanç, ibadet ve ahlak üzerinde durularak fıkıh için bir altyapı oluşturulmuştur. Medine dönemi ise artık devletin kurulduğu ve bunun sonucu olarak toplumsal hayata yönelik uygulamaların ortaya çıktığı dönemdir. Bu dönemde Hz. Peygamber vahyin eşliğinde ibadetler, cihad, aile, miras, anayasa, ceza hukuku, muhakeme usulü, muamelat ve devletlerarası ilişkiler bakımından fıkhın temellerini atmıştır.

 

Hz. Peygamber’in vefatından sonraki ilk dört halife ve Emeviler devri fıkhın ikinci dönemini oluşturmaktadır. Özellikle Emeviler dönemi siyasi mekanizmanın toplumsal problemlere çözüm üretmeye çalıştığı, kurumlaşmanın iyice arttığı ve Kitap ve sünnette bulunmayan hükümlerin ictihada dayandırılarak fıkıh yapıldığı dönemdir. Fıkıh ilminin bu ikinci dönemi sahabenin İslam coğrafyasına dağıldığı ve farklı fıkhi görüşlerin yavaş yavaş ilk nüvelerini verdiği bir zaman dilimidir. Bu dönem Kur’an ve sünnet ışığında bireysel ve toplumsal sorunlara akıl ve ictihada dayalı olarak çözümler üretilmeye çalışıldığı dönemdir. Ayrıca bu dönem mezhepler arası çekişmelerin de ortaya çıkmaya başladığı bir dönemdir. Başında Said b. el-Müseyyib’in bulunduğu Hicaz ekolü ile İbrahim en-Nehai’nin başında bulunduğu Kufe ekolü dönemin tartışma kutuplarının iki farklı tezahürüdür. Kısacası bu dönem İslam fıkıh ekollerinin doğmasına zemin hazırlayan dönemdir.

 

Abbasiler dönemi ise fıkıh ekollerinin ortaya çıktığı ve kendilerine has geleneklerini oluşturdukları dönemdir. Bu dönemde fakihler desteklenmiş, serbest bir düşünce ortamı sağlanmıştır. Bu sayede Kur’an ve sünnetin yanı sıra sahabe, tabiîn ve sonraki nesillerin ictihatları artarak devam etmiştir. Aynı zamanda baş kadılık makamı oluşturulmuş ve meşhur Hanefi alimi Ebu Yusuf bu makama getirilmiştir. Günümüze kadar ulaşan Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri bu dönemde fıkıh geleneklerini ortaya koymuşlardır. Hadis ve Rey taraftarları arsındaki ilmi tartışmalar bu dönemde hala canlılığını korumaktadır.

 

Abbasiler dönemi aynı zamanda fürû ve usüle dair çalışmaların zirveye ulaştığı bir dönemdir. Mezhep imamlarının  görüşleri kitaplar haline getirilmiş ve belli bir sistematiğe kavuşturulmuştur. Ebu Yusuf’un Kitabu’l-Haracı, Hasan eş-Şeybanî’nin derlediği Zahiru’r-Rivaye olarak anılan eserler bu dönemin ürünleridir. Tüm mezhepler için önemli bir yeri olan İmam Malik’in el-Muvatta adlı eseri ve İmam Şafiî’nin fıkıh usulüne dair ilk eser olarak kabul edilen er-Risale adlı eseri de bu dönemin en önemli eserlerindendir. Bu eserler üzerine tarih boyunca pek çok şerh yazılmıştır.

 

Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin kısaca tarihini verdikten sonra ilmin bütünlüğü ve sonradan farklı dallara ayrıldığını belirtmek için şunları söyleyebiliriz.

 

--- Genel anlamda, kendine özgü hedefleri, temel önermeleri, araştırma alan ve yöntemleri olan ve bir disiplini oluşturan düzenli bilgi şeklinde tanımlanan ilim, İslam düşüncesinde ilk dönemlerde, Kur’an ve sünnette tekil olarak kullanılmıştır.

 

--- İlk dönemlerde ilmin konusuna Kur’an, hadis ve fıkıhla ilgili dini bilgilerin girdiği anlaşılmaktadır.

 

--- İlim kelimesinin ilk dönemlerdeki kullanımı sistemli bir bilgi veya disiplin değil, daha çok dini hususlara ilişkin münferit bilgi veya tek tek noktaları araştırmaya yönelik bilgi olarak kullanılmıştır.

 

--- Din konusunda düzenli bilgi üretilmesiyle birlikte bir bilim dalı ya da eğitim disiplini anlamında ilim kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Başka bir ifadeyle ilmin özel bir disiplin olarak kullanımı sonraki tarihlere rastlamaktadır.

 

--- İlk dönemlerde bir bütünlük içerisinde ele alınan ilmi faaliyetlerin, sonraki dönemlerde kendine özgü hedefler ve temel önermeler oluşturarak ve belli yöntemler kullanarak düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi disiplinlere dönüşmesiyle İslam bilimlerinin kurumsallaşmaya başladığı görülmektedir. Başka bir deyişle İslam bilimi veya bilimlerinin doğası ve tarzı, sonraki yıllarda kendi öz kimliğine ve farklı karakterine kavuşmuştur.

 

--- Sonuç olarak hicri II. asrın ortasından III. asrın ortasına dek geçen tedvin asrı zarfında yaşamış olan hadisçiler, fıkıhçılar, müfessirler, nahivciler ve lügat bilimcileri tarafından konulmuş şartlar çerçevesinde belli alanlarla ilgili bilgilerin toplanması, sınıflandırılması ve alt başlıklar halinde ele alınması beraberinde dini bilgi alanında belli bağımsız disiplinlerin ve bunlara ait epistemolojik ve metodolojik ilkelerin belirlenmesiyle sonuçlanmış ve çeşitli ilmi disiplinler ortaya çıkmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA:

 

CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Tarihi I, II, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara-1998

 

KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Ankara-2003

 

KARAMAN, Hayreddin, İslam Hukuk Tarih, İstanbul-1989 İz yayıncılık

 

Komisyon, Kur’an ve Hadis İlimleri, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yay. Ankara-2006

 

Komisyon, Fıkıh, Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yay. Ankara-2005

 

Komisyon, İslam Bilimlerinde Yöntem,  Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yay. Ankara-2006

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ BAĞLAMINDA İLMİNİN BÜTÜNLÜĞÜNÜN ANLATILMASI 

 YUSUF ÇINAR

  12912761 

 

TEFSİR TARİHİ

Tefsir, Kur’an’ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya getirilmesine denir. Hicri ikinci asrın ikinci yarısında başlayıp bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. Tedricen indirilen Kur’an vahyi, hitap ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken sonsuzluk âlemine uzanan çizgide fert ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitaben derleme mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde de kitaben derleme işi gerçekleştirilip, Hz. Osman döneminde kıraat farklılıklarını ortadan kaldıran bir biçimde çoğaltılması yapılmıştır.

Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet tefsiri olarak iki farklı şekilde görülmektedir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.

HADİS TARİHİ

Lugat manası olarak kadîmin zıddı cedîd manasına gelen hadis haber, haber vermek, tebliğ etmek, nakletmek manalarında kullanılmıştır.

Hadis, İslam dininde, Hz. Muhammed’in değişik olaylar ve sorunlar karşısında inananları aydınlatmak, Kur’an’ın bazı ayetlerini daha açık bir dille ifade etmek için söylediği sözler bütünüdür. Hadis alimleri Hadis kavramını “Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri” şeklinde tarif etmektedirler. Hadis, dini bilim olarak, bu çerçeve içinde, Hz. Muhammed’in sözleri ile davranışlarını, eylemlerini aktaran bilgileri derleyen, bu bilgileri yazılı bir biçimde düzenleyip sınıflandırarak incelemektir.

Sünnet İslamın teşriinde Kitaptan sonraki ilk kaynaktır. Allah Teala Hz. Peygamberi Kur’an’ı tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş fakat namazın adedi, şekli ve vakitleri Kur’an’da beyan edilmemiştir. Hz. Peygamber en geniş manasıyla teşrii kuvveti elinde bulunduran otorite olarak kabul edilmiştir. Herhangi bir ihtilaf veya hâdise zuhur etse Allah Teala elçisine hükmü bilinmek istenen mesele hakkında bir veya birkaç ayet indirmiştir. Eğer ayet inmemişse Hz. Peygambere ictihadda bulunmuştur. Beşer olarak hataya düştüğü noktalar vahiy yoluyla tashih edilmiştir. Hz. Peygamberin Kur’an’ı tebliğ ettiği insanlar eski sert yaşama biçimlerini bırakarak Hz. Peygamberin getirdiği yeni yaşam şeklini öğrenmek için çok istekli olmuşlardır. İlk Müslümanlar Hz. Peygamberi örnek alarak hayatlarını onun talimatına uygun olarak düzenlediklerinden erkek olsun kadın olsun ondan ilim almaya önem vermişler, ondan topladıklarını büyük bir titizlikle muhafaza etmeye çalışmışlardır. Böylelikle denebilir ki hadis tedvini daha Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bu toplama işi Hz. Peygamber zamanında sadece ezberlenmiş yazıya ise daha sonraki dönemlerde geçirilmiştir. Hz. Peygamber hadis rivayetini teşvik etmiştir. Hz. Peygamberin sağlığında hadislerin tahrifi söz konusu olamamıştır. Sahabe arasında çok hadis rivayet etmek pek hoş görülmemiştir. Yanılmaktan korkmak onları bu işten alıkoymuştur.

Hadisin ilk devirde tedvin edilmemiş olması hiç yazılmadığı anlamına gelmez. Ama hadis yazma işi iki devre yaşamıştır. Birincisi, hadis yazmanın yasak edildiği dönem ikincisi ise hadis yazmaya ruhsat verildiği dönemdir. Yazma yasağının nedeni olarak yazının bu devirde iyi gelişmediğiyle alakalı iyi yazı bilenlerin olmadığı gibi bir gerekçenin yanı sıra asıl neden Kur’an sahifeleriyle karışma tehlikesidir. İlimdeki ve insanların durumundaki hızlı gelişme neticesinde hadis yazılmasına izin verilmiştir. İlk yazılı hadisler arasında Bizans İmparatoru’na, Acem Kisrası’na, Mısırlı Mukavkıs’a, Habeş Necaşi’ye yazdığı mektupları, anlaşmaları, memur tayinlerine dair yazılarını sayabiliriz. Bunların yanı sıra Hz. Peygamberin sağlığında yazılmış Amr İbn Hazm, Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri vardır. Bunlar incelendiğinde Amr İbn Hazm’dan gelen rivayette görüş farklılıkları olsa da üçünün de içerik bakımından birbiriyle uyuştuğu görülmektedir. Sonuç olarak Hz. Peygamber zamanında hadisler yazılmayıp sadece ezberlenmiş daha sonraki dönemlerde ise yazıya geçirilmeye başlanmış ve günümüze kadar ulaşmıştır.

 

 

FIKIH TARİHİ

Fıkıh, islamın daha başlangıcında şeriat ile beraber doğmuştur. Fıkıh Kur’ân’da yer alan itîkâdi, ahlaki ve ameli hükümlerin, Hz. Peygamberin verdiği fetva ve hükümlerden, sahabenin, kitap, sünnet, icmâ ve re’y’den çıkardıkları hükümler ve karşılaştıkları olaylarla ilgili fetvalardan oluşur.

                  Bilindiği üzere tabiin, tebe-i tabiin ve müctehid imamlar döneminde islam devletinin sınırları genişlemiş, yeni topraklar ele geçirilmiş ve buna bağlı olarak müslümanlar yeni problemlerle ve olaylarla karşılaşmışlar. Bunun tabi bir sonucu olarak müctehidler karşılaştıkları problemleri çözebilmek için ictihada başvurmuşlardır.Kur’ân vesünnetin nassları ışığında  yeni hükümler elde etmişlerdir, bu safhada fıkhi hükümler tedvin edilmeye başlanmış.

                  Fıkıh ilmide yeryüzündeki her ilim gibi doğmuş,  gelişmiş, olgunlaşmış daha sonra donuklaşmış ve içtihat kapısının kapandığı kabul edilen devrede iyice durgunlaşmıştır. Hz. Peygamberden sonra sahabe, hüküm çıkarma görevini üstlenmişler, karşılaştıkları yeni olaylara Kur’ân ve sünnet ışığında çözümler bulmaya çalışmışlardır. Bu nedenle sahabe dönemi “hukuki tefsir dönemi” veya hüküm çıkarma kapısının açılmaya başladığı dönem olarak kabul edilmektedir.

    Sahabenin böyle bir görevi üstlenmelerinde, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte olmaları, Hz. Peygamber’in, olaylar karşısındaki tavrını ve olaylara bakış açısını yakından tanımaları, Kur’ân ve sünneti iyi özümsemeleri, sebeb-i nüzûlu (ayetlerin iniş sebeplerini) ve sebeb-i vürûdu (hadislerin söyleniş sebeplerini) iyi kavramaları, üstelik bazı sahabilerin Hz. Pegambere bizzat danışmanlık yapmış olmalarının, büyük etken olduğu bilinmektedir.

 

 

 

 SONUÇ

Netice itibariyle tefsir, fıkıh ve hadis tarihlerinde görülen ortak nokta bu ilimlerin ilk dönemlerde bir bütünlük içerisinde bulunmasıdır. Daha sonraki dönemlerde ise giderek ilimlerin sisteme oturduğunu, ayrıştığını görmekteyiz. Tefsir tarihinde kaynak olarak gösterilen bir rivayeti aynı zamanda hadis ve fıkıhta da görmekteyiz.

Genel olarak bakıldığında alimlerimiz ilk dönemlerde örnek olarak, tefsir dersi verirken aynı zamanda fıkıhla alakalı, hadisle alakalı sorulara da cevap vermiş hiç birinden benim alanım değil diye bir kelime duyulmamıştır. Zira o dönemde fıkıh ilmi, hadis ilmi, tefsir ilmi gibi bir tasnif yoktu. Sadece belki "din ilmi" diyebileceğimiz Kur'an-ı ve İslam'ı bir bütün olarak anlama vardı.

                            


0 Yorum - Yorum Yaz


Tefsir Tarihi, Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi/Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü, Fıkıh Usûlü’nü Mukayeseli Okuma 

Allah, insanlığa Kelamıyla müdahalesini muayyen zamanlarda yapmıştır. İşte bu zaman dilimlerinden biri de miladi 610- 632 yılları arasındaki süredir. Bu süre zarfında Allah sadece Kelamıyla değil, diğer pek çok sıfatlarıyla tecelli etmiştir. O, Arap toplumunu, peygamberin önderliğinde bir yerden alıp ahlaki, dini, siyasi, sosyal ve ekonomik bakımdan örnek bir seviyeye getirmiştir. Kur’an son Peygambere indirilmiş son kitaptır. Allah Kur’an’la dinini tamamlamış ve bir bakıma insanlık için artık sözle müdahaleye ihtiyaç olmadığını ortaya koymuştur. Çünkü Kur’an, insanlığın gelecekte oluşturacağı medeniyetlerde insanlığın önünü aydınlatmaya yetecek durumdadır; ancak onu miladi 7. Asırdan sonraki asırlarda oynayacağı rolü iyi tespit etmek, onu insanlığın ihtiyaçları, çağların talepleri karşısında isabetli anlamak ve yorumlamak gerekmektedir.[1]

Misyonu rehberlik olan bu yüce kitabın anlaşılması ve anlatılması zorunlu görünmektedir. Bu yüzden Hz. Peygamber vahyin ilk muhataplarının sorularını titizlikle cevaplamıştır. Arapça, Kur'an’ın ne demek istediğine ulaştıran bir araçtır. Hz. Peygamber, Kur'an’ın değinemediği, insani olan pek çok hususu söz, fiil ve takrirleriyle açıklığa kavuşturmuştur.

Hz. Peygamberin Kur'an’ı tebliğ ve beyanı sahabenin onu daha iyi anlamasını sağlamıştır. Böylelikle sahabiler, her bir kelimesinin üzerine düşünmüşler, gerektiği yerde tebliğcisine danışmışlardır. Onlar “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[2], “Allah içinizden iman etmiş olanları ve kendilerine ilim verilenleri derece derece yüceltsin.”[3] ayetleriyle ifade edilmek istenen manayı anlamakta güçlük çekmemişler, dinle ilgili bilgilerini artırmak ve onda derinleşmek için Hz. Peygamberin etrafında daha sıkı bir ilim halkası vücuda getirmişlerdi.[4] Bazıları mesailerini Kur'ân’ın muhkem ve müteşabih ayetlerini anlamaya hasrederken, diğerleri de sünnetle meşgul olmuştur. Kimisi de hüküm istihracının yollarını usul ve kaidelerini öğrenerek toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek seviyeye gelmişlerdir.[5]

Hz. Peygamberin vefatından sonra sahabenin Kur'an üzerine yoğunlaşmalarının farklı tezahürleri olmuş, iş daha da ileri götürerek henüz doğmakta olan hadis ilmi üzerine uydurma hadisler ekleme gayretine girilmiştir. Kur'an-ı Kerim’in kendisinden sonra birinci sıradaki açıklayıcısı üzerine şüpheler uyandırılmaya çalışılmıştır. Ancak sahih rivayetlerde göreceğimiz üzere hadisler, Kur'an’ı ondaki mücmel, âm, hass, garib ifadeleriyle; mecaz, kinaye, istiare gibi sanatlarını da açıklar. Bu yönüyle hadis ilmi Kur'an ile girift haldedir, ancak ona dâhil değildir.

İslam’ın bidayetinden itibaren fetihlerin çoğalması ve birçok ülkenin İslam devleti hudutları içine girmesi, sahabenin, İslam’ın beşiği olan Mekke ve Medine’den ayrılmalarına ve çeşitli ülkelere dağılarak oralarda yerleşmelerine yol açmıştır. Bu sahabilerden her birinin kendisine has ilmî bir şahsiyeti vardı ve her birinin bulundukları yerlerde teessüs eden medreseler üzerindeki fonksiyonları da birbirlerinden farklıydı. Bunun başlıca sebebi, bütün sahabilerin, Hz. Peygamberin söz ve fiillerinin yahut dine taalluk eden bütün meseleleri aynı derecede bilmemeleriydi.[6] Dahası, sahabenin kolayca anladığı çoğu mesele, gelecekte yeni nesiller için fazlasıyla yabancı kalacaktı. Bu da peygamberden kalan prensiplerin ta’lim ve tedvin edilmesiyle engellenebilirdi. Sahabe de bunu yapmaya koyuldu. Ortaya sahabeden sonra gelecek olan Tabiun nesline aktarılacak pek çok şey çıktığında, Tabiun bu bilgileri kullanmakta yine sahabeye danışıyordu; sahabe ise Hz. Peygamberden gördüklerini onlara aktarıyordu. Tabiundan sonra gelecek Tebe-i Tabiun ise seleflerinden aldıkları malumatı bir sonraki nesle aktarmakla muvazzaftı:

·                    Hz. Peygamber >

·                    Sahabe >

·                    Tabiun >

·                    Tebe-i Tabiun ( H.2. ve 3. Asırlar) >

·                    Müctehid İmamlar>

·                    Müfessirler, Muhaddisler, Mufakkihler, Mütekellimler…

Bilgi birikiminin çeşitli kollarda Kur'an temelli olarak gelişmesi beraberinde pek çok sorunu da getirmiştir. Örneğin, hadislere dâhil olan uydurma rivayetler için ravilere yöneltilen cerh ve ta’dil ile metin cihetinden yapılan senet kritiği eleştirileri azaltmıştır. Ancak tefsiri hadis kadar şanslı göremiyoruz. Çünkü “Kur'an’ı baştan sona tefsir eden müfessirler, Kur'an’ın belli konulardaki zihniyetini tespite çalışan diğer İslami ilimlerle uğraşan bilginler kadar Kur'an’ı bir bütün olarak ele alma imkân ve fırsatına çoğu zaman sahip olamamışlardır.[7]

Burada fıkıh tarihini M. Ebu Zehra’dan edindiğimiz bilgilere göre sıralayacak olursak; Tabiîler çağında görüyoruz ki, yeni olayların artmasıyla içtihad alanı genişlemiştir. Onların önlerinde Allah'ın kitabını, Peygamber’in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını gö­rüyorlardı. Onların kimisi nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas metodunu kullanıyordu. Bu çağda metotlar, Öncesine oranla, açıklığa daha iyi kavuşuyor; fıkıh okulları birbirinden ayrıldıkça, her okulun istinbat yolları da daha belirgin hale geliyordu. Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar devrine gelindiğinde, bu metotların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu devirde istinbat kanunları, bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların dilinde açık ifadelerini bulmuştur.

Kur'an’ın Arapça olan metninin çözümünde Arapça’ya, tatbikatla alakalı konularda sünnete, nüzul sebepleri konusunda sahabenin müşahedesine, cahili kültürel motiflerin söz edildiği hususlarda ve tarihi vakalarda da tarih kaynaklarına ihtiyaç duyulduğunun inkâr edilemez bir gerçek olduğunu da söylemeliyiz. Kur'an’ın bu kaynaklara ihtiyacının olması ona bir noksanlık getirmez. Çünkü açıklama vazifesini, ilk müfessir olan Peygamber (s.a.v.)’e veren kendisidir. Bize, bilmediğimiz, anlamadığımız konularda bilenlere sormamızı öğütleyen de yine kendisidir. Bu tarihi kaynakların yanında Kur'an’ı daha iyi anlamak için insanlığın fikir tarihini daha iyi tanımak gerekir. Evrendeki esrarlı kapıları aralayan çeşitli ilim dallarının verilerinden yararlanmak lazımdır.[8]

Hadis, fıkıh ve tefsir tarihleri bağlamında Kur'an-ı Kerim’in, aslında bilginin bütünlüğünün temeli olduğu ortaya çıkmaktadır. Kendisinden istinbat edilen ilimler birbirinden apayrı görünseler de, hepsi ortak noktada buluşmaktadır.

Tarihin seyrinin, insan, zaman, mekân ve şartlara göre farklı tezahürleri de göz önüne alındığında, bilginin bir bütün olması yolunda ayağımıza takılan ayrılıkların hoş karşılanması umulur. Nitekim her bir insan ayrı bir âlemse, her bir kimsenin ürettiği bilgi de elbette bir başka olacaktır. Yeter ki Kur'an-ı Kerim’in ana gayesinden ve Hz. Peygamberin uygulamasından ayrı olmasın, bütünlük içinde gelişip istifadelere sunulsun…

 



[1] Halis ALBAYRAK, Tefsir Usulü, s. 19.

[2] Zümer suresi 9. ayet

[3] Mücadele suresi 11. ayet

[4] Talat KOÇYİĞİT, Hadis Tarihi, s.17.

[5] KOÇYİĞİT, a.g.e., s.22.

[6] KOÇYİĞİT, Hadis Tarihi, s.97.

[7] Halis ALBAYRAK, Kur'an’ın Bütünlüğü Üzerine, s. 19.

[8] ALBAYRAK, a.g.e., s.158.


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi