Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

Ödev    08.04.2013

2012-2013 Bahar Dönemi Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlarınızı maddeler halinde yazınız.

Not: İhtilâf DİA maddesi, “bilginin bütünlüğü” müzakeresi dahildir.

Hedef Tarih: 10 Mayıs 2013



 İslam’da Bilginin Bütünlüğü

Abdullah BEKİROĞLU

No:12922754

Kur'an, İslam geleneğinin üzerine kurulduğu ilk kaynaktır, ancak o İslam'ın tek kaynağı değildir. Kur'an ile birlikte Sünnet, Sahabe sözleri ve icma’ metinsel kaynaklar olarak rivayet formunda sonraki nesillere aktarıldı. Bu kaynakları işlemek ve geleneği sürdürmek amacıyla çeşitli akademik disiplinler oluştu. Bu disiplinler bir görev bölüşümü anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara uygun, özgün yöntemlerle İslam ilimler geleneği içindeki yerlerini aldılar. Bu disiplinler Kelam, Fıkıh, Hadis ve Tefsir olarak sıralanabilir. Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda gelişim gösterdiler ve birbirlerinden -tamamen olmasa da- ayrılarak kendilerine ayrılan alanlarda çalışmalarını sürdürdüler. Tefsir, Fıkıh ve Hadis disiplinleri, İslam geleneğinde kaynakların yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluştururlar.

İlk dönemlerde İslam ilimleri farklı alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bir bilgi bütünlüğüne sahiplerdi. Gerek hadis, gerek tefsir ve gerekse de fıkıh tarihine baktığımız zaman, bu ilimlerin önde gelen âlimlerinin aynı şahıslar olduğunu görürüz. Günümüzde ayrı ayrı usulleri ve kuralları olan birer disiplin olarak ele alınsalar da Temel İslam ilimlerini birbirinden tamamen ayırmak mümkün değildir. Öncelikle bu ilimlerin, ilk neş’et ettiği kaynağın tek olması ve bu kaynağın daha iyi anlaşılmasına yönelik olarak bu ilimlerin ortaya çıkmaları dolayısıyla birbirlerine bağımlıdırlar.

Hadis, peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerinden oluşur. Hadislerin oluşum süreçlerini tamamlayıp amel edilebilir (örneklik teşkil eder) hale gelmesine ise sünnet denir. Sünnet, kaynak olma itibariyle İslam’da ikinci temel kaynak konumundadır. Hadis ilmi, sünnete dönüşme sürecinde, hadisin sübutunu ve güvenirliliğini konu edinir. Hadis ilimleri ile sübutu ve güvenirliliği teyit edilen sünnet, tefsir ve fıkıh ilimleri için, Kur’an’ı yorumlamada ve ondan hüküm çıkarmada temel teşkil eder. Bu açıdan Hadis ilmi, Tefsir ve Fıkıh ilmine kaynaklık eder.

Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disipline Tefsir denir. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Tefsir ilmi genel olarak, Kur’an ayetlerinin indirildiği andaki kastedilen anlamını, indiği zaman dilimindeki koşulları, dilin o dönemdeki kullanım ve gramer farklılıklarını ve nüzul sebeplerini göz önünde bulundurarak vermeyi amaçlar. Böylece tefsirde izlenen bu yöntem, Kur’an’ın anlamlarının öznel eğilimlerce farklı anlamlara çekilmesinin önüne geçmiş olur. Bu açıdan tefsir, ayetlere açıklama getirirken hadis, tarih ve dil bilimlerinden yararlanır. Tefsir ilmi Hadis ilminden, peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve nüzul ortamını bilmek açısından, tarih ve dil ilimlerinden de benzer amaçlarla yararlanır.

Tefsir Kur’an’dan elde edilen değerlerin değişik zamanlara taşınması için tek başına yeterli değildir ve Tefsirin Kur’an’ın anlamını anılan yöntemlerle ortaya koymasıyla Kur’an’ın yorumlanması bitmemektedir. Bu açıdan tefsir, aynı kaynaktan beslenen fıkıh disiplininin, elde edilen tefsiri bilgiyi doğru bir şekilde kullanmasına zemin hazırlar. Fıkıh kitap, sünnet ve diğer (icma ve kıyas) kaynakları kullanarak elde ettiği bilgiyle Müslümanların hayatlarında izleyecekleri ameli hükümleri ortaya koyar. Böylece tefsirin ortaya çıkardığı anlamları yorumlamak ve ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh ilmi tarafından gerçekleştirilir. Çünkü tefsirin ürettiği bilginin bir yaptırım özelliği bulunmamaktadır. Fıkıh ilmi, Kur’an’ı anlama sürecini adeta tefsirin bıraktığı yerden devam ettirerek hüküm üretir.

Sonuç olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin gelişimi ile ilgili yaptığımız bu değerlendirmelerden İslam ilimlerinin birlikte bir bütünlük ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an, İslam ilimlerinin en başta gelen kaynağıdır. Kur’an’ın doğru anlamlarına ulaşmak için tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapçaya başvurmak zorundadır. Böylece Tefsir, Hadislerle birlikte İslam’ın en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla, Kur’an’ı diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak ele almakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir.

Şurası bilinmelidir ki, İslâm âlimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber (sav)’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. Şu halde Kur’an’ı anlama ve yorumlama sürecinde, bu ilimlerden herhangi birini dışarda tutmak mümkün olmadığı gibi, bu ilimlerden herhangi biriyle iştigal eden birisinin, ne kadar derinleşirse derinleşsin ötekilerini ihmal ederek doğru sonuçlara varması düşünülemez.


0 Yorum - Yorum Yaz


 İslam’da Bilginin Bütünlüğü

Abdullah BEKİROĞLU

No:12922754

Kur'an, İslam geleneğinin üzerine kurulduğu ilk kaynaktır, ancak o İslam'ın tek kaynağı değildir. Kur'an ile birlikte Sünnet, Sahabe sözleri ve icma’ metinsel kaynaklar olarak rivayet formunda sonraki nesillere aktarıldı. Bu kaynakları işlemek ve geleneği sürdürmek amacıyla çeşitli akademik disiplinler oluştu. Bu disiplinler bir görev bölüşümü anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara uygun, özgün yöntemlerle İslam ilimler geleneği içindeki yerlerini aldılar. Bu disiplinler Kelam, Fıkıh, Hadis ve Tefsir olarak sıralanabilir. Bunlar ihtiyaçlar doğrultusunda gelişim gösterdiler ve birbirlerinden -tamamen olmasa da- ayrılarak kendilerine ayrılan alanlarda çalışmalarını sürdürdüler. Tefsir, Fıkıh ve Hadis disiplinleri, İslam geleneğinde kaynakların yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını oluştururlar.

İlk dönemlerde İslam ilimleri farklı alanlara ayrılmamıştı ve o devirdeki ilim ehli de ilimlerin tamamıyla ilgileniyordu. Yani şahıslar bir bilgi bütünlüğüne sahiplerdi. Gerek hadis, gerek tefsir ve gerekse de fıkıh tarihine baktığımız zaman, bu ilimlerin önde gelen âlimlerinin aynı şahıslar olduğunu görürüz. Günümüzde ayrı ayrı usulleri ve kuralları olan birer disiplin olarak ele alınsalar da Temel İslam ilimlerini birbirinden tamamen ayırmak mümkün değildir. Öncelikle bu ilimlerin, ilk neş’et ettiği kaynağın tek olması ve bu kaynağın daha iyi anlaşılmasına yönelik olarak bu ilimlerin ortaya çıkmaları dolayısıyla birbirlerine bağımlıdırlar.

Hadis, peygamberimizin söz, fiil ve takrirlerinden oluşur. Hadislerin oluşum süreçlerini tamamlayıp amel edilebilir (örneklik teşkil eder) hale gelmesine ise sünnet denir. Sünnet, kaynak olma itibariyle İslam’da ikinci temel kaynak konumundadır. Hadis ilmi, sünnete dönüşme sürecinde, hadisin sübutunu ve güvenirliliğini konu edinir. Hadis ilimleri ile sübutu ve güvenirliliği teyit edilen sünnet, tefsir ve fıkıh ilimleri için, Kur’an’ı yorumlamada ve ondan hüküm çıkarmada temel teşkil eder. Bu açıdan Hadis ilmi, Tefsir ve Fıkıh ilmine kaynaklık eder.

Kur’an’ın açıklanması için geliştirilen disipline Tefsir denir. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Tefsir ilmi genel olarak, Kur’an ayetlerinin indirildiği andaki kastedilen anlamını, indiği zaman dilimindeki koşulları, dilin o dönemdeki kullanım ve gramer farklılıklarını ve nüzul sebeplerini göz önünde bulundurarak vermeyi amaçlar. Böylece tefsirde izlenen bu yöntem, Kur’an’ın anlamlarının öznel eğilimlerce farklı anlamlara çekilmesinin önüne geçmiş olur. Bu açıdan tefsir, ayetlere açıklama getirirken hadis, tarih ve dil bilimlerinden yararlanır. Tefsir ilmi Hadis ilminden, peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve nüzul ortamını bilmek açısından, tarih ve dil ilimlerinden de benzer amaçlarla yararlanır.

Tefsir Kur’an’dan elde edilen değerlerin değişik zamanlara taşınması için tek başına yeterli değildir ve Tefsirin Kur’an’ın anlamını anılan yöntemlerle ortaya koymasıyla Kur’an’ın yorumlanması bitmemektedir. Bu açıdan tefsir, aynı kaynaktan beslenen fıkıh disiplininin, elde edilen tefsiri bilgiyi doğru bir şekilde kullanmasına zemin hazırlar. Fıkıh kitap, sünnet ve diğer (icma ve kıyas) kaynakları kullanarak elde ettiği bilgiyle Müslümanların hayatlarında izleyecekleri ameli hükümleri ortaya koyar. Böylece tefsirin ortaya çıkardığı anlamları yorumlamak ve ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh ilmi tarafından gerçekleştirilir. Çünkü tefsirin ürettiği bilginin bir yaptırım özelliği bulunmamaktadır. Fıkıh ilmi, Kur’an’ı anlama sürecini adeta tefsirin bıraktığı yerden devam ettirerek hüküm üretir.

Sonuç olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin gelişimi ile ilgili yaptığımız bu değerlendirmelerden İslam ilimlerinin birlikte bir bütünlük ortaya koyduklarını görmekteyiz. Kur’an, İslam ilimlerinin en başta gelen kaynağıdır. Kur’an’ın doğru anlamlarına ulaşmak için tefsir disiplini geliştirilmiştir. Tefsir de bu anlamları Peygamber ve onun Ashabından öğrenmek amacıyla hadise ve onların konuştuğu Arapçaya başvurmak zorundadır. Böylece Tefsir, Hadislerle birlikte İslam’ın en başta gelen kaynağını açıklamış olmaktadır. Fıkıh ise bu açıklamalarla, Kur’an’ı diğer kaynaklarla birlikte bir kaynak olarak ele almakta ve yeni durumlar için bu kaynaklardaki bilgilere uygun hükümler üretmektedir.

Şurası bilinmelidir ki, İslâm âlimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber (sav)’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. Şu halde Kur’an’ı anlama ve yorumlama sürecinde, bu ilimlerden herhangi birini dışarda tutmak mümkün olmadığı gibi, bu ilimlerden herhangi biriyle iştigal eden birisinin, ne kadar derinleşirse derinleşsin ötekilerini ihmal ederek doğru sonuçlara varması düşünülemez.


0 Yorum - Yorum Yaz

esbabı nüzul II    03.05.2013

Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlarımız

-  Kuran ilimleri, konusu her yönüyle Kuran-ı Kerim’dir Kuran ilimleri Kuran’la ilgili ilim ve araştırmalardan oluşan, Kuran’ın en doğru şekilde anlaşılmasına yardımcı olmayı amaçlayan bir bilgi alanıdır.

- Esbab-ı Nuzül, Ayetlerin inmesine sebep olan olay demektir yani Kuran’ın indiği ortama işaret eder.

- Esbab-ı Nuzülü bilmek, Kuran’ı en iyi şekilde anlamakla orantılıdır. Esbab-ı Nuzül bize Kuran’ın soyut olmadığını yaşanmış ve yaşanabilir olduğunu en iyi şekilde ifade eder. Çünkü nüzule şahit olan ashab, peygamberin eğitim halkasından insanlardır ve aralarında gerçekleşen iletişim nüzul ortamını kapsamaktadır.

- Yani Kuran salt bilgiden ibaret değildir. Pratiğe geçebilirliği Esbab-ı Nuzül ile açıkça ortaya konmuştur.

- Esbab-ı Nuzülü inceleyen alimler metodik olarak incelemeyi yeteri kadar yapamamışlardır.

- Hadis usulünün metin ve isnad tenkidi kaideleri aynı titizlikle Esbab-ı Nuzülle ilgili gelen rivayetlerde de uygulanmalıdır.

- Esbab-ı Nuzül ilmi nakil yoluyla gelişen bir ilimdir. Bu nedenle tefsir kitaplarındaki yanlış, isnadsız ya da uydurma bilgiler titizlikle temizlenmeli, Esbab-ı Nuzül rivayetlerinin sağlam bir şekilde günümüz insanına ulaştırılması sağlanmalıdır.

- Böylece, Kuran’ı Kerim’deki bir ayeti anlamak için tefsir kitaplarına bakan kimseler, onlarla karşılaşıp hiçbir esası olmayan haberlerle meşgul olmaktan kurtulmuş olacaklardır.

- Nuzül asrının sosyal, fikri, iktisadi, siyasi şartları ve nüzul ortamının insanlarını, ashabı incelemek Kur’an’ı anlama yolunda yol kat etmemizde bizlere yardımcı olacaktır.

- Esbab-ı Nuzül rivayetlerinin titizlikle yeniden değerlendirilmesi, kaynaklarımızdaki asılsız rivayetlerin temizlenmesi de bizlere fayda sağlayacaktır.

- Esbab-ı Nuzül rivayetlerinin hadis usülünün kriterleriyle de tenkidi sağlanmalıdır.

- Hadis usulü kriterlerini uygulamadan sonra izlenecek adım bu rivayetleri tasnif etmek olmalıdır.

- Bütün bunlar yapılırken Kuran-ı Kerim’in bütünlüğüne dikkat edilmeli, siyak-sibak ilişkisi göz önünde bulundurulmalıdır.

- Ezeli ilme dayalı olarak indirilmiş ve ayetleri de ona göre düzenlenmiş bir kitabın her şeyden önce bütünlük arz eden bir iç yapıya sahip olması gayet doğaldır.

- Ayrıca, İnsanların esbabı nüzul ilminden en faydalı şekilde yararlanması için metodik yöntemler izlenmelidir. Rivayetlerin sıkı bir tenkitten geçirilmesi mecburidir. Şüphesiz bu, insanın Kur’an’la hayatını doğru anlamlandırmasına yardımcı olacaktır.

Abdullah BEKİROĞLU

DOKTORA - 12922754

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

İHTİLAF VE HİLAF    05.05.2013

İHTİLAF VE HİLAF

Sıddık BAYSAL, Doktora

Gerek ihtilaf gerekse hilaf sözcüklerinin türediği h-l-f kökü Arapçada, geride kaldı, sonradan geldi anlamlarına gelmektedir. Half arka, halef de arkadaki demektir. Aynı fiilden türeyen halâf veya hilâf bir şeyin ya da birinin arka tarafında olmak, çaprazlama kesmek, bağlamak; ahlefe kökü ve onun mastarı olan ihlâf, sözünden dönmek, caymak; muhalefet, karşı olmak anlamına gelir. Halife ile alakalı olarak half selefin yerini alan, sonradan gelen (nesil) demektir[1]. Hilafet ise kelime anlamı itibarıyla, bir öncekinin yerine geçmek, başka birinin yerini almak, başkasına vekâlet etmektir.[2]

            Ragıp, bu kelimeyi açıklamaya mefhumu muhalifi ile başlar. H-l-f kökünün zıddı zaman itibarı ile önce olmak, ileri gitmek veya ileride, önde olmak anlamlarına gelen t-k-dd-m ve s-l-f filleridir. Dilimizde özellikle siyasette ve bürokraside kullandığımız selef tabiri sabık/önceki anlamındadır. Bu durumda halef, arkasında olmak, birinden sonra gelmek, sonra yapmak, arkasından tutmak, birinin makamına halife olmak, en arkadaki çadırı direği, topluluğun gerisinde kalmak gibi anlamları içermektedir. Tekaddeme fiilinin zıddı olarak ise geç gelmek, sonradan gelmek manalarını işaret eder. Nitekim her halef selefi düşünüldüğünde sonradan gelmiştir. Daha açık ifade edecek olursak halef olan kimsenin mutlaka öncesinde bir başka özne bulunmaktadır ve onun halef olması öncekinin varlığına bağlıdır.[3] 

            İhtilaf ise vekil tayin etmek, halifesi olmak, gidip gelmek, arkasında kılmak, iki dosttan biri dışarı gittiğinde diğeri ev işlerini görmek üzere anlaşma yapmak demektir. Ayrıca fiil bu hali ile çeşitli ve farklı olmak anlamlarını da taşır.

Ragıp sözcüğün anlam aralığına açıklık getirmek üzere açıklamalarına şu şekilde devam eder:

Eğer ihtilaf insanlar arasında söz düzeyinde ise bunun için müstear ismi ile münazaa ve mücadele tabirlerini kullanırız. Mücadele, cedel fiilinin türevidir ve “Onlarla en güzel şekilde tartış.” ayetinde olduğu gibi tartışma anlamına gelir. Buna ilaveten fikir düzeyinde farklı eğilimleri olan grupların tartışmalarının hikaye edildiği 19/Meryem suresi 37 ve 43/Zuhruf suresi 65. ayetleri de örnek olarak verebiliriz. 30/Rum suresi 22. ayette ise dillerin farklı oluşunu anlatmak için seçilen kelime ihtilaftır. Büyük haber konusundaki tartışma[4], sözlerin farklılığı[5], renklerin çeşitliliği[6], apaçık delil ve belgelerden sonra bölünüp ayrışma[7], insanların tek bir ümmet oluşu ve sonradan tarih içinde milliyetlerin ortaya çıkışı (ayrışmalar)[8], başta hukuki konular olmak üzere insanların ayrılığa düştükleri konular[9] ve buna benzer durumlar ihtilaf sözcüğü ile verilmiştir. Kozmolojik düzen içerisinde gece ve gündüzün oluşumu gibi sıralı ve tekrar eden olaylar da bu sözcükle anlatılmıştır.[10]

             Mufaale vezninde fiil an ve ila edatları ile kullanılır. Bu durumda muhalefet etmek, karşı çıkmak, engel olmak, iki şey birbiri ile uyuşmamak, aykırı davranmak demektir. İhtilaf ve muhalefet mastarlarının anlamlarını Ragıp, söz ve tavırlarda iki kişiden her birinin farklı bir yol izlemesi, yöntem ve söylemde farklılaşmaları şeklinde tespit etmektedir. Muhalefet bir tür ayrışma ve bir tür çeşitliliktir; tek düzeliğe aykırı, monotonluğa ve durağanlığa karşı bir duruşu ifade eder. Çeşitli, farklı, ayrı anlamlarına gelen muhtelif sözcüğü ile yakın anlam ilişkisi vardır. Zira ihtilaf ve muhtelif birden fazla olmaklığın yanı sıra farklı olmaklığı da açıklamak için kullanılır.[11]

Yukarıda kelimenin kök anlamının tabi olduğu genişliği ve derinliği çeşitli morfolojik kullanımlarını esas alarak kısaca tespit etmeye çalıştık. Ancak gördüğümüz kadarıyla bu kökün türevleri, kullanım çeşitliliği ve medlulünün yaygınlığı itibarıyla oldukça geniş sahaya yayılmıştır. Bu durum aynı kökten türeyen fakat farklı anlamlara delalet eden hilaf ve ihtilaf sözcükleri için de vakidir. Bu sözcükler aynı kökten türeyen iki kelimenin birbirinden ne kadar farklı delalet tablolarına sahip olabileceğinin tipik örnekleri arasındadır. Şöyle ki her iki kelime biçimsel hususiyetleriyle temsil edilen farklı anlamları taşımakla kavramın anlam sahası içinde zenginlik nevinden bir yoğunlaşmayı barındırıyorlar ve neredeyse zıtlığa kadar uzanabilecek söz konusu bu farklılıklar diğer taraftan da çelişmezlik ilkesine uygunlukları dolayısıyla herhangi bir strese neden olmuyorlar. Belki de meseleyi şöyle görmek daha yerinde olur: ihtilaf kavramının tutarsızlık ve asılsızlık düzeyinde bir çeşitliliği içermediğini anlatmak üzere bu lafzi çeşitliliğin olması gerekiyor. Yani, ihtilaf rahmet ama artık şirazesi akıl mantık ilkelerinin aksi istikamette seyreden, İslam toplumunun entelektüel gayretlerini abese sürükleyen ayrışmalar rahmet nevinden olmadığı için bir başka şekilde ifade etmek gerekir ki hilaf ayrışmanın, uzaklaşmanın ve kutuplaşmanın ifadesi olarak bu meyanda literatüre eklenmiştir.

İhtilaf sözcüğünün dilimizde menfi anlam taşıması ise diller arası geçişliliğin zaman zaman muhteviyatı tamamen almayı gerekli görmeyişi, ihtiyaçlar mucibince lafızları süzerek ve sağaltarak alması dolayısıyladır. Nitekim ihtilaf Arapçadan Türkçeye kısmen daralarak fikir uyuşmazlığı, bağdaşmazlık, düşünce ve pratikte ayrışma anlamlarıyla geçerken hilaf, asılsızlık ve yalana tekabül edecek şekilde intikal etmiştir. Her iki kelimeye ilişkin verilen anlamlar sözcüklerin lügatteki asıllarından fazlaca uzaklaşmadığını göstermektedir. Ancak taşıdığı müspet mananın ihmal edilmesinden ötürü ihtilaf sözcüğünün Türkçeye kısmen sağaltılarak aktarıldığını söyleyebiliriz. Şöyle ki ihtilaf, tekdüzelik ve monotonluğun zıddı olarak çeşitliliğe, farklılığa, çoğulluğa delalet eder. Allah’ın Beşer türünü tek bir fert ve başta ruhsal yapısı olmak üzere her bakımdan biri diğerinin aynı olmayacak şekilde yaratmasındaki hikmet, bu türün düşünce ve eylemlerinde de tecelli etmiş; bu nedenle de Muhammed (sav) ihtilafı ümmetinin rahmeti ilan etmiştir. Yine aynı şekilde kıraatleri örtüşmeyen Hişam bin Hakîm bin Hizam ve Hz. Ömer’in ihtilafını her ikisine de “Evet, bu sure bana böyle indirildi.” diyerek çeşitliliği, mümkün olan iki veçhin de cevazına hükmederek korumuştur.[12]    

Yukarıda da işlendiği üzere ihtilaftan modern Müslüman toplum için bir rahmet çıkabilir. Kutuplara ayrılarak marjinalleşmek yerine çeşitlilikleri birer zenginlik kabul ederek birbirlerine bir binanın tuğlaları gibi kenetlenmiş bir toplum inşa etmenin yolu bu menfezden bulunabilir. Gruplar birbirlerine iman ve küfür noktayı nazarından bakmak yerine anlayış farklılıklarının insani ve sosyal bir gereklilik olduğu açısından bakabilirler.    



[1] Mu’cemu’l-Vasit.250-252; Ragıp, Müfredat, 222-224;Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud bin Ömre bin Ahmed, Esasu’l-Belaga, tah. Muhammed Basil Uyunu’s-sud, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, c. 1 s. 263; Razi, Tefsiru Garibi’l-Kur’an, 324-328

[2] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab , IX/83-84; Mukatil bin Süleyman, Tefsiru Mukatil , I/96; Zemahşeri, Keşşaf, I/124; Maturudi vr. 9a

[3] Ragıp, Müfredat, 222-224; 19/Meryem suresi 59. ayet; Furkan suresinin 62. ayet; 43/Zuhruf 60

[4] 78/Nebe 1-3

[5] 30/Rum 22

[6] 16/Nahl 13

[7] 3/Al-i İmran 105;19/Meryem 37; 43/Zuhruf 65

[8] 5/Maide 48; 10/Yunus 19

[9] 3/Al-i İmran 55; 6/En’am 164; 10/Yunus 93; 16/Nahl 92; 22/Hacc 69; 2/Bakara 176, 253

[10] 2/Bakara 164;10/Yunus 6; 3/Al-i İmran 190; 23Mü’minun 80; 45/Casiye 5

[11] Ragıp, Müfredat, 222–224; Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud bin Ömre bin Ahmed, Esasu’l-Belaga, tah. Muhammed Basil Uyunu’s-sud, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998, c. 1 s. 263

[12] Kütübü Sitte Muhtasarı ve Şerhi, ter. ve tah. Prof Dr. İbrakim Canan, Akçağ yay, Ankara, 1995, c. 4 s. 457-58 


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR-HADİS-FIKIH USÜLLERİ ve USULU'D-DİN BAĞLAMINDA BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ SORUNUNA MUKAYESELİ BİR BAKIŞ

Sıddık BAYSAL 

Bu terkiple anlatılmak istenen bilgi evreninde üretilen klasik veya çağdaş her bilginin köken itibarıyla bir, ihtisas alanları arasında sağlam bağların ve sistemler arası bilgi akışını sağlayan düzenli aktların bulunduğu, geçirgen, sistematik ve bütünlüklü bir yapının üyesi olduğudur. Şu halde bilgi olmaklık hüviyetini haiz hiçbir veri, sahaya öylesine serpiştirilmiş, dağınık ve benzerleri de dâhil olmak üzere diğer bilgi türlerinden tamamen kopuk, entelektüel nüveler değildir. Zira terkipteki “bütünlük” öğesi, “tümün” bütün yapısal ve işlevsel hususiyetlerini içine alan tekil bir yapıya delalet eder. Bu durumda “bilginin bütünlüğü” terkibini, tüm bilgileri orijin bakımından tek bir asla göndererek tanımlamaya ek olarak zaman içindeki tüm görüngü ve vecihlerini de içine alan külli ve sistematik bir epistemolojişeklinde tanımlayabiliriz. 

Orijinin tekliği meyanında yukarıdaki tanımı tatbik edersek, Temel İslam Bilimlerinin temel metinlerin tespit ve yorum biçimlerini temsil ettiklerini, dolayısıyla o metinlerden çıkıp sahaya yayılan damarlar olduklarını söyleyebiliriz. Tarihsel öncelik sonralık, ardıllık gibi kronolojiye ilişkin gerçeklikler de temel kaynakların ardından bu ilimlerin birer disiplin olarak teşekkül ettiğini gösterir ki bu sözü edilen ilimleri köken itibarıyla zaman bakımından daha önceki bir kaynağa göndermeyi mantıken gerekli ve mümkün; kendilerinden sonraki vakalara nispet etmeyi ise muhal kılar. Biraz daha nesnel ifadelerle, bu ilimler tedvin edildikleri devirlerde, kuramsal bir bilgi sistemi halinde birden bire ve anlamsız bir şekilde ortaya çıkmamışlardır. Muktezayı halin, yani bireysel ve toplumsal ihtiyaçların neticesinde, yine o halin gerektirdiği evreler boyunca hayatın tedavülü ve tarihin devinimiyle mütenasip bir seyir içinde gelişerek tedvin çağına gelmişlerdir. Bir ilim olarak istiklale vakıf oldukları saatten geriye doğru gittiğimizde bu ilimlerin aralarında köken birliğinin var olduğunu kolaylıkla tespit edebiliriz.

Nitekim nüzul döneminde, lügat anlamlarıyla gündelik hayatta kullanılan fıkıh, hadis, tefsir vb. lafızların sistematik bilgilere delalet eden terim anlamlarıyla kullanımlarının tedvin çağına tekabül ettiği muhakkaktır. Örneğin ayetlerde kapalı kalan ifadelerin basit düzeyde izahına yönelik girişimler manasında tefsir sözcüğünün ve gerekse Kur’an metninin literal manasının yanı sıra hikmet ve esprisini de bilmeyi ifade edecek manada fıkıh tabirinin erken dönemlerde kullanıldığını biliyoruz. Ancak bu yorumsama çabalarına ilişkin bilgilerin konu ve metot bakımından henüz o dönemlerde ayrışmadıkları, hatta birbirlerinin içine geçmiş vaziyette bulunduklarını belirtmek gerekir. Örneğin tefsire veya fıkha müstenit ifadeler hala nakil düzeyindeydiler ve hadis ilminin içinde telakki ediliyorlardı. Kelamdan söz etmek içinse henüz çok erkendi. Yukarıda da değinildiği gibi bu ilimler tedvin döneminde teşekkül etti ve kuşku yok ki bu ilimlere ilişkin usullerin teşekkülü de eşzamanlı bir sürecin ürünüydü. 

Yazıyla sabit bir metin olması hasebiyle Kur’an’ın lâfzî, fizikî ve lügavî olarak gelecek nesillere nakledilmesi rivayet kültürünü gerektirmeyebilirdi. Evet, hafızlar tarafından hıfzedilen ayetler, indikleri anda yazıya geçiriliyordu. Hatta çoğunluğunu vahiy kâtiplerinin oluşturduğu bir zümrenin özel Mushafları dahi vardı. Yine de tarih aksi yönde tecelli etti. Yazılı nüshalara rağmen erken dönmede Kur’an, toplum katmanlarında genellikle yazıyla değil de şifahi nakillerle yayıldı. Bu uygulama basit bir prosedür değildi. Teknik açıdan Kur’an’ın tabi olduğu tevatür formunda nakil, rivayet kültürünün varlık biçimlerinden sadece biriydi ve daha sonraları bu yöntem ziyadesiyle hadiste istihdam edilecekti. Dahası hadis ilmi rivayete ilişkin umdelerini temel metnin oluşumu esnasında O ümmi Nebi (sav)’in talim ve terbiyesinde ilk nüvelerinin verildiği bu gibi tatbikat ve talimatlarından alacaktı.[1]

Nihayetinde rivayetler geçmişin bilgisini taşıyan bilgi öbekleri halinde düşünce evrenimizdeki hususi yerlerini aldılar. Ancak bu yolla nakledilen bilgilerin hem şekil hem de esas itibarıyla, yine bu yolun muktezasına cevap verebilecek yöntemlerle test edilmesi gerekiyordu. Bilginin güvenilirliğini özneler düzeyinde temsil eden son derece sağlam ve titizlik gerektiren bir tenkit ilkesi olarak “cerh ve ta’dil” gibi kavramlar entelektüel hayatımıza ıstılah düzeyinde işte tam bu safhada girdi; ancak pratik olarak zaten meri idiler. Örneğin erken dönemde, Kur’an’ın cem’i hadisesinde vahiy metinlerinin yazılı halleri tek başına yeterli bulunmamış, o metni kimin getirdiği, hangi kanallardan ve hangi süreçlerden geçerek aldığı, hatta dini ve ahlaki, sosyal ve iktisadi muameleleri ne biçimde yürüttüğü gibi metinle doğrudan alakası olmayan harici hallere dahi bakılmıştı.

Netice itibarıyla tarihte özgün vakası olan ve tarihsel gerçekliği ihmal etmesi mümkün olmayan bu metin, nakil noktasında da gerçek zamanlı hikâyelerin sözel formlarına, yani rivayetlere ve o formları taşıyacak gerçek öznelere, yani râvîlere ihtiyaç duymaktaydı. Aksi halde sosyal mesnetten yoksun, boşlukta oluşmuş, bu yüzden de tecrübe edilmemiş tarih dışı, hayalî bir metin olarak tarihin arşivinde kalırdı. Cerh ve tadililkesi onun sağlam yöntemlerle ve güvenilir nakil araçları ile çağlara intikalini temin ediyordu. Böylelikle İslami bilginin nakline ve nesnelliğine ilişkin bir usül olarak aslında kendinin de ait olduğu bilgi havzasının zemini sağlamlaştırıyordu.

Kur’an gerçek bir tarihin içinden geçerek gelmekteydi, son derece hakikiydi ve vakıayla reel irtibatı vardı. Dolayısıyla, sırf dilbilimsel yorum faaliyetleri ile maksatlarının tam olarak anlaşılması mümkün değildi; teşekkül sürecine de vakıf olmak gerekiyordu. İşte tam da bu noktada devreye kaynak metinlerin teşekkülü ile çağdaş başka özneler giriyordu ki sahabe ismi ile anılan bu öznelerin içtihat ve yorumları gerek tefsir, gerek fıkıh, gerekse kelam için ilk mesabesinde vahyin tatbikini tahkiye eden orijinal rivayetlerdi ve bu rivayetlerden bir yorumsama tekniği/usül üretilebilirdi. Peki, onların bilgisine güvenlikli bir şekilde nasıl ulaşılacaktı?

Buradaki boşluğu tarih/siyer ve hadis ilmi doldurdu. Hadis mecmualarında ve bir kısım rivayet tefsirinde geçen pek çok rivayet, temel metinlerin nüzul asrında Rasulullah tarafından, ardından Sahabe tarafından nasıl işlendiğini göstermekteydi. Bu dönemde kaynak metinlerin ilk yorumları oluştu. Kur’an ve Sünnete ek olarak sahabe rey ve içtihadı da artık referans metin hüviyetini kazanıyordu. Takip eden nesillerce aynı şekilde anlaşılmış olmalıdır ki ilk neslin rivayetleri bilhassa rivayet tefsirlerinde hadislerle birlikte mütalaa edilmişti.  

Tefsirin görevi ayetleri nüzulle eşzamanlı olarak ilk muhatapların anladıkları gibi anlamaya çalışmaktı. Bunun için dilbilimin yanı sıra tarihin de bilgisine ihtiyaç vardı. Söz konusu bilgi hadis külliyatında ve tarih kitaplarında mevcuttu. Üstelik hadis ilgili malumatı ham halde bırakmamış, tenkite tabi tutarak güvenilirliğini test etmişti. Hadis usûlü, rivayete dair umdeleriyle ve tarihsel süreçlere tanıklığıyla nakle dayalı bilginin işlenme yöntem ve kaidelerini belirliyor, Kur’an dâhil bütün kaynak metinleri tanımlıyordu. Fıkıh ve Kelamsa“Sebebin hususiliğine rağmen, lafzın umumi olabileceği”[2] prensibine dayanarak ilahi metni sebebinden bağımsız umumi bir metin olarak telakki edebiliyordu. Bu bağlamda Kur’an’ı saf metin olarak, dil ve mantık kurallarıyla, nass, zahir, mücmel, mübeyyen, âmm, hâss, mutlak, mukayyet, hitabın mana ve konusu, lahne’l-hitab, hitabın delili, nesh ve koşulları, çok anlamlılık, eş anlamlılık ve zıt anlamlılık gibi durumlar, Arap dil enstrümanları (dilbilim, etimoloji, morfoloji, linguistik, semantik, retorik ve semiyotik), kontekst/siyak-sibak, lafzın zihne mütebadiren doğan anlamı; hakikatin mecaza, umumun hususa, mutlağın mukayyete, istiklalin idmara takdimi, te’hire dair bir karine bulunmadıkça kelamın orijinal tertibini esas almak gibi karinelere bağlı kalınarak okunuyordu. İşbu karineler her ne kadar farklı ihtisas alanlarında farklı hiyerarşiyle takdim edilseler de genel espri itibarıyla müşterek olarak istihdam ediliyordu.

Bundan ötürü farklı sahalarda kaleme alınmış usül kitaplarında farklılıklara rağmen ortak bir terminolojiye ve vücûh ve’n-nezâir, hakikat-mecaz, muhkem müteşâbih, kıraat, esbâb-ı nüzul, nasih-mensuh, kıssalar, siyer, rivayetler ve bunun gibi müşterek temalı konu başlıklarına rastlanır. Bu durum aynı temel kaynakların yorumsanmasına ilişkin usullerin konu bütünlüğü dolayısıyla pek çok noktada kesişmek durumunda olmasındandır.   Sıddık BAYSAL, Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı, Tefsir Bölümü Doktora Öğrencisi



[1] Basit bir örnekle hadislerin yazılmasının nüzul döneminde yasaklanması, “bana taammüden yalan isnat eden cehennemdeki yerini hazırlasın.” şeklindeki ifade rivayet kültürünün disiplinsiz hareket etmesine mani oluyordu.

[2] Hafız Celaluddin Abdurrahman es-SUYUTİ, el-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, Daru ibn Kesir, Dımaşk 1996, c. II, s. 95-96 


0 Yorum - Yorum Yaz


ESBAB-I NÜZUL II ve KAZANIMLAR

Sıddık BAYSAL, Doktora

Esbab-ı Nüzul II dersinin hedef gruplar gözetilmeden yazıldığını düşünmek doğru bir yaklaşım olmaz. Hatta bunun da ötesinde hedef grupların çeşitliliğinden söz etmek mümkündür ki bu çeşitlilik o grup üyelerinin eğitim seviyeleri, içinde bulundukları kültürel ortamlar vb. pek çok unsurun farklılığından türediği için eserin koyduğu hedef kazanımlarının da aynı karakteristiği yansıttığını, farklı seviyeler için farklı kazanımlar öngördüğünü iddia edebiliriz. Bu durumda, eserin lise ve akademi için farklı kazanımlar ihtiva ettiğini, hatta öğrenci olmayan akademisyenler için daha üst düzeyde kazanımlar ilka ettiğini … ileri sürebiliriz.

Bu eser, öncelikle esbab-ı nüzul hakkında asgari düzeyde bilinmesi gereken teknik bilgileri bilinçli ve yerinde bir metodik kaygının eseri olarak dayanakları ile betimleyici bir üslupla vermiştir. Yine bu kaygının eseri olmalı ki konu sadece tefsir külliyatından değil de bu sorunsalın ilgili olduğu tüm alanlardan veriler toplanarak işlenmiştir. Dolayısıyla okumayı mukayese tekniğinin üzerine inşa etme imkânını yakalamış; konuya ilişkin tüm görüş ve tarihi malumatı görme fırsatını oluşturmuştur. Bu da betimleyiciliğin bir eseri olarak beraberinde nesnelleşmeyi getirmiştir.

Bu yaklaşımın kazanım cinsinden okura dönük olan tarafı elbette ki sadece eserin tertibine ilişkin yazarın tutumunu okurun fark etmesinden ibaret değildir. Tespit ettiğimiz metodik yaklaşımla yazar bir taraftan başta karmaşaya neden olan sorunlar olmak üzere konuyu tüm açıklığı ve nesnelliği ile ortaya koyarken diğer taraftan okura İslami konuları irdeleme noktasında objektif bir projeksiyon ve esaslı bir metot kazandırıyor. Disiplin, insaf ve hakkaniyet ölçüleri içerisinde İlmi bir çalışmanın nasıl yürütülebileceğine dair bir model takdim etmiş oluyor.

Her şeyden önce muhatapla mütekellim veya okurla yazar arasında ortak bir dil, ortak kavramlar silsilesi, müşterek dil felsefesi, yani zihinler arası bir muvazaa inşa etmenin gereği üzerinde duruyor ki yazı veya söylevin muradı ile muhatabın ulaştığı neticeler arasında sapmalar yaşanmasın. Bu bağlamda konu içinde istihdam edilen terminolojinin ideolojik dolgularla tahrif edilmemesi adına sağlam bir zemine oturtulmasının gerekliliğinden bahsediyor. Bu da son derece haklı bir tespittir. Zira esbab-ı nüzul kavramının dahi delaleti disiplinler arasında farklılaşabilmekte iken modern zamanlarda düşünce dünyamıza giren terimlerin klasik ıstılahlar yerine rasgele kullanılması daha derin sorunlara neden olacaktır.

Yine bu eserin öngördüğü kazanımlar arasında zihinsel bir faaliyet anlamında tefsir kavramı ile bu faaliyetin ilke ve esaslarını tertip eden ve yine aynı kavrama nispet edilen doktriner ve sistematik bir disiplin olarak tefsirin birbirinden ayrılması gerektiğidir. Buna konuyla yakın ilişkisi dolayısıyla Kur’an ilimlerini de eklemek icap eder. 741 hicri yılında vefat eden İbn Cüzeyy’in de tespit ettiği gibi tefsir amaç, diğerleri alet ilimleridir. Şu halde bu ilimlerden tefsirde istifade edilebilir. Ancak tefsirin gayesi bu ilimlerdeki muhtevayı ispat etmek değildir; bilakis onların bilgisinden hareketle ilk muhatapların vahyi nasıl anladıklarını tespit etmektir.  

Esbab-ı nüzul bu ilimlerden biridir ve vahyin tarihle ilişkisini sabitleyen son derece önemli bir ilimdir; ancak tekrar edelim ki asıl değil, araçtır. Modern zamanlarda sıklıkla karşılaştığımız anakronik okumanın doğurduğu olumsuz sonuçları bertaraf etmek ve metni ilk anlamlarına döndürmek bağlamında son derece işlevsel ve gerekli bir araçtır. Kaldı ki Kur’an metnini muhatapsız sudur etmiş olma algısından da kurtarır; bilakis insan türünün tarihsel vakıası ile bu hitaba muhatap olduğunu kanıtlar.

İşte bu yaklaşım bize Kuran’ı anlama konusunda insaniliğimizin ve o anki insaniliğimizi resmeden metinle bağdaşık tarihin (tefsir okumaları bağlamında Kur’an metnini hadis ve siyer gibi tarihe tanıklık eden ilimlerle senkronik okumanın) ne kadar büyük bir ölçüt olduğunu gösterir. Üstelik konu tarih ve hadis olunca rivayetlere yönelmekten başka yol yoktur. O rivayetlerin hangi usullerle işleneceği konusunda ise senet ve metin kritiğinin ilkelerini belirleyen usul ilimlerine ihtiyacımız vardır. Şu halde senkronik okumayı temin etmek için rivayet kültürüne vakıf ilimleri göreve çağırmamız gerekmektedir. Bu bilinç esbab-ı nüzul ve tefsir için tefsir rivayetleri ayrıştırmasının yapıldığı bölümde okura bir kazanım olarak net bir şekilde arz edilmiştir. Söz konusu teknikleri tatbik edemesek bile musannıfların eserlerindeki uyarı ve ikazlara dikkat etmemiz gerektiği bilinci kazandırılmış olmaktadır.  Dahası İslami bilimler sahasında üretilen tüm bilgilerin aslında bir bütünün görüngüleri farklı parçaları olduğunu idrak imkânı veriyor.

Sonuç itibarıyla nüzul tarihi ve siyer bilgisi doğrudan bağlama işaret eden ilimler olarak gayet önemlidir. Zira bağlamın bilgisi de müfessire, anlamanın öznesi ve vahyin muhatabı olarak ilk neslin geçirdiği nüzul tecrübesini orijinal metin-orijinal tarih diyalektiği çerçevesinde izleme imkânı sunuyor. Metnin ve tarihin orijinalliği fikrinden bağlam içindeki metinle bağlamından soyut metnin aynı olmadıkları yargısı çıkıyor ki bu doğrudur.

            Yine metodik olarak metin okuma tekniğini ve rivayet formundaki malumatı tenkit etmenin yol ve ilkelerini öğretmektedir. İbarelerin satır aralarına gizlenmiş manalar bir tarafa gözden kaçan ayrıntıların klasik metinlerde üstlendiği rolü düşünmemizi sağlamaktadır. Örneğin, Fe nezelet ibaresindeki fe harfinin küçümsenemeyecek bir öneme sahip olduğunu göstermektedir ki bu harfin sıradan bir bağlaç olmadığını, “…hemen ardından veya …dı ki bu ayet indi.” Anlamında ardıllık bildiren bir takibiyye olduğunu fark ettirmektedir. Hatta bir üst kademeye sıçrayarak öncelikle Kuran metninin ardından da tüm metinlerin ihtiva ettiği öğeleri önemsemeyi öğretmektedir.

Tarihte ihtilaflı konuların nasıl ele alındığına değinerek zaman zaman vakadan değil de sonuçtan vakıaya doğru gittiğimizi, bunun da daha kronik sorunlara yol açtığını izhar ediyor. Örneğin sebeb-i nüzul rivayetlerinin muhtelif oluşundan yola çıkarak ayetin mükerrer indiği gibi bir sonuca ulaşılabilmiştir ki bu pek de makul olmayan bir sonuçtur.                

Hülasa esbâb-ı nüzul, Kur’an pasajlarını tarihe tutturan nesnel ve insani boyutu temsil eder; ancak metnin nihai hedefi, varlık koşulu değildir; onun anlaşılmasına gerçek zamanlı bir projeksiyon sağlar.  

 


0 Yorum - Yorum Yaz


ESBAB-I NÜZUL VE KAZANIMLAR 
0 Yorum - Yorum Yaz

ESBAB-I NÜZUL    06.05.2013

ESBÂBU'N-NÜZÛL

        Kur'an-ı Kerîm sure ve ayetlerinin iniş sebepler
i.

        Bazı ayetler, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e yöneltilen bir soru yada vukûbulan belli bir olay üzerine inerdi.
Ayetlerin inişinde etken olan soru ya da olaya 'nüzûl sebebi' denir.
       
Ayetlerin nüzûl sebepleri, ancak bu olaylara şahit olmuş kimselerden yani sahâbeden nakledilen sahih rivâyetlerle tesbit edilir. İctihâd ile nüzûl sebebini tesbit etmek mümkün değildir. Hadis kitaplarının tefsirle ilgili bâblarının büyük çoğunluğunda nüzûl sebepleri kaydedilmektedir.
       Nüzûl sebebini bilmenin tefsir ilminde büyük önemi vardır. Nüzûl sebebini bilmek, ayeti doğru anlamayı kolaylaştırır. Âlimler, nüzûl sebepleriyle ilgili pekçok bağımsız eser meydana getirmişlerdir. Bu konuda ilk müstakil eser veren kişi, Buhâri'nin hocası Ali b. el-Medinî'dir. Bu alanda en çok şöhret yapmış olan eser ise, Vâhidî'nin "Esbâbu'n-Nuzûl" isimli eseridir .

       Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri, teşri edilen hükmün hikmetini bilmeye yardımcı olmasıdır. Hiç şüphesiz hiçbir şeyi boşuna emretmemiş ve yasaklamamıştır; her emir veya yasağının bir hikmeti vardır. Biz bu hikmetleri bazen aklımızlâ idrâk ediyor ya da başka ilimler yardımıyla öğreniyoruz. Bu konuda bize rehberlik eden ilimlerden biri de nüzûl sebebidir.
      
Meselâ, Ashâbdan bize gelen bilgilerde anlatıldığına göre, "Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz" (en-Nisâ, 4/43) âyeti şu olay üzerine nazil olmuştur: Sahâbeden bir grup Abdurrahman b. Avf'ın dâvetlisi olarak evinde toplanmışlardı. Yemeklerini yeyip içkilerini içtikten sonra namaz vakti geldiğinde onlardan biri, sarhoş bir vaziyette onlara namaz kıldırmış; namazda Fatiha'dan sonra Kâfirûn suresini okumuş ve surenin lâfızlarını birbirine karıştırmıştır (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır 1968, s.87); "Ey kâfirler, sizin taptığınıza tapacak değilim" âyetini, "Ey kâfirler, taptığınıza taparım" şeklinde okumuştur.
      
Bu olay üzerine yukarıda sözkonusu ettiğimiz ayet inip ayık olmadan namaza yaklaşılamayacağını bildirdi. Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması tedrici bir sûrette olmuştur. Bu ayet, yasaklamaya doğru ikinci aşamayı teşkil etmektedir.
      
Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri de, ayetin manasındaki kapalılığın giderilmesine yardımcı olmasıdır.
      
Meselâ, "Doğu da, batı da 'ındır. Nereye dönerseniz 'ın yüzü oradadır" (el-Bakara, 2/1 1 5) âyetinden hareketle namazlarda Kâbe'ye yönelmenin şart olmadığı kanaatına varmak mümkündür. Ama nüzûl sebebini araştırdığımızda ayetin, yolculukta bir bineğe binmiş nâfile namaz kılan ya da kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmeyip bir değerlendirme yaptıktan sonra bir tarafa yönelip namaz kılan, sonradan da yöneldiği tarafın kıble olmadığını gören kimse hakkında inmiş olduğunu öğrendiğimizde durum açığa kavuşmaktadır (Zerkanî, Menâhilu'l-İrfan fî Ulûmi'l kur'ân, Mısır (t.y), I, 102-103).Yine, "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur" (el-Mâide, 5/93) âyetine bakarak içkinin mübah olduğunu söyleyenlerin çıkması mümkündür. Ama âyetin, içkinin yasaklanmasından önce içki içmiş ve ölmüş müslümanların durumlarının ne olacağına dâir tereddütleri yok etmek için indiğine nüzûl sebebiyle ilgili rivâyetlerden öğrendiğimizde; ayetin, sadece bu kimseler hakkında olduğuna hükmediyoruz (Zerkeşî, el-Burhan Fi Ulûmi'l-Kur'an, Kahire 1957, I, 28).Bir ayetin belli bir olay ya da Peygamber (s.a.s.)'e yöneltilmiş bir soru üzerine inmiş olması, o ayeti o olay ya da soruya özgü kılmaz. Ayet o olay hakkında geçerli olduğu gibi benzeri diğer olaylar için de geçerlidir. Sebebin özel oluşuna değil ayet lâfızlarının kapsamına giren hususlara itibar edilir .


0 Yorum - Yorum Yaz


Esbab-ı Nuzul II Dersinden Kazanımlar

ŞABAN YILMAZ/DOKTORA

Esbabı nüzul Kur’an’ı Kerim’in sadece teoriden ibaret bir kitap olmadığını aynı zamanda belirli bir insanlar topluluğuna indiğini göstermesi açısından çok önemlidir. Kur’an tedricen nazil olurken aslında bize de verdiği mesaj şudur: Hayatın içinde var olan ve hayata her daim müdahale eden yaşanabilir bir kitap olduğunu gösterir. Hayatın her anına müdahil olan Kur’an ashabın hayatına nasıl yön verdiyse yine aynı şekilde bizim hayatımıza da yön vermektedir. Bu sebep bile aslında esbabı nüzul rivayetlerinin tefsir rivayetleri içerinden çıkarılıp sistematize edilmesi için yeterli bir sebeptir.

Esbabı nüzul rivayetlerinin sistemli bir hale getirilmesi demekle, rivayetlerin sahih olanlarının tercih edilmesidir. Bunun akabinde bu ilimle ilgili bir eseri eline aldığı zaman acaba hangi rivayet sahihtir, hangisi zayıftır, bunun derdine düşmeyecektir. Her hangi bir tefsir kitabını açıp okuyan insan şunu düşünmelidir: Bu tefsirde geçen rivayetler en az bir Buhari kadar güvenilirdir, diyebilmelidir. Bu sebepten dolayıdır ki Muhatap olduğu kitle bu rivayetlerin senet kısmı ile uğraşmayı bırakmalı ve o olayları değerlendirirken kendi hayatına Kur’an nazil oluyormuş gibi değerlendirmelidir.

Esbabı nüzul rivayetlerinin değerlendirmeye tabi tutulması ve onların sistemli bir hale getirilmesi; Kur’an ve esbabı nüzul bütünlüğü nasıl ashaba yol haritası olmuşsa, günümüzde de aynı şekilde aktif bir rol üstlenici konumuna gelecektir. Esbabı nüzul ilminin amaçlarından bir tanesi de o dönemde ki vahyin nüzulü anlarında ki canlılık ve dinamizmini tekrar harekete geçirebilmektir.

Esbabı nüzul tefsir ilminin anlaşılmasına yardımcı olan bir alet ilmi olduğu için Esbabı nüzulün sınırlarını veya çalışma alanını şu anda belirleyen bir yapıya sahiptir. Eğer esbabı nüzul da hadis ilmi gibi bağımsız bir yapıya sahip olursa kendine has bir üslupla çalışma alanını ve ilkelerini kanıksayabilir.

Vahyin tarihle ilişkilendirilmesi konusunda önemli yere sahip olan esbabı nüzul ilmi, bilgilerin tasnif edilip, sıhhat derecelendirilmesi elemesine tabi tutulup, bir ilmi hüviyete kavuşturulursa istifade o derece artacaktır. Orijinal-metin orijinal-tarih kurgusunu en sağlıklı ve en sistematik bir şekilde yapabilmenin yolu Esbabı nüzul ilmini sahip olduğu ilişkili ilimler ile bir bütünlük içerinde ele alıp, hadis, siyer, tefsir, fıkıh gibi ilimlerin bağlamından koparmadan incelersek daha isabetli ve bazen yerine göre Kur’an ve Müslüman kimliğine ters düşen hatalar veya yanlış rivayetlerden de kendimizi muhafaza edebiliriz. Sa’lebe kıssasına esbabı nüzul rivayetleri açısında bakılıp değerlendirildiği zaman, yeni bir yaklaşımın nasıl ortaya konulduğunu müşahede ettik. Bizim sahip olduğumuz siyer kültürü veya daha genel anlamda rivayet kültürümüzün içinde bu ve buna benzer çokça değerlendirmeye muhtaç rivayetlerimiz vardır.

Esbabı nüzul, tarih, siyer, fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerin kendi içerinde bir bütünlük arz ederek incelendiği zaman bilginin bütünlüğü ve ilimleri de bu bütünlük içerinde değerlendirmenin önemi daha da belirgin bir hale gelmektedir.


0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

ŞABAN YILMAZ/ Doktora

Maksat aynı olmakla birlikte yöntemin farklı olması ihtilaf kavramı ile ifade edilmektedir. Din ile ilgili alanda çalışan ilim adamları için, ilim dalları ve branşları birbirlerinden farklı olsalar da, hizmet ettikleri, çaba sarf ettikleri ilimler farklı olsalar da asılda hizmet ettikleri amaç aynıdır ya da birbirlerine çok yakındır. Ayrıca din ilimleri her ne kadar kendi alanlarında farklı kategorilere ayrılmış olsalar da dayandıkları, kaynak kabul edilen Kur’an’ın sarayında gezinmektedirler. Çağdaş anlayışa sahip olan da Kur’an’ı bir hayat kitabı haline getirmeye çalışıyor, klasik anlayışa sahip olan da. Bu anlayışı, bu bakış açısını bir kişi üzerinde bile görmek mümkün. Örneğin; İmamı Gazzali’ye sorarlar: “Üstadım, Mustasfa’da kılı kırk yaran sen neden İhya’da bunu yapmadın? Gazzali cevap verir: “Bebeklere et yemeğini nasıl yedirebilirdim ki?” diyor. Bir kişinin elinden çıkan iki farklı eserde bile metotlarının farklı olması o eserin amacın farklı kılmaz. Metotlar farklı da olsa amaç daha fazla insana ve farklı zihniyetlere hitap edebilmektir.

Din ilimleri asıl itibari ile muhataplarına bir şeyler anlatarak Allah’ın Kur’an’da çizdiği sınırları insanlara anlatarak ve bu sınırları koruyarak olunması gereken Müslüman modelini ortaya koyar. Bunu yaparken de her bir ilim insana farklı açılardan bakar. Bu anlatılanlar meselenin pratik hayatta var olan bir yönüdür. Bizim söylemek istediğimiz asıl ise bu ilimlerin pratik hayatta birbirinden kopuk olmadığı gibi, sistem olarak da birbirinden kopuk değildir.

Din ilimlerinden hangisini ele alırsak alalım bu bütünlük, göz ardı edilemeyecek derecede öneme haizdir. Bir tefsir ilmi için tefsir tarihi, hadis, siyer(İslam Tarihi), hadis tarihi, fıkıh, kelam ilimlerinin ayrı ayrı kendileri kıymetince değeri vardır. Bir tefsir ilmi için belki de anlam noktasında ilgisinin olmadığı ve küçümsendiği düşünülen bir din psikolojisi, bir din sosyolojisi bile bir hadis usulü kadar olmasa da en az onlar kadar önemlidir. Din ilimleri bir bütünlük içerisinde çalışmalarını yaparsa insanlara fayda yönünden daha fazla katkı yapacaklardır. Siyer kitaplarından nakledilen rivayetlerin fayda yönü gözetilerek özellikle vaazlarda hiç tahlil edilmeden kullanılması doğru bir yaklaşım olmasa gerek. Orada zikredilen bir olayı senet açısından tahlilini yapmadan o olay içinde yaşayanın psikolojisini yansıtmadan sadece ve sadece fayda yönü vardır düşüncesiyle verilmesi ilmi kriterlere uymayan ve ilimlerin de bir bütünlük değeri ve olgusu açısından problem teşkil eden bir hadisedir. Konu sunumunu yapan anlatıyor: Habil ile Kabil’in olayını… Kardeş katili olmuş Kabil, kardeşini gömmeyi kargadan gördüğü üzere akıl edebilmiş. Burada Kabil’i katil olmasından dolayı küçümsüyor da küçümsüyor. Aslında ayet açık: Kardeşini öldürdükten sonra ne yapacağını düşünürken yeri eşeleyen kargayı görüyor ve kendisine eyvah ediyor. Ancak bir takım tefsirler veya israiliyattan faydalananlar işi karganın ceset gömerek örnek olması durumuna kadar getirmektedirler. Bir tefsir Hocamız şunu demişti: “benim görüştüğüm zoologlara: “Tarih boyunca karga türünden biri, ölmüş başka bir kargayı gömdüğüne rastlandı mı? Diye sordum. Aldığım cevap net: Hiçbir karganın ölmüş başka bir kargayı gömdüğüne dair elimizde veri mevcut değil. Anlaşılan o ki bir ilimle uğraşanlar başka ilmin sahasına giren konuda sözü onlara bırakmalı veya onlardan yardım almalıdır.

Bu bütünlük anlayışını özelde din ilimleri adına ifade etmiş olsak da genel anlamda tüm ilimler ile olan bütünsellik gözden kaçırılmamalıdır. Bir ilahiyatçı alanı ve bilgisi olmadan bazı ibadetlerin sağlık boyutuna dikkat çekmek istiyor, ama diğer taraftan da doktor diyor ki o konuşurken birçok hata yapıyor.  Bu cümleyi ilahiyat camiası biz de çok kullanırız ama bilim dallarını ve ilimlerin bütünselliğini çoğu zaman göz ardı etmemeliyiz. Bütünsellik içerisinde ve sistemli bir şekilde verilen bilgiler de tutarlılık ve kabul edilebilirlik yönü fazla olur, tenkit ve yıpranma payı da daha aza iner. “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” hadisine anlam yüklerken aslında bu çeşitliliktir ancak kopukluk, niza’ değil, birlik, beraberlik ve uyum içinde hareket etmektir.


0 Yorum - Yorum Yaz

Kazanımlar    11.05.2013

Kur’an-ı Kerim’in doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanabilmesi için, doğru bir yöntemin (usul, metodoloji) takip edilmesi şarttır. Bu manada “Kur’an ve Bağlam” kitabı özellikle esbab-ı nüzul açısından nelerin nasıl yapılacağı hususunda önemli yöntemler sunmaktadır.

Ayetleri yorumlarken bu konunun asla göz ardı edilmemesi gerektiği hususu somut olayla da desteklenerek, tarihi bir perspektif içerisinde açık yüreklilikle ortaya konulmaktadır.

 Burada bence en önemli hususlardan biri, kültür tarihimizde var olan bilgilerin önemli bir kritiğinin yapılması gerektiği konusu, üzerinde durulması gereken önemli bir husus ve kazanım olarak tarafımdan algılanmaktadır.

İslami ilimler açısından bilginin bütünlüğü de, özellikle tefsir, hadis ve fıkıh açısından aynı kökten beslenmeleri hasebiyle bir ve bütün olduğu meselesinin daha yakinen kavranmış olması da kazanım açısından bir diğer önemli hususu teşkil etmektedir.

Bu meyanda, farklı bir görüşe sahip olma ya da farklı görüşlerden birini benimseme anlamına gelen “ihtilaf” ile kendi görüşünün dışındaki görüşlere karşı bir tavır almayı ifade eden “hilaf”, ilmi meseleleri değerlendirme açısından önemli bir bakış açısı sunmaktadır.

 Buna göre ihtilaf, maksat aynı olmakla beraber, bu maksada ulaşırken kullanılan yöntemin farklılığını; hilaf ise, hem maksadın, hem de yöntemin farklı oluşunu ifade eder. Bir diğer ifade ile delile dayanmayan, kuru bir iddiaya dayalı aykırı görüşe hilaf, delillerden hareket ederek sonuca varmaya çalışan aykırı görüşe ise ihtilaf denmektedir.

Bu durumda ihtilaf rahmetin, âdeta kesrette vahdetin ifadesi olduğu için müspet, hilaf ise bir anlamda inatlaşma ve tefrikaya yol açacağı için menfi bir husus olduğu konusunun vuzuha kavuşmuş olması da bir diğer kazanım olarak zikredilmeye değer bir mahiyet arz etmektedir.

                                                                                                            

                                                                                                           Şükür KÜÇÜK

                                                                                                                                                                                                Doktora/11922762


0 Yorum - Yorum Yaz


 

H.z. Peygamber (sav)’in mübelliğ olarak yaptığı tüm uygulamaları bugün çok değişik disiplinler adı altında toplandığını görmekteyiz. Bu durumun en büyük problemi bütünden mahrum olmaktır. Modern tabirle “alan körlüğü” dediğimiz bir vakıa ile karşı karşıyayız. Bu da bizi çözüme götürmede zorlaştırıyor. Bütünlüğü kuramamanın, bütünlüğü yakalayamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Bugün ayrı adlar altında hüküm süren branşların isimlendirme ve sahasının belirlenmesinin ne derece isabetli olduğu cevaplandırılması gereken sorulardan olduğunu düşünüyorum. Bu branşlaşmada modernizmin etkisinin ortaya konulması gerekir. Arada kaynayan bir şey oldumu? Ya da bağlantıyı engelleyen bir durum söz konusu mu? Modernizmin iç boşaltmaya, anlam buharlaştırmaya yönelik ve bizi bütünden -Allahtan- mahrum etmek için alabildiğine parçalamaya yönelik felsefesinden ne derece etkilendik? Bu sorulara en sağlıklı cevaplar branşlaşma öncesi ve sonraki halimizin kıyası ile mümkün olabilecektir. Görünen o ki daha bir profesyonel olsun diye oluşturulan branşlar teknolojinin imkanlarını ve bir çok eğitim kurumlarını yanına almasına rağmen her branşta hala bir sürü çözemediğimiz mesele var. Bilgi kirliliği dediğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Bilgi malumatının artmasına bağlı olarak günümüzde en önemli mesele ayıklama ve seçme işidir. Günümüz insanın  kafası daha karışık. Mevcut disiplinler bulanıklığı gidermede yeterli olamıyor. Bu yüzden bilim dallarının yeni bir tasnife ve düzenlemeye ihtiyacı olduğu aşikardır.

İhtilaf ; hayat devam ettiği sürece, insanların zeka, algılama, bilgi ve tecrübeleri farklı olduğu sürece olacaktır ve olağan bir şekilde karşılanmalıdır. İslam alimlerinin ihtilafa yaklaşımları da ihtilaflı olmuştur. İbn Hazm gibi alimler belli bir aşamadan sonra ihtilafı kabul etmezken diğer bir çok islam alimleri bunun meşru olduğunu kabul etmiştir. İhtilafın meşruiyetini savunanlara göre Kur’an da müteşabih, müşterek ve mecazi lafızların varlığı insanların ihtilafına zemin hazırlamıştır

Esbab-ı Nüzul, nuzul ortamında meydana gelen bir hadise veya Hz. Peygamber’ e yöneltilmiş bir soruya, vuku bulduğu günlerde, bir veya daha fazla ayetin cevap vermek veya hükmünü açıklmak üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden hadisedir. Ancak belli bir tasnif ve siyak- sibak uyumu olmayan esbab-ı nüzul rivayetlerinin doğurduğu olumsuz sonuçları; yorum zenginliğine engel olması, Kur’anın evrensel hedefi olan Kur’an- insan-hayat bütünleşmesini önlemesi ve konunun istismar edilmesi gibi olumsuz neticeleri engellemek için yeni bir yaklaşımla esbab-ı nuzül rivayetleri ele alınması gerekmektedir.

Muhammet KARAOSMAN

Doktora öğrencisi

Öğrenci  No:12922756

 


0 Yorum - Yorum Yaz




0 Yorum - Yorum Yaz




0 Yorum - Yorum Yaz

Esbab-ı Nüzul    15.05.2013

Mehmet İmadettin TÜRE

Esbab ı Nüzulün Önemi

 

Kur’an ayetlerini ilk neslin (sahabenin) nasıl anladığı önemli olmakla beraber, yaşanmış ve yaşanmakta olan zamanların insanı anlamaya neler katabilir ve elde ettiği anlam kazanımlarını, vahyin çağındaki anlayışla örtüştürebilir mi? Bu yaklaşımın mümkün olması çok uzak bir ihtimal olmamakla beraber, kurulu anlama sürecinin başlama noktasının dayanağı sahabe dönemini içine almalıdır. Ondan istifade etmelidir.

Tefsir öğretiminde lise ve lisans dönemlerinde müşahede ettiğim, bu konuya sadece değinildiğidir. “Kur’an ve Bağlam” kitabından edindiğim birinci tecrübe Esbab ı Nüzulün tespit edilebilmesinin ayrı bir meleke kesbiyeti gerektirdiğidir. Tespit edilebilmesi derken ayeti anlama çabası ile karıştırılmaması gereğine işaret etmek istiyorum. Adı geçen kitabın müzakeresinde ve tefsir takrirlerinde bunun hiç de kolay olmadığını hayret ile müşahede ettim.

Aynı ayetle ilgili farklı rivayetlerde Sebeb – ı Nüzul olarak değişik olayların zikredilmiş olması bunu bir sorun haline getirmiş ve nüzulün veya sebebin taaddüdü konusu ayrıntısıyla işlenmiştir. Elbette ki birinin nadir diğerinin daha fazla vuku bulduğu v.b. bir olgunun sübutunu ispat konunun dışındadır. Ancak zamanımızın sahip olduğu dijital imkânlar ile hazırlanacak bir yazılım Esbab – ı Nüzule daha kapsamlı bir bakışı mümkün kılabilir.

Sebebin veya nüzulün taaddüdü meselesine tekrar dönecek olursak, bu konuda özellikle irşat etmede konuya ayetin dâhil edilerek aktarılmasında bazı sıkıntıların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Ayetin birden fazla nüzul sebebi olduğu halde, bunlardan sadece bir tanesini zikretmek, konuyu ihtisar etmek olarak algılanabilir mi? Yoksa ayeti konu edinirken nüzul sebeplerinin tamamını zikretmek mi daha ilmî ve ahlâkîdir? Meselenin ciddiyetine vakıf olmayan kişi, ayeti kendi konuşmasının bağlamı içerisinde hiçbir rahatsızlık duymadan istediği olay içerisinde aktarabilir ve bu da arzu edilen bir eğitim sonucu değildir. Özellikle vaaz vermede oldukça sakınılması gereken bir durumdur bu. İleride yetişecek ve vaazı mesleğinin önemli bir unsuru olarak ifa edecek Din Görevlilerinin veya fahri olarak yapacak Din Gönüllülerinin eğitiminde, bu konuda daha bilinçli olabilmeleri sağlanmalıdır. Onlar eğitim süreçleri içerisinde Esbab – ı Nüzulü, sadece Kur’an ilimlerinin konu başlıklarından biri olarak değil, ileride mahir bir şekilde bu konuya hâkim ve bu konuda meleke kesbetmiş olmanın önemine vakıf bireyler haline getirilmelidir.

Anlaşılması arzu edilen ayet araştırılırken, Tefsirin müellifinin üslubunu kavramış olmanın önemine de işaret etmek isterim. İmkânı olan araştırmacılar birden fazla tefsirden istifade ederek bu işi en başarılı hale getirebilirler. Taberî örneğini verecek olursam, takrirler esnasında gördüğüm, kendim okuduğum zaman birçok inceliği ve nükteyi kaçırmış olduğumu farkettim


0 Yorum - Yorum Yaz

Esbab-ı Nüzul 5. sayfa    16.05.2013

2012-2013 Bahar Dönemi Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlar

Peygamberimiz ve ashabı tarafından bilinmekte olan ulûmü’l-Kur'ân; Kur’ân’ın en doğru şekilde anlaşılmasına yardımcı olmayı amaçlayan bir bilgi alanıdır. Tefsir alanında ulumu’l-Kur'ân bahislerine sıklıkla değinilir.

Kur'ân ilimleri konusunda özellikle Hulefa-i Raşidin, İbn Abbas, İbn Mesud, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’ârî, Abdullah b. Zübeyr temeyyüz etmişlerdir.

Hicri birinci asrın sonlarından itibaren ele alınan ilk eserler, Kur'ân ilimlerinin müstakil olarak ele almıştır. Hicri birinci asrın sonları ile ikinci asrın başları tedvin asrının başlangıcı olarak tanımlanır. Tedvindeki temel gaye, Kur'ân’ın anlaşılmasına katkıda bulunmak, hadisleri tesbit etmek, Kur'ân ile hadisin manalarını açıklamaktır.

“Ulûmü’l-Kur'ân” kavramını ilk Zerkeşî kullanmıştır.

Esbâb-ı Nüzûl nüzûl ortamının aslî bir unsurudur. Bu konudaki tek kaynak sahabedir. Sebebi Nüzûl ancak sahih nakille bilinir.

Sahabenin sebeb-i nüzûl hakkındaki rivayetleri “müsned hadis” sayılmıştır. Müsned hadiste senet muttasıl ve merfu olmalıdır. Esbâb-ı Nüzûlde tabiîlerin rivayetleri mürsel hükmündedir.

Aslolan sebebin hususiliği değil lafzın umumiliğidir.  Kur’ân’ı doğru anlayabilmek için Esbâb-ı Nüzûl olsa da olmasa da her durumda Kur'ân’a bütün olarak yaklaşmak önemlidir.

 Sa’lebe kıssası rivayetleri tefsir için yapılmış rivayetlerdendir. Kıssanın değerlendirmesinde tarihten faydalanmak daha doğru sonuçlara götürür. Ayeti sadece bu kıssa ile sınırlandırmamalı, Kur’ânî bütünlük ve siyak-sibak bağlamında değerlendirilmelidir: Tevbe Suresi’nin 75. ayetini bu şekilde incelediğimizde söz verdiğinde sözünde durmayan münafıkların sembolize edildiğini görülmektedir.

 İlk defa Hegel’in kullandığı felsefi bir kavram olan tarihsellik ve tarihselcilik, Batı düşünce sistemine ait çok geniş anlam alanına sahiptir. Tarihselcilik Batı düşüncesinin kartezyen dünya anlayışıyla kilitlenen zihinlere hermenötik metotla bir açılım getirme çabasıdır.

Batı düşüncesinde beşeri ilimler-tabiat ilimleri ayırımına karşın, islamda ikisi arasında organik bir ilişki vardır. Kur’ân-ı Kerîm yaşanmış, yaşanılabilir ve yaşanacak, insanın öz niteliğiyle örtüşen bir hidayet rehberdir.

Esbâb-ı Nüzûl zaman-mekan içinde gerçekleşmesi, sahih (müsned-merfu) rivayetle bize ulaşmış olması sebebiyle tarihseldir ve tarihsel gerçekliktir. Esbâb-ı Nüzûlün tarihsel koşulluğunu “belli bir nedensel bağlantıda etkinin ortaya çıkmasını sağlayan etken” olarak değerlendirilebilir. Esbâb-ı Nüzûl, Kur'ânî bütünlüğe ait bir olgudur.

İslam alimleri kesin, doğru bilginin ortaya çıkarılmasına çalışmışlardır. İslam bilim anlayışı, “gerçekliğin bütün boyutlarıyla anlaşılmasını” hedeflediğinden bütün doğru bilgi yöntemlerine sıcak bakar.

İslam alimleri, aklı bilgi kaynağı olarak görmelerinden dolayı Kur'ân ayetlerini yorumlarken ve fıkhî problemleri çözerken sık sık akla, istidlale, nazara, ictihada ve kıyasa başvururlar.

Son dönemin fikri cereyanlarından İslam bilimleri de etkilenmiş, ilim insanları Batının da etkisiyle fikir özgürlüğünün verdiği özgün tavırlardan dolayı kendi tercih ettikleri metodları hayat felsefelerinde kullanmışlardır.

Tefsirde çağdaş dönemde geleneksel birikimi önemseyen yaklaşımlar, metne önem veren lafızcı yaklaşımlar, çağdaş olguyu önceleyen akılcı yaklaşımlar olarak gelişme göstermiştir.

İslam bilimlerinin çağdaş bilimler içinde yerini alması araştırma, inceleme, sorgulama, eleştirme, geçmişin tecrübesi, anın hissettirdiği, gelecekten de beklentilerini içinde barındıran esnek bir düşünce tarzı ile mümkündür.

İslam bilimleri Kur'ân, sünnet ve tevil ekseninde gelişmiştir. Özellikle çağdaş düşüncede normatif olarak nitelendirilen re’y ehlinin yorumları, metnin lafzı ve onun ifade ettiği anlam üzerinde şekillenir. Bu yorumlar, kuşkusuz yorum sahibinin içinde bulunduğu ortam ve şahsi birikimi barındırır.

Tefsir özellikle de vahyin indiği ortama dair durumların bilgisi yani esbab-ı nüzul, ihtilaf problemi ile etkileşim halindedir. Şöyle ki; ilk müfessirler esbab-ı nüzul bilgisiyle ayetlerin nazil olduğu yeri ayırabilmiştir. Ayetin vahyedildiği şartları da bu yolla anlayabilmişlerdir. Zahiren çelişkili gözüken iki ayet için, sebebi nüzulü bilindiğinde, bağlamına göre çelişkinin ortadan kalktığı gözlemlenir. Esbab-ı nüzul bilgisi bağlam teorisi ile yakından ilgilidir. Şatıbi(790/1388) metinleri doğru anlayabilmek için önemi ile ilgili olarak şunları söylemiştir. “Esbab- nüzulü bilmemek şüphe oluşturacak ve ihtilaflara yol açan genel yorumlara sebep olacaktır.” Esbab-ı nüzul hadis çalışmalarını da etkilemiştir. Peygamberin kastettiği manayı anlayabilmek için hadis alimleri herhangi bir rivayetin içinde bulunduğu şartları araştırmaya başlamış, esbab-ı vürudu’l-hadis çalışmaları bu ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Bağlam (hal) teorisi hukuki ihtilafların çözümünde de kullanılmaktadır.

 

“Bilginin Bütünlüğü” Müzakere sonuçları

Vahiy sürecinde Kur'ânın müneccemen inzali ile oluşan iletişim şekli/eğitim; hz. peygamberin/ iletenin, Allah’tan aldığı vahyi/iletiyi, insanlara/iletilenlere/eğitilenlere tebliğ etmesi iledir. Kur'ân’ın nüzul ortamında bir eğitim yapılmakta idi. Eğitici peygamber, Mekke’de sahabe, müşrikler ve ehl-i kitabla, Medine döneminde bunlara ek olarak münafıklar ile iletişim halinde idi.

Bilginin bütünlüğünden kastedilen şey; hz. peygamber ile insanlar arasındaki iletişim sonucu ortaya bilgiler ve bilim disiplinleri çıktı. Hz. peygamber-Sahabe-Tabiin-Tebei Tabiin döneminde “çekirdek dönem bilgisi” mevcuttu. Muaz b. Cebel’in peygamberimizle diyaloğu tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi bilim disiplinlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Erken dönemde zihinler bütünsel, parçalanmamış bir yapıya sahipti. Her bilgi alanının diğeri ile ilişkisi tıpkı yapboz parçaları gibi içice, bir tanesi eksik olsa tamam olmayacak bir bütünlük halinde idi. Tefsir, hadis, belagat, lugat vs. ilim dalları birleşik bir bütünün parçaları idi. Nesh Kur'ân’da var ise bu konu müfessirin, muhaddisin, fakihin, mütekellimin, İslam filozofunun meselesi haline gelmekteydi.

Bir ilim adamı, bir müfessir, alim olmadan önce ailesinden, hocalarından, yetiştiği çevreden bir birikim kazanmaktadır. Küçük yaştan itibaren Kur'ânı ve ilmi metinleri ezberlemeye başlamaktadır. Metinler araç ilmi metinleri-temel ilim metinleri olarak sınıflandırılırsa, temel metinler de usul ve ana metin bilgileri olarak iki gruba ayrılabilir. Müfessir bu ilimleri öğrendikten sonra hazırladığı ve harmanladığı bilgileri kullanıma sunar, açıklar. Bu dönemlerde alim donanım sahibi olmakta, ilmi kişiliğini oluşturmaktadır. Alimin kişiliği bir çok disiplinde derinlik halinde karşımıza çıkmaktadır. Artık bilgiler dönüştürülme sürecine girmiştir. Müfessirin bilgisini açıklamasının/ yorumlamasının zemini oluşmuştur. Bu aşamada her bilgi alanı/ alim/ müfessir, hazırladığı bilgileri hem kendisi kullanmakta hem de diğer ilimlerin kullanmasına ve yararlanmasına sunmaktadır. Müfessir bir alim olarak ders halkasında talebelerine birikimlerini aktarmakta, ayetlerden ne kastedildiğini, Kur'ân ın tarihsel bağlamdaki anlamını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bütün bu birikimlerin sonucunda tefsir ürünü/ kitap meydana çıkmaktadır. Kitabında Kur'ânın hayata/güncele/yeni durumlara nasıl tatbik olunacağı yönünde aktarım ve yorumlarda bulunur. Müfessir, fakih, mütekellim, mutasavvıfların her biri, böylesi bir durumda kendi disiplinlerinin yöntemsel yaklaşımını kullanır.

Müslüman ilim geleneğinde bilginin bütünlüğü hayatın her alanına yansımaktadır. Örneğin mimarimiz, camilerimiz gibi, edebiyatımız, evlerimizde kullandığımız duvarlara asılan levhalar, atasözlerimiz, şiirlerimiz gibi. Semboller hayatımızın her alanında kendini göstermektedir. Semiyotik (göstergebilim, işaret bilimi) disiplinlerarası bir sahadır.

Kuranın yorum ve tefsiri sadece Kur'ân tefsirlerinde değil, aynı zamanda tüm Müslüman dünyanın dokularında, yorumlarında aranmalıdır.

İHTİLAF - DİA

İhtilaf konusu geniş bir alanı kapsamaktadır.

Terim anlamı bir meselede ayrı ayrı görüşlerin ortaya çıkması, söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak demektir.

Sözlükte "geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek" anlamındaki half kökünden türeyen ihtilâf, masdar ve isim olarak "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık" gibi mânalara gelir. İhtilâfın daha çok "farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme" anlamı taşımasına mukabil hilafın diğer görüşlere karşı bir tavır alışı ifade ettiği söylenebilir.

Isfehaniye göre, ihtilaf ile muhalefet, bir kimsenin sözde, fiilde, diğerlerinden farklı bir yol tutması anlamındadır. Buna rağmen hilaf sözcüğü, daha ziyade zıtlık anlamına gelmektedir. Dolayısıyla görüş ayrılığı derin ve fazla olursa ihtilaf yerine “ hılaf ” lafzı kullanılır.

İslâmî literatürde ihtilâf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. İnsanların doğuştan getirdiği tabii farklılıklar, ilmî ve felsefî görüş ayrılıkları, siyasî muhalefet ve anlaşmazlıklar, "ihtilâfü'l-hadîs" terkibinde olduğu gibi delillerin karşıtlığı bu konulardan bazılarıdır.

Kur'an'da ve hadislerde ihtilâf kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmıştır. İslam düşünürleri yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi dinden çıkaracağı hususunda ittifak etmişler, Allah'ın sıfatları ve iradesi, kaza ve kader gibi konulardaki ihtilafları da bid'at olarak değerlendirmişlerdir. 

Fıkıhta ihtilâf, icmâ ve ittifakın mukabili anlamındadır. Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen müctehidlerin, içtihada açık konularda çeşitli sebeplerle farklı görüşleri benimsemeleri demektir.

İlk ihtilafı ortaya koyan iblistir. Hz. Adem (as) e secde etmesi emredildi. Meleklerin hepsi secde ettjği halde, İblis farklı davrandı, kendisinin ateşten yaratıldığı için Ademden üstün olduğunu ileri sürdü. Hz. Peygamber döneminde kendisi, sahabelerin ihtilaf ve tereddüt ettiği konuları çözüme kavuşturmuştur. Hz. Peygamberin irtihalinden sonra zuhur eden ilk ihtilaf ise, onun ölüp ölmediği konusundadır. Sonraları hilafet sorununu, zekat vermeyenlere karşı yapılması gereken muamele, Hz. Osman dönemindeki birtakım problemler, keza Hz. Ali dönemindeki "cemel vakası ", "sıffın savaşı" gibi ihtilaflar ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinin sonradan farklı şekilde yorumlanması, birtakım ihtilaflara dayanak noktası oluşturmuş, farklı dini anlayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Örneğin; Hz. Peygamber döneminde birkısım sahabe kaderin mahiyeti ilgili olarak sözler sarf etmiş, Hz. Peygamber de buna oldukça öfkelenmiş ve onları bu mesele hakkında münakaşa etmekten sakındırmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in sahabeleri tartışmaktan menettiği bu mesele, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan İslam fırkaları arasındaki en önemli ihtilaf meselelerinin başında yer almıştır.

Şehristani (h. 469/548) ise imametin, İslam ümmeti arasındaki en büyük ihtilaf meselesi olduğunu ve Müslümanların dini meselelerin hiç birinde bu meselede olduğu kadar  mücahede etmediğini belirtmiştir.

İhtilâfın sonuçları;

Aynı konuda farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden yalnız birisi mi yoksa hepsi mi isabet etmiştir?

İsabet etmeyen görüşün sahibi olan müctehid günahkâr mıdır, değil midir?

Mukallidin istediği içtihadı benimsemesi yahut mezheplerin ruhsatlarını araştırıp uygulaması caiz midir?

Yanlış içtihada uymaktan kaçınmak için ihtiyaten çoğunluğun birleştiği şeyleri yapmak müstehap mıdır?

Ashap dönemindeki ihtilaf Hz. Peygamber'e müracaatla halledilmekteydi. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için, herkes kendi görüşünde devam etmiştir. Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte engellemeksizin caiz görmekteydi.

Fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminde önemli bir yer teşkil eder. İmam Şafiî müctehidin muhalifini dinlemesi gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtir. Ona göre müctehid, muhalifinin neye dayanarak görüş ileri sürdüğünü ve terkettiği görüşü niçin terkettiğini anlamaya çalışmalı, kendi kabullendiği görüşün diğerine göre konumunu fark edebilmeli. 

Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri (meselâ Âl-i Imrân 3/19; en-Nisâ 4/82; eş-Şûrâ 42/13; el-Beyyine 98/4) göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır. İbn Hazm’a göre, Allah'tan gelen şeyde çelişki bulunmadığı için Allah ve Resulü'nün emrine muhalefet anlamında dinde ihtilâf caiz değildir,   

İhtilâfın meşruiyetini savunanların delilleri ise, Kur'an'daki müteşâbih, müşterek ve mecazi lafızlardır. “İhtilaf meşrudur” görüşünü kabul edenlerin savunmaları şu yöndedir: İhtilâf gayri meşru olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Kuranda aklı kullanma ve düşünme emredilmiştir. Bunun yanında insanların her biri birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Hz. Peygamber'in Kur'an ve Sünnet'te cevabını bulamadıkları konularda sahabeye verdiği ictihad izni de ihtilafın meşru olduğuna delildir. İctihadda isabet eden kimsenin iki, hata edenin bir sevap kazanacağını ifade eden hadiste hata edene bir sevap verilmesi ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir.

İslâm'da usul (akaid) konularında ve genel ilkelerde (külliyat) ihtilâf doğru karşı-lanmazken fıkhî konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmış, "Hata ihtimaliyle birlikte bizim mezhebimiz doğrudur; doğru olma ihtimaliyle beraber muhalifimizin mezhebi hatadır" şeklinde formüle edilen bu anlayış, bazı istisnalar dışında İslâm âleminde geniş kabul görmüştür. Avn b. Abdullah, ihtilâfın dini yaşamayı kolaylaştırdığını vurgulamıştır.

Fıkhî konularda ihtilâfların sebepleri

1. Usul farklılığı: Delillerin şartları ile ilgili temel anlayış farklılıkları.

2. Usulün meselelere tatbikindeki farklılık. Emir ya da nehiy kipleriyle ifade edilen bir hükmün emir ise vücûb mu mendupluk mu, yasaklama ise haramlık mı mekruhluk mu ifade ettiği hususuyla ilgili yaklaşım farklılığı örnek verilebilir.

3. Hadisin ulaşıp ulaşmaması. Çok az kimse tarafından nakledilmiş olması dolayısıyla bir hadisin müctehide ulaşmaması, bir konuda biri helâl, diğeri haram kılan iki hadisin bulunması ve hadislerden birinin bir müctehide ulaşıp diğerinin ulaşmaması; her müctehidin kendisine ulaşan hadise göre hüküm vermesi yahut her iki hadis de ulaştığı halde söyleniş tarihlerinin hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) hadisin bilinmemesi durumu.

4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle ictihadlarda da değişiklik olması. "Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz"  Mecelle (md. 39) maddesinde kastedilen bu tür ictihad değişiklikleridir. Burada delil ve hüccetten kaynaklanan bir ihtilâf söz konusu değil sadece dönem farkından doğan ihtilâf söz konusudur. Ebû Hanîfe ve iki öğrencisi arasındaki ihtilâfların bir kısmı mezhe¬bin daha sonraki âlimleri tarafından bu tür ihtilâftan sayılmıştır. 

Hakkında kat'î delil bulunan şerî hükümlerde ictihadda bulunulamaz; bu hükümlerde ihtilaf edilemez. Bunlar, haklannda kat'î nasslann bulunduğu, durumları intişâr edip yaygınlaşmış, âlim ve cahilin aynı ölçüde bilip tanıdığı, hiç kimsenin bilmemekle mâzûr görülmediği; namazın ve orucun farzlığı, zinanın haramlığı ve benzeri gibi hükümlerdir.

İhtilâfı rahmet olarak gören genel müslüman kitle arasında fıkıh konularındaki ihtilâfların uygulamaya yansıması bir takım farklılıklar göstermiştir: İslâm'ın ilk iki asrında ferdî alanda insanlar diledikleri âlimlere meselelerini sorar ve verilen cevaplar içinde dilediklerini uygularlardı.

Mezheplerin teşekkülünden sonra belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid, iltizam, intikal, telfık" gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır. 

Kamusal alanda ise klasik dönemde kadılar müctehid sayıldığı için ihtilaflı konularda belli bir görüşle hüküm vermek mecburiyetleri yoktu. Zamanla müctehid olmayan kadılar tayin edilmeye başlayınca belli bir mezhebe müntesiplik arandı. Ancak bu kadıların mezhep içindeki farklı ictihadlardan istifade imkânları vardı.

Memlükler döneminde her merkeze dört mezhep kadısı göndermek suretiyle farklı mezhep ictihadlarının yürürlükte olmasına imkân tanınmıştır.

Osmanlı devrinde, bazı istisnaî konular dışında Hanefî mezhebine göre hüküm veriliyordu. Ancak farklı mezheplerden müslümanların yaşadığı İrak, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde halkın mensup bulunduğu mezhebin âlimleri arasından birinin hakem tayin edilerek hüküm vermesi ve padişah tarafından tayin edilen Hanefî hâkimin bu hükmü tasdik ve tenfîz etmesi ilkesi getirilmişti.

İhtilâfları İslâm toplumu için tehlike olarak gören bir kısım âlimler ve siyasetçiler çözüm için bazı usuller teklif etmişlerdir. İbnü'l-Mukaffal'a ait çözüm önerisi daha sistematiktir. İbnü'l-Mukaffal toplumda hukuk birliğinin sağlanması gayesiyle ihtilâfların devlet eliyle derlenip bunlar arasından bir kanun metni hazırlanması için Halife Ebû Ca'fer el-Mansûr'a bir teklif götürdü. Ancak hukukçuların görüşlerine rağmen siyasî otoritenin görüşüne üstünlük tanıyan bu proje gündeme geldiğinde ulemâ derhal tepki gösterdi

Müzenî, Fesâdü't-taklîd adlı eserinde ihtilâfların hallini akademik bir yolla çözüme kavuşturmayı teklif eder. Ona göre ihtilâf halinde şûra usulüne başvurularak doğru çözüm aranmalıdır. Bunun için devlet başkanı devrin âlimlerini bir araya getirir ve ihtilâf konusu hakkında tartışmalarına zemin hazırlar. Devlet başkanı bunu gerçekleştirmezse fetva konusunda otorite olan âlim, ulemâyı toplayarak aynı şekilde tartışma ortamı teşkil eder

Sünnî fıkıh mezhepleri ile Şiî mezhebi arasındaki ihtilâfları çözmek ya da en azından asgari seviyeye indirmek gayesiyle Abbasî Halifesi Me'mûn ve Selçuklu Veziri Nizâmülmülk dönemlerinde bazı başarısız girişimler olmuştur.

Tuba YAZICI-Doktora-
12922705
0 Yorum - Yorum Yaz

esbab-ı Nüzul II    16.05.2013

DİA “İHTİLAF” Maddesi Hakkında Bir Değerlendirme 

Abdullah BEKİROĞLU

Doktora 

No:12922754

Sözlükte geri kalmak, mastar ve isim olarak ta gidip gelmek, ayrı ayrı düşünceye sahip olmak, anlaşmazlık, karşı gelmek gibi anlamlara gelmekte. Kur'an’ın birçok ayetinde geçen ihtilaf sözcüğü hadislerde de aynı manalarda kullanılmakta.

Terim olarak ihtilaf sözcüğü, sözde veya fiillerde (amelde) birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak manalarına gelmektedir.

İhtilaf sözcüğü, aynı kökten gelen hilaf sözcüğü ile karıştırılmamalıdır.
İhtilaf yukarıda zikrettiğimiz manaları taşımasına rağmen, hilaf sözcüğü diğer görüşlere karşı bir tavır almayı ve muhalefet etmeyi ifade etmektedir.
Buna göre ihtilaf, maksat aynı olmakla birlikte kullanılan yöntemin farklı olmasını, hilaf ise ikisinin de ayrı olmasını ifade eder.

İslami literatürde, ihtilaf kavramı altında pekçok konuya temas edilmektedir.
Çünkü insanlar yapısı gereği farklıdır, görüşleri, halleri, takrirleri hep başka başkadır.
İslam kaynaklarında ihtilaf, kesbi ve gayri kesbi (tabii) olarak iki kısma ayrılır. Kesbi ihtilaf, iki hasımdan birinin görüşünün diğerinin görüşünün aksi olmasıdır. Fıkhi mezheplerdeki görüş ayrılığı gibi. Gayri kesbi ihtilaf ise insanların zatları ile ilgili ayrılıklardır. Buna göre ''Ümmetimin ihtilafı rahmettir'' hadisi insanların farklı eğilimlere sahip olmalarına işaret eder.
Kur'an'da ve hadislerde ihtilâf kelime­si mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredil­miştir. Birçok âyette sözü edilen ihtilâf dinî inançlarla ilgili olup insanın dünya ve âhirette mutlu ya da bedbaht olması bu gibi konularda benimsediği görüşlere ve aldığı tavırlara bağlanmış, bu tür ihtilâf­lara düşen insanlar arasında hüküm ver­meleri için peygamberlerin gönderildiği ifade edilmiştir.

İslâm düşüncesinde dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî hükümler  ol­mak üzere temelde İki farklı alan göz önü­ne alınarak değerlendirilmiş, inanç konularında taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur.

Fıkıh ilminde ihtilâf icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmak­ta, Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün fîh" denilen içtihada açık konularda muh­telif sebeplerle ayrı kanaatler benimse­mesini ifade etmektedir.

İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın Sakife günü halife seçiminde yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman'ın hilâfetinin son günlerinde ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem'in vefat edip etmediği ve ardından nereye defnedileceği konusun­da çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu ilk ihtilâf tartışmasının bütün İs­lâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar et­rafında yapıldığı anlaşılmaktadır.

Şahıs­lar arasındaki fıkhî ihtilâfların ise başlan­gıçtan beri hep var olageldiği bilinmek­tedir. Ashab, Resûlullah döneminde bile içtihadi hükümlerde ihtilâf eder ancak Hz. Peygamber'e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için artık herkes kendi görüşünde devam etmiştir.

Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte muhaliflerine karşı geniş bir tahammül ve hoşgörü sahibiydi; ortaya çı­kan yeni bazı meselelerde ihtilâf ettikleri halde her biri diğerinin muhalefetini kınamaksızın caiz görür ve insanları ferdî içtihatlardan engellemeye asla çaba sarf etmezdi.

İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye baş­lamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel an­lamdaki âyetleri göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır.

İhtilafın meşrutiyetini savunanlar ise Kur’an’da müteşabih ,müşterek ve mecazi lafızların varlığını insanların ihtilafına sebep görmüşlerdir.

Fıkhî konularda ihtilâfların sebeplerin­den bazıları şunlardır:

1. Usul farklılığı.

2. Usulün meselelere tatbi-kindeki farklılık.

3. Hadisin o kişiye ulaşıp ulaşmaması.

4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan ko­nularda zamanla şartların değişmesi se­bebiyle müctehidlerin ictihadlarında de­ğişiklik olması (Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz).

el-Muvatta'ı kanun kitabı haline getirme teşebbüsü karşısında İmam Mâlik'in sarf ettiği, "Âlimlerin ihtilâfı yüce Allah'ın bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisin­ce doğru olana uyar, herkes doğru yolda­dır ve herkes Allah'ın rızasını aramaktadır" sözü o dönemde İslâm toplumunda yaşanan vakıanın bir tesbitidir. Mezheplerin teşekkülüyle belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bü­tün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden fay­dalanması yolu açıktı. Daha sonra mez­heplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid. iltizam, inti­kal, telfık" gibi başlıklar altında tartışma­ya açılmıştır.

Sünnî fıkıh mezhepleri ile Şiî mezhe­bi arasındaki ihtilâfları çözmek ya da en azından asgari seviyeye indirmek gayesiy­le Abbasî Halifesi Me'mûn ve Selçuklu Ve­ziri Nizâmülmülk dönemlerinde bazı başarısız girişimler olmuşsa da bunlardan en önemlisi, XVIII. yüzyılda Kaçar hane­danı devrinde Nâdir Şah'ın Osmanlı sul­tanına sunduğu ve sonuçsuz kalan tek­liftir.

Yakın dönemde Sünnî-Şiî yakınlaş­masını sağlamak amacıyla Sünnî ulemâ­dan Muhammed Abduh, öğrencisi Reşîd Rızâ, Mustafa es-Sibâî ve Mûsâ Cârullah; Şiî dünyasından Muhammed el-Hâlisî, Şe-refeddîn-i Âmilî, Seyyid Ahmed-i Kesrevî gibi âlimler bazı çalışmalar yapmışlardır.

Sonuç olarak dinin füru meselelerinde ihtilaf yasaklanmış değildir. Ayrıca islam’da aklı kullanma ve düşünme emredilmiş olup insanların farklı kapasitelere sahip bulunmaları sebebiyle ihtilafa düşmeleri kaçınılmazdır. Şüphesiz ihtilaf, ümmetin dini yaşama konusunda bazı kolaylık sağlaması yönüyle bir RAHMETTİR.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


HADİS ESERLERİNDE TEFSİR RİVAYETLERİNDEN KAZANIMLAR
MEHMET ZEKİ SERDAROĞLU
ÖĞRENCİ NO:12952706(BİRLEŞİK DOKTORA)
   İslamın ilk ana kaynağı Kur’an’ı Kerim, ikinci kaynağı ise Sünnettir.Hadisler olmaz ise Kur’an iyi anlaşılamaz. Hadisler; Kur’an’ın mücmelini tafsil, müphemini beyan, mutlakını mukayyed gibi konuları açıklayıp, onlardan çıkarılması gereken hükümleri ortaya çıkartır. Bazen de kendi başına hükümler koyar.Allah Rasülü hayatıyla yaşayarak Kur’an’ı tefsir ettiği gibi, bazen de ihtiyaç hâsıl olunca, sahabenin soru sorması üzerine, manası anlaşılamayan bir kelime veya ayet olunca tefsir ve beyan cihetine gitmiştir.Bu bilgiler hadis ilmi aracılığı ile her yönleri ve çeşitleriyle bizlere ulaşmıştır.

   Hadis ilmi ve usulü Yüce Allah’ın İslam âlemine ve ümmetine bahşettiği bir lütüftur. Bu ilim ve yöntemi hiçbir dinde ve millette yoktur.

   Kur’an’ı; hadisleri almadan sadece lafzına bakarak anlamak mümkün değildir. Mümkün olmayınca da doğru bir İslami yaşayış ve hayat tarzı sürdürülemez. İslâmi ilimler her biri müstakil bir dal olsa da asılda bütündürler, birdirler. Kur’an’ı anlama da hepsinden aynı anda istifade edilmelidir. Müfessirler hadis eserlerindeki tefsir rivayetlerini her yönleriyle ayrım yapmaksızın tefsirlerinde zikretmişlerdir.  Burada dikkat edilmesi gereken bir konu vardır ki oda; hadis rivayetlerindeki Kur’an okumaya ve Ona yönelmeye teşvik adına uydurulan hadislerdir. İslam ümmeti Kur’an’a verdiği değeri, gösterdiği saygıyı hadislere de göstermiştir.

                    İmam Buhari  

    İslam toprakları genişleyip, değişik kültür ve milletlerle kaynaşınca sorunlar, fikri tartışmalar ve ayrılıklarda kendini göstermeye başlamıştır, İslam toprakları ayrılıklarla, fitnelerle çalkalandığı bir dönemde de İmam Buhari yaşamış, Kur'an'a ve Sünnete muhalif her türlü bidatle mücadele etmiştir.Hayatı Adı; Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu'fî el-Buhârî (ö. 256/870)Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en güvenilir kitap kabul edilen el-Câmi'u's-Sahîh adlı eseriyle tanınmış büyük muhaddistir13 Şevval 194  Cuma günü Buhara'da doğdu.Buhârî on yaşına doğru Muhammed b. Selâm el-Bîkendî. Abdullah b. Muham­med el-Müsnedî gibi Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye başladı. On bir yaşlarında iken hocası Dâhilî'nin ri­vayet sırasında yaptığı bazı hataları tas­hih etmesiyle dikkatleri çekti. On altı ya­şına geldiği zaman İbnü'l Mübârek ve Veki b. Cerrâh'ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Hadis tahsili için ilim merkezlerini dolaştı. Bunlar; Bağdat, Basra, Belh, Dımeşk, Hicaz, Humus, Kûfe, Medine, Mısır ve Nişabur. Buhârî kendilerinden hadis yazdığı muhaddislerin sayısının 1080 ol­duğunu söyler. Belhliler'in isteği üzerine onlara kendilerinden ilim tahsil ettiği 1000 hocadan birer hadis yazdır­mıştır. İ. Buhari’nin Sahihinde hocalarında 309 Muhaddisin adları, yaşadıkları yerler ve ölüm tarihleri verilmektedir.  Buhârî ve Mihne Olayı; Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk oluşuyla ilgili olarak Mutezi­le tarafından ileri sürülen görüş, devletin de destek verme­siyle İslâm âlemini zor durumda bırak­mıştır. Ahmed b. Hanbel, muhafazakâr âlimler için bir imtihan vesilesi (fitne) olan bu olay karşısında büyük bir azim ve sebatla direnmiş, Döneminin âlimlerine örnek bir şahsiyet olmuştur. İslâm âleminde sü­rüp giden bu tartışmalardan Buhârî de zarar görmüştür. İmam Müslim'in be­lirttiğine göre Buhârî, Nîşâbur'a gittiğin­de halk kendisine çok itibar etmiş, onu iki üç günlük mesafede karşılamıştır. Yine Müslim'in belirttiğine göre, Buhârînin kaldığı ev ziyaretçilerle dolup taşmış, şehre gelişinin ikinci veya üçüncü günü bu ziyaretçilerden biri ona Kur'an'ın mahlûk olup olmadığını sor­muş, onun da, "Fiillerimiz mahlûktur; bir sözü ifade edişimiz de (Kur'an met­nini okuyuşumuz) fiillerimizdendir" de­mesi üzerine orada bulunanlar arasın­da büyük bir ihtilâf çıkmıştır. Aynı soruyu başka biri sorduğunda, Buhâri  "Kur'an Allah kelâmıdır, mahlûk de­ğildir; ancak kulların fiilleri [Kur'an] oku­yuşları) mahlûktur; bu konuda soru sor­mak ise bid'attır" demiştir.Buhârî kendisinden ilim tahsil etmek isteyen herkese bildiğini esirgemeden vermesine rağmen devlet adamlarından uzak durur, onların saraylarına gitmeyi ilmi küçük düşüren bir davranış olarak kabul eder ve bu uğurda her zorluğa katlanmayı göze alırdı.
Buhari Semerkant' gider iken, Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyareti esnasında hastalanır ve 256 yılının ramazan bayramı gacesi vefat eder ve ertesi gün gömülür.
                                 Şahsiyeti.

     Buhârî orta boylu olup zayıf ve ince bir yapıya sahipti. Birçok güzel huyu yanında az konuşması, başkaları­nın sahip olduğu imkânlara Özenmeme­si gibi özellikleri de vardı. Yiyip içmeye önem vermezdi. Onun cömertliğini, dün­ya malına değer vermediğini ve yardım severliğini gösteren davranışları pek çok­tur. 25.000 dirhem alacaklı olduğu biri­ne karşı gösterdiği müsamaha dikkat çekicidir. Uzun zamandan beri borcunu ödemeyen bu şahıstan bazı idareciler vasıtasıyla alacağını tahsil etmesini tav­siye edenlere, "Ben onlardan yardım istersem onlar da benden işlerine geldiği gibi fetva vermemi isterler; dünya için dinimi satamam" demiştir..Buhâri’nin ahlâkî faziletleri; tenkit et­tiği râviler hakkındaki son derece mu­tedil ve insaflı sözlerinde de görülür. Bir râvi için kullandığı en ağır cerh ifadele­ri, o kimsenin güvenilemeyecek kadar zayıf (münkerü'l-hadîs) olduğunu, muhad-dislerin onun hakkında fikir beyan et­mediğini (seketû anh) söylemekten iba­rettir. Hadis uydurmakla tanınan kim­seler hakkında bile yalancı (kezzâb) ifa­desini pek nâdir kullanmıştır. Gıybetten sakınarak kimseyi çekiştirmediğini söy­lemesi ve "Allah Teâlâ'nın beni gıybet­ten dolayı hesaba çekmeyeceğini uma­rım" demesi bu konudaki titizliğini gös­termektedir. Bir gün hadis okuturken âmâ olan talebesi Ebû Ma'şer bir hadis­ten pek hoşlanmış olmalı ki başını, elini sallamaya başladı. Onun bu haline te­bessüm eden Buhârî, daha sonra bu te­bessümü ile Ebû Ma'şer'e haksızlık et­tiğini düşünerek ondan helâllik istedi.Bazı ki­taplarda yer alan ahlâkî beyitleri onun şiir alanında da üstad olduğunu göstermektedir.İmam Buhari’nin Fıkhıİmam Buhari muhaddisliği kadar fakihtir de onun fakih olduğu eserlerindeki tertip, düzen ve çıkardığı hükümlerden de anlaşılmaktadır. Her hangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın Kur'an ve Hadislerden çıkardığı hükümlere göre amel etmiştir. Buhari istinbatlarında bazen imamı şafiye, bazende Ebu Hanifeye tevafuk etmiştir. El-Cami'üs-Sahih eserine bakıldığında izlemiş olduğu yol fakih olduğuna delalet etmektedir. Seçtiği bab başlıkları ve bab hadisleri  dikkate şayandır. İbn Hacer’in tesbit ve değerlendirmesine göre Buharî Sahih’inde fıkhî bilgi ve inceliklerin bulunmasına özen göstermiş, bundan dolayı rivayet ettiği naslardan birçok hüküm çıkarmış ve bu hükümleri ilgili kitabın muhtelif babları arasına uygun bir şekilde yerleştirmiştir. Bunu yaparken gerekli yerlerde ahkam ayetlerini zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Aslında el-Cami’us-Sahih’i telif ederken Buharî’nin takip ettiği hedef, koyduğu prensipler çerçevesinde hadis nakletmenin yanında bunlardan ve ilgili ayetlerden hükümler çıkarmak olmuşturHocası Nuaym b. Hammâd ile muhaddis Ya'küb b. İbrahim ed-Devrakî, "Buhâ­rî bu ümmetin fakihidir" derlerdi. Hadis ve fıkıh ilimlerindeki de­rin bilgisiyle tanınan hocası İshak b. Râhûye muhaddislere, "Bu gençten hadis yazınız" diye tavsiyede bulunduktan son­ra eğer "Buhârî  Hasan-ı Basrî zamanın­da gelmiş olsaydı hadis ve fıkhı çok iyi bildiği için herkesin ona başvurmak zorunda kalacağını söylerdi" demiştir. Fıkıhtaki üstün kabiliyet ve ilmi yetkinliğinden dolayı dört mezheb mensupları onu sahiplenmeğe çalışmış, her biri kendi mezheplerine intisap ettiğini iddia etmişlerdir.Eserlerinden bazıları: 

                           

1Câmi'u's-sahîh        

2Târîhul-ke-bîr  

3Târihu'1-ev-sat      

4Târîhus-sağir
5Târîhu'I-kebîr      

7Tevârih ve'1-ensâb                    

 8Taiku ef'âli'l-'ibâd             

 9Edebü'l müfred. 

                       Buhâri’nin ahlâkî faziletleri:

          Tenkit et­tiği râviler hakkındaki son derece mu­tedil ve insaflı sözlerinde de görülür. Bir râvi için kullandığı en ağır cerh ifadele­ri, o kimsenin güvenilemeyecek kadar zayıf (münkerü'l-hadîs) olduğunu, muhad-dislerin onun hakkında fikir beyan et­mediğini (seketû anh) söylemekten iba­rettir. Hadis uydurmakla tanınan kim­seler hakkında bile yalancı (kezzâb) ifa­desini pek nâdir kullanmıştır. Gıybetten sakınarak kimseyi çekiştirmediğini söy­lemesi ve "Allah Teâlâ'nın beni gıybet­ten dolayı hesaba çekmeyeceğini uma­rım" demesi bu konudaki titizliğini gös­termektedir. Bir gün hadis okuturken âmâ olan talebesi Ebû Ma'şer bir hadis­ten pek hoşlanmış olmalı ki başını, elini sallamaya başladı. Onun bu haline te­bessüm eden Buhârî, daha sonra bu te­bessümü ile Ebû Ma'şer'e haksızlık et­tiğini düşünerek ondan helâllik istedi.Bazı ki­taplarda yer alan ahlâkî beyitleri onun şiir alanında da üstad olduğunu göstermektedir.İmam Buhari’nin Fıkhıİmam Buhari muhaddisliği kadar fakihtir de onun fakih olduğu eserlerindeki tertip, düzen ve çıkardığı hükümlerden de anlaşılmaktadır. Her hangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın Kur'an ve Hadislerden çıkardığı hükümlere göre amel etmiştir. Buhari istinbatlarında bazen imamı şafiye, bazende Ebu Hanifeye tevafuk etmiştir. El-Cami'üs-Sahih eserine bakıldığında izlemiş olduğu yol fakih olduğuna delalet etmektedir. Seçtiği bab başlıkları ve bab hadisleri  dikkate şayandır. İbn Hacer’in tesbit ve değerlendirmesine göre Buharî Sahih’inde fıkhî bilgi ve inceliklerin bulunmasına özen göstermiş, bundan dolayı rivayet ettiği naslardan birçok hüküm çıkarmış ve bu hükümleri ilgili kitabın muhtelif babları arasına uygun bir şekilde yerleştirmiştir. Bunu yaparken gerekli yerlerde ahkam ayetlerini zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Aslında el-Cami’us-Sahih’i telif ederken Buharî’nin takip ettiği hedef, koyduğu prensipler çerçevesinde hadis nakletmenin yanında bunlardan ve ilgili ayetlerden hükümler çıkarmak olmuşturHocası Nuaym b. Hammâd ile muhaddis Ya'küb b. İbrahim ed-Devrakî, "Buhâ­rî bu ümmetin fakihidir" derlerdi. Hadis ve fıkıh ilimlerindeki de­rin bilgisiyle tanınan hocası İshak b. Râhûye muhaddislere, "Bu gençten hadis yazınız" diye tavsiyede bulunduktan son­ra eğer "Buhârî  Hasan-ı Basrî zamanın­da gelmiş olsaydı hadis ve fıkhı çok iyi bildiği için herkesin ona başvurmak zorunda kalacağını söylerdi" demiştir. Fıkıhtaki üstün kabiliyet ve ilmi yetkinliğinden dolayı dört mezheb mensupları onu sahiplenmeğe çalışmış, her biri kendi mezheplerine intisap ettiğini iddia etmişlerdir.

İMAM BUHARİNİN FIKHI

 Büyük bir hadis imamı olarak şöhret bulan Buhari aynı zamanda bir fakihtir. "Fakihlerin efendisi" diye nitelendirilen Buhari fıkhını imam Ahmet bin Hanbel ve İshak bin Râhuye'den almıştır. Fıkıhtaki bu üstün mevkiinden dolayı dört mezhebin mensupları tarafından sahiplenilmiştir. Fıkıhtaki içtihatlarında birçok meselede İmamı Şafii'ye muvafakat etmesi, Şafii mezhebine mensup olarak şöhret bulmasına sebep olmuştur. Bütün alimler Buharinin telif ettiği eserler ve verdiği fetvalar yolu ile büyük bir fıkhi miras bıraktığı hususunda ittifak etmişlerdir. Sözkonusu eserleri içinde en önde geleni en- Cami u's sahih olduğu bilinmektedir. Bu eser başlı başına bir fıkıh ve fetva hazinesi olarak nitelendirilmektedir. Özellikle Buhari tarafından konulan bab başlıkları bakımından fıkhi görüşlerini yansıtması bakımından apayrı bir önem taşır. Bu sebeple "Buharinin fıkhı bab başlıklarındadır" denilmiştir. İbni Hacer'e göre Buhari nin fıkıh alanındaki kudreti sadece bab başlıklarında değil aynı zamanda babların düzenlenmesinde de görülmektedir. Buhari nin Sahih'ine koyduğu bab başlıklarının hem muhaddisler hemde fakihler için taşıdığı önem dolayısı ile bu eser üzerine yapılan şerhlerde konu itina ile işlendiği gibi aynı mevzuda müstakil eserlerde kaleme alınmıştır. Örnek olarak İbni Hacer in Fethul Barisi , Bedreddin el-Ayni nin Umdetul Kari si Kastallani nin İrşadu'es sari'si, Enver el-Keşmiri'nin Feyzul bâri'si müstakil eserler olarak sayılabilir.     Kaynak: Diyanet Ansiklopedisi c.3 sayfa 375


                                                  İHTİLÂF


          Sözlükte; ‘geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek’ anlamındaki half kökünden türeyen ihtilaf,masdar ve isim olarak, bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak vb. manalara gelir.     Terim olarak ihtilaf; ‘söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak’ demektir. İslam da ilk ihtilaf; Allah Rasülü Rabbine kavuşunca nereye defnedileceği, Hz Ebu Bekr (r.a.) in halife seçilmesi olayı ve Hz Osman (r.a.) ın hilafeti döneminde meydana gelen olaylar ve sonuçları olduğu zikredilmektedir. Kur’an ve Hadislerde ihtilaf kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmıştır. Daima birlik olmak, tefrikadan kaçınmak emredilmiştir.İslam düşüncesinde dini konulardaki ihtilafın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhi hükümler olmak üzere temelde iki farklı alan göz önüne alınarak değerlendirilmiştir.    Fıkıh ilminde ihtilaf ittifak ve icmanın mukabili bir kavram olarak kullanılmakta, Kur’an ve Sünnet’in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, ‘müctehidün fih’ denilen ictihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir. Fıkhi konularda ihtilafın meşruiyeti II. yy itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur’an’da yer alan, ihtilaf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki ayetleri göz önünde bulunduran müzeni, İshak el-Musıli, Cahiz, Zahiriler, Şia ve Batıniler ihtilafın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır.    İhtilafın meşruiyetini savunanlara göre Kur’an’da müteşabih, müşterek ve mecazi lafızların varlığı insanların ihtilafına zemin hazırlamıştır. İhtilaf gayri meşru olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Ayrıca aklı kullanma ve düşünme emredilmiş olup insanların farklı kapasitelere sahip bulunmaları sebebiyle ihtilafa düşmeleri kaçınılmazdır. İslam’da usul konularında ve genel ilkelerde ihtilaf doğru karşılanmazken fıkhi konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmıştır. İslam da ki ihtilafları ayrım olarak değil rahmet olarak kabullenip kaynaşmaya ve birlik olma yolunda gayret gösterilmelidir.   Kaynak1-      Buhari DİA Yusuf Şevki TAVUZ ve Selim ÖĞÜT c 6 s 368
 
 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

MEHMET TAHİR PEKİM/12952702

DÖNEM SONU İTİBARİYLE DERSTEN KAZANIMLARIMIZ

       Okumuş olduğum Fıkıh Tarihi, Hadis Tarihi ve Tefsir Tarihi kaynakları doğrultusunda daha en baştan günümüze kadar tefsirin doğuş sebeplerini, kaynaklarını, nasıl değerlendirileceklerini, Kur’an’ı anlamada nüzul ortamını bilmenin gereklerini gözden geçirmekle bilgiler tazelenmiş eksikler tamamlanmış oldu.

       Kur’an ve Bağlam ışığında;

Kur’an-ı Kerim’in soyut bir düşünce biçimi olarak kalmadığının aksine yaşanmış, yaşanabilir ve yaşanacak bir hakikat, bir hidayet rehberi olduğunu görebilme,

 

Kur’an’ı hidayet rehberi edinen insanın esbâb-ı nüzulleri hayat tezahürleri değişse bile insan ve onun ana karakterinin, dolayısıyla ondan zuhur eden hâdiselerin, meselelerin, soruların devam etmekte olduğunu görüp Kur’an’ı kendi vakıasına aktarabilmeyi başarabilme,

İnsanın tarihi bir varlık olması bağlamından bakınca esbâb-ı nüzul, Kur’an-insan ilişkisinde insani yapıp etmeler olduğunu görüp bu yapıp etmelerden bugünün insan meselelerine yönelik ilkeler tespit edip uygulamaya geçirebilme sonuçlarına varılmıştır.

       Buhâri’nin Sahih’inin, sahih hadis kaynağı olarak hangi özelliklere sahip olduğunu, Buhâri’nin fıkhını, sebebi nüzul ifadelerini, Hz. Peygamber ve sahabe tefsirlerini, incelemiş olduk.

 

 İHTİLAF MADESİ VE İMAM BUHARİ

İHTİLAF: Sözlükte geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek anlamındaki half kökünden türeyen ihtilaf, masdar ve isim olarak ‘bir şeyin peşinden gelmesi gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak vb. manalara gelir. Terim olarak söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak demektir.

İhtilaf ve hilaf terimleri bazen benzer veya eş anlamlı olarak kullanılırsa da aslında aralarındaki ince farka dikkat edilmeye özen gösterilmiştir.

İslam literatüründe ihtilaf terimi altında pek çok konuya değinilmiştir. Bu konular arasında İnsanların doğuştan getirdiği tabii farklılıklar, ilmi ve felsefi görüş ayrılıkları, siyasi muhalefet ve anlaşmazlıklar, bu konulardan bazılarıdır.

İslam düşüncesinde dini konulardaki ihtilafın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhi hükümler olmak üzere temelde iki farklı alan göz önüne alınarak değerlendirilmiştir.

     İnanç konularında, taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur. Yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi İslam dışına çıkaracağı hususunda İslam düşünürleri arasında ittifak varken Allah’ın sıfatları ve iradesi, kaza ve kader gibi konulardaki aykırı yaklaşımlar bid’at olarak değerlendirilmiştir.

    Fıkıh ilminde ise ihtilaf, ittifak ve icmanın mukabili bir kavram olarak kullanılmaktadır.  İslam’da usul konularında ve genel ilkelerde ihtilaf doğru karşılanmazken fıkhi konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmıştır. İslam da ki ihtilafları ayrım olarak değil rahmet olarak kabullenip kaynaşmaya ve birlik olma yolunda gayret gösterilmelidir.

Fıkhî konularda ihtilafların sebeplerinden bazıları şunlardır:

 1- Usul farklılığı

 2- Hadisin ulaşıp ulaşmaması

 3- Usulün meselelere tatbikindeki farklılık

4-İctihada dayalı hüküm verilmiş konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle müctehidlerin ictihadlarında değişiklik olması

 

İMAM BUHÂRÎ

Muhammed b. İbrâhîm el-Cu'fî el-Buhârî, h.194/810 yılında Buhara'da doğmuştur. On yaşına doğru Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye başladı. On altı yaşına geldiği zaman İbnü'l-Mübarek ve Veki b. Cerrah'ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Bu sırada annesi ve kardeşi ile hacca gitti. Daha sonra onlarla birlikte memleketine dönmeyip Mekke'de kaldı ve orda hadis tahsil etti. Daha sonra da bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya başladı. Şam, Basra, Hicaz, Kûfe, Bağdat ve Mısır'ı dolaştı, oralardaki muhaddislerden hadis tahsil etti. Buhârî kendisinden hadis yazdığı muhaddislerin sayısının 1080 olduğunu söyler. Ezberlediği hadis sayısı ise, kendi ifadesiyle, 100.000'i sahih, toplam 300.000'dir.

40 yıl kadar süren ilim yolculukları sonunda Nişabur'a yerleşmek istemiştir. Fakat mihne olayından imam Buhârî de nasibini almıştır, Muhammed b. Yahya ez-Zühli'nin rekabeti yüzünden Nişabur'u terketmiştir. Sarayında hadis hocalığı yapmayı kabul etmediği için de Halid b. Ahmed ez-Zühli tarafından Buhara'yı terketme mecburiyetinde bırakılmıştır. İmam buhari Semerkand'a gitmek üzere yola çıkmış ancak Hartenk kasabasında hastalanmış ve orada 256/870 yılında 62 yaşında vefat etmiştir.

 

 

 

İmam Buhari muhaddisliği kadar fakih kişiliğiyle de ön plana çıkmıştır. Onun fakih olduğu eserlerindeki tertip, düzen ve çıkardığı hükümlerden de anlaşılmaktadır. Her hangi bir mezhebe bağlı kalmaksızın Kur'an ve Hadislerden çıkardığı hükümlere göre amel etmiştir. Buhari istinbatlarında bazen imamı şafiye, bazende Ebu Hanifeye tevafuk etmiştir. El-Cami'üs-Sahih eserine bakıldığında izlemiş olduğu yol nekadar fakih bir kişi olduğunu göstermektedir. Seçtiği bab başlıkları ve bab hadisleri dikkate şayandır. İbn Hacer’in tesbit ve değerlendirmesine göre Buharî Sahih’inde fıkhî bilgi ve inceliklerin bulunmasına özen göstermiş, bundan dolayı rivayet ettiği naslardan birçok hüküm çıkarmış ve bu hükümleri ilgili kitabın muhtelif babları arasına uygun bir şekilde yerleştirmiştir. Bunu yaparken gerekli yerlerde ahkâm ayetlerini zikretmeyi de ihmal etmemiştir.

Eserlerinden bazıları:

1-el-Câmi'u's-sahîh

2-et-Târîhul-ke-bîr

3-et-Târihu'1-ev-sat

4-et-Târîhu'ş-Sağir

5- et-Tevârih ve'1-ensâb

6- Tariku ef'âli'l-'ibâd.

7- Ref'u'l-yedeyn fi's-salât.

8- el-Edebü'l müfred.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


ABDULLAH TAYFUR 12952708

2012-2013 Bahar Dönemi Esbâb-ı Nüzul II Dersinden kazanımlar

Hicri birinci asrın sonlarından itibaren ele alınan ilk eserler, Kur'ân ilimlerinin müstakil olarak ele almıştır. Hicri birinci asrın sonları ile ikinci asrın başları tedvin asrının başlangıcı olarak tanımlanır. Tedvindeki temel gaye, Kur'ân’ın anlaşılmasına katkıda bulunmak, hadisleri tesbit etmek, Kur'ân ile hadisin manalarını açıklamaktır.Ulûmü’l-Kur'ân” kavramını ilk Zerkeşî kullanmıştırEsbâb-ı Nüzûl nüzûl ortamının aslî bir unsurudur. Bu konudaki tek kaynak sahabedir. Sebebi Nüzûl ancak sahih nakille bilinir. Sahabenin sebeb-i nüzûl hakkındaki rivayetleri “müsned hadis” sayılmıştır. Müsned hadiste senet muttasıl ve merfu olmalıdır. Esbâb-ı Nüzûlde tabiîlerin rivayetleri mürsel hükmündedir.

Aslolan sebebin hususiliği değil lafzın umumiliğidir.  Kur’ân’ı doğru anlayabilmek için Esbâb-ı Nüzûl olsa da olmasa da her durumda Kur'ân’a bütün olarak yaklaşmak önemlidir.

 Sa’lebe kıssası rivayetleri tefsir için yapılmış rivayetlerdendir. Kıssanın değerlendirmesinde tarihten faydalanmak daha doğru sonuçlara götürür. Ayeti sadece bu kıssa ile sınırlandırmamalı, Kur’ânî bütünlük ve siyak-sibak bağlamında değerlendirilmelidir: Tevbe Suresi’nin 75. ayetini bu şekilde incelediğimizde söz verdiğinde sözünde durmayan münafıkların sembolize edildiğini görülmektedir.

 İlk defa Hegel’in kullandığı felsefi bir kavram olan tarihsellik ve tarihselcilik, Batı düşünce sistemine ait çok geniş anlam alanına sahiptir. Tarihselcilik Batı düşüncesinin kartezyen dünya anlayışıyla kilitlenen zihinlere hermenötik metotla bir açılım getirme çabasıdır.

Batı düşüncesinde beşeri ilimler-tabiat ilimleri ayırımına karşın, islamda ikisi arasında organik bir ilişki vardır. Kur’ân-ı Kerîm yaşanmış, yaşanılabilir ve yaşanacak, insanın öz niteliğiyle örtüşen bir hidayet rehberdir.

Esbâb-ı Nüzûl zaman-mekan içinde gerçekleşmesi, sahih (müsned-merfu) rivayetle bize ulaşmış olması sebebiyle tarihseldir ve tarihsel gerçekliktir. Esbâb-ı Nüzûlün tarihsel koşulluğunu “belli bir nedensel bağlantıda etkinin ortaya çıkmasını sağlayan etken” olarak değerlendirilebilir. Esbâb-ı Nüzûl, Kur'ânî bütünlüğe ait bir olgudur.

İslam alimleri kesin, doğru bilginin ortaya çıkarılmasına çalışmışlardır. İslam bilim anlayışı, “gerçekliğin bütün boyutlarıyla anlaşılmasını” hedeflediğinden bütün doğru bilgi yöntemlerine sıcak bakar.

İslam alimleri, aklı bilgi kaynağı olarak görmelerinden dolayı Kur'ân ayetlerini yorumlarken ve fıkhî problemleri çözerken sık sık akla, istidlale, nazara, ictihada ve kıyasa başvururlar.

Son dönemin fikri cereyanlarından İslam bilimleri de etkilenmiş, ilim insanları Batının da etkisiyle fikir özgürlüğünün verdiği özgün tavırlardan dolayı kendi tercih ettikleri metodları hayat felsefelerinde kullanmışlardır.

Tefsirde çağdaş dönemde geleneksel birikimi önemseyen yaklaşımlar, metne önem veren lafızcı yaklaşımlar, çağdaş olguyu önceleyen akılcı yaklaşımlar olarak gelişme göstermiştir.

İslam bilimlerinin çağdaş bilimler içinde yerini alması araştırma, inceleme, sorgulama, eleştirme, geçmişin tecrübesi, anın hissettirdiği, gelecekten de beklentilerini içinde barındıran esnek bir düşünce tarzı ile mümkündür.

İslam bilimleri Kur'ân, sünnet ve tevil ekseninde gelişmiştir. Özellikle çağdaş düşüncede normatif olarak nitelendirilen re’y ehlinin yorumları, metnin lafzı ve onun ifade ettiği anlam üzerinde şekillenir. Bu yorumlar, kuşkusuz yorum sahibinin içinde bulunduğu ortam ve şahsi birikimi barındırır.

Tefsir özellikle de vahyin indiği ortama dair durumların bilgisi yani esbab-ı nüzul, ihtilaf problemi ile etkileşim halindedir. Şöyle ki; ilk müfessirler esbab-ı nüzul bilgisiyle ayetlerin nazil olduğu yeri ayırabilmiştir. Ayetin vahyedildiği şartları da bu yolla anlayabilmişlerdir. Zahiren çelişkili gözüken iki ayet için, sebebi nüzulü bilindiğinde, bağlamına göre çelişkinin ortadan kalktığı gözlemlenir. Esbab-ı nüzul bilgisi bağlam teorisi ile yakından ilgilidir. Şatıbi(790/1388) metinleri doğru anlayabilmek için önemi ile ilgili olarak şunları söylemiştir. “Esbab- nüzulü bilmemek şüphe oluşturacak ve ihtilaflara yol açan genel yorumlara sebep olacaktır.” Esbab-ı nüzul hadis çalışmalarını da etkilemiştir. Peygamberin kastettiği manayı anlayabilmek için hadis alimleri herhangi bir rivayetin içinde bulunduğu şartları araştırmaya başlamış, esbab-ı vürudu’l-hadis çalışmaları bu ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Bağlam (hal) teorisi hukuki ihtilafların çözümünde de kullanılmak

“Bilginin Bütünlüğü”

Vahiy sürecinde Kur'ânın müneccemen inzali ile oluşan iletişim şekli/eğitim; hz. peygamberin/ iletenin, Allah’tan aldığı vahyi/iletiyi, insanlara/iletilenlere/eğitilenlere tebliğ etmesi iledir. Kur'ân’ın nüzul ortamında bir eğitim yapılmakta idi. Eğitici peygamber, Mekke’de sahabe, müşrikler ve ehl-i kitabla, Medine döneminde bunlara ek olarak münafıklar ile iletişim halinde idi.

Bilginin bütünlüğünden kastedilen şey; hz. peygamber ile insanlar arasındaki iletişim sonucu ortaya bilgiler ve bilim disiplinleri çıktı. Hz. peygamber-Sahabe-Tabiin-Tebei Tabiin döneminde “çekirdek dönem bilgisi” mevcuttu. Muaz b. Cebel’in peygamberimizle diyaloğu tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi bilim disiplinlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Erken dönemde zihinler bütünsel, parçalanmamış bir yapıya sahipti. Her bilgi alanının diğeri ile ilişkisi tıpkı yapboz parçaları gibi içice, bir tanesi eksik olsa tamam olmayacak bir bütünlük halinde idi. Tefsir, hadis, belagat, lugat vs. ilim dalları birleşik bir bütünün parçaları idi. Nesh Kur'ân’da var ise bu konu müfessirin, muhaddisin, fakihin, mütekellimin, İslam filozofunun meselesi haline gelmekteydi.

Bir ilim adamı, bir müfessir, alim olmadan önce ailesinden, hocalarından, yetiştiği çevreden bir birikim kazanmaktadır. Küçük yaştan itibaren Kur'ânı ve ilmi metinleri ezberlemeye başlamaktadır. Metinler araç ilmi metinleri-temel ilim metinleri olarak sınıflandırılırsa, temel metinler de usul ve ana metin bilgileri olarak iki gruba ayrılabilir. Müfessir bu ilimleri öğrendikten sonra hazırladığı ve harmanladığı bilgileri kullanıma sunar, açıklar. Bu dönemlerde alim donanım sahibi olmakta, ilmi kişiliğini oluşturmaktadır. Alimin kişiliği bir çok disiplinde derinlik halinde karşımıza çıkmaktadır. Artık bilgiler dönüştürülme sürecine girmiştir. Müfessirin bilgisini açıklamasının/ yorumlamasının zemini oluşmuştur. Bu aşamada her bilgi alanı/ alim/ müfessir, hazırladığı bilgileri hem kendisi kullanmakta hem de diğer ilimlerin kullanmasına ve yararlanmasına sunmaktadır. Müfessir bir alim olarak ders halkasında talebelerine birikimlerini aktarmakta, ayetlerden ne kastedildiğini, Kur'ân ın tarihsel bağlamdaki anlamını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bütün bu birikimlerin sonucunda tefsir ürünü/ kitap meydana çıkmaktadır. Kitabında Kur'ânın hayata/güncele/yeni durumlara nasıl tatbik olunacağı yönünde aktarım ve yorumlarda bulunur. Müfessir, fakih, mütekellim, mutasavvıfların her biri, böylesi bir durumda kendi disiplinlerinin yöntemsel yaklaşımını kullanır.

Müslüman ilim geleneğinde bilginin bütünlüğü hayatın her alanına yansımaktadır. Örneğin mimarimiz, camilerimiz gibi, edebiyatımız, evlerimizde kullandığımız duvarlara asılan levhalar, atasözlerimiz, şiirlerimiz gibi. Semboller hayatımızın her alanında kendini göstermektedir. Semiyotik (göstergebilim, işaret bilimi) disiplinlerarası bir sahadır.

Kuranın yorum ve tefsiri sadece Kur'ân tefsirlerinde değil, aynı zamanda tüm Müslüman dünyanın dokularında, yorumlarında aranmalıdır.

İHTİLAF

İhtilaf konusu geniş bir alanı kapsamaktadır.

Terim anlamı bir meselede ayrı ayrı görüşlerin ortaya çıkması, söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak demektir.

Sözlükte "geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek" anlamındaki half kökünden türeyen ihtilâf, masdar ve isim olarak "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık" gibi mânalara gelir. İhtilâfın daha çok "farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme" anlamı taşımasına mukabil hilafın diğer görüşlere karşı bir tavır alışı ifade ettiği söylenebilir.

Isfehaniye göre, ihtilaf ile muhalefet, bir kimsenin sözde, fiilde, diğerlerinden farklı bir yol tutması anlamındadır. Buna rağmen hilaf sözcüğü, daha ziyade zıtlık anlamına gelmektedir. Dolayısıyla görüş ayrılığı derin ve fazla olursa ihtilaf yerine “ hılaf ” lafzı kullanılır.

İslâmî literatürde ihtilâf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. İnsanların doğuştan getirdiği tabii farklılıklar, ilmî ve felsefî görüş ayrılıkları, siyasî muhalefet ve anlaşmazlıklar, "ihtilâfü'l-hadîs" terkibinde olduğu gibi delillerin karşıtlığı bu konulardan bazılarıdır.

Kur'an'da ve hadislerde ihtilâf kelimesi mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmıştır. İslam düşünürleri yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ileri sürülen aykırı düşüncelerin kişiyi dinden çıkaracağı hususunda ittifak etmişler, Allah'ın sıfatları ve iradesi, kaza ve kader gibi konulardaki ihtilafları da bid'at olarak değerlendirmişlerdir. 

Fıkıhta ihtilâf, icmâ ve ittifakın mukabili anlamındadır. Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen müctehidlerin, içtihada açık konularda çeşitli sebeplerle farklı görüşleri benimsemeleri demektir.

İlk ihtilafı ortaya koyan iblistir. Hz. Adem (as) e secde etmesi emredildi. Meleklerin hepsi secde ettjği halde, İblis farklı davrandı, kendisinin ateşten yaratıldığı için Ademden üstün olduğunu ileri sürdü. Hz. Peygamber döneminde kendisi, sahabelerin ihtilaf ve tereddüt ettiği konuları çözüme kavuşturmuştur. Hz. Peygamberin irtihalinden sonra zuhur eden ilk ihtilaf ise, onun ölüp ölmediği konusundadır. Sonraları hilafet sorununu, zekat vermeyenlere karşı yapılması gereken muamele, Hz. Osman dönemindeki birtakım problemler, keza Hz. Ali dönemindeki "cemel vakası ", "sıffın savaşı" gibi ihtilaflar ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinin sonradan farklı şekilde yorumlanması, birtakım ihtilaflara dayanak noktası oluşturmuş, farklı dini anlayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Örneğin; Hz. Peygamber döneminde birkısım sahabe kaderin mahiyeti ilgili olarak sözler sarf etmiş, Hz. Peygamber de buna oldukça öfkelenmiş ve onları bu mesele hakkında münakaşa etmekten sakındırmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in sahabeleri tartışmaktan menettiği bu mesele, Hz. Peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan İslam fırkaları arasındaki en önemli ihtilaf meselelerinin başında yer almıştır.

Şehristani (h. 469/548) ise imametin, İslam ümmeti arasındaki en büyük ihtilaf meselesi olduğunu ve Müslümanların dini meselelerin hiç birinde bu meselede olduğu kadar  mücahede etmediğini belirtmiştir.

 sonuçları;

Aynı konuda farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden yalnız birisi mi yoksa hepsi mi isabet etmiştir?

İsabet etmeyen görüşün sahibi olan müctehid günahkâr mıdır, değil midir?

Mukallidin istediği içtihadı benimsemesi yahut mezheplerin ruhsatlarını araştırıp uygulaması caiz midir?

Yanlış içtihada uymaktan kaçınmak için ihtiyaten çoğunluğun birleştiği şeyleri yapmak müstehap mıdır?

Ashap dönemindeki ihtilaf Hz. Peygamber'e müracaatla halledilmekteydi. Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için, herkes kendi görüşünde devam etmiştir. Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte engellemeksizin caiz görmekteydi.

Fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminde önemli bir yer teşkil eder. İmam Şafiî müctehidin muhalifini dinlemesi gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtir. Ona göre müctehid, muhalifinin neye dayanarak görüş ileri sürdüğünü ve terkettiği görüşü niçin terkettiğini anlamaya çalışmalı, kendi kabullendiği görüşün diğerine göre konumunu fark edebilmeli. 

Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel anlamdaki âyetleri (meselâ Âl-i Imrân 3/19; en-Nisâ 4/82; eş-Şûrâ 42/13; el-Beyyine 98/4) göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır. İbn Hazm’a göre, Allah'tan gelen şeyde çelişki bulunmadığı için Allah ve Resulü'nün emrine muhalefet anlamında dinde ihtilâf caiz değildir,   

İhtilâfın meşruiyetini savunanların delilleri ise, Kur'an'daki müteşâbih, müşterek ve mecazi lafızlardır. “İhtilaf meşrudur” görüşünü kabul edenlerin savunmaları şu yöndedir: İhtilâf gayri meşru olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkları kullanılırdı. Kuranda aklı kullanma ve düşünme emredilmiştir. Bunun yanında insanların her biri birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Hz. Peygamber'in Kur'an ve Sünnet'te cevabını bulamadıkları konularda sahabeye verdiği ictihad izni de ihtilafın meşru olduğuna delildir. İctihadda isabet eden kimsenin iki, hata edenin bir sevap kazanacağını ifade eden hadiste hata edene bir sevap verilmesi ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir.

İslâm'da usul (akaid) konularında ve genel ilkelerde (külliyat) ihtilâf doğru karşı-lanmazken fıkhî konularda müctehidler arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları müsamaha ile karşılanmış, "Hata ihtimaliyle birlikte bizim mezhebimiz doğrudur; doğru olma ihtimaliyle beraber muhalifimizin mezhebi hatadır" şeklinde formüle edilen bu anlayış, bazı istisnalar dışında İslâm âleminde geniş kabul görmüştür. Avn b. Abdullah, ihtilâfın dini yaşamayı kolaylaştırdığını vurgulamıştır sebepleri

1. Usul farklılığı: Delillerin şartları ile ilgili temel anlayış farklılıkları.

2. Usulün meselelere tatbikindeki farklılık. Emir ya da nehiy kipleriyle ifade edilen bir hükmün emir ise vücûb mu mendupluk mu, yasaklama ise haramlık mı mekruhluk mu ifade ettiği hususuyla ilgili yaklaşım farklılığı örnek verilebilir.

3. Hadisin ulaşıp ulaşmaması. Çok az kimse tarafından nakledilmiş olması dolayısıyla bir hadisin müctehide ulaşmaması, bir konuda biri helâl, diğeri haram kılan iki hadisin bulunması ve hadislerden birinin bir müctehide ulaşıp diğerinin ulaşmaması; her müctehidin kendisine ulaşan hadise göre hüküm vermesi yahut her iki hadis de ulaştığı halde söyleniş tarihlerinin hükmü yürürlükten kaldıran (nâsih) hadisin bilinmemesi durumu.

4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan konularda zamanla şartların değişmesi sebebiyle ictihadlarda da değişiklik olması. "Ezmânın tegayyürüyle ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz"  Mecelle (md. 39) maddesinde kastedilen bu tür ictihad değişiklikleridir. Burada delil ve hüccetten kaynaklanan bir ihtilâf söz konusu değil sadece dönem farkından doğan ihtilâf söz konusudur. Ebû Hanîfe ve iki öğrencisi arasındaki ihtilâfların bir kısmı mezhe¬bin daha sonraki âlimleri tarafından bu tür ihtilâftan sayılmıştır. 

Hakkında kat'î delil bulunan şerî hükümlerde ictihadda bulunulamaz; bu hükümlerde ihtilaf edilemez. Bunlar, haklannda kat'î nasslann bulunduğu, durumları intişâr edip yaygınlaşmış, âlim ve cahilin aynı ölçüde bilip tanıdığı, hiç kimsenin bilmemekle mâzûr görülmediği; namazın ve orucun farzlığı, zinanın haramlığı ve benzeri gibi hükümlerdir.

İhtilâfı rahmet olarak gören genel müslüman kitle arasında fıkıh konularındaki ihtilâfların uygulamaya yansıması bir takım farklılıklar göstermiştir: İslâm'ın ilk iki asrında ferdî alanda insanlar diledikleri âlimlere meselelerini sorar ve verilen cevaplar içinde dilediklerini uygularlardı.

Mezheplerin teşekkülünden sonra belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bütün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden faydalanması yolu açıktı. Mezheplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid, iltizam, intikal, telfık" gibi başlıklar altında tartışmaya açılmıştır. Kamusal alanda ise klasik dönemde kadılar müctehid sayıldığı için ihtilaflı konularda belli bir görüşle hüküm vermek mecburiyetleri yoktu. Zamanla müctehid olmayan kadılar tayin edilmeye başlayınca belli bir mezhebe müntesiplik arandı. Ancak bu kadıların mezhep içindeki farklı ictihadlardan istifade imkânları vardı.                                                                                                                                                     Memlükler döneminde her merkeze dört mezhep kadısı göndermek suretiyle farklı mezhep ictihadlarının yürürlükte olmasına imkân tanınmıştır.Osmanlı devrinde, bazı istisnaî konular dışında Hanefî mezhebine göre hüküm veriliyordu. Ancak farklı mezheplerden müslümanların yaşadığı İrak, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde halkın mensup bulunduğu mezhebin âlimleri arasından birinin hakem tayin edilerek hüküm vermesi ve padişah tarafından tayin edilen Hanefî hâkimin bu hükmü tasdik ve tenfîz etmesi ilkesi getirilmişti.

İhtilâfları İslâm toplumu için tehlike olarak gören bir kısım âlimler ve siyasetçiler çözüm için bazı usuller teklif etmişlerdir. İbnü'l-Mukaffal'a ait çözüm önerisi daha sistematiktir. İbnü'l-Mukaffal toplumda hukuk birliğinin sağlanması gayesiyle ihtilâfların devlet eliyle derlenip bunlar arasından bir kanun metni hazırlanması için Halife Ebû Ca'fer el-Mansûr'a bir teklif götürdü. Ancak hukukçuların görüşlerine rağmen siyasî otoritenin görüşüne üstünlük tanıyan bu proje gündeme geldiğinde ulemâ derhal tepki gösterdi

Müzenî, Fesâdü't-taklîd adlı eserinde ihtilâfların hallini akademik bir yolla çözüme kavuşturmayı teklif eder. Ona göre ihtilâf halinde şûra usulüne başvurularak doğru çözüm aranmalıdır. Bunun için devlet başkanı devrin âlimlerini bir araya getirir ve ihtilâf konusu hakkında tartışmalarına zemin hazırlar. Devlet başkanı bunu gerçekleştirmezse fetva konusunda otorite olan âlim, ulemâyı toplayarak aynı şekilde tartışma ortamı teşkil eder

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Esbab-ı Nüzul dersinin katkıları:

Esbab-ı Nüzul dersi, Benim, işin içinden çıkamadığım rivayetler yığınına nasıl yaklaşmam gerektiğini öğretti. Bir çok kez Rivayetlerin çokluğu ve çelişkiliği ile gelen tenkitler karşısında  bir müdafa da bulunmakta gayet zorlandığım bir durumda iken, bu problemin çözümünde benim önümü açmış durumdadır. Kuran’ın anlaşılmasında rivayetlerin gerekliliğini savunan birisi için bu problemin çözümü elzemdir. 

Tarihsellik ve tarihselcilik kavramını sıkça kullanan birisi olarak bu hususta dikkatli davranmam gerektiğini bana öğretti. Zira bu kavram ile ilgili daha ortak bir anlamlandırma söz konusu değilken bu kavrama binaen konuşmak bir çok yanlış anlaşılmalara sebep olacaktır ve olmuştur da.

Sebebin hususiliğinin lafzın umumiliğine mani olduğunu düşünürken bu ders için okunması gereken metinler beni bu fikri tekrar gözden geçirmeye ve farklı okumalar yapmaya sevk etti.

 

Bilginin bütünlüğü:

Tefsir hadis ve fıkıh ilminin mukayeseli okumalarına ilişkin yazımız bu bölüm içinde geçerlidir. İslami disiplinlerin bir biri ile ilişkileri ve birbirine hizmet ettiğinden bu yazımızda bahsetmiştik. Aslından bu ilimlerin birer örümcek ağı misali birbiri ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştuk. Bu disiplinler bu anlamda ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Bu bütün tek bir amaca hizmet etmektedir. Kuran’ı hayatımızı anlamlandıran kitap haline getirmektir.  Bunun için önce anlamak gerekmektedir. Daha sonra, onu yorumlamak ve işlevsel hale getirmek. Tefsir ilmi anlamak için var olmuştur. Her ne kadar salt Kuran’ı anlamak için meydana gelmiş olsa da tefsir ilminin ürettiği metot ile hadislere de tatbik edilebilir ve edilmelidir de. Tefsir ilminin bunu yapabilmesi için sağlıklı güvenilir bilgiye ihtiyacı vardır. Hadis ilmi bu anlamda sarraflık görevini ifa eder.  Hadis ilmi bunu gerçekleştirebilmek için tarih ve tarih ilminden faydalanmak durumun dadır.Bu üç ilim anlamı yakaladıktan sonra Fıkıh ve Kelam ilmi ile son nokta koyulur. Zira Kuran ile hayatımızı anlamlandırmak için bizlere yaşanılabilir bir perspektif sunuyor bu iki ilim.

İhtilaf maddesi:

Semantik değişim ve kavram’ın zihinlerdeki ihtilafı üzerinde önemle durulması gereken bir mevzudur. Arapçada kök harfler H-L-F olan bu ibare S-L-F kökünün zıddı bir anlama haizdir. Halefe ibaresine sonraki veyahut bir öncekinin yerine geçen anlamı taşımaktadır. Bu durumda Selefe ise bir Önceki anlamını taşımaktadır. İhtelefe kalıbı ise sapma, ayrılma farklılaşma anlamlarına gelmektedir. İhtilaf ibaresi de bu kalıptan türemiştir. Bu ibarenin Semantik bir değişime uğradığı gayet açıktır. Zira günümüzde ihtilaf ibaresi zıtlık ve çatışma anlamlarına gelmektedir.  Halbuki tarihte bu şekilde anlaşılmamış ve bu şekilde kullanılmamıştır. İhtilafın bir rahmet olduğunu belirtıyor efendimiz.  Zıtlık söz konusu olsaydı
0 Yorum - Yorum Yaz


ESBAB-I NUZÜL II DERSİ KAZANIMLARI

Taberi tefsirinden Nisa süresinin belli bir bölümünü okuyarak geçirdiğimiz ders süresince Kur’an ve Bağlam adlı kitabın içeriğindeki konuları dönem boyunca müzakere ettik. Bu dönem içerisinde bir taraftan rivayet tefsiri özelliği ile yazılan Taberi tefsirinde yeri geldikçe sebebi nuzüller üzerinde duruldu. Kur’an ve bağlam  adlı kitapta yer alan hususlardan esbab-ı nuzülün Kur’an’ı anlamada ne kadar katkı sağladığını müşahede ettik. İlk müfessirlerin ayetin tefsirine sebeb-i nuzülünü zikrederek başlamayı adet haline getirmesi, bunun için de rivayetlerin çokluğu sebebiyle ayetin muhtevasına münasip gördükleri rivayetleri naklediyorlardı.

Müfessir bir ayeti kapsadığı manalardan yalnız birisine veya ikisine göre kendisine zahir olan yönüyle ya da soranın haline daha uygun bulduğu bir sebebi nüzulle tefsir eder. Diğer müfessir de ayeti diğer bir manaya veya niteliğe göre anlam vererek bu yönde başka bir sebeb-i nüzulle tefsir eder. Bunlardan her biri ayetin hakikatine ait vecihlerdir. Müfessirlerin bu tavrı fıtrattan gelen bir niteliktir. Kur’an da insanın bu varlık koşuluna imkan vermektedir. Ebu Derda bunu destekler mahiyette “Bir kimse tek bir ayeti bir çok manada anlayamadıkça fakih olamaz.” şeklinde ifade eder.

Meseleye vakıf olanlar tarafından ele alınacak usulle, esbab-ı nüzul, fıkıh, tefsir, hadis tarih, siyer, gibi ilimlerin kendi içerinde bir bütünlük arz edecek. Böylece bilginin bütünlüğü ve ilimleri de bu bütünlük içerinde değerlendirilmesiyle bu konunun önemi daha da belirgin bir hale gelecektir.

İHTİLAF    D.İ.A.

İhtilaf kavramı sözlükte geri kalmak, mastar ve isim olarak ta gidip gelmek, ayrı ayrı düşünceye sahip olmak, anlaşmazlık, karşı gelmek gibi anlamlara gelir. Kur'an’ın birçok ayetinde geçen ihtilaf sözcüğü hadislerde de aynı manalarda kullanılmakta.

Terim olarak ihtilaf sözcüğü, sözde veya fiillerde (amelde) birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak manalarına gelmektedir. Bir tanıma  göre ise delile dayanmayan aykırı görüşe hila, delile dayanana ise ihtilaf denmiştir.

İslam literatüründe ihtilaf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. Dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî hükümler  ol­mak üzere temelde iki farklı alan göz önü­ne alınarak değerlendirilmiş, inanç konularında taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur.Fıkıh ilminde ihtilâf icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmak­ta, Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün fîh" denilen içtihada açık konularda muh­telif sebeplerle ayrı kanaatler benimse­mesini ifade etmektedir.İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın Sakife günü halife seçiminde yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman'ın hilâfetinin son günlerinde ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem'in vefat edip etmediği ve ardından nereye defnedileceği konusun­da çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu ilk ihtilâf tartışmasının bütün İs­lâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar et­rafında yapıldığı anlaşılmaktadır.

Şahıs­lar arasındaki fıkhî ihtilâfların ise başlan­gıçtan beri hep var olageldiği bilinmek­tedir. Ashab, Resûlullah döneminde bile içtihadi hükümlerde ihtilâf eder ancak Hz. Peygamber'e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için artık herkes kendi görüşünde devam etmiştir.

Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte muhaliflerine karşı geniş bir tahammül ve hoşgörü sahibiydi; ortaya çı­kan yeni bazı meselelerde ihtilâf ettikleri halde her biri diğerinin muhalefetini kınamaksızın caiz görür ve insanları ferdî içtihatlardan engellemeye asla çaba sarf etmezdi.

İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye baş­lamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel an­lamdaki âyetleri göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır.

İhtilafın meşrutiyetini savunanlar ise Kur’an’da müteşabih, müşterek ve mecazi lafızların varlığını insanların ihtilafına sebep görmüşlerdir.

Fıkhî konularda ihtilâfların sebeplerin­den bazılarını şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Usul farklılığı.

2. Usulün meselelere tatbi-kindeki farklılık.

3. Hadisin o kişiye ulaşıp ulaşmaması.

4. İçtihada dayalı hüküm verilmiş olan ko­nularda zamanla şartların değişmesi se­bebiyle müçtehitlerin içtihatlarında de­ğişiklik olması.

 İmam Mâlik'in sarf ettiği, "Âlimlerin ihtilâfı yüce Allah'ın bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisin­ce doğru olana uyar, herkes doğru yolda­dır ve herkes Allah'ın rızasını aramaktadır" sözü o dönemde İslâm toplumunda yaşanan vakıanın bir tesbitidir. Mezheplerin teşekkülüyle belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bü­tün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden fay­dalanması yolu açıktı. Daha sonra mez­heplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid. iltizam, inti­kal, telfık" gibi başlıklar altında tartışma­ya açılmıştır.

Sünnî fıkıh mezhepleri ile Şiî mezhe­bi arasındaki ihtilâfları çözmek ya da en azından asgari seviyeye indirmek gayesiy­le Abbasî Halifesi Me'mûn ve Selçuklu Ve­ziri Nizâmülmülk dönemlerinde bazı başarısız girişimler olmuşsa da bunlardan en önemlisi, XVIII. yüzyılda Kaçar hane­danı devrinde Nâdir Şah'ın Osmanlı sul­tanına sunduğu ve sonuçsuz kalan tek­liftir.

Son zamanlarda Sünnî-Şiî yakınlaş­masını sağlamak amacıyla Sünnî ulemâ­dan Muhammed Abduh, öğrencisi Reşîd Rızâ, Mustafa es-Sibâî ve Mûsâ Cârullah; Şiî dünyasından Muhammed el-Hâlisî, Şe-refeddîn-i Âmilî, Seyyid Ahmed-i Kesrevî gibi âlimler bazı çalışmalar yapmışlardır.

Yunus  ÖZDAMAR     Doktora Özel Öğrenci          13ÖZL274

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz

katkılar ve dia maddesi    21.05.2013

Esbab-ı Nüzul dersinin katkıları:

Esbab-ı Nüzul dersi, Benim, işin içinden çıkamadığım rivayetler yığınına nasıl yaklaşmam gerektiğini öğretti. Bir çok kez Rivayetlerin çokluğu ve çelişkiliği ile gelen tenkitler karşısında  bir müdafa da bulunmakta gayet zorlandığım bir durumda iken, bu problemin çözümünde benim önümü açmış durumdadır. Kuran’ın anlaşılmasında rivayetlerin gerekliliğini savunan birisi için bu problemin çözümü elzemdir. 

Tarihsellik ve tarihselcilik kavramını sıkça kullanan birisi olarak bu hususta dikkatli davranmam gerektiğini bana öğretti. Zira bu kavram ile ilgili daha ortak bir anlamlandırma söz konusu değilken bu kavrama binaen konuşmak bir çok yanlış anlaşılmalara sebep olacaktır ve olmuştur da.

Sebebin hususiliğinin lafzın umumiliğine mani olduğunu düşünürken bu ders için okunması gereken metinler beni bu fikri tekrar gözden geçirmeye ve farklı okumalar yapmaya sevk etti.

 

Bilginin bütünlüğü:

Tefsir hadis ve fıkıh ilminin mukayeseli okumalarına ilişkin yazımız bu bölüm içinde geçerlidir. İslami disiplinlerin bir biri ile ilişkileri ve birbirine hizmet ettiğinden bu yazımızda bahsetmiştik. Aslından bu ilimlerin birer örümcek ağı misali birbiri ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştuk. Bu disiplinler bu anlamda ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Bu bütün tek bir amaca hizmet etmektedir. Kuran’ı hayatımızı anlamlandıran kitap haline getirmektir.  Bunun için önce anlamak gerekmektedir. Daha sonra, onu yorumlamak ve işlevsel hale getirmek. Tefsir ilmi anlamak için var olmuştur. Her ne kadar salt Kuran’ı anlamak için meydana gelmiş olsa da tefsir ilminin ürettiği metot ile hadislere de tatbik edilebilir ve edilmelidir de. Tefsir ilminin bunu yapabilmesi için sağlıklı güvenilir bilgiye ihtiyacı vardır. Hadis ilmi bu anlamda sarraflık görevini ifa eder.  Hadis ilmi bunu gerçekleştirebilmek için tarih ve tarih ilminden faydalanmak durumun dadır.Bu üç ilim anlamı yakaladıktan sonra Fıkıh ve Kelam ilmi ile son nokta koyulur. Zira Kuran ile hayatımızı anlamlandırmak için bizlere yaşanılabilir bir perspektif sunuyor bu iki ilim.

İhtilaf maddesi:

Semantik değişim ve kavram’ın zihinlerdeki ihtilafı üzerinde önemle durulması gereken bir mevzudur. Arapçada kök harfler H-L-F olan bu ibare S-L-F kökünün zıddı bir anlama haizdir. Halefe ibaresine sonraki veyahut bir öncekinin yerine geçen anlamı taşımaktadır. Bu durumda Selefe ise bir Önceki anlamını taşımaktadır. İhtelefe kalıbı ise sapma, ayrılma farklılaşma anlamlarına gelmektedir. İhtilaf ibaresi de bu kalıptan türemiştir. Bu ibarenin Semantik bir değişime uğradığı gayet açıktır. Zira günümüzde ihtilaf ibaresi zıtlık ve çatışma anlamlarına gelmektedir.  Halbuki tarihte bu şekilde anlaşılmamış ve bu şekilde kullanılmamıştır. İhtilafın bir rahmet olduğunu belirtıyor efendimiz.  Zıtlık söz konusu olsaydı orda bir rahmetten bahsetmek mümkün olmazdı. Zıtlık çatışan bir özelliğe sahiptır. Halbuki doğrunun tek olmadığını kabul edersek ihtilafın farklılaşma olduğu ortaya çıkacaktır. Farklılaşma zıtlıktan farklıdır. Müslümanlar arasında ihtilaf, aynı hedeflere ulaşmak için ayrılma farklılaşması söz konusu olabilir. Ama çatışma ve zıtlaşma doğru değildir ve rahmetten bir hayli uzaktır.

Kemal Gözütok

12922736


0 Yorum - Yorum Yaz


İslam bilimleri, Kur’ân’ın nüzûlü itibariyle oluşmaya başlamış, ilerleyen asırlarda gelişerek şekillenmiş ve tasnif edilmiştir. İslam bilimlerinin oluşması ve gelişmesinin temelinde Kur’ân’ın ilme teşviki, düşünmeye ve öğrenmeye yöneltmesi vardır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in hayatı boyunca ilme verdiği önem ve Müslümanları ilim tahsiline yönlendirmesi İslam bilimlerinin çıkış noktasıdır.

Hz. Peygamber döneminde Suffe ehliyle başlayan ilim öğrenme gayreti, ilerleyen dönemlerde ilim uğruna yapılan yolculuklara dönüşmüş; öğrenme ve öğretme adına maddi manevi her türlü sıkıntı göze alınmıştır. Bu bağlamda, İslam bilimlerini, günümüz itibariyle, dallanıp budaklanmış on dört asırlık bir çınar ağacı olarak düşünürsek, bu ağacın nüvesinin Hz. Peygamber dönemi olduğunu söyleriz. Dolayısıyla dallardan gövdeye, gövdeden çekirdeğe indiğimizde, aslında İslam bilimlerinin bir kaynaktan çıktığını görürüz. O kaynak da Kur’ân ve indiği yirmi üç yıllık zaman dilimidir. İşte bu da İslam kültüründe bilginin bütünlüğünü gösterir. Çünkü daha sonra ayrılan ilimlerin hepsi Hz. Peygamber dönemindeki inşa edilişe bağlıdır.

HATİCE AVCI


0 Yorum - Yorum Yaz

DİA "İHTİLAF" MADDESİ    21.05.2013

Sözlükte "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek" gibi anlamlara gelen ihtilaf, terim olarak "söz ve davranışta birirnin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak" demektir.

İhtilaf ve hilaf terimleri bazen benzer veya eş anlamlı kullanılsa da aralarında ki farkı şöyle özetleyebilirirz:

  1. İhtilaf, farklı görüş benimsemedir; hilaf ise diğer görüşlere karşı tavır almadır.
  2. İhtilafta maksat aynı yöntem farklıdır; hilafta ise maksat da yöntem de farklıdır.
  3. İhtilafta delile dayanan bir görüş söz konusu iken hilafta delil yoktur.

HATİCE AVCI


0 Yorum - Yorum Yaz


Dersin kazanımlarının ele alınan konularla doğru orantılıdır. Derslerde incelenen konular özetle şöyledir:

1.      “Terim” ve “kavram”ın mahiyeti

2.      “Bilginin bütünlüğü” konusu üzerinden geniş ve genel bakış açısının sağlanması ve bunun akademik çalışmalardaki kullanımı konusu  

3.      İslamda bilgi ve bilginin kaynakları

4.      İslam Bilimlerinde yöntem

5.      Kur’an’ı Kerim’in “oku-düşün-anla-yaşa” çerçevesinde ele alınması

6.      Tefsirin mahiyeti, işlevi ve konumu

7.       Kur’an ilimleri ve tefsir usûlü arasındaki fark

8.      Kur’an’ın indiği süreç ve Hz. Peygamber (s.a.s)’in öğretim metodu

9.      Esbâb-ı nüzûl konusu, bunun önemi ve bilinmesindeki zorluklar

10.  Kur’an ve Bağlam eserinin incelenmesiyle esbâb-ı nüzûl konusunun kavranması ve bu konuya yeni bir bakış açısı kazandırılması…

HATİCE AVCI


0 Yorum - Yorum Yaz


ESBAB-I NUZÜL II DERSİ KAZANIMLARI

İlk müfessirlerin ayetin tefsirine sebeb-i nuzülünü zikrederek başlamayı adet haline getirmesi, bunun için de rivayetlerin çokluğu sebebiyle ayetin muhtevasına münasip gördükleri rivayetleri naklediyorlardı. Taberi’nin Nisa Suresini tefsiri örneğinde bu açıkça görülmektedir.

Müfessir bir ayeti, kapsadığı manalardan yalnız birisine veya ikisine göre kendisine zahir olan yönüyle ya da soranın haline daha uygun bulduğu bir sebebi nüzulle tefsir eder. Diğer müfessir de ayeti diğer bir manaya veya niteliğe göre anlam vererek bu yönde başka bir sebeb-i nüzulle tefsir eder. Bunlardan her biri ayetin hakikatine ait vecihlerdir. Müfessirlerin bu tavrı fıtrattan gelen bir niteliktir. Kur’an da insanın bu varlık koşuluna imkan vermektedir.

Alimler de bunu “Bir kimse tek bir ayeti bir çok manada anlayamadıkça fakih olamaz.” şeklinde ifade ederler.

Yeni bir metodla değerlendirilecek olan esbab-ı nüzul, fıkıh, tefsir, hadis, tarih, siyer, gibi ilimlerin de yardımıyla Kur’an’ı anlamada çok yardımcı olacaktır. Bunu yaparken de mezkur ilimler kendi içerisinde bir bütünlük arz etmesi gerekir. Böylece bilginin bütünlüğü ve mezkur ilimlerin de bu bütünlük içerinde değerlendirilmesiyle bu konunun önemi daha da belirgin bir hale gelecektir.

    

İhtilaf kavramı sözlükte geri kalmak, mastar ve isim olarak ta gidip gelmek, ayrı ayrı düşünceye sahip olmak, anlaşmazlık, karşı gelmek gibi anlamlara gelir. Kur'an’ın birçok ayetinde geçen ihtilaf sözcüğü hadislerde de aynı manalarda kullanılmaktadır.

Terim olarak ihtilaf sözcüğü, sözde veya fiillerde birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak manalarına gelmektedir. Bir tanıma göre ise delili olmayan görüşe hilaf, delile dayanana ise ihtilaf denmiştir.

İslam literatüründe ihtilaf terimi altında pek çok konuya temas edilmiştir. Dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî hükümler  ol­mak üzere temelde iki farklı alan göz önü­ne alınarak değerlendirilmiş, inanç konularında taraflardan sadece birinin haklı, diğerlerinin hatalı olduğu ifade edilmekle birlikte genellikle iki ayrı kategori ortaya konmuştur.

Fıkıh ilminde ihtilâf icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmak­ta, Kur'an ve Sünnet'in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün fîh" denilen içtihada açık konularda muh­telif sebeplerle ayrı kanaatler benimse­mesini ifade etmektedir.

İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın Sakife günü halife seçiminde yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman'ın hilâfetinin son günlerinde ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem'in vefat edip etmediği ve ardından nereye defnedileceği konusun­da çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu ilk ihtilâf tartışmasının bütün İs­lâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar et­rafında yapıldığı anlaşılmaktadır.

Şahıs­lar arasındaki fıkhî ihtilâfların ise başlan­gıçtan beri hep var olageldiği bilinmek­tedir. Ashab, Resûlullah döneminde bile içtihadi hükümlerde ihtilâf eder ancak Hz. Peygamber'e müracaatla ihtilâflarını hallederlerdi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir ara bulucu kalmadığı için artık herkes kendi görüşünde devam etmiştir.

Sahabe, farklı ictihadları tenkit etmekle birlikte muhaliflerine karşı geniş bir tahammül ve hoşgörü sahibiydi; ortaya çı­kan yeni bazı meselelerde ihtilâf ettikleri halde her biri diğerinin muhalefetini kınamaksızın caiz görür ve insanları ferdî içtihatlardan engellemeye asla çaba sarf etmezdi.

İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye baş­lamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti Hicri II. (Miladi VIII.) yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel an­lamdaki âyetleri göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın emredildiğini savunmuşlardır.

İhtilafın meşrutiyetini savunanlar ise Kur’an’da müteşabih, müşterek ve mecazi lafızların varlığını insanların ihtilafına sebep görmüşlerdir.

İmam Mâlik'in sarf ettiği, "Âlimlerin ihtilâfı yüce Allah'ın bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisin­ce doğru olana uyar, herkes doğru yolda­dır ve herkes Allah'ın rızasını aramaktadır" sözü o dönemde İslâm toplumunda yaşanan vakıanın bir tesbitidir. Mezheplerin teşekkülüyle belli bir mezhep içinde yetişen kimselerin bir bü­tün olarak başka mezhebe geçmesi ya da bazı konularda diğer mezheplerden fay­dalanması yolu açıktı. Daha sonra mez­heplerin kurumsallaşmasının ardından bu imkânın sınırları "taklid, iltizam, inti­kal, telfık" gibi başlıklar altında tartışma­ya açılmıştır.

Sonuç olarak Kur’an’ı anlamada farklı disiplinlerden yararlanırken, bunları da bütünlük içerisinde değerlendirmemiz gerekir. Müfessirler aynı ayet için zikrettikleri farklı sebeb-i nüzul rivayetlerini de –yeni bir usulle tenkid ettikten sonra- müfessirlerin aralarındaki ihtilaf olarak değil, ayet üzerindeki yorum zenginliği olarak değerlendirmek gerekir.

 

Muhammed Hayri ŞAHİN

12922755


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Ayzada Taştanova

12922770

İHTİLAF MADDESİ

                Terim olarak ih­tilâf, "söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak" demektir. İhtilaf ve hilaf terimleri bazen benzer ve eş anlamlı olarak kullanılmışsa da aralarında ince fark vardır. İhtilâfın daha çok "farklı bir görüşe sahip olma, farklı gö­rüşlerden birini benimseme" anlamlarını alır. Hilaf ise”diğer görüşlere karşı bir tavır almak” şeklinde ifade edilebi­lir. Başka bir tanıma göre ise delile dayanma­yan aykırı görüşe hilaf, delile dayanana ise ihtilâf denmiştir. İslamî literatürlerde Ebû Hilâl el-Askerî ve İbn Akil’in ihtilaf kavramını “görüşler ihtilafı” ve “cinsler ihtilafı” şeklinde iki farklı kavramlara ayırdıkları görülür.

                Kur'an'da ve hadislerde ihtilâf kelime­si olumsuz anlamda kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredil­miştir.

                İslâm düşüncesinde dinî konulardaki ihtilâfın meşruiyeti inanç konuları ve fıkhî hükümler ol­mak üzere iki farklı alan göz önü­ne alınarak değerlendirilmiştir. İslam tarihindeki olaylara bakıldığında ihtilafın hep olageldiği görülür. Hz. peygamber döneminde ashab ihtilafa düştükleri meseleleri Hz. peygamder’den sorarak dorulamışlardır. Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonra herkes kendi görüşünde devam etmiştir.

                İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye baş­lamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmeye başlamıştır. Bu da fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. İmam Şafiî, il­mi icmâ ve ihtilâf olmak üzere iki katego­ride ele almış, müctehidin mu­halifini dinlemekten kaçınmaması gerek­tiğini, onu dinlemesi halinde farkında ol­madığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtirerek ihtilafın yararılarına değinmiştir.

                Fıkhî konularda ihtilâfın meşruiyeti h. II. yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanmıştır. Kur'an'da yer alan, ihtilâf ve tefrikaya düşmeyi kötüleyen genel an­lamdaki âyetleri göz önünde bulunduran Müzeni, İshak el-Mevsılî, Câhiz, Zahirîler, Şîa ve Bâtınîler ihtilâfın dinde yeri bulunmadığını, aksine uzlaşmanın ve birlik olmanın em-redildiğini savunmuşlardır.

                İhtilâfın meşruiyetini savunanlara göre ise Kur'an'da müteşâbih, müşterek ve me­cazi lafızların varlığı insanların ihtilâfına zemin hazırlamıştır. İhtilâf gayri meşru olsaydı bu tür ifadeler yerine daha açıkla­rı kullanılırdı ki, aklı kullanma ve dü­şünme emredilmiş olup insanların farklı kapasitelere sahip bulunmaları sebebiyle ihtilâfadüşmeleri kaçınılmazdır. Hz. Peygamber'in Kur'an ve Sünnet'te cevabını bulamadıkları konularda sahabeye ver­diği ictihad izninin de ihtilâfa sebep ola­cağı gayet açıktır. İctihadda isabet eden kimsenin iki, hata edenin bir sevap kaza­nacağını ifade eden hadiste, hata edene bir sevap verilmesi ihtilâfın tasvip edildiğini gösteren bir başka delildir.

                Dinin fürû meselelerinde ihtilâf yasaklanmamıştır. Çünkü belli bir konuda insanların farklı du­rumlarına göre farklı hükümler koyan naslar bulunduğuna göre bu tür konularda görüş ayrılıklarına yol açacak içtihadın caiz olması imkânsız değildir.

Bilginin bütünlüğü

                Temel İslam Bilimleri biribirine bağlı, birbirinden ayrılmaz bir bütünlük içindedir. Tefsir hadissiz, fıkıhsız, fıkıh tefsirsiz hadissiz, kelam tefsirsiz hadissiz, hadis İslam tarihisiz düşünülemez, yorum yapılamaz. Çünkü hepsinin amacı aynı, İslam dininin insanlara daha iyi anlaşılır, daha iyi yaşanır kılınmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’in insanlara verdiği mesajı bu disiplinler vasıtasıyla anlayabiliyoruz. Birini diğerinden soyutlayarak ele almak imkansızdır.

                Kur’ân-ı Kerim’in ilim almaya, öğrenmeye teşvik etmesi, Hz. Peygamber’in ilme verdiği önem ve daha sonraki devirlerde ilim almak için çıkılan yolculuklar sonucunda, bu disiplinler ortaya çıkmıştır. Bir müctehidin hüküm vermesi için hem hadise, hem tefsire ihtiyacı olduğu gibi, aynı şekilde bir müfessirin de Kur’ân-ı Kerim’i tefsir edebilmesi için öncelikle hadise ihtiyacı vardır. Bu disiplinler aynı amca hizmet etmekle, insanların Kur’ân-ı Kerim’de istendiği gibi yaşama ulaşırlar. Bununla beraber din bilimleri olan din psikolojisi, din sosyolojisi, din felsefesi v.s. gibi ilim dalları da bu amaca kendi çapında hizmet etmektedir. Nitekim bir toplumun veya bir insanın nasıl bir coğrafyadan geldiğini veya o insanın anlayış biçimi, rûhî durumunu öğrenmeden üstüne bina kurmak kötü sonuçlar getirmesi tabii bir durumdur. Bu yüzden de genel olarak din bilimleri ve dînî bilimleri birbirine bağlıdırlar.

Kazanımlarım

                Kur’ân-ı Kerim’in vermek istediği mesajın doğru biçimde anlaşılması için nüzul sebeblerini bilmek gerekmektedir. Ni tekim bu mesajların insan hayatında işlevsel olması için esbab-ı nüzulün yeni usullere ihtiyacı olduğunu öğrendik. “Kur’an ve Bağlam” kitabında müellif bu konuda yeni kapılar açacak metodlar sunmaktadır.

                Esbab-ı nüzul ilminin tarihi ve önemi de bize katkı sağlayan husulardan biridir. Nitekim Kuranı Kerim sadece bilgiden ibaret olmadığını, daha iyi anlaşılarak yaşanabilirliği esbabı nüzul ilmi sayesinde olur.  

                Esbab-ı nüzul II dersinde bir dönemi boyunca okuduğumuz Taberî tefsirinin Nisa suresinden, Taberî tefsirinin diğer tefsirlerden metod bakımından farklı olduğunu gördük.

                Bilgi bütünlüğü altında temel İslam bilimlerinin birbirinden ayrılmayan, birbirine bağlı birer disiplin olduğunu, din bilimlerinin de buna önemli katkısı olan disiplinlerden olduğunu gördük.


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi