Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
Tefsir, hadis, kelâm, fıkıh gibi klasik İslâmî disiplinlerin, -gelişim sürecinin hızı bir yana- gelişim süreci içinde olduğunu düşünüyorum. Bir yanda bu disiplinleri eskide olduğu gibi alıp devam ettirenler var, diğer yanda ise çağın bilime getirdiği yenilikler ve yeni imkanlardan yararlanarak, çağdaş ve evrensel bilim ve metodları da kullanarak yenileştirenler, geliştirenler var. Belli bir zamandan sonra Batı'da, sosyal ve tabîî bilimlerde kullanılan metodları, vahiy kökeninden bağımsız bir vakıa olarak dine uygulayan "din bilimleri" ortaya konmuştur. Yenileştirme (tecdid) faaliyetinde müslüman ilim adamları, vahiyden bağımsız olmaksızın bu bilimlerin verilerinden de yararlanmaktadırlar. Sonuç olarak bir krizden değil, belki biraz gecikme ile gerçekleşmekte olan gelişmeden söz edebiliriz. Çeşitlilik, düzensizlik, sürecin hızı kriz işareti değil, işin tabiatının gereğidir.
KUR’ÂNTEFSİRİNE OLAN İHTİYAÇ
Her zaman ve her devirde edebî, felsefî ve ilmî eserlerin muhatapları tarafından iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların iyi anlayanlar tarafından izah edilip açıklanması gerektiği aşikârdır. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler vardır ki, onu okuyan herkes ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı sapıklıktan kurtaracak ve ona her iki âlemin saadetini sağlayacak olan dinî ve İlâhî kitapların muhteviyatı, edebî, ilmî ve felsefî eserlerden daha karışık olduğundan, muhatapları tarafından, daha iyi anlaşılması gerekir.
Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın kelâmı ile olanıdır. Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde salâhiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman sahabelerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe tabiiler ve tebeu tabiilerin tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz önünde bulundurulduktan sonra, Arap dilindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki bilgisi nispetinde müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya başlar.
Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın kelâmı ile olanıdır. Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde salâhiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman sahabelerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe tabiiler ve tebeu tabiilerin tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz önünde bulundurulduktan sonra, Arap dilindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki bilgisi nispetinde müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya başlar.
HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİRVE YAZILI SÜNNETİN İLK VERİLERİ
Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’ân’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine indirilen vahiy ona onu açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. O dönemin Kur’ân muhatapları olan Araplar şiir ve edebiyatta ileri bir seviyede idiler bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görülmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. İlk tefsirlerde Peygamberimizin bu sözleri (tefsirleri) esas alınmış, tefsir bunun üzerine bina edilmiştir. Fakat müteahhirun ulemanın tefsirlerinde lügat, belagat ve bunun gibi daha pek çok hususlar aranmıştır. Hâlbuki ilk tefsirlerde bu gibi teferruat yoktur. Onda şeriat ve ahkâmda Allah’ın muradını beyan vardır.
Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in kendisi (sünneti) olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele inceleneceği zaman, o mesele ile alakalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir. Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa başvurmaya lüzum kalmaz. Bu durumda da birçok konularda Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edildiği neticesi ortaya çıkar.
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirine âit örneklerden sadece birini vereceğiz, Meselâ, Bakara Sûresi’nin 187. Âyetindeki “fecir” lafzının kendinden hemen önceki mücmel lafzı açıklaması gibi. Eğer bu âyette “fecir” kelimesi zikredilmemiş olsaydı, beyaz ipliğin, siyah iplikten ayırt edilmesinin ne manaya geldiği kapalı kalacak, mecaz ve hakikat manaları üzerinde çeşitli yorumlar yapılacaktı. ‘’Burada kullanılan ibare lafzen ‘’beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinciye kadar’’ şeklindedir. Hiç kuşku yok ki ‘’beyaz iplik’’le tan yerinin aydınlığı, ‘’siyah iplik’’le de gecenin karanlığı kastedilmektedir. Zaten Allah Rasulü de âyeti böyle açıklamıştır.’’[1]
Kur’ân’ın sünnet ile tefsirine gelince Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Muhammed’dir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlar olmadan peygamber olunamaz.
Kur'ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri sünnet İslâm şeriatının ikinci kaynağı olmuştur. Sahabe daha ilk günlerden itibaren Hz. Peygamberin sözlerini dikkatle takip ederek onları hafızalarında tutmaya ve toplamaya önem vermişlerdir. Vefatından sonra da sahabe ders halkaları teşkil ederek Kur'ân'ı ve onun sünnetini öğrenme ve öğretmekle meşgul olmuşlardır. Kurtubî tefsirinin mukaddimesinde, sünnetin Kur’an’ı beyanı iki şekilde olduğu anlatılmaktadır. Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela, beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekâtın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir. Mesela, kadının nikâhını, hala ve teyze üzerine haram kılınması sünnet ile olmuştur. Peygamberimiz Kur’ân’ın tamamını tefsir etmemiştir. Hz. Peygamberden işitilen tefsir haberleri sahabe arasında nakledilirdi. Fakat onlar her şeyi soramamışlar, akıl seviyeleri ve amelî hayat ihtiyaçları, sormak lüzumunu hissettirmemişti. Bu bakımdan Peygamberimizin yapmış olduğu tefsirin azlığına işaret edilebilir.
Hz. Peygamberin tefsir örneklerini çıkarmak için müracaat edeceğimiz ilk kaynak hadis mecmuaları olacaktır. Biz sadece örnek olsun diye bir örnek vermekle yetineceğiz.
Adiyy b.Hatem tarikiyle gelen haberlerde Fatiha suresinin son ayeti (Gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar) genel gelmiş. Efendimiz(s.a.v.) ise onu Yahudiler ve Hıristiyanlar ile hususileştirmiştir. ‘’Bu Kur’ânî tesbit Allah Rasulü’nün dilinden de bize kadar gelmiştir.’’[2]
Hadisin resmi olarak tedvinini Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar götüren bilimler tarihi uzmanları, bu resmi tedvin faaliyeti öncesinde Hz Peygamber döneminde muvakkat olarak hadisin yazılmasını kısıtlayan vahiy elçisinin kendi sözlerinin Kur’ân’la karışması endişesinden dolayı bu tutumunu bir zaman sonra kaldırmıştır. Burdaki kastımız mecmualar halinde kaleme alınmış hadis fasiküllerinden farklı olarak Hamidullah Hoca’nın da bahsettiği üzere Hz. Peygamber döneminde hadis üç suretle yazılmıştır: 1- Peygamber Aleyhisselamın emriyle yazılan resmi vesikalar. 2- Peygamberin emriyle yazılmış olan gayri resmi vesikalar. 3- Asri nebevi de sahabenin yazdıkları yazılar. Resmi vesikaların tahririne hicretten önce aşlandığı görülmektedir. Müslümanların Habeşistan’a hicretlerinde Kral Neçaşi’ye verilmek üzere yazdığı mektup bu vesikalardan biridir.[3] Peygamberin emriyle yazılan gayr-i resmi vesikalar meyanında şunu zikretmek mümkündür. Buhari der ki: ‘’Peygamber (s.a.v) Mekke’nin fethinde irad ettiği mühim nutku, Ebu-Şâh adındaki Yemenli bir Müslüman dinlemiş ve Peygamberden o nutkun yazılarak kendisine verilmesini istemişti. Peygamberin emriyle adamın arzusu yerine getirildi.’’[4]
Sahâbenin çoğu ise rivayet ettikleri hadisleri bizzat kendileri kaleme almışlardır. Onlardan ancak bir kısmının isimlerini zikretmekle iktifa edeceğiz.
Tirmizî, Sa’d b. ‘Ubâde el- Ensârî’nin Rasûllullâh (s.a.v.)’in bazı hadis ve sünnetlerini topladığı bir sahifesi bulunduğunu rivayet etmektedir. Sa’d b. ‘Ubâde’nin oğlu, bu sahifeden hadis rivayet ederdi. Buhârî, bu sahifenin, Abdullah b. Ebî Evfâ’ın sahifesinin bir nüshası olduğunu söylemektedir.
Semure . Cündeb (v. 60) büyük bir nüshada birçok hadîs toplamıştır. Bu nüsha kendisine intikla eden oğlu Süleyman da onu babasından rivâyet etmiştir.
Câbir b. Abdillâh’ın (v. 78) da bir sahifesi vardır. Müslim Sahîh’in de bu sahîfenin hac menâsik-i hakkında olduğunu söyler.
Asr-ı Sâadette yazılan sahîfelerin en meşhûru, Abdullah b.’Amr b. ‘Âs’ın (v.65) bizzat Rasûllullâh (s.a.v.)’den yazarak topladığı Sahîfe-i sadıka’dır. İbnu’l Esîr’in söylediğine göre bu sahîfede bin hadis-i şerif bulunmaktadır.[5]
SAHABENİNTEFSİRDEKİ YERİ
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Sahabeyi tefsir sahasında iki şey yükseltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi ise hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, kısacası sebebi- nüzule vakıf olmaları idi. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.) vefat edince insan olmanın doğal akışı ile kendilerini kuşatan siyasi ve ekonomik olayların etkisinde kalarak bir ihtilafın içine düşmüşlerdir. Topladıkları bilgi malzemesi, adetlere vukufiyetleri, anlayıştaki başkalığı da beraberinde getirmiştir. Sahabe de Kur’ân-ı akli seviyeleri ve kültürleri itibariyle anlıyorlardı. Sahabenin hepsi Kur’ân’ı anlıyordu demek, bir dili bilenlerin o dilde yazılmış ilmi eserleri anlarlar demek gibi bir şeydir. Bir eseri anlamak için, o eserin dilini bilmek kâfi gelmez, aynı zamanda aklen ve kültür bakımından o kitabın kültür seviyesine yükselmek lazım gelir. Bu sebeple de Hz. Peygamberin sürekli yanında bulunanlar, diğerlerine nispetle bilgi yönünden üstün konuma geçmişlerdi.
BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulunduğunu görmekteyiz. Bunlar;
1-Kur’ân-ı Kerim,
2- Hz. Peygamber,
3-İctihâd ve re’y,
4-Diğer İlâhi Kitablar ve Ehl-i Kitaba Müracaat
SAHABENİN TEFSİRDEKİ METODU
Sahabe Kur’ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamberden işitmek suretiyle veya içtihatlarıyla yapmışlardır. Bu şekilde sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur’ân’dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardı. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların batıl yollara sürüklenmelerine mani olmuşlardır. İbn Haldun aksini iddia etse de[1] sahabelerin hepsi aynı derecede değildi, nitekim aralarında anlayış ve idrak farkları olması tabii idi. Sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve âdetlere vukufları bakımından anlayışları başka başka olabilirdi. Bunlar daha ziyade, ilmî derecelerindeki farklılık ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. İlmî bakımdan aralarında büyük farklılıklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsavi değillerdi. Bazısı bazısından daha cesur, bazısı daha kerim, bazısı ise daha âlimdi. Bu şekilde farklı akliyata sahip olan sahabenin, kendi dil ve üslupları ile nazil olmuş olan Kur'ân'ı anlayışları aynı olamazdı. Dolayısıyla sahabelerin hepsi tefsir ile meşgul olmamış, bilakis bu işle belli bir kesim ön plana çıkmış ve diğerleri müşkil buldukları hususları onlardan öğrenmişlerdir.
Sahabe Arasında Tefsir İlminde Meşhur Olmuş Olanlar
Sahabe arasında tefsir sahasında şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbas, Ebû Musa el-Eş’arî, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr.
Abdullah b. Abbas ve Tefsirdeki Yeri
Bahru’l-İlim, hibr, tercümanu’l-Kur’an vasfını kazanmış olan bu sahabî, Allah’ın Onu dinde fakih kılması ve te’vili öğretmesine dair Peygamberimizin duasına mahzar olmuştur. Hz. Peygamberin vefatı esnasında 13 veya 15 yaşlarında olduğu söylenir. İdarî işlerde pek fazla bulunmamıştır. Abdullah b. Selam ve Ka’bu’l-Ahbar’dan bol bol rivayette bulunmuştur. Abdullah b. Mes’ud kendisinin ‘’Tercümanu’l-Kur’ân’’ olduğunu söylemiştir. Bir ilim medresesi kurmuş olan Abdullah b. Abbas’ın birçok kitaplara sahip olduğunu kaynaklarımızda yazılı olan rivayetlerden biliyoruz. Abdullah b. Abbas, Kur’ân tefsirine ait haberleri ya Peygamberimizden veya sahabeden işitmek veyahut yabancı kültürlerden aldığı malzeme ile ictihadda bulunarak nakletmiştir. Abdullah b. Abbas sahabe içinde temayüz etmiş bir şahsiyet olduğu için onun adına uydurulmuş rivayetler de bulunmaktadır. İmam Şafii “İbni Abbas’tan bize tefsire dair yüz kadar hadisten başka bir şey gelmemiştir.” diyerek bu konuda dikkatli olunması gereğine dikkat çekmiştir.
Abdullah b. Mes’ud veTefsirdeki Yeri
Bu sahada Abdullah b. Abbas’tan sonra ilk akla gelen sahabe odur. Hz. Peygamberin yanına izinsiz olarak girebilme müsaadesi olan yegâne sahabe olması hasebiyle, birçok âyetlerin tefsirini Hz. Peygamberden işitmiştir. Abdullah b. Mes’ud, Irak tefsir medresesinin temelini atan şahsiyettir. Tefsirde rey’e ehemmiyet vermiştir. Peygamberimiz onun Kur’ân okuyuşunu dinlerdi. Yine bu zat müşriklere karşı cehren ilk Kur’ân okuyan kimsedir. Kur’ân nüshasında tefsir kabilinden bazı ilaveler vardır ki bunlar kendinden sonrakilerin fikir hayatında hayli etkili olmuştur. Fıkıh, lügat ve kıraat ilimlerinde de kendisi bir melce idi. Talebesi Mesruk, hocası hakkında “Abdullah bize evvela bir sureyi okur sonra da bu sureyi bütün gün tefsir ederdi.” demektedir. Abdullah b. Mes’ud müteşabih âyetler hakkında, te’vil yolunu kabul edenlerdendir.
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması Müslümanların Kur’ân’a daha sıkı sarılarak bilgiyi düzenli hale getirmelerini gerekli kılmıştır. Tabiin döneminde ilmî sahada daha çok öne çıkan kimseler mevalidir, çünkü İslâma yeni giren milletlerin İslâmı öğrenmeye olan arzuları ve Arapların, ilim ve idarecilikle uğraşmayı bir eksiklik gördükleri için bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında temayüz eden şahısların Arap olmadıkları görülür. Bunlara umumi bir isim olarak mevali denmiştir. Bunların İslâmî ilimlerdeki rolü küçümsenmeyecek kadar büyüktür ve bu mevalinin durumu, efendilerinin cemiyetteki durumuna bağlı idi. Tüccar olan sababinin mevlası tüccar, âlim olan sahabinin mevlası ise âlim idi.
Abadile (Abdullah b. Abbas, Abdullah b. ez-Zübeyr, Abdullah b. Amr b. As, Abdullah b. Ömer) vefat ettikten sonra fıkıh bütün beldelerde mevalide idi. Mevali doğal bir sonuç olarak tefsirlerine kendi kültürlerini de katmışlardır Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat etmişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fertler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir
Re'y ile tefsir faaliyeti, sahabe devrinde mevcut olsa da, Tabiinler devrinde, âyetleri kendi rey’leri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. Re'y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıklarını teyit için, Kur'ân'daki tedebbür âyetlerine ve Hz. Peygamberin sözlerine istinat ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak olsaydı, dini ahkâmın pek çoğunun batıl olması gerekliliğini savundular.
Tefsir Medreseleri ve Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirler
1-Mekke Medresesi: Kurucusu Abdullah b. Abbas olup birçok meşhur tabiûn bu okuldan ilim almıştır. İbn Abbas öğrencilerine Allahın ayetlerini tefsir eder, müşkillerini açıklığa kavuştururdu. İbn teymiyye “tefsirde insanların en âlimi olanlar Mekke ehlidir.” dediği rivayet edilir. Öğrencileri arasından üç tanesi öne çıkmıştır. Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime.
2-Medine Medresesi: Kurucusu vahiy kâtibi ve sahabenin arasında Kur’ân konusunda ki bilgisiyle temayüz etmiş, Übeyy b. Kab’dir. En meşhur öğrencileri, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem’dir.
3-Irak Medresesi: Bu medresenin kurucusu Abdullah b. Mes’ud’dur. İbn Mesud Kûfe’de uzun süre kalmış ve şer’i bir delilin bulunmadığı durumlarda re’y ve kıyasa başvurma metodunu geliştirmiştir. Irak bölgesinin Hicaz’dan farklı proplemleri olan bir yer olmasından dolayı rey ve içtihada daha çok başvurma gerktiğinden bu ameliye diğer yerlere nispetle daha çok olmuştur. Bundan dolayıdır ki diğer yerlerde de re’ye başvurulduğu halde burası ehli re’y olarak meşhur olmuştur. Bu okulun en meşhur öğrencileri, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.[1]
İslâm hukukunun oluşum süreci ile ilgili olarak Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde hazırlık safhasının tamanlandığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. İslâm hukukunun dönemlendirilmesi ise bu sürecin aşamalarını göstermektedir. Dönemler belirlenirken kimi yazarlar siyasi iktidarı esas alarak Hz. Peygamber-Emeviler-Abbasiler şeklinde bir sınıflandırma yapmışlardır. Kimileri fıkhı canlı bir organizmaya benzeterek doğuş, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık dönemlerinden söz etmişlerdir. Üçüncü bir yaklaşım olarak hukukun oluşumunda etki eden kadrodan hareketle Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar şeklinde bir çizgi takip etmek mümkündür. Müctehid imamlar sonrasındaki dönem, literatürde genelde, “taklid dönemi” olarak nitelenmekte, bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma ve uyanış dönemi” adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde etkili olan kadrolardan hareketle “Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar-mezhep merkezli dönem kanunlaştırma hareketleri ve yeni dönem” şeklinde bir sıralama takip edeceğiz.
HZ.PEYGAMBER DÖNEMİ
Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun durumunu ele alırken Mekke ve Medine safhalarının özelliklerini göz önüne almak gerekmektedir. Mekke’de geçen hicretten önceki on üç yıl zarfında tebliğ edilen esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği, Peygamberlik müessesesi, Ahiret hayatı gibi temel inanç ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Bunun yanında prensip olarak temel ahlak esasları üzerinde durulmuş, ancak bunları müeyyideye bağlayan ayrıntılı hükümler henüz getirilmemişti. Mekke dönemindeki tebliğ sürecinin, insanları inanç ve ahlak bakımından belli bir düzeye getirerek, daha sonra emredilecek somut ve ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek bir motivasyon sağlama gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan Hz. Aişe’nin (ö. 58/678) ilk inen ayetlerin Cennet ve Cehennem motifleri taşıdığı, daha sonra helal ve haramla ilgili ayetlerin geldiğine ilişkin tespiti önemlidir. Hz. Aişe’nin değerlendirmesine göre, fertleri hazırlamadan ilk etapta içkiyi ya da zinayı terk etmek emredilseydi, insanlar bu emirlere direnç gösterirlerdi (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6). Ayrıca Müslümanların Mekke’de sosyal ve siyasal ağırlığı bulunmayan bir azınlık konumunda olmaları da, hukuki yükümlülüklerle sorumlu tutulmalarına elverişli değildi. Bu bağlamda somut hükümlerin Medine döneminde söz konusu olmaya başladığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Müslümanlar, Medine’de şehrin yönetimi üzerinde etkisi olan bir topluluk haline geldiler. Medine’de yaşayan bütün grupların iştirakiyle, hak ve sorumlulukları belirleyen ortak bir belge (Medine Vesikası) tanzim edilerek Hz. Peygamber’in etrafında bir nevi siyasal bir teşkilatlanma meydana getirildi. Bu aşamadan sonra hukuki hükümlerin vaz edilme ve uygulanma imkânı ortaya çıkmıştır. Zira sosyal olgu boyutundan hareket edildiğinde bir kurala hukukiliğini kazandıran niteliğin, o kuralı uygulatacak, ihlali halinde yaptırıma tabi tutacak bir iktidarın mevcudiyeti olduğu açıktır. Müslümanlar böyle bir iktidar yapısına Medine döneminde sahip olmuşlardır. Nitekim bu dönemde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı hükümlerin yanı sıra evlenme, boşanma, velayet, miras, ticari hayat, akitler ve borç ilişkileri, haksız fiiller, cezalar, muhakeme (yargılama) usulü, savaş ve barışla ilgili kurallar vb. sosyal hayatın hemen her alanını düzenleyen kurallar vazedilmiştir. Bu süreç Hz. Peygamber’in vefatına kadar sürmüştür.
BuDönemde Hukukun Kaynakları
Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun temel kaynağı vahiydir. Dolayısıyla İslâm Hukuku’nun ilk kaynağını Kur’ân, fıkıh terminolojisindeki ifadesiyle Kitâb oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in Sünnet’i yer almaktadır. Sünnet, Hz. Peygamber’in ahkâm ayetlerinin anlaşılması ve uygulanması ile ilgili söz, eylem ve onaylamalarını içerdiği gibi, Kur’ân’da temas edilmeyen konuları hükme bağlayan tasarruflarını da kapsamaktadır. İslâm hukuku terminolojisinde, Kitâb ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nass terimi de kullanılmaktadır. Bu anlamda kullanılan nass teriminin yanında İslâm Hukuku’nun kaynaklarını ifade etmek için kullanılan diğer temel terim ise ictihaddır. Hz. Peygamber döneminde ictihadın bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımadığı görülmektedir. Zira Hz. Peygamber’in ictihadında iki ihtimal söz konusudur. Eğer ulaşılan çözüm ilahi iradeye uygun değilse, vahiy aracılığıyla meselenin hükmü belirtilmekte ve konu açıklığa kavuşturulmaktadır. Nitekim zıhâr olayıyla ilgili kendisine getirilen meselede toplumda yerleşik telakkiye uygun olarak evlilik birliğinin sona erdiği yönünde görüş beyan etmiş, ancak Mücadele süresinin ilk dört ayeti ile bu durumun evlilik bağını sona erdirmediği, yalnızca keffâret gerektirdiği hükme bağlanmıştır. Eğer Hz. Peygamber’in benimsediği çözüm ilahi iradeye uygunsa herhangi bir müdahale söz konusu olmamakta, bu durum da zımnî bir onay şeklinde değerlendirilmektedir. Hz. Peygamber döneminde sahabenin yaptığı ictihad ise ancak onun onayından geçtiği takdirde geçerli kabul edilmekteydi. Bu dönemde sahabenin ictihadı daha ziyade, Hz. Peygamber tarafından çeşitli bölgelere görevlendirilmeleriyle gündeme gelmiştir. Yemen’e gönderilen Muaz b. Cebel ile Hz. Peygamber arasında geçen diyalog konuyla ilgili önemli bir veridir. Karşılaştığı meselenin hükmünü Kur’ân ve Sünnet’te bulamazsa ne yapacağı sorusuna Muaz, ictihad ederek meseleyi çözümsüz bırakmayacağı cevabını vermiş, Hz. Peygamber de bu tavırdan duyduğu hoşnutluğu dile getirmiştir. Görüldüğü üzere ictihad eğer Hz. Peygamber tarafından yapılmışsa geçerliliğini vahyin onayından; eğer sahabe tarafından yapılmışsa geçerliliğini Hz. Peygamber’in onayından almakta, bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımamaktadır. Vahyin doğrudan olaylara çözüm getirebildiği bir dönemde gerek Hz. Peygamber’in gerekse sahabenin ictihadının gündeme gelmesi, sahabe kuşağını Hz. Peygamber sonrası döneme hazırlama işlevi görmüştür. Sahabe nesli problemlere çözüm getirmek için ictihad edileceğini, sonuçta bazen hata bazen de isabet edileceğini Hz. Peygamber’in sağlığında uygulamalı olarak öğrenmiştir. Bazı usûl alimleri Hz. Peygamber döneminde İslam öncesi döneme ait örflerinde bir hukuk kaynağı niteliği taşıdığını ileri sürmektedir. Ancak bunların geçerliliği Hz. Peygamber tarafından onaylanmalarıyla mümkün olmuştur ve meşruiyet açısından sünnete dayanmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber döneminde İslâm öncesi örflerin bir hukuk kaynağı olduğunu ileri sürmek, doğru bir yaklaşım değildir. Sonuç olarak Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitâb ve Sünnet.
SAHABE DÖNEMİ
İslâm hukukunun oluşum süreci açısından sahabe döneminden bahsettiğimizde, dört halife dönemini ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Özellikle ilk iki halife dönemindeki uygulamalar, İslâm hukuk düşüncesinin gelişimi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644) dönemlerinde ictihad niteliğine haiz olan sahabilerin çoğunlukla Medine’de bulunması, bazı konularda istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını kolaylaştırmıştır. Hatta bu konuya ayrı önem verdiği anlaşılan Hz. Ömer’in belli başlı hukukçu sahabileri Medine’de ikamete mecbur tuttuğuna dair rivayetler de vardır. Daha sonraki dönemlerde ise çeşitli bölgelere yerleşen sahabiler sahip oldukları nass birikimi ve ictihad misyonunu kendilerine öğrencilik eden tabiûn nesli hukukçularına aktarmışlardır. Daha sonraki aşamalarda muhtelif bölgelerde belirli fakih sahabileri üstad olarak kabul eden ekolleşmeler görülecektir. Bu anlamda çeşitli bölgelerde farklı sahabilerin öne çıktığı görülmektedir. Örnek olarak Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih sahabiler gerek fetva hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.
SahabeDöneminde Hukukun Kaynakları
Sahabe döneminde hukukun ilk kaynağını doğal olarak nasslar, yani Kitâb ve Sünnet oluşturuyordu. Hukuki bir mesele ile karşılaşan sahabinin ilk araştırdığı nokta konuyla ilgili bir nassın olup olmadığıydı. Konuyla ilgili nassa ulaşılamadığında meselenin çözümü için ictihad yapılıyordu. Hz. Peygamber döneminin aksine, sahabe zamanında ictihad bağımsız bir hukuk kaynağı olarak nassların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla sahabe döneminde İslâm hukukunun üç kaynağından bahsedebiliyoruz: Kitâb, Sünnet ve ictihad. Hz. Ebu Bekir ve Ömer devrindeki uygulamayı aktaran rivayetlere göre bu iki halife, konuyla ilgili nassa ulaşamadıkları zaman diğer fakih sahabilere Hz. Peygamber’in meseleye açıklık getiren bir hükmü olup olmadığını sorarlardı. Bu yolla da nakli bir bilgiye ulaşılamazsa ileri gelen hukukçu sahabilerle bir araya gelerek meseleye çözüm getirirlerdi. Önde gelen sahabilerin bir araya toplanılarak atılacak adımlar ve alınacak kararlar konusunda onların görüşlerinin alınması “şûrâ”dır. İctihaddan farklı olarak danışma esasına dayanır. Devlet yöneticilerinin önde gelen sahabileri toplayarak onların görüşlerini alması, teknik anlamda ictihad olarak nitelendirmek pek doğru olmaz. Belki, danışma temeline oturan bir tür ictihad faaliyeti olarak değerlendirmek mümkündür. Eğer fakih sahabilerin hepsi toplanmışsa veya şura kararı açıklandıktan sonra bir muhalefet söz konusu olmamışsa, bu şekilde ulaşılan sonuçlar, daha sonraki döneme sahabenin icmâı şeklinde yansımıştır. Bu durum daha çok ilk iki halife dönemi için söz konusudur. Sonraki periyotta çeşitli İslâm ülkelerine dağılan sahabilerin bireysel ictihadları görülmektedir. Kimi usûl alimleri, sahabe döneminde gerçekleşen şura faaliyetini icmâ şeklinde niteleyerek bu dönemde hukukun dört kaynağı olduğunu ileri sürmektedir. Ancak sahabe dönemindeki olgu, usul literatüründe çerçevesi çizilen icmâ kavramıyla tam olarak örtüşmemektedir. Burada karşıt görüşe sahip bazı sahabiler olsa bile, çoğunluğun bir konuda ittifaka varması söz konusudur. Ayrıca bu görüş birliğinin kaynak olarak algılanması sahabeden ziyade, sonraki kuşaklarda kendisini göstermektedir.
TABİÛN DÖNEMİ
Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın dönemini ifade etmektedir. Bu dönemin önemli bir bölümü Emeviler’in iktidarda olduğu zaman dilimine tekabül ettiği için, kimi düşünürlerce “Emeviler Dönemi” olarak da adlandırılmıştır. İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok insanın İslâm’la tanışması tabiûn döneminde fıkhi faaliyetin canlı bir şekilde icra edilmesinin sebepleri arasında yer almaktadır. Zira yeni Müslüman olanlara İslâm dininin uygulamaya yönelik boyutlarını öğretmek fıkıh disiplini çerçevesinde gerçekleşmektedir. Muhtemelen, İslâm dininin emirlerini öğrenmek, bu arada Müslüman toplum arasında statü edinebilmek gibi saiklerle çok sayıda Arap asıllı olmayan mühtedinin fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir. Nitekim tabiûn dönemi fıkıh hareketleri içerisinde “mevâlî” adı verilen, Arap kökenli olmayan alimler önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde sahabe neslinin öğrencisi olan hukukçular, hocalarından aldıkları birikim ve nosyonla İslam hukuku çalışmalarını sürdürmüştür. Dolayısıyla çeşitli bölgelerde hukuki faaliyeti yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiûn nesline mensup öğrencileri üstlenmiştir. Bu bağlamda Medine’de Said b. Müseyyib (ö. 94/712), Mekke’de Atâ (ö. 114/732) ve İkrime (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr (ö. 95/714) ilk akla gelen isimler içerisinde yer almaktadır. Emevilerin dini hassasiyet ve ilim adamları ile –nispeten- mesafeli olan durumu, İslâm hukuku alanındaki faaliyetlerin tamamen hukukçuların şahsi gayret ve inisiyatifi ile yürümesine zemin hazırlamıştır.
TabiûnDöneminde Hukukun Kaynakları
Tabiûn döneminde de sahabe döneminde olduğu gibi Kitâb, Sünnet ve ictihad hukukun ana kaynaklarını teşkil ediyordu. Bunların yanında tabiûn dönemi hukukçuları için, sahabe dönemi hukukçularının ictihad ve fetvaları da bir hukuk kaynağı niteliği taşıyordu. Tabiûn döneminde yaşayan bir hukukçu, karşılaştığı problemle alakalı Kitâb ya da Sünnet’te bir çözüm buluyorsa bunu uyguluyordu. Bulamadığı durumda kaynak olarak sahabenin görüşlerine başvuruyordu. Sahabenin konuyla ilgili görüş birliği mevcutsa bu uygulanıyordu. Kimi yazarlara göre bu durumu, bir çeşit icmâ algısı olarak nitelemek mümkündür. Konuyla ilgili farklı sahabi ictihadları varsa bunlar arasında tercih yapılıyordu. Sahabe kavlinin, tabiûn dönemi hukukçuları için Kitâb ve Sünnet nasslarının yanında naklî bir delil olarak algılandığı, bir nevi sünnet şeklinde telakki edildiği anlaşılmaktadır. Sahebe hukukçularının da görüş bildirmediği hususlarda tabiûn dönemi hukukçuları, ictihad ediyordu. Dolayısıyla tabiûn döneminde İslâm Hukuku’nun kaynaklarını şöyle sıralamak mümkündür: Kitâb, Sünnet, sahabenin şûrâ /istişare temelli kararları (sahabe icmâı), sahabenin ihtilafları ve genel olarak ictihad (re’y).
Tabiûn döneminde İslâm hukukunun tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli özellik, hukuk alanında ekolleşmlerin ortaya çıkması, “Hicaz ve Irak Ekolleri” ya da “Hadis ve Re’y Ekolleri” adıyla anılan akımların tarih sahnesinde yerini almasıdır.
Hukuk Ekolleri: Hicaz-Irak ya da Hadis-Re’y Ekolleri
İslâm hukuk tarihi ile ilgili literatürde tartışma konusu olan hususların başında, ayırıcı kriterlerinin ve kapsamlarının belirlenmesi itibarıyla hukuk ekollerinin durumu gelmektedir. Kimi bilim tarihçileri tabiûn döneminin başlangıcında çevre ve hoca farkına bağlı olarak Hicaz ve Irak Ekolleri’nin oluştuğunu; Tabiûn döneminin sonlarında ise metodolojik ihtilaflara bağlı olarak Hicaz Ekolü içerisinden Hadis Ekolü, Irak Ekolü içerisinden ise Re’y Ekolü’nün çıktığını ileri sürmektedir. Bu bağlamda ekoller içerisinde bir ayırıma giderek “mutedil” ve “müfrit” re’y ve hadis taraftarlarından bahsedildiği de görülmektedir. Çoğu yazar ise, Hicaz ve Hadis Ekolleri ile Irak ve Re’y Ekolleri arasında bir yakınlık hatta aynılık görmektedirler. Ancak coğrafi mekan farkının çok kapsayıcı bir kriter olmamasından dolayı Hadis Ekolü ile özdeşleştirilen Hicaz’da Rebîa b. Ebî Abdirrahman (Rebîatü’r-re’y) (ö. 136/753) gibi re’yci fıkıhçıların, rey’ciliğin beşiği olan Irak’ta ise Şa’bî (ö. 110/728) gibi hadis ehli fıkıhçıların bulunduğu dikkatten kaçmamaktadır. Bu durum ise “yoğunluk farkı” gerekçesiyle açıklanmaya çalışılmıştır. Hukuk ekolleri konusunu, literatürdeki genel kabullere bağlı kalmak suretiyle, şu şekilde özetlemek mümkündür: Hicaz müctehidlerinin çoğunu hadis ehli, Irak müctehidlerinin çoğunu re’y ehli içerisinde değerlendirmek mümkündür. Bu re’ycilerin hadisi hiç kullanmadıkları, ya da hadisçilerin asla re’yle ictihad etmedikleri anlamına gelmemektedir. Her iki grup da hadisin bağlayıcı bir hukuk kaynağı olduğu, ictihad ve re’yin de nass bulunmayan konularda kullanıldığında anlaşmaktadır. Ancak re’y ehli olan fıkıhçılar, nassların akılla anlaşılabilir illetlere dayandığını ve insanların maslahatını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünmektedir. Naslara bu bakış açısıyla yaklaştıklarından nass bulunmayan yerde re’ylerini kullanarak ictihad etmekten kaçınmazlardı. Bazen nasslardan elde ettikleri prensipleri uygular, bu prensiplerin diğer nassların zahiri (literal) anlamı ile çatışmasında bir sakınca görmezlerdi. Bundan dolayı re’y ictihadını geniş bir çerçevede kullanmışlar ve birçok meseleyi karara bağlamışlardır. Buna karşın hadis taraftarı kapsamında değerlendirilen alimler, bütün çabalarını hadislerin ve sahabe fetvalarının ezberlenip anlaşılmasında yoğunlaştırmışlardır. Bunların fıkhi uygulamaları bu nakle dayalı malzemenin anlaşılması ve sonradan çıkan olaylara tatbiki ile sınırlı kalmıştır. Nassın uygulanması, makul olmayan sonuçlar verse de bunda bir sakınca görmemektedirler. Bu tutumları dolayısıyla re’yle ictihad etmekten kaçınırlar, zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkça buna yanaşmazlardı.
Tabiûn döneminde ana çizgiler şeklinde görülen ekolleşme, bir sonraki dönemde belli hukukçular etrafında teşekkül eden, “mezhep” adı altında ifade edilen yeni bir yapılanma ile farklı bir boyut kazanmıştır. Ancak bu dönemde de mezheplerin re’y ya da hadis ekolleri ile ilişkilendirilmesi problemi karşımıza çıkmaktadır. Kurucu hukukçulardan Ebu Hanife’nin (ö. 150/767) re’y ehli, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) hadis ehli olduğu noktasında neredeyse görüş birliğine ulaşılmıştır. Ancak diğer müctehid imamların hangi tarafta yer aldığıkonusunda farklı yaklaşımlar mevcuttur. Bu bağlamda, belli bir dönemitibarıyla, “re’y ehli” nitelemesinin fıkhi yaklaşım tarzının dışındaki bazı eğilimler için yergi amaçlı kullanıldığı dikkatten kaçmamalıdır. Nitekim kimi kelâmî gruplar, eleştirilen görüşleri nedeniyle “re’y ehli” olarak nitelenmiştir. Birtakım sosyal ve siyasal problemler sonucu geriye dönük olarak inşa edilen “re’y aleyhtarı söylem”, fıkıh düzleminde de Ebu Hanife ve Hanefileri hedef almıştır. Ancak mezheplerin yerleşip birbirleriyle ilişkilerinin geliştiği, “dört
mezhep” olgusunun yerleştiği dönemde “re’y ehli” tabiri olumsuz içerikten sıyrılmış, bu ekole nispet edilen Hanefiler de “hadis ehli” kökenli olduğu ifade edilen mezheplerle aynı muteberliğe sahip bir hukuki eğilim olarak kabul görmüştür.
MÜCTEHİD İMAMLAR DÖNEMİ
Müctehid imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan zaman dilimi kastedilmektedir. İslam hukukunun oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere sahne olan bu dönem için “fıkhın altın çağı”, “tedvin dönemi” gibi nitelemeler de kullanılmaktadır.
Müctehid İmamlar Döneminde Hukukun Kaynakları
Bu dönemde de Kitâb ve Sünnet hukukun temel kaynaklarını teşkil etmiştir. Bunun yanında sahabenin ittifak halinde oldukları ictihadları (sahabe icmâı), sahabenin bireysel ictihadları, hukukun kaynakları içerisinde yer almaktadır. Re’y ictihadı ise sistemleştirilerek kıyas, istihsan, ıstıslah (maslahat) gibi kısımlar halinde incelenmiş, her bir bölümün kaynak değeri ayrıca ele alınmıştır. Aynı şekilde sünnet malzemesinin tespit ve değerlendirilmesi ile ilgili farklı kriterler de söz konusudur. Fıkhın tedvin edilmesi bu dönemin diğer bir önemli özelliğidir. Bilindiği üzere sahabe döneminde Kur’ân bir metin haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Sahabe neslinden itibaren bireysel anlamda hadis ve fıkıh malzemesini yazıya geçirenler olduğuna dair nakiller vardır. İlk dönemlere dayalı olarak bazı hukuki içerikli talimatname ve mektuplar da rivayet edilmiştir. Ancak fıkhi malzemenin gerçek anlamda yazılı kaynaklarda derlenip sistematik bir şekilde tedvin edilmesi müctehid imamlar döneminde gerçekleşmiştir. Görüldüğü üzere bu dönemde mezhep yapılanması ve tedvin olayı, birbirini besleyen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tedvin bağlamında dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus, ortaya konan ictihadların naslarla bağlantısını göstermek ve sistematik tutarlılığını ortaya koymak amacı taşıyan fıkıh usûlü disiplininin tedvinine de bu dönemde başlanmasıdır. Şâfiî’nin (ö. 204/819) er-Risâle adlı eseri halen bu literatürün bize ulaşan ilk örneği ya da habercisi olarak kabul görmektedir. Ancak fıkıh usulü alanında tüm konuları ihtiva eden, terminolojinin yerleşmiş olduğu eserler de hicri IV. asrın başlarında, mezhep yapılanmasının tamamlanıp kurumsallaştığı dönemle eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır.[1]
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Verdiğimiz bu tarihi bilgilerin ışığında Hadis ilminin materyal anlamında veri olarak kaleme alınışı ve yazıya aktarımı tefsir ve fıkıh ilimlerini öncelediği kesindir. Ancak bununla beraber tefsir ilmine ait rivayetlerin hadis gibi sıkı bir tenkide tabi tutulmadığını da biliyoruz. Kanaatimce bunu Kur’ân’ın kendi metninin Cenâb-ı Hakk tarafından korunma altına alınmış olması ve Hıfz-ı İlâhi’nin Kur’ân etrafındaki rivayetler için böylesi olağan bir çaba için insanlığı is’timal etmemiş olmasını tabii olarak görmek gerekir. Sadece bu rivayetlerin yazılıp aktarılması yeterliydi. Bu konuda İmam İbn Cerir et-Taberî’nin gayret ve çalışmasını hayırla yâd etmek gerekir. Hadislerin tedvini ise doğrudan Allah tarafından korunma altına alınmamış olması bu mirasın sahipleri olan Müslümanlar tarafından artı bir çaba gerekiyordu. Bütün bir gayretin harcanması sonucu sadece bu ümmete has olarak ‘’isnad’’ ilmi gelişmiş oldu. Delil olarak hadis külliyatı ve onunla ilgili kaleme alınmış eserler buna şahittir. Hadisin Külliyatının bu itibarla tefsir ve fıkha ilişkin rivayetleri içermesi itibariyle her disiplinden önce yazılmıştır. Tefsirinde Kur’ân’a ilşikin anlam faaliyeti olduğundan zamansal olarak Hadis ilminden önce başlamıştır. Fıkha gelince tedvin aşamasını hicrî ikinci asrın sonu ve üçünçü asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış eserlerden anlıyoruz. Fıkıh bizim anlayışımızda Hz Peygamber (s.a.v.)’in yaşayan sünnetini temsil ettiği için vahyin hayata bakan her yönüyle irtibatlı olması sebebiyle nüzûl süreciyle beraber var olmuş bir disiplindir diyebiliriz.
[1] Fıkıh tarihine ait okumaları Abdülkerim Zeydân, el-Medhel li-Dirâseti’l Şeriati’l İslâmiyye, 11. Bsk, Müessesetü’l Risâle-Daru’l Beşâir, Beyrût-Ammân, 1990,s.91-150; Muhammed Huderî Bekk, Tarihu Teşriil İslâmî, 2. Bsk., Daru’l Ma’rife, Beyrût 1997, s.9-194.
[1] Bu bölüm şu gelecek eserlerden istifade edilerek hazırlanmıştır. Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l Müfessirûn,tashih ve müracaa: Ahmed ez-Zu’bî, Şeriketu Daru’l Erkam, Beyrut tsz, c.1, s.23-89;İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 22. Bsk., TDV Yayınları 2012, 210-289. Aynı müellif, Tefsir Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları (I-II), Ankara 1988, c.1, s.33-254.
[1] İbn Haldun Abdurrahman Muhammed, Mukaddime, (tahk. Muhammed el-İskenderanî), Daru’l Kitâbi’l Arabî, Beyrût 2005, s.406.
[1] Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân (Gerekçeli Meal-Tefsir), 13. Bsk., Düşün Yayıncılık, İstanbul 2012, s.66 (4.dipnot).
[2] Mustafa İslâmoğlu, a.g.e., s.4(dipnot 10).
[3] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber Zamanında Hadisin Tedvini, (Çev.) Nafiz Danışman, AÜİF Dergisi,c.4/sy.3-4, Ankara 1955, s.1-2. (Kültür Matbaası, Ankara 1957)
[4]Buhari (Kitabul ilm:3, Bab Kitabetil ilm:39/ h.n:112) Bkz. Fethu’l Barî Bi Şerhi Sahihi’l Buharî, (tahk. Muhibiddin el-Hatib), 1. Bsk., Daru Reyyân, Kâhire 1986, c.1, s.284; Muhtasar Sahihi’l Buharî (Tecridis- Sarih), (tahk. Mustafa Dib el-Buğa), 1. Bsk., Daru’l Mustafa, Dımeşk 2011, s.3.;(Hadis no:92). İbn Mende ve Ebu Nuaym’ da bu hadisi eserlerinde tahric etmişler. Bunun için İbnu’l Esir el-Cezerî, Usdul Gabe, (tahk.Halil Me’mun Şeyhâ),1. Bsk., Daru!l Ma’rife, Beyrût 1997, c.5, s.5.
[5] Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları (Hadis Tarihi 1. Bölüm), (Çev.) Yaşar Kandemir, 9. Bsk., İFAV Yayınları, İstanbul 2010, s.18-21; Muhammed Hamidullah, a.g.m., s.2-3.
2013-2014 GÜZ(Sonbahar) Yarıyılı Tefsir Bölümü Ebab-ı Nüzul 2. Ödevi
Hazırlayan :MEHMET ZEKİ SERDAROĞLU
Öğrenci No : 12952706 (Doktora Öğrencisi)
Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
Tefsir, hadis, kelâm, fıkıh gibi klasik İslâmî disiplinlerin, -gelişim sürecinin hızı bir yana- gelişim süreci içinde olduğunu düşünüyorum. Bir yanda bu disiplinleri eskide olduğu gibi alıp devam ettirenler var, diğer yanda ise çağın bilime getirdiği yenilikler ve yeni imkanlardan yararlanarak, çağdaş ve evrensel bilim ve metodları da kullanarak yenileştirenler, geliştirenler var. Belli bir zamandan sonra Batı'da, sosyal ve tabîî bilimlerde kullanılan metodları, vahiy kökeninden bağımsız bir vakıa olarak dine uygulayan "din bilimleri" ortaya konmuştur. Yenileştirme (tecdid) faaliyetinde müslüman ilim adamları, vahiyden bağımsız olmaksızın bu bilimlerin verilerinden de yararlanmaktadırlar. Sonuç olarak bir krizden değil, belki biraz gecikme ile gerçekleşmekte olan gelişmeden söz edebiliriz. Çeşitlilik, düzensizlik, sürecin hızı kriz işareti değil, işin tabiatının gereğidir.
KUR’ÂN TEFSİRİNE OLAN İHTİYAÇ
Her zaman ve her devirde edebî, felsefî ve ilmî eserlerin muhatapları tarafından iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların iyi anlayanlar tarafından izah edilip açıklanması gerektiği aşikârdır. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler vardır ki, onu okuyan herkes ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı sapıklıktan kurtaracak ve ona her iki âlemin saadetini sağlayacak olan dinî ve İlâhî kitapların muhteviyatı, edebî, ilmî ve felsefî eserlerden daha karışık olduğundan, muhatapları tarafından, daha iyi anlaşılması gerekir.
Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın kelâmı ile olanıdır. Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde salâhiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman sahabelerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe tabiiler ve tebeu tabiilerin tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz önünde bulundurulduktan sonra, Arap dilindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki bilgisi nispetinde müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya başlar.
Kur'ân-ı Kerim’deki hakikatleri bize en iyi öğretecek kişi, bizzat kendisine Kur'ân nazil olan mümtaz şahıs Hz. Peygamber'dir. O, Kur'ân-ı Kerim tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân ona indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar ayetlerde açık olarak belirtilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân kendinin tefsir edilmesini bizzat kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur, dolayısıyla Allah kelâmının en sağlam tefsiri şüphesiz yine Allah'ın kelâmı ile olanıdır. Kur’ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, onun tefsirinde salâhiyet sahibi olan kimse kendisine vahiy gelen Hz. Peygamber ve onun sünnetidir. Bir ayetin açıklanışı Kur'ân'da ve sünnette bulunmazsa, o zaman sahabelerin bu husustaki sözlerine müracaat edilir. Bundan sonraki mertebe tabiiler ve tebeu tabiilerin tefsirleridir. Yukarıda zikrettiğimiz esaslar göz önünde bulundurulduktan sonra, Arap dilindeki vukufu ve dinî hükümlerdeki bilgisi nispetinde müfessirlerin istihraç edilebileceği manalar yer almaya başlar.
HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİR VE YAZILI SÜNNETİN İLK VERİLERİ
Hz. Peygamberin tefsirdeki yeri oldukça önemlidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) Kur’ân’dan sonra ilk müfessirdir. Çünkü kendisine indirilen vahiy ona onu açıklama ve tebliğ etme görevini de kendisi yerine getiriyordu. O dönemin Kur’ân muhatapları olan Araplar şiir ve edebiyatta ileri bir seviyede idiler bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ın ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nispetinde onu anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görülmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. İlk tefsirlerde Peygamberimizin bu sözleri (tefsirleri) esas alınmış, tefsir bunun üzerine bina edilmiştir. Fakat müteahhirun ulemanın tefsirlerinde lügat, belagat ve bunun gibi daha pek çok hususlar aranmıştır. Hâlbuki ilk tefsirlerde bu gibi teferruat yoktur. Onda şeriat ve ahkâmda Allah’ın muradını beyan vardır.
Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in kendisi (sünneti) olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele inceleneceği zaman, o mesele ile alakalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir. Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa başvurmaya lüzum kalmaz. Bu durumda da birçok konularda Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edildiği neticesi ortaya çıkar.
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirine âit örneklerden sadece birini vereceğiz, Meselâ, Bakara Sûresi’nin 187. Âyetindeki “fecir” lafzının kendinden hemen önceki mücmel lafzı açıklaması gibi. Eğer bu âyette “fecir” kelimesi zikredilmemiş olsaydı, beyaz ipliğin, siyah iplikten ayırt edilmesinin ne manaya geldiği kapalı kalacak, mecaz ve hakikat manaları üzerinde çeşitli yorumlar yapılacaktı. ‘’Burada kullanılan ibare lafzen ‘’beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinciye kadar’’ şeklindedir. Hiç kuşku yok ki ‘’beyaz iplik’’le tan yerinin aydınlığı, ‘’siyah iplik’’le de gecenin karanlığı kastedilmektedir. Zaten Allah Rasulü de âyeti böyle açıklamıştır.’’[1]
Kur’ân’ın sünnet ile tefsirine gelince Kur'ân-ı Kerîm’in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Muhammed’dir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir. Bunlar olmadan peygamber olunamaz.
Kur'ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izah ve açıklamak için daima sünnete ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri sünnet İslâm şeriatının ikinci kaynağı olmuştur. Sahabe daha ilk günlerden itibaren Hz. Peygamberin sözlerini dikkatle takip ederek onları hafızalarında tutmaya ve toplamaya önem vermişlerdir. Vefatından sonra da sahabe ders halkaları teşkil ederek Kur'ân'ı ve onun sünnetini öğrenme ve öğretmekle meşgul olmuşlardır. Kurtubî
tefsirinin mukaddimesinde, sünnetin Kur’an’ı beyanı iki şekilde olduğu anlatılmaktadır. Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela, beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekâtın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir. Mesela, kadının nikâhını, hala ve teyze üzerine haram kılınması sünnet ile olmuştur. Peygamberimiz Kur’ân’ın tamamını tefsir etmemiştir. Hz. Peygamberden işitilen tefsir haberleri sahabe arasında nakledilirdi. Fakat onlar her şeyi soramamışlar, akıl seviyeleri ve amelî hayat ihtiyaçları, sormak lüzumunu hissettirmemişti. Bu bakımdan Peygamberimizin yapmış olduğu tefsirin azlığına işaret edilebilir.
Hz. Peygamberin tefsir örneklerini çıkarmak için müracaat edeceğimiz ilk kaynak hadis mecmuaları olacaktır. Biz sadece örnek olsun diye bir örnek vermekle yetineceğiz.
Adiyy b.Hatem tarikiyle gelen haberlerde Fatiha suresinin son ayeti (Gazaba uğrayanlar ve sapıtanlar) genel gelmiş. Efendimiz(s.a.v.) ise onu Yahudiler ve Hıristiyanlar ile hususileştirmiştir. ‘’Bu Kur’ânî tesbit Allah Rasulü’nün dilinden de bize kadar gelmiştir.’’[1]
Hadisin resmi olarak tedvinini Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar götüren bilimler tarihi uzmanları, bu resmi tedvin faaliyeti öncesinde Hz Peygamber döneminde muvakkat olarak hadisin yazılmasını kısıtlayan vahiy elçisinin kendi sözlerinin Kur’ân’la karışması endişesinden dolayı bu tutumunu bir zaman sonra kaldırmıştır. Burdaki kastımız mecmualar halinde kaleme alınmış hadis fasiküllerinden farklı olarak Hamidullah Hoca’nın da bahsettiği üzere Hz. Peygamber döneminde hadis üç suretle yazılmıştır: 1- Peygamber Aleyhisselamın emriyle yazılan resmi vesikalar. 2- Peygamberin emriyle yazılmış olan gayri resmi vesikalar. 3- Asri nebevi de sahabenin yazdıkları yazılar. Resmi vesikaların tahririne hicretten önce aşlandığı görülmektedir. Müslümanların Habeşistan’a hicretlerinde Kral Neçaşi’ye verilmek üzere yazdığı mektup bu vesikalardan biridir.[1] Peygamberin emriyle yazılan gayr-i resmi vesikalar meyanında şunu zikretmek mümkündür. Buhari der ki: ‘’Peygamber (s.a.v) Mekke’nin fethinde irad ettiği mühim nutku, Ebu-Şâh adındaki Yemenli bir Müslüman dinlemiş ve Peygamberden o nutkun yazılarak kendisine verilmesini istemişti. Peygamberin emriyle adamın arzusu yerine getirildi.’’[2]
Sahâbenin çoğu ise rivayet ettikleri hadisleri bizzat kendileri kaleme almışlardır. Onlardan ancak bir kısmının isimlerini zikretmekle iktifa edeceğiz.
Tirmizî, Sa’d b. ‘Ubâde el- Ensârî’nin Rasûllullâh (s.a.v.)’in bazı hadis ve sünnetlerini topladığı bir sahifesi bulunduğunu rivayet etmektedir. Sa’d b. ‘Ubâde’nin oğlu, bu sahifeden hadis rivayet ederdi. Buhârî, bu sahifenin, Abdullah b. Ebî Evfâ’ın sahifesinin bir nüshası olduğunu söylemektedir.
Semure . Cündeb (v. 60) büyük bir nüshada birçok hadîs toplamıştır. Bu nüsha kendisine intikla eden oğlu Süleyman da onu babasından rivâyet etmiştir.
Câbir b. Abdillâh’ın (v. 78) da bir sahifesi vardır. Müslim Sahîh’in de bu sahîfenin hac menâsik-i hakkında olduğunu söyler.
Asr-ı Sâadette yazılan sahîfelerin en meşhûru, Abdullah b.’Amr b. ‘Âs’ın (v.65) bizzat Rasûllullâh (s.a.v.)’den yazarak topladığı Sahîfe-i sadıka’dır. İbnu’l Esîr’in söylediğine göre bu sahîfede bin hadis-i şerif bulunmaktadır.[1]
SAHABENİN TEFSİRDEKİ YERİ
Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Sahabeyi tefsir sahasında iki şey yükseltiyordu. Birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi ise hadise ve sebepleri müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, kısacası sebebi- nüzule vakıf olmaları idi. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.) vefat edince insan olmanın doğal akışı ile kendilerini kuşatan siyasi ve ekonomik olayların etkisinde kalarak bir ihtilafın içine düşmüşlerdir. Topladıkları bilgi malzemesi, adetlere vukufiyetleri, anlayıştaki başkalığı da beraberinde getirmiştir. Sahabe de Kur’ân-ı akli seviyeleri ve kültürleri itibariyle anlıyorlardı. Sahabenin hepsi Kur’ân’ı anlıyordu demek, bir dili bilenlerin o dilde yazılmış ilmi eserleri anlarlar demek gibi bir şeydir. Bir eseri anlamak için, o eserin dilini bilmek kâfi gelmez, aynı zamanda aklen ve kültür bakımından o kitabın kültür seviyesine yükselmek lazım gelir. Bu sebeple de Hz. Peygamberin sürekli yanında bulunanlar, diğerlerine nispetle bilgi yönünden üstün konuma geçmişlerdi.
BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulunduğunu görmekteyiz. Bunlar;
1-Kur’ân-ı Kerim,
2- Hz. Peygamber,
3-İctihâd ve re’y,
4-Diğer İlâhi Kitablar ve Ehl-i Kitaba Müracaat
SAHABENİN TEFSİRDEKİ METODU
Sahabe Kur’ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamberden işitmek suretiyle veya içtihatlarıyla yapmışlardır. Bu şekilde sahabe, İslâm'ın daha iyi anlaşılabilmesi ve İslâm'ı yabancılara daha iyi anlatabilmeleri için, Kur’ân’dan yaptıkları tefsirlerde, kendilerinden sonra gelenlere büyük hizmetler yapmış ve kendilerinden sonra gelenlere örnek olmuşlardı. Yaptıkları gerçekçi tefsirlerle, inananların batıl yollara sürüklenmelerine mani olmuşlardır. İbn Haldun aksini iddia etse de[1] sahabelerin hepsi aynı derecede değildi, nitekim aralarında anlayış ve idrak farkları olması tabii idi. Sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve âdetlere vukufları bakımından anlayışları başka başka olabilirdi. Bunlar daha ziyade, ilmî derecelerindeki farklılık ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. İlmî bakımdan aralarında büyük farklılıklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsavi değillerdi. Bazısı bazısından daha cesur, bazısı daha kerim, bazısı ise daha âlimdi. Bu şekilde farklı akliyata sahip olan sahabenin, kendi dil ve üslupları ile nazil olmuş olan Kur'ân'ı anlayışları aynı olamazdı. Dolayısıyla sahabelerin hepsi tefsir ile meşgul olmamış, bilakis bu işle belli bir kesim ön plana çıkmış ve diğerleri müşkil buldukları hususları onlardan öğrenmişlerdir.
Sahabe Arasında Tefsir İlminde Meşhur Olmuş Olanlar
Sahabe arasında tefsir sahasında şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbas, Ebû Musa el-Eş’arî, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr.
Abdullah b. Abbas ve Tefsirdeki Yeri
Bahru’l-İlim, hibr, tercümanu’l-Kur’an vasfını kazanmış olan bu sahabî, Allah’ın Onu dinde fakih kılması ve te’vili öğretmesine dair Peygamberimizin duasına mahzar olmuştur. Hz. Peygamberin vefatı esnasında 13 veya 15 yaşlarında olduğu söylenir. İdarî işlerde pek fazla bulunmamıştır. Abdullah b. Selam ve Ka’bu’l-Ahbar’dan bol bol rivayette bulunmuştur. Abdullah b. Mes’ud kendisinin ‘’Tercümanu’l-Kur’ân’’ olduğunu söylemiştir. Bir ilim medresesi kurmuş olan Abdullah b. Abbas’ın birçok kitaplara sahip olduğunu kaynaklarımızda yazılı olan rivayetlerden biliyoruz. Abdullah b. Abbas, Kur’ân tefsirine ait haberleri ya Peygamberimizden veya sahabeden işitmek veyahut yabancı kültürlerden aldığı malzeme ile ictihadda bulunarak nakletmiştir. Abdullah b. Abbas sahabe içinde temayüz etmiş bir şahsiyet olduğu için onun adına uydurulmuş rivayetler de bulunmaktadır. İmam Şafii “İbni Abbas’tan bize tefsire dair yüz kadar hadisten başka bir şey gelmemiştir.” diyerek bu konuda dikkatli olunması gereğine dikkat çekmiştir.
Abdullah b. Mes’ud ve Tefsirdeki Yeri
Bu sahada Abdullah b. Abbas’tan sonra ilk akla gelen sahabe odur. Hz. Peygamberin yanına izinsiz olarak girebilme müsaadesi olan yegâne sahabe olması hasebiyle, birçok âyetlerin tefsirini Hz. Peygamberden işitmiştir. Abdullah b. Mes’ud, Irak tefsir medresesinin temelini atan şahsiyettir. Tefsirde rey’e ehemmiyet vermiştir. Peygamberimiz onun Kur’ân okuyuşunu dinlerdi. Yine bu zat müşriklere karşı cehren ilk Kur’ân okuyan kimsedir. Kur’ân nüshasında tefsir kabilinden bazı ilaveler vardır ki bunlar kendinden sonrakilerin fikir hayatında hayli etkili olmuştur. Fıkıh, lügat ve kıraat ilimlerinde de kendisi bir melce idi. Talebesi Mesruk, hocası hakkında “Abdullah bize evvela bir sureyi okur sonra da bu sureyi bütün gün tefsir ederdi.” demektedir. Abdullah b. Mes’ud müteşabih âyetler hakkında, te’vil yolunu kabul edenlerdendir.
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması Müslümanların Kur’ân’a daha sıkı sarılarak bilgiyi düzenli hale getirmelerini gerekli kılmıştır. Tabiin döneminde ilmî sahada daha çok öne çıkan kimseler mevalidir, çünkü İslâma yeni giren milletlerin İslâmı öğrenmeye olan arzuları ve Arapların, ilim ve idarecilikle uğraşmayı bir eksiklik gördükleri için bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında temayüz eden şahısların Arap olmadıkları görülür. Bunlara umumi bir isim olarak mevali denmiştir. Bunların İslâmî ilimlerdeki rolü küçümsenmeyecek kadar büyüktür ve bu mevalinin durumu, efendilerinin cemiyetteki durumuna bağlı idi. Tüccar olan sababinin mevlası tüccar, âlim olan sahabinin mevlası ise âlim idi.
Abadile (Abdullah b. Abbas, Abdullah b. ez-Zübeyr, Abdullah b. Amr b. As, Abdullah b. Ömer) vefat ettikten sonra fıkıh bütün beldelerde mevalide idi. Mevali doğal bir sonuç olarak tefsirlerine kendi kültürlerini de katmışlardır Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat etmişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fertler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurefeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.
Re'y ile tefsir faaliyeti, sahabe devrinde mevcut olsa da, Tabiinler devrinde, âyetleri kendi rey’leri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. Re'y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıklarını teyit için, Kur'ân'daki tedebbür âyetlerine ve Hz. Peygamberin sözlerine istinat ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak olsaydı, dini ahkâmın pek çoğunun batıl olması gerekliliğini savundular.
Tefsir Medreseleri ve Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirler
1-Mekke Medresesi: Kurucusu Abdullah b. Abbas olup birçok meşhur tabiûn bu okuldan ilim almıştır. İbn Abbas öğrencilerine Allahın ayetlerini tefsir eder, müşkillerini açıklığa kavuştururdu. İbn teymiyye “tefsirde insanların en âlimi olanlar Mekke ehlidir.” dediği rivayet edilir. Öğrencileri arasından üç tanesi öne çıkmıştır. Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime.
2-Medine Medresesi: Kurucusu vahiy kâtibi ve sahabenin arasında Kur’ân konusunda ki bilgisiyle temayüz etmiş, Übeyy b. Kab’dir. En meşhur öğrencileri, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem’dir.
3-Irak Medresesi: Bu medresenin kurucusu Abdullah b. Mes’ud’dur. İbn Mesud Kûfe’de uzun süre kalmış ve şer’i bir delilin bulunmadığı durumlarda re’y ve kıyasa başvurma metodunu geliştirmiştir. Irak bölgesinin Hicaz’dan farklı proplemleri olan bir yer olmasından dolayı rey ve içtihada daha çok başvurma gerktiğinden bu ameliye diğer yerlere nispetle daha çok olmuştur. Bundan dolayıdır ki diğer yerlerde de re’ye başvurulduğu halde burası ehli re’y olarak meşhur olmuştur. Bu okulun en meşhur öğrencileri, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.[1]
İslâm hukukunun oluşum süreci ile ilgili olarak Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde hazırlık safhasının tamanlandığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı; mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. İslâm hukukunun dönemlendirilmesi ise bu sürecin aşamalarını göstermektedir. Dönemler belirlenirken kimi yazarlar siyasi iktidarı esas alarak Hz. Peygamber-Emeviler-Abbasiler şeklinde bir sınıflandırma yapmışlardır. Kimileri fıkhı canlı bir organizmaya benzeterek doğuş, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık dönemlerinden söz etmişlerdir. Üçüncü bir yaklaşım olarak hukukun oluşumunda etki eden kadrodan hareketle Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar şeklinde bir çizgi takip etmek mümkündür. Müctehid imamlar sonrasındaki dönem, literatürde genelde, “taklid dönemi” olarak nitelenmekte, bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma ve uyanış dönemi” adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde etkili olan kadrolardan hareketle “Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar-mezhep merkezli dönem kanunlaştırma hareketleri ve yeni dönem” şeklinde bir sıralama takip edeceğiz.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ
Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun durumunu ele alırken Mekke ve Medine safhalarının özelliklerini göz önüne almak gerekmektedir. Mekke’de geçen hicretten önceki on üç yıl zarfında tebliğ edilen esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği, Peygamberlik müessesesi, Ahiret hayatı gibi temel inanç ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Bunun yanında prensip olarak temel ahlak esasları üzerinde durulmuş, ancak bunları müeyyideye bağlayan ayrıntılı hükümler henüz getirilmemişti. Mekke dönemindeki tebliğ sürecinin, insanları inanç ve ahlak bakımından belli bir düzeye getirerek, daha sonra emredilecek somut ve ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek bir motivasyon sağlama gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan Hz. Aişe’nin (ö. 58/678) ilk inen ayetlerin Cennet ve Cehennem motifleri taşıdığı, daha sonra helal ve haramla ilgili ayetlerin geldiğine ilişkin tespiti önemlidir. Hz. Aişe’nin değerlendirmesine göre, fertleri hazırlamadan ilk etapta içkiyi ya da zinayı terk etmek emredilseydi, insanlar bu emirlere direnç gösterirlerdi (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6). Ayrıca Müslümanların Mekke’de sosyal ve siyasal ağırlığı bulunmayan bir azınlık konumunda olmaları da, hukuki yükümlülüklerle sorumlu tutulmalarına elverişli değildi. Bu bağlamda somut hükümlerin Medine döneminde söz konusu olmaya başladığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in hicretinden sonra Müslümanlar, Medine’de şehrin yönetimi üzerinde etkisi olan bir topluluk haline geldiler. Medine’de yaşayan bütün grupların iştirakiyle, hak ve sorumlulukları belirleyen ortak bir belge (Medine Vesikası) tanzim edilerek Hz. Peygamber’in etrafında bir nevi siyasal bir teşkilatlanma meydana getirildi. Bu aşamadan sonra hukuki hükümlerin vaz edilme ve uygulanma imkânı ortaya çıkmıştır. Zira sosyal olgu boyutundan hareket edildiğinde bir kurala hukukiliğini kazandıran niteliğin, o kuralı uygulatacak, ihlali halinde yaptırıma tabi tutacak bir iktidarın mevcudiyeti olduğu açıktır. Müslümanlar böyle bir iktidar yapısına Medine döneminde sahip olmuşlardır. Nitekim bu dönemde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı hükümlerin yanı sıra evlenme, boşanma, velayet, miras, ticari hayat, akitler ve borç ilişkileri, haksız fiiller, cezalar, muhakeme (yargılama) usulü, savaş ve barışla ilgili kurallar vb. sosyal hayatın hemen her alanını düzenleyen kurallar vazedilmiştir. Bu süreç Hz. Peygamber’in vefatına kadar sürmüştür.
Bu Dönemde Hukukun Kaynakları
Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun temel kaynağı vahiydir. Dolayısıyla İslâm Hukuku’nun ilk kaynağını Kur’ân, fıkıh terminolojisindeki ifadesiyle Kitâb oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in Sünnet’i yer almaktadır. Sünnet, Hz. Peygamber’in ahkâm ayetlerinin anlaşılması ve uygulanması ile ilgili söz, eylem ve onaylamalarını içerdiği gibi, Kur’ân’da temas edilmeyen konuları hükme bağlayan tasarruflarını da kapsamaktadır. İslâm hukuku terminolojisinde, Kitâb ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nass terimi de kullanılmaktadır. Bu anlamda kullanılan nass teriminin yanında İslâm Hukuku’nun kaynaklarını ifade etmek için kullanılan diğer temel terim ise ictihaddır. Hz. Peygamber döneminde ictihadın bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımadığı görülmektedir. Zira Hz. Peygamber’in ictihadında iki ihtimal söz konusudur. Eğer ulaşılan çözüm ilahi iradeye uygun değilse, vahiy aracılığıyla meselenin hükmü belirtilmekte ve konu açıklığa kavuşturulmaktadır. Nitekim zıhâr olayıyla ilgili kendisine getirilen meselede toplumda yerleşik telakkiye uygun olarak evlilik birliğinin sona erdiği yönünde görüş beyan etmiş, ancak Mücadele süresinin ilk dört ayeti ile bu durumun evlilik bağını sona erdirmediği, yalnızca keffâret gerektirdiği hükme bağlanmıştır. Eğer Hz. Peygamber’in benimsediği çözüm ilahi iradeye uygunsa herhangi bir müdahale söz konusu olmamakta, bu durum da zımnî bir onay şeklinde değerlendirilmektedir. Hz. Peygamber döneminde sahabenin yaptığı ictihad ise ancak onun onayından geçtiği takdirde geçerli kabul edilmekteydi. Bu dönemde sahabenin ictihadı daha ziyade, Hz. Peygamber tarafından çeşitli bölgelere görevlendirilmeleriyle gündeme gelmiştir. Yemen’e gönderilen Muaz b. Cebel ile Hz. Peygamber arasında geçen diyalog konuyla ilgili önemli bir veridir. Karşılaştığı meselenin hükmünü Kur’ân ve Sünnet’te bulamazsa ne yapacağı sorusuna Muaz, ictihad ederek meseleyi çözümsüz bırakmayacağı cevabını vermiş, Hz. Peygamber de bu tavırdan duyduğu hoşnutluğu dile getirmiştir. Görüldüğü üzere ictihad eğer Hz. Peygamber tarafından yapılmışsa geçerliliğini vahyin onayından; eğer sahabe tarafından yapılmışsa geçerliliğini Hz. Peygamber’in onayından almakta, bağımsız bir hukuk kaynağı niteliği taşımamaktadır. Vahyin doğrudan olaylara çözüm getirebildiği bir dönemde gerek Hz. Peygamber’in gerekse sahabenin ictihadının gündeme gelmesi, sahabe kuşağını Hz. Peygamber sonrası döneme hazırlama işlevi görmüştür. Sahabe nesli problemlere çözüm getirmek için ictihad edileceğini, sonuçta bazen hata bazen de isabet edileceğini Hz. Peygamber’in sağlığında uygulamalı olarak öğrenmiştir. Bazı usûl alimleri Hz. Peygamber döneminde İslam öncesi döneme ait örflerinde bir hukuk kaynağı niteliği taşıdığını ileri sürmektedir. Ancak bunların geçerliliği Hz. Peygamber tarafından onaylanmalarıyla mümkün olmuştur ve meşruiyet açısından sünnete dayanmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber döneminde İslâm öncesi örflerin bir hukuk kaynağı olduğunu ileri sürmek, doğru bir yaklaşım değildir. Sonuç olarak Hz. Peygamber döneminde İslâm hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitâb ve Sünnet.
SAHABE DÖNEMİ
İslâm hukukunun oluşum süreci açısından sahabe döneminden bahsettiğimizde, dört halife dönemini ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Özellikle ilk iki halife dönemindeki uygulamalar, İslâm hukuk düşüncesinin gelişimi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644) dönemlerinde ictihad niteliğine haiz olan sahabilerin çoğunlukla Medine’de bulunması, bazı konularda istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını kolaylaştırmıştır. Hatta bu konuya ayrı önem verdiği anlaşılan Hz. Ömer’in belli başlı hukukçu sahabileri Medine’de ikamete mecbur tuttuğuna dair rivayetler de vardır. Daha sonraki dönemlerde ise çeşitli bölgelere yerleşen sahabiler sahip oldukları nass birikimi ve ictihad misyonunu kendilerine öğrencilik eden tabiûn nesli hukukçularına aktarmışlardır. Daha sonraki aşamalarda muhtelif bölgelerde belirli fakih sahabileri üstad olarak kabul eden ekolleşmeler görülecektir. Bu anlamda çeşitli bölgelerde farklı sahabilerin öne çıktığı görülmektedir. Örnek olarak Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih sahabiler gerek fetva hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.
Sahabe Döneminde Hukukun Kaynakları
Sahabe döneminde hukukun ilk kaynağını doğal olarak nasslar, yani Kitâb ve Sünnet oluşturuyordu. Hukuki bir mesele ile karşılaşan sahabinin ilk araştırdığı nokta konuyla ilgili bir nassın olup olmadığıydı. Konuyla ilgili nassa ulaşılamadığında meselenin çözümü için ictihad yapılıyordu. Hz. Peygamber döneminin aksine, sahabe zamanında ictihad bağımsız bir hukuk kaynağı olarak nassların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla sahabe döneminde İslâm hukukunun üç kaynağından bahsedebiliyoruz: Kitâb, Sünnet ve ictihad. Hz. Ebu Bekir ve Ömer devrindeki uygulamayı aktaran rivayetlere göre bu iki halife, konuyla ilgili nassa ulaşamadıkları zaman diğer fakih sahabilere Hz. Peygamber’in meseleye açıklık getiren bir hükmü olup olmadığını sorarlardı. Bu yolla da nakli bir bilgiye ulaşılamazsa ileri gelen hukukçu sahabilerle bir araya gelerek meseleye çözüm getirirlerdi. Önde gelen sahabilerin bir araya toplanılarak atılacak adımlar ve alınacak kararlar konusunda onların görüşlerinin alınması “şûrâ”dır. İctihaddan farklı olarak danışma esasına dayanır. Devlet yöneticilerinin önde gelen sahabileri toplayarak onların görüşlerini alması, teknik anlamda ictihad olarak nitelendirmek pek doğru olmaz. Belki, danışma temeline oturan bir tür ictihad faaliyeti olarak değerlendirmek mümkündür. Eğer fakih sahabilerin hepsi toplanmışsa veya şura kararı açıklandıktan sonra bir muhalefet söz konusu olmamışsa, bu şekilde ulaşılan sonuçlar, daha sonraki döneme sahabenin icmâı şeklinde yansımıştır. Bu durum daha çok ilk iki halife dönemi için söz konusudur. Sonraki periyotta çeşitli İslâm ülkelerine dağılan sahabilerin bireysel ictihadları görülmektedir. Kimi usûl alimleri, sahabe döneminde gerçekleşen şura faaliyetini icmâ şeklinde niteleyerek bu dönemde hukukun dört kaynağı olduğunu ileri sürmektedir. Ancak sahabe dönemindeki olgu, usul literatüründe çerçevesi çizilen icmâ kavramıyla tam olarak örtüşmemektedir. Burada karşıt görüşe sahip bazı sahabiler olsa bile, çoğunluğun bir konuda ittifaka varması söz konusudur. Ayrıca bu görüş birliğinin kaynak olarak algılanması sahabeden ziyade, sonraki kuşaklarda kendisini göstermektedir.
TABİÛN DÖNEMİ
Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın dönemini ifade etmektedir. Bu dönemin önemli bir bölümü Emeviler’in iktidarda olduğu zaman dilimine tekabül ettiği için, kimi düşünürlerce “Emeviler Dönemi” olarak da adlandırılmıştır. İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok insanın İslâm’la tanışması tabiûn döneminde fıkhi faaliyetin canlı bir şekilde icra edilmesinin sebepleri arasında yer almaktadır. Zira yeni Müslüman olanlara İslâm dininin uygulamaya yönelik boyutlarını öğretmek fıkıh disiplini çerçevesinde gerçekleşmektedir. Muhtemelen, İslâm dininin emirlerini öğrenmek, bu arada Müslüman toplum arasında statü edinebilmek gibi saiklerle çok sayıda Arap asıllı olmayan mühtedinin fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir. Nitekim tabiûn dönemi fıkıh hareketleri içerisinde “mevâlî” adı verilen, Arap kökenli olmayan alimler önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde sahabe neslinin öğrencisi olan hukukçular, hocalarından aldıkları birikim ve nosyonla İslam hukuku çalışmalarını sürdürmüştür. Dolayısıyla çeşitli bölgelerde hukuki faaliyeti yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiûn nesline mensup öğrencileri üstlenmiştir. Bu bağlamda Medine’de Said b. Müseyyib (ö. 94/712), Mekke’de Atâ (ö. 114/732) ve İkrime (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr (ö. 95/714) ilk akla gelen isimler içerisinde yer almaktadır. Emevilerin dini hassasiyet ve ilim adamları ile –nispeten- mesafeli olan durumu, İslâm hukuku alanındaki faaliyetlerin tamamen hukukçuların şahsi gayret ve inisiyatifi ile yürümesine zemin hazırlamıştır.
Tabiûn Döneminde Hukukun Kaynakları
Tabiûn döneminde de sahabe döneminde olduğu gibi Kitâb, Sünnet ve ictihad hukukun ana kaynaklarını teşkil ediyordu. Bunların yanında tabiûn dönemi hukukçuları için, sahabe dönemi hukukçularının ictihad ve fetvaları da bir hukuk kaynağı niteliği taşıyordu. Tabiûn döneminde yaşayan bir hukukçu, karşılaştığı problemle alakalı Kitâb ya da Sünnet’te bir çözüm buluyorsa bunu uyguluyordu. Bulamadığı durumda kaynak olarak sahabenin görüşlerine başvuruyordu. Sahabenin konuyla ilgili görüş birliği mevcutsa bu uygulanıyordu. Kimi yazarlara göre bu durumu, bir çeşit icmâ algısı olarak nitelemek mümkündür. Konuyla ilgili farklı sahabi ictihadları varsa bunlar arasında tercih yapılıyordu. Sahabe kavlinin, tabiûn dönemi hukukçuları için Kitâb ve Sünnet nasslarının yanında naklî bir delil olarak algılandığı, bir nevi sünnet şeklinde telakki edildiği anlaşılmaktadır. Sahebe hukukçularının da görüş bildirmediği hususlarda tabiûn dönemi hukukçuları, ictihad ediyordu. Dolayısıyla tabiûn döneminde İslâm Hukuku’nun kaynaklarını şöyle sıralamak mümkündür: Kitâb, Sünnet, sahabenin şûrâ /istişare temelli kararları (sahabe icmâı), sahabenin ihtilafları ve genel olarak ictihad (re’y).
Tabiûn döneminde İslâm hukukunun tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli özellik, hukuk alanında ekolleşmlerin ortaya çıkması, “Hicaz ve Irak Ekolleri” ya da “Hadis ve Re’y Ekolleri” adıyla anılan akımların tarih sahnesinde yerini almasıdır.
Hukuk Ekolleri: Hicaz-Irak ya da Hadis-Re’y Ekolleri
İslâm hukuk tarihi ile ilgili literatürde tartışma konusu olan hususların başında, ayırıcı kriterlerinin ve kapsamlarının belirlenmesi itibarıyla hukuk ekollerinin durumu gelmektedir. Kimi bilim tarihçileri tabiûn döneminin başlangıcında çevre ve hoca farkına bağlı olarak Hicaz ve Irak Ekolleri’nin oluştuğunu; Tabiûn döneminin sonlarında ise metodolojik ihtilaflara bağlı olarak Hicaz Ekolü içerisinden Hadis Ekolü, Irak Ekolü içerisinden ise Re’y Ekolü’nün çıktığını ileri sürmektedir. Bu bağlamda ekoller içerisinde bir ayırıma giderek “mutedil” ve “müfrit” re’y ve hadis taraftarlarından bahsedildiği de görülmektedir. Çoğu yazar ise, Hicaz ve Hadis Ekolleri ile Irak ve Re’y Ekolleri arasında bir yakınlık hatta aynılık görmektedirler. Ancak coğrafi mekan farkının çok kapsayıcı bir kriter olmamasından dolayı Hadis Ekolü ile özdeşleştirilen Hicaz’da Rebîa b. Ebî Abdirrahman (Rebîatü’r-re’y) (ö. 136/753) gibi re’yci fıkıhçıların, rey’ciliğin beşiği olan Irak’ta ise Şa’bî (ö. 110/728) gibi hadis ehli fıkıhçıların bulunduğu dikkatten kaçmamaktadır. Bu durum ise “yoğunluk farkı” gerekçesiyle açıklanmaya çalışılmıştır. Hukuk ekolleri konusunu, literatürdeki genel kabullere bağlı kalmak suretiyle, şu şekilde özetlemek mümkündür: Hicaz müctehidlerinin çoğunu hadis ehli, Irak müctehidlerinin çoğunu re’y ehli içerisinde değerlendirmek mümkündür. Bu re’ycilerin hadisi hiç kullanmadıkları, ya da hadisçilerin asla re’yle ictihad etmedikleri anlamına gelmemektedir. Her iki grup da hadisin bağlayıcı bir hukuk kaynağı olduğu, ictihad ve re’yin de nass bulunmayan konularda kullanıldığında anlaşmaktadır. Ancak re’y ehli olan fıkıhçılar, nassların akılla anlaşılabilir illetlere dayandığını ve insanların maslahatını gerçekleştirmeyi hedeflediğini düşünmektedir. Naslara bu bakış açısıyla yaklaştıklarından nass bulunmayan yerde re’ylerini kullanarak ictihad etmekten kaçınmazlardı. Bazen nasslardan elde ettikleri prensipleri uygular, bu prensiplerin diğer nassların zahiri (literal) anlamı ile çatışmasında bir sakınca görmezlerdi. Bundan dolayı re’y ictihadını geniş bir çerçevede kullanmışlar ve birçok meseleyi karara bağlamışlardır. Buna karşın hadis taraftarı kapsamında değerlendirilen alimler, bütün çabalarını hadislerin ve sahabe fetvalarının ezberlenip anlaşılmasında yoğunlaştırmışlardır. Bunların fıkhi uygulamaları bu nakle dayalı malzemenin anlaşılması ve sonradan çıkan olaylara tatbiki ile sınırlı kalmıştır. Nassın uygulanması, makul olmayan sonuçlar verse de bunda bir sakınca görmemektedirler. Bu tutumları dolayısıyla re’yle ictihad etmekten kaçınırlar, zorlayıcı bir durumla karşılaşmadıkça buna yanaşmazlardı.
Tabiûn döneminde ana çizgiler şeklinde görülen ekolleşme, bir sonraki dönemde belli hukukçular etrafında teşekkül eden, “mezhep” adı altında ifade edilen yeni bir yapılanma ile farklı bir boyut kazanmıştır. Ancak bu dönemde de mezheplerin re’y ya da hadis ekolleri ile ilişkilendirilmesi problemi karşımıza çıkmaktadır. Kurucu hukukçulardan Ebu Hanife’nin (ö. 150/767) re’y ehli, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) hadis ehli olduğu noktasında neredeyse görüş birliğine ulaşılmıştır. Ancak diğer müctehid imamların hangi tarafta yer aldığıkonusunda farklı yaklaşımlar mevcuttur. Bu bağlamda, belli bir dönemitibarıyla, “re’y ehli” nitelemesinin fıkhi yaklaşım tarzının dışındaki bazı eğilimler için yergi amaçlı kullanıldığı dikkatten kaçmamalıdır. Nitekim kimi kelâmî gruplar, eleştirilen görüşleri nedeniyle “re’y ehli” olarak nitelenmiştir. Birtakım sosyal ve siyasal problemler sonucu geriye dönük olarak inşa edilen “re’y aleyhtarı söylem”, fıkıh düzleminde de Ebu Hanife ve Hanefileri hedef almıştır. Ancak mezheplerin yerleşip birbirleriyle ilişkilerinin geliştiği, “dört
mezhep” olgusunun yerleştiği dönemde “re’y ehli” tabiri olumsuz içerikten sıyrılmış, bu ekole nispet edilen Hanefiler de “hadis ehli” kökenli olduğu ifade edilen mezheplerle aynı muteberliğe sahip bir hukuki eğilim olarak kabul görmüştür.MÜCTEHİD İMAMLAR DÖNEMİ
Müctehid imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan zaman dilimi kastedilmektedir. İslam hukukunun oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere sahne olan bu dönem için “fıkhın altın çağı”, “tedvin dönemi” gibi nitelemeler de kullanılmaktadır.
Müctehid İmamlar Döneminde Hukukun Kaynakları
Bu dönemde de Kitâb ve Sünnet hukukun temel kaynaklarını teşkil etmiştir. Bunun yanında sahabenin ittifak halinde oldukları ictihadları (sahabe icmâı), sahabenin bireysel ictihadları, hukukun kaynakları içerisinde yer almaktadır. Re’y ictihadı ise sistemleştirilerek kıyas, istihsan, ıstıslah (maslahat) gibi kısımlar halinde incelenmiş, her bir bölümün kaynak değeri ayrıca ele alınmıştır. Aynı şekilde sünnet malzemesinin tespit ve değerlendirilmesi ile ilgili farklı kriterler de söz konusudur. Fıkhın tedvin edilmesi bu dönemin diğer bir önemli özelliğidir. Bilindiği üzere sahabe döneminde Kur’ân bir metin haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Sahabe neslinden itibaren bireysel anlamda hadis ve fıkıh malzemesini yazıya geçirenler olduğuna dair nakiller vardır. İlk dönemlere dayalı olarak bazı hukuki içerikli talimatname ve mektuplar da rivayet edilmiştir. Ancak fıkhi malzemenin gerçek anlamda yazılı kaynaklarda derlenip sistematik bir şekilde tedvin edilmesi müctehid imamlar döneminde gerçekleşmiştir. Görüldüğü üzere bu dönemde mezhep yapılanması ve tedvin olayı, birbirini besleyen iki olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Tedvin bağlamında dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus, ortaya konan ictihadların naslarla bağlantısını göstermek ve sistematik tutarlılığını ortaya koymak amacı taşıyan fıkıh usûlü disiplininin tedvinine de bu dönemde başlanmasıdır. Şâfiî’nin (ö. 204/819) er-Risâle adlı eseri halen bu literatürün bize ulaşan ilk örneği ya da habercisi olarak kabul görmektedir. Ancak fıkıh usulü alanında tüm konuları ihtiva eden, terminolojinin yerleşmiş olduğu eserler de hicri IV. asrın başlarında, mezhep yapılanmasının tamamlanıp kurumsallaştığı dönemle eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır.[1]
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Verdiğimiz bu tarihi bilgilerin ışığında Hadis ilminin materyal anlamında veri olarak kaleme alınışı ve yazıya aktarımı tefsir ve fıkıh ilimlerini öncelediği kesindir. Ancak bununla beraber tefsir ilmine ait rivayetlerin hadis gibi sıkı bir tenkide tabi tutulmadığını da biliyoruz. Kanaatimce bunu Kur’ân’ın kendi metninin Cenâb-ı Hakk tarafından korunma altına alınmış olması ve Hıfz-ı İlâhi’nin Kur’ân etrafındaki rivayetler için böylesi olağan bir çaba için insanlığı is’timal etmemiş olmasını tabii olarak görmek gerekir. Sadece bu rivayetlerin yazılıp aktarılması yeterliydi. Bu konuda İmam İbn Cerir et-Taberî’nin gayret ve çalışmasını hayırla yâd etmek gerekir. Hadislerin tedvini ise doğrudan Allah tarafından korunma altına alınmamış olması bu mirasın sahipleri olan Müslümanlar tarafından artı bir çaba gerekiyordu. Bütün bir gayretin harcanması sonucu sadece bu ümmete has olarak ‘’isnad’’ ilmi gelişmiş oldu. Delil olarak hadis külliyatı ve onunla ilgili kaleme alınmış eserler buna şahittir. Hadisin Külliyatının bu itibarla tefsir ve fıkha ilişkin rivayetleri içermesi itibariyle her disiplinden önce yazılmıştır. Tefsirinde Kur’ân’a ilşikin anlam faaliyeti olduğundan zamansal olarak Hadis ilminden önce başlamıştır. Fıkha gelince tedvin aşamasını hicrî ikinci asrın sonu ve üçünçü asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış eserlerden anlıyoruz. Fıkıh bizim anlayışımızda Hz Peygamber (s.a.v.)’in yaşayan sünnetini temsil ettiği için vahyin hayata bakan her yönüyle irtibatlı olması sebebiyle nüzûl süreciyle beraber var olmuş bir disiplindir diyebiliriz.
[1] Fıkıh tarihine ait okumaları Abdülkerim Zeydân, el-Medhel li-Dirâseti’l Şeriati’l İslâmiyye, 11. Bsk, Müessesetü’l Risâle-Daru’l Beşâir, Beyrût-Ammân, 1990,s.91-150; Muhammed Huderî Bekk, Tarihu Teşriil İslâmî, 2. Bsk., Daru’l Ma’rife, Beyrût 1997, s.9-194.
[1] Bu bölüm şu gelecek eserlerden istifade edilerek hazırlanmıştır. Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l Müfessirûn,tashih ve müracaa: Ahmed ez-Zu’bî, Şeriketu Daru’l Erkam, Beyrut tsz, c.1, s.23-89;İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 22. Bsk., TDV Yayınları 2012, 210-289. Aynı müellif, Tefsir Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları (I-II), Ankara 1988, c.1, s.33-254.
[1] İbn Haldun Abdurrahman Muhammed, Mukaddime, (tahk. Muhammed el-İskenderanî), Daru’l Kitâbi’l Arabî, Beyrût 2005, s.406.
[1] Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları (Hadis Tarihi 1. Bölüm), (Çev.) Yaşar Kandemir, 9. Bsk., İFAV Yayınları, İstanbul 2010, s.18-21; Muhammed Hamidullah, a.g.m., s.2-3.
[1] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber Zamanında Hadisin Tedvini, (Çev.) Nafiz Danışman, AÜİF Dergisi,c.4/sy.3-4, Ankara 1955, s.1-2. (Kültür Matbaası, Ankara 1957).
[2]Buhari (Kitabul ilm:3, Bab Kitabetil ilm:39/ h.n:112) Bkz. Fethu’l Barî Bi Şerhi Sahihi’l Buharî, (tahk. Muhibiddin el-Hatib), 1. Bsk., Daru Reyyân, Kâhire 1986, c.1, s.284; Muhtasar Sahihi’l Buharî (Tecridis- Sarih), (tahk. Mustafa Dib el-Buğa), 1. Bsk., Daru’l Mustafa, Dımeşk 2011, s.3.;(Hadis no:92). İbn Mende ve Ebu Nuaym’ da bu hadisi eserlerinde tahric etmişler. Bunun için İbnu’l Esir el-Cezerî, Usdul Gabe, (tahk.Halil Me’mun Şeyhâ),1. Bsk., Daru!l Ma’rife, Beyrût 1997, c.5, s.5.
[1] Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’ân (Gerekçeli Meal-Tefsir), 13. Bsk., Düşün Yayıncılık, İstanbul 2012, s.66 (4.dipnot).
DOKTORA
ÖĞRENCİ NO:
13922714
Esbab-ı Nüzul I
2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir? Yazınız.
FIKIH TARİHİ VE DEVİRLERİ
Fıkıh Hz.
Peygamber (s.a.s.) zamanında doğmuş, zamanla tekâmül etmek suretiyle büyük bir
gelişme kaydetmiştir. Fıkıh'ın geçirdiği gelişim safhalarını kısaca izah
edeceğiz. Fıkıh ilminin geçirdiği gelişim safhaları şunlardır;
I. PEYGAMBER (s.a.s.) DEVRİ (VAHÎY DEVRİ)
2. SAHABE DEVRİ
3. TÂBİÛN DEVRİ
4. TEBEÜ'T-TÂBİÎN DEVRİ
(BÜYÜK MÜCTEHİD İMAMLAR DEVRİ)
5. TAKLİD DEVRİ
6. DURAKLAMA DEVRİ
7. KANUNLAŞTIRMA DEVRİ
I. HZ. PEYGAMBER DEVRİNE FIKIH
Bu devir,
Kur'an'm Peygamber'e vahyedildiği bir devirdir, özellikleri itibariyle bu
devreyi iki bölümde incelemek mümkündür.
1. Mekke devri (M. 600-622).
2. Medine devri (M. 622-632).
B. Bu Devirde Fıkhın Kaynakları: A. Kur'ân, B. Sünnet,.
C. Bu Devirde Fıkhın Mümeyyiz Vasıfları: A.
Tedrîc, B.
Kolaylık, C.
Nesih.
Bu devreye
"Hüîefa-i Râşidîn devri" "Fıkhın Gelişme Çağı" da denir. Bu
devir, Hz. Peygamberin vefatiyle başlar, hicri 40 senesine kadar devam eder.
Hz. Peygamber vefat edince ilâhi teşri de sona ermiştir. Hz. Peygamber,
sahabilerine "Size iki şey bırakıyorum; İkisine sarıldığınız müddetçe
sapıtmazsınız: Kur'-ân ve Nebi'nin Sünneti" buyurmuştur.
Dört halife
devrinde fetihler neticesinde İslam ülkesinin topraklan genişledi.
Müslümanlar, bir takım yeni hadiseler ile ve muhtelif örf-âdet, küitür, nizam
ve kendilerine has alışkanlıkları bulunan milletlerle karşı karşıya geldiler.
Hz. Ali'nin hilafeti esnasında önceleri siyasi' iken sonradan itikadı ve fıkhı
mezheb haline gelen Şiâ ve Hariciyye mezhebi doğdu.
A. Bu Devrede Fıkhın Kaynakları: Bu devrede
fıkıh'ın dört kaynağı vardı:
1. Kur'an, 2. Sünnet, 3. İcmâ, 4. Rey, İctihad.
Sahabiler,
Kur'an ve Sünnet'de hükmünü bulamadıkları meseleler için istişarede
bulunuyorlardı. Onlar, bazen bir meselede fikir birliğine varıyorlardı ve
ittifaklarına "icmâ" adı veriliyordu. Bazen de bir konuda görüş
birliği sağlanamıyordu. Her sahabînin o konuda fikri başka oluyordu. Reyiyle en
çok ictihâd-da bulunan sahâbiler şunlardır:
1. Hz. Ömer, 2. îbn
Mes'ûd, 3. Hz. Ali.
Rey ile az
ictihadda bulunan sahâbiler de şunlardır:
1. Abdullah b. Ömer, 2.
Abdullah b. Amr, 3. Abdullah b.
Zübeyr.
Bu devirde
nazarî fıkıh başlamamıştır. Hadiseler meydana gelince onların hükümleri
araştırılmıştır. Meydana gelmemiş bir hadisenin hükmüyle meşgul olunmamıştır.
Bu Devirde İhtilaflar Ve Sebepleri
Bu devirde
fıkhı ihtilaflar azdır. Bu ihtilâfların sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:
1. Kur'ân'la ilgili ihtilâflar:
Fakîh
sahâbiler, Kur'ân nasslarını anlayıp tefsir etmekte birbirlerinden farklı görüş
ve fikir ileri sürmüşlerdir. Mesela "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine
üç kur' beklerler" ayetinde geçen kuru kelimesini, İbn Mes'ûd hayız, Zeyd
b. Sabit ise tuhûr olarak tefsir etmişlerdir.
2. Sünnet'le ilgili
ihtilâflar:
Sahabe
devrinde, Sünnet tamamiyle tedvîn edilmemişti. Bazı sahabîlerin bir konuda
bildiği bir hadîsi, başka bir sahâbî bazen bilmiyordu. Hadis kendisine
ulaşmadığı için o konuda ictihadda bulunuyordu. Sünnet kendisine ulaştıktan
sonra da sünnete muhalif olan içtihadını değiştiriyordu.
3. Rey ile ilgili İhtilâflar:
Bu devirde,
fakîh sahabiler, hükmü nasslarla sabit olmayan meselelerin hükümlerini
çıkarmak üzere reye başvurmuşlar ve farklı metodlar takip ederek farklı
ictihadlarda bulunmuşlardır. Bazen kıyâs, bazen maslahat-ı mürsele, bazen
sedd-i zerâyi' veya başka usulleri kullanmışlardır.
Kur'ân-ı Kerim,
Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti esnasında bir mushaf haline getirildi. Hz. Osman
zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu,
devirde hadislerin büyük bir kısmı yazılı, az bir kısmı ise şifahî halde
bulunuyordu. Bu devrede de hadislerin ezberlenmesine önem veriliyordu. Rivayete
göre Hz. Ömer, sünnetin tamamen yazılıp tedvin edilmesini istemişse de, bu
fikrinden sonradan vazgeçmiştir.
Hz. Ömer, Hz.
Ali, Sa'd b. Ubâde gibi sahabilere ait not halinde bazı fikhî malzemenin
bulunduğu rivayet edilmiştir.
Bu devir,hicri
40 yılında başlar yani Emevî Devletinin
kuruluşundan başlar, hicri 132 yılına kadar devam eder.
A. Tâbiûn
Devrinde Fıkhın Kaynakları:
Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer'in hilâfetleri esnasında Sahâbîler, özellikle Medine şehrinde ikamet
ediyorlardı. Sahâbîler, bir zaruret bulunmadıkça bu şehirden çıkıp yeni
fethedilen şehirlere gitmiyorlar di. Hatta Hz, Ömer, Sahabe'nin Medine'den
ayrılmalarını yasaklamıştı. Bu sebeple bu devrede îcmâ kolay bir şekilde vuku
buluyordu. Hz, Osman zamanında durum değişti. Hz. Osman, Sahabilerin
Medine'den ayrılmalarına izin verdi. Her bölge halkı, kendi bölgelerine
yerleşen sahabîlere özel bir ilgi gösteriyor ve dini konularda onlardan fetva
soruyorlardı. Bu arada İlme meraklı genç öğrenciler, kendi bölgelerinde
bulunan sahabilerin ders halkalarına devam ediyor ve onların görüşlerini
öğrenip benimsiyorlardı.
Bu devirde
fıkhın kaynaklanrı şunlardı: 1. Kitâb, 2. Sünnet, 3. İcmâ, 4. Sahabe Kavli ve
Fetvaları, 5. Rey' (ictihâdü'r-Re'y).
Tâbiûn Devrinde Fıkhi Gelişmeler
Bu devirde
fıkhı gelişmeleri üç madde halinde Özetleyebiliriz:
a. Fıkıh sahasında
ihtilâfların devam etmesi,
b. Fıkıh sahasında tedvin
hareketlerinin başlaması,
c. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis
mekteplerinin ortaya çıkışı.
Ehli Rey Ve Ehli Hadis Mektepleri:
Bu devirde,
ehl-i rey ve ehl-i hadis mektepleri ortaya çıktı. Bilindiği gibi bu devirde
fakîhler iki kısma ayrılıyordu:
1. Ehl-i rey (Ehlü'r-Re'y).
;
2. Ehl-i hadis (ehlü-hadîs).
Ehl-i rey, Irak
bölgesinde, ehl-i hadis ise Hicaz bölgesinde ortaya çıktı. Çıktıkları bölge
itibariyle ehl-i rey'e, Irak Mektebi, ehli hadise de Hicaz mektebi adı verildi.
4. MÜCTEHİD İMAMLAR DEVRİNDE FIKIH:
Bu devir, hicri
132 yılından başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir
"fıkıhm yükseliş devri", "fıkhın altın devri", "tedvin
devri", müctehidler devri", "etbau't-tabiîn devri" olarak
da adlandırılır.
Bu devir
başlarında hilâfet Abbasilere geçti. Abbiseler, Emevi sülalesine çok sert
davrandı. Emevi sülalesinden Abdurrahman gizlice İspanya'ya giderek orda
Endülüs Emevî Devletini kurdu. Abbasi devleti çeşitli sebeplerle bölünerek,
bazı küçük devletler kuruldu. Bu devirde fıkıh sahasında büyük bir gelişme
kaydedilmiştir.
Bu Devirde Fıkhın Gelişme Sebebleri:
A. Abbasi halifelerinin din ilimlerine ve âlimlere gösterdikleri
yakın ilgi
C. İslam Ülkesinin Genişlemesi
D. Kabiliyetli Kişilerin
İslami İlimlerle Meşgul Olması
G. Fıkıh Mezheblerinin Ortaya Çıkışı
H . Fıkıh Istılahlarının Doğuşu
Bu devir, hicri
dördüncü asrın yarısından başlar, Moğolların Bağdad'ı istilâ ettikleri hicri
656 tarihine kadar devam eder.
B. Taklide Sürükleyen
Sebepler
Bu devirde
fakihleri taklide sürükleyen sebeplerin Önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:
2.
Mezheplere Bağlı Olan Kişilerin Kadı Tayin Edilmesi
3. Mezheblerin Hükümlerinin Tedvin Edilmesi
4. Nefse Güvenin Azalması
6. Muayyen Mezheblere Vakıfların Tahsisi5. Halifelerin Muayyen Bir Mezhebi Desteklemesi
7.
Alimler Arasında Rekabetin Başlaması
Bu devir
fakihleri, taklidi tercih etmelerine rağmen, fıkhî sahada faydalı çalışmalarda
bulunmuşlardır. Onların tedvine yönelik hukuki çalışmalarını şöyle
sıralayabiliriz:
1. Usûl Kitaplarının Yazılması
2. Fürû Kitaplarının Yazılması
4. Hilâfiyyat Kitaplarının Yazılması
5. Cedel İlmine Ait Kitapların Yazılması
C. İctihad Kapısının Kapanması
Bu devirde
ictihad kapısının kapanıp kapanmadığı konusunda ortaya iki görüş atılmıştır:
1. İctihad kapısı
kapatılmıştır (mesdûd),
2. îctihâd kapısı kapanmıştır
(münsed).
Birinci görüşü
müdafaa eden fakihler, ictihad ehliyetini haiz olmayan kişilerin hukuka uygun
olmayan batıl fetvalariyle halkın dini bozulacağından korktukları için ictihad
kapısının kapatıldığına dair fetva vermişlerdir. İkinci görüşü müdafaa eden
fakihlere göre, müctehid kalmadığı için ictihad kapısı kendiliğinden
kapanmıştır.
Bu devir,
Bağdad'ın Moğollar tarafından istilâsı olan H. 656 yılında başlar, Mecelle'nin
tedvinine başlandığı h.1286 tarihine kadar devam eder.
A. Bu Devrin Fıkhı
Özellikleri Ve Duraklama:
A. Fakihlerin Çalışmalarında
Duraklamanın Başlaması:
Bu devirde
İslami ilimleri öğrenenler, genel olarak bir mezhebi seçti ve o mezhebin
hükümlerini, usullerini müdafaa ettiler. Fıkha çok önemli katkıları bulunmadı.
A. Metin-Şerh-Haşiye-İhtisar Mahiyetinde Kitap Yazma Faaliyeti
Bu devirde bazı
fakihlerin, halkın soruları üzerine verdikleri fetvaları bir kitap halinde
toplandı.
Bugün elimizde
mevcut bulunan ve derlenmiş kanunnâmeler, Osmanlılara aittir. Fâtih, Kanunî,
II. Selim, I. Ahmed, IV. Murad ve Abdülmecid zamanlarında çıkarılmış ceza
kanunları da bize kadar gelmiştir.
7. KANUNLAŞTIRMA DEVRİNDE FIKIH:
Bu devir,
Mecelle'nin tedvin edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, zamanımıza
kadar devam eder.
A. Bu Devrin Fıkhî
Özellikleri Ve Kanunlaştırma Faaliyeti:
İslam Hukuku,
bu devreye kadar asırlar boyunca kananluştınlamadı. Müftiler, hâkimler ve
idarecilere karşılaştıkları dini ve hukuki meselelerin hükümlerini bilmek için
Önceleri Kitap ve Sünnet'e müracaat ediyorlardı. Mezheblerin kurulmasından
sonra ise fıkıh ve fetva kitaplarına müracaat ediyorlardı. Devlet muayyen bir
mezhebin hükümlerini mahkemelerde uygulanır hale getirirdi.
Osmanlı
devletinde iç ve dış sebeplerle fıkıh hükümlerinin kanunlaştırılmasına ihtiyaç
duyuldu. Adliye nazırının başkanlığında İslam Hukukçularının ileri
gelenlerinden meydana gelen bir komisyon kuruldu. Bu komisyon 1286-1293 /
1869-1876 tarihleri arasında peyderpey 1851 madde ve 16 kitaptan oluşan
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'yi hazırladı. Hanefi fıkhına dayanan Mecelle,
borçlar, eşya, şahıs, muhakeme usulü kanunlarını ihtiva etmektedir. Ayrıca
Osmanlılarda aile, arazi gibi konularda kanuni düzenlemeler yapıldı.
Bu devrede
Mısır, Ürdün, Irak, Suriye, Fas, Tunus, Hindistan, Pakistan gibi İslam
ülkelerinde kanunlaştırma faaliyetleri başladı ve bazı konularda İslamî
kanunlar çıkarıldı.
HADÎS USÛLÜNÜN KISA TARÎHİ:
Hz.Peygamber'in
-sallellahu aleyhi ve sellem- söz ve işlerini bildiren haber demek olan
Hadîslerin arasına zaman içinde, gerçekte Hz.Peygamber'e ait olmayanlar veya
esas itibariyle Hz.Peygamber'e ait olsa da hatalı rivayet edilenler
karışmıştır. Bunların birbirinden ayrılması ve hakikaten Hz.Peygamber'e ait
olanların alınıp diğerlerinin reddedilmesi gerekir. İşte Hadîs Usûlü,
Hadîsleri bu yönlerden ele alan ilim dalıdır.
"Hadîs
İlimleri: Ulûmu'l-Hadîs", "Dirâyetu'l-Hadîs İlmi: İlmu
Dirâyeti'l-Hadîs", "Mustalah ilmi: İlmu'l-Mustalah" ve kısaca
"Hadîs İlmi: İlmu'l-Hadîs" gibi değişik adlarla anılan bu ilim,
günümüze kadarki gelişme seyri içinde yedi merhele geçirmiştir:
1-Doğuş Dönemi:
Bu
dönem hicri 1. asrı içine alır. Sonraki gelişmelere sebep olacak
uygulamalar, dönemin en bariz vasfıdır. Bu cümleden olarak Hadîs nakleden
kimse, güvenilirlik açısında inceleniyor, ondan, gerektiğinde şahit isteniyor,
ona, doğru söylediğine dair yemin ettiriliyor, Hadîsi en eski duyandan almaya
gayret ediliyor, duyulan Hadîs, eldeki bilgilerle karşılaştırılıyordu. Böylece
Hadîsin öğrenilmesi ve öğretilmesinde titizlik gösterme (tesebbut)
hususunda önemli kurallar geliştirilmiş oluyordu. Neticede bazı Hadîsler
alınıyor (makbûl: Sahîh, Hasen), bazıları kabul edilmiyordu (merdûd:
zaîf, mevzû'). Bu arada hem Resûlullah'ın -sallellahu aleyhi ve sellem-söz
ve işleri (merfû', musned), hem de sahabenin [eser, mevkûf) ve,
az da olsa, tabiûnun (maktû) söz ve işleri naklediliyordu. Diğer
taraftan bu haberlerin bir kısmı, onları birbirlerinden alarak nakleden
ravilerin isimleri verilerek rivayet edilirken [muttasıl, musned), bir
kısmı bu ravilerin isimleri verilmeksizin [mursel, munkatı', mu'dal,
mudelles, muallak) naklediliyordu.
2-Olgunlaşma
Dönemi: Hicri ikinci asrı içine alan bu dönemde muhtelif Hadîs bilgi
kolları teşekkül etmeye, ıstılahlar oluşmaya başlamıştı. Söz konusu bilgi
kollarından özellikle cerh ve ta'dil ilmi, tahammül ve eda yolları ilmi, makbul
Hadîs ilmi üzerinde çokça durulmuştur. Bu dönemde Hadîs usûlüne dair yazılmış
bir eserin varlığı bilinmemektedir. Ancak hicri üçüncü asırdan günümüze ulaşan
büyük eserlerin bu asırdan müjdeleyicileri olmalıdır.
3-Te'lif
Dönemi: Hicri üçüncü asır başlarından dördüncü asır ortalarına kadar süren
bu dönemde Hadîs ıstılahları daha yaygın bir şekilde kullanılmaya, bunların
tarifleri yapılmaya, bu zamana kadar teşekkül etmiş olan muhtelif Hadîs bilgi
kolları (ulûmu'l-hadîs) ile ilgili mâlûmât derlenmeye ve bunların her
biri için ayrı kitaplar yazılmaya başlanmıştır. Hadîslerin Hz.Peygamber'e ait
olma ihtimal dereceleri bakımından sahîh, hasen ve zaîf diye üçe
ayrılmasına ilk olarak şahit olduğumuz bu dönemle önceki dönemlerde kullanılan
ıstılahların muhtevaları lügat mânâlarına yakın genişlikte olup, belli alimlere
has ıstılahlar da yaygın bir şekilde görülmektedir. Hadîs ilminin
altın çağı olan bu dönemde usûle dair te'lîf edilen eserler, müteakip
asırlarda kendilerinden müstağni kalınamayacak eserlerdir.
Bu dönemin
dikkat çeken bir hususiyeti, Hadîs usûlüyle ilgili konuların, Hadîs rivayeti
kitaplarında da bolca bulunmasıdır. Bunlarda usûl ile furû, dirayetu'l- Hadîs
ile rivayetu'l-Hadîs ilimleri iç içedir. Örnek olarak Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahih’indeki
"Kitabu'l-İlm" bölümünü, Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh’inin Mukaddimesini,
Tirmizî'nin es-Sünen’ini ve Züheyr b. Harb'in Kitabu'l-İlm’ini
zikredebiliriz.
Te'lîf Dönemi,
eserleriyle Hadîs tarihi boyunca etkisini sürdürmüştür. Dönemin sonraki
asırlara etkisini en bâriz ve basit bir şekilde, Hadîs usûlü ilminin
diğer bir adı olan ulûmu'l-hadîs terkibinde görmek mümkündür. Şöyle ki;
sonraları hadîs usûlü ilminin bir bölümü olacak olan bir konu, bu
dönemde hakkında müstakil eserlerin yazıldığı bağımsız bir "ilim: bilgi
kolu" kabul ediliyor, bu yüzden, hepsi Hadîsle ilgili olduğu için de
tümüne birden "ulûmu'l-hadîs: Hadîs ilimleri: Hadîs bilgi kolları"
ismi veriliyordu. Daha sonra bu bilgi kolları tek bir ilim yani "Hadîs
ilmi/Hadîs usûlü" içinde toplanıldığı halde isim uzun süre çoğul olarak
"ulûmu'l- Hadîs" şeklinde kalmıştır. Bu sebeple el-Hâkim
en-Nîsâbûrî'nin eserinin ismi Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs, İbnu's-Salâh'ınki
Ulûmu'l-Hadîs'tir. İsim ancak Suyûtî'nin eserinde tekil olacaktır: Elfiyye
fî İlmi'l-Hadîs.
4-Tedvîn
Dönemi: Hicrî dördüncü asır ortalarından yedinci asır başlarına kadar süren
bu dönemde, daha önce ayrı ayrı kitaplara konu olan bazı Hadîs bilgi kollarının
tek bir kitapta toplandığı görülür. Şüphesiz bundan sonra da bazı Hadîs usûlü
konularını müstakil olarak ele alan eserler yazılmıştır. Ancak muhtelif Hadîs
bilgi kollarını bir araya getirme çalışmaları bundan sonra artarak devam
etmiştir. Bununla birlikte Hadîs ıstılahlarının ekseriyeti hala istikrar
bulmuş, tarifleriyle açıklık kazanmış değillerdir.
Bu dönemin
mühim ve bilindiği kadarıyla bütün Hadîs tarihinin, birçok Hadîs usûlü konusunu
bir araya getirmiş olan ilk eseri, er-Râmehurmuzî'nin (ö. 360/970) el-Muhaddisu'l-Fâsıl
Beyne'r-Râvî ve’l-Vâî’ sidir.
Daha sonra
el-Hâkim en-Neysâbûrî (ö. 405/1014) meşhur eseri Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs’ini
te'lîf etmiş, Ebû Nuaym el-lsbehanî (ö. 430/1038) de buna, eksikliklerini
tamamlayan bir Mustahrac kaleme almıştır.
Hemen hemen
belli başlı her Hadîs konusuna, sonraki ilim yolcularının dayanakları olacak
müstakil eserler tahsis etmiş bulunan el-Hatîb el-Bağdâdî (Ö, 463/1071), bu
dönemin unutulmayacak Hadîs usûlü yazarlarındandır. Bu dönemdeki Hadîs usûlü
müellifleri arasında, Hadîs tarihinin önemli eserlerin den biri olan el-İlmâ'
ilâ Ma'rifeti Usûli'r-Rivâye ve Takyîdi's-Semâ"ın yazarı el Kadı
lyâd'ı (ö. 544/1149), Câmiu'l-Usûl isimli kitabının baş
tarafında Hadîs usûlüne bir bölüm ayıran İbnu'l-Esîr'i (ö. 606/1210) de
zikretmek gerekir.
5-Tehzîb
Dönemi: Hicri yedinci asır başlarından onuncu asra kadar süren bu dönemde,
önceki dönemde yapılanlar değerlendirilerek daha düzenli, daha kapsamlı
eserlerin yazılması yanında ıstılahlar hem efradını cami ağyarını mani bir
şekilde tarif edilmeye çalışılmış, hem de daha da teferruatlandırılmıştır. Bu
dönem eserlerinde ayrıca yeni bir tertip arayışı çabalan müşahede edilmektedir.
Bu dönemin hiç
şüphesiz ilk zikredilecek eseri, İbnu's-Salâh'ın (ö. 643/1245) meşhur Ulûmu'l-Hadîs’idir.
İbnu's-Salâh'ın, "Mukaddime" ismiyle de bilinen bu kitabını,
usûl konularını talebesine imlâ etme yoluyla meydana getirdiği, sonra da,
nüshalar arasında fark olmasın diye hiçbir değişikliğe gitmediği nakledilmektedir.
Bu sebeple konularının sıralanışı biraz karışıktır. Müteaddit baskıları bulunan
bu eser üzerine pek çok çalışma yapılmıştır:
İbnu's-Salâh'ın
öğrencilerinin öğrencisi Muhyiddîn en-Nevevî (676/1277) Ulûmu'l-Hadîs'i
önce irşâdu Tullâbi'l-Hakâik ilâ Marifeti Süneni Hayri'l-Halâik ismiyle
ihtisar etmiş, daha sonra ikinci defa kısaltarak et-Takrib ve't-Teysir li-
Ma'rifeti Süneni'l-Beşiri'n-Nezir ismini vermiştir. Suyûti (ö. 911/1505)
ise bu muhtasarı geniş bir şekilde şerh etmiştir: Tedrîbu'r-Râvî fî Şerhi
Takrîbi'n- Nevevî. ibn Kesîr (ö. 774/1373) de Ulûmu'l-Hadîs’i ihtisar
etmiştir: ihtisâru Ulûmi'l- Hadîs.
Bu dönemin ve
bütün Hadîs tarihinin en mükemmel eseri, İbn Hacer el Askalânî'nin (ö. 852) Nuhbetu'l-Fiker'idir.
İbn Hacer bu eserini İbnu's-Salâh'ın eserinden ihtisar ettiğini söylüyorsa da,
o bu eserinde kendine has bir yol takip etmiş, yaptığı tarif ve açıklamalarla
bir çığır açmıştır. Çok veciz olarak yazdığı bu eserini bizzat kendisi Nuzhetu'n-Nazar
ismiyle şerh etmiştir.
6-Duraklama
Dönemi: Hicrî onuncu asırdan on dördüncü asrın başlarına kadar süren bu
dönemde ayırıcı özellikleri olan bir eserin pek yazılmadığı, önceki dönemlerin
bazı eserleri üzerine şerh ve haşiyelerin yapıldığı görülür. Bu dönemde yazılan
eserler arasında Muhammed b. Pir Ali Birgivi'nin (981/1573) Risale fî
Usûli'l-Hadîs'ini, Ömer b. Muhammed el-Beykûnî'nin (Ö.1080) Manzume fî
Mustalahı'l-Hadîs'ini yani el-Beykûniyye'yi, el- Bandırmâvî'nin
(Ö.1172/1758-59) Ukûdu'd-Durer fî Hudûdi İlmi'l-Eser'ini zikredebiliriz.
Burada, İslâm
aleminde Hadîs ilimleri için genel olarak duraklama dönemi sayılan bu dönemde
Hindistan Bölgesi'nde, tam aksine, bilhassa Şah Veliyyullah ed- Dehlevî (ö.
1176) ile talebesi ve takipçilerinin gayretleri sonucu Hadîs ilimlerinin büyük
bir canlılık gösterdiğini kaydetmeliyiz.
7-Uyanış
Dönemi: Hicrî on dördüncü asır başlarından günümüze kadar gelen bu dönemde
bir uyanış ve canlanış müşahede edilir. Bu dönemde "kaynaklara dönüş"
hareketinin de verdiği iştiyakla hadîs ve usûlünü ilgilendiren eski konularla
beraber yeni meselelerin de yer aldığı eserler kaleme alınmaya başlanmıştır.
Herhalde bu dönemin en belirgin vasfının, eskiyi anlamaya çalışmanın yanında
yeni meselelere hal çaresi arama gayretinin olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda,
yeni baskı tekniklerinin verdiği imkânlarla eski eserlerin tenkidli neşirleri
yapılmakta, yeni usûl ve anlayışla eserler yazılmaktadır. Bu dönemde, muhtelif
Hadîs bilgi kollarının müstakil olarak ayrıntılı ilmi çalışmalara konu edildiği
de görülmektedir.
Bu dönemde
yazılan hadîs usûlü kitaplarından şunlar zikre şâyândırlar: Tevcîhu'n-Nazar
ilâ Usûli'l-Eser, Tâhir b. Sâlih el-Cezâirî (ö. 1338/1920),
Kavâidu't-Tahdîs
min Funûni Mustalahı'l-Hadîs, Cemâluddîn Muhammed b. Muhammed Saîd el-Kâsımî (ö. 1332/1914),
(Müellif, Hadîsleri sahih, hasen, zaîf ve bunlar arasında müşterek olanlar
şeklinde taksim etmekle sonraki yazarlara öncülük etmiştir).
Kavâid fî
Ulûmi'l-Hadîs, Zafer Ahmed et-Tehânevî (ö. 1394/1974)
"Mukaddime",
Ahmed Naîm (ö. 1353/1934), Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi
Birinci Cilt, Ankara-1970,498 s.
Bazı Hadîs
Meseleleri Üzerinde Tetkikler, Muhammed Tayyib Okiç (ö. 1397/1977),
İstanbul-1959, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, VIII, 252 s.
Menhecu'n-Nakd
fî Ulûmi'l-Hadîs, Nûruddîn Itr, Dımeşk-1981, Dâru'l-Fikr, s. 539.
Ana hatlarıyla
tarihi verilen hadîs usûlü böylece günümüze gelmiştir. Hadîsin sahîh, güvenilir
bir şekilde naklini sağlamak maksadıyla geliştirilen ve bunu tarih içinde büyük
ölçüde ifa eden bu ilimden, bugün, İslâm tarihindeki, bilhassa ilk asırlardaki
fikrî ve ilmî hareketleri değerlendirmede, elde edilen bilgi birikimi ve
tecrübe ile yeni kültürel meselelere çözümler bulmada istifade edilebilir.
Bunun için yazma halindeki eserlerin ilmî neşirlerinin yapılması, dağınık halde
diğer ilim dallarına ait eserlerde de bulunan Hadîs usûlü meselelerinin ciddi
ilmi araştırma ve incelemelere konu edilmesi gerekmektedir.
Çeşitli İslâm
ülkelerinde yapılmakta olan bu tür çalışmaların merkezî bir tedvîrinin imkân
ölçüsünde sağlanması veya en azından ilgililerin birbirinden haberdar olmaları,
ülkemizin de bu faaliyetlerde, bulunması gereken yeri alması arzuya şayandır.
TEFSİR TARİHİ
1-Kur’an Tefsirine Duyulan İhtiyaç
Kur’ân,
mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler
vaz’ etmektedir. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün
değildir. Onda müteşâbih ayetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad
edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı ayetleri lâyıkıyla anlamak,
o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Kur’ân'la meşguliyet,
Peygamber’le müsâhebet, aklî muhakeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf,
tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı
oluyordu. Temayüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi
anlayamadıkları ayetler oluyordu. Bu nedenle Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç
vardı.
2- Tefsir, Te’vil, Terceme ve Meal Kelimelerinin Anlamı
A-Tefsir: "Fesera" veya taklib tarikiyle "Sefera"
köklerinden gelmektedir. Tef’il babından olan tefsir kelimesinin bu iki kökten
de türemiş olması mümkündür. Lügatte; beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek,
aydınlatmak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamındadır. Istılahta; müşkil olan
lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek anlamına geliyorsa da âlimler arasında
yaygın anlamı, Kur’an-ı kerim’in manalarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garib
lafızlardan kastedilen şeyi beyan etmek, demektir.
Tefsir Usulü: Usul; metot, yöntem, ilke, esas, kural demektir. Tefsîr usulü,
Kur'ân-ı anlamak, yorumlamak, açıklamak ve îzah etmek için takip edilmesi
gereken esas ve yöntemleri konu edinen bir ilim dalıdır. Tefsirin ve müfessirlerin
prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen, tarihini tesbit eden ilim
veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir. Zaman zaman "Kur'ân
İlimleri" adıyla da anılmıştır.
Tefsir Usûlünün
Konusu: Kur'ân tarihi, Kur'ân'ın inişi, vahiy ve çeşitleri, ayet, sure,
Kur'ân'ın yazılışı, toplanması, çoğaltılması, tefsîri, tefsîrle ilgili ilimler,
tefsîr, te'vil, meal, tercüme kelimeleri tefsîr çeşitleri, tefsîr tarihi... vb.
konularını işler.
Tefsir Usûlünün
Gayesi: Bu ilmin gayesi, Kur'ân'ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
Bu yüzdendir ki tefsir usûlü, Kur'ân âyetlerinin değişik özelliklerini yansıtan
çeşitli ilim dallan, Kur'ân'daki edebî sanatlar, genel prensipler ve âyetlerin
tefsirinde ihtiyaç duyulan birtakım kaide ve esaslar üzerinde durmaktadır.
B-Te’vil: "Evl" kökünden gelen ve "Geri dönme" anlamına
gelen bir mastardır. Açıklamak ve beyan etmek anlamını da ifade etmektedir.
Istılahta ise; Zahiri mutabık olan iki ihtimalden birine manayı yöneltmektir.
Yani ayete muhtemel manalardan birini vermektir. Diğer bir tanımla te’vil:
Meşru bir sebep veya delilden ötürü âyeti zahirî manasından alıp, kendisinden
önce ve sonraki âyete mutabık, kitâb ve sünnete uygun manalardan birine
hamletmek" Te'vil kelimesi, Kur'ân bütünlüğü içerisinde farklı anlamlarda
kullanılmıştır.
Te’vil
çeşitleri
1. Beyani
Te’vil, 2. İrfani Te’vil, 3. Burhani Te’vil,
C-Tercüme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) "Terceme"
fiilidir. Lügat manası birçok manaya gelmekle birlikte; bir kelamı, bir dilden
başka bir dile çevirmek, demektir. Istılahi manası ise, bir kelamın manasını
diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken,
kelamın bütün mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir.
Tercüme Çeşitleri: 1-Harfi veya lâfzî tercüme, 2-Manevi veya
tefsiri tercüme
D- Meal: Meal kelimesi lügatte "Evl" kökünden mimli mastardır.
Bir şeyin varacağı yer ve gaye manasına mekân ismi de olur. Istılahta ise, bir
sözün manasının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla veya yaklaşık
olarak ifade edilmesine meal denir. Meal, Kur’anı aynen terceme etmeye imkân
olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcut olduğunu belirtmek
içindir.
3- Kur’ân Tefsirindeki Farklılığın Sebepleri
1-Kıraat ihtilafları, 2-İ’rab yönlerindeki ihtilaf, 3-Kelimenin manasında
dilcilerin ihtilafı, 4-Çok anlamlılık, 5-Itlak -takyit ihtimali, 6-Umum- husus
ihtilafı, 7- Hakikat-mecaz ihtimali, 8- Kelimenin ziyadeliği ihtimali, 9-
Hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali, 10- Rasulullah ve seleften gelen
tefsir rivayetlerinin ihtilafı, 11- Mezhep taraftarlığı.
TEFSİRİN
DOĞUŞU VE TEDVİNİ
1- Hz. Peygamber
Zamanında Tefsir:
Hz.
Peygamber'in Tefsirinin metodu ve özellikleri şunlardır: 1- Kur'ân'ı, Kur'ân'la tefsir. 2- Mücmeli teybin. 3-
Umûmu Tahsis Etmesi. 4- Mutlakı Takyit Etmesi. 5- Müşkili Tavzih Etmesi. 6- Mübhemi tafsil etme. 7- Neshi Beyan
Etmesi. 8- Amelî Olarak Tefsir Etmesi. 9- Lügavî izahlarda Bulunması. 10-
Tavsîf Ederek Açıklaması. 11- Temsillerle Açıklaması.
2-Sahabe
Zamanında Tefsir: Hz. Peygamber'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü
Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahabe, sarsılmaz imanları ve sebeb-i nüzule vakıf
olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. Hz. Peygamber'in ilk
muhatabı olan bu muhterem zatlar Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın manasını ve
tatbikatını öğrenmişler, öğrendikleri sureyi ezberleyinceye ve anlayıncaya
kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sureye geçmemişlerdir.
Sahabenin
tefsirinin Bağlayıcılığı: Hz. Peygamber’den doğrudan
veya dolaylı olarak öğrendiği bilgilere dayanıyorsa kabul edilir ve bunlar
"merfu" hadis hükmünde kabul edilir. Hz. Peygamber’e doğrudan isnad
edilmeyen içtihadi alanda ise sahabe görüşü tercih sebebi olmakla birlikte
bağlayıcı olmadığı kabul edilmiştir.
Tefsir alanında meşhur olmuş sahabeler şunlardır.
1-Abdullah
b.Abbas, 2-Abdullah b.Mes’ud, 3-Ali b.Ebî Talib, 4-Übey b.Ka’b, 5-Ebû Musa
el-Eş’ari, 6-Zeyd b. Sabit, 7- Abdullah
b.ez-Zübeyr.
3-Tabiiler Zamanında Tefsir:
Tabiiler
tefsiri sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da içtihatlarına
müracaat etmişlerdi. İçtihadın tabii bir sonucu olrak tefsire yeni şeyler dâhil
olmuştur. Onlar rey ile yapmış oldukları tefsirlerinde sadece kendi fikirlerini
beyan etmemekle kalmamış yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını,
yaşayışlarını ve kabullerini de aksettirmişlerdir.
Bu dönemde
tefsire dâhil olan en önemli anlayış İsrailiyat denilen harekettir. Tabiun
zamanında tefsirde israili rivayetler daha da çoğalmıştır. Bununla beraber bu
dönemde tefsirde de büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönemdeki tefsir
çalışmaları, tefsirin ikinci dönemi olarak kabul edilmiştir. Tâbiûn, döneminde
Mekke, Medine ve Irak'ta tefsir okulları gelişmiştir. Bu ekoller şunlardır:
A-Mekke Ekolü:
Kurucusu İbn Abbas' dır. Mücahid, İkrime ve Ata b. Ebi Rebâh bunlardandır.
B-Medine Ekolü:
Kurucusu: Ubey b. Ka’b' dır. Zeyd b.
Eslem, Ebu'l-Âliye, Muhammed b. Ka’b el-Kurazî gibi zevat bu ekole mensuptur.
C-Kûfe Ekolü:
Kurucusu İbn Mesud' dur.. Katade, Alkame ve Şâbî gibi zevat buraya mensuptur.
4-Tabiunden Sonraki Zamanda Tefsir:
Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn
edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis
ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin
yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan
itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir.
Hicretin ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba
aktarılarak te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an
ilimlerinin esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.
TEFSİRİN TEDVİNİ
Tedvin sözlükte,
"bir araya getirmek, toplamak ve cem etmek" gibi manalar ifade
etmektedir. Terim olarak anlamı ise: "İlk devirlerde nakledilen sözlü
tefsir rivayetlerini düzenli bir şekilde kitaplarda toplamak" demektir.
Tefsirin Tedvini h.150 de başlamıştır.
Tefsirin
Hadisle Birlikte Tedvini:Usûl kaynaklarının verdiği bilgiye göre tefsir, ilk defa hadis
ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiştir. Bu husustaki bilgiler şöyledir.
Yezîd b. Hârûn b. es-Sülemî , Şu'be b. el-Haccâc ve Süfyân es-Sevrî gibi bazı
muhaddisler, hadisleri tedvin etmek maksadıyla çeşitli İslâm beldelerini
dolaşarak Hz. Peygamber'e isnâd edilen sahih rivayetleri toplamaya çalışırken,
bu arada Resûlullah (sav) ve sahabeden nakledilen tefsirle ilgili nakilleri de
bir araya getirmişlerdi. Tabii ki bu zatların maksatları, öncelikle hadisleri
tedvin etmekti. Ancak topladıkları hadisleri yazıya geçirirken, tefsire dair
rivayetleri de hadisleri yazdıkları kitapların içerisine bir bölüm olarak
kaydettiler. Böylece tefsir de
hadisin tedvininde onunla birlikte aynı kaynakların içerisine girmiş
oldu. Bu şekilde tedvin edilen Kur'ân tefsirine dair bilgiler, hadis
mecmualarında "kitâbu't-tefâsır" başlığı altında yer alıyordu.
Tefsirin
Müstakil Olarak Tedvini: İlk defa hadis ilminin bir kolu halinde tedvin edilen tefsir, çok
kısa bir süre sonra müstakil bir ilim haline getirildi. Öyle anlaşılıyor ki, bu
bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tâbiûn döneminin sonlarına kadar sözlü nakil
yoluyla gelen tefsir rivayetleri yanında, insan tefekkürünün gelişmesi ve yeni
yeni birtakım hâdiselerin meydana gelmesi sonucu aklî/içthâdî tefsir de ortaya
çıkmaya başlamıştı. Rivayet tefsiri, Hz. Peygamber ve ashabtan nakledilen
rivayetlerin hadis kitaplarına girmesiyle bir anlamda muhafaza altına
alınmıştı. Aklî tefsir için de eğer aynı şey yapılırsa, söz konusu bu malzeme
de korunmuş olacaktı. İşte bu maksatla
müstakil telif hareketi başlamış oldu.
4. el-Ferrâ, Ebû zekeriyya Yahya b. Ziyâd
(ö.207/822), Meâni'l-Kur'ân
5. Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Musennâ (Öİ.2Î0/825),
Mecâzu'l-Kur'ân
6. Abdurrezzâkb. Hemmâm (ö.211/827),
Tefsîru'l-Kur'ân.
5-Zamanımıza Kadar Tefsir Hareketleri: Kur’ân-ı
Kerim'in indiği günden beri, onu anlamak için ciddî gayretler olmuştur. Bu
gayretler neticesinde de Kur’ân'ı anlama ve yorumlamada farklı tefsir ekolleri
ortaya çıkmıştır. Elbetteki bunlar içinde iyi ve faydalı olanlar olduğu gibi,
eksik ve zararlı olanları da vardır Şimdi de tarihî süreç içinde ortaya çıkmış
tefsir çeşitlerini kısaca tanıtalım:
Tefsîrciler,
ötedenberi tefsîr çeşitlerini genellikle "rivâyet tefsîri" ve
"dirâyet tefsîri" olmak üzere iki ana bölümde ele almışlardır. Biz,
şimdiye kadar genellikle tercih edilen bu taksimden biraz farklı bir taksim
yapmak istiyoruz. Öncelikle tefsiri: 1. Mevdûî/Konulu tefsir ve 2.
Mevziî/tecziî/ayet ayet tefsir olmak üzere ikiye ayırmak, daha sonra da bunları
kendi aralarında taksime tabi tutmak istiyoruz.
Mevziî / tecziî
/ ayet ayet tefsir: Bu tefsir çeşidi de kendi arasında bölümlere ayrılır:
a-Tahlîlî
tefsîr, b-İcmâlî tefsîr, c-Mukâren/karşılaştırmalı tefsîr.
Tahlîlî tefsîr
de kendi arasında bölümlere ayrılır: a.Rivâyet tefsîri, b.Dirâyet tefsîri.
Dirâyet tefsîri
de kendi arasında iki kısma ayrılır: a-Mutlak dirâyet tefsîri. Yani hiçbir
görüş ile kayıtlanmamış tefsîr. b-Mukayyed dirâyet tefsîri. Belli bir görüşün
hâkim olduğu tefsîr.
Mukayyed
dirâyet tefsîri de kendi arasında birtakım kısımlara ayrılır:
a-Tasavvufî/Sûfî
tefsîr, b-Felsefî tefsîr, c-Fıkhî tefsîr, d-Fennî tefsîr, e-Edebî-İçtimaî
tefsîr, f-Lügavî tefsîr, g-Tarihî tefsîr, h-Fırka tefsîrleri, ı-İlhâdî tefsîr.
TEFSİR ÇEŞİTLERİ
1-Mevziî/Tecziî/Ayet Ayet Tefsir
1-Rivayet Tefsiri : Kur’ân-ı Kerim, Resûlüllah'ın sünneti, Sahabe ve Tâbiûn sözlerine
dayanan tefsirdir. Bu tefsire "rivayet tefsiri" denildiği gibi,
"naklî tefsir" veya "me'sûr tefsir" de denilir. Rivayet
tefsirleri, ayetlerin manalarını, kıraat vecihlerini, muhkem veya müteşâbih
olduklarını, nüzul sebeplerini, nâsih ve mensûhunu, geçmiş ümmetler ve onlarla
ilgili ayetler hakkında bilgi verir. Bu tür bilgiler, daha ziyade hâdis, siyer,
megâzi ve tarih kitaplarında yer alır. Bu çeşit tefsir, başlangıçta rivayetle
başlamış, Hz. Peygamber'den Sahabeye, onlardan da Tabiîlere intikal etmiştir.
2-Dirayet Tefsiri: Dirayet
tefsiri, rivayetlere münhasır kalmayıp Arap dili ve edebiyatı, dinî ve felsefî
ilimler ile çeşitli müsbet ilimlere dayanılarak yapılan tefsirdir. Bu
kaynaklarla yapılan tefsire de "dirayet tefsiri" veya "rey ile
tefsir" ya da "ma'kûl tefsir" denir. Bu tür tefsir Kur’ân'ı
içtihâd ile tefsir etmekten ibarettir.
Yani dirayet tefsirinde asıl olan husus, şahsî hamuleye ve kabiliyete
dayalı olarak görüş ve ictihâddır. Bir ayet hakkında onu açıklayan bir ayet
veya bir hâdis bulunmadığında, tabiî olarak re'y ve içtihâdla tefsir edilir. Bu
durumdaki müfessirin, tefsir usulüne göre kendisi için şart olan ilimleri
(sebe-i nüzul, nasih- mensuh, arapça lafız ve manalarını vb.) öğrenmiş olması
gereklidir. Aksi takdirde, mücerred re'y ile yapacağı tefsir, Kur’ân'a ters
düşeceğinden makbul değildir.
3. Ahkâm
Tefsirleri: İbâdât, muamelât ve
ukûbâtla ilgili âyetlerin izahlarıyla meşgul olup, söz konusu alana ait
âyetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir çeşididir. Konusu, tabii ki
ahkâm âyetleridir. Ancak İslâm âlimleri, Kur'ân'daki ahkâm âyetlerinin sayısı
hususunda ittifak sağlayamamışlardır. el-Gazzâlî ve er-Râzî bu nevi âyetlerin
sayısını 500 olarak tesbit ederken, bir kısım âlim bu sayıyı 800'ün üzerine
çıkarmış, bir kısmı da aksine 200'e kadar indirmiştir. Bu nedenle ahkâm
âyetleri ikiye ayrılmaktadır. 1. İçinde
ahkâmın bulunduğu açıkça ifade edilen âyetler,
(el-Bakara, en-Nisâ, el-Mâide, el-En'âm Sûrelerinde bu nevi âyetler
oldukça fazladır) 2. Doğrudan doğruya bir hüküm ifade etmeyip, istinbat yoluyla
hüküm çıkarılabilen âyetler.
4. İlmî Tefsirler: Kur'ân metnindeki bilimsel ıstılahları
açıklamaya, onlardan çeşitli ilimleri ve felsefî görüşleri çıkarmaya çalışan
bir tefsir şeklidir.
5. İçtimaî Tefsîr: İçtimaî sahaya bakan yanlarını öne çıkararak, hidâyet gayeli
tefsîre konu edilmesidir. Kur’ân, toplum için inmiştir. Bu yüzden tefsîr
edilirken, çağın içtimaî problemleri Kur’ân âyetlerinin ışığında çözüme
bağlanmalıdır. Yani tefsîrin konusu insan, insanın hidâyeti, içtimaî meseleler
olmalıdır. Bu eğilime "İçtimaî Tefsîr Ekolü" denilmesinin nedeni budur.
Bu eğilime mensup olanlara göre önceki tefsîrler, fantazi türünden bazı
konuları öne çıkarmış hayattan uzak tefsîrlerdir. Kimi isrâiliyyâta dalarken,
kimi dil kuralları üzerinde durmuştur. Halbuki tefsîr, Müslüman'ın günlük
hayatını ilgilendiren meseleleri ele almalıdır. Tasvip edilen ve edilmeyen
yönleriyle ilim çevrelerinde tahlile tâbi tutulan bu tefsîr hareketinin
mümessili Muhammed Abduh'tur. Daha sonra Reşid Rıza, Mustafa el-Meraği, Seyyid
Kutub, Said Havva ve Mevdudî gelmektedir.
5. Diğer Tefsir Çeşitleri
Yukarıda
zikrettiklerimizden başka tefsîr çeşitleri de vardır. Bunlar, bazıları
tarafından benimsenmiş, diğer bazıları tarafından da tenkit edilmişlerdir. Bir
makale çerçevesi içerisinde hepsinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmek mümkün
olmadığı için, sadece isimlerini vermekle iktifa edeceğiz:
1-Tarihsel
tefsîr medotu. 2-Modernist tefsir ekolü. (Muhammed Abduh, Reşit Rıza) 3-Aksiyon
ve dava ekolü. 4-İktisadi tefsir ekolü 4. Sosyolojik tefsir ekolü 5-Psikolojik
tefsir ekolü; 6-Kıssacı tefsir ekolü. 7. Fenni tefsir. 8. Edebi tefsir. 9.
Lügavi tefsir.
Değerlendirme ve Sonuç:
İslam aleminin tarih süreci içerisinde Siyasî ihtilâflar, itikadî
ihtilâflar, islam düşmanlığı, Irk, belde ve mezheb taassubu, Hikayeciler ve
vâ'izlerin türemesi, Müslümanları habersiz oldukları konularda hem Tergîb hem
de terhîb yoluyla ikaz etme gibi zorunlulukarla kurandan sonra hadislerin
neşredildiğini ,hadisler içerisinde tefsirin kendine zamanla müstakil bir yer
ihraz ederek Kuran ilimleri parelelinde birlikte
geliştiklerini görüyoruz. Hadisin kurandan sonra diğer ilimlere menşe olması
buna kuvvet vermiştir.İlk muhaddislerin diğer ilimlerde de bir otorite olması
özellikle sahabelerin değişik ilmî okullarla bu ilimlerin temellerini atarak
talebe yetiştirip, gelişmelerinde pişdarlık ettiklerini özetlemeye çalıştığımız
her ilmin tarihi seyrinde rahatlıkla
müşahede edilmektedir.
Yaptığımız ve
burada kısaca özetini sunmaya çalıştığımız bu çalışmamızdan sonra tarihi süreç
içinde islam dünyasının iptidadan günümüze yaptıkları çalışmaları bilimsel
veriler ışığında incelediğimizde bu faaliyetlerin ciddi bir hiyerarşik bir yapı
oluşturduğu anlaşılmaktadır. Bu yapının, günümüz bilimsel çalışmalarımızda da takip edilmesi
gereğine inanıyoruz. Yalnız şuna dikkat edilmelidir. “Geçmişi reddederek bir
şey yapmakla”, “Ben olsaydım bunu nasıl yapardım” düşüncesi ayrı ayrı
şeylerdir. Biz var olandan hareketle ben olsaydım nasıl yapardım fikrini savunuyoruz.
Bu mantığın bu ilimlerin oluşmasında, ilmî faaliyetlerin canlı tutulmasında
temel etken olduğu kanaatindeyiz. Eğer geçmişi atlayarak bir şey icat etme
fikrinden hareket edilseydi bu ilimlerin hiç birisinin oluşmaması gerekirdi.
Öyleyse yapılması gereken hiyerarşik bir anlamanın takip edilmesidir. Bunun
içinde faydalanılacak kaynakların çok iyi tesbit edilmesi gerekir. Bu
düşüncenin de fıkıh, hadis, tefsir tarihleri ve geleneğinin oluşumunda etkili
olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Ulema kendilerinden önceki temel eserleri
anlamış, tartışmış ve hatta ezberlemiş olmaları bunun en açık kanıtıdır. Bunu
anlatabilmek içinde ilimlerin istinat ettiği temel eserleri ve prensipleri anlamaya
çalışmak gerekir.
Bundan sonraki
çalışmalarda da bu ilk kaynaklardan hareket edilmesinin gereğine inanıyoruz.
Bunları anlamaya yardımcı olan ara kaynakların ve diğer ilmi çalışmaların iyi
tespit edilerek belirli bir sistem dâhilinde çalışılması zorunludur. Bu nedenle
ilimlerdeki selef- halef kaynaklarıyla sonraki dönemlerde yazılan değerli
kaynakları yol göstermesi için tarihi sürecini iyi takip etmek gerektiği
kanısındayız. Günümüzde gereğine inandığımız Mukayeseli ilmî çalışmalarının
yapılabilmesi için bu ilimlerin tarihine ve faydalanacağımız kaynaklara azami
derecede ihtiyaç vardır.
Esbab-ı Nüzul I
2. Ödev: Mukayeseli tarihler/usuller kiraati hulasasi nedir?
2013-2014 Akademik Yılı
Güz Dönemi Doktora Ödevi
Kemal Gözütok
ÖĞR. NO: 12922764
İslam
tarihi kaynakları:
-Kuran
-Hadis
-İslam
öncesi arap yarım adası ile ilgili yazılı kitabetler.
-Risalet
öncesi ve sonrasında yazılan şiirler.
-Siyer,
megazi ve melahim biligileri
-Risalet
dönemi ile ilgili yabancı kaynaklar(dış kaynaklar)
-Risalet
sonrası tarih kaynakları
-Tarih
felsefesi
-Sosyoloji
-Arkeoloji
Açıklama:
Tefsir ve
hadis ilimlerine kaynak etmek için, tarih bilimi gerekli olan malzemeye toplar,
onları tetkik eder kullanıma uygun bir bilgi olarak bu iki ilme sunar.
Hadis
metodolojisi:
Nakil
sıhhati tespiti:
-Sened
incelenmesi
(Cerh ve
ta’dil)
-İsnadın
muteallikliği
Bağlamın tespitinde kaynaklar:
-İslam tarihi metodolojisi ile rafine edilen bilgi
(Siyer, megazi, melahim ve diğer kitabetler)
-antropoloji, psikoloji ve sosyoloji
-Kuran
-Hadis tetkiki
Filoloji kaynaklar:
-Kuran
-Şiirler (İslam öncesi ve sonrası)
-Filolojik nakiller
-Arap dilbilgisi
Tefsir:
Bağlamın tespitine ışık tutan veriler:
İslam öncesi Arap yarım adasına ışık tutan tarih
incelemeleri
-Siyer (İslam tarihi incelemelerinin ürünü)
Beyanın yanı mubeyyin vazifesini gören kaynaklar:
-Hadis ilmi tarafından rafine edilmis olan tefsir
rivayetleri
(Merfu, Mevkuf ve
maktu)
-Kuran öncesi vahiy ürünlerü
(İncil tevrat vb.)
Filolojik veriler:
-Hadis ilmi tarafından tespit edilmiş filolojik
rivayetler
(Merfu, mevkuf maktu)
-Klasik arap şiirleri
-Arap dilbilgisi
-Bağlama uygunluk
-Kıraat incelemeleri
Açıklama:
Hadis ilmi herşeyden önce tefsir ilminin bir alet ılım
olmakla beraber, yanı hadıs ılmının tefsir ılmıne kaynaklığının yanısıra, Fıkıh
ve kelam ıçınde tefsir gibi bir mübeyyin vasfı vardır. Kuran ve hadislerin
anlaşılmasıyla beraber Fıkıh ve kelam ılımlerı devreye girer.
Fıkıh:
-Tefsir ilminin ortaya çıkarmış olduğu bağlam
ve illet tespitlerinden yararlanarak, kuran hitabının uygulanabılırlığını
tespit etmek.
-Yine aynı
şekilde hadis ilminin ortaya çıkarmış olduğu baglam ve illet tespiti sayesinde
uygulanışa geçirmek.
Hadis ve
tefsir ilminnin anlamaya yönelik çalışmaları sayesinde hitabhı anlamak.
-Sosyoloji,
antropoloji, pisikoloji ye vakıf olmak
-Bu mınval
üzeri bir metodoloji üretip hukuk sistemi oluşturmak
Kelam:
-Tefsir ve
hadis ilimleri orataya çıkarmış olduğu bilgiler ışığında ilahi hitabı anlamak.
-Akaid
sistemi oluşturmak
Açıklama:
Lokal bir
yapıya, yani topluma yapılan hitap, bu toplum içindeki fıılıyatlar, evrensel
düzeyde uygulana bılırlığını sağlamak ıslam hukunun alanıdır. Bu hıtapdan sıstematık
bir akaıd yapısı oluşurup, üstün ahlakın her dönem şekillenişini ortaya koyan,
yanı ustun ahlakın portresını cızende kelam ılmıdır.
MUHAMMET KARAOSMAN
DOKTORA,
TEFSİR USULÜ
Kur’an’ın lafzı,
anlamı ve içerdiği tarih itibariyle anlaşılmasına yardımcı olan bazı Kur’an
ilimleri bulunmaktadır. Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde
ifade edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte bilmek ve anlamak, ilim
ıstılahta da meseleleri
delilleriyle idrak etmek anlamına
gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri:inişi, tertibi, toplanması,
yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin
giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.
Kur’an’da sözü edilen
bu ilimler dışında bazı tabiat ilimleriyle alakalı genel manalı sözler de
bulunmaktadır. Ancak bu tarz sözlere bakarak tabiat ilimlerini de Kur’anî
ilimlerden saymak mümkün değildir. Çünkü Kur’an, hiçbir zaman bu ilimlerin
kanunlarını koymak ve onları ispat etmek için inmemiştir. Bu durum, tabiat
ilimlerinin küçümsendiği manasına gelmemektedir. Aksine Kur’an, Müslümanların
bu ilimleri öğrenmeye, onlar üzerinde derinleşmeye teşvik etmektedir.
Kur’anî ilimler, ihtiva
ettikleri konular, hükümler ve müfredatla yalnız Kur’an’ın anlaşılmasına
yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır.
Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, es-Suyûtî
sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini az daha genişleterek biraz daha
çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da geçen her kelimenin zâhir, bâtın,
had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd) olarak dört anlamı vardır diyerek bu
ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade eder.
Kur’an ilimleri konularında
ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmliştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini
toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser
ez-Zerkeşî’nin‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân
ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanıılmış olmakla
birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda
gerçekleştiği söylenebilir.
Kur’ân,
yüce Allah’ın insanlara iletmek istediği son mesajını içeren ilâhî sözler
bütünüdür. Bu sözler l olarak Arap toplumuna, onların konuştukları dille/Arapça
söylenmiş kelâmdan ibarettir. Söz konusu kelâm, orijinal ve itantik şekliyle
ilâhi lafılzlardan oluşmaktadır. Çünkü Kur’an’ın gerçek mütekellimi Allah’tır.
Bu yüzden Kur’an’ın hâkim üslup tarzı Allah-merkezlidir ve o, esas itibariyle
yazılı değil sözlü bir metindir. Anlatım biçimi bakımından Kur’ân’da bir üslup
birliği söz konusu değildir.
Kur’an
içerdiği manaları Yüce Allah tarafından seçilen lafızlarla anlatmaktadır. İşte,
Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla ortaya çıkarılan Kur’an
ilimlerinin bir kısmı da onun ifade tarzıyla ilgilenmektedir.
A. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN
Tanımı ve Mahiyeti
Üslub,
oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir.
Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin
kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun
muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an
ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine
sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en
mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığını rahatça
söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslüp tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir
ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir
süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu
sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O,
hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir
özelliğe sahiptir.
B. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN
Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve
anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan
söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi
varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i
işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve
belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI.
hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı
aldığı söylenebilir.
Mübhemâtın
belirlenmesinde ilk akla gelen kaynağın Kur’an olduğundan şüphe yoktur. Ancak
gerek sahâbî ve gerekse tâbıûn müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler,
Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak kullanmışlardır. Bir diğer kaynakta
tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü tarihte geçen
olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe nakilleri mübhematın
belrilenmesinde bir kaynak niteliği taşımaktadır. Tabiûn nakilleride göz önünde
bulundurmak gerekir. Ancak hemen belirtmemiz gerekir ki, Tevrat, Tarih ve bu
iki kaynağa dayalı olan tâbiûn nakillerini kesin doğrular olarak kabul etmeyip,
onlara karşı her zaman temkinli yaklaşmak gerek. Kısaca; Mübhematla ilgili
nakledilen rivayetlerin doğruluğu, alıntıların yapıldığı kaynaklara ve söz
konusu rivayetinlerin sıhhatine bağlıdır. Bu yüzden mübhemat konusunda müşâhede
ve semâya dayalı sahâbe nakilleri dışındaki kaynaklardan yaılan rivâyetler
karşısında çok titiz davranılmalıdır. Örnek için bkn. S.154-156
C. GARİBU’L-KUR’ÂN
Tanımı ve Önemi
Garîb
kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına
gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere
başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri
kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi
ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı
dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına
gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler
Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden
oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı
ortaya çıkmaya başlamış oldu.
D. VÜCÛH ve NEZÂİR
Tanımı
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât,
yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir.
Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’
demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da
türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân,
Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar
arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı
vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de
adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîrekelimesinin çoğuludur.
Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına
gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade
etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam
beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar,
hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet
etmektedirler.
E. AKSÂMU’L-KUR’ÂN
Anlamı ve Mahiyeti
Aksam,
kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve
yeminmanalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp
yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını
veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına
göre Allah’tan başka hiçbir varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan
yeminler bozulduğu takdirde, Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş
olur.
Kur’an’daki
yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla
birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah
Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe,
peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.)
yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:
Yüce
Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin ettiği gibi üç ayette de Hz.
Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu âyetlerde Hz. Peygamber’den
yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’
tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca inkârcıların bir türlü inanmaya
yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan unsurlardır.
III. KUR’AN’IN ANLAMIYLA
İLGİLİ İLİMLER
Anlam,
bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin
anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun bu anlam
boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu
ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında, onu okuyup
anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar sağlayabilirler.
A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN
Müteşâbihin Manası ve Niteliği
Müteşâbih
sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına
gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih
denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir
sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali
olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da
harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç ayrı nitelik bulunmaktadır.
‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak
Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu
olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır
ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia
etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu
anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur.
Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar
bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve
mutlaka doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.
B. HURÛF-I MUKATTAA
Kur’an’daki
bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler)
denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî
müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk
yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.
Genel Bilgiler
Mukattaa
harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili,
üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf
olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy
geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan
okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı
ki, “...Sakın çu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır
galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak hurûf-u mukattaanın
yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş
böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı.
Hurûf-u
mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır.
Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da
kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu
harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.
C. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN
İ’câz
kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir
masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend
benzerini getirmekten âciz bırakmasıdemektir. Bu anlayışa göre Kur’an,
benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir
mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği
halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından
öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi
imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın
Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla
Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü
bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu
görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın
mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe
Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına
icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona
konuşma izninin verilmesine benzer.
D. MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN
Müşkil Kavramı
Müşkil’in
manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak
ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen
husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle
birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla
Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası
tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’
(Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta
âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz
düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır.
E. MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN
Münâsebetin Manası ve Alanı
Münâsebet
sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim
olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya
anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişkidemektir. Münâsebet ilmi
konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve
insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve
sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.
Kur’ân
âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir.
Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata
engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam
ilişkisinin bulunması zaruridir. Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler arasında
söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir
sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir
irtibat ve insicam mevcuttur.
Meselâ
Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son
bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih
etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan
her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.Diğer örnekler için bkn.
S.211-212
Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi
Kaynaklar,
Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm
bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem
münâsebet hem de münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok
katkısı olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir. Kur’ân’ın
insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin
daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın
tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet
ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam
bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.
VIII.
hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b.
İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla
bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki
asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer
fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla oldukçca hacimli sayılabilecek bir
tefsir yazmış ve söz konusu eserinde müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer
vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir şekilde ele bir
başka tefsir mevcut değildir.
F. FEZÂİLU’L-KUR’ÂN
Anlamı
Fezâil,
fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna
göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve
şererfi demektir.
Kur’an’la ilgili Fazilet Hadisleri
Hz.
Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de
onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir:
Kur’an
sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen bu hadisler ez-Zemahşerî, el-Beydâvî
ve Ebu’s-Suûd Efendi’nin tefsirlerinde yer almaktadır. Kaynakların belirttiğine
göre bu müfesirler söz konusu hadisleri, Kur’an sûrelerinin faziletleri
konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla
rivâyet etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki müfessir eş-Şirbînî, ez-Zemahşerî ve
ona tâbi olarak aynı hadisleri naklene el-Beydâvî’nin pek çok uydurma hadisi kitaplarına
aldıkların söz etmektedir. Bu müfessir söz konusu hadislerin mevzû olduklarını
belirtirken, âlimlerin ekseriyetinin görüşünü benimsemiştir. Kur’an sûrelerinin
faziletiyle ilgili pek çok hadisin uydurulduğu konusunda açık itiraflarda
mevcuttur. Mesela Meysere b. Abdi Rabbih İnsanları Kur’an okumaya
teşvik etmek için pek çok fazilet hadisi uydurduğunu beyân etmiştir.
Kur’an
sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan hadisler teşvik için yaramış olsa bile
uydurulan hadislerde öngörülen aşırı sevaplar, Müslümanları Kur’an’ın ruhundan
uzaklatırıp sadece onun lafzıyla meşgul etmiştir. Halbuki ümmetin en hayırlısı
olan ashâb Kur’an’ın manası ve hükümlerin uygulanması konusunda çok titiz
davranıyordu. Böylece bu mevzû hadisler Müslümanları daha çok Kur’an’ın lafzına
yönelterek onları asıl görevlerinden uzaklaştırmıştır.
A. KISASU’L-KUR’ÂN
Kıssaların
amacı, sadece insaların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve
neticeler üzerinde durmak değildir. Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi
içerisinde kıssalar, bir nakil ve aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere
paralel olarak ele alınması ve üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve
prensiplere ulaşılması gereken tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi
bir tarih yorumunu elde etmemiz için mevcutturlar.
Kıssa Kelimesinin Anlamı
Kıssa,
‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir.
İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların
dışında anlatmak, hikâye etmekmanalarına da gelmektedir. Ancak
Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar,
geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen
olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre
yönelten bir olgudur.
B. ESBÂBU’N-NÜZÛL
Kur’an
âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve
bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler.
Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri
konu edinmiştir.
Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı
Esbâb,
sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’
manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir.
Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade
eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir:
‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç
âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir
şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.
C. NÂSİH-MENSÛH
İslâm’ın
ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu
özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini
düşünüyoruz.
Neshin Tanımı
Sözlükte ortadan
kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka
bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î
bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli
bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü
kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.
Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması
Nesih
fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya
atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam
itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi
ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam
bilginlerinin çoğunluğunu teşkil
etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine
“tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni
(ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken
zamanlara uzandığı söylenebilir.
FIKIH
USULÜ
“Asıl” kelimesinin sözlük manası; ‘üzerine
bina olunan, dayandırılan kurulan’ demektir. Bu dayandırma, bina ediş, duvarın
temel üzerine kurulması gibi hissî/hissedilir olabileceği gibi, sonucun sebebe,
ispat edilenin/işaret edilenin delile dayandırılması gibi aklî de olabilir.
Fıkıh usulü ise; fıkhın üzerine kurulu olduğu kurallardır.
Fıkıh ise; sözlükte ‘anlamak, anlayış’ demektir.
Şu ayette olduğu
gibi: مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِمَّا تَقُولُ “Senin
söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz.”[1]
İslâm fakihlerinin/usulcülerin örfünde/kullanımında fıkıh; “Tafsili delillerden istinbat
edilmiş amelle ilgili Şer’î hükümleri bilmektir.”
Hükümleri bilen/âlim bakımından hükümleri
bilmekten kasıt; yalnızca bu hükümleri bilmek değil, bilakis Şer’î hükümler
hususunda melekenin/yeteneğin oluşmasıdır. Yani bu bilginin ve ondaki
derinliğin, hükümleri bilen kişide o hükümlerle ilgili bir melekeyi oluşturan
boyuta ulaşmasıdır. Sadece melekenin oluşması, hükümlerin tamamını bilmiyor
olsa da kendisinde meleke oluşan kimsenin fakih sayılması için yeterlidir. Ancak inceleme ve
istidlal/delil getirmek için furuatla ilgili Şer’î hükümlerden detaylı olmasa
da bir miktar bilmek kaçınılmazdır. Bir ya da iki hükmü bilmek, fıkıh olarak
isimlendirilemeyeceği gibi delil çeşitlerinin hüccet olduğunu bilmeye de fıkıh denilmez.
“Fıkıh” kelimesi ile tafsili
delillerden çıkartılmış furuatla ilgili amelî hükümler topluluğu kastedilir.
‘Bu bir fıkıh kitabıdır’ denilirken, furuatla ilgili amelî hükümleri içeren bir
kitap olduğu kastedilir. “Fıkıh ilmi”
denilirken de furuatla ilgili amelî hükümler topluluğu kastedilir. Ancak bu
kavram, amelî hükümlere hastır. Istılah bakımından, itikad ile ilgili hükümler
fıkıhtan değildir. Çünkü fıkıh,
feri-ameli hükümlere yani itikad edilen değil, amel edilen hükümlere hastır.
Bu durumda “fıkıh usulünün” manası: Tafsili
delillerden elde edilen amelî hükümlerle ilgili yeteneğin oluşumunda esas
alınan kurallardır. Onun için fıkıh
usulü; ‘aracılığı ile tafsili delillerden Şer’î hükümleri istinbat
etmeye ulaşılan kaideleri bilmektir’ şeklinde tarif edildi. Bu kuralların
kendisine de “fıkıh usulü”
denir. “Fıkıh Usulü Kitabı” dediğimizde bu kuralları içeren kitabı kastederiz.
‘Bu fıkıh usulü ilmidir’ derken de; aracılığı ile tafsili delillerden Şer’î
hükümleri istinbat etmeye ulaşılan kuralları kastederiz. Fıkıh usulü bahsi, kurallar ve
deliller hakkında inceleme yapmaktır. Yani hüküm, hükmün kaynakları ve bu
kaynaklardan hükmü istinbat etme keyfiyetini inceler.
Fıkıh usulü; icmâli delilleri ve bunların Şer’î hükümlere delâlet
yönlerini kapsadığı gibi, istidlalde bulunulanın durumunu -tafsili açıdan değil
de genel açıdan- yani içtihad bilgisini de kapsar. Aynı
şekilde istidlalkeyfiyetini –ki o, deliller içerisindeki teadül/eş
değerlilik ve tercih durumudur- kapsar. Fakat içtihat ve deliller arasında
tercih; delilleri ve delâlet yönlerini bilmeye bağlıdır. Onun için bu iki konu
yani deliller ve delillerin delâlet yönleri, hüküm ve hükümlerle ilgili
hususlar konusu ile beraber fıkıh usulünün esasını teşkil eder.
Şu halde fıkıh usulü; fıkhın mutlak emir,
mutlak nehiy, Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in fiili,
sahabenin icmâsı ve kıyas gibi tayin edilmemiş haldeki icmâli delilleridir.
İşte bunlardan (icmâli delillerden); أقيموا الصلاة “namaz kılınız”, ولا تقربوا الزنا “zinaya yaklaşmayınız”, Rasul SallAllah’u
Aleyhi VeSSellem’in Kâbe içinde namaz kılması, mahcura veli tayin
edilmesi, ücretliye kıyas yapılarak vekilin ücret almaya hak kazanması gibi
tafsili deliller çıkartılır. İşte örneklenen bu hususların hiç birisi fıkıh
usulünden değildir. Çünkü bunlar belirli tafsili delillerdir. Bunlardan birer
örnek olarak fıkıh usulü konusunda yer alması, bunların fıkıh usulünden olduğu
anlamına gelmez. Bilakis usul;
icmâli deliller, delillerin delâlet yönleri, delil getirenin durumu, delil
getirme keyfiyetidir.
Fıkıh usulü, fıkıh ilminden farklılık arz eder. Zira fıkhın konusunu; helalliği,
haramlılığı, sahihliği, batıllığı, fasitliği bakımından mükelleflerin fiilleri
oluşturur. Fıkıh usulüne gelince;
onun konusunu,
kendilerinden Şer’î hükümlerin istinbat edilmeleri yani Şer’î hükümleri ispat
etmeleri bakımından sem’î/vahyi deliller oluşturur.
Bu durumda; hüküm ve hükümle ilgili hususlarda şu üç
noktanın açıklanması kaçınılmazdır:
1-Hükmün kaynağı kimdir, yani hüküm koyma yetkisine kim
sahiptir, hâkim kimdir?
2-Hüküm kim için çıkartılır yani bu hükmü uygulamakla
mükellef olan kimdir?
3-Hükmün kendisi nedir, hakikati nedir?
HADİS USULÜ
Hadis Usulü adıyla
inceleyeceğimiz konu, aslında Hadis Usulü Bilimi (İlmi Usuli’l-Hadis) dir.
Hadis İlminin Dirayetü’l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer
kolunun adı da Rivayetü’l-hadis ilmidir.
Dilimizde kullanımı
ile Hadis Usulü, asli ifadesiyle Usulu’l-hadis teriminin temel kelimesi
hadis’tir. Hadis’in sözlük anlamı yeni’dir. Eski demek olan kadim’in zıddıdır.
Hadis kelimesi
Kur’an-ı Kerim’de söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır.[1]Mesela “Haydi onun gibi bir söz
getirsinler” (Tur: 52/34) ayetinde söz, “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?”
(Taha: 20/9; ez-Zariyat: 51/24; en-Naziat: 79/15.) ayetinde de haber
anlamındadır.
Hadisin terim anlamı
ise, söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere
izafe edilen her şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda
peygamber sözüne de hadis denir. Hadisin çoğulu ehadis’dir.
Usul, asl’ın
çoğuludur. Asıllar, kökler, kaynaklar manasına gelmektedir. Terim olarak yol,
yöntem, nizam, kaide, düzen ve metod ahlamlarında kullanılmaktadır. Bu manada
bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve
başlangıç bilgileri ve tekniklerini ifade etmektedir.
Hadis Usulcüleri
denilince, hadi ilminin dirayete dayanan prensipler bölümü (usuliyyat)
ile meşgul olan alimler (usuliyyun) anlaşılır.
Hadis usulü ilmi de
hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına
başlangıçta Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis
ifadesinin kullanıldığı da olmuştur.[2]
Hadis Usulü, kabul ve
red yönünden hadisin sened ve metnini inceleyen ilim dalıdır.
Hadis ilmi temelde
rivayetu'l-hadis ve dirayetu'l-hadis diye iki ana bilim dalına ayrılmaktadır.
Rivayetü'l-hadis ilmi, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in söz, fiil, takrir ve
hallerini; bunların zabt edilip usulüne uygun olarak sonraki nesillere
nakledilmelerini (rivayetlerini) konu edinen hadis ilim dalıdır.
Mustalahu'l-hadis ve
usûlü'l-hadis diye de isimlendirilen dirayetü'l-hadis ilmi, "Sened ve
metnin durumlarını anlamaya imkan veren kaideler ilmi" olarak tarif
edilmektedir. Bu tariften açıkça anlaşılacağı gibi dirayetü'l-hadis ilmi, genel
ve teorik kaideler vaz ederek râvî, rivayet ve merviyy konularının tetkik ve
tenkidine zemin hazırlamaktadır. Bu ilim edebiyatı da prensipler edebiyatı
demektir.[3]
Zaten usûl, aslın
çoğulu olarak, asıllar, kökler, kaynaklar anlamındadır. Terim olarak da yol,
yöntem, kaide, düzen ve metod anlamlarına gelen usül, bir ilmin asıl mevzuundan
önce öğrenilmesi gereken esaslar, prensipler, başlangıç bilgileri ve teknikleri
demektir. Böyle olunca, hadis usûlü, hadis ilminin dayandığı prensipler, hadis
metodolojisi anlamına gelmektedir. Hadis usulcüleri denilince de hadis ilminin
dirayete dayanan prensipler bölümü (usuliyyat) ile meşgul olan âlimler
(usûliyyun) akla gelir.
Dirayetü'l-hadis ilmi
ve dolayısıyla hadis usûlü edebiyatı da temellerini, rivayetü'l-hadis ilmi ve
edebiyatı gibi ashab-ı kiramın hadis nakli ve rivayetinde gösterdikleri
titizlik, araştırma (tesebbüt-taharri) ve denetim faaliyetlerinde bulmaktadır.
Ashabın üst seviyede bir dikkat ve titizliğe sahip olmaları yanında,
birbirlerinden duydukları hadisleri daha iyi bilenden tahkik etmekten de geri
kalmadıkları bilinmektedir. Hz. Aişe'nin yirmi kadar sahabînin rivayetlerini
tashih ettiğine dair hadisleri Bedreddin ez-Zerkeşî "el-Icabe" adlı
eserde toplamış bulunmaktadır. Öte yandan Hatib Bağdadî de hadis öğrenmek ve
bildikleri hadisleri kontrol etmek için uzun yolculuklara çıkan sahabîleri
"er-Rihle fı talebi'l-hadis" adlı eserinde tanıtmaktadır.
Ashab ile başlayan bu
araştırma ve tetkik gayretleri, dirayetü'l-hadise ait kaidelerin şekillenmesine
zemin hazırlamıştır. Tebliğ görevi ve Hz. Peygamber'e yalan isnad etmeme
dikkati, hadis ilmine dair tüm faaliyetlerin temelinde yatan gerçek olmanın
yanında, hadis usûlünün, en erken bir dönemden itibaren uygulama alanına
intikalini de gerçekleştirmiş olan asıl sebeptir. Ancak hadis usûlüne dair
edebiyatı müstakil hüviyetleri ile rivayetü'l-hadis edebiyatından daha sonraki
bir dönemde bulabilmekteyiz. [4]
Önceki bahislerde Hadîs
ilminin doğuşu, gelişmesi, bu sahada verilen belli başlı eserler üzerine
yeterli açıklamalar yaptık. Buralarda üzerinde durulmuş mes'eleler çoğunluk
itibâriyle hadîslerin rivâyetiyle ilgilidir. Tanıtılan kitaplar bile rivâyetle
ilgili te'lîflerdir. Hadîs İlminin bu şûbesine rivâyetü'l-hadîs ilmi denir.
Halbuki hadîsçilerin
meşguliyet sâhasına giren başka mes'eleler de vardır: Rivâyetin şartları,
çeşitleri, herbir çeşide terettüp eden hüküm, râvilerin ahvâli, şartları,
merviyyâtın envâı, merviyyattan istifâde şartları vs. gibi. Bu çeşit
mes'elelerle meşguliyeti kendisine konu edinen branşa dîrâyetu'l-hadîs denir.[5] Usûl-i hadîs deyince öncelikle hatıra gelen muhteva ve müfredat da
budur. Şunu hemen kaydedelim ki, Usûl-i Hadîs ilmine ulûmu'l-hadîs de denmiştir
ki, hadîs ilimleri mânâsına gelir. Böylece hadîsle ilgili ilimlerin birçok
şubelere ayrıldığı ifâde edilir. Usûl-i Hadîs daha ziyâde ıstılahlar üzerinde
durduğu için ona mustalahu'l-hadîs de denmiştir. Bu ilme ilmu dirâyeti'l-hadîs
veya ilmu'l-hadîs dirâyeten tesmiyesi de vâriddir ki, bu durumda, râvileri
tedkik keyfiyeti düşünülmüş olmaktadır.
Mukaddimemizin bu
kısmında daha ziyâde bir kısım nazârî bilgiler, umûmî prensipler üzerinde
durup, usûle giren ıstılahların tarifelerini, açıklamalarını yapacağız: Hadîs
nedir? Çeşitleri nelerdir, hangi şartlar ve vasıflarda hadîs, sahîh veya hasen
olur? Hadîs ne yollarla alınır ve verilir? Senet nedir? Çeşitleri nelerdir?
Senette yer alan râvilerde ne gibi vasıflar aranır, hangi evsafı taşıyan râvi
makbuldur, hangi evsafı taşımayanlar gayr-ı makbuldur? vs.
Bir cümle ile hadîsin
kabûl veya red durumları, râvi ile mervî'nin çeşitli durumlarını inceleyeceğiz.[6]
İslam alimleri her ilmin olduğu gibi hadis ilminin de esaslarını ve metodlarını tesbit etmişlerdir. Bu ilmin konusu Hz. Peygambar’in hadisleri olunca metodolojisi de diyebileceğimiz usulü, bunları bilmeye, sahihini zayıfından ve mevzu olanlardan ayırdetmeye yarayacak esaslar, kaideler ile hadisleri nakleden ravilerin hallerini açığa çıkarmaya yarayacak kurallardan ibarettir. Buna göre Hadis Usulü, hadisler ve ravilerinin hallerini bilmeye yarayacak kaide ve esaslardan ibaret bir ilimdir. Tarifi açıklamak gerekirse bir hadis isnad ve metinden ibarettir. İsnad metni rivayet edenlerin isimlerinin sıralanması, metni ise bildiğimiz gibi isnadla rivayet edilen Hz. Peygamber’in bir sözü, bir fiili, davranışı, takriri veya onunla ilgili bir özelliği bizlere aktaran ifadelerdir. Hadise güven ancak ravilerin güvenilir kimseler olduklarının açığa çıkmasından sonradır. Şayet raviler adalet ve zabt bakımından güvenilir kimseler değilseler hadis ilk planda sahih kabul edilemez. Böylece hadisin sahih kabul edilebilmesi ilk olarak ravilerinin sika olmalarıyla mümkün olmakta daha sonra başka özellikler aranmaktadır. Öyleyse Hadis Usulü hadis ilmi hadislerin kabul veya rededilebilmesi için bir taraftan onlarda bulunması gerekli esasları tesbit etmekte öte yandan ravilerinin adalet adalet ve zabt yönünden güvenilir olup olmadıklarını araştırma esasları tesbit etmektedir. O halde tarifimizi biraz daha genişleterek tekrar edecek olursak Hadis Usulü hadis ilmi kabul ve red itibariyle hadisler ve ravilerinin hallerini bilmeye yarayacak esaslar ve kaidelerden ibaret bir ilimdir. [7]
[1] Bu kullanımlar için bk. En-Nisa: 4/78, 87, 140; el-En’am: 6/68;
el-A’raf: 7/185; Yusuf: 12/101; er-Ra’d: 13/10; Taha: 20/9; el-Casiye: 45/6;
ez-Zariyat: 51/24; et-Tur: 52/34; en-Necm: 53/59-60; et-Tahrim: 66/3;
el-Mürselat: 77/50; en-Naziat: 79/15; el-Ğaşiye: 88/1. (İsmail Lütfü Çakan,
Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 13.)
[2] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları: 13, 14.
[3] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, 162;
Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/257.
[4] İsmail Lütfü Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1985, 162;
Sabahattin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/257.
[5] İbnu'l-Ekfâni'nin tarifine göre rivâyetu'l-hadis ilmi "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in söz ve fiillerine, bunların rivâyetine,
zabtına ve elfâzının tahririne, şümûlü olan bir ilimdir. Dirâyetu'l-hadîs ilmi
ise, rivâyetin hakikatını, şartlarını, nevîlerini, ahkâmını, râvilerin hal ve
şartlarını, merviyyâtın sınıflarını ve bunlara müteallik hususları öğreten bir
ilimdir". Rivâyetin hakîkatı, sünnetin ve benzerlerinin nakli; tahdis,
ihbâr vs. suretinde rivâyet edene nisbetidir. Şartları, râvinin merviyyatı,
sema, kitabet, vs. tahammül yollarından hangisiyle tahammül ettiğidir. Nevilerî:
İttisal, intıkâ vs.'yi ifade eder. Ahkâmı ise kabul ve redd durumunu ifade
eder. Ravilerin halinden adalet ve cerh durumları tahammül ve edâdaki şartları
maksûddur. Merviyyatın sınıfları, müsned, mu'cem, cezâ v.s. te'lif çeşitlerini
ifâde eder. (İbrahim Canan)
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
1/475-476.
[7] Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri
İçin Hadis Usulü, 12. sınıf: 81.
2013-2014 GÜZ Yarıyılı Tefsir Bölümü Ebab-ı Nüzul 2. Ödevi ( Mehmet Tahir PEKİM / öğrenci no:12952702
TEFSİR, HADİS VE FIKIH USÛLLERİNİN KARŞILAŞTIRMALI OKUNMASI
TEFSİR USÛLÜ
Tefsir usûlü ilmi, Kur‘anın doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması için gereken ilke ve metotları ortaya koyan ve bu yöntemler doğrultusunda ilahi vahyin nasıl tefsir edileceğini konu edinen bir disiplinin adıdır.[1] Bu ilmin bize verdiği en temel prensip, Kur‘anın doğru anlaşılması için Âyetlerin Âyet ile sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadisleriyle sonra sahâbe kavilleri yanında tâbiûn neslinin sözleriyle açıklamaktır. Bunların yanında tefsir usûlu metodlarından da istifade edilmesi gerektiğini ortaya koyar.
HADİS USÛLÜ
Hadis usûlü ilmi, hadislerin kabul ve red yönünden yani hangisinin kabul edilip hangisinin kabul edilmeyeceğini ele alan bir disiplindir.[2] Daha çık kabul gören görüşe göre bu alanda ilk eser veren kişi Ramuhurmizi(v.h.360) olduğudur ancak bazı ilim adamları ise İmam Şafii’nin yazmış olduğu er-Risâlesi fıkıh usûlü yanında hadis usûlü konularını ilk ele alan kişi olduğunu kabul ederler.
Daha sonraki devirlerde bu alanda yüzlerce eser verilmiştir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus ise rivâyet ve isnâd denilen hadis rivayet metodu ve bu ilim sayesinde oluşturulan metodaloji Müslümanların dışında hiçbir medeniyette bulunmayan bir sistem olduğudur. Nitekim Müslümanlar bu ilim sayesinde Efendimiz(s.a.v)’in sözlerinin bizlere kadar sağlam bir şekilde ulaşmasının bütün inceliklerini veren ve hadisler hakkında oluşacak şüphelerin bertaraf edilmesinde en büyük silahımız olma hüviyetini oluşturmaktadır.
FIKIH USÛLÜ
Müçtehitlerin şer ‘i ameli hükümleri, tafsili delillerden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütünününe fıkıh usûlü denir.[3] Diğer bir ifade ile fıkıh usûlü bir müçtehidin islami kaynaktan yola çıkarak insanların her çağdaki sorunlarına sınırlı dellilerden sınırsız meselelere çözüm bulma metodolojisidir. Nitekim İslam Âlimleri bu zengin usûl sayesinde günümüzde olduğu gibi bütün çağlardaki Müslümanların güncel problemlerini çözüm bulabilmişlerdir.
SONUÇ
Yukarıda kısaca tanıtmaya çalıştığımız her üç ilimin birçok konusu aynıdır. Nitekim fıkıh usulünde ele alınan delâlet bahisleri olan muhkem, muteşâbih, zahir, amm, mutlak, mukayyed ve müşkil gibi konuların yanında Kur‘anın tarifi, delil olma ciheti, bize kadar hangi şekilde ulaşması, delâletinin kat‘i veya zanni olması gibi birçok konu tefsir usûlünde de geniş bir şekilde anlatılmaktadır. Diğer taraftan her üç disiplinde Efendimiz(s.a.v.)’in hadislerini konu edinmektedir. Nitekim hadislerin sübutu bize ulaşma şekilleri ve bizim için taşıdığı değer teşri açısından konumu gibi birçok konu her üç disiplin tarafından âdete didik didik edilmiştir.
OKUNAN KİTABLAR
Zekiyyüddin Şa’ban, usül’l-fıkhu’l-islami, ter. İbrahim Dafi dönmez, Türkiye Diy Vakfı yay. Ankara 2012
İsmail Lütfi ÇAKAN, Hadis usulü, 28. Baskı.istanbul 2012
İsmail CERRAHOĞLU Tefsir usulü, Türkiye Diy Vakfı yay. Ankara 2012
[1] Muhsin Demirci, Tefsir terimleri sözlüğü, ifav yay. İkinci baskı İstanbul 2011 s.277-278
[2] Abdullah Aydınlı, Hadis ıstılahları sözlüğü, ifav yay. Yedinci baskı. İstanbul 2013 s.100
[3] Zekiyyüddin Şa’ban, usül’l-fıkhu’l-islami, ter. İbrahim Dafi dönmez, Türkiye Diy Vakfı yay. Ankara 2012, s.28
ALİ BAHADIR ÖZDEMİR
BİRLEŞİK DOKTORA
ÖĞRENCİ NO :13952701
2013/2014 GÜZ YARIYILI
TEFSİR TARHİ/TEFSİR USULU,
HADİS TARİHİ/HADİS USULU, FIKIH
TARİHİ/FIKIH USULÜ
Kur’an; Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla elçisi son peygamber Hz.
Muhammed’e mütavatir olarak peyderpey Arapça vahyolunan tüm insanlığa
gönderilmiş okunmasıyla ibadet olunan ilahi bir kitaptır. Bu ilah vahiy , insanlık tarihi boyunca fıtri olarak gelen ,insanın kainat
ve hayat hakkındaki merakına , geçmişteki vahiyler gibi bu insani arayışa
cevap vermek
üzere indirilmiştir. Yüce
Mevla’nın inayetiyle efendimizin
insanlığa tebliğ etmesi için on dört asır evvel son vahiy olan Kur’an vahyolunmuştur. Kıyamete kadarda baki kalacaktır.
Bu nedenle kişi ,problem ve meselelerde çözümü son vahiy kur ’anda aramalıdır. Bu bağlamda kur ’anın nüzulüne ,indiği
zamana peygamber dönemini incelediğimizde aynı şekilde dönemin insanları
(ashab-ı kiram) kainat ,evren ,hayat ve
bütün meraklarını Resulullah’a arz etmişlerdir. Efendimiz de öncelikle vahiyle bu meraklarına çözüm
getirmeye çalışmıştır. Örneklerini kur ’anda bulmak söz konusudur:
Vahiyde birebir cevap bulamadığında vahye
paralel olarak çözüm bulmuştur. Zaten efendimizin hayatına bakmaya
çalıştığımızda membaı Kur’an yani vahiy olan bir hayatı görürüz. Kur’an da buna
ayeti celile ile delalet etmektedir: ‘O heva ve hevesinden bir şey söylemez.’
Buna paralel Hz. Aişe validemize efendimizin ahlakı sorulduğunda o şu cevabı
vermiştir: O yürüyen bir Kur’an’dı.
Efendimiz zamanında hal
böyleyken daha sonraki dönemlerde durum nasıldı?
Sonraki dönemlerde Resulullah’ın yokluğu
hissedilince Efendimizin fiilleri, söylemleri ve de takrirleri mercek altına
alınmaya başlandı. Fakat Kur’an haricinde yazılı bir metin yoktu. Şifahi olarak
öğrenilen bilgiler, bu yolla da aktarılıyordu. İslam fetihleriyle beraber,
değişik millet ve kültürlerle kaynaşma olunca beraberinde de sorunları ve
farklı anlayışları doğurmuştur. Bunun neticesinde de İslami ilimler tedvin ve
tasnif edilmiştir. Bu disiplinler hicri 2. Asırdan itibaren müstakil olarak ele
alınmaya başlanmıştır: Tefsir Tarihi ve Usulü, Hadis Tarihi ve Usulü, Fıkıh
Tarihi ve usulü bu ilimler içinde önemli bir yer almıştır. Her biri farklı sahada ve farklı isimlerle çıksa da ,membaı
bir olan bu ilimler gaye ve amaç bakımından ortak bir hedef içindedirler. O da
Kur’an’ın ve sünnetin anlaşılıp, yaşanıp
ve sonraki nesillere aktarılmasıdır.
TEFSİR TARİHİ
Tefsir efendimiz(sav)’le beraber doğmuştur.
Yani vahiyle beraber doğmuştur. Kur’an nazil olmaya başlayınca sahabe-i
güzin’in bir takım soru ve merakını gidermek üzere açıklamalarda bulunan
Efendimiz (sav), tefsir tarihinin müessisidir.
Bunun haricinde kendisi soru sormak kaydıyla
zuhur ederken ,bazen de herhangi bir konuda söylediği bir sözü veya yaptığı bir
fiili delillendirmek için tefsirde bulunmuştur.
Peygamberimiz (sav) tefsirde bulunurken ;
Mücmeli tebyin, Müphemi tafsil, Mutlakı takyid
ve Müşkil’i tavzih yöntemlerine başvurmuştur.
Sahabe-i Kiram’a gelince ;
Açıklamaları
resulullah’a bağlı olarak sınırlı idi.
Tefsiri yaparken öncelikle ,ayeti ayetle ,sonra da ayeti sünnetle veya indiği
sebeb-i zikrederek (sebeb-i nüzul)yapıyorlardı. Bunun haricinde ictihada da
rastlanmaktadır. Tefsiri olarak yapıyorlardı.
Sahabiler içinde Tefsirde
öne çıkmış olanlar : Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Selam,
Ubey b. Ka’b, Hz. Ali ,Hz. Aişe validemiz gibi.
Tabiun Dönemi ise ;
sahabenin metodunu uygulamakla beraber, bazı farklılıklar arz etmektedir.
Tabiun Kur’an ve sünnette yardımcı bir malzeme bulamadıklarında ,özellikle
esbab-ı nüzul, mübhemat ve gaybi konularda sahabilerin görüş ve tercihlerine
başvuruyorlardı. Bazen de Ehl-i kitabın görüşlerine başvuruyorlardı. Bunun
yanında mecburiyet durumunda tefsirde kişisel yorumlarını da katmışlardır.
Kur’an’ın tamamını tefsir etmişlerdir. Tabiun ’un en önemli atılımları medreseler
kurmalarıdır. Bunlar ; Mekke Medresesi, muallimi ;ibn-i Abbas’tır. Öne çıkan
talebeleri ;Mücahid, İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus b. Keysan, Ata b. Ebi
Rebah’tır.
Medine Medresesi ; En
meşhur talebeleri ; Ebu’l Aliye, Zeyd b.Eslem.
Küfe medresesi ; En meşhur
Talebeleri, Alkame b. Kays, Mesruk, Hasan el-Basri, Katade.
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Hadis lügat manası yeni,
haber, tebliğ gibi manalara gelir. Kur’an’da, Kur’an anlamında da
kullanılmıştır. Istılah olarak, söz, fiil, ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadis Kur’an’dan sonra
gelen asli delillerdendir. Yani Kur’an’dan sonra en önemli kaynaktır. Hadisleri
en sağlıklı bir şekilde sonraki nesiller
aktaran sahabelerdir. Bu aktarmayı şifahen gerçekleştirmişlerdir. Hz.
Resulullah(sav) yazıya geçirilmesini yasaklamasının sebepleri arasında, yazı
bilenlerin azlığı, Kur’an’a karışma tehlikesi sebepler önem arz eder.
Ancak Resulullah’ın
döneminde Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Ali b.Ebi Talib, Ebu Hureyre
gibi sahabilerin sahifelerine rastlanmaktadır.
Fütuhatın artmasıyla İslam toprakları
genişlemiş, bunun sonucu olarak da ; Medine, Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır’da
ilim merkezleri kuruldu.
Hicri 2. Asır Hadis ilminin teşekkülünün
başlangıcıdır. Bu asırda siyasi çalkantılar, ilhadi hareketleri ve de İtikadi
mezhepleri doğurdu. Cerh ve Ta’ dil hareketi yine bu dönemde baş göstermiştir.
Hicri 3. Asır tedvin ve tasnif hareketinin
altın çağını yaşadığı çağdır. Bu asırda Siyer ve
Meğazi eserleri, Sünenler, Cami’ler ,Musannefler, Müsnedler yine bu
asırda yazılmıştır. Bu devir bir bakıma Kütüb-i Sitte devridir.
Hadis usulü ;hadis tenkidinin temel
kurallarını belirler ve hadis usulüne ait temel kavramlarını belirler. Ve
tanımını yapar. Hadis Usulü Mustalahu’l Hadis olarak da tanımlanır.
Hadis Usul’ünde Rical İmi
önemli bir yer alır. Racul (adam) kelimesinin çoğulu olan Rical ilmi ;hadis
ravileri’nin hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik
gereken bilgiyi derlemek, korumak ve değerlendirmek üzere zuhur etmiştir.
Ayrıca Cerh ve Ta’dil olarak da adlandırılır.
İlelü’l- Hadis, Garibu’l-
Hadis, İhtilafu’l- Hadis ilimleri Hadis Usulünün kategorisindeki
disiplinlerdir.
FIKIH TARİHİ/ FIKIH USULÜ
Fıkıh
Usulünün tarihçesi ; İslami ilimlerin kaynağı asr-ı Saadettir. Fıkıh usulü her
ne kadar isim olarak ilk dönemde ortaya çıkmammış olsa da uygulama olarak
Resulullah (sav) döneminde vardı. Sahabe efendilerimiz bu uygulamayı aynen
devam ettirmişlerdir. Peygamberimize vahiy,
ya sorulan bir soru üzerine ya da Allah Teâlâ’nın bizzat vahyin kendisinin bir olayla ilgili olarak indirmesi
şeklinde gerçekleşmiştir. Vahyin gelmediği meselelerde de içtihad devreye girmiştir. Peygamber
efendimizin bu dönemi en önemli dönemdir. Zira vahye dayanan ve vahyin denetimi
altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönemde gerçekleşmiştir. Sonraki
dönemlere kaynaklık etmiştir. Bu dönemim en önemli üç özelliği ; Tedric ,
kolaylık ve nesih.
Fıkhın 2. Dönemi bir
kırılma noktasıyla Hulefay-ı Raşidin ve Emeviler’dir. Bu dönemlerde sahabiler
belirleyici olmakla beraber Emeviler dönemi siyaset-fıkıh ilişkisi açısından
önemlidir. Hulefay-ı Raşidin döneminin en belirgin özellikleri; içtihad kapısı
açılmış, yaptıkları içtihadları kesin görmemiş, Resulullah’ın kavlinden
ayırmışlardır. Ayrıca bu dönemde nazari fıkıh henüz başlamamıştır. İllet ve
hikmeti değişen bazı hükümler değiştirilmiş, bazı hükümler askıya alınmıştır.
Resulullah’ın vefatından sonra Sahabe-i Güzin
yeni fetihlerle beraber bu beldelere
hicret etmiş , Şam, Küfe, Basra, Mısır gibi yerlerde yeni merkezler oluşmuştur.
Abbasiler döneminde fıkıh
olgunluk çağını yaşamıştır .ilk fıkıh usulü eseri bu dönemde yazılmıştır. (İlk
usul kitabı İmam Yusuf’a ait olduğu söylense de bize ulaşan eser İmam Şafii’nin
Risalesi’dir.
Bu dönemin belirgin
özellikleri ; Tabiin içtihadları eklenmiştir. Nazari ve farazi fıkıh
çalışmaları hızlanmıştır. Yeni fetihlerle beraber yeni milletlerin bazı
örf-adetleri kültürleri fıkıha girmiştir. Fıkıh adına rihleler
yapılmıştır.
Moğol istilasından Mecelle
’ye kadar fıkhın gerileme çağıdır. Mecelle ’den günümüze kadar devam eden dönem
uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.
Fıkıh usulü alanındaki
eserler ;Mütekellimin (kelamcılar) ve Hanefiyye metotlarıdır.
-Mütekellimin metodu: Usul
kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tespit edilmiştir. Daha çok
mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın
mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar
etmemişlerdir. Buna göre bu metot, tümevarım biçimindedir. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu
metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.
- Hanefî metodu: Bu metodun
müntesipleri, araştırma neticesi genel
kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu Fer’i meselelerden
genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya
koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu
sistemleştirmişlerdir. Bu yüzden, kitaplarında fürua ait meselelere sık sık
rastlanır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi Usul kaideleri
koyup, onları tespit etmiştir.
Usulün iki önemli işlevi vardır:
-Usulü bilen zevatın var
olan usulden hüküm istimbat etmeleri.
-Usul bilmeyenlerin de var
olan usul üzerinden kendinden önceki alimlerin uygulamalarından istifade
etmeleri.
Usulcü, Kitap Sünnet, ve
diğer delilleri inceleyip bu delillerin durumlarına bakarak ve bunlardan her
birinin hükmünü açıklayan kurallar koyarak şablon oluşturan kişidir. Usulcünün
görevi külli delilleri inceleyip, müçtehidin tafsili delillerden cüzi hükümler
çıkarmasına yardımcı olacak nitelikte kuralları tespit etmek, bu kuralları şer’i delillerle ispatlayıp sağlam temellere
oturtmaktır. Bu da fıkıh usulünün konusudur.
Fakih ise bir olayın
hükmünü tespit etmek istediğinde sözü edilen usul kurallarını alıp, bunları
olaylara uygulayarak hükümler çıkaran kişidir.
Fıkıh usulü ilminin gayesi,
kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer’i
hükümlere ulaşmaktır. Fıkıh usulü ile şer’i naslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların
manaları bilinir. Aralarında ta’riz olan lafızların arasını bulma ve bunlardan birisini
tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi içtihad salahiyetine haizse, oluşan
problemlerin hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb.
kaideleri kullanarak ictihdda bulunur. Eğer bu salahiyete haiz değilse, eski müçtehitlerin
ortaya koydukları hükümlerden, hüküm çıkararak, yeni meselelere cevap arar.. Bu
da usulü fıkhı ve onun kaidelerini
bilmekten geçer.
Sonuç olarak , Tefsir
Tarihi-Usulü, Hadis Tarihi-Usulü, Fıkıh Tarihi- Usulü hakkında verdiğimiz özet
bilgiye binaen ,birbirinden müstakil olan bu ilimler ,birbiriyle memzuc
olduklarını görürüz. Birbirleriyle içiçe
ve membaı bir olduğunu görmekteyiz. Herhangi bir ilimin diğerine bağlı
olarak daha iyi anlaşılacağını müşahede etmekteyiz. Ayrı ayrı ele
alındıklarında İslami ilimler sahasında ciddi gedikler oluşabileceğini
görmekteyiz. Günümüzde de ister Tefsir alanında ,ister Hadis alanında, İsterse
Fıkıh alanında yapılan çalışmalarda bu
bütünlük korunması gerektiği kanaatindeyiz.
Selam ve saygılar.
Kaynakça
1- -Muhsin DEMİRCİ.
Tefsir tarihi M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010
2--
Muhsin DEMİRCİ. Tefsir Usulü M.Ü.İ.F.V.Y. İstanbul 2010
3-Talat KOÇYĞİT, Hadis
Tarihi, T.D.V.Y. Ankara 2012
4-Talat KOÇYİĞİT, Hadis
Usulü, T.D.V.Y. Ankara 2012
5-İslam
Ansiklopedisi,c.13.Fıkıh Md. T.D.V.Y. İstanbul 1996
1- Lügat ilmi. Kur'an Arap dilinde nazil olduğundan, onun manalarını açıklayacak kişinin bu dili iyi bilmesi gerekir. Kelimeler, bazen ilk hatıra gelen anlamda değil de, daha tali anlamlarından birinde kullanılmış olabilirler. Müfessir lisana iyi vakıf olunca, kelimelerin hangi manalarda kullanıldığını daha isabetli olarak anlayabilir.
2- Nahiv ve Sarf (Gramer, Dil bilgisi);
3- Bedi', Beyan, Meani bilimlerini kapsayan Belagat İlmi. Bir kimsenin, binlerce edebi sanat ve edebi üslup ihtiva eden metni, hiçbir yanlış anlayışa yer vermeyecek şekilde anlayabilmesi için, hakiki ve mecazi manalar, teşbih, temsil, istiare, kinaye, te'kid, takdim, te'hir, hazf, icaz, itnab, kasr, iltifat, müşakele ilh. gibi terimlerle tarif edilen üslup özelliklerine vakıf olması gerekir. İnsan, Arap dilinde yazılmış üstün üsluplarla meşgul olup onların inceliklerine vukuf peyda ederse, kendisinde sözü anlama ve idrak melekesi gelişir. Allah Teala'nın maksatlarını kemal veçhile ihata edemezsek de, yine de beşer takati nisbetinde onu anlamanın başlıca vasıtası, Arap diline ve belagat üsluplarına vakıf olmaktır. Bu ise, sadece Belagat ilminin kurallarını öğrenmekle elde edilmez. Bildiğimiz üzere Araplar, Nahiv ve Belagat ilimleri ortaya çıkmadan önce de düzgün ve güzel söz söylemede mahir idiler. Bunun tabii olduğunu söylemek makul değildir. Bu ancak, güzel sözleri öğrenip onlara benzer sözler söyleye söyleye kazanılmış bir meleke idi. Böyle olduğunun gözle görülür delili şudur ki, başka topluluklara karışmalarını müteakip Araplar, bu özelliklerini hicretten 50 yıl kadar sonra kaybetmeye başlamışlardır.1
4- Kıraat İlmi. Bazı kelimelerin, bizzat Hz. Peygamber (aleyhisselam) tarafından tebliğ edilen farklı okunuşlarını gösteren ilim. Çünkü Kur'an'ın bir çok kelimeleri farklı kıraatlerde okunabilmekte ve bu da manalarda bazı farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
5- Akaid ve Kelam İlmi. Allah Teala hakkında caiz, vacib ve imkansız olan sıfatlar, nübüvvet, ahiret gibi konulardaki doğru inanç esasları, bütün ayet ve hadisleri birlikte değerlendirdikten sonra bu ilim dalı tarafından ortaya konulmuştur. Müteşabih ayetleri muhkem ayetlerin ışığında anlamak ve açıklamak için büyük gayretlerin sarf edildiği bu ilme başvurulmadığı takdirde, dinin en temel esaslarında yanlışlık yapılabilir.
6- Usul-i Fıkh İlmi. ayetlerden dini hükümlerin nasıl çıkarılacağına dair kuralları bildiren bu ilim de, kavramların mücmel (toplu halde, özet), mufassal (detaylı), umum, husus (genel veya sınırlandırılmış anlam), mutlak (herhangi bir sınırla sınırlandırılmamış ve dolayısıyla çok mana ve vecihlere ihtimali bulunan), mukayyed, mensuh, müevvel (tevil edilmiş) vb. olup olmaması konusunda yol gösterir.
7- Usul-i Tefsir İlmi. ayetlerin hangi ortamlarda indirildiğini bildiren Esbab-ı Nüzul, bazı ayetler arasında yanlış yere var sanılan çelişkileri çözüp gideren Müşkilü'l-Kur'an, Mekki-Medeni, Muhkem-Müteşabih, huruf-i mukatta'a, Nasih-Mensuh, Kur'an kıssaları, Kur'an meselleri, Kur'an'daki kasemler gibi bir çok konuyu ihtiva ile, Kur'an tefsir metodolojisinin adıdır.
8- Usul-i Hadis ve Hadis İlmi. Hz. Peygamber'den nakledilen ve Kur'an'ı açıklayıcı mahiyette olan hadislerden istifadeyi sağlar.
9-Tarih ve Sosyoloji gibi, beşer toplumlarının maruz kaldıkları durumları konu edinen ilimler. Allah Teala, insanlığa gönderdiği bu son Kitabında, daha önceki kitaplarda bildirmediği şeyleri bildirmiştir. Ezcümle, çeşitli ümmetlerin kıssalarını nakletmiş, onlar hakkında cereyan eden İlahi sünnetlerini (kanunlarını) beyan etmiş, toplumları yükselten ve alçaltan sebeplerden, onların iman ve inkar, ilim ve cehalet, kuvvet ve zayıflık gibi hallerinden bahsetmiştir. Kur'an, bir çok gerçeği pek mücmel ve özlü bir tarzda bildirir. Fakat bu bildirme, her şeyi bilen Allah'ın mücmel bildirmesidir. Bu bakımdan, kendisini, verdiği bilgileri tafsilatlı olarak anlamaları için insanları düşünmeye, incelemeye, seyahat etmeye, tecrübeler yapmaya çağırır. Eğer kainat kitabının zahiri ile yetinecek olursak, bu takdirde, bir kitabın cildine ve rengine bakıp da, ihtiva ettiği ilim ve hikmetlerden haberi olmayan ümmi kimseler durumuna düşeriz.
10- Beşeriyetin Kur'an hidayetiyle doğru yolu bulduğunu ve Kur'an'ın esas gayesinin de insanları hidayet etmek olduğunu bilmek. Bunun için de, Kur'an nazil olmadan önceki cahiliye topluluklarının durumlarından haberdar olmak gerekir. Hz. Ömer (r.a.), buna işaret etmek üzere şöyle demiştir: "İslami dönemde yetişen insanlar, Cahiliye'deki halleri bilmedikleri takdirde, İslam elbisesi düğüm düğüm çözülür." Çağdaş medeni toplumda yetişen bir insan el, yüz ve ayak yıkama, diş temizliği, tırnak kesme gibi şeyleri çok tabii davranışlar kabul edebilir. Oysa Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve zeminde, bunları bile benimsetmek başlı başına bir inkılaptı. Kaldı ki, bu gibi adetleri yeni nesillere benimsetmek için ne kadar gayret göstermek gerektiği hepimizce bilinmektedir. Ayrıca, en küçüklerini misal verdiğimiz bu inkılaplar içinde şirk, kan davası, ırk üstünlüğü, kölelere yapılan haksızlıklar, çok eşlilik, zina, haram içki, ümmilik, kadınları mirastan mahrum bırakma, kadını sayısız boşama hakkı, cariyeleri fuhşa zorlama ve bu yolla para kazanmayı meslek edinme (randevu evi işletme) gibi yüzlerce kötü adeti kökünden kaldırarak, yerlerine İslam'ın güzelliklerini yerleştirme gibi muazzam inkılapları unutmak mümkün değildir.
11- Tabii bilimlerde kesin (veya kesine yakın) sayılan bir takım sonuçları ve bu bilimlerin prensiplerini bilmek, onların alanlarına giren konulara temas eden yüzlerce ayeti yorumlamakta sahip olunması gereken formasyonu kazandırır.
12- Mevhibe İlmi. Bundan maksat, ilmi ile amil olanlara, Allah Teala'nın ilham edeceği basiret ve kavrama gücüdür. Allah Teala: "Allah'a itaatsizlikten sakının. (Siz bunu yapınca,) Allah size ilim öğretir. Allah her şeyi bilir."2 buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna işaret olarak: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği ilimlere de varis kılar." buyurmuştur. Süyuti, müfessire lazım gelen ilimlerin sonuna mevhibe ilmini yerleştirdikten sonra der ki: "Aziz okuyucu! Anlaşılan sen, mevhibe ilmini şart koşmamızda tereddüt edip diyorsun ki: "Bu, insanın elinde olan bir şey değildir." Ama, meselede senin gördüğün güçlük yoktur. Zira bunu kazanma yolu var olup, o da, o neticeye götüren amel ve zühdü uygulamaktır (yani davranışlarını ilmine göre yapıp, geçici dünya menfaatlerini kalbine koymamaktır)."3 Bu konuda Zerkeşi de şöyle der: "Biliniz ki, kalbinde bid'at, kibir, hevaya uyma, dünya sevgisi olan, yahut bir günahta ısrar eden, tahkiki iman sahibi olmayan veya tahkiki zayıf olan, yahut kuvvetli ilme sahip bulunmayan bir müfessire dayanan, veya kendi aklına ve anlayışına itimat eden kimse vahyin manalarını anlayamaz ve vahyin esrarı ona açılmaz. Zira bütün bunlar, Kur'an'ı anlamaya perde olan manilerdir. Bu konuda Allah Teala: "Dünya'da haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım."4 buyurmuştur.
Kur'an'ı tefsirde müracaat edilmesi gereken kaynaklar
Bunları belirttikten sonra, Kur'an'ı tefsir ederken müfessirin başvuracağı kaynaklara geçebiliriz.
1- Önce bizzat Kur'an-ı Kerimi iyi inceleyip, bir ayeti tefsir eden diğer ayetleri toplamaya çalışmalıdır. Zira ayetlerin birbirlerini açıklamaları meşhur bir keyfiyettir. Böylece müfessir, bir ayeti hatalı olarak veya eksik bir şekilde anlayıp, konuyu Kur'an'ın bütünlüğünden uzak tutmak tehlikesinden kurtulur.
2- ayetleri açıklayan hadislere başvurmak. Zira Kur'an'ı esas itibariyle tefsir yetkisini Allah Teala, Peygamberine vermiştir. Bu husustaki ayetlerden sadece birini zikredelim: "Biz sana zikri indirdik. Ta ki, kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve ta ki onlar da fikirlerini iyice kullansınlar."5
3- Sahabe'nin tefsiri de, öğrendiklerini bizzat Rasulullah'tan (s.a.s.) öğrenmiş olmaları ihtimali, Kur'an'ın nazil olduğu dönemde onun kelimelerinin manalarını en iyi bilme durumunda olmaları, keza vahyin indiği ortamları bizzat yaşamaları, derin kavrama güçleri ve hükümleri uygulama alanına koymadaki şevk ve başarıları gibi meziyetleri sebebiyle son derecede önemlidir. Özellikle ilk dört halife, İbn Mes'ud, İbn Abbas, Hz. aişe, Übey İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu teala anhüm) gibi sahabilerin tefsirlerini bilmek gereklidir.
4- Kelam'ın manasından ve Usulü'd-Din'de sabit olan esaslardan ortaya çıkan neticeye göre tefsir etmek. Hz. Peygamber (s.a.s.), İbn Abbas hakkında: "Ya Rabbi, onu dinde fakih kıl ve ona tefsiri öğret." diye dua ettiğinde, bu kabil tefsiri kasdetmiştir. Hz. Ali de (r.a.), müslümanın çaba sarfederek ulaştığı şahsi Kur'an anlayışını onun esas mirası, başlıca sermayesi saymıştır. Sahabe'nin tefsirde bazen her birinin farklı farklı açıklamaları, bu kabilden sayılır.6
Müfessirin sakınması gereken haller
Şu hallerden ise müfessirin sakınması şarttır: Arap diline, Usulü'd-Din'e ve zikrettiğimiz ilimlere vakıf olmadan Allah'ın muradını açıklamaya girişmek doğru değildir. Bazı hakiki müteşabihler gibi, Allah'ın, kesin ilmini Zatına tahsis ettiği meselelere dalmak, bu hususları uzatmak yersizdir. Keza müfessir, kendi hevasına, peşin fikrine veya Müslümanların cumhuruna aykırı olan mezhebine göre tefsirden kaçınmalıdır. Diğer taraftan, iltizam ettiği Sünni bir mezhep varsa, mezhebinin içtihadını ve yorumunu, Sünnilik içinde tek doğru yorum olarak iddia etmemelidir. Ve nihayet sonunda, "vallahu a'lem" demesini bilmeli, tefsirinin murad-ı İlahi olduğu hususunda kesin bir iddiada bulunmamalıdır.
Matlup tefsir tarzı
Bunları da belirttikten sonra, müfessirin uygulaması gerekli olan matlup tefsir tarzını şöylece hulasa edebiliriz:
1- Tefsir edilen kavram ile tefsir arasında mutabakat, yani uygunluk olmalı. Manayı açıklama yönünden eksik taraf kalmadığı gibi, maksada uygun olmayan gereksiz fazlalık da bulunmamalı. Hele hele, anlamı başka yöne kaydıran çabalardan sakınmalıdır.
2- Hakiki mana da, mecazi mana da gözetilmelidir. Mecazi mana kasdedilmişse, hakiki manaya hamletmekten veya bunun aksinden kaçınmalıdır.
3- Kelimeleri izah ederken,siyak ve sibakın ışığında açıklamaya çalışmalıdır.
4- ayetler arasında bazen gizli kalan münasebet ve irtibatları ortaya koymalıdır ki, ayetler arasında anlam kopukluğu olduğu sanılmasın.
5- ayetin indirilmesine vesile teşkil eden sebeb-i nüzul varsa o hadiseyi bildirmeli ki, ayetteki hükmün maksadı daha iyi anlaşılabilsin.
6- Lügat, Nahiv ve Belagat ilimlerine göre kelime ve terkipler hakkında gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, İslam'ın temel kaideleri çerçevesinde ayetlerden hükümler çıkarmaya gayret etmelidir.
7- İmkan nisbetinde Kur'an'da tekrar olduğu iddiasından kaçınmalıdır. Zira ilk anda tekrar veya müteradif gibi görünen kelimelerin, iyice dikkat edildiğinde ve araştırıldığında, aralarındaki nüansların fark edileceği anlaşılacaktır.
8- Tefsirle doğrudan ilgisi olmayan, dilbilgisi, Fıkıh ve Kelam'a ait tafsilattan, kıssa veya çeşitli bilimsel ayrıntılardan kaçınmalıdır. Zira o meselelerin tafsilatı, zaten o ilimlere mahsus kitaplarda bulunmaktadır. Bunlara dalmak, muhatabı Kur'an'ın esas maksatlarından uzaklaştırabilir.
9- Müfessir, gerektiğinde tercih kıstaslarına göre hareket etmesini bilmeli, ayet-i kerime birden fazla manaya muhtemel ise, en kuvvetli olan tarafı tercih edebilmelidir. Bu konuda Zerkeşi şöyle der: "İki veya daha fazla ihtimal olan hususta, alimlerden başkası içtihad edemez. Onlar da şahsi görüşlerine değil, delillere dayanmak zorundadırlar. Manalardan biri daha zahir ise, ona göre tefsir edilmelidir. Şayet, hafi (gizli) mananın kasd edildiğine delil olursa, bu takdirde, hafi manaya göre tefsir edilir." Her iki mana eşit durumda olup, birinde lügavi hakikat, öbüründe şer'i hakikat anlamı ağır basarsa, bu durumda şer'i manaya öncelik verilir. Fakat lügavi mananın kasd edildiğine dair bir karine bulunursa, bu takdirde buna göre tefsir edilir. Mesela,"
Onların mallarından zekat al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın, onlar için dua da et. Çünkü senin onlar lehinde duan, onlar için büyük bir huzur kaynağıdır. Allah herşeyi hakkıyla işitir ve bilir." ayetinde7, salat'ın şer'i manası namaz olmakla birlikte, burada lügavi manası olan "dua"nın murad edildiğine karine mevcut olduğundan dua manasına tefsir edilir. Zira bir önceki cümlede zekat verme söz konusu edilmekte olup, mali fedakarlıkta bulunan kimseye, bundan dolayı dua edilir. Ama iki mananın bir arada düşünülmesi imkansız ise, kendi imkanlarına göre delillere bakarak içtihad eder, kendi nezdinde ağır basan mananın, kendisi hakkında, Allah'ın maksadı olduğuna kani olur. Eğer bir başka müçtehid, ondan bir başka mana çıkarırsa, bu da onun hakkında Allah'ın maksadı olur. Zira o da, bu sonuca içtihadı neticesinde ulaşmıştır. Eğer manalar nezdinde eşit olursa, istediğini tercih etme veya daha ağır hükmü yahut daha kolay hükmü alıp almaması gerektiği şeklinde.. aynı şekilde geçerli görüşler vardır. Şayet iki mana birbirini nefy etmezse, muhakkiklere göre, her iki manaya göre yorumlaması gerekir ve bu i'caz ve fesahat bakımından daha matlub olur."8
Böylece, klasik dönem alimlerinin, muteber tefsir için aradıkları şartları göstermeye çalıştık. Asırların tecrübesinden ve imtihanından geçmiş bu makul ölçüler çerçevesinde kalmakla beraber müfessir, yaşadığı asrın ihtiyaçları ve tesbitleri açısından elbette Kur'an'a yönelebilir ve onun ilham edeceği farklı inceliklere, yeni anlamlara ulaşabilir. Zira yine klasik dönem alimlerinin kabul ettikleri üzere, tefsir ilmi, gelişmesini ve olgunlaşmasını tamamlamış ve yenilip içilmiş ilimlerden sayılmaz. Bilakis o, belirip ortaya çıkmakla beraber, henüz olgunlaşmamış meyveye benzetilir.
Dipnotlar
1 Muhammed Abduh, Tefsiru'l-Menar, Mukaddime.
2 Bakara, 2/282.
3 el-İtkan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1951, 2/182.
4 A'raf, 7/146.
5 Nahl, 16/44.
6 B. Zerkeşi, el-Burhan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1957, 2/161; Süyuti, el-İtkan, 2/178-179.
7 Tevbe 9/103.
8 Süyuti, el-İtkan, 2/182. (Süyuti, bu kısmı Zerkeşi, el-Burhan, 2/166-167'den özetleyerek nakl eder) ; M. H. ez-Zehebi, et-Tefsir ve'l-Müfessirun, 1/277-280.
1- Lügat ilmi. Kur'an Arap dilinde nazil olduğundan, onun manalarını açıklayacak kişinin bu dili iyi bilmesi gerekir. Kelimeler, bazen ilk hatıra gelen anlamda değil de, daha tali anlamlarından birinde kullanılmış olabilirler. Müfessir lisana iyi vakıf olunca, kelimelerin hangi manalarda kullanıldığını daha isabetli olarak anlayabilir.
2- Nahiv ve Sarf (Gramer, Dil bilgisi);
3- Bedi', Beyan, Meani bilimlerini kapsayan Belagat İlmi. Bir kimsenin, binlerce edebi sanat ve edebi üslup ihtiva eden metni, hiçbir yanlış anlayışa yer vermeyecek şekilde anlayabilmesi için, hakiki ve mecazi manalar, teşbih, temsil, istiare, kinaye, te'kid, takdim, te'hir, hazf, icaz, itnab, kasr, iltifat, müşakele ilh. gibi terimlerle tarif edilen üslup özelliklerine vakıf olması gerekir. İnsan, Arap dilinde yazılmış üstün üsluplarla meşgul olup onların inceliklerine vukuf peyda ederse, kendisinde sözü anlama ve idrak melekesi gelişir. Allah Teala'nın maksatlarını kemal veçhile ihata edemezsek de, yine de beşer takati nisbetinde onu anlamanın başlıca vasıtası, Arap diline ve belagat üsluplarına vakıf olmaktır. Bu ise, sadece Belagat ilminin kurallarını öğrenmekle elde edilmez. Bildiğimiz üzere Araplar, Nahiv ve Belagat ilimleri ortaya çıkmadan önce de düzgün ve güzel söz söylemede mahir idiler. Bunun tabii olduğunu söylemek makul değildir. Bu ancak, güzel sözleri öğrenip onlara benzer sözler söyleye söyleye kazanılmış bir meleke idi. Böyle olduğunun gözle görülür delili şudur ki, başka topluluklara karışmalarını müteakip Araplar, bu özelliklerini hicretten 50 yıl kadar sonra kaybetmeye başlamışlardır.1
4- Kıraat İlmi. Bazı kelimelerin, bizzat Hz. Peygamber (aleyhisselam) tarafından tebliğ edilen farklı okunuşlarını gösteren ilim. Çünkü Kur'an'ın bir çok kelimeleri farklı kıraatlerde okunabilmekte ve bu da manalarda bazı farklılıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
5- Akaid ve Kelam İlmi. Allah Teala hakkında caiz, vacib ve imkansız olan sıfatlar, nübüvvet, ahiret gibi konulardaki doğru inanç esasları, bütün ayet ve hadisleri birlikte değerlendirdikten sonra bu ilim dalı tarafından ortaya konulmuştur. Müteşabih ayetleri muhkem ayetlerin ışığında anlamak ve açıklamak için büyük gayretlerin sarf edildiği bu ilme başvurulmadığı takdirde, dinin en temel esaslarında yanlışlık yapılabilir.
6- Usul-i Fıkh İlmi. ayetlerden dini hükümlerin nasıl çıkarılacağına dair kuralları bildiren bu ilim de, kavramların mücmel (toplu halde, özet), mufassal (detaylı), umum, husus (genel veya sınırlandırılmış anlam), mutlak (herhangi bir sınırla sınırlandırılmamış ve dolayısıyla çok mana ve vecihlere ihtimali bulunan), mukayyed, mensuh, müevvel (tevil edilmiş) vb. olup olmaması konusunda yol gösterir.
7- Usul-i Tefsir İlmi. ayetlerin hangi ortamlarda indirildiğini bildiren Esbab-ı Nüzul, bazı ayetler arasında yanlış yere var sanılan çelişkileri çözüp gideren Müşkilü'l-Kur'an, Mekki-Medeni, Muhkem-Müteşabih, huruf-i mukatta'a, Nasih-Mensuh, Kur'an kıssaları, Kur'an meselleri, Kur'an'daki kasemler gibi bir çok konuyu ihtiva ile, Kur'an tefsir metodolojisinin adıdır.
8- Usul-i Hadis ve Hadis İlmi. Hz. Peygamber'den nakledilen ve Kur'an'ı açıklayıcı mahiyette olan hadislerden istifadeyi sağlar.
9-Tarih ve Sosyoloji gibi, beşer toplumlarının maruz kaldıkları durumları konu edinen ilimler. Allah Teala, insanlığa gönderdiği bu son Kitabında, daha önceki kitaplarda bildirmediği şeyleri bildirmiştir. Ezcümle, çeşitli ümmetlerin kıssalarını nakletmiş, onlar hakkında cereyan eden İlahi sünnetlerini (kanunlarını) beyan etmiş, toplumları yükselten ve alçaltan sebeplerden, onların iman ve inkar, ilim ve cehalet, kuvvet ve zayıflık gibi hallerinden bahsetmiştir. Kur'an, bir çok gerçeği pek mücmel ve özlü bir tarzda bildirir. Fakat bu bildirme, her şeyi bilen Allah'ın mücmel bildirmesidir. Bu bakımdan, kendisini, verdiği bilgileri tafsilatlı olarak anlamaları için insanları düşünmeye, incelemeye, seyahat etmeye, tecrübeler yapmaya çağırır. Eğer kainat kitabının zahiri ile yetinecek olursak, bu takdirde, bir kitabın cildine ve rengine bakıp da, ihtiva ettiği ilim ve hikmetlerden haberi olmayan ümmi kimseler durumuna düşeriz.
10- Beşeriyetin Kur'an hidayetiyle doğru yolu bulduğunu ve Kur'an'ın esas gayesinin de insanları hidayet etmek olduğunu bilmek. Bunun için de, Kur'an nazil olmadan önceki cahiliye topluluklarının durumlarından haberdar olmak gerekir. Hz. Ömer (r.a.), buna işaret etmek üzere şöyle demiştir: "İslami dönemde yetişen insanlar, Cahiliye'deki halleri bilmedikleri takdirde, İslam elbisesi düğüm düğüm çözülür." Çağdaş medeni toplumda yetişen bir insan el, yüz ve ayak yıkama, diş temizliği, tırnak kesme gibi şeyleri çok tabii davranışlar kabul edebilir. Oysa Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve zeminde, bunları bile benimsetmek başlı başına bir inkılaptı. Kaldı ki, bu gibi adetleri yeni nesillere benimsetmek için ne kadar gayret göstermek gerektiği hepimizce bilinmektedir. Ayrıca, en küçüklerini misal verdiğimiz bu inkılaplar içinde şirk, kan davası, ırk üstünlüğü, kölelere yapılan haksızlıklar, çok eşlilik, zina, haram içki, ümmilik, kadınları mirastan mahrum bırakma, kadını sayısız boşama hakkı, cariyeleri fuhşa zorlama ve bu yolla para kazanmayı meslek edinme (randevu evi işletme) gibi yüzlerce kötü adeti kökünden kaldırarak, yerlerine İslam'ın güzelliklerini yerleştirme gibi muazzam inkılapları unutmak mümkün değildir.
11- Tabii bilimlerde kesin (veya kesine yakın) sayılan bir takım sonuçları ve bu bilimlerin prensiplerini bilmek, onların alanlarına giren konulara temas eden yüzlerce ayeti yorumlamakta sahip olunması gereken formasyonu kazandırır.
12- Mevhibe İlmi. Bundan maksat, ilmi ile amil olanlara, Allah Teala'nın ilham edeceği basiret ve kavrama gücüdür. Allah Teala: "Allah'a itaatsizlikten sakının. (Siz bunu yapınca,) Allah size ilim öğretir. Allah her şeyi bilir."2 buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s.), buna işaret olarak: "Kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği ilimlere de varis kılar." buyurmuştur. Süyuti, müfessire lazım gelen ilimlerin sonuna mevhibe ilmini yerleştirdikten sonra der ki: "Aziz okuyucu! Anlaşılan sen, mevhibe ilmini şart koşmamızda tereddüt edip diyorsun ki: "Bu, insanın elinde olan bir şey değildir." Ama, meselede senin gördüğün güçlük yoktur. Zira bunu kazanma yolu var olup, o da, o neticeye götüren amel ve zühdü uygulamaktır (yani davranışlarını ilmine göre yapıp, geçici dünya menfaatlerini kalbine koymamaktır)."3 Bu konuda Zerkeşi de şöyle der: "Biliniz ki, kalbinde bid'at, kibir, hevaya uyma, dünya sevgisi olan, yahut bir günahta ısrar eden, tahkiki iman sahibi olmayan veya tahkiki zayıf olan, yahut kuvvetli ilme sahip bulunmayan bir müfessire dayanan, veya kendi aklına ve anlayışına itimat eden kimse vahyin manalarını anlayamaz ve vahyin esrarı ona açılmaz. Zira bütün bunlar, Kur'an'ı anlamaya perde olan manilerdir. Bu konuda Allah Teala: "Dünya'da haksız yere büyüklük taslayanları, ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım."4 buyurmuştur.
Kur'an'ı tefsirde müracaat edilmesi gereken kaynaklar
Bunları belirttikten sonra, Kur'an'ı tefsir ederken müfessirin başvuracağı kaynaklara geçebiliriz.
1- Önce bizzat Kur'an-ı Kerimi iyi inceleyip, bir ayeti tefsir eden diğer ayetleri toplamaya çalışmalıdır. Zira ayetlerin birbirlerini açıklamaları meşhur bir keyfiyettir. Böylece müfessir, bir ayeti hatalı olarak veya eksik bir şekilde anlayıp, konuyu Kur'an'ın bütünlüğünden uzak tutmak tehlikesinden kurtulur.
2- ayetleri açıklayan hadislere başvurmak. Zira Kur'an'ı esas itibariyle tefsir yetkisini Allah Teala, Peygamberine vermiştir. Bu husustaki ayetlerden sadece birini zikredelim: "Biz sana zikri indirdik. Ta ki, kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve ta ki onlar da fikirlerini iyice kullansınlar."5
3- Sahabe'nin tefsiri de, öğrendiklerini bizzat Rasulullah'tan (s.a.s.) öğrenmiş olmaları ihtimali, Kur'an'ın nazil olduğu dönemde onun kelimelerinin manalarını en iyi bilme durumunda olmaları, keza vahyin indiği ortamları bizzat yaşamaları, derin kavrama güçleri ve hükümleri uygulama alanına koymadaki şevk ve başarıları gibi meziyetleri sebebiyle son derecede önemlidir. Özellikle ilk dört halife, İbn Mes'ud, İbn Abbas, Hz. aişe, Übey İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu teala anhüm) gibi sahabilerin tefsirlerini bilmek gereklidir.
4- Kelam'ın manasından ve Usulü'd-Din'de sabit olan esaslardan ortaya çıkan neticeye göre tefsir etmek. Hz. Peygamber (s.a.s.), İbn Abbas hakkında: "Ya Rabbi, onu dinde fakih kıl ve ona tefsiri öğret." diye dua ettiğinde, bu kabil tefsiri kasdetmiştir. Hz. Ali de (r.a.), müslümanın çaba sarfederek ulaştığı şahsi Kur'an anlayışını onun esas mirası, başlıca sermayesi saymıştır. Sahabe'nin tefsirde bazen her birinin farklı farklı açıklamaları, bu kabilden sayılır.6
Müfessirin sakınması gereken haller
Şu hallerden ise müfessirin sakınması şarttır: Arap diline, Usulü'd-Din'e ve zikrettiğimiz ilimlere vakıf olmadan Allah'ın muradını açıklamaya girişmek doğru değildir. Bazı hakiki müteşabihler gibi, Allah'ın, kesin ilmini Zatına tahsis ettiği meselelere dalmak, bu hususları uzatmak yersizdir. Keza müfessir, kendi hevasına, peşin fikrine veya Müslümanların cumhuruna aykırı olan mezhebine göre tefsirden kaçınmalıdır. Diğer taraftan, iltizam ettiği Sünni bir mezhep varsa, mezhebinin içtihadını ve yorumunu, Sünnilik içinde tek doğru yorum olarak iddia etmemelidir. Ve nihayet sonunda, "vallahu a'lem" demesini bilmeli, tefsirinin murad-ı İlahi olduğu hususunda kesin bir iddiada bulunmamalıdır.
Matlup tefsir tarzı
Bunları da belirttikten sonra, müfessirin uygulaması gerekli olan matlup tefsir tarzını şöylece hulasa edebiliriz:
1- Tefsir edilen kavram ile tefsir arasında mutabakat, yani uygunluk olmalı. Manayı açıklama yönünden eksik taraf kalmadığı gibi, maksada uygun olmayan gereksiz fazlalık da bulunmamalı. Hele hele, anlamı başka yöne kaydıran çabalardan sakınmalıdır.
2- Hakiki mana da, mecazi mana da gözetilmelidir. Mecazi mana kasdedilmişse, hakiki manaya hamletmekten veya bunun aksinden kaçınmalıdır.
3- Kelimeleri izah ederken,siyak ve sibakın ışığında açıklamaya çalışmalıdır.
4- ayetler arasında bazen gizli kalan münasebet ve irtibatları ortaya koymalıdır ki, ayetler arasında anlam kopukluğu olduğu sanılmasın.
5- ayetin indirilmesine vesile teşkil eden sebeb-i nüzul varsa o hadiseyi bildirmeli ki, ayetteki hükmün maksadı daha iyi anlaşılabilsin.
6- Lügat, Nahiv ve Belagat ilimlerine göre kelime ve terkipler hakkında gerekli açıklamayı yaptıktan sonra, İslam'ın temel kaideleri çerçevesinde ayetlerden hükümler çıkarmaya gayret etmelidir.
7- İmkan nisbetinde Kur'an'da tekrar olduğu iddiasından kaçınmalıdır. Zira ilk anda tekrar veya müteradif gibi görünen kelimelerin, iyice dikkat edildiğinde ve araştırıldığında, aralarındaki nüansların fark edileceği anlaşılacaktır.
8- Tefsirle doğrudan ilgisi olmayan, dilbilgisi, Fıkıh ve Kelam'a ait tafsilattan, kıssa veya çeşitli bilimsel ayrıntılardan kaçınmalıdır. Zira o meselelerin tafsilatı, zaten o ilimlere mahsus kitaplarda bulunmaktadır. Bunlara dalmak, muhatabı Kur'an'ın esas maksatlarından uzaklaştırabilir.
9- Müfessir, gerektiğinde tercih kıstaslarına göre hareket etmesini bilmeli, ayet-i kerime birden fazla manaya muhtemel ise, en kuvvetli olan tarafı tercih edebilmelidir. Bu konuda Zerkeşi şöyle der: "İki veya daha fazla ihtimal olan hususta, alimlerden başkası içtihad edemez. Onlar da şahsi görüşlerine değil, delillere dayanmak zorundadırlar. Manalardan biri daha zahir ise, ona göre tefsir edilmelidir. Şayet, hafi (gizli) mananın kasd edildiğine delil olursa, bu takdirde, hafi manaya göre tefsir edilir." Her iki mana eşit durumda olup, birinde lügavi hakikat, öbüründe şer'i hakikat anlamı ağır basarsa, bu durumda şer'i manaya öncelik verilir. Fakat lügavi mananın kasd edildiğine dair bir karine bulunursa, bu takdirde buna göre tefsir edilir. Mesela,"
Onların mallarından zekat al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın, onlar için dua da et. Çünkü senin onlar lehinde duan, onlar için büyük bir huzur kaynağıdır. Allah herşeyi hakkıyla işitir ve bilir." ayetinde7, salat'ın şer'i manası namaz olmakla birlikte, burada lügavi manası olan "dua"nın murad edildiğine karine mevcut olduğundan dua manasına tefsir edilir. Zira bir önceki cümlede zekat verme söz konusu edilmekte olup, mali fedakarlıkta bulunan kimseye, bundan dolayı dua edilir. Ama iki mananın bir arada düşünülmesi imkansız ise, kendi imkanlarına göre delillere bakarak içtihad eder, kendi nezdinde ağır basan mananın, kendisi hakkında, Allah'ın maksadı olduğuna kani olur. Eğer bir başka müçtehid, ondan bir başka mana çıkarırsa, bu da onun hakkında Allah'ın maksadı olur. Zira o da, bu sonuca içtihadı neticesinde ulaşmıştır. Eğer manalar nezdinde eşit olursa, istediğini tercih etme veya daha ağır hükmü yahut daha kolay hükmü alıp almaması gerektiği şeklinde.. aynı şekilde geçerli görüşler vardır. Şayet iki mana birbirini nefy etmezse, muhakkiklere göre, her iki manaya göre yorumlaması gerekir ve bu i'caz ve fesahat bakımından daha matlub olur."8
Böylece, klasik dönem alimlerinin, muteber tefsir için aradıkları şartları göstermeye çalıştık. Asırların tecrübesinden ve imtihanından geçmiş bu makul ölçüler çerçevesinde kalmakla beraber müfessir, yaşadığı asrın ihtiyaçları ve tesbitleri açısından elbette Kur'an'a yönelebilir ve onun ilham edeceği farklı inceliklere, yeni anlamlara ulaşabilir. Zira yine klasik dönem alimlerinin kabul ettikleri üzere, tefsir ilmi, gelişmesini ve olgunlaşmasını tamamlamış ve yenilip içilmiş ilimlerden sayılmaz. Bilakis o, belirip ortaya çıkmakla beraber, henüz olgunlaşmamış meyveye benzetilir.
Dipnotlar
1 Muhammed Abduh, Tefsiru'l-Menar, Mukaddime.
2 Bakara, 2/282.
3 el-İtkan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1951, 2/182.
4 A'raf, 7/146.
5 Nahl, 16/44.
6 B. Zerkeşi, el-Burhan fi ulumi'l-Kur'an, Kahire, 1957, 2/161; Süyuti, el-İtkan, 2/178-179.
7 Tevbe 9/103.
8 Süyuti, el-İtkan, 2/182. (Süyuti, bu kısmı Zerkeşi, el-Burhan, 2/166-167'den özetleyerek nakl eder) ; M. H. ez-Zehebi, et-Tefsir ve'l-Müfessirun, 1/277-280.
Kıraatlerin Arap dili, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi ilimlerle yakından ilgisi vardır. Arap dili bunların içinde kıraatle daha çok ilişkili olanıdır. Çünkü kıraat farklarının büyük çoğunluğu aynı zamanda anlamı değiştirmekte veya Kureyş dışında bir kabilenin kullanışını ortaya koymaktadır.
1-Tefsir ilmine kaynaklık etmesi: Süyûtî müfessirin bilmesi gereken ilimleri sayarken sahabenin kıraat farklılıklarına göre yaptığı tefsirleri bilmenin zaruret ve önemine işaret etmiş, sahabenin birbirine zıtmış gibi görünen tefsirlerinin sebebinin çok defa bu nevi kıraat farkları olduğuna dikkat çekmiştir. Müfessirler kıraat farkları üzerinde önemle durmuşlardır.
2-Kıraat farklılıkları fıkıhta farklı yorumlara kaynaklık etmesi: Kıraat farklılıklarının değişik fıkhî sonuçlar meydana getirmesi tabiidir. Nitekim örnek olarak Nisa süresindeki (4/43) "lâmestüm" ibaresinin Hamza b. Habîb, Kisâî ve Halef b. Hişâm tarafından "lemestüm" şeklinde. Bakara süresindeki (2/222) "hattâ yathurne" ibaresinin aynı kâriler tarafından "hattâ yat-tahharne" olarak okunması anlamı değiştirmekte ve farklı iki fıkhî sonuç doğurmaktadır.
3-Kıraat-Arap dili yekdiğerine sahip çıkmış ve birbirinden beslenmiştir. İbn Hâleveyh kıraatlerde dilcilerin hatalı dediği birçok hususun aslında Arap dilinin kendisinde var olduğunu ortaya koyar ve Kur'an'ın kendine özgü bir dili ve üslûbu bulunduğunu ifade eder.
(www2.diyanet.gov.tr/MushafIncelemeVeKiraat/.../DARÜLKURRÂ.docx)
4-Kur’an lafızları telaffuz edilirken onları hata, tağyir ve tahriften korumak: Bu gün hala oryantalist ve şarkiyatçılar tarafından bu noktadan saldırılar devam etmektedir. Kıraat ilmi bu gibi çabaları beyhude kılar. “Darü’l-Kur’an’dan” mezun olanlar “Ehl-i Kur’an, Kurra ve Hüffaz-ı Kur’an” Kur’anın muhafız ve bekçiliği yaparak bu gibi saldırılara karşı kale gibi savunurlar.
5-Kıraat İmamlarından her birinin okuyuş şeklini bilmek,
6-Kıraat vecihlerini birbirinden ayırmak, Kur’an-ı Kerimin tilavet şeklini
bilmek,
7-Hangi kıratın tercih edildiğini öğrenmek.
Aydın KUDAT
ADI
SOYADI: |
YILMAZ
BARLAS |
DÖNEM: |
GÜZ DÖNEMİ 2013/2014 |
ÖĞRENCİ
NO: |
13922712 |
BÖLÜM: |
DOKTORA |
Esbâb-ı Nüzul I 2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller
kıraati hülasası nedir? Yazınız. |
Kur'an-ı Azîm'in
nüzulü sayesinde beşeriyet âleminin mazhar olduğu ulvî inkılâbı düşünenler,
Tefsîr Târîhi'nin ehemmiyetini pek güzel takdir edebilirler.
Bütün semavî kitaplar, ayniyetini kaybetmiş;
bütün dînî, ahlâkî esaslar, hâdisât dalgaları arasında erimiş gitmiş; insanlar
cehalet kâbusları altında kıvranıp kalmış iken hidâyet ufkundan yeni bir güneş
doğuyor, her tarafa Lâhûtî ziyalarını dağıtarak karanlık muhitleri
aydınlatıyor, cihâna ilim ve hikmet nurlarını yayarak târihin birçok muzlim
noktalarım aydınlatıyor, beşeriyete yeni bir hayat veriyordu Kur’an.
Tefsir
Tarihi: Şahıs olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber
(s.a.v.) dir. Bu olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana
kitapla beraber benzeri (olan Sünnet) de verildi.” Kur'an-ı Kerîmde, Peygamber
efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. "Ey
Resul sana indirileni tebliğ et".diğer bir ayette "Biz sana Zikri
(Kuran’ı) insanlara beyan edesin (açıklayasın) diye indirdik"
buyrulmuştur.
Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük salahiyet ve
yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre,
Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet,
Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde
konunun önemim anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e
söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir
ve tebyin eder, derim" demiştir.
Bundan sonraki aşamada tefsir sahasında sahabeleri görmekteyiz. Sahabenin
Kur'an ayetlerim tefsir etmesi, Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle
tefsirinden sonra çok önemli bir yer tutmaktadır. Sahabenin saf iman ve
itikadı, sıkıntılarının çözümlerim Kuran’da aramaları, Kuran’ın iniş olaylarına
tanık olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek
hale getirmiştir.
Sahabelerden başta dört halife olmak üzere
İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi ilimde şöhret bulmuş sahabeler,
Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği
içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'an'ın tümü tefsir
edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır.
Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın bir metot takip etmiş, onlar da
Kuran’ı Kuran’la, sahabe vasıtasıyla Peygamberden kendilerine ulaşan
rivayetlerle, bazen de Ehl-i Kitab'ın semavî kitaplarında geçen fakat Kuran’la
çelişmeyen bilgilerle veya bizzat kendi içtihatlarıyla tefsir yapmışlardır.
Tabiin döneminde tefsir kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir.
Kısaca Müslümanlar Kur’an-ı ilk defa,
vazifelerinden birisi de Kur’an-ı tebyîn olan Hz. Peygamber'den (sas) sorarak
öğrenmişler... daha sonra gelenler Sahabeden... daha sonra gelenler ise Sahabeden
öğrenenlerden öğrenmişler... daha sonrakiler ise kendi gayret ve uğraşıları ile
Kur’an-ı anlamaya çalışmışlardır. Asırların geçmesiyle, Kur’an-ı anlama
metotları yani tefsir metotları da değişmiştir. Başlangıçtan zamanımıza kadar,
lügat, belagat, edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek
çok açıdan tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli alanlardaki tefsirlerde
farklı usuller ortaya çıkmıştır. Sözü edilen bu faaliyetler, tefsire yönelik
bir târih süreci oluşturmaktadır ki, ona da "Tefsir Târihi"
denilmektedir.
Tefsir Usûlü: Vahye mazhar olan ve Arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden
Rasulullah ile ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem
yoktu. Zaman zaman sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de
Rasulullah tarafından doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde
Kur’an ilimleri (Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç
duyulmamıştır.
Bunun yanı sıra sahabenin
çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin teminindeki güçlükler,
te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca Rasulullah’ın bizzat
Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını yasaklamasıda Kur’an
ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.
Bilinen şartlar ve özellikler
çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer (23/643) dönemlerinde
Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde aktarılmıştır. Osman (35/655)
döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde Arap olan ve olmayanların bir
araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini ortaya çıkarmış ve halifenin
emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere gönderilmiştir.
İşte Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan
“İlmu Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin
temelini oluşturmuştur.
Daha sonra Hz. Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap
dilinin korunmasına ilişkin kaideleri tespit etmesini emretmesi
“İ’rabu’l-Kur’an” ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.
Sahabeden sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup
kökleşmesi yönündeki çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Yani,
kısacası tefsir Usûlü Kur’an’ın nazil olduğu dönemde (Hz. Peygamber ve sahabe) rivayet
yoluyla ve sonraki dönemlerde ise varlığını tedvin ile sürdürmüştür.
O halde şunu söyleyebiliriz ki
tefsir tarihi ve tefsir Usûlü aynı dönemde zuhur etmişlerdir.
Hadis Tarihi: Hadîs ilmi, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la başlayıp zamanla kemâle ermiş bir ilimdir. Hatta bu ilmin,
başlangıçtan beri ara vermeden gelişmeler kaydederek yol aldığını, günümüzde
bile insanlığa hizmetler vererek tekâmülünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz.
Elbette her devirde aynı derecede terakkî ve parlama gösterememiştir. Çok
parlak gelişmeler ve şaşaalı asırlar, kemâlin zirvesine ulaştığı devreler
yaşadığı gibi, durakladığı, hizmet ve tesirinin sınırlandığı zamanlar da
olmuştur. Hulâseten şu söylenebilir: Hadîs tarihi, şaşaa yönüyle, İslâm
tarihiyle belli bir paralellik arz eder: İslâm'ın parlama döneminde o da
parlamış, güzîde, en orijinal ve en mûteber muhalled eserlerini vermiştir.
İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış,
öncekilerin tekrarından dışarı çıkamayan eserler vermiştir. Şu demek oluyor:
Mü'minler Nebilerinin sünnetine ehemmiyet verip ilmini geliştirdikçe, Allah da
maddi terakki, siyasî üstünlük şeklinde onları mükâfatlandırmıştır.
Araştırıcılar, umumiyetle, hadîs
sahasında yapılan çalışmaların mahiyetini göz önüne, alarak, hadîs târihini
başlıca dört safhaya ayırırlar: 1- Tesbit Safhası 2- Tedvin
Safhası 3- Tasnif Safhası 4- Tehzib Safhası.
Hadis Usûlü: Birinci hicrî
asrın ortalarında müslümanlar arasında zuhur eden siyasî ihtilâflar, ikinci
asırdan itibaren yabancı kültür akımlarıyle de beslenmeye başlayınca, akaide
kadar varan sarsıntı, müslümanların tevhîd kelimesi üzerindeki vahdetini
parçalayacak derecede şiddetini artırmış bulunuyordu. Daha üçüncü İslâm
Halîfesi Osman İbn Affân'm öldürülmesiyle ortaya çıkan şî'a ve havâric
fırkaları, birbirleriyle şiddetli bir mücadeleye girişmiş; havâric, Alî îbn Ebî
Tâlib'i tekfir ederken, şî'a, onun tafdîlinde ifrata giderek Hazreti
Peygamberin vasîsi ve vârisi olduğunu, hattâ bazıları da nübüvvetini veya
ulûhiyyetini iddia etmişlerdir.
Bu mücadeleler, iki fırka
arasında devanı edip giderken, ikinci asrın başlarında cehmiyye ve muşebbihe,
cebriyye ve kaderiyye gibi felsefî - itikadî mezhebler zuhur etmiştir. Bu
fırkaların benimsemiş oldukları fikirlerini müslümanlar arasında da yayılmasını
ve benimsenmesini şiddetle arzu etmişler ve asılları Kur'ân ve Sunnet'te
bulunmasa bile, bu görüşleri İslâmî bir renge sokmanın gerekli olduğuna
inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için başlıca iki yol bulmuşlardı.
Ya Kur'ân-ı Kerîm'de, dışarıdan aldıkları görüşe, çok uzaktan dahî olsa, benzer
bir âyet bulmuşlarsa, bu âyete ancak tevîl yolu ile görüşlerine uygun manâlar
vermeye çalışmışlar. Sonra da bunları
delil olarak kullanmışlardır; yahutta görüşlerine aykırı olarak gelen
hadîsleri, tevîl zahmetine katlanmaksızın uydurma olduklarını ileri sürerek
reddetmişler ve eğer bir hadîse dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine
uygun hadîsler vazetmişlerdir, yâni uydurmuşlardır. Esasen hadîs vaz'ı, Hazreti
Osman'ın şehîd edilmesinden sonra şî'a eliyle başlamış ve büyük bir süratle
yayılmış bulunuyordu.
Allah, İslâm akaidini
mübtedi'anın teşvişinden korumak için kelâm ehlini harekete geçirdiği gibi,
Peygamberinin Sünnetini korumak için de muhaddisûn taifesini harekete geçirmiş
ve ilk defa, cerh ve ta'dil imamları, hadîs râvileriyle isnadlar üzerinde daha
fazla durmak lüzumunu hissetmişlerdir. Ve böylece hadis Usûlünün ilk nüveleri
ortaya çıkmış oldu. Hadîs rivayetiyle bu rivayetin şartlarından, çeşitlerinden,
râvilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın sınıflarından bahseden ilme
Usûlu'l-Hadîs veya Mustalahu'l-Hadîs denilmiş ve bu ilim ilk defa IV. asırda
tedvin edilmiştir. Bu konuda İbn Hacer şu bilgiyi vermiştir: Hadîs ehlinin
ıstılahiyle ilgili ilk musannif, el-Kâzî Ebû Muhammed er-Râmahurmuzî (Ö.360 H.)
olup telîf ettiği kitabına el-Muhaddisu'l-fâsıl beyne'r-râvî ve'l-vâ'î adını
vermiştir.
Fıkıh Tarihi: Fıkıh İlminin
Geçirdiği Gelişim Safhaları
1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu): Peygamber
Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile
ya da bizzat Hz. Peygamber’in içtihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve
cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi
ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından
cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey
Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda
savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey
Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz
olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hadisler incelendiğinde
Hz.Peygamber’in kendi içtihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz
suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir”
diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)
Hz. Peygamber(s.a.v)
sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman
bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz.
Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva
veren sahabilerdendir.
2- Sahabe dönemi: Bu devreye
Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40
senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları
genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha
önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içeresinde yüzotuz küsür
şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı
Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca
varılamayınca rey içtihadına başvuruluyordu. Rey içtihadı ile kastedilen,
nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında
hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için
şura içtihadına başvurmuşlardır.
3- Tabiun Dönemi: Bu devir,
hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar
devam eder. Tabiun
döneminin önemli özellikleri şunlardır. a- İslam alimleri çeşitli şehirlere
dağılmıştır. b- Hadis
uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul
konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir. c- Hadisleri toplama faaliyeti
başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile
Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir. d- Fıkıh sahasında
tedvin hareketi başlamıştır. e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam
etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı
ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur. f- Nazari fıkıh çalışmaları
başlamıştır.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla
tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler
ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ Usûlü konusu da yeteri kadar
işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn
Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi): Bu devir hicri 132 yılında başlar,
hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş
devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik
b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep
imamları bu dönemde yetişmiştir.
5- Taklid ve
Duraklama dönemi: Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar,
Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder
6- Kanunlaştırma
Dönemi: Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde,
fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, içtihad melekesini güçlendiren
eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında içtihada dayalı tezler ortaya
konulmuştur.
Fıkıh Usûlü: Fıkıh Usûlü, fıkıhla birlikte
doğmuştur. Yalnız tedvin edilişi, Fı-kıh'tan sonradır. Fıkh'ın bulunduğu yerde,
zarurî olarak istinbat metodu da bulunacaktır; istinibat metodu bulununca
elbette Fıkıh Usûlü de bulunacaktır. Fıkhî hükümler çıkarma (istinhat), Peygamber
(S. A.V) den sonra sahabîler çağında başladığına göre sahabîler arasında
yer alan İbn-i Mes'ud, Ali b. Ebî Talib, Ömer b. el-Hattab gibi fakihler,
herhalde hiçbir kayıt ve esasa bağlanmaksızm fikir beyan etmiyorlardı. Meselâ;
içki içenlerin cezası hakkında Hz. Ali; "İnsan içki içince hezeyanda
bulunur, hezeyanda bulununca kazf (zina
iftirası) eder, dolayısıyla içki içen kimseye kazf cezası gerekir" derken
neticeye veya zerâyi' esasına göre hüküm verme metodunu kullanmış oluyordu.
Abdullah b. Mes'ud; "kocası ölen hamile bir kadının iddeti doğuma kadardır"
diyor ve "Gebe olanların iddeti doğurmaları ile tamamlanır" âyetini
sözüne delil olarak getirdikten sonra, küçük Nisa Sûresinin büyük Nisa
Sûresinden sonra indiğini ilave ediyor ve böylece Talâk Sûresinin Bakara
Sûresinden sonra geldiğini anlatmak istiyordu. Bununla o, bir Fıkıh Usûlü
kaidesine işaret ediyordu. Bu da, sonra gelen nassın, önce gelen nassı nesh
veya tahsis etmesidir. İşte burada İbn-i Mes'ud, bir Fıkıh Usûlü esasına göre
davranmıştır. Dolayısıyla Sahabîlerin, her zaman açıklamasalar bile, içtihadlarında
bu gibi metodlara dayandıklarını söylememiz icabeder.
Tabiîler çağma geçersek görürüz ki, yeni
olayların artmasıyla içtihad alanı genişlemiş, Medine'de Saidb. e1-Müseyyib ve
diğerleri, Irak'ta Al karne ve İbrahim Naha'î gibi tabiîlerden bir grup
kendisini fetva vermeye hasretmiştir. Bunlar, önlerinde Allah'ın kitabını,
Peygamber (S. A.) in sünnetini ve sahabîlerin fetvalarını görüyorlardı.
Onların kimisi, nass bulunmayan yerde maslahat, kimisi de kıyas metodunu
kullanıyordu. Irak fakihlerinden İbrahim Naha'î ve emsalinin ileri sürdüğü
fer'î meseleler, kıyasların illetlerini tes-bite ve bunları bir disipline
bağlama, bu illetleri diğer fer'î meselelere tatbik emek cihetine yöneliyordu.
Tabiîler çağını geçip Müctehid İmamlar
devrine ulaşırsak, bu me-todların tam bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Bu
devirde istinbat kanunları, bu kanunların sınırları belli olmuş ve imamların
dilinde açık ifadelerini bulmuştur. Sözgelimi; Ebu Hanif e'nin kendi istinbat
metodlarını tayin ederek Kitab, Sünnet ve Sahabîlerin icmâ' ettikleri
fevâlara. Sahabîler ihtilafa düştükleri takdirde, bunlardan tercih edeceği
görüşe uyacağını, kendisi gibi birer insan oldukları için Tabii lerin görüşüne
her zaman uyamayacağını belirttiğini, belli metodları olan kıyas ve istihsan'ı
kabul ettiğini görüyoruz.
İmam Malik, "Medineli'lerin amelini
hüccet sayarken, bunu kitab ve risalelerinde açıkça ileri sürerken, hadis
rivayetindeki şartlarını ortaya koyarken, hadisleri mahir bir sarraf gibi
eleştirirken, Kur'an'ın belirttiği hükme veya dînin kesin kaidelerine aykırı
olan hadisleri reddederken açıkça bir Fıkıh Usûlü esasına göre hareket etmiştir.
İmam Şafiî de İmam M ali k'ten aldığı
Medine Fıkhını, İmam Muhamm ed b.elli asen'den öğrendiği Irak Fıkhım ve doğup
büyüdüğü memleket olan Mekke Fıkhını iyi bildiği için bu münakaşalar ona, içtihad'daki
doğru ve yanlışı ayırdedecek Ölçüleri koyma fikrini ilham etmiştir. İşte bu
ölçüler Fıkıh Usûlünü meydana getirmiştir. Daha sonraki dönemlerde fıkıh Usûlü tekâmüle
ulaşmıştır.
Sonuç olarak İslâmî İlimler birbirinden
bağımsız değil, birbirleriyle çok sıkı bir şekilde ilişkili ilim dallarıdır.
Bunun nedeni hepsinin kaynağının Kur’ân oluşudur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
sünneti yani onun sözleri ve davranışları; Kur’ân’ın hayata aktarılışı, Hz.
Peygamber’in şahsında ve onun dönemindeki İslâm toplumunda eylem ve davranışlar
olarak hayat bulmasıdır. Başka bir ifade ile Sünnet, Kur’ân’ın uygulamalı bir
tefsiridir ve Kur’ân’la doğrudan ve ayrılmaz bir ilişki içindedir. Bu ilimlerin
tamamının doğuşu en nihayetinde Hz. Peygambere dayanmaktadır ve bunların
birbirinden bağımsız olarak düşünmek, yanlış bir anlayışa sürükleyeceği aşikârdır.
TEFSİR TARİHİNİN HADİS VE FIKIH
TARİHİYLE BAĞLANTISI
Biz biliyoruz ki hiçbir bilim dalı kendi başına bağımsız olarak
çalışmaz, eğer amacını gerçekleştirme hedefi varsa mutlaka aynı kaynaktan
beslenen yakın dallarıyla ilişki içerisinde olur ve olmalıdır da.
Tefsir; insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkan nispetinde
Allah(c.c)’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur’an metninin içerdiği manaları
ortaya koymak demektir. Bu bağlamda tefsir öncelikli olarak dil biliminden
azami ölçüde faydalanır. Kelimelerin semantik tahlilini yaparak sarf ve nahiv
bilgisinden mümkün olduğunca yararlanma cihetine gider. Kelime ve cümle
yapılarını, kelimelerin iştikakını ve belağat ilmini iyice özümser.
Tefsirle uğraşan müfessir, bir şekilde Şari’nin amacını ortaya çıkarma
adına bir gayrette bulunur. Bu sergilemiş olduğu çabanın tam anlamıyla
gerçekleşebilmesi için açıklama getirmeye çalıştığı ayetin nüzul sebebini,
indiği koşulları ve indirilen nebinin nasıl anladığına bakması gerekir. Bu
bilgileri bize sağlayan hadis tarihi ilmidir. Kur’anda yer alan manaları
bilinmeyen veya herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya
da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihte söz konusu
olan ayet, kelime ya da harflerden ibaret olan müteşabihâtın izafi olduğunda bilgisini
de biz yine hadis ilmi sayesinde elde ediyoruz. Müphematın[1] ve
garib lafızların[2]
bilgisini de yine aynı şekilde Hadis ilminden elde ederiz. Diğer Arap
lehçelerinde Arapçaya girmiş olan yabancı kelimelerin hangi manaları ifade
ettiğini bize Hadis ilmi sayesinde öğreniyoruz. Aksi takdirde onlara bizim
anlam yükleme şansımız bulunmamaktadır. Hadisin
tefsirle olan ilintisini ele alırken sünnetin Kur’an karşısındaki
konumunu göz önünde tutmak gerekir. Bu bağlamda hadislerin üç görev üstlendiği görülür. Te’kid,
tefsir-beyan ve teşrî’.
Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet
eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur, onu te’kid eder.
Tefsir veya Beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan bir
hükmü çeşitli yönlerden açıklar. Buna genellikle (mücmel) hükümlerle,
anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması veya mutlak
hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin
özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama
biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah
iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” (el-Bakara Sûresi 2/187) âyetindeki beyaz ve siyah iplikten
maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve
yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” (el-En‘am,
6/82) âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu
özelliğini ortaya koymaktadır.
Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır.
Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak
tesbit edilmiştir.
Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm
getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bazı âlimler,
“Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in kendi rızâsına
uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda
Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet
yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl
kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı
gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Hz.
Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama
olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.
İlk müfessir Hz. Peygamber olması hasebiyle Kur’an’ın
anlaşılmasında ilk ve önemli adımı da o atmıştır. Dolayısıyla tefsir, hem hadis
ve hem de fıkıh için önemli bir bilgi hazinesidir. Tefsir aynı zamanda
Kur’an’ın tarihsel bağlamını da ortaya koyar. Ancak mesele bununla bitmez. Bu
ortaya konulan durumları hükme dönüştürme işini ise fıkıh görür.
Müfessirin ürettiği bilgiler amel edilmeye müsait bir
durum arz etmez. Bunların pratik hayata yansıtılması
ve teorik olanın yaşantıya dönüştürülmesi için fıkıh devreye girer. Kur’an’ın
içeriğinde hukuk ve ibadet konularına ilişkin ayetlerin yorumlanıp sistemli hale
getirilmesi bu ilim sayesinde olur. İtikat, siyaset ve ahlakla ilgili konularla
da Kelam ilmi ilgilenmiştir. Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması kişilerin
zihniyet dünyası ve yaşadıkları çevreyle ilintili olmasından dolayı, çeşitli
mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Kelam bağlamında itikadi nokta da
bir farklılaşma yaşanmıştır. Hanefilere göre iman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel
etmektir. Mutezile ve Hariciler ise amelin imandan bir cüz olduğu
görüşündedirler. Hadis imamları ile Şafiî ve Ahmed b. Hanbel’e göre imanda aslî
unsur, kalp ile tasdiktir. Bu olmadığı zaman iman gerçekleşmez. Dil ile ikrar bulunmadığı zaman ise mümin
olup olmadığı bilinemez ve bunun için de kendisine dini hükümler uygulanamaz.
Ameller ise imanın aslının değil kemâlinin cüzleridir.
Fıkıh tarihine bakıldığında çeşitli evrelerden
geçildiğini ve her evrede de bir dönüşümün yaşandığını dolayısıyla anlayışında
bu doğrultuda bir değişime uğradığı görülür. Mesela dördüncü dönem olarak
addedilen Abbasilerin sonu Selçukluların ilk devresini kapsayan evrede içtihad
kapısının kapanmış ve taklid ruhu iyice
yerleşip şerh ve haşiyeler çoğalmıştır. Ancak, altıncı dönem diye
isimlendirilen ve Mecelle’den günümüze kadar gelen zaman dilimini kapsayan
evrede önceki dönemlerin aksine bir uyanış ve farklı bakış açıları yaşanmış ve
yaşanmaktadır.
Tefsirin kullandığı kavramlarla fıkhın kullandığı
kavramlar arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır. Müşkile,[3]
mücmele,[4]
müteşabihe yüklenen anlamlar aynı kaynaktan çıkan farklı ilimler olduğunun
göstergesi. Fakih haram derken helal derken kur’ana bakışı neticesinde tevil’e[5]
gidilmiş olmasından dolayı bir sonuca varıyor. Farklılaşma varsa bu tevil
neticesinde meydana gelen bir durumdur. Kur’an’a bakış açıları da farklıdır.
Kur’an, Tefsir için bir konu iken fıkıh için şer’i kaynaklardan birisidir.
Şafiler istihsanı reddedip Hanefiler buna yapışırken hep bu farklı bakış
açılarından kaynaklanmıştır.
Bu farklılaşmada kültürü göz ardı etmemek gerekir. Din,
kültür üzerinde derin etkiler bırakır. Din, kültür ile aynı şey değildir. Fakat
kültürü dinden bağımsız düşünmek veya okumak da mümkün görünmemektedir. Her
toplumun kültür sisteminin oluşumunda din, başat bir yere sahiptir. Kültür
sisteminin, o sistemin Allah, insan ve evrenle ilgili tasavvuru ve realitede bu
üçlüyle kurduğu ilişkiye göre belirlendiği düşünülürse, kültürün dinle sıkı
ilişkileri kendiliğinden anlaşılır. Din-kültür ilişkileri karşılıklılık esasına
dayalı olduğu görülebilir. Bu karşılıklılık esasında din, kültürü; kültür de
dini bir şekilde etkiler.
Tefsir ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği
anda işaret ettiği durumları ve olayları gösterme amacına matufken, hadis,
Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği
koşulları öğrenmek için yararlanılır. Fıkıh ise hukuk ve ibadet konularını ele
almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına katkı sağlamıştır.
Fıkıh ilmi hem hadis ve hem de tefsir ilminden veri elde
ederken hadis her ikisine de bilgi sağlayan bir ambar hükmündedir. Daha farklı
bir ifade ile, fıkıh ile tefsir aynı kulvarda yürüyen iki kafadar gibiler. Mesela
nesih[6]
konusunda fıkıh ilmi hangi kanaate varmışsa ve hangi şartları öne sürmüşse
tefsirde de aynı kanaatlerin, hatta kabul edenlerle reddedenlerin benzerliği
göze çarpar.
Bir başka konu ehl-i rey ve ehl-i eser diye ayrılan fıkıh
ekollerinin aynısının hem hadis ve hem de tefsir ilminde varlığıdır. Rivayet ve
dirayet tefsir ekollerinin ve hadis alimlerimizin bir kısmının ahad haberi
kabul etme noktasında medine halkının uygulamasını kıstas almaları (İmam Malik)
diğer bir kısım alimlerimizin ise bunun dışında (ravinin alim olması,
rivayetine ters bir davranışta bulunmaması gibi) öncelikli olarak farklı bir
yol seçmeleri hep bu uygulamanın örnekleridir. Şafilerin ehli eser ve
hanefilerin ehl-i rey diye isimlendirilmeleri de aynı anlayışın birer
uzantısıdır.
Tefsirde sebeb-i nüzul, hadiste sebeb-i vürud vardır. Her
ikisinde de bir tarihi arka plan mevcuttur. Bunlara başvurulmadan ne Kur’an
doğru anlaşılabilir ne de Hadisin ne söylemek istediği. Tarihsel bağlam fıkıhta
da vardır. Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği gerçeği tam da bunu
yansıtır.
Yukarıda da belirttiğimiz şekilde ayetler tek başına hüküm
çıkarmaya elverişli değildir. Hadislerle işlenip fıkıhla yoğrulmasından sonra
bir sonucavarılır. Mükellef de bu varılan sonuçları hayatına yansıtmaya
çalışır.
Necdet KAHVECİ
Öğr. No: 13922706
[1] Müphem: İnsan,
melek ve cin gibi varlıkların yahut da bir topluluk veya kabilenin Kur’an’da
açıkça değil de ism-i işareler, ism,i mevsuller, zamirler, cins isimler,
belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesi demektir.
[2] Garip Lafız: Az
kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler.
[3] Müşkil:
Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlardır.
[4] Mücmel:
Kendisinden ne kastedildiği anlaşılamayacak kadar kapalı olan, ancak maksadın
şari tarfından izah edilmesiyle anlaşılabilen lafız veya ayetlerdir.
[5] Te’vil: Meşru
bir sebep ve delilden ötürü ayeti zahiri manasından alıp kendisinden önce ve
sonraki ayete mutabık, kitap ve sünnete uygun manalardan birine hamletmektir.
[6] Nesih: Şer’i
bir hükmü, bir başka şer’i delille kaldırmak yahut; mukaddem tarihli bir nassın
hükmünü muahher tarihli bir nassın hükmüyle değiştirmektir.
Nazım Çetin, Yüksek
Lisans.
07.01.2014
Öğrenci No: 12912769
Mukayeseli Usûller Hülasası
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnet
Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş
halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz
veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis
öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla
Mekke döneminde Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde
ise başta Mescid-i Nebevî olmak üzere
Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır.
Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliğinden
hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi şeklinde dönemlere
ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye adlandırılan döneme
mütekaddimûn dönemi de denir.
Hadis
ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in
Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz.
Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi
açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri
olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten
Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını belirlemeyi
amaçlar.
Hadis İlminin önemli alt dalları:
HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs,
İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir.
Hadisler önce yazılı ve sözlü
olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli
kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki
hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak
öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması,
böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem
aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile
büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.
Tedvîn Dönemi, daha önce değişik
yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek
koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın
sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır. Bu
dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya
konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana
getirilmesi anlamına gelir.
Tasnifin çok sayıda amacı içinde
öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3-
Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.
Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri: 1- Tek bir konudaki hadisleri toplayan
kitaplar 2-Dinin ana konularından
birinde yazılmış kitaplar 3-Tartışma ve
reddiye kitapları
4-Muvatta'lar 5- Sünenler 6- Câmî'ler 7-Musannefler'dir. Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap
türleri ise: 1-Müsnedler 2-Mu'cemler 3- Etrâf Kitapları'dır.
Hicrî ilk üç asırda telif edilen
hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir.
Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu
kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların
birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e
ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından
oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer.
Mütevâtir hadis, başından sonuna
kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün
olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir.
Zayıf
hadis, sahih hadisin tarifinde zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını
taşımayan hadistir ve taşımadığı niteliğe göre değişik isimler alır. Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet
eksikliğinden veya hafızasının zayıflığından kaynaklanabilir.
Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği
veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten
Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır.
Mütevâtir
haberin hem inanç (akâid) hem de amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i
sünnet mezhepleri görüş birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil
olması hakkında ittifak olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil
olması tartışmalıdır.
Müctehidin
şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar
bütününe fıkıh usulü denir.[1] Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus
deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]
Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir:
Fıkıh usulü:
1) “Şer’i hükümlerin, tafsili
delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali
delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,
2) “İstinbat kaideleri ve icmali
delillerdir.”
İctihad
melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu
kaideleri esas kabul eden kişidir. [3]
Usûlü'l-fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir.
Fıkıh usulü
iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.
İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların
delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da
budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i
hükümlerdir” demektedirler. [4]
Fıkıh
usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,
maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri),
şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet,
ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm
çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
“Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen
şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i
hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib, mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen
hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet,
vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.
Fakih,
fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul
kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile)
uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar. Tefsili delilleri incelemek ve usul
kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]
Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları)
incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler
çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu
kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6]
Mükelleflerin fiillerinin helal ve
haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu
sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve
ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat
kaynağıdır. [7]
Fıkıh usûlü
ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek
suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî
hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin
asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden
çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.
Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm
çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları
şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca,
Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini
öğrenir.
2- Müctehidlerin hüküm çıkarma
(istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm
vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i
kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural
ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında
tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini,
kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete,
hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.
4- Allah’ın, dini hükümleri
koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler
öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata
yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:
İslâm'ın ilk
dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği
zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine
baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması
hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı
gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına
çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan
hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek
Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle
âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm
çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.
Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla
fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk
eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un
eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen
en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu
olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak
elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler
ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel,
Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki
eserlerini yazdı.[8]
"Sana
Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın"[9] âyetlerinde de ifade
edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu
fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç
hissedilen nassları açıklamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında
bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir
taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye
dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması
diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha
önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğrafyalarda
yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı
fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde
başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam
etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:
1. Kur'ân'm
bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin
tefsir edilmesini istemektedir.
2. Kur'ân,
ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât",
"zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve
mefhumlar kazandırmıştır. Hicrî II. asırda "el-vücûh
ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi
lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11]
3. Kur'ân'da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler
olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren
müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12] Dolayısıyla bu tarz nasslarm anlaşılması için de ihtisas ehlinin
tefsirine ihtiyaç vardır.
4. Kur'ân,
müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler
koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün
değildir.[13]
O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.
5. Kur'ân'da
mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu
tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu
sanatların delâletlerini anlamak zorlaşacaktır.
6. Kur'ân'da
ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır.
Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15]
Daha önce de
ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân
bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan
hususları tebliğ ediyordu.[16]
Bütün hususlarda ashabın tek
müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında
bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu
Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusunda
herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş
kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden
öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere
aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla
gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelimelerinin
açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindiğinde ise, daha
önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip
lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz
yönüyle alakalı nakillere de yer verilmiştir. Rivayet tefsiriyle birlikte
zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet
tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı
mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[17]
Sonuç olarak ;
Yukarıda açıklamaya
çalıştığımız ilimlerin tamamının çıkış
noktası Kur’ân-ı anlamak ve açıklamak
amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in
açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsire yönelik bütün bu gayretler hicrî II.
asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece
Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya
girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin
sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik
meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında
Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla
bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi
çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde
devam edecektir.
[1] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun
Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[3] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[4] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[5] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[6] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[7] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 13.
[8] Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.
[9] en-Nahl 16/44.
[10] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[11] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[12] Bkz. Al-i İmrân 3/7.
[13] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[14] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210.
[15] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.
[16] el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.
[17] Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.
Nazım Çetin, Yüksek
Lisans.
07.01.2014
Öğrenci No: 12912769
Mukayeseli Usûller Hülasası
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnet
Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş
halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz
veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis
öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla
Mekke döneminde Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde
ise başta Mescid-i Nebevî olmak üzere
Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır.
Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliğinden
hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi şeklinde dönemlere
ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye adlandırılan döneme
mütekaddimûn dönemi de denir.
Hadis
ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in
Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz.
Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi
açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri
olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten
Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını belirlemeyi
amaçlar.
Hadis İlminin önemli alt dalları:
HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs,
İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir.
Hadisler önce yazılı ve sözlü
olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli
kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki
hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak
öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması,
böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem
aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile
büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.
Tedvîn Dönemi, daha önce değişik
yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek
koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın
sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır. Bu
dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya
konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana
getirilmesi anlamına gelir.
Tasnifin çok sayıda amacı içinde
öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3-
Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.
Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri: 1- Tek bir konudaki hadisleri toplayan
kitaplar 2-Dinin ana konularından
birinde yazılmış kitaplar 3-Tartışma ve
reddiye kitapları
4-Muvatta'lar 5- Sünenler 6- Câmî'ler 7-Musannefler'dir. Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap
türleri ise: 1-Müsnedler 2-Mu'cemler 3- Etrâf Kitapları'dır.
Hicrî ilk üç asırda telif edilen
hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir.
Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu
kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların
birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e
ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından
oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer.
Mütevâtir hadis, başından sonuna
kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün
olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir.
Zayıf
hadis, sahih hadisin tarifinde zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını
taşımayan hadistir ve taşımadığı niteliğe göre değişik isimler alır. Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet
eksikliğinden veya hafızasının zayıflığından kaynaklanabilir.
Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği
veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten
Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır.
Mütevâtir
haberin hem inanç (akâid) hem de amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i
sünnet mezhepleri görüş birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil
olması hakkında ittifak olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil
olması tartışmalıdır.
Müctehidin
şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar
bütününe fıkıh usulü denir.[1] Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus
deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]
Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir:
Fıkıh usulü:
1) “Şer’i hükümlerin, tafsili
delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali
delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,
2) “İstinbat kaideleri ve icmali
delillerdir.”
İctihad
melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu
kaideleri esas kabul eden kişidir. [3]
Usûlü'l-fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir.
Fıkıh usulü
iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.
İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların
delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da
budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i
hükümlerdir” demektedirler. [4]
Fıkıh
usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,
maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri),
şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet,
ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm
çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
“Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen
şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i
hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib, mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen
hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet,
vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.
Fakih,
fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul
kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile)
uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar. Tefsili delilleri incelemek ve usul
kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]
Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları)
incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler
çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu
kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6]
Mükelleflerin fiillerinin helal ve
haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu
sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve
ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat
kaynağıdır. [7]
Fıkıh usûlü
ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek
suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî
hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin
asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden
çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.
Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm
çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları
şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca,
Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini
öğrenir.
2- Müctehidlerin hüküm çıkarma
(istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm
vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i
kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural
ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında
tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini,
kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete,
hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.
4- Allah’ın, dini hükümleri
koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler
öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata
yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:
İslâm'ın ilk
dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği
zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine
baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması
hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı
gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına
çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan
hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek
Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle
âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm
çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.
Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla
fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk
eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un
eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen
en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu
olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak
elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler
ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel,
Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki
eserlerini yazdı.[8]
"Sana
Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın"[9] âyetlerinde de ifade
edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu
fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç
hissedilen nassları açıklamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında
bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir
taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye
dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması
diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha
önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğrafyalarda
yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı
fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde
başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam
etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:
1. Kur'ân'm
bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin
tefsir edilmesini istemektedir.
2. Kur'ân,
ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât",
"zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve
mefhumlar kazandırmıştır. Hicrî II. asırda "el-vücûh
ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi
lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11]
3. Kur'ân'da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler
olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren
müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12] Dolayısıyla bu tarz nasslarm anlaşılması için de ihtisas ehlinin
tefsirine ihtiyaç vardır.
4. Kur'ân,
müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler
koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün
değildir.[13]
O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.
5. Kur'ân'da
mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu
tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu
sanatların delâletlerini anlamak zorlaşacaktır.
6. Kur'ân'da
ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır.
Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15]
Daha önce de
ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân
bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan
hususları tebliğ ediyordu.[16]
Bütün hususlarda ashabın tek
müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında
bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu
Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusunda
herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş
kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden
öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere
aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla
gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelimelerinin
açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindiğinde ise, daha
önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip
lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz
yönüyle alakalı nakillere de yer verilmiştir. Rivayet tefsiriyle birlikte
zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet
tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı
mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[17]
Sonuç olarak ;
Yukarıda açıklamaya
çalıştığımız ilimlerin tamamının çıkış
noktası Kur’ân-ı anlamak ve açıklamak
amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in
açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsire yönelik bütün bu gayretler hicrî II.
asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece
Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya
girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin
sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik
meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında
Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla
bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi
çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde
devam edecektir.
[1] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun
Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[3] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[4] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[5] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[6] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[7] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 13.
[8] Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.
[9] en-Nahl 16/44.
[10] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[11] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[12] Bkz. Al-i İmrân 3/7.
[13] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[14] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210.
[15] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.
[16] el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.
[17] Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.
Nazım Çetin, Yüksek
Lisans.
07.01.2014
Öğrenci No: 12912769
Mukayeseli Usûller Hülasası
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnet
Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş
halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz
veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis
öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla
Mekke döneminde Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde
ise başta Mescid-i Nebevî olmak üzere
Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır.
Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı temel özelliğinden
hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi şeklinde dönemlere
ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye adlandırılan döneme
mütekaddimûn dönemi de denir.
Hadis
ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in
Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz.
Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi
açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri
olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten
Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını belirlemeyi
amaçlar.
Hadis İlminin önemli alt dalları:
HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs,
İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir.
Hadisler önce yazılı ve sözlü
olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli
kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki
hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak
öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması,
böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem
aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile
büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.
Tedvîn Dönemi, daha önce değişik
yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek
koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın
sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır. Bu
dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya
konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana
getirilmesi anlamına gelir.
Tasnifin çok sayıda amacı içinde
öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3-
Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.
Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri: 1- Tek bir konudaki hadisleri toplayan
kitaplar 2-Dinin ana konularından
birinde yazılmış kitaplar 3-Tartışma ve
reddiye kitapları
4-Muvatta'lar 5- Sünenler 6- Câmî'ler 7-Musannefler'dir. Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap
türleri ise: 1-Müsnedler 2-Mu'cemler 3- Etrâf Kitapları'dır.
Hicrî ilk üç asırda telif edilen
hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir.
Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu
kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların
birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e
ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından
oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer.
Mütevâtir hadis, başından sonuna
kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve âdeten mümkün
olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir.
Zayıf
hadis, sahih hadisin tarifinde zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını
taşımayan hadistir ve taşımadığı niteliğe göre değişik isimler alır. Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet
eksikliğinden veya hafızasının zayıflığından kaynaklanabilir.
Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği
veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten
Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır.
Mütevâtir
haberin hem inanç (akâid) hem de amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i
sünnet mezhepleri görüş birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil
olması hakkında ittifak olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil
olması tartışmalıdır.
Müctehidin
şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar
bütününe fıkıh usulü denir.[1] Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus
deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]
Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir:
Fıkıh usulü:
1) “Şer’i hükümlerin, tafsili
delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali
delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,
2) “İstinbat kaideleri ve icmali
delillerdir.”
İctihad
melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu
kaideleri esas kabul eden kişidir. [3]
Usûlü'l-fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir.
Fıkıh usulü
iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.
İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların
delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da
budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i
hükümlerdir” demektedirler. [4]
Fıkıh
usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,
maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri),
şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet,
ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm
çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
“Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen
şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i
hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib, mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen
hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet,
vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.
Fakih,
fer’i bir olayın hükmünü tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul
kurallarını alır, o fer’i olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile)
uygular. Böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar. Tefsili delilleri incelemek ve usul
kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]
Usulcü ise İcmali delilleri (topluca kaynakları)
incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler
çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu
kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaya çalışır. [6]
Mükelleflerin fiillerinin helal ve
haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir. Bu
sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve fiillerin, niza’ ve
ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve müftinin müracaat
kaynağıdır. [7]
Fıkıh usûlü
ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek
suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî
hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin
asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden
çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.
Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm
çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları
şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca,
Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini
öğrenir.
2- Müctehidlerin hüküm çıkarma
(istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm
vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i
kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural
ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında
tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi hükümlerin delillerini,
kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete,
hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.
4- Allah’ın, dini hükümleri
koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.
5- Hukuki, kanuni bilgiler
öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata
yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:
İslâm'ın ilk
dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği
zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine
baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması
hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı
gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına
çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan
hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek
Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle
âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm
çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu.
Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla
fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk
eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un
eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen
en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu
olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak
elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler
ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel,
Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki
eserlerini yazdı.[8]
"Sana
Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklaya-sın"[9] âyetlerinde de ifade
edildiği gibi Kur'ân'in ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu
fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç
hissedilen nassları açıklamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında
bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir
taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye
dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması
diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha
önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğrafyalarda
yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı
fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde
başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam
etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:
1. Kur'ân'm
bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin
tefsir edilmesini istemektedir.
2. Kur'ân,
ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât",
"zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve
mefhumlar kazandırmıştır. Hicrî II. asırda "el-vücûh
ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi
lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11]
3. Kur'ân'da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler
olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren
müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12] Dolayısıyla bu tarz nasslarm anlaşılması için de ihtisas ehlinin
tefsirine ihtiyaç vardır.
4. Kur'ân,
müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler
koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün
değildir.[13]
O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.
5. Kur'ân'da
mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu
tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu
sanatların delâletlerini anlamak zorlaşacaktır.
6. Kur'ân'da
ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır.
Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15]
Daha önce de
ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur'ân
bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası anlaşılmayan
hususları tebliğ ediyordu.[16]
Bütün hususlarda ashabın tek
müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah Resulü (sav) aralarında
bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana gelen sorunlarını çözüyordu
Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb, Kur'ân'ı anlama konusunda
herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha çok tefsirde şöhret bulmuş
kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine bu donemde Hz. Peygamberden
öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle birleştirerek daha sonrakilere
aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli henüz şifahi bir yolla
gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm bazı garip kelimelerinin
açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine gelindiğinde ise, daha
önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip toparlanmış, garip
lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl, nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz
yönüyle alakalı nakillere de yer verilmiştir. Rivayet tefsiriyle birlikte
zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini yansıtmaları sonucu dirayet
tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı
mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından daha da hızlanmaya başlamıştır.[17]
Sonuç olarak ;
Yukarıda açıklamaya
çalıştığımız ilimlerin tamamının çıkış
noktası Kur’ân-ı anlamak ve açıklamak
amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in
açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsire yönelik bütün bu gayretler hicrî II.
asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece
Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya
girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin
sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik
meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında
Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla
bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi
çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde
devam edecektir.
[1] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun
Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü
Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[3] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[4] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[5] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[6] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[7] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 13.
[8] Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.
[9] en-Nahl 16/44.
[10] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[11] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[12] Bkz. Al-i İmrân 3/7.
[13] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[14] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210.
[15] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.
[16] el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.
[17] Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.
Emine
Nilüfer SEVİN
Birleşik
Doktora-13952702
ESBAB-I
NÜZÜL I / ÖDEV 2
TEFSİR
TARİHİ
1.
HZ. Peygamber Dönemi
Resûlullah’a gelen vahiyler
çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi.
Böylesi durumlarda o, inen âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de
bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. O zaman da genellikle Hz. Peygamber
ihtiyaç duyulduğu kadar tefsîr ederdi. Hz. Peygamber’in sünneti Kur’ân’dan
sonra tefsîr için gerçek bir kaynaktır. Ancak sünnetin tefsîrdeki kullanımına
da özen göstermek gerekmektedir.
2.
Sahabe Dönemi
Sözlü nakil dönemi içinde
yer alan bir tefsîr çeşidi de ashâbın şifâhî rivâyetleridir. Bu rivâyetler
tefsîr tarihi açısından -Hz. Peygamber’in Kur’ân’a dair beyanlarından sonra-
ikinci sırayı almaktadır. Çünkü sahâbîler Arap oldukları için Arap dilinin
üslup ve inceliklerini, Arap örf ve âdetlerini iyi biliyorlardı. Eski
medeniyetlerin ve felsefi akımların etkisinden oldukça uzak yaşadıklarından
dolayı zihinleri berraktı. Aynı zamanda üstün bir idrâk gücüne ve sarsılmaz bir
imana sahiptiler. Yaklaşık yirmi üç sene boyunca Kur’ân’ın inişine bizzat şâhit
olup, bu esnada meydana gelen olayları müşâhede etmişlerdi.
Tefsîrde önde gelen sahâbiler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman,
Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b ve Ebû Musâ el- Eş’arî’nin
isimleri zikredilmektedir.
3.
Tabiûn Dönemi
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde
önemli rol üstlenen bir nesildir. Hz. Peygamber’e ulaşamamış olmaları, onların
bu ilme karşı olan şevklerini azaltmamıştır. Çünkü tâbiîler tefsîr konusunda
Hz. Peygamber’den feyz alan sahâbîlerden faydalanmışlardır. Bu da söz konusu
nesli, daha sonrakilerle ashâb arasında bir köprü konumuna getirmiştir.
İslamiyetin yayılması ile
birlikte fetih edilen yerlerde islamiyetin öğretilmesi için mektepler
yapılmıştır. Bu mektepler, Mekke Tefsîr Mektebi, Medine
Tefsîr Mektebi ve Kûfe Re’y Mektebi dir.
Tefsirin
Tedvini
Tefsîr tedvîn edilmeden yani
yazıya geçirilmeden önce
ashâb ve tâbiûn döneminde sözlü nakil yoluyla aktarılıyordu. Etbâu’t-tâbiîn dönemine gelindiğinde ise tefsîr
rivâyetleri artık yavaş yavaş bir araya toplanarak yazılmaya başlanmıştır. Bu, tefsîr açısından çok
önemli bir adımdır. Çünkü
sözlü olarak yapılan nakiller zamanla unutulma veya değiştirilme ihtimali
vardır. Oysa nakledilecek bilgiler yazıyla tespit edilip korunduğu zaman artık
bu tür olumsuzluklar söz konusu değildir. Tefsîre dair birikim tedvin
edilmesine edilmişti belki ama bu, 150 yıllık bir gecikmeyi de beraberinde
getirmişti. Zira ilk iki nesil boyunca şifâhen nakledilen tefsîr rivâyetleri,
ancak etbâu’t-tâbiîn döneminde yani hicrî ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmiştir.
Tedvin Dönemi Müfessirleri
ve tefsirleri; Mukâtil b. Süleyman (et-Tefsîrü’l-kebîr),
Süfyânu’s-Sevrî (Tefsîrü’s-Sevrî), Yahyâ b. Sellâm (Tefsîru Yahya), Ferrâ
(Meâni’l-Kur’ân), Ebû Ubeyde (Mecâzu’l-Kur’ân), Abdurrezzâk b. Hemmâm (Tefsîr) olarak sıralanabilir.[1]
HADİS
TARİHİ
Sünnet, Hz. Peygamberin
sözleri, davranışları ve onaylarıdır. Herhangi bir hadis, isnad ve metin denilen
iki kısımdan meydana gelir.
Hadis ilminin konusu hadisleri nakleden râvîler ve bu
râvîler tarafından nakledilen Peygamberimize dair rivayetlerdir. Hadis ilmi bu
râvîlerle, onların güvenilir olup olmadıkları, rivayetlerle de makbul olup
olmadıkları açısından ilgilenir. Şu halde hadis ilminin amacı hadislerin makbul
olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.
Hadis İlminin önemli alt dalları: HadisTarihi, Hadis
Usûlü, Ricâl, Ğarîbü’l-Hadîs, İlelü’l-Hadîs, İhtilâfü’l-Hadîs, Esbâbü
Vürûdi’l-Hadîs’tir.
Hadis İlmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivâyet ve
dirâyet olmak üzere ikiye ayrılır. Rivayet daha çok hadis öğrenme, nakletme,
derleme, hadisleri içeren kitaplar telif etme gibi faaliyetlerini kapsar.
Dirâyet ise, hadislerin senet ve metinleri ile ilgili her türlü birikimi,
yeteneği ve faaliyeti kapsar.
Hadis ilmi ile ilgilenenler tarihte değişik unvanlarla
anılmışlardır. Hadis öğrenen öğrencilere, hadis ilminde yolun başında olanlara
Tâlib denir. Talep eden isteyen anlamındadır. Hadis âlimleri için genel olarak
çoğunlukla Muhaddis veya Hâfız tabiri kullanılır. Hadis ilminde daha ileri
düzeyleri ifade etmek için İmâm, Huccetü’l-İslâm, Şeyhu’l-İslâm, Emîrü’lmü’min’în
fi’l-hadîs gibi unvanlar da kullanılmıştır.[2]
FIKIH
TARİHİ
Fıkıh kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde dinde derin kavrayış
anlamında kullanılmıştır. Fıkıh İslam hukuku anlamındadır.
Hz. Peygamber döneminde
hukukun Kur’an ve Sünnet olmak üzere iki kaynağı vardır. İctihad hukuk kaynağı niteliği
taşımamaktadır. Sahabe döneminde Kur’an ve Sünnet’in yanında ictihad da bir
hukuk kaynağı haline gelmiştir.
İslam hukukunun oluşum
süreci ile ilgili olarak Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde hazırlık
safhasının tamanlandığı; müctehid imamlar döneminde sistemleşmeye başladığı;
mezhep merkezli dönemde ise sistemin olgunlaştığı ifade edilebilir. Müctehid
imamlar sonrasındaki dönem literatürde genelde,“taklid dönemi” olarak
nitelenmekte, bu dönemden sonraki aşama ise“kanunlaştırma ve uyanış dönemi”
adıyla ifade edilmektedir.
1.
HZ. Peygamber Dönemi
Hz. Peygamber döneminde
İslam hukukunun temel kaynağı vahiydir. Bu dönemin üç temel özelliği vardır.
Bunlar; tedriceriayet, kolaylık ilkesi ve toplumun maslahatının gözetilmesi’dir.
2.
Sahabe Dönemi
İslam hukukunun oluşum
süreci açısından sahabe döneminden bahsettiğimiz de ,dört halife dönemini ve kısmen Emevi idaresini
kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. sahabe döneminde İslam hukukunun üç
kaynağından bahsedebiliyoruz: Kitâb, Sünnet ve ictihaddır. Sahabe dönemindeki
hukuki faaliyetlerin sonraki dönemede etki eden bazı özellikler taşıdığı
görülmektedir. Öncelikli olarak bu dönemde Kur’an ve Sünnet nasları hukuki
açıdan yorumlanmış, sonraki dönemlere intikal edecek bir birikim meydana
getirilmiştir.
3.
Tabiûn Dönemi
Tabiûn dönemi sahabeden
sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın
döneminidir. Tabiûn döneminde de sahabe döneminde olduğu gibi Kitâb, Sünnet ve ictihad
hukukun ana kaynaklarını teşkil etmiştir. Tabiûn döneminde İslam hukukunun
tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli özellik, hukuk alanında
ekolleşmlerin ortaya çıkmasıdır.
4.
Müctehid İmamlar Dönemi
Müctehid imamlar dönemi ile
hicri ikinci asrın başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan
zaman dilimi kastedilmektedir. Bu dönemde fıkıhla ilgili çalışmaların oldukça
ilgi gördüğü ve desteklendiği bilinmektedir. Bu dönemde de Kitâb ve Sünnet
hukukun temel kaynaklarını teşkil etmiştir. Bu dönemin en bariz özelliği bir
önceki kuşakta ana eğilimler etrafında ekolleşmeler yaşanmışken, bu dönemde o
ekollerin içerisinden şahıs merkezli yeni bir hukuki yapılanma doğmasıdır.
Mezhep adı verilen bu yapılanma, içinden çıktığı ekolün özelliklerini yansıtmakla
beraber, kurucu kabul edilen hukukçunun görüşleri çerçevesinde şekillenmiştir.
5.
Mezhep Merkezli Dönem
İslam hukuk tarihi ile
ilgili literatür de bu dönemin hicri IV. asrın ortalarından itibaren başlayıp, kanunlaştırma hareketleri ve yenileşme
arayışlarının yaşandığı on dokuzuncu
yüzyılın sonlarına kadar sürdüğü ifade edilmektedir. Bu dönemin İslam hukuk
tarihi açısından en bariz vasfı, hukuki faaliyetlerin artık mezhep
yapılanmaları çerçevesinde sürdürüleceğinin tüm toplum tarafından benimsenmiş
olmasıdır.[3]
[1]Edtr: Prof.Dr.
Bahattin DARTMA., TEFSİR TARİHİ ve USULÜ, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2056
Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1090, Anadolu
Üniversitesi İlâhiyat Önlisans Programı, 2013.
[2] Edtr: Prof.Dr.
Salahattin POLAT., HADİS TARİHİ ve USULÜ, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2077
Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1111, Anadolu Üniversitesi İlâhiyat Önlisans Programı, 2013.
[3] Edtr: Prof.Dr.
Hac› Yunus APAYDIN., İSLÂM HUKUKUNA GİRİŞ., T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını
No: 2060
Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1094 Anadolu
Üniversitesi İlâhiyat Önlisans Programı, 2013.
bayram aktaş 11952751
TEFSİR-HADİS-FIKIH USULLERİ
Tefsir Usûlü
Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı). bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
Tefsir usûlu ise bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
Kur’ân vahyi : Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır. Kur’ân Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber’in de 23 senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur’ân öğretilerini Allah’tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmaktır.
Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.Ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu.
Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.
Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Osman tarafından yapılmıştır. Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.
Yedi harf : Yedi Harf üzerinde en çok farklı görüşün beyan edildiği konulardan bir tanesidir. Ehli sünnetin bile konu ile ilgili ittiafkı söz konusu değildir. Bu görüşlerden kuvvetli olanlar şunlardır.
Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.
Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.
Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.
Kıraat : herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik demektir.
Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)
Sahih kırâatler
bayram aktaş 11952751
TEFSİR-HADİS-FIKIH USULLERİ
Tefsir Usûlü
Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı). bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
Tefsir usûlu ise bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
Kur’ân vahyi : Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır. Kur’ân Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber’in de 23 senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur’ân öğretilerini Allah’tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmaktır.
Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.Ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu.
Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.
Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Osman tarafından yapılmıştır. Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.
Yedi harf : Yedi Harf üzerinde en çok farklı görüşün beyan edildiği konulardan bir tanesidir. Ehli sünnetin bile konu ile ilgili ittiafkı söz konusu değildir. Bu görüşlerden kuvvetli olanlar şunlardır.
Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.
Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.
Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.
Kıraat : herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik demektir.
Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)
Sahih kırâatler
“Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:
KUR’ÂN İLİMLERİ : Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.
ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN : Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir.
MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN : ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir.
GARİBU’L-KUR’ÂN : Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden
VÜCÛH ve NEZÂİR : Vücûh, ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ lafzının Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir. Nezâir ise ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.
AKSÂMU’L-KUR’ÂN : yeminler demektir. ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.
MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.
HURÛF-I MUKATTAA : Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı farklı yorumlar yapıla gelmiştir.
İ’CÂZU’L-KUR’ÂN : İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir.
MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN : Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir.
MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN : birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir .
FEZÂİLU’L-KUR’ÂN : Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.
KISASU’L-KUR’ÂN : Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.
ESBÂBU’N-NÜZÛL : : ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.demektir.
NÂSİH-MENSÛH : : “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.
HADİS USULÜ
Sözlük anlamı haber verme, anlatılan haber verilen husus, söz demektir. Terim olarak hadis:Hz. Peygamber’in sünnetini haber veren ,sünnetin söz ile ifade edilmiş haline hadis denir. Büyük hadis alimi İbn Hacer hadis ilmini ‘’Ravi(rivayet eden ve mervi (rivayet edilen metinlerin) hallerini bildiren kaideler bilgisidir’’ şeklinde tanımlamıştır.
HADİSİN İKİ TEMEL ÖĞESİ: İSNAD VE METİN
1-İSNAD VEYA SENED:
İsnad kelimesi Arapça s-n-d kökünden türemiş mastardır. Bir şeyi bir yere dayamak demektir.Hadis ilminde isnad dendiğinde hadislerin başındaki ravi silsilesini gösteren isimlerden oluşan ravi zinciri anlaşılır.Buna sened denir.
Hadis ilminde başında senedi yani isnad zinciri zikredilmeyen hadislere muallâk hadis denir. Hadislerin başındaki senedler bu işlemleri yanında hadisin geçirdiği tarihsel sürecide yansıtırlar.Hadis tarihinde Mutekaddimun dönemi denilen hicri ilk 4 asırda ki kitaplarda hadisler hep ravi zincirleriyle birlikte verilmişti.
2-METİN:
Hadiste nakledilen içerik anlamına gelir. İsnad zincirinin peşinden gelen Hz. Peygamber’in sözlerini ve davranışlarını ifade eden kısma metin denir. Çoğulu mütun şeklindedir. Hadis ilminde bir hadisin farklı isnad zincirleriyle gelen her bir kanalına tarik ve vech denir..
Hadis ilminin konusu; hadisleri nakleden raviler ve bu raviler tarafından nakledilen Peygamberimiz’e dair rivayetlerdir.
Hadis ilminin amacı; hadislerin makbul olanlarını makbul olmayanlardan ayırmaktır.
Hadis ilmi ve hadisle ilgili faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere 2 ye ayrılır.
RİVAYET: Daha çok hadis öğrenme, nakletme, derleme, hadisleri içeren kitaplar telif etme gibi faaliyetlerini kapsar.
DİRAYET: Hadislerin senet ve metinleri ile ilgili her türlü birikimi, yeteneği ve faaliyeti
Rical İlmi
Rical Arapçada adam kişi anlamına gelen racül kelimesinin çoğuludur. Bu ilme rical ilmi denmesinin sebebi hadis nakleden kişileri, yani ravileri kendisine konu edinmesi sebebiyledir.Rical ilmi hadis ravileri hakkında hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gerekli her türlü bilgiyi derlemek ,korumak ve değerlendirmek amacıyla ortaya çıkmıştır.
Rical ilminin bir diğer adı da Cerh ve Ta’dil dir.Cerh; Raviler hakkında olumsuz kanaat bildirme Ta’dil ise;olumlu kanaat bildirme anlamında kullanılır.
Cerh edene Carih, cerh edilmiş yani kusurlu bulunmuş olana ise mecruh denir. Ta’dil edene muaddil veya müzekki , ta’dil edilmiş olana ise adil , adl , sika , cerh-ta’dil faaliyetine tenkid,bu faaliyeti yapana münekkid denir.
Rical ilmi hadis alimlerinin insani hatalara ve hadis uydurmacılığına karşı bir tedbir olarak geliştirdikleri ve başka medeniyetlerde görülmeyen İsnad Sisteminin bir uzantısıdır. Ali b. El-Medini “Hadislerin manalarının anlaşılması ilmin yarısıdır.Diğer yarısı da rical bilgisidir.”demiştir.
İlelü’l-Hadis ilmi
İlal Arapça , sebep hastalık ve kusur anlamlarına gelen illet kelimesinin çoğuludur.Hadis ilmin de illet ilk bakışta sahih görünen hadislerde ancak derin bilgi ve tecrübe sahibi hadis uzmanlarının görebileceği gizli kusur anlamına gelir.Bu tür gizli kusur taşıyan hadislere muallel veya ma’lul hadis denir. İlelü’l-Hadis ilmi hadislerdeki bu tür gizli ve fark edilmesi zor kusurlar ile ilgilenen bunları bulmayı, düzeltmeyi amaçlayan bir ilim dalıdır.
İllet ağırlıklı olarak hadisin senedinde olmakla beraber metninde de bulunabilir. İlletli hadisler konusu muhaddisler tarafından çok önemli görüldüğünden bu konuda müstakil kitaplar yazma gereği duymuşlar Bu yüzden illet konusu hadis ilminin ayrı ve müstakil bir alt dalı olarak kabul edilmiştir.
Ğaribü’l-Hadis İlmi
Hadis ilminde Ğaribü’l-Hadis dendiğinde az kullanıldığı, yaygın olmadığı veya manası kapalı olduğu için anlaşılması zor olan kelimeler ve bunları konu edinen ilim dalı anlaşılır.
Hadisteki ğarip kelimelere dair yazılmış olup günümüze ulaşan ilk kitap Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam’ın Ğaribü’l-Hadis isimli kırk senede hazırladığı kitaptır. Günümüze ulaşan en mühim eser ise; Hattabi’nin Ğaribü’l-Hadis’idir.
İhtilafül-Hadis İlmi
İhtilaf Arapçada iki veya daha fazla şeyin birbirleriyle uyuşmaması, ters düşmesi, farklı olması , insanların görüş ayrılığına düşmesi gibi anlamlara gelir. İhtilafül-Hadis sağlam bir hadisin yine sağlam bir hadis ile zıt düşmesi veya öyle görünmesi yada algılanmasıdır. İhtilafül-Hadis İlmi bu tür zıt görünen hadisleri konu edinip bunları değerlendiren ve zıtlığı çözmeye çalışan ilim dalıdır.
Hadisler arasındaki ihtilafın giderilmesinde 4 temel yöntem vardır:
1. Cem’ ve Ta’dil : Bu yöntemin esası çelişen hadislerin her ikisini birden çok ise hepsini bağdaştırarak ,herhangi birini terk etmeden birlikte geçerli saymaktır.
2. Nesh : İslami ilimlerde nesh’in tanımı:”Şer’i bir hükmün dah sonra geln Şer’i bir delil ile kaldırılması “şeklindedir.Yürürlükten kaldırılan önceki hükme mensuh,yürürlükten kaldırmaya sebep olana nasih denir
3. Tercih : Birtakım ölçütlere dayanarak çelişen hadislerden birini tercih edip öbürünü terk etmektir. Tercih sebepleri çok olmakla beraber kısaca şu 3 şekilde toplanılabilir;
Senet ile İlgili Sebepler : Ravilerin sayısı, İlim ve sikalık yönünden üstünlükleri, hadis öğrenme şekilleri ve olayla ilgileri gibi hususların tercihi
Metin ile İlgili Sebepler : İhtiyata elverişli olanın veya haramlık ifade edenin tercihi
Harici Sebepler : Kur’an-ı Kerim’in zahirine , sünnete ,dinin genel kurallarına uygun olanın tercihi
4. Tevakkuf: ihtilafı giderme yöntemi olarak tevakkuf çelişen hadisler konusunda karar vermemek, askıya almak, karar vermeyi sağlayacak delil ve karineler bulununcaya kadar beklemek anlamına gelir.
Hadisler arasında çelişkiyi giderme yöntemlerine hangi sıralamaya göre başvurulacağı alimler arasında önemli bir tartışma konusudur.
Hadisçiler ; Cem’, Nesh, Tercih, Tevakkuf,
İslam Alimlerinin çoğunluğu ; Cem’, Tercih, Nesh, Tevakkuf,
Hanefiler ; Nesh, Tercih, Cem’, Terk şeklinde bir sıralama dahilinde çelişkinin giderilmesi gerektiğini savunurlar.
Esbabü Vürudi’l-Hadis İlmi
Esababü Vürud geliş , ortaya çıkış sebepleri anlamına gelir.Bu ilim dalı hadislerin söyleniş sebepleri , hangi ortamlarda, ne amaçla söylendiklerini araştırır. Bu ilim , hadislerin daha iyi anlaşılması , hadisler ile ilgili bazı problemlerin çözümü açısından çok önemlidir.
HADİS TENKİDİNİN TEMEL İLKELERİ
Hadislerin gerçekten Hz.Peygamber’e ait olup olmadığını araştıran hadis tenkitçiliği , insanoğlunun haberlerin doğruluğunu belirlemek için şimdiye kadar bulabildiği ve kullandığı üç evrensel yöntemi kullanır:
1. Haber verenin iki temel özelliği ,haberin doğruluğunu doğrudan etkilemektedir.bunlar dürüstlük ve insani kusurlardır.
2. Haberin başka kaynaklardan te’kidi yani aynı haberi veren başka kaynaklar olup olmadığının araştırılması , varsa ikisinin karşılaştırılması.
Hadis tenkitçiliğinin en temel yöntemi, hadislerin farlı rivayet kanallarının ve zincirlerinin araştırılması , bir raya toplanması ,karşılaştırılması ve bir bütün olarak değerlendirilmesi esasına dayanır.Bu işlemler hadis ilminde ,hadisin farklı kanallarının toplanması anlamına gelen Cem’u’t-Turuk ve bu farklı kanalların karşılaştırılıp değerlendirilmesi anlamına gelen Muaraza kavramıyla ifade edilir.
3. Herhangi bir hadis akla, Kur’an’a İslam dininin genel ilkelerine , İslam alimlerinin İcma’sına ,Hz Peygamberin yaygın ve meşhur sünnetine ,kesin bilimsel verilere gerçeklere aykırı bulunuyorsa kabul edilmemiştir
FIKIH USULÜ
Fıkıh, “bilinenden (ilm-i şahid) bilinmeyene (ilm-i gaib) ulaşmaktır”. Fıkıh, Kitab ve Sünnet’te hükmü bildirilen meselelerden hareketle hükmü bilinmeyen meselelerin çözüme kavuşturulmasıdır.
Hükümler aklî, hissî ve şer’î hükümler biçiminde üç kısma ayrılmaktadır. Şer’î hükümler kendi içinde itikadî hükümler (itikâdiyyât), vicdanî hükümler (vicdâniyyât) ve amelî hükümler (ameliyât) olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. Vicdâniyyât içsel (bâtınî) tutumları, ameliyyât ise dışsal (zâhirî) davranışları ile etkileri ifade etmektedir.
Tafsîlî delil = cüz’î delil : Kitâb, Sünnet, icmâ ya da kıyastan her biri, bir icmâlî delil dir.Hükümlerin tafsîlî dellilerine dayalı olarak bilinmesi. Bu faaliyetin kendisi fıkıhtır.
İslam Hukukunun Kaynakları :
Deliller : Aslî Deliller 1- Kitab (Kur’ân), “Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilmiş, mushafın iki kapağı arasında tevatüren nakledilmiş Tanrı kelamı”.
Kur’ân’da fıkıh alanıyla doğrudan ilgili olan ayet sayısı 500 civarındadır. Ahkam ayetleri oldukça az bir yer tutmaktadır ve bütün bu düzenlemeler nihai tahlilde insanın yararının (maslahat) ve mutluluğunun (saadet) sağlanmasını amacıyla ilişkilidir.
Şeriatın/hukukun en temel amaçları beş temel değerin korunmasıyla ilgilidir: 1) Canın korunması, 2) Aklın korunması, 3) Dinin korunması, 4) Neslin korunması, 5) Malın korunması.
2- Sünnet : Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takriri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır.
3- İcmâ, “Muhammed (s.a.v.) ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliği etmeleri”dir. Bu sarih icmâ’dır, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır.
Asli Delillerin Uzantısı Olan Deliller
Önceki Şeriatler : Genel olarak Hanefi ve Malikiler, red ve inkar edilmeksizin Kur’an veya Sünnet’te eski şeriatlera ait olduğu bildirilerek yer alan hükümlerin Müslümanlar hakkında da bağlayıcı olduğunu kabul eder.
Sahâbî Sözü : Fıkıh usulü bilginlere göre, örfen arkadaş denebilecek bir süre Hz. Peygamberle birlikte bulunmuş kimseye sahâbî denir. Sahabî sözü sonrakiler açısından dört kısma ayrılabilir: 1) Sahabinin görüş birliği (icmâ), 2) sahabîlerin görüş ayrılığı (ihtilaf), 3) bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü (sükûtî icmâ), 4) bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık kazanan sözü.
Medine Ehlinin Ameli : Medine, Hz. Peygamberin hicretten itibaren ömrünü tamamladığı şehirdir. Ahkam ayetlerinin çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer’i hükümlerin neredeyse hepsi Medine’de belirlenmiştir. İmam Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin uygulamasını hüccet olarak görmüştür. Maliki uslcüler Medine ehlinin mahiyeti ve hüccet değeri konusunda farklı anlayışalara sahip olmuşlardır. Malikiler dışındakil usûlcüler ise Medine uygulamasına değer atfetmemişlerdir.
YÖNTEMLER
Kıyas :Hanefilere göre kıyas “sırf dil yoluyla idrak edşlemeyen ortak bir illet sebebiyle asıldaki hükmü fer’e de vermek” demektir. Asıl: âyet veya hadistir. Kendisine kıyas yapılan asıl makîsun aleyh’tir. Fer’/ makîs: hükmü naslarda açıkça bulunmayan meseledir. İllet, asıldaki hükmün konuluş gerekçesi anlamındadır. Kıyas işleminin yapışabilmesi aynı illetin fer’için de sözkonusu olması gerekir.
İstihsan :İstihsanın tanımları: a) Kıyasın bırakılıp insanlara en uygun olanı almak, b) Özel ve genel herkesin karşı karşıya kalıp mübtela olduğu hususlarda hükümlerde kolaylığı talep etmek, c) Genişliği almak, sıkıntılı olanı terk etmek, d) Müsamahayı almak, rahatlık taşıyanı istemek. Tanımların ortak noktası kolaylığın alınıp zorluğun terk edilmesidir.
Istıslâh (Mesâlih-i Mürsele) : Istıslah, maslahat-ı mürseleyi dikkate alma, ona göre hüküm verme anlamına gelir. Maslahat, yararı sağlama veya zararı gidermeden ibarettir. Maslahat, insanların din, can, akıl, nesil ve mallarının korunmasıdır.
Maslahatın Türleri
1. Zarûriyyât: Din ve dünya işlerinin varlığı için zorunlu olan ve bunlar olmadığı takdirde fesat ve kargaşanın doğacağı maslahatlardır. Beş aslın yani din, can, akıl, nesil ve malın korunması.
2. Hâciyyât: Kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığı takdirde genelde sıkıntı ve güçlüklere yol açan maslahatlardır.
3. Tahsîniyyât: Bir zaruret veya ihtiyaca ilişkin olmamakla birlikte güzelleştirme, süsleme, kolaylaştırma, gündelik ilişkilerde, âdet ve muamelelerde en güzel yöntemlerin uygulanması
Sedd-i Zerâi’
Sedd-i zerî’a kötülüğe giden yolun kapatılması demektir. Malikî ve Hanbelî mesheplerinde işletilen bir yöntemdir.
Hüküm Teorisi : Teklîfî Hüküm. Vaz’î Hükmün
Vaz’î Hükmün Kısımları
İllet: “İllet hükümde müesserdir”. İllet varsa hüküm de vardır, illet yoksa hüküm de yoktur.
Sebeb: Varlığı hükmün varlığına, yokluğu da hükmün yokluğuna alamet kılınmış olmakla birlikte, bu durum ile hükmün konulması arasında aklen kavranabilecek bir uygunluk yoktur.
Rükün: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça oluşturan unsurdur.
Şart:Bir şeyin varlığı, kendi varlığına bağlı olmakla birlikte o şeyin yapısından bir parça olmayan şeydir.
Mâni’: Varolması halinde sebebe hükmün bağlanmasını veya sebebinin gerçekleşmesini engelleyen durumdur.
Ehliyetin Tanımı ve Kısımları
Ehliyet, “kişiyi, dinî-hukukî sorumluluğa muhatap olmaya elverişli hale getiren vasıftır”. Bu vasıf sayesinde kişi, birtakım haklara sahip olmaya, bu hakları kullanmaya, borçlanmaya ve hukuken geçerli davranışlarda bulunmaya ehil hale gelir.
Vücub Ehliyeti
Vücub ehliyeti:Kişinin haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme ehliyetidir.
Vücub ehliyeti iki kısma ayrılır:
Eksik vücub ehliyeti: Sadece cenin için söz konusu olur ve onun lehine bazı hakların sabit olmasını sağlar.
Tam vücub ehliyeti: Kişinin haklara sahip olmasının yanında bazı borçlar altına girebilmesini sağlayan ehliyet türüdür. Temyiz çağına ulaşmamış küçük çocuklar ile akıl hastaları için de tam vücub ehliyeti sabit olur.
Edâ Ehliyeti
Edâ ehliyeti: Kişinin hukuken geçerli sayılabilecek fiiler ortaya koyabilmesini sağlayan ehliyettir. Edâ ehliyeti, akıl ve temyiz gücüne dayanır.
Edâ ehliyeti ikiye ayrılır:
Eksik edâ ehliyeti: Temyiz çağına ulaşan küçüğün sahip olduğu ehliyettir.
Tam edâ ehliyeti: Kişi, bülûğa ermekle ve akıl ve temyiz gücünün olgunlaşması ile sahip olduğu ehliyettir. Kişi bu durumda, hukuk karşısında her yönden mükellef kabul edilir.
Ehliyet Arızaları: Kişinin ehliyetini daraltan veya tamamen ortadan kaldıran durumlardır. Sadece eda ehliyeti için geçerlidir.
Ehliyet arızaları iki kısma ayrılır:
1. Semâvî arızalar: Gerçekleşmesi kişinin elinde olmayan arızalardır.
Semâvî ehliyet arızaları şunlardır:
Bunlar dışında baygınlık, unutma, hayız ve nifas, hastalık, ölüm ve kölelik de semâvî ehliyet arızaları arasında sayılır.
2. Müktesep arızalar: Gerçekleşmesi kişinin elinde olan arızalardır
Adı Soyadı: Erdal ERTORUN
Öğrenci No: 13922709
Ders Grubu: Doktora
Dönem: 2013-2014/1.Dönem
2- Mukayeseli Tarihler Hülasası Hakkında:
TEFSİR TARİHİ I-II (Prof.
Dr. İsmail CERRAHOĞLU)
Kaynakların beyanına göre ilk vahiy geldiğinde Hz.
Peygamber, kırk yaşlarında idi. 23 yıla yakın peygamberlik müddeti içinde Hz.
Peygamber, vahyi cebrail vasıtasıyla almıştır. Halbuki O, okuma yazma
bilmiyordu.[1]
Buna rağmen gelen vahyi, cebrail ile karşılıklı okuyor, hafızada tutuyor, katiplere
de yazdırıyordu. Daha sonra da anlaşılmayan yerleri ashabına açıklıyordu. Yani
Kur’an-ı tefsir ediyordu. Bu anlamda O, ilk müfessir sayılmaktadır. Tefsir,
Kur’an ayetlerini açıklamak, izah etmek olmasına rağmen, tevil ise anlamı tek
olmayan, müşkil olan ayetleri
yorumlamaktır.[2]
Tercüme ise, Kur’an ayetlerini ilave yapmadan birebir çevirmek demektir.
Dolayısıyla, Kur’an-ı anlamak için anlamı kapalı ayetlerin açıklanmasına, yani
tefsirine ihtiyaç duyulmaktadır.
Hz. Peygamber zamanında yapıaln ilk tefsir çalışmaları bizzat, Allah
Rasülünün kendisi ile olmuştur. O, sahabenin anlamadığı yerleri izah etmiş,
Kur’an-ı hayatta yaşatmıştır. Dolayısıyla o, ayetlerdeki anlaşılmayan yerleri
açıklayarak ilk tefsirci olma şerefine de mazhar olmuştur. Bu bağlamda, sünnetin
Kur’an-ı açıklamasının önemi ortaya çıkmaktadır.[3]
Hz. Peygamber, Kur’an-ı açıklarken arapların
(muhatabın) anlayacağı şekilde izah etmiştir. Çünkü o, Arap dilinin en
inceliklerine vakıftı.
Sahabe dönemindeki tefsir çalışmalarına gelince,
onlar tefsirde dört kaynak kabul etmşlerdir. Kur’an, sünnet, İctihad, rey ve
diğer ilahi kitaplar.[4]
Mesleleri bu dört kaynağa müracat ederek çözme yolunu benimsemişlerdir. Bu
dönemde sahabeler, ayetlerin sebebi nüzullerini araştımaktaydılar. Ciddi bir
çalışma yürütmüşlerdir. Meşhur müfessir sahabeler ortaya çıkmıştır.[5]
Tabiin devrindeki tefsir çalışmaları da sahabenin
takip ettiği yolu devam ettirmiştir. Sınırlar genişlemiş olduğu için sorunlar,
mesleler ve çözüm önerileri ile kullanılan yöntem ve metodlar da değişiklik
arzetmiştir.[6]
Bu dönemde yey ile tefsirler yapılmaya başlanmıştır.
Bu dönemde ehli kitaptan bir çok kişinin müslüman
olmasıyla, tefsire israiliyat da girmeye
başlamıştır. İsrailiyat; Yahudi, hristiyan ve diğer kültür ve medeniyetlerden
tefsire aktarılan rivayetlerdir.[7]
İsraili rivayetleri aktarmada meşhur isimler ortaya çıkmıştır.[8]
İslamın sınırları yayıldıkça, şehirlerde tabiin
dönminde tefsir medreseleri oluşturulmaya başlanmıştır. Buralarda ders veren
meşhur tefsirciler yetişmiştir.[9]
Sahabe tefsiri ile tabiin tefsiri arasında bir
takım farklılıklar mevcuttur. Öncelikle, tabiin döneminde sınırlar genişlemiş,
mesleler çeşitlemiştir. Tabiin, Kur’an’ın tümünü tefisirle uğraştı, ihtilaflar
artış gösterdi.[10]
Tabiin devrinden sonraki tefsir faaliyeterine gelince,
bu dönem tedvin dönemi olarak devam etmiştir. Tefsir hadisten ayrı, müstakil
bir ilim olma yoluna girmiştir. Rey ve ictihada başvurulmuştur. Müstakil
bablar, konular, rivayetlere dayalı çalışmalar söz konusu olmuştur.[11] İlk tam tefsir oluşmuş, çeşitli müfessirler,
çeşitli sahifeleri tefsir etmişlerdir. Tefsir kaynağı olarak bugün elimizde
bulunan meşhur rivayet, dirayet, ilmi, fıkhi tefsirler kaleme alınmıştır.[12]
Bu dönem, her açıdan tefsirde zirve dönem olmuştur.
Fetihlerden sonraki döneme gelince çeşitli ırk,
muhtelif dil, medeniyet ve cemiyetlerle içiçe gelme neticesinde Arap dili yavaş
yavaş bozulmaya yüz tutmuştur. Hal böyle olunca Arap olmayan müslmanların dil konusunda anlama ve algılama sorunu baş
gösterir. Bu durum, lügatçilerin tefsir çalışmaları başlatmasını sağlar. Farklı
etnik kökene mensup müslümanların, Kur’an-ı kolay anlamaları için kendi
dillerini bilen ilim adamlarınca bu dillerde tefsir çalışmaları artar.[13]
Görülüyor ki, tefsir çalışmaları asırdan asıra ve
coğrafyanın büyüklüğüne göre farklı gelişmeler kaydetmiştir. Tefsir
hareketlerine hız veren amillerden biri de dini ya da siyasi bir şekilde zuhur
etmiş olan fırka tefsirleri olmuştur. Fırkalar, yaptıkları işlerin doğru
olduğunu ispat için Kur’ana başvuruyorlardı. Fethedilen yerlerdeki farklı
etnik, dini ve kültüre sahip müslüman toplum, kendi anlayışları ya da mezhepleri doğrultusunda Kur’an-ı
tefsir etme yoluna gitmişlerdir.[14]
Çok önemli müfessirler ve tefsir
kitapları vücuda gelmiştir. Mutezile, şia,
İmamiye, Zeydiye, Hariciye vb. gibi çok büyük mezheplere ait tefsirler
yazılmış, meşhur müfessirler ortaya çıkmıştır.
İslam kültür medeniyetini ciddi manada şekillendiren bu fırka
tefsirlerinin tesir ve önemi, günümüze kadar gelmiş ve ciddi kaynak
olmuşlardır.[15]
Fırka tefsirlerinin akabinde sufi tefsir anlayışı
olan tasavvufi tefsir geleneği gelişmiş, bu konuda pek çok tefsirler
yazılmıştır. Bu da mutasavvıflarla birlikte işari tefsir şeklinde bir anlayışa
dönüşmüştür.[16]
Mutasavvıflar, ayetlerin zahir manasından ziyade, batıni manası üzerinde
durmuşlardır. Her harfi, ayeti batıni manaları ile yorumlama yoluna
gitmişlerdir.[17]
Oldukça önemli müfessirler yetişmiş, önemli eserler yazmışlardır.[18]
İş’ari tefsir haricinde Abbasiler döneminde terceme
faaliyeti ile başlayan felsefe hareketi, daha sonraları bir tefsir ekolü haline
dönüşmütür. İslam felsefesi de Yunan felsefesinin terceme ve tenkidi ile
başlamıştır. Yukarıda da bahsedildiği gibi, çeşitli sebepler felsefi tefsirin
oluşmasına imkan vermiştir.
Dini hayatın pratik yönünü ilgilendiren konularda
da çalışmalar yürütülmüş, bu anlamda öncelikle fıkhi tefsir çalışmaları
gerçekleştirilmiştir. Bu çalışma, ibadet ve muamelat konularını ilgilendiren
ayetlerin tefsir edilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Ahkamu’l-Kur’an çalışmaları olarak da
bilinir. Tefir geleneğinde büyük katkıları olan önemli şahsiyetler yetişmiş, önemli eserler kaleme alınmıştır.[19]
Buraya kadar izah edilenlere bakıldığında görülür
ki, başlangıçta tefsirin bir şekli yoktu. Kur’an’ın bazı kapalı ayetlerinin
açıklanması bazen rivayetlerle, bazen ayetlerle, bazen rey ile, bazen de
ictihad ile gerçekleşmiştir. İzlenen bu tür metod ve yöntemler, müfessrilerin de hangi metoda önem
verdiklerine göre isimler almaya başlamıştır. Rivayet tefsiri, dirayet tefsiri,
fıkhi tefsir, ilmi tefsir vs. şeklinde
adlandırılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla gittikçe çeşitlenen ve önemsen bu
yöntemler, Kur’an-ı anlamada büyük bir kolaylığı da beraberinde getirmiş olduğu
görülmektedir.[20]
Tabi bu yönetmler uygulanırken sebeb-i nüzül, umum-husus vs. gibi gerekçeler
önemsenmiştir. Kur’an’ın bu şekilde tefsir edilmeye çalışılması, tefsir
kültürünü oldukça zenginleştirmiştir.
Kısaca, Kur’an’ı anlama çabaları temelde gerçek
bağlamından koparılmadan sürdürülmüş, bilgi ve bağlam bütünlüğü korunmaya
çalışılmış, esbab-ı nüzulün önemi üzerinde durulmuştur. İlk müfessir Hz.
Peygamber, Kur’an’ı hem yaşamış, hem de yaşatmaya çalışmış, ashap ise
peygamberin yaşadığını yaşamaya ve tabiine yaşatmaya çalışmıştır. Daha sonraki
dönemler ise, önceki dönemlerden kendilerine ulaşan nakiller yoluyla Kur’an-ı
anlamaya çalışmışlardır.
HADİS TARİHİ (Ekrem Ziya UMERİ)
Sünnet, Allah Rasülünden söz, iş ve takriri olarak
sadır oan şeyler anlamına gelir.
Rasül, kendi kafasından konuşmaz.[21]
Bu anlamda sünnet, Kur’an’dan sonra uyulması gereken ana kaynaktır. Peygamber,
size ne verdiyese onu alın, neyi yasakladıysa ondan sakının[22]
buyurulur.
Sünnet, Hz. Peygamber döneminde yazılıp bir araya
getirilememiştir. O: Biz, ümmi bir ümmetiz, yazı ve hesap bilmeyiz[23]
der. O dönem, Kur’an ayetlerinin yoğun olarak kayda geçirildiği dönemdir. Buna
rağmen, ashabın hadisleri hafızalarında korunuyordu. Hz. Peygamber’in, Kur’an
ayetleri ile karışmasın diye hadis yazımını yasak ettiği de bilinmektedir. O,
daha çok Kur’an’la ilgilenilsin istiyordu.
Buna rağmen, okur yazar ve güvenilir olan bazı sahabelere hadis yazma
izni de verir. Sahabe döneminde bazıları hadislerin yazılmasını, bazıları da
yazılmamasını istiyordu. Yani bir konu üzerinde birliktelik yoktu. Ayrıca,
yazanlar da her biri Allah Rasülünün farklı konulardaki hadislerini önemseyerek
yazmaktaydı. Raşit halifelerdöneminde de yazılmadı. Tabiin döneminde önemli bir
ulema topluluğu hadisleri yazmışlar, topladıklarını da ezberlemeye özen
göstermişlerdir.[24]
Burada da ihtilafa düşenler olmuştur. Bazıları oldukça şöhret bulmuştur.
Emeviler döneminde teşebbüs edildi ancak; halifenin ömrü buna yetmedi.[25]
Abbasi döneminde ulema sünneti yazmaya başladı, daha sonraki dönemerde metod
değişti, sünnet fıkıh bablarına göre yazılmaya başlanır oldu.[26]
Daha ileriki dönemlerde ise senedlerine göre, cerh ve tadil yönüyle de
yazılmaya başlanmış oldu.
Görülen o ki, ilerleyen zamanlarda hadis yazma
sistemli bir hal almış, hüküm bildiren hadisler üzerinde durulmaya başlanmıştır. O kadar ilerleme olur ki,
nihayet hicretin 3. asrında Kütüb-i Sitte adlı hadis külliyatı teşekkül eder.[27]
Tabi bunula da kalınmaz, hadis öğrenme yolculukları başlar. Duyulan her hadis,
Arap coğrafyasından toplanılmaya çalışılır. Günlerce gecelerce yolculuklar
başlar. Basra, Küfe, Irak, Yemen, Şam..vb. yerlere yolculuklar yapılır.
Hadis derleme çalışmalarının iyice yoğunlaşması,
sistemli hale gelmesiyle artık raviler tartışılmaya başlanmış, güvenirlikleri,
adaletleri, zaptları gibi özellikler önemsenmiş, hadislerin sıhhatleri
tartışılmaya başlanmıştır. İmam Malik’in
Muvatta’ı, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i,
Buhari’nin Sahih’i, İmam Müslim’in Müsned’i, Ebu Davud’un Sünen’i,
Tirmizi’nin Camii, Nesai’nin Sünen’i, İbn Mace’nin Sünen’i gibi ilk rivayet
eserleri ortaya çıkmıştır.[28]
Tabi bu kitaplarda hadisler, sıhhat dereceleri tartılışılmadan toplanmıştır.
Yani zayıf, hasen, garip vs. gibi özellikerdeki hadisler de bu eserlerde yer
almıştır.
Hicri 3.asırdan sonra da belli başlı eserler
oluturma çalışmaları yürütülmüştür. Biraz önce bahsedilen eserlere benzer
eserlerle birlikte, sözlük tertibinde yazılan eserler oluşturulmuştur.[29]
Sahabe ve tabiinden sonraki dönemlerde hadisler
bozulmak istenir ve metinlerin içerisine ekleme yapma girişimleri ortaya çıkar.
Uydurma hadiscilik dönemi başlar. Bu durumdan siyasi, ekonomik, sosyal pay
çıkarma gayretinde olanlar yararlanmak ister.[30]
İrtidat hareketlerinin olduğu bu dönemler, bu uydurmacılığa ciddi fırsat
sağlar. Mezhebi ayrılıklar ve parçalanmalar söz konusu olur. Mezhebi, fıkhi,
kelami ayrışmalar başlar. Zındıklık, kıssacılık, cahil kişilerin hadis
uydurması gibi çabalarla bölge, ırk ve mezhep taassubu, özel maksatlar
sebebiyle hadis uydurmaları ve ulemanın buna karşı duruş mücadelesi yoğunluk
kazanır.[31]
Hz. Osman döneminde başlayan, ümmetin bölünme ve
parçalanmasına, birbirine zıt fırkaların doğmasına sebep olan tartışmalar,
hadislerin değerlendirilmesinde isnad ve rical üzerinde ciddi olarak durmayı
getirmiştir. Hadisin hangi kaynak yoluyla ulaştığı, bu kaynağın birbirine
silsile yoluyla irtibatlı olduğu, güvenilir bir ravi silsilesinden geldiği üzerinde durularak sağlamlığı ve Hz.
Peygamber’e doğru olarak ulaşıp ulaşmadığı önemsenmiştir.[32]
Rical ilmi kitapları yazılmaya başlanmış, sahabeyi her yönden tanıma ile ilgili eserler ortaya konmuştur.
Bazı kitaplar da sahabe ve tabiinin daha kolay tanınması için tabakat şeklinde ele alınmıştır.[33]
Meşhur kitaplar ortaya konmuştur.
Bu çalışmalara, bir de ravilerin güvenirliklerini
veya zayıflıklarını ele alan cerh ve ta’dil çalışmaları eklenmiştir. Çok önemli
ve çeşitli cerh ve ta’dil kitapları kaleme alınmıştır.[34]
Takip eden şekilde zayıf raviler ve sika (güvenilr) ravilerle ilgili kıymetli kitaplar yazılmıştır.[35]
Akabinde Kütüb-i Sitte ve diğer hadis kitaplarındaki hadis ricalini yazan
isimleri belirten çeşitli kitaplar
vücuda gelmiştir. Birbirini takip eden
bu çalışmalar, ravilerin isimleri, künyeleri ve lakaplarının yer aldığı
kitaplar ele alınmaya başlanmıştır.[36]
Hadis ilmi geliştikçe, yeni çalışma alanları
oluşturulmuş ve yukarıdakilerden başka bir çalışma daha ortaya çıkmıştır.
Belirli yerlerin ricaline (mahalli) ait kitaplar kaleme alınmaya başlandı.[37]
Öyle bir noktaya gelinmiş ki, artık hadis imalarıyla ilgili kamuslar, mecmular,
sözlükler, ansiklopediler yazılmaya başlanır olmuştur.[38]
Bu da yetmedi, rical kitaplarının tanzim esasları belirdi. Soy, tabaka, harf
sırası ve şehirlere göre rical kitapları tasnif edilmeye başlandı.[39] Son devir ulemesı ise tabakalarla, tarihi
ayırmışlardır.
Buraya kadar görüyoruz ki, hadis ve yazma geleneği,
aslında Kur’an’ın nüzul ortamında başlıyor; ancak, Kur’an yazımı daha önemli
olduğu için hadislerin yazılmasına sıcak bakılmıyor. Günümüz toplumuna
gelinceye kadar hadislerin geçirdiği evrelere bakılırsa, gerçekten bilgi ve
ortam açısından bir bütünlük arzetmekte, Kur’an’a muhalif bir çaba
görülmemektedir. İlk zamanlar, Hz. Peygamber’in söz ve tatbikini gören ashap,
daha sonraki dönemlere bu pratikliği yaşayarak aktarmış, silsile yoluyla sünnet
ya da hadis, müslüman hayatında canlılığını korumuştur. Hadislerin vuruduna da
sebep olan olaylar vaki olmuştur. Kur’an’da olmayan çözüm ve öneriler, hadis ve
sünnet ile temin edilmeye çalışılmıştır. Hadis ve sünnet konusunda yaşanan
gelişmeler, bir takım çalışmaların yapılmasını zorunlu kılmış, Allah Rasülü
zamanındaki kastedilen anlam korunmaya, yaşatılmaya çalışılmıştır. En ince
teferruatlar düşünülerek hadislerin sened, ravi ve diğer yönlerden sahih bir
şekilde korunması ve günümüze ulaşması sağlanmıştır.
KELAM
TARİHİ (Prof. Dr. Bekir TOPALOĞLU)
"Hz. Peygamber'in vefatına kadar Müslümanlar,
problemlerini direkt olarak peygamberle hallettikleri için o dönemde Tefsir,
Hadis, Fıkıh, Kelam, tasavvuf gibi ilimler henüz oluşmamıştı. Bu mânâdaki fikir
hareketleri, Hz. Peygamber'in vefatının hemen ardından başlayıp bir asır kadar
sürmüş ve mezhepler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Bu zaman zarfında İslam dünyası birçok din, kültür, felsefe ve farklı gruplarla
karşılaşmış ve bunlardan etkilenmiştir. Bu dönemde İslam'a yapılan ilk itiraz ve hücumlar, dinin asıllarına yani akaid
alanındaki konulara olmuştur, bu hücumlara diğer adı da Usulü'd-din olan Kelam
ilmi ile cevap verilmiştir.
İlk ortaya çıkan Mutezile mezhebi,
İslam dinini topyekün fikri açıdan, dış güçlere karşı savunmuş, mukabil
fikirler üretmiştir. Selefiler, yani Rasulullah ile ashabın yolunu hiç
yorumsuz doğrudan doğruya takip eden muhafazakârlar ise bu hareketi, yanlış ve
zararlı bulmuşlar, bid'at olarak kabul etmişlerdir.
Yeni çıkan bu kelami telakkiler yadırganmasına rağmen, yabancı kültürün
istilasına maruz kalma tehlikesi yaşandığı için gerekli görülüyordu. İki asır sonra Ebu'l Hasan el-Eş'ari ve Ebu
Mansur el-Maturudi ortaya çıkmış ve kelam yöntemini kullanmanın, akaid
alanında akla rol verip fikir üretmenin kaçınılmaz olduğunu söylemişlerdir.
Çünkü İslam'a yönelen bu yıkıcı faaliyetleri başka bir şekilde önlemek mümkün
değildi.
Hicri V. ve VI. (XI-XII) asırlarda bir
taraftan Mu'tezile tarih sahnesinden çekilirken diğer taraftan
muhafazakârların sayısı %3'lerin altına düşmüş, buna karşılık Eş'ari ve Maturudi'ye bağlı olanların sayısı
bugün de olduğu gibi %90'lara yükselmiştir. Geri kalan %6'lık bölümünü
Şia ve %1'lik bölümünü ise İslam dışı kabul edilen aşırılar (Nusayriler,
Dürziler ve Batıniler) oluşturmuştur. İtikadi
açıdan böyle büyük bir oranın hemfikir olduğunu ne Yahudi ne de Hıristiyan
dünyada görmek mümkündür.
Selefiyye, Eş'ariyye ve Maturudiyye
aynı zamanda "Rasül ve ashabının yolundan ayrılmayanlar" mânâsına
gelen "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" olarak da anılmaktadır.
Eş'ari ve Maturudi arasındaki görüş ayrılıkları yok denecek kadar azdır.
Gazali, felsefenin ortaya çıkması
karşısında, kelam ilmine yeniden bir çeki düzen verme konusunda, en büyük adımı
atmıştır. Gazali'ye kadar ehl-i sünnet kelamcıları, bid'at fırkalarıyla
mücadele etmişler, Gazali'yle birlikte ise mücadelelerini filozoflara karşı
yürütmüşlerdir.
Tanzimat'tan sonra İslam dünyası,
bilimde, teknikte, ekonomide ilerlediğini fark edip Batıyla ilgilenmeye başladı
ve bu kez materyalizm, darwinizm, pozitivizm gibi inkârcı akımlar İslam
dünyasına girdi. Daha sonraları bunlar Batıda moda olmaktan çıktığı
halde bizde uzun müddet kaldı.
Son asırlarda artık Allah'ın varlığı genelde kabul görüyor. Çünkü reddetmek
bilimsel açıdan daha büyük problemler doğuruyor. Fakat bu kabul, iman değil
felsefi bir telakkidir. Dini bir inanış ise; "Benim Allah ile
münasebetim nasıl olacak?" sorusuyla oluşur. Bugünün insanı büyük çapta; "Allah benim işime karışmasın"
diyor. Çünkü "karışsın" dediği andan itibaren, dinin hayata
müdahalesi başlıyor. Bu müdahale de nübüvvet müessesesi ile mümkündür.
Bu sebeple de nübüvvet bahsi fevkalade önem kazanmıştır."
Saygılarımla
[1] Ankebut, 48
[2] CERRAHOĞLU,
Prof. Dr.İsmail, Tefir Tarihi, Fecr
yayınları, Ankara, 1996, Cilt 1, s.19
[3] a.g.e., s.43
[4] a.g.e., s.65
[5] a.g.e., s.84
[6] a.g.e.,
s.104
[7] a.g.e.,
s.109
[8] a.g.e.,
s.126
[9] a.g.e.,
s.140 vd.
[10] a.g.e.,
s.153
[11] a.g.e.,
s.159
[12] a.g.e., s.
163 vd.
[13] a.g.e.,
s.260 vd.
[14] a.g.e.,
s.280
[15] a.g.e.,
s.282 vd.
[16] a.g.e., c.2,
s.11
[17] a.g.e., s.13
[18] a.g.e., s.15
vd.
[19] a.g.e., s.51
vd.
[20] a.g.e., s.
117 vd.
[21] en-Necm, 3-4
[22] el-Haşr, 7
[23] UMERİ, Ekrem
Ziya, Hadis Tarihi , Çev., İsmail Kaya, Esra Yayınları, Konya, 1990, s.10
[24] a.g.e., s.16
[25]
a.g.e., s.7
[26] a.g.e., s.7
[27] a.g.e., s.23
[28] a.g.e., s.26
vd.
[29] a.g.e., s.41
[30] a.g.e., s.45
[31] a.g.e., s.50
vd.
[32] a.g.e., s.79
[33] a.g.e., s.93
[34] a.g.e.,
s.101
[35] a.g.e.,
s.107 vd.
[36] a.g.e.,
s.142
[37] a.g.e.,
s.150 vd.
[38] a.g.e.,
s.160
[39] a.g.e.,
s.170
Abdussamet Varlı
(Öğrenci No:13922711)
Doktora Ödevi
(2013-2014 Güz Dönemi)
Mukayeseli Tarihler Kıraati Hülasası
Tefsir, Hadis, İslam Hukuku
tarihlerine genel olarak baktığımızda görülecek ilk şey hepsinin beslendiği
kaynağın ayniliği olacaktır. Zira bu üç ilmin ve diğer İslami ilimlerin temel
kaynağı hiç şüphesiz ki Kur’an ve Sünnet (hadis)tir. Dolayısıyla hadis tarihsel
bağlamda ilk olarak kaleme alınan, tedvin edilen ilim sahasıdır.
Kur’an bizatihi Allah Teala
tarafından korunması garanti altına alınmış bir kitaptır. Ancak Peygamber
Efendimizin hadislerinin böyle bir garantisi olmaması hasebiyle bu önemli
miras, bizatihi Ashab-ı Kiram tarafından Kur’an’ın açıklayıcısı ve İslam’ın
anlaşılması için temel veri kabul edilmesi sebebiyle yazılmak, anlatılmak ve
aktarılmak suretiyle muhafaza edilmiştir. Takip eden nesiller ise bu önemli
mirasın bozulma ve kaybolma tehlikesi karşısında onu hakkıyla koruyabilme adına
çok titiz ve dikkatli araştırmalar neticesinde hadisleri tedvin etmiş ve
böylece dünyada başka hiçbir ilim dalında olmayan bir usul ilmi ortaya çıkmıştır.
Tefsir ilmine baktığımız zaman ise
hadis için var olan bu titizliğin var olmadığını müşahade etmekteyiz. Zira
Kur’an’ın Allah tarafından zaten garanti altına alınmış olmasının vermiş olduğu
rahatlıkla biraz daha esnek ve rivayetleri alıp aktarma şeklinde bir metodun
var olduğu görülmektedir. Ancak tefsir ilminin oluşmasında da rivayetlerin yani
hadislerin büyük bir önemi haiz olduğu açık bir gerçeklik olarak karşımıza
çıkmaktadır. Müfessirler büyük titizlikle ve tarihte başka bir ilim dalına nasip
olmayan insanüstü bir çabayla tedvin edilmiş devasa hacimdeki hadis
külliyatından önemli ölçüde beslenmiş ve eserlerini bu çizgide meydana
getirmişlerdir.
Fıkha gelince; tedvin aşamasını hicrî
ikinci asrın sonu ve üçüncü asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış
eserlerden anlıyoruz. Ancak bu ilmin esasını da Kur’an ve hadislerin
oluşturması sebebiyle var oluşunun bizatihi vahyin nüzul süreciyle beraber
olduğunu söylemek mümkündür.
Yukarıda kısaca tanıtmaya
çalıştığımız her üç ilimin birçok konusu aynıdır. Tarihsel anlamda ortaya çıkış
süreçleri, tedvin edilme süreçleri ve birbirinden ayrılıp müstakil birer ilim
dalı haline gelmeleri her ne kadar birbiriyle farklılık arz etse de bu üç ilmi
birbirinden ayırmak o kadar da kolay değildir. Çünkü üç disiplinin de dayandığı
kaynaklar aynıdır. Hatta genel olarak bakıldığında hepsinin ortak hedefinin de
Müslüman topluma İslami bir hayat çerçevesi çizmek olduğunu söylemek zor olmasa
gerektir. Diğer taraftan her üç disiplinde Efendimiz(s.a.v.)’in hadislerini
konu edinmektedir. Nitekim hadislerin sübutu bize ulaşma şekilleri ve bizim
için taşıdığı değer teşri açısından konumu gibi birçok konu her üç disiplin
tarafından âdete didik didik edilmiştir.
Yararlanılan Eserler:
1.Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit,
Diyanet Vakfi Yayınları.
2.Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Osman
Keskioğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
3.Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu,
Fecr Yayınları.
Muhammed Hayri ŞAHİN
Doktora 12922755
MUKAYESELİ USULLER
KIRAATİ HÜLASASI
Her canlının öleceği kaçınılmaz bir gerçektir. Ancak ölümden
sonraki hayatı da mutlu olarak kazanmak için insanın bu dünyada gerçekten
yaşamış olması gerekir. Bu da ahlaklı, mutlu, anlamlı bir hayat yaşamakla
gerçekleşir. Kur’an ise insana böyle bir hayatı vaad eder. Ancak insanın Kur’an’ın kendisine vaad ettiği bu
hayatı yaşayabilmesi için Kur’an’ı okuması, üzerinde düşünmesi, onu anlaması ve
hayatına tatbik etmesi gerekir. Bu gerçek, Kur’an’ın birçok ayetinde açıkça zikredilmektedir.
İslam'ın ilk üniversitesi mesabesinde olan mescitlerin varlığı
dikkate alındığında Kur'an’ın anlaşılmasına yönelik
ilimlerin ilk nüveleri bu kurumlarda atılmıştır diyebiliriz. Aslında bütün
Kur'an ilimleri, Kur'an’ın anlaşılması açısından değerlendirildiğinde bu ilimlerin
ilk başta içiçe geçmiş bir halde bulundukları bir hakikattir. Çünkü hepsi aynı gayeye
yönelmişlerdir. Kur'an ilimlerine yönelik tedvin
ilminin hicri 2.asırda başladığını dikkate aldığımızda ana merkezde Kur’an’ın olduğu görüşünün alimler nezdinde ittifakla kabul
edildiğini ve buna bağlı olarak Kur'an ilimlerinin ilk tedvin edileninin tefsir
ilmi olması pek tabii bir olgu olarak görülüyor.
Dolayısıyla tefsir ilmi daha özel bir
alanda ve daha özel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'e yönelir.
Kur'an ilimleri ise daha genel bir alanda
ve daha genel bir gaye ile Kur'an-ı Kerim'i anlamak isteyen ihtisas sahibi ile
okuyucuya fikri zemin ve altyapı hazırlar.
İslam ilimleri, İslam'ın tabiatından çıkan,
Kur'an ve Sünnetten kaynaklanan ilimlerdir.
İslam ilimleri tabiriyle Müslümanların varoluşlarının
gereği olarak,
konusu,
amacı ve yöntemi doğrudan İslam'ı anlamaya
ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen, ilmi faaliyetlerin veya
oluşturulan ilmi disiplinlerin tamamını kastediyoruz.
İçerik olarak tefsir,
tefsir tarihi,
hadis,
hadis usulü, fıkıh,
fıkıh usulü kapsayan bu ilimlere ''beyan'' tabiri
de ıtlak edilir.
Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini
bilgiler, mutlak olmayıp özneldir ve dinin
kendisiyle özdeşleştirilemez. Dolayısıyla ''İslami'',
''dini
'veya ''şer'i'' nitelemesi,
İslam’la veya dinle olduğu anlamında bir
nitelemedir. Şer'i ilimlerin kapsamı ise Hz.
Peygamber'den öğrenilenlerle
sınırlandırılmayıp, Hz.
Peygamber'den öğrenilen veya ondan
öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde geniş
tutulmuştur. Bu suretle kelam,
mantık da bu ilimler kategorisine dâhil edilmiştir. Bu arada yardımcı İslam İlimleri
veya dolaylı dini bilimler adını verdiğimiz dini metinleri anlaşılmasına
yardımcı olan alanlarda gelişmiştir. Hicri 2.
asrın ortalarından önce yaklaşık olarak
hicri 143 yılına kadar devam eden zaman diliminde İslam ilimleri tek bir çatı
altında toplanıyordu. Bu tarihten sonra ilimler tasnif edilmeye başlandı.
Her ilim için kendi içinde literatürü ve tarihi oluştu diyebiliriz.
Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur'an
ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği
anlaşılmaktadır. Fakat sonraları, Hadis ehlince,
ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye
başlandı. Fıkıh,
ve tefsir terimleri,
daha sonraki dönemlerde,
bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik
anlamlarını kazandılar. İslami ilimlerin doğuşunu
etkileyen iç ve dış etkenleri dikkate aldığımızda meydana gelen toplumsal
değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini
hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.
Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de
fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktılar.
İslam ilimleri bu düşünce ekollerinin etkili
olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde ortaya çıktı ve gelişti diyebiliriz.
Bugün Hadis, Tefsir ve Fıkıh metodolojilerine baktığımızda orjinlerinin Kur’an-ı Kerim olduğu, amaçlarının Kur’an’ı anlama olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Hadisçiler, sünnetin hüccet olduğunu, teşri’de nass konumunda olduğunu, yine Kur’an’ı anlamada ilk kaynak olduğunu ifade ederler. Fıkıhçılar da yine fıkhi hükümlerde esas olarak Kur’an’ı Kerim’i kaynak olarak alırlar. Fıkıh esas itibariyle hüküm bildiren ayetleri doğru anlama ilmidir. Neticede Kur’an merkezli bu ilimler her biri diğerini tamamlamıştır ve bugün de bu ilimlerden faydalanmanın üst seviyede olması gerektiği insanlığın sorunlarına Kur’an ana merkezde olmak üzere İslam ilimleri ışığında çareler aranması gerektiği aşikârdır.
II. Ödev:
Esbab-ı Nüzul I
2013-2014
Akademik Yılı Güz Dönemi -Birleşik Doktora-
Mehmet
Şerif YÜKSEL Öğ. No: 11912708
Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
İslamî İlimlerin Menşei ve Tarihi
Süreç İçinde Gelişimleri
Kur’an-ı Kerim menba’ından beslenip zamanla neşv-u nemâ bulan ve Islam
kültürü-nün ve düşünce tarihinin en temel yurum disiplinleri olarak yerlerini alan ilimlerin doğuşunu,
kaynaklarını, tarihi süreç içindeki gelişim safhalarını ve kapsam alanlarını mukayeseli
olarak ele almaya çalışacağız. İslamî
ilimlerin ilk ve en önemli kaynağı Kur’an’ın muhatapları, O’nunla
ilk defa Resulüllah’ın ağzından çıkan bir ilahi söz olarak karşılaştılar. Rasulüllah’a
vahyedilip onun ağzından döküldüğü andan sonra bu sözler, gerek hafızalarda
gerekse yazılı kayıtlar olarak sabitlendi. Kur’an bağlamında, Allah’tan gelen
hitab, olaylar dizisi içindeki olaylardan biridir. Onun öncesinde gerçekleşmiş
olaylar da vardır. Örneğin Kur’an’ın önce bir bütün olarak dünya semasına
inmesi sonra Cebrail kanalıyla Peygamber’e parça parça indirilmesi gibi... Yine
Rasulüllah tarafından tebliğ ediliş anı da bu olaylar zinciri içerisinde bir
başka olaydır. Bundan sonra da Kur’an ile bağlantılı ve onun da nedeni olacağı
başka olaylar vku bulacaktır. Dolayısıyla öncelikle Vahiy, Rasulüllah’ın
ağzından çıktığı sırada, yaşanan olayı bütün yönleriyle bizzat kendisi değil
sadece onun ağzından çıkan sözün alfabetik ses kodları, kelime ve cümleleri
yazıya geçirilmiş olmaktadır. Ancak Söz konusu hitab olayını hazırlayan olaylar
dizisi, hitab esnasında öznenin kullandığı mimik, jest ve ses tonlaması
unsurları ve bunların muhataplarda bıraktığı doğrudan ve dolaylı, zihinsel ve
duygusal etkiler kayıt sırasında yazıya geçirilmeden kalmaktadır.[1]
Bu açıdan bakıldığında hadis ravilerinin Rasulüllah’tan hadisleri rivayet
ederlerken onun bir hadisi ilk söylediğinde yaptığı jest, mimik ve
hareketlerini tekrarlayarak onun mesajını tam olmasa da etkili ve doğru bir
şekilde yansıtma ve anlatma çabası içinde oldukları hadis kaynaklarında
görülmektedir. Bu çaba hadisin ilk söylendiği andaki anlam kaybını azaltma ve
ilk söylemdeki etkiyi kazandırma çabası olarak önümüze çıkmaktadır. Örneğin Hz.
Peygamber kıyametten bahsederken “Ben ve yetimi gözeten kimse kıyamette (şehadet
ve orta parmaklarını göstererek) şu iki paramağım gibiyiz”[2] derken,
bu hadisi bizlere aktaran sahabenin de aynı işareti yapıp kayda geçirerek
aktarmaya çalışması ve Rasulüllah’ın abdest almayı, İbn Mes’ud’a Cebrail’den
öğrendiği şekilde öğretmesi ve bu hadisin aynı şekilde söz ve hareketlerle
sonraki tabaka ravilerince de aktarılması olayı rivayetin hem anlam kaybını
azaltmak ve hem de ilk etkisini kazandırmaya yönelik çabalar olduğunu
göstermektedir.
Kur’an ile ilgili olarak da Rasulüllah’ın ağzından çıktığı şekli korumak
kaygısıyla Saf Suresi’nin kıraati bu şekilde rivayet edilmiştir.[3] O halde
Kur’an metni aslında Rasulüllah’a vahyedilmiş ilahi sözün, onun ağzından
çıktığı andaki olay hali değil, onun yazıya geçirilmiş ve sabitlenmiş hali
olmaktadır. Böylece Kur’an’la ilk tanışma safhası gerçekleşmiş oluyor.
Söylenen sözün kaydedilme süreci sonunda sözün, zaman, mekân, özne ve
muhatap gibi unsurlardan bağımsızlaşma sürecine girdiği ana da Kur’an’la ikinci
tanışma safhası gerçekleşmiş olmaktadır. Kur’an, Mushaftaki hali ile Allah’a
işaret etse de, hitab olarak Rasulüllah’ın ağzından döküldüğü andaki kastından
bağımsızlaşan ve genelleşen bi süreç geçirmiş oluyor. Böylece her yorum disiplini
kendi çalışmasını, başlangıçtaki bağlamlarından kopmuş ve genelleşmiş bir metin
üzerinden gerçekleştirir. Ve bundan sonra bu yazılı metne sadece yorumla
ulaşılabilecektir. Çünkü yazılı söylem, artık sözlü söylemin anlaşılması için
destek aldığı bütün unsurlardan uzaklaşmış olmaktadır.[4] Işte
Kur’an-ı Kerim vahyedildiği andan sonra, kendisine yorum ile ulaşılabilen bir
metin olarak karşımızda durmakla birlikte bir metin olmanın bütün
özellikleriyle de İslam disiplinleri tarafından çeşitli biçimlerde yoruma
açılmıştır.[5] Bu uzun girişten sonra
Temel İslam Bilimlerini kısmen anlatmaya ve tanıtmaya çalışacağız. Ancak bunu
yapmadan önce söz konusu bu ilimlerin kayanaklarına dikkat çekmek isytiyorum. Temel
İslam Bilimlerinin Kaynakları: Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, İcma,
Kıyas, İslam öncesi arap yarım adasında var olan sözlü kültür ve yazılı
kitabetler, Dil, Belâgât, Şiirler, Siyer, Megazi, Melahim, Risalet öncesi
ve sonrası tarih vb kaynaklar oluşturmaktadır.
Vahyin Kayıtlara Geçirilmesi: Mekke'de
ilk vahiy kâtipliğini Abdullah b. Sa'd b. Ebi Sarh, Medine de ise, Ubey
b. Ka'b yapmıştır. Ondan sonra Zeyd b. Sabit bu görevi sürdürmüştür.
Rasulullah (sas)'in vahiy kâtipliğini yapan diğer bazı kişiler de şunlardır: Ebu
Bekir, Ömer b. el-Hattab, Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Muğire b. Şu'be,
Muaz b. Cebel, Hanzele b. er-Rebi', Cehm b. es-Salt, Zubeyr b. el-Avvâm, Abdulah
b. Erkâm, Said b. Kays, Abdullah b. Zeyd, Halid b. Velid, Abdullah b. Revâha,
Huzeyfe b. el-Yemân vs.[6]
Vahyedilen ayet ve sureler, ilk
etapta yukarıda bahsi geçen vahiy kâtipleri tarafından yazıya geçirilerek
korunuyordu. Ayetler belli bir sebep üzerine indiği halde, onların bir metinsel
söyleme ait umumi lafızlar olarak algılanması gerektiği, Ashaba kadar
dayandırılmaktadır.
İmam Gazali; "يا ايها لذين آمنوا و يا آيها الناس"
gibi ifadelerin Peygamber döneminde yaşa-yanlara söylenen bir hitab olduğunu ve
lafzın belli delillerle, kıyamete kadar her mükellefi bağlayacak şekilde devam
edeceğini, bu delilleri de sahabe yoluyla bildiğimizi belirtmekte-dir.[7] Tabiri
caizse ey“kızım/Mekke toplumu sana söylüyorum. Gelinim /kıyamete kadar gele-cek
olan sonraki tüm nesiller sen anla” gibi… Bu da, daha ilk dönemde vahyin
metinsel bir söylem olarak algılandığının tespitlerinden birisi olarak görülmektedir.
Vahilerin iniş olayları/ Esbâb-ı
Nüzûl’ler de onları yaşayan başta Rasulüllah ve Ashab tarafından ayrıca sabitleştirildi
ve bunlar ayetlerden ayrı olarak rivayetler halinde aktarıldılar. Bu noktada,
her bir ayetin inişi sırasındaki eylem ve yaşantıların ifade edilmesinin sonuç
itibariyle birer yorum olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bunlar, olay oalrak
vahyin sabitlen-mesi ile Mushafa kaydedilmeyen, ancak olay anında onunla
birlikte oluşmuş olan, olay-söz olarak vahyin bağlantılı olduğu, yaşantılar,
tecrübeler ve eylemlere ilişkin anlatım yorum-lardır. Bu bakımdan nihai olarak
sözün söylendiği olayı da ihata etmek ve yaşandığı haliyle olaya dönmek artık
mümkün değildir. Şu halde Rasulüllah'ın ve onun çevresinin anlatımları ile
ayetleri çevreleyen bir yorum halesi oluşmuş bulunmaktadır. Bu durumda
ayetlerin tarihselliklerine ulaşmak çabası ancak Peygamber'in ve Ashab'ın
yorumları üzerineden ve büyük oranda da onların imkân verdiği ölçüde mümkün
olmaktadır.”[8] Yani Vahiy olaylarına
ulaşmak için bu yorum karakterli rivayetlerden başka aracımız bulunma-maktadır.
Bunula beraber sahabe kavilleri, rivayet ve yorumları Kur'an'dan neş'et eden
yorum disiplinleri için son derece önemli birer kaynak teşkil ettiğini[9]
unutmamak gerekir.
Geleneğin ilk yorumcusu olarak
Rasulüllah’ın ve ashabı'nın tecrübesi, Kur'an metnini çevrelemiş olmaktadır. Bu
bakımdan "Sünnet Kur’an üzerinde belirleyicidir" sözü, tam da
bunu ifede etmektedir.[10] Bu
Ahmed b. Hanbel'e sorulduğunda, yorum bilimsel açıdan aynı anlama gelen,
Sünnet, Kur'an-ı "Tefsir eder ve açıklar." İfadesini
kullanmıştır.[11] Öyleyse, belirtilen
anlamda Sünnet'in Kur'an metni üzerinde hâkimiyeti söz konusu olmaktadır. Bura-
dan hareketle İslam kültür iklimin mevsimlerini andıran ilmi disiplerin, yapılan
ve yaşanan yourumlama faaliyetleri neticesinde nasıl ortaya çıktıkları anlamak
zor olmayacaktır.
İslamî Disiplinlere Mukayeseli Yaklaşım:
Hadis
Disiplini; İslam bilimler geleneğinde, Kur’an da dâhil metinsel
kaynakların oluşturulması, Hadis disiplinin konusudur. Kur’an ilahi vahiy
olmakla birlikte Rasulüllah’ın ağzından muhataplara ulaşan bir söz olarak hadis
disiplinin kavramları ile tanımlanmıştır.”[12] İmam
Gazali, bunu şöyle ifade eder: “Kitap bize Hz. Peygamber’in sözü ile zahir
olmaktadır. Yine Kur’an bize mushaf’ın iki kapağı arasında, mütevatir
olarak nakledilen ilahi sözdür.”[13] Kur’an, tevatüren
sonraki nesillere aktarılan bir söz olduğu için üzerinde tartışmanın yapılma-dığı
bir kaynaktır. Yine Hadis Disiplini Rasulüllah’ın haber kimliğine bürünmüş söz
ve eylemlerini sabitleştirmek ve onları değerlendirmeyi konu edinir.
Tefsir,
Kelam ve Fıkıh Disiplinleri, İslam bilimler geleneğinin yorum
disiplinleri olduklarından, İslam’ın kaynak metinleri (Ayet ve Hadisler)’le
ilgilenirler. Bunlardan Fıkıh ve Kelam disiplinleri, Kur’an’ın metin olma
özelliğini daha çok öne çıkaran bir bakış açısı ve buna uygun bir çalışma yöntemi
ile çalışırlar. Ve Kur’an’ı sebebinden bağımsızlaşmış ve umumileşmiş bir metin
olarak görürler. Bu disiplinlerde öne çıkan ilke; “sebebinin hususiliği- ne
rağmen, lafzın umumi olabileceği” ilkesidir. Ancak İslam geleneğinde
Kur’an’ın arkasın-dan Sünnet ve İcma’nın kaynak olarak belirlenmiş olması, bu
disiplinlerde Kur’an lafızlarının her zaman tarihsel bağlamı ile
ilişkilendirilmesine neden olmuştur.
Tefsir Disiplini,
ilahi hitabın metin haline gelerek bağımsızlaşması sürecinde, onunla birlikte
yazıya geçirilemeyen ve olay olarak ilahi hitap ile ilişkili unsurlara ulaşmak
ve hitabı bu unsurlarla tekrar buluşturmakla ilgilenir.”[14] Bu
noktada Gazali’nin şu örneği verilebilir; “Hırsızlık yapan erkek ve kadının
ellerini kesin…” Ayeti, “bir kalkanın ya da Safvan’ın elbi-sesinin
çalınması üzerine inmiştir.”Ancak ayet umum ifade etmektedir.[15]
Dolayısıyla Tefsir disiplini, söz konusu ayeti, Peygamber’in ve Ashab’ın bu
ifadeyi nasıl anladığına ve uyguladığına dair nakillerle ve ayet hakkındaki
kıraat ve gramer bilgilerini vererek ele almaktadır.[16]
Fıkıh disiplini,
söz konusu ayeti bağımsızlaşmış ve umum ifade eden bir lafız olarak kabul
ederek, ondan yeni durumlar için normatif sonuçlar üretmeye çalışır. Nitekim
Taberi, bu bilinçle hareket ederek, Kitabu’s-Serika adlı esrinde söz
konusu ayeti fıkhi açıdan ele almıştır. Ve tefsirinde buna yer vermeyi doğru
bulmadığını belirtmiştir.[17] Ancak
Suyûti, lafzın delaletini aşan yorumları, tefsirlerine taşıyan fakihleri,
vaizler ve sofilerle birlikte eleştirmek-tedir.[18]
Görüldüğü gibi Tefsir, Fıkıh ve Kelam ilimleri, İslam geleneğinde
kaynakları yorumla-ma sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını
oluşturuyorlar. Tefsir, klasik dönemde, bütün bir dinin ilimler silsilesinin
bir parçası idi ve bu bütün içinde işliyordu. Çağdaş dönemde klasik
dönemdekinden farklı bir Kur’an tanımının gelişmesi, İslam bilimlerine ve
özellikle Tefsir’e de farklı bir işlev yüklenmesi çabasıyla birlikte
gelişmiştir.[19]
Tefsir’in ana bilgi
malzemelerini genellikle vahilerin tarihsel bağlamlarını aktaran rivayetler ve
dilbilimsel bilgiler oluşturmaktadır. Bu bilgiler özetle; Rasulüllah’tan,
sahabeden ve sahabenin öğrencileri olan Tabiundan gelen nakiller ile Arap
dilinin bilimsel olarak bilinmesi bilgisidir.[20]
Buradan hareketle Tefsir ilminin, Kur’an’ın lafızlarını, onların tarihsel
bağlamlarına tekrar götürmeye çalıştığını görmekteyiz.
Maturidi, Tefsir’in
Sahabe’ye ait bir iş olduğunu belirtmektedir. Çünkü Ashab, olaylara tanık olup
ayetlerin iniş sebeplerine muttalidir.[21]
Demektedir. Bu noktada, Tefsir disiplininde iki konu üzeride yoğunlaşmak
gerekir. Birincisi, Tefsir’in ana bilgi malzemeleri olan nakillere diğeri
ise, Kur’an’ın indirildiği dil olan Arap diline bütün yönleriyle hâkim
olmak. Böylece Tefsir iliminin diğer ilimlerle ilişkisi göz önünde
bulundurularak ve detay sayılabilecek alanlarına inmek suretiyle Kur’an’ı
yorumlama ve anlamaya gayreti Tefsir’in konusunu oluşturduğu kanaatine
varılabilir. Özetle, İslam geleneğinde konu ve yöntemlerden kaynaklanan
sebeplerle farklı ilimlerin zamanla kendilerine has söylem şekilleri
gelişmiştir. Örneğin Fıkıh ve Kelam ilimleri, günlük sorunları merkeze
almışlar ve çözüm bekleyen bu sorunlara cevap bulmak gibi bir görevi yerine
getirirler. Ayrıca kaynak metinlere bakışları ve yöntemleri gereği, zaten ilahi
sözün tarihsel bağlamı ile ilişkilerini koparma ve genelleştirme eğilimi
göstermektedirler.[22]
Özelde de Kelam, cedel biçemi ile daha hareketli bir dil örneğini
sergilemektedir.
__ Hadis İlmi; Kur’an da dâhil tüm metinsel
kaynakların oluşturulmasını ve Rasulüllah’ın haber kimliğine bürünmüş söz ve
eylemlerini sabitleştirmeyi ve onları değerlendirmeyi konu edinir. Ayrıca ilahi
vahiy olan Kur’an’ı, Rasulüllah’ın ağzından muhataplara ulaşan bir söz olarak
hadis disiplinin kavramları ile tanımlar.
__ Tefsir İlmi ise, İslam disiplinlerinin
işlerliğini ve işlevlerini sürdürdüğü dönemde kelam-ı ilahinin kastını ilk
neslin yorumları üzerinden ortaya koymaya çalışmış, ilk nesil ile ilişkili bir
Müslümanlık çerçevesi oluşmasında etkili olmuştur. Böylece İslam bilim geleneği
içinde Tefsir, temel metin olan Kur’an’ı, vahy edildiği zaman dilimi ile
içinden çıktığı ilk olaylarla, Peygamber ve Ashab ile sürekli olarak ilişkide
tutmuştur. Tefsir bu işlevi gerçekleştirmemiş olsaydı, geleneğin, geçen zaman
içinde kurucu zaman dilimiyle olan ilişkisinin zayıflaması kaçınılmaz olacaktı.
Bu da Kelam ve Fıkıh disiplinlerinin karakterlerini ve giderek bütünüyle İslam
geleneğinin karakterini etkileyebilirdi.[23]
Kur’an
İlimlerine Tarihi Bakış Bağlamında Tefsir
Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek
gayesiyle hukukî hükümler vaz’ediyordu