Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

2. Ödev: İzah    25.10.2014


Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri I 2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir? Yazınız.

Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri I dersini ilk defa alan öğrenciden tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi kitaplarını, ikinci defa alan öğrenciden tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarını mütalaa etmesi istenmektedir. Bu kıraatinin sonuçlarının mukayeseli hülasasını yazması beklenmektedir.

Kütüphanenizde bulunan tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi - tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarından istifade edebilirsiniz.

Hedef tarih: 15 Aralık 2014 Pazartesi




0 Yorum - Yorum Yaz

MUKAYESELİ TARİHLER    14.11.2014

 

 Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası
14922723
ZEKARİYA EFE
DOKTORA

Bilindiği gibi Kur’ân 23 yıl gibi uzun bir sürede inbiştir. Bununla beraber islamın dininin ilke ve prensipleri de böylece uzun bir zaman dilimine yayılarak tamamlanmıştır. Bu dönemde İslami ilimlerden söz edilmesi yerine inan ayetlerin anlaşılması için çaba gösteren insanlar örnek bir model olan peygamberin söz ve davranışlarına bakmışlardır. İşte bu davranış zamanla bazı ilimlerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve İslam Tarihi gibi İslâmî bilim dalları, farklı zamanlarda gelişim göstererek sistemleşmişlerdir. İlk zamanlar bu ilim dalları birbirinden tamamen keskin çizgilerle ayrılmış değillerdir. Zira tefsir, fıkıh ve hadis ilmi iç içe bir gelişim göstermektedir. Zira fakih sahabeler aynı zamanda müfessir ve hadisçidir. İlk dönemde hele kuran ilimlerini ayırt etmek neredeyse imkânsızdır. Zamanla ihtiyaç duyuldukça ilim dalları da gelişim göstermeye başlamıştır. Tedvin dönemiyle birlikte ilim dalları oluşmaya başlamış ve telif edilen eserler arasında tefsir ilmi olarak anlaşılan sebeb-i nüzul ilmi de kendisini göstermektedir.
Bütün bu çalışmalar yüce Allah’ın muhatabı olan insanın kendisine gönderilen kitabı en güzel bir şekilde okuyarak muradi ilahiyi anlamaya çalışmaktır. Bunun için her kitap ve ilim bir kitabı anlamak için ortaya çıkmış olmaktadır. Bu gayret vahyin indiği günden başlayıp kıyamete kadar devam edecektir. Amaç Kur’ân’ı anlamak, kavramak ve yaşamak olunca insanın aklına mübelliğ, mübeyyin ve müfessir olan hz. Peygamber gelmektedir.  Zira her zaman olduğu gibi edebi, felsefi ve ilmi eserleri en iyi açıklayanlar onları en iyi anlayanlar olduğu aşikârdır. Kaldı ki, Kur’ân insan ürünü edebi veya kültürel bir eser de değildir. İlahi kitap olan Kur’ân’ı Müslümanlar, hatta bütün insanlar anlamak, kavramak ve yaşamak için Hz. Peygamberin, onun öğrencilerinin nasıl anladıklarını izah eden bir açıklamaya muhtaçtırlar.  Bu nedenle tefsirde rivayetler çok önem arzetmektedir.
Bütün insanlık için prensip ve ilkeler ihtiva eden bu kitap, fıkıh ilminin ortaya çıkmasına esas teşkil etmiştir. Zira insanların bütün ihtiyaç ve sorunlarını sıralamasına ve maddeler halinde saymasına imkân yoktur. Bu sorunlar ancak onun koyduğu ilkeler ışığında ele alınarak çözüme kavuşturulmuş ve kavuşturulmaya da devam edecektir.  Burada devreye Hz. Peygamberin ve ashabının hayatı devreye girmektedir ki bu İslam tarihinin bu anlayış içerisinde önemli bir yerinin varlığını ortaya koymakta, ayrıca peygamberin söz ve davranışları bu kitabı anlamakta önem arz ettiğinden hadis ilminin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İşte bu ihtiyaçlar ve zorunluluklar Kur’ân etrafında teşekkül eden ilimleri zamanla ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde tefsir ilminin ortaya çıktığı zamanı Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Rasûlullah dönemi olarak söylememiz doğru olacaktır. Yaşam tarzı olarak vahyi kendilerine sistem olarak seçen ashap ve tabiinin tefsire verdikleri önemin müstesna bir yeri olduğunu görmekteyiz.  Böylece şifahi olan tefsir geleneği tabiin dönemiyle tedvin edilmeye başlamıştır.

HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİR
Hz. Peygamber kendisine vahyedilen Kur’ân’ı muhataplarına okuyor, anlamadıkları yeri de onlara beyan ediyordu.  İlk muhatapların dilleri Arapça olduğundan tefsire çok fazla gerek duyulmuyordu. Çok az bir kısmını anlamadıklarında da peygamber devreye girerek ihtiyaç duydukları açıklamayı alma imkânı buluyorlardı. Buna ilaveten sahabe içerisinde anlayış, kültür, ilmi seviye ve medeniyet farklılıkları dolayısıyla kısmen tefsire ihtiyaç duyulsa da bu ihtiyacı gerek ilmi gelişme gösteren önde gelen sahabeler, gerekse Hz. Peygamber bu ihtiyacı karşılıyorlardı. Böylece Kur’ân’ın indiği bu dönemde anlamadıkları ayetlerin manalarını açıklayan, bilmedikleri ameli hükümleri uygulayarak örnek olan dini ilimlerin otoriter yapısını temsil eden peygamber ve onun yetiştirdiği sahabe vardı. Bu nedenle sorunlar kolayca çözüme kavuşuyordu.
Efendimiz döneminde tefsir vaaliyetini şu şekilde sayabiliriz;
1-    Ayetlerden bazılarını okuyarak tefsir ederdi.
2-    Sorulara cevaplar vererek açıklama yapardı.
3-    Konuştuğuna delil olarak ayetler okuyarak açıklardı.
4-    Kendisi soru sorarak tefsir etmeye başlardı.
Efendimizin tefsir yöntemini şu şekilde maddeleştirebiliriz:
1-    Mücmel olan ayetleri açıklamak.
2-    Müphem olanı izahatla açığa çıkarmak.
3-    Mutlak anlamı kayıtlamak.
4-    Müşkilatı gidermek.
5-    Uygulanması istenen davranışı uygulayarak öğretmek.
İşte sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu ileride farklı bir ilim dalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem ayetlerin açıklanması yani beyan görevini üstlenecek ve hem de şariin iradesi konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak hizmet etmeye devam edecektir.


SAHABENİN TEFSİRDEKİ YERİ
      Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe önem kazanmıştır. hadis ve nüzul sebeplerini müşahede edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, tefsir ilminde ayrıcalıklı bir yerlerinin olmasını sağlamıştır. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.)den sonra siyasi karmaşayla birlikte İslam’ın kaynakları olan ilimleri de bizlere aktarmasını bilmişlerdir. Topladıkları bilgi malzemeleri kısmen yazılı ve çoğunluğu ise şifahi olarak nesillere aktarılarak yazıya geçirilinceye kadar devam etmiştir.
BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
 Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulun-duğunu görmekteyiz. Bunlar;
1-Kur’ân-ı Kerim,
2- Hz. Peygamber,
3-İctihâd  ve   
 4- Re’y
Sahabe Arasında bazı isimler diğer ilimlerde olduğu gibi Tefsir İlminde de öne çıkmışlardır. Bu isimleri şu şekilde sayabiliriz: Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe bt. Ebubek, Hz. Ubey b. Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
TABİÛN TEFSİRDEKİ YERİ
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister olmasın yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri gibi Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı anlama ve İslam’ı yaşama hevesleri ilme sürüklemiş, zamanla ilimde zirve yapan mevaliler olmuştur. İslam’a yeni giren milletlerin İslam’ı öğrenmeye olan arzuları yanında Arapların idarecilikle uğraşmayı ilme tercih ederek ilimle uğraşmayı bir eksiklik olarak gördüklerinden bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında temayüz eden şahısların çoğunluğunun Arap olmadıklarını görmek mümkündür. Sahabenin İslâmî ilimlerdeki rolü kendilerinden sonra mevalilerine miras olarak kalmıştır. Hal böyle olunca Mevaliler, doğal olarak tefsirlerine kendi kültürlerini de eklemişlerdir. Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat et¬mişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fert¬ler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, geleneklerini ve hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.
Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirlerşu şekilde saymamız mümkündür; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.
İslâm hukuku, tefsirde olduğu gibi oluşum süreci Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi, müctehid imamlar döneminde ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine kuruldu.
İslâm hukukunun Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn, müctehid imamlar şeklinde dönemlendirilmesi görülmektedir.  Müctehid imamlara kadar ve onların dönemlerini de içine alacak şekilde ki dönem fıkıh gelişme, sistemleşme ve zirveleşme dönemi olarak kabul edilirken bu dönem sonrası ise genelde, “taklid dönemi” olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma” dönemi adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde aşamalardan sonraki dönemi uyanış dönemi olarak ifade edersek abartmış olmayız.
Peygamber döneminde hukukun kaynağı vahiy ve içtihadı olmak üzere iki iken sahabe döneminde kitap ve sünnetin yanında sahabe re’y’i/içtihadı  olarak görülmektedir. Tabiin dönemine gelindiğinde bu kaynaklara ilaveten sahabe icmaını da bulmaktayız. Mezheplerin çıkışıyla birlikte kaynakların sistematize olduğu görülmektesdir. Zira kitap, sünnet, icma, kıyas genel ilkeler olarak görülürken her müçtehid bu ilkeler yanında bazı ilkelerde geliştirmişlerdir. Mesalihi mürsele, şer’ü menkablena, ameli ehli medine ve zamanın değişmesiye değişen hükme konu olan adet ve gelenekleri de bu kategoride saymak mümkündür.  Bu ilimlerin bizlere kadar iletilmesinde sahabenin özellikle Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644)in yanında Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih, mühaddis ve müfessir sahabiler gerek fıkhi, gerek hadis ve kerekse tefsir birikiminin aktarılması hususunda çok önemli rol oynamışlardır. Tabin döneminde de gayretleri ön plana çıkan tabin ilim adamlarımızı yani Medine’de Said b. Müseyyib’i (ö. 94/712), Mekke’de Atâ’yı (ö. 114/732) ve İkrime’yi (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays’ı (ö. 62/682), İbrahim en-Nehaî’yi (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr’i (ö. 95/714) unutmamak gerekir.
Peygamber döneminden uzaklaştıkça ilim sahasına çıkan insan ların çokluğu ve arap olmayanların da sahaya girmesiyle ilimler önce şahıslar adıyla anılırken sonra ekollere bölünmüştür. İster tefsir, ister hadis ve ister fıkıh olsun hicaz ekolü- ırak ekolü; hadis ekolü-rey ekolü; küfe ekolü ve basra ekolü diye anılmalara çokça raslanılmaktadır. Her ekol kendi sistemini geliştirmiş ve ilim sahasında ufak tefek ayrılıkçı saldırgan tutumları saymazsak takdire şayan hizmetler vermişlerdir.
Özetlemeye çalışırsak şunları söyleyebiliriz: İlim vahiyle doğmuş, Hz. Peygamberin (s.a.s.) gayretleriyle alim sahabeler yetiştirmek suretiyle büyük bir gelişme göstermiştir. Onlarda nice öğrenciler yetiştirerek ilmi gelişmenin evrelerinin uluşumunda büyük rol oynamışlardır. Bu evreleri şu şekilde maddeleştire edebiliriz; I. Peygamber (S.A.S.) Devri ki, bu Devirde Fıkhın Kaynakları Kur'ân, peygamber içtihadı/Sünnet,. 2. Sahabe Devri ki, bu Devrede Fıkhın Kaynakları Kur'an, Sünnet, İcmâ, ve Rey/İctihaddır. 3.  Tâbiûn Devri ki, bu devirde fıkhın kaynaklanrı şunlardı Kitâb, Sünnet, İcmâ, Sahabe Kavli ve Fetvaları yanında Rey'dir. 4.  Müctehid   İmamlar Devri ki, bu devir islam ilimlerinin altın devri olarak bilinir. Zira bu dönemde ilmin gelişme sebepleri daha çok dile getirilir. Gelişme Sebebleri olarak Abbasi halifelerinin din ilimlerine ve âlimlere gösterdikleri yakın ilgiyi, fikir ve İctihad Hürriyeti olduğunu, İslam Ülkesinin Genişlemesi dolayısıyla zeki ve kabiliyetli insanların ilimle severek ilgilenmelerini, ilimlerin Tedvini olunmasını, ilimler için seyahatlar yapılmasını, Mezheb ve ekollerin ortaya çılarak gelişmelerini sayabiliriz.  5.  Taklid Devri ki,  Bu devirde taklide sürükleyen hocaya saygı, mezheplere bağlı olan fakihlerin kadı tayin edilmesi, mezhei görüşlerin hüküm şeklinde tedvin edilmesi, kendine güvenin azalması, belli başlı mezheblere devlet tahsisi,  idarecilerin bazı mezhepleri desteklemesi gibi sebeplerin varlığından sözedilebilir. 6.  Duraklama devri ki,  metinin şerh, haşiye ve özet mahiyetinde kitap yazma faaliyetlerinden söz edebiliriz. 7.  Kanunlaştırma Devri ki, bu devir, 1851 maddelik Mecelle'nin tedvin edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, 1926 yılına kadar devam eder. ve 8. Uyanış devri ki, çağımızın dönemidir diyebilmemiz mümkündür.

Yararlanılan Kaynaklar
[1] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[2] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[3] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[4] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[5] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[6]  Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[7]  Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210; ve Tefsir Tarihi, FECR YAY. 2010, Ankara.
[8]  Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.




0 Yorum - Yorum Yaz


 

 Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası 

İslami İlimlerin esasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler  islamın ilk döneminde temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştır. İslamın bu iki temel kaynağından hüküm çıkarmayı hedefleyen fıkıh ilmi, esas itibariyle aynı kökten gelmektedir. Tefsir ilmi, konusu itibariyle diğer İslam bilimleri ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişki içerisindedir. Bu anlamda Tefsir, diğer İslamî ilimlere hazır bilgi sağlayan merkezi bir noktadadır. Buna göre Tefsir ilmi de Kur’an’ı açıklamaya çalışırken pek çok noktada diğer disiplinlerden istifade eder ki bunların başında Hadis ve Fıkıh ilimleri gelir. O halde Kur’an tefsirinde az ya da çok diğer ilimlere de ihtiyaç bulunduğunu ifade etmek yadsınamaz bir hakikattir.

Tefsir kelimesi, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedir. Tefsir ilmi, teknik bir terim olarak ise, Kur’an’ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinen bir ilimdir. Başka bir ifadeyle Kur’an-ı Kerim'in ayetlerini insanların anlayabileceği şekilde açıklayan, ayetlerde geçen kapalı lafızları çözüp izah eden ilimdir. Tefsir ile meşgul olmak, Kuranı anlama gayreti ve çabası içinde bulunmak bir çok ayette mü’minlere tavsiye edilen bir husustur. "(Bu,) âyetlerini düşünsünler, tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve bereketi bol bir kitaptır." (Sâd, 38/29)

Bu yazım geleneği, bugün başvurduğumuz değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberi’nin (ö. 310/922) Câmiu’l-Beyân An Te’vîli Âyi’l-Kur’an’ı gibi, dev eserler yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin ‘rivayet tef­siri’ olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklan­maktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinsel tahliller, isrâiliyât ve kelâmî-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde, ‘dirayet tefsiri’ olarak nitelenen eserler de rey ağırlıklı olmakla birlikte, nakilden müstağni kalmamışlardır. Öte yandan, ilk üç asrın tefsir birikimini bizlere yansıtan ve aynı tefsir kategorisinde yer alan iki müfessirin, Taberî (v. 310/922) ve İbn Ebî Hâtim (v. 327/939)’in, aynı kategoriye yönelik farklı mülahazalara sahip oldukları, örneğin Taberî’nin “sınırsız rey yaklaşımına, sınırlı ve sorumlu bir ilke koyduğu; ama İbn Ebî Hâtim’in salt bir rivâyet tefsircisi olduğu, rivâyetler arasında tercih yapmaktan bile kaçındığı” şeklinde değerlendirilmeler mevcuttur.

Gerek rivâyet tefsiri, gerekse dirâyet tefsiri diye değerlendirilen kla­sik tefsirlerde, Kur’an’ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri ola­rak oluşan Kur’an’ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze’nin sûreleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru’l-Hadîs’i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur.

Tefsir tarihinde bütün gelişmeler ve özellikle tefsir metodolojisi diyebileceğimiz tefsir usulündeki çalışmalar genel olarak rivayet ve dirayet ikilisi içinde cereyan etmiştir. Bu yüzden diğer tüm tefsir çeşitlerini bu iki gruba dâhil etmek mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’ın yorumlanması doğrultusunda yapılan tefsir çalışmaları fıkıh ve hadis ilimleriyle iç içe geçmiş, her ilim diğerinden istifade etmiş ve diğer ilim disiplinine her zaman ihtiyaç duymuştur. Zira rivayetin olmadığı bir tefsir anlayışından asla söz edilemez.

 

Fıkıh ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı, bu sözlük anlamını korumakla beraber genelde, Kur’an ve hadis merkezli dini bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Bu kavram ilim çevrelerinde salt “mükelleflerin yapması gereken (vacib, mübah, haram, mendub, mekruh, sahih, fâsid, bâtıl, kaza ve eda gibi) ahkâm bilgisi” olarak genel kabul görmüştür. Tüm bunları açıklamak da fakihin görev ve sorumluluğundadır. Kısaca fıkıh, şer’î-amelî hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmektir.

 Bir başka ifade ile müçtehitlerin, her bir amelî meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere “fıkıh” denir.[ Konusu, helal, haram, mekruh ve vacib olma yönünden insanların işlerine ait hükümler ve bunların dayandığı delillerdir. Usûlü fıkıhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer’î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir. Bunu bir misalle açıklamaya çalışalım:

Kur’ân-ı Kerîm ilk şer’î delildir. İşte bu noktada Fakih’in kullandığı Kur’ân bilgisi tefsir ilminin kapsamına girmektedir. Yani Tefsir daha işin başında Fakih’in sahip olması gereken Kur’ân bilgisini temin etmede ortaya çıkmaktadır. Kur’ân, Kitap adıyla Fıkhın ilk kaynağıdır. Yani Fıkhî bir usûlü uygulamaya geçirirken ilk uğranan durak Kur’ân’dır. Öyleyse Fıkıh Usûlü’nün bir uygulama alanının olabilmesi için Tefsir’e ve Tefsir Usûlü’ne ihtiyaç vardır. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki; Tefsir Usûlü, önemli ölçüde Fıkıh Usûlünün etkisinde kalmıştır.

 

Sonuç olarak; bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ve en başta da söylediğimiz gibi, Tefsir ve Fıkıh birbirlerine çok yakın olan, birbirine katkıda bulunan âdeta iç içe geçmiş iki ilim dalıdır.

Hadis ve Tefsir Usûlü Arasındaki Bağlantı

 Tefsir, Kur’ân ayetlerine açıklama getirirken birçok ilimden faydalanır. Tefsirin yararlandığı disiplinlerin belki de en başında hadis ilmi gelmektedir. Çünkü Kur’ân-ı açıklamaya çalışırken ilk başvurulacak şey Peygamberimizin söz konusu ayetle ilgili ne söylediğidir. Aslında bu, işin sadece bir yönüdür. Çünkü Tefsir İlminin dayandığı birçok esas, başvurduğu ve ayetleri açıklarken kullandığı birçok aslî ilim hadis mecmuaları aracılığı ile rivayet yoluyla aktarılmış ve daha sonra da Kur’ân İlimleri adı altında sistemleştirilmiştir. Bu anlamda hadis ilmi; Peygamberimizin ayetlere getirdiği açıklamaların yanı sıra, ayetlerin indiği koşulları, sebeb-i nüzul bilgilerini, ayetlerin iniş sırası ve buna bağlı olarak nasih-mensuh bilgilerini, kıraat bilgilerini, ayetlerin mekkî ya da medenî oluşuyla ilgili bilgileri bize sağlamaktadır. İşte Tefsir tüm bu saydığımız hususlarda Hadis İlmine başvurur. 

Tefsir İlminde, Peygamberimizin tefsirinin ilk başvurulacak kaynak olması noktasının daha iyi anlaşılabilmesi açısından konuya açıklık getirilmesi gerekmektedir. Şöyle ki; Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden önem arz etmektedir:

Birincisi; Kur’an-ı Kerim’de yer alan ilâhî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an’ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”[9] bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekâtlarının sayılarını Peygamber Efendimiz açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da;

           “Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur. Yine Rasulullah (s.a.v.), hac farz olduğu zaman da ashabına;

            “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin.buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek oluyor ki hadis, Kur’an’ı Kerim’in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. 

 

İkincisi; hadisler aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir.

Kur’an’ı insanlar içinde en iyi ve en doğru anlayan, hiç şüphesiz Peygamberimizdir. Kur’an’ı Kerim’i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Rasulullah (s.a.v.), bu görevinin gereği olarak, Allah’ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan Peygamberimizin hadisleri Kur’an’ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

 

Netice olarak diyebiliriz ki hadis; İslamî ilimlerin çoğuna olduğu gibi Tefsir İlmine de, hem ayetlerin açıklamasına yardımcı olan hadisleri ihtiva etmesi bakımından pratiğe dair noktalarda, hem de Tefsir ve Kur’ân ilimlerine dair asla ve furûa dair rivayetleri barındırması bakımından Tefsir Usûlü’ne ve Ulûmu’l-Kur’ân’a kaynaklık etmiştir. Bu anlamda Hadis ve Tefsir Usûlü’nü birbirinden bağımsız ele almak mümkün değildir.  Dolayısıyla bir müfessirin tefsir yapabilmesi için Tefsir Usûlü ve Ulûmu’l-Kur’ân’a muttali olması gerektiği gibi Hadis İlimleri ve Hadis Usûlü’ne de muttali olması gerekmektedir.




0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve Soyadı: Habib BAYGIN

Öğrenci No: 14952703 (B.DOKTORA)

Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ

 

 

FIKIH TARİHİ SÜRECİ    

FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI

 

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

 

2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.

 

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

 

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir..

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 

FIKIH İLE FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK

Fıkıh ilminin konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiille­rin hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet, namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman "Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz." hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´ ´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini zikreder.İşte, Usûlcü  mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.

HADİS TARİHİ VE USULÜ

Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur.

HADİS İLİMLERİ 
Hadis ilimleri deyince ilk olarak akla ilm-u dirayet-il-hadis gelir. Bu ilim dalında hadisin kuvvet derecesi, doğruluğu, bizlere sağlıklı bir biçimde ulaşıp ulaşmadığı araştırılır. Dirayet/Rivayet ikilisi bir bakıma kalite/kantite ikilisine benzer. Mesela tek bir kanaldan gelen dirayeten güçlü bir hadisin, bir kaç kanaldan gelen yani rivayeten güçlü gözüken bir hadisden daha sahih olması pek ala mümkündür.

Hadis ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih, nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar.

Hadis rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari, Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin hakkını verebilmişlerdir.

 

HADİS İSTİLAHLARI 
Her ilim dalının bir terminolojisi olduğu gibi hadis ilimlerinin de istilahları vardır. Hadis istilahları anlaşılmadıkça hadis usulü de anlaşılamaz. Hadis istilahları çok sayıda olduğu için aşağıda sadece bir kısmına temas edilecektir:

Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir. 
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.

Cerh ve ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde, ya da arada bir yerde değerlendirilir. 
"Sika" da iki şart aranır: Adl ve zabt. Adl ravinin hadisi bozmadan rivayet eden dürüst bir müslüman olması, zabt ise hafızanın kuvvetli olması özelliğidir.

Hadisin ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet, icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları rivayet ettiğini onaylamasıdır.

Burada, yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak bir noktaya dikkat çekmekte yarar var:

Sema, hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise, bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim:

Tirmizi (ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b. Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler: 
"Yahya b. Main ilk benim önümde oturduğu zaman bu hadisi sordu. Ben de Hammad b. Seleme bize tahdis etti (diyerek hadisi edaya başladım) Yahya dedi ki keşke defterinizden rivayet etseniz? Ben de defterimi getirmek üzere kalktım. Elbisemden tuttu ve önce bana (hafızanızdan) yazdırın. (Defteri getirmeden önce) tekrar size kavuşamamaktan korkuyorum dedi. Bunun üzerine hadisi yazdırdım, sonra çıkıp defterimi getirdim ve ona (hadisi) okudum."

Muhaddislerin, ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu sözleri ile işaret etmektedir: 
"Bu ilim, yani hadis ilmi dindir. Artık dininizi kimlerden aldığınıza dikkat ediniz. Şu direklerin dibinde Rasulullah (sav) şöyle buyurdu diyenlerden yetmiş zat gördüm ki her hangi birisine beytü'l-malı teslim ederseniz yine emin sayabilirsiniz. Böyle iken onların hiç birisinden ahz etmedim. Çünkü bu işin ehli değillerdi. Sonra memleketimize İbn-i Şihab-i Zühri gelince hepimiz kapısına koşup üst üste yığılırdık."

HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI

Sıhhat yönünden:

Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir: 
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması) 
- Bütün ravilerin sika olması 
- İllet ve şazlık bulunmaması 
Bu son şartın araştırılması zor olup, bunda ancak Buhari gibi büyük hadis mütehassısları derinleşebilmişlerdir. İllet ve şazlık olması durumu, ilk bakışta hadisin sened ve ravi yönünden sağlam gözükmesine rağmen, metin veya senedde gizli bir bozukluk olması halidir. Eğer muallel (illetli) veya şaz ise hemen zayıf hadis mertebesine iner.

Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.

Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.

Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür. Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır.

Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler, ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına dahil edilmezler.

Sahibi yönünden:

Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.

Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.

Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.

Bir hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala sahih, hasen veya zayıf olabilir.

Senedde uzunluğu yönünden:

Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.

Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.

Elbette ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir. Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür.

Hadislerin sıhhatlerine göre hükmü:

Sahih ve hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal" konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda tutulmalıdır.

Mevzu hadislere gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin, yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir. 
Hadisde metin ve sened tenkidi:

 

 

Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:

- Metin tenkidi 
- Sened tenkidi

Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.

Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.

Metin ve senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır.

 

HADİSLERİN TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI 
Hicri ilk asırda hadisler yazmaktan daha çok sözlü olarak ve ezberden rivayet ediliyordu. Daha sonra çıkan fitne ve kargaşalıklarda bazı siyasi gurupların kendi lehlerine hadis uydurmaları, asr-ı saadetin giderek daha çok geride kalması gibi sebepler, ashab-ı kiramın öğrencileri olan tabiin hazeratının ve onlardan sonraki muhaddislerin hadisleri toplamalarına ve bu konuda çok titiz davranmalarına yol açtı. Pek çokları bir iki hadis almak için günlerce, haftalarca süren yolculuklara çıktılar.

Hadislerin yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale ermiştir.

Hadis kitaplarının türleri:

Hadis kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır:

Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir "cami" dir.

Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami de denilir.

Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer (r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en meşhuru 
Ahmed b. Hanbel'in müsnedidir.

Hadis kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte" de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır.

Kütüb-ü Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: 
"Hadis rivayeti mevzuunda daha çok bilgi almak isteyen Tirmizi'nin camiine, sadece ahkam hadisleri isteyen Ebu Davud'un sünenine, fıkhi babların mükemmel sıralanışını görmek isteyen İbn-i Mace'nin sünenine müracaat etmelidir. Nesai'nin süneninde ise bu meziyetlerin bir çoğu bulunmaktadır."

Ayrıca Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf hadisler bulunmaktadır.

Bunlardan başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler, müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin aşağısındadır.

 

SONUÇ

Hadis ilmi dünyada yalnızca müslümanlara has bir ilim olup tarihçilere parmak ısırtmış, bu ilmi değersiz göstermek isteyen müsteşrikleri de bir çok sıkıntılara sokmuştur. Dünya tarihinde, peygamberimizden başka, hayatı ve risaleti, bütün ayrıntıları ile ve çok titiz metodlarla günümüze kadar ulaşan başka hiç bir şahsiyet yoktur. Bu sebeple, hadis ilmi müslümanların medar-ı iftiharları olup aynı zamanda sünneti bize ulaştırdığı için ona sahip çıkmak, onun metodolojisini, bize bıraktığı muhteşem ilmi mirası sonraki nesillere aktarmak vazifemiz olmalıdır. 
Hadislerden bahsederken de, uluorta ve kulaktan dolma şeyleri değil, muteber kitaplardan aldığımız hadisleri söyleyerek, ilmimiz az da olsa, sünnete aşık, mesuliyetini müdrik bir müslümana yaraşır titizlik gösterilmelidir. 
Ayrıca, muhaddislerin hadis rivayeti ve metin/sened tenkidi metodlarından bugünkü haber alma/verme ve değerlendirmede öğreneceğimiz bir çok dersler vardır

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Mukayeseli Usuller    29.11.2014

                                                         İBRAHİM UÇAN                                                                                                                                                                13912777                                                                                                                                                      YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

Tefsir Usulü

I.Kavramlar

A.Tefsir

  1. Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
    • İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı)
  2. Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
  3. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
  4. Ashab döneminde tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
    • Çünkü onlar Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.

B.Usûl

  1. Asl kelimesinin çoğuludur.
  2. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarıda vardır.
  3. Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
  4. Usûl= herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar
  5. Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

C.Tefsir usûlünün gayesi

  1. Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek
  2. Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmak

Vahyin tanımı

  1. Vahyin kurumsallaşmış kısmı:Allah Teâlâ’nın peygamberleri aracılığıyla insanlara mesaj iletmesi şeklinde telakki edilmiştir.
  2. Vahyin genel boyutu:Yüce Allah’ın bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını belirlemesidir.
  3. وحيfiilinin masdarı olan vahiy lafzı:

Sözlükte: gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara gelmektedir.

Kavram olarak: Yüce Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi.Vahyin başlangıç noktasında Allah, bitiş noktansında ise varlıklar (insanlar) bulunmaktadır.

Vahyin geliş şekilleri

  1. Kur’ân-ı Kerim Allah Teâlâ’nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir
    • İlki:(Şûrâ 42/51): “Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”
      • Bu âyette Yüce Allah’ın beşer ile iletişim kurma yollarının ilki “vahiy” sözüyle ifade edilmiştir. Burada vahiy, Allah’ın doğrudan doğruya çok süratli ve gizli bir tarzda bilgi aktarması ve birden bire kalbe ilkâ etmesi yani ilhâm anlamındadır.
    • İkincisi:Perde arkasından gerçekleşen konuşma. Sözlü bir konuşmadan ibarettir. Bu konuşma şeklinde dinleyen konuşanı göremez, sadece yakın biryerden hitap eden gizli bir varlığın mevcut olduğunu anlar.
      • Özellik: doğrudan doğruya kalbe ilkâ edilmiş olması
    • Üçüncüsü: Elçi gönderme. Allah’tan melek vasıtasıyla indirilmiş olan vahiydir. 2 şekilde gerçekleşir:
      • Vahiy elçisinin melekiyetten beşeriyete intikal etmesi
      • Hz. Peygamber’in beşeriyetten melekiyete geçişiyle gerçekleşmiştir. En zor olanıda budur.

1.Vasıtalı vahiy

Allah’ın dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. = el-vahyu’l-celî/açık vahiy. 2 ayrı şekilde meydana gelmiştir:

a.Melek aracılığıyla yapılan vahiy

  1. Bu tür vahyi melek Cebrâil’in hem kendi sûretinde hem de insan kılığına girerek getirdiği zikredilir. (Kur’ân’a gore 2 defa: Hira mağarasında ve Necm 53/5-12 kitap sayfa 60)
  2. Buhârî ve Müslim’in kaydettiğine gore Hz. Peygamber’e insan sûretinde vahiy getirmesi de bir defa gerçekleşmiştir.
    • Hz. Peygamber hem konuşulanı işitiyor hem de konuşanı görüyordu = Cibrîl hadîsi. Böyle hadis geldiğinde ya Dıhye el-Kelbî ya da tanınmayan bir şahıs sûretinde geldiği nakledilmektedir.

b.Ses aracılığıyla alınan vahiy

  1. Vahyin Hz. Peygamber’e çıngırak veya zil sesine benzer bir sesle verildiğide ifade edilmektedir. Resûllullah (sav)’in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği tarz da buydu.
  2. Kısa bir süre de olsa beşerî özelliklerden soyutlanıp melekiyet âlemine yükseltiliyordu.

2.Vasıtasız vahiy

a.Sâdık rüyalar

Hz. Âişe (ra)’den rivâyet edilen: “Resûlullah (sav)’ın ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır.”

  1. Henüz kendisine nübüvvet verilmeden önce bir takım hâdiseler Hz. Peygamber’e sâdık rüyalar vasıtasıyla gösteriliyor; sonra da onlar rüyada gösterildiği şekilde tecelli ediyordu.
  2. Yani vahyin bu şeklinde hiçbir Kur’ân metni indirilmiş değildi, böylece Alak sûresinin ilk 5 âyeti ile çelişki yoktur.
  3. Vahye hazırlık dönemi olarak düşünülebilir.

b.Nebevî ilham

  1. İlhâm= herhangi bir bilginin tefekkür ve istidlâl yoluna başvurmaksızın kalbe doğması.
  2. İlhâm hem peygamberler hem de bazı insanlar (veliler) için söz konusudur.
  3. Nebevî ilhâm = peygamberlere isnâd edilen ilhâm, Allah’tan vasıtasız şekilde buyruk almak
  4. Örnekler:
    • Hz. Peygamber’in uyanık bulunduğu bir esnada kalbine melek tarafından üflenen vahiy.
    • Hz. Peygamber’in kalbine bir nûrun tecelli etmesi ve bu sayede kendisine vahyedilen hükmün açık bir şekilde anlaşılması

c.Perde arkasından konuşmak

  1. Hz. Peygamber’in kendisine hitap eden O Yüce Varlığı görmeden yalnızca konuşmasını dinlediği sözlü bir iletişiden ibarettir.
    • Sadece Hz. Musâ ve Hz. Muhammed (sav)’e mahsustur.
  2. Perde arkasından gerçekleşen vahiy olayında Allah Resûlü’ne 5 vakit namaz ve Bakara Sûresi’nin son 2 âyetinin verildiği ifade edilir. 

Kur’ân lafzının lügat ve terim anlamı

1.Lügat anlamı

Önce Kur’ân lafzının hangi kökten türediğini bilmek gerek.

Eş-Şâfii {ö.204-819} ve ona tâbi olanlara göre Kur’ân lafzı ne “kırâat” mastarından ne de başka herhangi bir kökten türemiştir. Eğer bu kelime kırâat masdarından türemiş olsaydı o takdirde her okunan şeye Kur’ân denilmesi gerekirdi. Halbuki Kur’ân, Tevrât ve İncil gibi Allah’ın kelamına verilen özel bir isimdir.

Kur’ân lafzının bir kökten türediğini savunanlar da kendi aralarında ittifak etmiş değillerdir. Bazıları bu kelimenin hemzesiz bazıları da hemzeli olduğunu kabul etmektedirler. Hemzesiz olduğunu ileri sürenlere göre Kur’ân lafzı قرينةkelimesinin çoğulu olan قراٲنdan türemiştir. Karîne “delil” ve “burhân” gibi manalar ifade etmektedir. Kur’ân âyetleri muhtevâ, nazm, vezn, fâsıla ve âhenk yönünden birbirine benzemekte ve birbirine delil olmaktadır. Ancak قراٲنkelimesindeki hemze, kelimenin aslından olmayıp قرينةkökünde bulunan “يnın yerine gelmiştir,”ن” harfi ise kelimenin aslındandır. Bu görüş Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad el-ferra [öl 207-822] ‘ya isnâ edilmektedir.

2.Terim anlamı

Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.

  • Hz. Peygamber [sav]’e indirildiği”: diğer semâvî kitapları ve Resûlullah’ın hadislerini dışarıda bırakmakta
  • “vahiy yoluyla gelmiş olması”:onun ilâhî kaynaklı olduğunu beyân etmektedir.
  • “mushaflara yazılan”: Kur’ân’dan olmayan hiçbir kelâm ve kelimenin Kur’ân’a girmemesi.
  • “tevâtüren nakli”:hem lafız hem de mana itibariyle mütevâtir derecesine ulaşmayan kırâatların Kur’ân’dan sayılmayacağı
  • “okunmasıyla ibâdet edilen”:meâli, tefsiri veya mütevâtir olarak nakledilen kudsî hadîslerle ibâdet edilmez. Manaları Hz. Peygamber’den olduğu için Kur’ân değildir.

Kur’ân’ın nüzûlü

  1. Vahiy: yeni gelişmelere paralel olarak fert ve topluma yol göstermeyi hedeflemektedir. Amacı: insanları Allah’ın irâdesi doğrultusunda ıslah etmektedir.
    • Bunun için  toptan değil tedrici bir tarzda inzâl edilmiştir.

1.Kur’ân’ın Cebrâil’e intikali

Vahyin aracı melek Cebrâil’e intikali konusunda 3 ayrı görüş:

  1. Cebrâil vahyi Levh-i mahfuz’dan almıştır
  2. Bazı görevli melekler tarafından yirmi gecede Cebrâil’e intikal ettirilmiştir
  3. Kur’ân’I Cebrâil bizzat Allah’tan semâen yani dinleyerek almıştır.

2.Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e inzâli

Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı haber verilen Kur’ân vahyinin inzâli konusunda 3 ayrı görüş:

  1. Kur’ân vahyi önce Levh-i mahfuz’dan bir bütün olarak “Beytü’l-izzet”’e yani dünya semâsına, oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla 23 yılda Hz. Peygamber’e nâzil olmuştur.

2.       Kur’ân bütün olarak değil, ama yüce Allah’ın periyodik olarak yani bir sene içerisinde inişini takdir etmiş olduğu miktarlar şeklinde 23 Kadir gecesinde dünya semâsına indirilmiş oradan da tedrîcî bir tarzda Hz. Peygamber’e inzâl edilmiştir.

3.       Kur’ân, Kadir gecesinde başlayarak 23 seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda doğrudan Hz. Muhammed’e indirilmiştir.

 Ez-Zerkeşî en isabetli görüşün ilk görüş olduğunu beyân ediyor.

Kur’ân 23 senelik bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere ışık tutmak için tamamen ilâhî bir program dahilinde peyderpey indirilmiş mûcize bir kitaptır.

Kur’ân hem anlam hem de lafız olarak Allah’tan gelmiştir.

a.Kur’ân vahyinin başlangıcı

İlk defa Ramazan ayında ve Kadir gecesinde inmeye başladığı şeklidir.

Hz. Âişe {ra} rivayeti. O şöyle demektedir. “Allah’ın elçisine ilk defa vahiy, sâdık rüya yoluyla gelmeye başlamıştır. Onun her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık o Hira mağarasında ibadet ediyor, yalnız azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Allah Resûlü {sav}’nün  mağarada bulunduğu bir esnada ona vahiy meleği gelip “oku” dedi o da “ben okuma bilme” cevabını verdi. Resûlullah buyurdu ki. “o zaman melek beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp tekrar “oku” dedi.  Ben de: “okuma bilmem” dedim. İkinci kez beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı, yine bana “oku” dedi. Bende “okuma bilmem” dedim, yine beni tuttu 3cü defa sıktı ve bıraktı sonra bana “Yaratan Rabbin adıyla oku,O insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. O keremi sonsuz Rabbin adıyla oku. O kalemle öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti dedi”. Böylece Allah’ın Resûlü {sav} kendisine vahyedilen bu âyetlerin dehşetinden titreye titreye hanımı Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “beni örtün” dedi. Korkusu geçince Hz. Hatice’ye anlattı başından geçen olayları ve “başıma bir şey gelmesinden korkuyorum dedi”Hz. Hatice korkma Allah seni asla utandırmaz….” Dedi.

b.Kur’ân vahyinde tedricilik

Kur’ân’ın tedrîcen indirilmesinde bir takım hikmetler söz konusudur:

  1. Kur’ân’ın tedrîcen indirilişinde esas olan, vahyin yeni gelişmelere paralel olarak indirilmesidir.             meydana gelen problemlerin çözümü

Tedrîce konu olan Kur’ân vahyi ne nüzûl çağının muasırı olan toplumun örf, âdet, yaşayış, zihnî alışkanlık ve idrâk biçimlerinin; ne de onu tebliğ eden zâtın hayatının bir yansıması ve onlar tarafından yönlendirilmiş güdümlü bir vahiy muhtevasıdır. Kur’ân vahyi Allah’ın ezelî kelâmıdır, o olaylar olsada olmasada aynı konulu vahiy gelecektir.

Diğer özellik: Hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olması, bu asıl hükümlerin önce tamamlayıcı ya da tâli derecedeki hükümlerin genellikle sonra indirilmesi şeklinde ifade edilebilir.

  1. Kolaylık ve zorluk açısından da vahyin muhtevasında yer alan hükümlerde bir tedricilik söz konusudur. Göze çarpan husus: mükellefiyetlerde genel olarak kolaydan zora doğru bir seyrin izlenmiş olmasıdır.
  2. Kur’ân’ın çeşitli zaman aralıklarıyla nâzil olması→İslâm hukukçuları açısından da büyük önem taşımaktadır. Her vahiy kendisine ihtiyaç duyulduğunda bir sebep veya olay üzerine o sorunu çözmek için geliyordu. Böylece hukukçulara sebeplerle olaylar arasında münasebet kurarak nasların manalarını anlama, yorumlama ve hüküm çıkarmada kolaylık sağlanmış oluyor.

Kur’ân’ın metinleşmesiyle ilgili faaliyetler

A.Kur’ân’ın tespiti

Hz. Peygamber’in aslî görevi vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Allah Resûlü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu.

→Ancak Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.

  • Ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu Hz. Peygamber.

1.Kur’ân’ın yazılması

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Bazı örnekler:

  1. Hz. Ömer (ra)’ın Müslüman olma hâdisesinde kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ Sûresi’nin baş tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfa.
  2. Hz. Osman: “Peygamber (sav)’e herhangi bir Kur’ân bölümü nâzil olduğunda kâtiplerinden birini çağırır ve ona: “ Bu âyetleri (yazıp), falan âyetleri içine alan sûreye koy” derdi.”
  3. Abdullah b. Ömer: “Biz, üzerimizde Kur’ân nüshası taşıdığımızda düşman memleketlerine gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o nüshaların düşman eline geçme korkusu idi.”
  4. Hz. Peygamber’in “Benden Kur’ân’ın dışında bir şey yazmayınız...” sözü de Kur’ân vahyinin yazıldığını gösteren delillerdendir.

→ Vahyin Mekke döneminde yazılmadığı konusunda en küçük bir tereddüt bile söz konusu değildir. Kesin olarak bilinmeyen vahyin Mekke’de ne zaman yazılmaya başlandığı hususudur.

→ Kur’ân’ı Kerim’in Mekke’de nâzil olmaya başladığı andan itibaren yazıya geçirildiğini söylemek mümkündür.

Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı.

  • İlk vahiy kâtibi: Ubeyy b. Ka’b
  • Hz. Peygamber Ubeyy b. Ka’b’ı bulamadığı zamanlarda Zeyd b. Sâbit’i çağırıp ona yazdırmıştır.

Kâtip yazma işini  bitirince Hz. Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.

Hz. Muhammed (sav)’in mevcut en uygun malzemeleri temin edip vahyi tamamlanan sûreleri ilk yazılı malzemelerden temize çektirmek suretiyle muhafaza ettirniştir.

2.Yazılan metnin muhafaza edilmesi

Bu konuda 2 ayrı yaklaşım mevcuttur:

  1. Bir kısım İslâm bilgininin iddiasına göre vahiy kâtipleri tarafından yazılan her metin tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Çünkü Hz. Ebû Bekr Kur’ân’ın toplanması esnasında Resûlullah (sav)’ın evinde çok sayıda iplerle birbirine bağlı olan yazılı metin bulmuştu. Bu nüsha tam bir Kur’ân nüshası değildi, eğer öyle olsaydı Kur’ân’ı cem etme komisyonu kurulmazdı.
  2. Diğer iddia ise vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip sonrada istinsah edilen âyet metinleri bunları yazan kâtipler tarafından koruma altına alınmıştır. Çünkü bu durum vahiy kâtiplerinin yazdıkları asıl metinlerden kopyalama yoluyla nüsha çıkarmak isteyen sahâbîler için de daha pratik bir yol olarak görünüyordu.

2 yaklaşım arasında değerlendirme:

Yazılan nüshalar eğer Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilmiş olsaydı Hz. Ebû Bekr’in derleme esnasında Kur’ân’ın tamamını bulmuş olması gerekirdi.

Kısaca Kur’ân nüshaları istinsahtaki pratiklik açısından vahiy kâtiplerinin muhafaza ettiğini ileri sürerek, Allah’ın Resûlü (sav)’nün evinde bulunan nüshayı kendi şahsî nüshası olduğunu söylemek daha isabetli bir yaklaşım olarak görünmektedir.

3.Kur’ân metninin mushaf haline getirilmemesi

Allah Resûlü hayatta iken Kur’ânı Mushaf haline getirmemiştir.

  1. Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın bir araya toplanması ve Hz. Osman devrinde de istinsah edilmesi hep bir ihtiyaç sonucu olmuştur. Resûlullah {sav} devrinde böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamıştır. Çünkü “emînu’l-vahy” yani vahyin güvencesi olan zât hayatta idi, bu yüzden de Kur’ân’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi ve kaybolma endişesi söz konusu değildi.
  2. Son nâzil olan âyet ile Hz. Peygamber’in vefatı arasında geçen süre bir rivâyete göre 81 gün, çoğunluğun kanaatine göre de 9 gecedir. İki sürede Kur’ân’ın toplanmasına yetmeyeceği ortadadır. Zeyd b. Sabit dağınık kuran metinlerini ancak 1 yılda toplayabilmiştir.
  3. Kur’ân’ın tamamı bir defada inmeyip çeşitli vesileler üzerine değişik zamanlarda nâzil oluyordu. Vahyin devam ederken Kur’ân’ı derlemek yani iki kapak arasında toplamak söz konusu olamazdı.
  4. Bazı âlimler de bu meseleyi nesih olayı ile irtibatlandırmaktadırlar. Kur’ân bir cilt haline getirilseydi nesih olayı devam ettiği için bazı karışıklıklar meydana gelebilirdi. Böyle bir karışıklığa yol açmamak için nesih sonuna erinceye kadar Kur’ân bir araya cem edilmedi.

B.Kur’ân’ın derlenmesi (cem’)

Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.

1.Derlemeyi gerektiren sebepler

  1. Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz. Peygamber yoktu artık.
  2. Kur’ân’ın bazı parçaları çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok geçmeden kaybolabilirdi.
  3. Resmî bir mushafın olmaması.
  4. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında birçok kurrâ sahâbinin şehit edilmesi.

Âyetlerin kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’I derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanların Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebilecekleri endişesi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan çekinme kaygısı.

2.Derlenme görevinin Zeyd b. Sâbit’e verilmesi

Kur’ân Hz. Peygamber zamanında sahifelere ya da sahife yerine geçen bir takım malzemelere yazılmıştı, fakat dağınık bir halde bulunuyordu. Hz. Osman halife olunca, kıraât ihtilâflarından korktu ve neticede daha once cem edilmiş olan Mushaf’ın çoğaltılmasını emretti.

Kur’ân’ı derleme işinin Zeyd’e verilmesi:

  1. Zeyd’in Hz. Peygamber tarafından özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerinden olması.
  2. Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş bulunması.
  3. Zeyd’in, Resûlullah [sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemesi ve çok düzgün bir şekilde okuması.
  4. Arza-i ahîrede yani Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı baştan sona Cebrâil’e 2 defa okuduğu mecliste hazır bulunmuş olması.
  5. Genç olması dolayısıyla kendisinden istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahip bulunması.
  6. Herhangi bir şeyle itham edilmesi dolayısıyla bütün insanların ona güven duyması.

3.Derlemede takip edilen yöntem

Bu konuda son derece sağlam ve hassas bir yol izlenmiştir.

  1. Kur’ân’ı derleme işinde hem Hz. Peygamber (sav)’in huzurunda yazılana hem de insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar edilmiştir.
  2. Metinlerin kabul edilmesi için Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına şahitlik edecek 2 şahit istenmiştir. (Huzeyme b. Sâbit’in getirdiği metinlerde şahit istenmemiştir, çünkü o zü’ş-şehâdeteyn = şahitliği 2 kişinin şahitliğine denk) daha geniş bilgi sayfa 92....

→ Bu metodun sebebi ortaya çıkma ihtimali bulunan herhangi bir şüpheye hiçbir şekilde imkân vermemekti.

Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının da  yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti.

4.Derlenen Mushaf’ın özellikleri

Kur’ân’ı dağınık görüntüden kurtarmak hem de istifadeyi kolaylaştırmak amacıyla Zeyd, söz konusu Kur’ân bölümlerini deri üzerine yazdırarak yeni bir nüsha meydana getirdi. Bu nüshanın özellikleri:

  1. Derleme işi, en sağlam ilmî usûllerle gerçekleştirilmiştir.
  2. Tilâveti mensuh olan âyetler Kur’ân metnine alınmamıştır .
  3. Söz konusu nüsha içinde yer alan âyetlerin tevâtür yoluyla bize intikal etmiş olduğunda ümmetin icmâı vardır.
  4. Derlenen Mushaf yedi harfi içermektedir.
  5. Zeyd b. Sâbit tarafından yazdırılan bu Kur’ân’a Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle “Mushaf” ismi verilmiştir.

Bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.

Hz. Osman’ın zamanında çoğaltılma meselesi gündeme gelince Hz. Hafsadan ödünç alınarak istinsahın ardından iade edilmiştir.

Mushaf Hafsanın ardından Medine valisi tarafından Abdullah b. Ömer’den alınarak Hz. Osman’ın çoğalttırdığı mushaflar arasında ihtilaf olmasın diye o nüshayı yakmıştır.

                → Bunun nedeni ise Hz. Ebû Bekr zamanında cem edilen Mushaf’ın yedi harf’i ihtiva edip çoğaltma esnasında “arza-i ahîre” itibariyle tek bir harf üzerine yazılmasından dolayı çıkabilecek ihtilafları önlemekti.

Hz. Ebû Bekr okumada kolaylık sağlayacağı ümidiyle olsa gerek ki, söz konusu ruhsatı esas alarak, Kur’ân’ı yedi harf üzere cem ettirmiş, fakat Hz. Osman da kendi döneminde ortaya çıkan kıraât ihtilaflarını önlemek maksadıyla Kur’ân’ın yedi harften birine göre çoğaltılmasını kararlaştırmıştır.

C.  Kur’ân’ın çoğaltılması (istinsâh)

Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Ömer’in vefatından 3 gün sonra halife olarak kendisine biat edilip,10 seneyi aşkın bir süre bu görevde kalan Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğüdür.

1.Çoğaltmayı gerektiren sebepler

Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet içersine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaftan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir.

O dönemde hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştıki savaşa kadar gidilirdi.

Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsadan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshalarında yakılmasını emretti.

Müslümanları ihtilafa düşüren sebepler:

  1. Kur’ân’ın yedi harf ile okunmasına ruhsat verilmiş olması ve bu ruhsatın bir uzantısı olarak Hz. Ebû Bekr zamanında derlenen Kur’ân’ın da aynı şekilde yedi harfi içermesi.
  2. Bazı sahâbilerin husûsi Mushaflarına tefsîri mahiyette bir takım kelimeleri ilave etmiş olması.

2.Çoğalmada esas alınan prensipler

Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltmak üzere kurmuş olduğu heyete, bazı prensipler doğrultusunda çalışmaları talimatını da vermişti:

  1. Çoğaltmada, Hz. Ebû Bekr tarafından derlenen Mushaf esas alınacaktır.
  2. Çoğaltılacak Kur’ân’lara son arzada takarrur etmiş yani Kur’âniyeti kesinleşmiş olan okuma tarzı yazılacaktır. Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınıp, altı harf terk edilecektir.
  3. Tilâveti neshedilmiş yani lafızları yürürlükten kaldırılmış olan âyetler bu nüshalara kaydedilmeyecektir.
  4. Eğer komisyon üyeleri arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkarsa, Kureyş lehçesi esas alınacaktır.
  5. Birkaç Kur’ân nüshası yazılacak muhtelif beldelere gönderilecek, daha önce yazılıp kıraâtı ve kitâbeti bu örnek nüshaya uymayan Mushaflar ya da sahifeler yakılarak imha edilecektir.
  6. Sûreler yeniden tertip edilecektir, çünkü Hz. Ebû Bekr’in cem ettirmiş olduğu Mushafın her süre, içerdiği âyetler itibariyle bugün Müslümanların elinde bulunan Kur’ân’larla aynı tertiple olsa da sûre tertibi farklıydı. Bu yüzden Hz. Osman sûrelerin yeni bir tertibe tâbi tutulmasını da prensip olarak emretmişti.
  7. Tefsir ve açıklama maksadıyla kaydedilen birtakım özel notlar bu Mushaflara yazılmayacaktır.

3.Çoğaltılma esnasında yapılan faaliyetler

Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.

7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.

4.Çoğaltılan Mushaflardan günümüze ulaşanlar

İstinsah edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflardan 4 tanesi yangınlar, savaşlar veya benzeri olaylar sonucu yok olup gitmiştir.

Ancak bunlardan 3ü günümüze kadar gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)

 

D.Kur’ân’a hareke ve nokta konulması 

Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu.

  • Noktasız ve harekesiz olmasından dolayı

Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri kullanmak gerekiyordu.

  • Bunu ilk düşünen Basra valisidir

Vali dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymasından ibarettir.

  • Harekeler için mürekkebin renginden farklı bir renk kullanılmıştır.
  • Fetha için üste, kesre için alta ve ötre için ortaya bir nokta.

Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu.

  • Bunu ilk farkeden Irak valisidir

Vali ya Nasr b. Âsım ya da Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını istemişti. Harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara başvurulmuştu. (= i’câb) Harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep tercih edilmiştir, ama metinle aynı renk.

Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.

E.Kur’ân metninin tertibi

Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu.

  1. Hz. Peygamber (sav) vahiy kâtiplerine yazdıkları vahyin hangi sıraya konulacağını söylüyordu.
  2. Hz. Peygamber bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında gelen bir yıllık vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu.
  3. Arza-i âhire = vahyin bitimindeki iki mukabele (Hz. Peygamber ve Cebrâil)

1.Âyet

(a).Genel bilgiler

  1. Sözlükte “herhangi bir şeyin varlığını gösteren alâmet”anlamına gelir. “Açık işaret,” “delil” , “ibret”, “ mucize” gibi anlamlara da gelir.
  2. Mutlak anlamda 2 kısma ayrılır: Fiilî ve kavlî âyetler
    • Fiilî:
      • Sadece âlimlerin farkına varabileceği tabiat kanunlarında mevcut olan âyetler.
      • Güneş ve ay tutulması, gök gürlemesi gibi herkesin müşahede edebileceği âyetler.
      • Mûcizeler gibi olağanüstü âyetler şeklinde üç kısma ayırmaktır.
    • Kavlî:
      • Peygamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir. Bunlar fiilî âyetlere işaret eder ve insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmaları için gerekli açıklamaları ihtiva ederler. Bu kısma giren âyetlere “teşriî”, “tenzîlî” ve “vahyî” ayetler denmektedir.

(b).Âyetlerin tertibi

Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

  • Âyetlerin sıralanmasının ve sûre başlarına besmelenin konulmasının Hz. Peygamber’in emriyle olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Bu konuda Müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur.

İslâm bilginleri, âyetlerin Kur’ân’daki sıralanışının Mushaflarda gördüğümüz tarzda olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Kur’ân’ların tertibinde herhangi bir farklılık söz konusu değildir.

  • Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah efendimize bildirmiştir.

Hz. Peygamber Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir.

Yani Kur’ân herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.

2.Sûre

(a.) Genel bilgiler

Sûre kelimesi sözlükte, “yüksek makam” , “ üstün derece”, “şan”, “ şeref”, “binanın kısım veya katları” anlamına gelir. Çoğulu “süver” dir.

Istılahta ise “âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân bölümü” demektir.

Sûreler isimlerini, kıssalarda geçen şahıslardan yahut konu edindikleri topluluklardan veya ilk kelimesinden almaktadırlar. Bazı sûrelere birden fazla isim verilmiştir.

Kur’ân sûrelerine verilen isimlerin tevkîfî olduğunu söylemek daha isabetli olur. Çünkü eğer ictihâdî olduğunu kabul ettiğimizde, bu olgunun hâlâ devam ettiğini düşünürsek, her müfessire sûrelere isim koyma şansını tanımış oluruz.

Âyet sayısı bakımından tasnif:

  1. Tuvel = âyet sayısı 100 den fazla olan sûreler
  2. Miûn = âyetlerin yüz dolayında veya biraz geçenler
  3. Mesânî = yüzün altında bulunanlar
  4. Mufassal = kısa ve besmeleli fasılaları çok olan sûreler

Mekkî ve Medenî âyetler:

Bilginlerin bir kısmı mekânı bir kısmıda zamanı/hicreti  bir kısmıda hitâbı esas almıştır.

  1. Mekânı esas alanlar: Mekke ve çevresinde inen âyetler = Mekkî, Medine ve çevresinde inenler = Medenî
  2. Zamanı esas alanlar: Hicretten önce inen âyetler = Mekkî, hicretten sonra inen âyetler = Medenî

Ama hicretten sonra Mekke’nin fethiyle o mekânda inenler bu taksime göre Medenî olarak tellakki edilmektedir.

  1. Hitabı esas alanlar: Mekke ehlini konu edinenlere Mekkî, Medine ehlini konu edinenlere de Medenî demektedirler

→ En çok tercih edilen yaklaşım, zamanı esas alanların görüşüdür.

(b.) Sûrelerin tertibi

İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:

  • Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik (ö. 179/795) gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Aynı görüşte olan el-Bâkillânî (ö. 403/1012) de Mushaflardaki tertibin sahâbe içtihadına dayandığını ifade etmektedir.

    Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Fâris’in görüşü: Kur’ân için 2 tertip söz konusudur.
    1. Birisi sûrelerin tertibidir. Bu tertip sahâbenin yapmış olduğu bir tertiptir.
    2. İkinciside âyetlerin bir kısmının diğerine eklenmesi, bir kıssanın diğer bir kıssayı takip etmesidir ki Cebrâil bunu Allah’tan aldığı emir üzerine Resûlullah (sav)’a tebliğ etmiş, o da bu emri yerine getirmiştir.

→ Eğer sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz. Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda yapamazlardı.

  • Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan âlimlerden biri İbnu’l Enbârî  (ö. 328/940)’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu. Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.
  • Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.

Kur’ân’ın okunması

A.Yedi harf

1.Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) kavramı

“el-Ahrufu’s-Seb’a” bir sıfat terkibidir.

  1. Ahruf: harf kelimesinin çoğuludur. Harf sözlükte: bir şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin taraf demektir. Ayrıca vecih, üslup, kıraât ve lehçe anlamına gelmektedir.
  2. Seb’a lafzı hakkında 2 görüş vardır: biri yedi sayısını ifade ettiği yönünde diğeri ise mecâzî mana ifade edip, genişlik ve kolaylık demektir.

2.Yedi harfle ilgili hadisler ve değerlendirmesi

(a.) Yedi harf ile ilgili hadisler

Yedi harfle ilgili hadisler başta kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında yer almaktadır.

  1. İbn Abbas’tan nakledilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:”Cibril bana Kur’ân’ı bir harf üzere okuttu”. Ancak artırması için müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.

(daha çok örnek için sayfa 120)

(b.)Hadislerin değerlendirilmesi

Hemen hemen tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” Sözü tevâtür derecesine ulaşmıştır.

3.Yedi harf hakkında ileri sürülen görüşler ve tenkidi

(a.)Zayıf görüşler

  1. Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm, husûs, mücmel, mübeyyen ve müfesserdir.
  2. Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbâr ve zecr.
  3. Va’d, va’îd, mutlak, mukayyed, tefsir, te’vil ve i’râb.
  4. Helâl, harâm, muhkem, müteşâbih, inşâ ve ihbâr.
  5. Mukaddem, muahhar, ferâiz, hudûd, mevâiz, müteşâbih ve emsâl.
  6. Mutlak-mukayyed, umûm-husûs, nass-müevvel, nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisnâ ve kısımlarıdır.
  7. Meşhur yedi imamın kıraâtıdır.
  8. İsbât ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları ilmi, af ve azâb ilmi, haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi ve imâmet ilmidir.
  9. Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes’ud, İbn Abbâs ve Ubeyy b. Ka’b kıraâtlarıdır.

(b.)Kuvvetli görüşler

  1. Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.
  2. Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.
  3. Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.

Örnekler sayfa 124-126

4.Değerlendirme

Yedi harf, lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi seviyesindeki değişikliklerden doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle tertibinde, asıl manayı bozmayacak ihtilaflardan ibarettir.

  1. Hz. Peygamber, Kur’ân’ı bütünüyle yazdırdığı halde, vahy katiplerine değişik bir metin yazdırdığını gösteren bir rivayet yoktur.
  2. Fethten sonra pek çok kabile Medine’ye gelerek müslüman olduklarını bildirmişlerdi. Bunlar çok kısa süre Medine’de kalıp geri gidiyorlardı. Bu kısa müddette ne öğrenirlerse onunla kalıyorlardı. Bu kişiler eğitim görmediklerinden öğrenmeleri de güçtü. Bu nedenle Kur’ân’ı kendi ifade tarzlarına göre okumalarına müsade edildi. Ama manayı bozmayacaklardı ve bu bir ruhsattı.
  3. Bu okuyuşları Rasûlüllâh’tan almış olsalar bile bu farklar vahy değildir. Çünkü, Rasûlüllâh’tan alınmayan şekiller de vardır. Belki, yapacakları değişiklikleri bilene onaylatmaları gerekmekteydi.
  4. Bu durum Osman dönemine kadar sürdü. Orijinal Kur’ân metni Ebû Bekr zamanında toplanmış olmakla birlikte farklı okuyuşlara ve nüshalara ses çıkarılmamıştı. Osman zamanında ise, kıraat farkları birbirini küfre nisbet ettirmeye kadar gittiğinden Osman bu metni çoğalttı ve bu metne aykırı düşen okumaları yasakladı. Bu yazı şekline (resm) uyan okuyuşlara ise ses çıkarmadı.

Elimizdeki mushaflarda Hz. Peygamber ’in okuduğu, okuttuğu ve vahy katiplerine yazdırdığı metinden başka hiçbir metnin yoktur. Rasûlüllâh yapmadığı için Kur’ân’ı cem’etmekten dahi kaçınan ve bu işe tereddütle bakan Ashab’ın Kur’ân’a ait bir şeyi mushafa yazmaması düşünülemez.
Yedi harf ruhsatı Kur’ân’ın kıraatıyla alakalıdır, yazısıyla değildir. Sahabe Kur’ân’ı toplarken Rasûlüllâh’ın yazdırdığını kesin olarak tesbit eden bir metot uygulamışlardı. Osman zamanında da bunun aynen çoğaltılması gerçekleştirilmişti. Tabii ki bu mushafa uymayan yazı şekillerinin okunmasının yasaklanmasında icma’ vardır.


Bu durumda yedi harf ruhsatı Osman zamanında resmi makamlar tarafından kaldırıldı. Ama bu nazil olan Kur’ân metnine bağlı olmayan bir ruhsat olduğundan, ona etki etmedi. O metin çerçevesine girenlere ses çıkarılmadı.

B.Kırâat

1.Kırâatın tanımı ve kırâatle ilgili bazı kavramlar

Kırâat, “Karee” fiilinden masdardır => sözlükte: okumak

=> Terim olarak: herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik.

 

Kurrâ => sözlükte: okuyucu, okuyan anlamına gelir ve “Kâri” kelimesinin çoğuludur.

          => Istılahta ise: yedi ya da on kırâatın kendilerine nisbet edildiği imamlara denir.

Ayrıca Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve ondaki kırâatlara hakkıyla vâkıf olan kimselere de kurrâ denir.

→ Hz. Peygamber dönemindeki anlamı, nâzil olan herhangi bir vahiy metnini ezberleyen kimse demekti.

Rivâyet = kırâat imamlarının râvileri arasındaki ihtilaflara denilmektedir.

Tarîk = râvilerden sonra gelenlerin ihtilaflarını ifade etmektir.

2.Kırâatlerin tespiti

Ashâbın Resûlullah (sav)’tan kırâatı alış tarzları çeşitli idi. Bu kırâatleri okuyan kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler de, okuyucuların isimleriyle anılır olmuştu.

Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm bilginleri ellerinden gelen gayreti göstererek bütün kırâatleri bir araya topladılar. Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, sahih ve şazz kırâatlerin arasını, belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar.

3.Kırâat çeşitleri

Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)

  1. Sahih= mütevâtir ve meşhûr
  2. Gayr-i sahih= âhâd, müdrec ve mevzû

(a.)Sahih kırâatler

  1. Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan.
  2. Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan.
  3. Kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.

→ Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar okunan ve inanılması vacip olan kırâatlerdir.

(aa.) Mütevâtir kırâat

Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat demektir.

Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.

(ab.) Meşhûr kırâat

Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.

(b.)Sahih olmayan (Şazz) kırâatler

Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.

(ba.) Âhâd kırâat

Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap dili  gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.

(bb.) Müdrec kırâat

Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.

(bc.) Mevzû/Apokrif kırâat

Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâatlerdir.

4.Kırâatlerdeki çeşitliliğin hikmetleri

  1. Araplar Kur’ân inmeden önce farklı lehçeleri konuşuyorlardı. Kur’ân’ın ilk muhataplarına onu farklı kırâatlarda okuma imkanı verilmesi, birden çok lehçe konuşan çeşitli Arap kabilelerinin, tahrif etmeden ve günaha düşmeden Kur’ân’ı okumalarını kolaylaştırmak içindir.
  2. Bir baksa himeti ise Bütün Arap kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermektedir.
  3. Kırâatler ayrıca Hz. Peygamber ümmetinin diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya koymaktadır. Çünkü bu ümmet çeşitli okuma tarzlarını Peygamber’den öğrendikten sonra söz konusu kırâat şekillerini bir ilim haline getirmek için gayret göstermişlerdir.

5.Kırâat imamları ve râvileri

  1. Nâfi:Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebi Nuaym el-Leysî [ö 169-785]. Aslen İsfahanlıdır. Kırâatı 70 kadar Medine’li kurrâdan almıştır. Kedisi Medine’de ikâmet edip pek çok kimseye kırâat öğretmiştir.
  2. İbn Kesîr:Abdullah b.Kesîr el-Mekke [ö 120-738]. Mekkelilerin kırâat imamları sayılan İbn Kesir tâbiûndandır.
  3. Ebû Amr:Ebû Amr b. el-A’lâ el-Mâzinî [ö 154-770]. Basralıların kırâatta imamıdır. Zühd ve takva sahibi bir zât olduğu söylenmektedir. Kırâatı birçok tâbiûndan almıştır.
  4. Ibn Âmir:Abdullah b.Amr el-Yahsûbî [ö 118-736]. Şamlıların kırâat imamı olarak bilinmektedir.

(devamı sayfa 136-138)

6.Kırâatlerin bugünkü durumu

“Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:

  • Âsım kırâatı: Zamanımızda Müslümanların çok büyük bir çoğunluğunun okuduğu kırâattır.
  • Nâfi kırâati: verş rivâyeti bugün Mısır hariç, Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde okunmaktadır.
  • Ebû Amr kırâatı: yeryüzünde en az okunan kırâattır.

→ 10 kırâat imamına nisbet edilerek okunan kırâatlerin hepsi sahihtir, haktır ve  hepsi Peygamberimize dayanmaktadır. Sahih kırâatlerin nisbet edildiği imamların hepsi de bu kırâatleri kendi hocaları vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşan bir senetle ondan almışlardır. Bundan dolayı sahih kırâatler arasında doğruluk veya güzellik bakımından bir ayırıma gitmek câiz görülmemiştir.

 KUR’ÂN İLİMLERİ

A. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Mahiyeti

Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslüp tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.

Kur’an’ın Üslup Özellikleri

Kur’an üslup bakımından öyle üstün bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir ki, beşeri eserlerde bu tarz bir güzelliğe rastlamak asla mümkün değildir:

  1. Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk:

Kur’an’da kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmelenler dahi bunu anlayabiliyorlar. Ondaki lafızlar ve bu lafızları meydana getren harfler öylesine güzel bir şekilde yerşetirilmiştir ki, bunların toplamından insana hayranlık eren bir ses armonsi meydana gelmektedir.

 

  1. Lafız ve mana dengesi:

Kur’an, içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Bu kullanımda aslî veya tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan olmadığı gibi, garip bir fazlalık da söz konusu değildir. Her harf bir fonksiyon icrâ etmektedir. Örnek için bkn. S.149

2.       Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi:

Kur’an’ın bu husûsiyyeti sayesindedir ki, avâm/halk tabakası kendi bilgi ve tecrübesine göre sathî bir manayı, ihtisas ehli ise lafızların köklerine nüfüz ederek değişik manaları kavrayabilmektedir.

3.       Konuların iç içe bulunması:

Kur’an, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine almaktadır. Temel konularla birlikte bütün konular bir tek küllî mananın etrafında dönüp dolaşmaktadır; ‘insanları kendi hür iradeleriyle Allah’a kullupa çağırma’. Kur’an şayet beşerî telif usûllerine göre hareket edip her konuyu ilgili bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, bu merkezi gayeyi gerçekleştiremezdi. Bu yüzden Kur’an, muhataplarını hep teyakkuz (:uyanıklık) durumunda tutmak için muhtevâsındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır.

4.       Beyân tarzının çeşitliliği:

Farklı beyân tarzları sebebiyle Kur’an, mükelleften yapılmasını istediği bir şeyi çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Bunu bazen açıkca emir olarak bazen emir manası taşıyan kalıplar kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır olduğunu belirterek vs. gerçekleştirir.

B. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

Mübhemâtın Kur’ân’da Yer Almasının Sebepleri

  1. İfade zenginliği sağlamak. Önce bir kavramın bir ayette mübhem bırakılarak daha sonra başka bir ayette o kavramı belirgin hâle getirilerek hem anlamı açıklığa kavuşturuluyor hem de üslup farklılığıyla bir zenginlik temin edilmiş oluyor.
  2. Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek.
  3. Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, adının anılmasına dahi layik görmemek.
  4. Fâil meşhur (:herkesçe bilinen) olduğu için açıklama cihetine gitmemek.
  5. Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması. Önemli olan ana fikrin anlaşılması.

C. GARİBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Önemi

Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.

D. VÜCÛH ve NEZÂİR

Tanımı

Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

Nezâir de, nazîrekelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.

Yani vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalar da, nezâir de lafızlarda söz konusudur.

Vücûh ve Nezâir İlminin Önemi

Vücûh ve nezâir ilmine konu olan lafızlara, muhtevâlarında bulunan manalar açısından tam bir netlik kazandırılamazsa, o durumda söz konusu lafızların yer aldığı nasların delâletlerini tam ve doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Herhangi bir kimsevücûh kavramının çerçevesi içerisine giren bir kelimeye her geçtiği yerde aynı manayı vermiş olsa, hatalı neticelerin doğmasına yol açabilir. Aynı şey nezâir içinde geçerli. İşte bu sebepledir ki İslâm bilginleri daha ilk dönemler (II. hicrî asırda) vücûh ve nezâir konusunda müstakil eserler kaleme almışlardır.

E. AKSÂMU’L-KUR’ÂN

Anlamı ve Mahiyeti

Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yeminmanalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına göre Allah’tan başka hiçbir varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan yeminler bozulduğu takdirde, Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş olur.

Kur’an’daki yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:

  1. Tevhide dair yeminler.
  2. Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair yeminler.
  3. Peygamberlerin hak olduğuna dair yeminler.
  4. Âhirette cezânın vâki olacağına dair yeminler.

Yüce Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin ettiği gibi üç ayette de Hz. Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu âyetlerde Hz. Peygamber’den yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’ tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca inkârcıların bir türlü inanmaya yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan unsurlardır.

Kasemlerin Kur’an’da Yer Almasının Sebepleri

Kaynaklar bize bu hususta üç sebepten söz etmektedirler:

  1. İslâmiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında yeminin çok büyük bir rolu vardır. O dönemde Arap toplumunun böylesine önemli gördüğü ve üzerine titrediği bir geleneği yeni dinin kitabı görmezlikten gelemezdi.
  2. Yeminler te’kid maksadına yöneliklerdir. Yani hakikatın vurgulanmasından ibarettir. Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymaktadır.

Kasem Fiiline Nefiy Edâtının Dâhil Olması

Kur’an’daki yeminlerle ilgili olarak önemli bir nokta da, kasem fiilinin başına (لا) nefiy harfinin gelmesidir. Bu konuda müfessirlerin ileri sürdükleri farklı açıklamaları mevcuttur:

  1. Söz konusu ifadedeki (لا) edatı kelâmın âhengini tezyin (:süsleme) için getirilmiştir. Olumsuzluk anlamı taşımayan ziyâde bir harftir.
  2. Kasem fiilinin başında yer alan bu edât, te’kid lâmıdır. Yani yapılan yemini kuvvetlendirmektedir.
  3. Bu edât nefiy/olumsuzluk için getirilmiştir. Bunun için de iki ihtimal söz konusudur:
    1. Kendisinden önce zikredilen kelâmın anlamını olumsuz kılmaktadır.
    2. Başında bulunduğu kasemin/yeminin anlamını olumsuz hale getirmektedir.

 KUR’AN’IN ANLAMIYLA İLGİLİ İLİMLER

Anlam, bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun bu anlam boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında, onu okuyup anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar sağlayabilirler.

A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN

Müteşâbihin Manası ve Niteliği

Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç ayrı nitelik bulunmaktadır. ‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur. Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlaka doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.

Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.

Kur’ânî Nasları Sınıflandıran Âyetlerin Tahlili

Bu konuda üç ayet vardır. Ayetin birine göre Kur’an’ın tamamı muhkemdir (Hud;1). Başka bir âyete göre de Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir (Zümer;23). Diğer ayette de bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih olduğu (Âl-i İmrân;7) beyân edilmektedir. İlk bakışta bir çelişki olduğu düşünülebilir. Ancak ilk ayette muhkem lafzı, her yönüyle bozulmadan uzak, sağlam, ve sonsuz hikmetleri ihtiva etmek manasına gelmektedir. İkinci ayetteki müteşabihlikten kasıt ise âyetlerin belâgât, fesâhat ve icâz yönleriyle birbirlerine benzedikleri ve birbirini tasdik ettikleri anlamına geldikleridir. Son ayette ise muhkem ve müteşabih kelimeleri ıstılâhî anlamda kullanılmıştır.

Yani ilk iki  ayette kavramlar sözlük manalarıyla, son ayette de ıstılâhi manalarıyla kullanılmışlardır.

Müteşâbihlerin Çeşitleri

Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır.

  1. Mutlak Müteşâbihler

Bu müteşabihler beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. Bir kaçını açıklayacak olursak:

RÛH: ‘Sana rûhtan soruyorlar. De ki: “Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir.” ’ (İsrâ;85) Ruh ile kastın tam olarak kim ve ne olduğunu bilmiyoruz. Kur’an, Cebrail as, bedenlere hayat veren ruh vs. kastedilmiş olabilir. Rûh, Rabbimin emrindendir  sözünde ise iki ayrı anlam vardır. Cebrâil as Allah emriyle hareket eder, onun emriyle vahiy getirir. İkinci anlam ise âyetteki emir lafzı, iş ve fiil manasına alınarak, rûhu Allah yaratmıştır, dolayısıyla mahiyetini de ancak o bilir. İnsanların bu konuda bilgileri azdır anlamı da verilebilir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştirhitabının da genel anlamda insanlığa mı yoksa husûsî olarak soruyu soranlara mı ait olduğu da açık değildir. Kimi müfessire göre bütün insanlar, kimi müfesssirlere göre de yalnızca Yahudiler kast edilmiştir.

SÛR: Kur’an’ın on ayrı âyetinde zikredilir. Müteşâbihliği, sûrun hakikat ve mahiyeti, üfürülme zamanı ve sûrlar arasındaki sürenin uzunluğu gibi hususların hâlâ birer sır olmalarından kaynaklanıyor. Âyetlerden anlaşılıyor ki söz konusu âletin üç ayrı zamanda kullanılacaktır. İlk üfleyişte bütün insanları şidddetli bir ölüm korkusu saracaktır. İkincisinde bütün mahlukatın ölümüne yol açacaktır ve üçüncü defa da bütün insanlar dirilecek, kabirlerinden doğrulup kalkacak ve ilâhî mahkemeye doğru yürüyeceklerdir.

 DÂBBETÜ’L-ARZ: “O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; o onlara insanların, âyetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml;82) âyetinde, kıyâmetten önce çıkarılacak olan bir canlıdan söz edilmektedir. Dâbbetü’l-arz denilen bu canlılın şekli, büyüklüğü, yaratılış özellikleri, nereden, ne zaman ve nasıl ortaya çıkarılacağı konusunda çeşitli rivâyetler mevcuttur. Ancak bu bilgilerin âyette bulunmadığı gibi sünnete de tek bir rivayet dışında bu konu hakkında bilgi yoktur. Bu bilgiler Yahudilerden veya başka din mensuplarından Araplara geçmiş olan haberlerdir.

Hakiki müteşâbihlerin manaları Allah’ın ezelî ilmi içerisindedir. Bu yüzden bu tür ayetler üzerinde yapılan açıklama ve yorumlar hiçbir zaman o âyetlerin hakiki anlamlarını ortaya koyucu nitelikte değildir.

İzafî Müteşâbihler

Bu müteşabihler, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri (:belirti) doğru tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler ikiye ayrılır:

LAFZÎ MÜTEŞABİHLER: Kelimenin yapısında görülen bu nevi müteşâbihlik, lafzın ya garip ya da müşterek olması durumunda söz konusudur:

Garip lafızlar: Kur’an’ın bazı kelimelerinin garabetten dolayı müteşâbih olduğu ileri sürülmektedir. Mesela Hz. Ebu Bekr (ra)’eوَفَاكِهَةًوَاَبًّا  (“Meyva (lar) ve çayır (lar) itirdikAbese;31) âyetinin manası sorulduğunda, “Şâyet Allah’ın kitâbı hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi semâ beni altında gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde barındırır?” demiştir. Görüldüğü üzere Hz. Ebu Bekr kendi kabilesi tarafından kullanılmayan kelimesinin hakiki anlamda neye delâlet ettiğini bilmediğini açıkça beyân etmiştir. Ayêt belirli bir manaya delâlet etsede bu kesinlik arz etmez. Bu yüzden denilebilir ki ‘ebben’ kelimesinin manasını tayinde ve bununla hangi çeşit bir bitkinin kastedildiğini belirlemede bir zorluk vardır. Çünkü bu kelime lügatta çayır, otlak, sebze, saman ve çerez gibi anlamlara gelmektedir.

Müşterek lafızlar: Şayet bir lafız birden çok mana ifade eder ve bu manalardan birini tercihde zorluk olursa, o takdirde böyle bir lafız, manasındaki iştirakten dolayı müteşabih kabul edilir.Mesela, (“Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu.” Sâffât;93) âyetinde yer alan ‘el-yemîn’ kelimesinde bu anlamda teşâbüh vardır. Çünkü bu lafız, sağ el, kuvvet ve yemin manalarına gelmektedir.

MANEVÎ MÜTEŞABİHLER: Müteşâbihlik bazen de âyetlerin manalarında görürlebilir. Bu, söz konusu âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Müteşabihlerin Hikmetleri

  1. Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.
  2. Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.
  3. Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.
  4. Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.
  5. Müteşâbihlerin manalarını tespitte zorluk ve meşakkat vardır. Meşakkatın olması da sevabın fazla olmasına yol açar. Bu gibi âyetler üzerinde düşünmek ve tevil yapmak sevâba vesile olur.
  6. İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.
  7. Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.

B. HURÛF-I MUKATTAA

Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.

Genel Bilgiler

Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın çu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı.

Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.

Hurûf-u Mukattaanın Yorumu

Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:

  1. Selefin görüşü: Selef âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler. Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki, peygamberler âlimlere, onlar da insanlara tahammül edebilecekleri kadar bilgi sunmuşlardır. Her grup kendisine verilenden fazlasını kaldıramaz. Çünkü akıl tam ve mükemmel değildir. Göz, güneş işiğina tahammül edemediği gibi akıl da sırlara dayanamaz.

Halefin görüşü:İkinci görüş de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun değildir. Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkında 20 kadar görüş vardır ve bir kaçını sıralayacak olursak:

 Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir. Delil olarak kullandıkları bir rivayet ise İbn Abbas’a nispet edilmektedir: Elif Lam Mim’i oluşturan harfler, Allah, Latîf ve Mecîd isimleri gösterir. Kelamcılardan bazılarına göre de, mukattaa harfleri, Allah’ın aynı harfle başlayan bütün isim ve sıfatlarına delalettir. Yani mesela Elif; Ehad, Evvel, Âhir, Ezelî ve Ebedî isim ve sıfatlarına delalet eder.

Allah Teâlâ bu harflerle yemin ederek söze başlamaktadır. Bu görüş, el-Ahfeş’e nispet edilmektedir. Ona göre Allah nasıl kendi şerefi, yüceliği ve kâinattaki bazı varlıklar üzerine yemin etmişse, hurûf-u mukattaa ile de aynı şekilde yemin etmiştir. Bu yemin, söz konusu harflerin değerini yükseltmekte ve söze ayrı bir güzellik kazandırmaktadır. Ancak bu durumda bazen peş peşe iki yemin söz konusu olmaktadır ve bu hoş karşılanmayan bir durumdur.

Mukattaa harfleri, başında bulundukları sûrelerin isimleridir. Ancak bu görüş de tenkit edilebilir mahiyette. Şayet bu harfler başlarında yer aldıkları sûrelerin isimleri kabul edilirse, o takdirde aynı harflerle başlayan birden fazla sûreyi birbirinden ayırmak nasıl mümkün olabilir?

 Mukattaa harfleri inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur. Onlara göre Allah teâlâ, bazı sûrelerin başına koyduğu bu harflerle hem inanmayanların dikkatini çekmekte hem de onlara üstü kapalı bir şekilde meydan okumaktadır. Yani Yüce Allah bir anlamda müşriklere, söz konusu harfler sizin de çok iyi bildiğiniz gibi hecâ harfleridir. Kur’an’ın tamamı da bu harflerle nâzil olmuştur. Eğer güç yetirebilirseniz, o Kur’an’ın bir benzerini getirin, demiş olmaktadır. Bu görüş, İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Psikolojik bakımdan insanları, ilgilenmedikleri şeylere yönelten bir metod olması bakımından oldukça enteresan görünmektedir.

C. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN

İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakmasıdemektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona konuşma izninin verilmesine benzer.

Kur’an’ın Mûcize Oluşunun Delilleri

Kur’an’ın mûcize oluşunun üç delili vardır:

  1. Kur’an’ın beşer üstü bir kitap oluşu: Bilindiği gibi peygamberler kendilerini ümmetlerine kabul ettirebilmek için mûcizeler göstermek mecburiyetindedirler. Peygamberlere verilen mûciceler de kendi zamanlarında revaçta olan şeylerden daha üstün özellikler taşıyordu. Bunun böyle olması tabii, bir bakıma da gerekli idi. Çünkü akdsi durumda mûcizenin inandırıcı olması söz konusu edilemezdi. Bu sebepledir ki, Hz. Musa’ya sihirle, Hz. İsa’ya da tıpla ilgili mûcizeler verilmişti. Aynı sebepten dolayıdır ki, Hz. Peygamber’e de en büyük mûcize olarak Kur’an gönderilmişti. Çünkü o dönemde de Araplar belâğat konusunda çok ileri bir durumda idiler. Arap dili âdeta altın çağını yaşıyordu. İşte böyle bir dönemde Kur’an vahyedilerek seviyesini ortaya koymuş, hem de kendi benzerinin getirilemeyeceğini ispat etmişti.
  2. Muhâliflerine Meydan Okuması: Kur’an, kendisinin ilâhî kaynaklı bir kitap olduğuna karşı çıkanlara meydan okuyarak onlardan, kendisinin bir benzerini getirmelerini istemiştir. İlk önce kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini teklif etmiş (Kasas;49). Bu mümkün olmayınca ardından kendisi gibi bir kitap getirmeleri konusunda tahaddide bulunmuştur (İsrâ;88).
  3. Benzerinin Getirilememesi: Kur’an’ın meydan okumasına rağmen muarızları onun bir sûresinin dahi benzerini getirememişlerdir. Tarih boyunca ona ciddi anlamda nazire yapılamamış olması, bundan sonra asla yapılamayacağının açık bir kanıtıdır. Çünkü her asırdaki bilginler, edipler, filozoflar, münekkit ve müellifler Kur’an’ın mûcizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Bununla beraber kaynaklar bize ilk dönemlerde bazı inkârcıların Kur’an’a nazîre yapmaya kalkıştıklarını haber vermektedir. (El-filu me’l-filu örneği için s.197)

Kur’an’ın İcâz Yönleri

Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşer gücünü aşan meziyetlerle dolu bir kitaptır. Bütün bu meziyetler, aynı zamanda onun mûcizeviliğini gösteren delillerdir.

  1. Nazım ve te’lif: dizmek, tertip etmek ve sıraya koymak demektir. Kur’an’ın harfleri, kelimeleri ve âyetleri o şekilde dizilmiştir ki, daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak mümkün değildir. Nüzûlündeki 23 senelik uzun sürece rağmen harflerin kelimelere, kelimelerin âyetlere, âyetlerin sûrelere yerleştirilmesindeki tertip gibi, sûrelerin birbirleriyle irtibatlı olarak Kur’an’ın içerisine yerleştirilmesi de ondaki vahdet, münâsebet ve insicâmı (:düzgünlük, tutarlılık) ortaya koyan icâz vecihlerinden biridir.
  2. Gaybî haberler içermesi: Kur’an, insanların bilme imkânına sahip olamayacağı gayb haberlerini de içermektedir. Kur’an ve sahih hadislerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber okuma yazması olmayan ümmî biriydi. Bundan dolayı geçmiş ümmetlerin kitaplarını okuyarak onların kıssalarını ve haberlerini öğrenme imkânına sahip değildi. Şayet Kur’an haber vermeseydi mâzide cereyan eden bu hâdiseleri Hz. Peygamberin bilmesi nasıl mümkün olabilirdi. (bkn Hud;49). Kur’an, Hz. Peygamber zamanında hâl’e ait gayb haberlerini de ihtiva etmiştir. Ayrıca indiği zamana göre istikbalde gerçekleşecek gaybî haberlerde de bahsetmektedir (msl. Fetih sûresinde Mekke’nin fethi).
  3. Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması: Kur’an’ın, beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılamasından maksat, onun her asırda ve her yerde, hiç bir dinde ve nizamda görülmeyecek tarzda insanlara doğruyu göstererek, onları dünya ve âhirette mutlu etmeyi amaçlamasıdır. Bu yüzdendir ki Kur’an, insanlığın yeryüzündeki kısa hayatı ve âhiret hayatı için gerekli olan ve ilgili prensipleri ihtiva etmiştir. İnsan da eğer Kur’an’ın ortaya koyduğu bu evrensel prensipleri gereği gibi anlayıp uygulama alanına çıkarabilirse, o yüce kitabın hedeflediği mutluluğu elbetteki yakalayabilecektir.
  4. Fenni mûcizelere işaret etmesi: Kur’an’ın asıl amacı insanları hidâyete sevketmektir. Ancak Kur’an bu noktayı dikkate alarak ibret için zaman zaman fen ve tabiat ilimleri gibi ilimlere de çok genel anlamda temas etmiştir. Mesela arzın yuvarlaklığı (Zümer;5 ve Nâz’iat;30) ve güneşin kendi yörüngesinde döndüğü (Yasin;38). Modern bilimin henüz keşfetmeye çalıştığı bütün bu husulardan Kur’an’ın asırlar öncesi söz etmesi onun mûcizeliğinin kesin bir işaretidir.
  5. Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından değiştirilmemesi: Kur’an’ın bize, müşriklerin Hz. Peygamber’den hoşlarına gidecek, onların durumlarına ve yaşadıkları zamana uygun hükümler taşıyacak nitelikte bir kitap istediklerini haber vermektedir. (Yunus;15-16). Bu âyetler bir taraftan müşriklerin, Kur’an’ın tebdili (:değiştirilmesi) konusundaki taleplerini dile getirmekte, diğer taraftan da onların bu taleplerini asla dikkate almaması hususunda Hz. Peygamber’i uyarmaktadır. Dolayısıyla bu da onun, ilahî bir kaynaktan geldiğinin ve mûcize bir kitap olduğunun apaçık bir delilidir.

D. MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN

Müşkil Kavramı

Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır.

İşkâle Yol Açan Sebepler

Kur’ân’da bulunduğu zannedilen müşkilâtın sebepleri vardır.

  1. Mevzû ihtilâfı: Bazen herhangi bir konu Kur’ân bütünlüğü içerisinde ele alındığı zaman, o mevzu ile ilgili âyetler arasında bir tezat olduğu, yani bir ya da birkaç âyetteki mananın bir başka âyetle çelişki teşkil ettiği zannedilebilir. 
  2. Hakikat ve mecâz imkânı: Kur’an’daki âyetler bazen hakiki bazen de mecâzî anlamda kullanılmışlardır. Bazı âyetlerde hem mecâz hem de hakiki mana aynı anda görülebilmektedir. Meselâ: “..insanları sarhoş bir halde görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir..” (Hâcc;2) âyetinde ilk anda çelişki varmış gibi gözükse de kıyâmetin dehşetine izâfetle mecâzen insanların sarhoş olacakları ifade edilirken, sarhoşluğun şaraptan geleceği düşünülerek hakikate izâfetle de sarhoş olmadıkları dile getirilmiştir.
  3. Fiilin isnadıyla meydana gelen müşkilât: Bazı Kur’ân âyetlerinde de yapılan bir işin isnâdı konusunda ihtilâf olduğu zannedilmektedir. Meselâ “Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı...” (Enfâl;17) Bu âyet Bedir savaşındaki Müslümanlar hakkında inmiştir. Ancak âyette zâhiren fâil müminler ise de, hakîkatte Allah’tır. Yani âyetteki öldürme ve atma olayını yapmak kullara, dileme ve yaratma Allah’a aittir. O halde fâil-i hakiki Allah’tır ve bu yüzden de fiil O’na isnad edilmiştir.
  4. Zıt anlamlılığın sebep olduğu ihtilaf: Meselâ “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d;28) âyetiyle, “Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yörekleri titrer..” (Enfâl;2) âyetinde zikredilen kalplerinsükûnetiyle kalplerin titreyişi çelişkili gözükmekte. Ancak demek istenilen müminin kalbi Allah’ın zikriyle huzurludur, ancak haktan ve hidâyetten sapma korkusuyla da her an titremekte ve ürpermektedir. Dolayısıyla söz konusu anlamlar bir bütünü tamamlayan iki unsur konumundadır.
  5. Bir hakikatın farklı biçimlerde anlatımı: Kur’an, Hz. Âdem’in yaratılışından söz ederken farklı ifadeler kullanmıştır. Meselâ, onun topraktan (Âl-i İmran;59),kokuşmuş kara çamurdan, balçıktan (Hicr;26)cıvık çamurdan (Sâffât;11), kupkuru balçıktan (Rahmân;14), yaratıldığını belirtmiştir. Bu âyetler arasında ilk etapta bir tezat olduğu düşünülebilir. Esasen söz konusu âyetlerde geçen şeyler aynı şey olmamakla birlikte cevher itibariyle hepsinin menşei (:kaynağı) topraktır ve bütün bu ifadeler toprağın farklı biçimlerini ortaya koymaktadır. Yani bu ifadeler ilk insanın yaratılış aşamalarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aralarında anlam itibariyle herhangi bir çelişki yoktur.

İşkâli Giderme Yolları

Kur’ân müşkillerini gidermek için ortaya iki yol çıkmıştır:

  1. Te’vil ve te’lif yolu: Yukardaki işkâle yol açan sebepler altında verilen bütün örnekler bu konu için de örnek teşkil etmektedir.
  2. Nesih yolu: Allah Teâlâ’nin eski bir hükmü yenisiyle yürülükten kaldırmasını ifade eder ve özellikle müfessirler ve fakihlerin çelişkili görünen bazı âyetleri uzlaştıramadıkları zaman başvurmuşmus oldukları bir yol olarak görünmektedir. Aşşağıda bu konu genişce açıklanacaktır. 

E. MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

Münâsebetin Manası ve Alanı

Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişkidemektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

Kur’ân âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam ilişkisinin bulunması zaruridir. Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler arasında söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.

Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.

 Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi

Kaynaklar, Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem münâsebet hem de münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir. Kur’ân’ın insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.

VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.

F. FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

Anlamı

Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

Kur’an’la ilgili Fazilet Hadisleri

Hz. Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir:

  1. Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. (Buhârî)
  2. Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir. (Buhârî; Ahmed b. Hanbel)

Kur’an’ın tümü hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.

Sûrelerle İlgili Fazilet Hadisleri

Sûrelerin faziletine dair pek çok hadis mevcuttur. Bunların büyük bir kısmı tefsir kitaplarında yer almaktadır:

  1. Kim Cuma günü Âl-i İmrân sûresini okursa, Allah ve melekler güneş batıncaya kadar ona salât (rahmet ve istiğfar)ederler.
  2. Kim En’âm sûresini okursa, her âyetine karşılık yetmiş bin melek gece ve gündüz o insanın bağışlanması için dua eder.

Kur’an sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen bu hadisler ez-Zemahşerî, el-Beydâvî ve Ebu’s-Suûd Efendi’nin tefsirlerinde yer almaktadır. Kaynakların belirttiğine göre bu müfesirler söz konusu hadisleri, Kur’an sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla rivâyet etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki müfessir eş-Şirbînî, ez-Zemahşerî ve ona tâbi olarak aynı hadisleri naklene el-Beydâvî’nin pek çok uydurma hadisi kitaplarına aldıkların söz etmektedir. Bu müfessir söz konusu hadislerin mevzû olduklarını belirtirken, âlimlerin ekseriyetinin görüşünü benimsemiştir. Kur’an sûrelerinin faziletiyle ilgili pek çok hadisin uydurulduğu konusunda açık itiraflarda mevcuttur. Mesela Meysere b. Abdi Rabbih İnsanları Kur’an okumaya teşvik etmek için pek çok fazilet hadisi uydurduğunu beyân etmiştir.

 

Kur’an sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan hadisler teşvik için yaramış olsa bile uydurulan hadislerde öngörülen aşırı sevaplar, Müslümanları Kur’an’ın ruhundan uzaklatırıp sadece onun lafzıyla meşgul etmiştir. Halbuki ümmetin en hayırlısı olan ashâb Kur’an’ın manası ve hükümlerin uygulanması konusunda çok titiz davranıyordu. Böylece bu mevzû hadisler Müslümanları daha çok Kur’an’ın lafzına yönelterek onları asıl görevlerinden uzaklaştırmıştır.

   TARİH İÇERİKLİ İLİMLER

Kur’an tarihe ve tarihi olaylara özel bir önem atfetmektedir. Hedefi, olayların arkasında kalan gizli degerleri, önemli mesajları muhataplarına ulaştırmaktır. Kur’an sadece tarihi bilgileri anlatmakla kalmaz, zaman zaman da Yüce Allah’ın yaratıcı kudretini, tarihin akışıyla birlikte hep var olan İlâhi yasaları (Sünnetullah) görme imkanı sağlayan jeolojik ve biyolojik özelliklere de dikkatlerimizi çeker.

A. KISASU’L-KUR’ÂN

Kıssaların amacı, sadece insaların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmak değildir. Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi içerisinde kıssalar, bir nakil ve aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere paralel olarak ele alınması ve üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve prensiplere ulaşılması gereken tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi bir tarih yorumunu elde etmemiz için mevcutturlar.

Kıssa Kelimesinin Anlamı

Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmekmanalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.

Kıssaların Gayeleri

  1. Hz. Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek: Bilindiği gibi ne Hz. Peygamber ne de kavmi, geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin durumlarına vâkıf değildir. Yusuf 102, Kasas 44-45 gibi âyetlerde bu husus açıkça dile getirilmiştir. İşte Hz. Muhammed’in bu kıssaları bilmediği halde Kur’an vasıtasıyla doğru bir tarzda anlatması onun, Allah’ın vahyine mazhar olduğunun en büyük delilidir.
  2.  Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek: Hakka davet meşakkatli bir yoldur. Bütün peygamber bu yolda çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. İşte bu gibi durumlarda Yüce Allah önceki peygamberlerin kıssalarını inzâl ederek, onların da aynı problemlerle karşılaştıklarını anlatmış, böylece peygamberini teselli edip azmini ve irâdesini güçlendirmiştir.
  3. Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak: Görebildiğimiz kadarıyla Kur’an kıssaları, iyilik ve kötülüğün çatışmasını konu edinmektedirler. Her fert Kur’an kıssalarında kendi konumuna ve karakterine uygun bir önek seçebilme imkânına sahiptir. Dolayısıyla mümin insan bu kıssaları okuduğu zaman oralarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara benzemek, kötülerden de nefret edip onlar gibi olmaktan sakınmak ister.
  4. İslâm’in evrenselliğini ortaya koymak: Tarih boyunca bütün ğeygamberler Allah’ın varlığını ve birliğini tebliğ edip insanlığı şirkten uzaklaştırmaya gayret etmişlerdir. Enbiyâ sûresinin 48-92 pasajı bunun en güzel örneğini oluşturmaktadır. Bu pasajlarda hakiki varlıkla O’na ortak olarak ileri sürülen tanrıların, başka bir ifadeyle hak ile bâtılın mücadelesine yer verilmiş, son âyette de bu anlatımların gayetine temas edilmiştir.
  5. Semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek: ‘Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur..’ (A’râf;73) ve ‘Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin ondan başka ilâhınız yoktur...’ gibi âyetler bu hususa açıkca işaret etmektedir.

Kıssaların Özellikleri

Kur’an, ilâhî mesajı muhataplarına ulaştırmak için tarihi olayları araç olarak kullanmıştır. Kur’an bu önemli hedefi gerçekleştirirken, söz konusu olan kıssaları belli bir takım özellilere riâyet ederek sunar:

  1. Zaman söz konusu değildir. Mekân ve şahıs unsurlarına pek rastlanmaz. Msl. Yâsin 13-27
  2. Bütün kıssalar (Yusuf kıssası hariç) fragmanlar/parçalar halinde zikredilmiştir.
  3. Hangi maksat ile kıssa zikrediliyorsa hâdiselerin sadece o miktarı verilmektedir.
  4. Araplar arasında yaygın olarak bilinen kıssalara yer verilmiştir.
  5. Tarihi birer belge niteliğinde değil, Araplardaki edebî ve menkıbevî özellikleriyle kullanılmıştır.
  6. Tarihi öğeler ön planda görülmeyip çoğu zaman ihmal edilmiş, gayeye hizmet etmeyen detaylar hazfedilmiştir.
  7. Birkaç yerde değişik açılardan ele alınarak tekrar edilmiştir. Ancak her zikredilişin farklı bir münasebeti vardır.
  8. Temsili bir anlatım tarzı seçilmiştir. İfadeler kuruluktan kurtarılıp canlı ve hareket dolu bir savirle müşahhas hale getirilmiştir.

Kıssaların Vâki Olmadığı İddiası

Kur’an kıssalarının gerçekte vuku bulmadığı iddiasını ilk defa ciddi bir şekilde gündeme getiren, Muhammed Ahmed Halefullah’tır. Halefullah’ın konuyla ilgili iddiası şöyledir: Kur’an’ın birçok âyetinde müşriklerin Kur’an hakkındaki ‘evvelkilerin masalları’ nitelemelerine yer verildiği halde hiç bir ayette bu iddialar reddedilmiş değildir. O halde Kur’anda masal bulunduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Kur’an, naklettiği bu olayların vuku bulup bulmadığına, gerçekle uyuşup uyuşmadığına önem vermemiştir çünkü o kıssaları sadece vermek istediği talimat ve öğütler için vesile kılmıştır. Bize göre bu iki iddia da mesnetsiz ve tutarsızdır. Çünkü Kur’an, Furkân sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde ‘evvelkilerin masalları’ iddiasını reddetmektedir. Ayrıca, anlattığı kıssaların gayb haberleri olduğunu da birkaç âyetinde ifade etmiştir (Âl-i İmrân:44; Yûsuf:102). Ayrıca Kur’andaki kıssaların Kitab-ı Mukaddes’de anlatılanlara çok benzemesi de bu iddialar için bir delil teşkil etmez. Kitab-ı Mukkades ile Kur’an-ı Kerîm’in kaynağı birdir ve Kitab-ı Mukaddes’in tamamen tahrif edildiğine dair bir bilgi yoktur. Öyleyse bu benzerliklerin bulunmasında gayet tabiidir.

B. ESBÂBU’N-NÜZÛL

Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.

Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı

Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’. Örnek için bkn. S.232-234

Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler

Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:

  • Âyetin nüzûl sebebi şudur.
  • Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.
  • Bu hâdise üzerine şu âyet nâzil oldu.

Esbâbu’n-nüzûlle İlgili Rivâyetlerin Sıhhati

Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:

  1. Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
  2. Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
  3. Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
  4. Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.

Rivâyetlerin Çeşitliliği

Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir. Ancak bu farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla takip edilmesi gereken bazı yollar vardır:

  1. Önce rivâyetlerin sıhhat dereceleri araştırılarak sahih olanı alınacak.
  2. Her ikisi de sahih ise, aralarında bir tercih sebebi aranacak. Mesela bir rivâyetin müşahede (:bizzat görme) dayanması yahut Buhârî sahihinde yer alması tercih sebebleri olabilir.
  3. Bu da mümkün değilse olayların zaman bakımından birbirine yakın olup olmadığına bakılır. Eğer zaman bakımından yakınlık var ise rivâyetler arası cem ve te’lif edilir.
  4. Bu da mümkün değilse, o zaman o rivâyetlere konu olan âyet veya sûrenin mükerrer nâzil olduğu kabul edelir. Ancak iki defa bir âyetin nâzil olmasının izahı çok zor görünmektedir. Bunun hikmeti bazı âyetlerin hatırlatma amacıyla tekrar ‘inmiş’ olduğunu düşünebilir. En doğrusunu Allah bilir... (Ayrıntılı bilgi için bkn. S.239-240)

Esbâbu’n-nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar

  1. Olumlu sonuçlar:
    1. Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.
    2. Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
    3. Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.
    4. Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.
    5. Hasr veya tahsis (:anlamların darlığı?) şüphesini ortadan kaldırır.
  2. Olumuz sonuçlar:
    1. Âyetleri nüzûlüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek.
    2. Yorum zenginliğine engel olmak.
    3. Müfessirleri gereğinden fazla meşgul ederek onların mesailerini verimsizleştirmek.
    4. Ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek.

C. NÂSİH-MENSÛH

İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.

Neshin Tanımı

Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.

Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması

Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.

  1. Neshi Kabul Edenlerin Delilleri:
    1. Kur’an da yer alan üç ayrı âyet, neshin varlığından söz etmektedir: “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye Kâdirdir.” (Bakara; 106). Ayrıca Nahl;101 ve R’ad;39.
    2. Neshin Kur’an’dan bulunduğuna konusunda icmâ mevcuttur.
    3. Sahabeden yaılan nakiller de Kur’an’da neshin var olduğunu göstermektedir.
    4. İki âyet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise akıl neshe müracaatı zaruri görmektedir. Yani nesh aklen de mümkündür.
  2. Neshi Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
    1. Neshin varlığına dair açık bir şekilde delâlet eden bir âyet yoktur. Yukarda bahsedilen âyetler, Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları yürürlükten kaldırdığını ifade eder.
    2. Neshin söz konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koyacak üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir hadis de mevcut değildir.
    3. Mensûh olduğu ileri sürülen âyetlerin sayıları konusunda da ittifak edilmemiş.
    4. Çoğu zaman mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olduğuna dair kesin bir delil yoktur.
    5. Nesih, akâidle ilgili olmayıp, tefsir ilminde bir sistem niteliğindedir. Reddi küfrü gerektirmez.

Esasen Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla anlam alanı darltılmıştır.

Nesih ile Tahsisin Farkları

  1. Nesih hükmün bütün cüzlerini ilga eder, tahsis hükmün sadece bir kısmını kaldırır.
  2. Nesih sadece emir ve nehiylerde mümkün olur, tahsis haberlerde de yapılabilir.
  3. Nesihte mensûhun nâsihten önce nâzil olması gerekirken tahsiste bu şart yoktur.
  4. Nesih yalnız kitap ve sünnette, tahsis bu iki aslın dışında da söz konusudur.

Neshin Şartları

  1. Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
  2. Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
  3. Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması
  4. Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
  5. Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.

Neshin Tespiti

Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.

Neshin Kısımları

Metni Mensûh Hükmü Bâki Naslar: 

Metni Bâki Hükmü Mensûh Naslar: 

Hem Hükmü Hem Tilâveti Mensûh Naslar:

 

HADİS İLE İLGİLİ ISTILAHLAR

I- KABUL VEYA RED AÇISINDAN:

A- MAKBUL HADİS: Kendisiyle amel edilmesini gerektiren hadislerdir. ("Ma`mulun bih", "me`huzun bih" de denir.)

B- MERDUD HADİS: Râvîsinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek gerekmeyen hadistir.Hükmüyle amel edilip edilmemesi konusunda karar verilemeyen ("tevakkuf edilen") hadisler de merdud gibidirler.

II- RÂVÎ SAYISI (VEYA DERECE-İ ŞUYU`) AÇISINDAN:

II-A- MÜTEVATİR HADİS: (1) Yalan üzerinde birleşmeleri âdeten mümkün olmayan râvîler topluluğunun ("cemm-iğafir"), her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, (2) işitme veya görmeye ("mahsûsat") dayanan hadistir. Kesin bilgi ifade eder, amel vaciptir, reddi küfrü gerektirir, tetkik ve tenkid dışıdır.

II-A-1- Lafzen Mütevatir: Bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan hadistir ki "yok denecek kadar" azdır. "Men kezebe aleyye..." misalidir. Kayıt konmadan "mütevatir hadis" denince "lafzen mütevatir" anlaşılır.

II-A-2- Ma`nen Mütevatir: Aralarında ortak bir nokta bulunan değişik lafızlı hükümlerin, tevatür şartlarını taşıyan râvîlerce rivayet edilmesiyle ortaya çıkan "ortak manaya" denir. Mesela, 100 kadar değişik lafızlı hadisten çıkan bir mütevatir mana Resûlullah Aleyhissalatü ves`selâm`ın "ellerini kaldırarak dua ettiğidir."

II-B- ÂHAD HADİS: Mütevatir hadis şartlarını taşımayan hadistir. (Mütevatir derecesine ulaşamamış hadistir.) (Kelime anlamı öyle olsa da, sadece bir kişinin rivayet ettiği hadis DEMEK DEĞİLDİR.) Hadislerin hemen hepsi bu anlamda âhaddır.

II-C- MEŞHÛR HADİS:1- Başlangıçta âhad iken Tabiin ve Etbaut-tabiîn devrinde tevatür derecesine ulaşan hadistir.2- Tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde râvîsi "ikiden aşağı olmayan" hadistir. (İbni Hacer "ikiden fazla olan" demiştir.)

II-C-1- Sened tetkiki sonuçlarına göre meşhur: - Sahih Meşhur, - Hasen Meşhur, - Zayıf Meşhur.

II-C-2- Şöhret buldukları yere göre meşhur: - Hadisçiler nezdinde; - Hadisçiler, Ulema ve Halk nezdinde; - Fakîhler nezdinde; - Usûlcüler nezdinde; - Halk nezdinde meşhur.

III- SENEDİN MÜNTEHASI (HADİSİN SÖYLEYENİ) AÇISINDAN:

III-A- KUDSî HADİS: Ayet olmamak kaydıyla, Resûlullah`ın: "Allah Teâla şöyle buyurmuştur:" diyerek, Allah`a nisbet ve izafe ettiği hadistir. "İlâhî" ve "Rabbânî" hadis de denir. Konuları genelde Allah`ın sıfatlarıdır.

III-B- MERFU` HADİS: Söz, fiil, takrîr; fıtrî veya ahlâkî vasıf olarak -muttasıl veya munkatı` olsun- açıkça (sarâhaten) veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Resûlullah`a izafe edilen hadistir. İttifakla huccet sayılmıştır, bağlayıcıdır.

III-B-1- Sarâhaten Merfû`: İçinde açıkça Resûlullah`a ait bir söz, fiil, takrir veya vasıftan söz edilen hadistir.
- Kavlî hadis rivayet lafızları: "Resulullah şöyle buyurdu", "şunları haber verdi", "şöyle buyururken işittim", "şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir";
- Fiilî hadis rivayet lafızları: "şöyle yaptığını gördüm", "şöyle yapardı";
- Takrîrî hadis rivayet lafızları: "huzurunda şöyle yaptım, yaptı, yapıldı".

III-B-2- Hükmen Merfû`: Herhangi bir "sahabi"nin, geçmiş peygamberler veya gelecekte cereyan edecek olaylar ya da işlenmesi halinde işleyene sevap veya günah kazandıracak konular gibi şahsî görüş ve kanaata dayanmasımümkün olmayan ("mahalli ictihad ve re`y olmayan") konulara ait verdiği haberlerdir. İsrailiyyattan nakil yapmayan bir sahabi olması önem arzeder.
- Kavlîye misal: İbni Mesud`un sihirbaz, arrâf, kâhin ve onlara gidenleri tekfir etmesi,
- Fiilîye misal: Hz. Ali`nin Kusuf Namazında ikiden fazla rükû yapması,
- Takrîrîye misal: "Resulullah zamanında şöyle yapardık, söylerdik", "şu sünnettendir" lafızları.
III-B-EKLER- Ayrıca "tabiundan bir râvî" senedi sahabiye ulaştırıp şu ifadeleri kullanırsa da merfû` hadis olur:-"yerfa`uh, veyerfa`ul`hadîs: hadisi ref ederek rivayet etti"; "yenmîhi: isnad ederek"; "yebluğu bihi: sözü Resulullah`a ulaştırarak"; "yervîhi: Resulullah`dan rivayet ederek"; "rivâyeten, ravâhu".
- Mürsel Merfû`: Sonraki nesilden bir râvî sözü "tabii"ye ulaştırıp üstteki ifadeleri kullanırsa.
- Muallak Merfû`: Bütün sened hazfedilerek Resulullah'a izafet edilen hadis.

III-C- MEVKÛF HADİS: Sahabilerin söz fiil ve takrirlerine dair -muttasıl veya munkatı`- haberlerdir. Sened sahabide kalıp Resulullah'a ulaşmaz. Sadece "sarahaten" mevkûf olur, hükmen olmaz. Misaller: "Hz. Ali şöyle dedi", "İbni Abbasşöyle yaptı", "İbni Ömer`den mevkûf olarak rivayet olundu ki", "hadis İbni Abbas`a varınca mevkûftur". (Dikkat: Vakkafahû tabiri geçen her hadis mevkûf olmayabilir.) Hanefilerden Râzî, Serahsî ve müteahhirûn ile birer görüşlerinde İmam Malik ve Ahmed Bin Hanbel mevkûf hadisi hüccet sayarlar. Bazı Hanefiler ve İmam Şafii huccet saymaz.

III-D- MAKTU` HADİS: Herhangi bir tabiiye izafe olunan söz, fiil ve takrirlerdir. Etbâu`t Tabiîn de tabiî gibi kabul edilir. (İlk devirlerde bunun için Munkatı` terimi de kullanılmış.) Huccet değildir.

 

IV- SIHHAT VEYA HÜKÜM AÇISINDAN:

IV-A- SAHİH HADİS: "Adalet ve zabt sahibi ravilerin", "muttasıl senedle rivayet ettikleri", "şâzz" ve "muallel" olmayan hadistir. Hüccettir ve onunla amel vaciptir. "Bu hadis sahihtir" demek, onun sıhhat şartlarını taşıdığı ve o hadisin sahih olabileceği konusunda oldukça kuvvetli bir zanna sahip olunduğunu gösterir. Yalnız "mütevatir hadiste" olduğu gibi kesinkes bir kanaatten söz edilemez. Bu yüzden çoğunluk, itikadî konuların ancak Kur`ân ve mütevatir hadis ile sabit olacağını kabul eder. Sahih hadisin derecelerişunlardır:
-Buhari ve Müslim'in kitaplarına aldıkları hadisler. (Formülü: B+,M+),
-Buhari'nin yalnız başına rivayet ettiği hadisler. (B+),
-Müslim'in yalnız başına rivayet ettiği hadisler. (M+),
-Kitaplarına almamış da olsalar Buhari ve Müslim'in şartlarına uygun olan hadisler.(B/,M/),
-Yalnızca Buhari'nin şartlarına uygun olan hadisler.(B/),
-Yalnızca Müslim'in şartlarına uygun olan hadisler.(M/),
-Buhari ve Müslim dışındaki hadis mütahassılarının sahih dedikleri hadisler.(Diğerleri/).

IV-A-1- Sahih Li Zâtihî: Mutlak olarak sahih hadis denince bu anlaşılır.

IV-A-2- Sahih Li Ğayrihî: Sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sahih derecesine çıkaracak bir başka rivayet ("âdıd") bulunan hadistir. "Sahil lâ li zâtihî" de denir.

IV-B- HASEN HADİS: Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şâzz ve muallel olmayan hadistir. Sahihten farkı, râvîsinin zabtının mükemmel olmayışıdır. İttifakla ihticac ve amel bakımından makbuldür.

IV-B-1- Hasen Li Zâtihî: Mutlak olarak hasen hadis denince bu anlaşılır. Lafzı benzer bir başka hadis ("mütabi`") ile takviye olunursa, Sahih Li Ğayrihi derecesine yükselir.

IV-B-2- Hasen Li Ğayrihî: Yalancılıkla itham edilmemiş ve çok hata yapacak kadar dalgın olmayan "ve fakat ehliyeti açıkça anlaşılamayan ("mestûr") bir râvîsi bulunan hadis" lafız veya mana yönünden başka rivayetlerle desteklenirse bu adı alır. Kısaca: "Âdıd ile hasen mertebesine çıkan hadistir." Zayıf hadise çok yakındır, zayıftan farkı onu destekleyen bir veya birkaç rivayetin olmasıdır. Çoğunlukla başka hadisleri desteklemek ("i`tibar") için kullanılır.
IV-B-EK- Hasen-Sahih: 1- Birkaç senedi olan ve Sahihlik derecesine ulaşan hadis. 2- Bir tarikten Hasen bir tarikten Sahih hadis.
Hasen-Garîb: Gariblik hem sened hem de metinde olur da bir tek senedle rivayet edilmiş olursa ve manasınıtakviye eden başka deliller bulununca onu "hasen li zatihi" kabul ettiğini göstermek için Tirmîzi bu adı verir.

IV-C- ZAYIF HADİS: Sahih ve Hasen hadis şartlarını taşımayan hadistir. Sahih ve Hasen hadis şartlarından herhangi biri eksik olursa hadis zayıf demektir. Birden fazla şart noksan olursa zayıflık daha şiddetli olur. Böylece zayıf hadisin dereceleri de farklılık arzeder. Bu yüzden çeşitleri hakkında 49`dan 510`a kadar değişen rakamlar verilmiştir.
Tirmizî`ye gelinceye kadar hadisler "sahih" ve "sakîm (zayıf)" diye ikiye ayrılırdı. Zayıf hadisler de "metrûk" ve "ğayr-i metrûk" olarak ikiye ayrılıyordu. Tirmizî`den sonra sahih ile zayıf arasına bir de "hasen" çeşidi girdi. Böylece "Ğayri metrûk zayıf" hadisler "hasen" terimiyle zayıflar arasından ayrılmış oldu. O halde Tirmizî`den önce yaşamışbir muhaddisin dilindeki "zayıf hadis" teriminin "hasen hadisleri" de içine aldığı dikkatten uzak tutulmamalıdır.
Zayıf hadisle amel konusunda üç ayrı görüş vardır. -Asla amel olunmaz, - Mutlak olarak amel olunur, -Amellerin faziletleri konusunda özel şartlarına bağlı olarak amel olunur. Zayıf hadisi belli kısımlara ayırıp, belli şartlarla amel etmek görüşü orta ve doğru bir yoldur.

Hadiste zayıflık genelde iki sebepten kaynaklanır:

IV-C-1- Seneddeki İnkita Sebebiyle Zayıf Hadis ve Çeşitleri: Senedden en azından bir ravinin düşmesi demektir. Böyle bir inkita` varsa, seneddeki bütün raviler sika olsalar bile, sırf bu inkıta` metnin reddini gerektirir.

IV-C-1-a- MÜRSEL HADİS: Tabiî`nin sahabiyi atlayarak Resulullah'a izafe ettiği hadistir. Muhaddis, fakîh ve usulcülerin çoğuna göre delil olmaz, ihticac yapılmaz, zayıftır. Ebu Hânife ve İmam Malik sikanın mürselini sahih ve hüccet sayar. Bir de sahabenin bir başka sahabiden duyduğu hadisi Resulullah`dan rivayet etmesi vardır ki buna "sahabi mürseli" denir. "Sahabi mürseli sahihtir" hükmünde ittifak vardır. Senedde atlanan kişi her zaman kolayca anlaşılmayabilir. İşin ehli olanların farkedebileceği bu tür irsâle, "irsâl-i hafî", böylesi hadise de "mürselü-l-hafiy" denir.

IV-C-1-b- MUNKATI` HADİS: 1- Senedi muttasıl olmayan hadistir. 2- Senedin herhangi bir yerinden bir râvînin veya "farklı yerlerinden" "peşpeşe olmamak şartıyla" birden fazla râvînin düştüğü hadistir. 3- Müteahhirun, "etbâ`ut tâbiîn"in "tabiî"yi atlayarak sahabiden naklettiği hadise munkatı` demiştir. 4- Senedinde müphem bir kişinin zikredildiği hadise de munkatı` diyenler olmuştur. Munkatı`, mürsel`den daha zayıftır.

IV-C-1-c- MU`DAL HADİS: Senedin herhangi bir yerinden "peşpeşe" "iki veya daha çok" râvînin düştüğü hadistir. Merfu hadisi, sahabi ve Resulullah`ı zikretmeyerek tabiîn`den birinin sözüymüş gibi nakletmek de hadisi mu`dal kılar. Mu`dal, munkatı` dan daha zayıftır.

IV-C-1-d- MUALLAK HADİS: Senedin baş tarafından bir veya birkaç râvî ya da müntehasına kadar senedin bütünüyle hazfolunduğu hadistir. Ta`lik aslında bir rivayet kusurudur. Sahihayn`daki 1300 küsür ta`likin Buhari`ye göre sahih oldukları kabul edilmektedir.

IV-C-1-e- MÜDELLES HADİS: Tedlis, senede dahil bir râvînin ismini atlayarak, orada öyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde senedi söylemek demektir. (Lugatte malın ayıbını müşteriden gizlemek demektir.) Tedlis yapan râvîye "müdellis", senedden düşürülen râvîye "müdellesün anh", tedlis ile rivayet edilen hadise de "müdelles hadis" denir. Tedlis üç çeşittir:
1- İsnad Tedlisi: Râvînin görüşmediği veya görüştüğü halde hadis almadığı çağdaşıbir kişiden işitmiş gibi "kâle fülân" veya "an fülân" diyerek hadisi rivayet etmesidir. (Râvînin görüşmediği çağdaşından yaptığı rivayete "mürsel-i hafî" de denir.)
2- Şuyûh Tedlisi: Râvînin hocasını bilinmeyen bir isim, sıfat veya künye ile zikretmesidir.
3- Tesviye Tedlisi: Sika râvîler arasındaki zayıf bir râvîyi atlayarak, hep sikadan gelmiş intibaını verecek şekilde hadisin rivayet edilmesidir.

IV-C-2- Râvîdeki Cerhi Gerektiren Hallere Göre Zayıf Hadis ve Çeşitleri: "Metain-i `Aşere" denilen râvîleri tenkid noktalarından birinin veya birkaçının râvîsinde bulunması sebebiyle zayıf kabul edilen hadisler bu türe girer ki on çeşittir:

IV-C-2-a- MEVZU` HADİS: Resûlullah`ın adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş râvînin rivayetine denir. Buna "hadis diye uydurulmuş söz" demek daha doğru olur.

IV-C-2-b- METRÛK HADİS: Yalancılıkla itham edilmiş ("ittihamur`ravî bilkizb", "töhmet-i kizb") bir râvînin rivayetinde yalnız kaldığı ("teferrüd ettiği") hadistir ki "matrûh hadis" de denilir. Şöyle de tarif edilmiştir: Hiçbir sikanın rivayetine muhalif olmaksızın kizb, kesret-i galat, fısk ve gaflet gibi cerh noktalarından biri ile itham edilen râvînin "yalnız başına rivayet ettiği" hadistir.

IV-C-2-c- MÜNKER HADİS: Çeşitli tanımları vardır: 1- Zayıf bir râvînin sika bir râvîye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. 2- Sika olsun olmasın râvîsi tek kalan hadistir. 3- Sikanın hadisin tamamında teferrüdü. 4- Sikanın hadisin bir kısmında teferrüdü. 5- Bir hadisin senedinde iki zayıf râvînin bulunması ve başka senedinin de bulunmaması. 6- Senedinde tanınmayan (lâ yu`raf) bir râvînin bulunduğu hadis. 7- Kesretü`l ğalat, fartu`l ğafle ve fısk gibi tan noktalarıyla tenkid edilmiş râvîlerin rivayetlerine de münker denilir.

IV-C-2-d- MU`ALLEL HADİS: Görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadisdir ki "ma`lûl" de denir. Hadisin illetini bulan muhaddise mu`allil denir. "Mürsel veya munkatı` hadisi mevsûl olarak", "bir hadisi başka bir hadisin içine katarak", "mevsûl olanı mürsel olarak", "merfû`u mevkûf olarak", "sika yerine zayıf râvî zikrederek" rivayet gibi cerhe sebep olan hatalara "vehim" denilmektedir. Bu tür hatalarla rivayet edilmiş olan hadise de muallel denir.

IV-C-2-e- MÜDREC HADİS: Hadisten olmayan bir sözün, hadise bitişik olarak zikredilmesine "idrac", bu durumdaki hadise de müdrec denir. Bu, Resulullah`ın sözüne herhangi bir râvînin sözünün karışması demektir. Şu durum da bir çeşit idrac sayılmıştır: Muhalefetü`s-Sikât, yani zayıfın sikaya, sikanın da daha sika olana muhalif rivayette bulunması. Müdrec vaki olduğu yere göre iki kısma ayrılır:
1- Müdrecü`l İsnad: Sika ravilere muhalefetin senedin akışını bozmak suretiyle gerçekleşmişolması. Dört şekilde olur.
2- Hadise ait olmayan bir sözün hadisin metnine katılmış olmasıdır. Metnin baş, orta veya sonunda olabilir.

IV-C-2-f- MAKLÛB HADİS: Senedindeki bazı râvî isimleri ya da metnindeki bazı kelimeler takdîm veya te`hire uğramış hadistir. Hadisdeki takdim veya te`hîr hükmü de etkileyecek derecede ise maklûb`un bu türüne "ma`kus" denmiştir. Bir râvînin rivayeti olarak meşhur olmuş bir hadisi, hem ğarib hem de merğûb göstermek için o râvî yerine aynı tabakadan bir başka râvî ikame ederek yapılan rivayete de "mesruk" denir. İki metnin senedlerini değiştirme şeklindeki kalb`e "kalb-i mürekkeb" denmiştir. Sikat`ın zikretmediği bir râvînin sened arasında yanlışlıkla zikredilmesine "mezîd fî muttasılı`l-esânîd" denir.

IV-C-2-g- MUZTARİB HADİS: Birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerinin birini diğerine tercih edecek sebep bulunmayan hadislerdir. Kısaca: "İki muhtelif surette rivayet edilen hadis" diye de tarif edilir. Iztırab daha çok isnadda, bazen de metinde olur. İsnadda olan, senedlerin mütehalif olmasından; metindeki ise yine o metin hakkıdaki rivayetlerin mütehalif olmasından ve bunların cem` ve te`lifinin mümkün olmamasından doğar. Tercih sebebi bulunursa ıztırab kalmaz. Tercih edilene "mahfuz" ve "ma`ruf" mercûh`a da "şâz" ve "münker" denir.

IV-C-2-h- ŞÂZ HADİS: İnfirâd ve muhalefetü`s-sikât noktalarından tanımları yapılmıştır: 1- Sika bir râvînin mütabiî olmaksızın tek başına (münferiden) rivayet ettiği hadistir. 2- Sika bir râvînin diğer sika râvîlere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. 3- Sika bir râvînin daha sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. Daha sika olan râvînin rivayetine "mahfuz" denir. Demek ki bu tarifte şâz ile mahfuz birbirinin zıddıdır. 4- Sika bir ravinin diğer sika ravilere -sened veya metinde ziyade veya noksanlıkta bulunmak suretiyle- muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. Bu tarifte şâz, münker hadisin bir türü ile birleşmektedir. Buradan hareketle şâz hadise münker ve merdûd da denilmiştir. Şu nokta unutulmamalıdır: Hadisin şâz kabul edilmesi için infirad ve muhalefetin ikisinin birden bulunması gerekir.

IV-C-2-ı- MUSAHHAF HADİS: Kelimesi nokta değişikliğine uğramış hadistir. Bu duruma da tashîf denir. (Sitten kelimesi yerine şey`en denmesi gibi.)

IV-C-2-i- MUHARREF HADİS: Kelimesi hareke değişikliğine uğramış hadistir. Bu duruma da tahrîf denir. (Remâ ebî yerine Remâ Übey denmesi gibi.) (Beşîr kelimesinin Büseyr diye rivayet edilmesi hem tashîf hem tahrîftir.)

V- TEÂRUZ AÇISINDAN:

V-A- MUHKEM HADİS: Muârazadan sâlim olan makbul hadistir. Hükmüyle amel gerekir.

V-B- MUHTELİF HADİS: Makbul bir hadisin muâraza ettiği makbul hadistir.


FIKIH USULU

 

 Fıkhın, şer’i delillerden elde edilen fıkhi hukumleri sistematik tarzda ele alan dalına furu-i fıkıh, delillerden hukum elde etme metodunu inceleyen dalına da usul-i fıkıh denir.                
Deliller: Araştırılan hususta şer’i-ameli nitelikteki hukme ulaştıran vasıtaya delil denir. Fıkhi bir hukmun dini-hukuki dayanağı (edille-i şer’iyye, edilletu’l-ahkam) anlamında kullanılır. Fıkıh literaturunde yaygın genel kabule gore şer’i delillerden kitap, sunnet, icma ve kıyas aslî deliller; istihsan, istıslah (mesalih-i mursele), istishab, sedd-i zerayi’ gibi deliller de fer’î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu asli delillerin bir diğer adı da “dort delil”dir (edille-i erbaa). 
Kitâp: Ayetler, iman, ahlak, adab-ı muaşeret, gecmiş toplumlardan kıssa ve oğutler, genel insani ve akli değerler, beşeri ilişkiler gibi konularda okuyucuya doğrudan ana fikir vermektedir. 
İcmâ: İcma; muctehidlerin şer’i bir meselenin hukmune dair goruşlerini aynı yonde olmak uzere tek tek acıklamaları yoluyla meydana gelebileceği gibi (sarîh icmâ), şer’i bir mesele hakkında bir veya birkac muctehid goruş belirttikten sonra, bu goruşten haberdar olan o devirdeki diğer muctehidlerin acıkca aynı yonde kanaat belirtmemekle birlikte itiraz beyanında da bulunmayıp sukut etmeleri suretiyle de (sükûtî icmâ) oluşabilir. 
Kıyâs: Naslarda (Kitap ve Sunnet’te) hukmu bulunmayan fıkhi meseleye, aralarındaki illet (gerekce) birliği sebebiyle, naslarda duzenlenmiş meselenin hukmunu vermek” şeklinde tanımlanır. Musiyi (vasiyet edeni) olduren musa-leh (vasiyet alacaklısının) vasiyetten mahrum olur. Boylece, naslarda musiyi olduren musa-leh hakkında ozel bir hukum bulunmadığı halde, kıyas yoluyla boyle bir kimsenin vasiyetten mahrum olacağına hukmedilmiş olur.
İstihsân: Muctehidin bir meselede, ozel bir delil sebebiyle, o meselenin  benzerlerinde verdiği hukumden vazgecip başka bir cozumu benimsemesi, ya  da iki farklı kıyas imkanı bulunduğunda, ilk bakışta dikkat cekmeyen kıyası  (kapalı kıyası) gerekce birliği acısından daha guclu bulduğu icin acık kıyasa  tercih etmesidir. Buna gore, istihsan ceşitlerini iki gruba ayırmak mumkundur:
1. Genel hukumden istisna yoluyla yapılan istihsan.
2. Kapalı kıyas istihsanı. Istıslâh (Mesâlih-i Mürsele): İslam hukuk terminolojisinde maslaha  terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem “yarar sağlama”yı hem “zararı  savma”yı ifade eder. Maslahanın bu iki yonu ayrı ayrı anlatılmak istendiğinde  birincisi icin “celbu’l-menfaa” (celbu’l-maslaha), ikincisi icin “def’u'l-mefsede”  (def’u'l-mefsede) tabiri kullanılır. Yorum yoluyla da olsa nasların kapsamına  girmeyen ya da “illet” bağı kurularak (kıyas yoluyla) nasta duzenlenmiş bir  olaya bağlanamayan fıkhi bir meselenin hukmunu İslam fıkhının genel  ilkelerine gore belirleme yontemine “ıstıslâh“, bu metodu uygulayarak hukme  ulaşırken esas alınan maslahatlara da “mesalih-i mursele” denir.
Örf ve Âdet: Fakihlere gore bir toplumdaki orf ve adetin gecerliliği icin  onun yaygın ve surekli olması, nasların lafzına ve ruhuna yani İslam hukukunun  temel ilkelerine aykırı duşmemesi gerekir. Bu şartları taşıyan orfe sahih orf,  taşımayana da fasid orf adı verilir.
Istıshâb: Daha once varlığı bilinen bir durumun -aksine delil  bulunmadıkca- varlığını koruduğuna hukmetme yontemidir. Şekk ile yakin zail  olmaz. İbâha-i Asliyye Istıshâbı: Buna gore bir şeyden yararlanma veya bir  davranışta bulunma hakkında naslarda ozel bir hukum yoksa veya kıyas yahut  ıstıslah yoluyla naslardan bu hususta ozel bir sonuc cıkmıyorsa, “Eşyada aslolan  mubahlıktır”. Berâet-i Zimme Istıshâbı: Bir kimsenin borclu veya suclu olduğuna dair  delil bulunmadıkca borcsuz ve sucsuz kabul edilmesi esastır. Buna gore,  alacaklı olduğunu iddia eden kimse bunu isbat edemediği takdirde davalının  borclu olmadığına; yine, suc işlediği iddia edilen kişinin bu fiili isbat  edilmedikce aynı prensibe gore suclu olmadığına hukmedilir. Vasıf Istıshâbı: Şer’an varlığı kabul edilen bir hukmun, sebebinin ortadan  kalktığı isbat edilmediği surece sabit sayılması esastır. Mesela, satım ve  mirascılık gibi bir mulkiyet sebebine binaen sabit olan mulkiyetin, gecerli bir  nikah akdinden sonra kurulan evlilik bağının, aradan ne kadar zaman gecerse  gecsin, ortadan kalktığını gosteren bir delil olmadığı surece devam ettiğine  hukmedilir.

İslâm Öncesi Şerîatler: Hz. Muhammed’den onceki ilahi dinlerin  hukumlerinden (şer’ü men kablenâ) Kur’an-ı Kerim’de veya Hz. Peygamber’in  sunnetinde yer almayanların muslumanlar icin bağlayıcı olmadığında alimler  fikir birliği icindedir. Hanefiler dahil bir grup İslam alimi bu tur hukumlerin de  muslumanlar hakkında da bağlayıcı delil olacağı goruşundedir.
Sedd-i Zerâî’: Harama, kotu ve zararlı bir sonuca vasıta olan davranışların  yasaklanması, kotuluğe giden yolların kapatılması demektir. Kotuluklerin  onlenmesi, menfaatların elde edilmesinden daha onceliklidir.
Re’y ve İctihâd: Re’y kelimesi fıkıh literaturunde “hakkında acık bir nas  yani ayet veya hadis metni bulunmayan fıkhi bir konuda muctehidin belli  metotlar uygulayarak ulaştığı şahsi goruş” anlamında kullanılan bir terimdir.  İctihad sozlukte “zor ve meşakkatli bir işi gercekleştirme uğrunda kişinin  olanca gayreti gostermesi”, fıkıh ilminde ise “fakihin şer’i-ameli bir meselenin  hukmunu, ilgili delillerden cıkarabilmek icin olanca gayreti sarfetmesi”  anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye muctehid denir. Ehliyet: Kişinin dini ve hukuki hukme konu (muhatap) olmaya elverişli  oluşu demektir.
Vücûb Ehliyeti: Kişinin haklara sahip olabilme ve borc altına girebilme  ehliyetidir. Vucub ehliyetinin temelini zimmet ve hukuki kişilik teşkil eder; bu  ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve ruşd ile alakası yoktur.

Edâ Ehliyeti: Kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya  ve hukuki işlem yapmaya elverişli oluşu demektir.
Hükmen Bulûğ Yaşı: Ebu Hanife’ye gore erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş,  coğunluğa gore her ikisi icin de 15 yaştır. Hüküm: İslam dininin, insanların dunya ve ahiret mutluluğunu sağlamak  uzere getirdiği kuralların butunune şer’i hukumler (ahkam-ı şer’iyye) veya ilahi  hukumler (ahkam-ı ilahiyye) olarak tabir edilir.
Amelî Hükümler: Itikadi hukumlere nisbetle ikinci derecede oldukları icin  bunlara ahkam-ı fer’iyye de denilir.
Taabbudi hukumler: ibadetlerle ilgili dini  hukumlere denilir.
Vaz’î Hüküm: İki durum arasında şariin kurduğu bağı ifade eden vaz’i  hukum, kendi icinde sebep, şart ve mâni’şeklinde uce ayrılır.
Sebep: Şariin varlığını hukmun varlığı, yokluğunu da hukmun yokluğu icin  alamet kıldığı durumdur. Mesela vakit namazın, ramazan ayının girmesi  orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekatın sebebidir. Rükün: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir  parca teşkil eden bir unsuru ifade eder. İbadetlerde rukunler ve bunların  yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik  olması o ibadeti gecersiz (batıl, fasid) kılar. Namazda Kur’an okumanın (kıraat),  ruku veya secdenin terkedilmesi boyledir.
Şart: Bir hukuki sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak  kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parca  teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Mesela namaz icin abdest, nikah akdinde şahit  şarttır.
Sıhhat; bir fiilin gerekli rukun ve şartları taşıması, butlân; ruknunun veya  kurucu unsurlarından birinin eksik olması, fâsid; ruknu ve unsurları tamam  olduğu halde şartlarının eksik olmasıdır.
Bâtıl: Bir hukuki işlemin batıl olması, onun kurulmamış ve yok hukmunde  olması ve bu işleme hic bir hukuki sonucun bağlanmamasıdır.
Müfsîd: Bir ibadeti bozan veya bir hukuki işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe  denir.

Teklîfî Hükümler: Mukellefin fiilleri. 
Vâcip: Dini literaturde vacip, Hanefiler haric fakihlerin coğunluğuna gore,  kesin bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dini yukumluluğu ifade  ederse de Hanefiler bunu farz ve vacip şeklinde iki kademede ele almayı uygun  gorurler. 
Farz: Fıkıh ilminde, Allah ve Rasulu’nun mukelleften yapılmasını kesin ve  bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefiler delilin kat’i veya zanni oluşuna  gore bir ayırım yaparak, bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda  istendiğini gosteren delil kat’i ise bunu farz, zanni ise bunu vacip terimiyle ifade  ederler. Farzı terkeden kimse fasık durumuna duşer. Vacibin inkarı kufru  gerektirmez. Farz-ı ayn: Şariin her bir mukellefin ayrı ayrı ifa etmesini istediği mukellefiyettir. Farz-ı kifâye: Muslumanların ferden değil de toplum olarak sorumlu  oldukları mukellefiyetlerdir.
Vâcip: Hanefiler vacibi coğu yerde “ameli farz” olarak da adlandırırlar.
Sünnet: Muekked ve ğayr-i muekked ceşidine “huda sunneti” de denir. Hz.  Peygamber’in, insan olması itibariyle yaptığı normal ve beşeri davranışlara ise  zevaid sunnet veya adet sunneti denilir. Farz namazlardan once ve sonra  kılınması sunnet olan namazlar icin, Şafii mezhebinde ayrıca vitir namazı ve  şevvalde tutulan altı gun oruc icin revatib sunnet tabiri kullanılır.
Haram li-aynihî: Şariin, bizzat kendisindeki kotuluk sebebiyle, baştan  itibaren ve temelden haramlığına hukmettiği fiildir.
Haram li-ğayrihî: Aslında meşru ve serbest olduğu halde, haram  kılınmasını gerekli kılan gecici durumla ilgili olan fiildir.
Azîmet: Farz, vacip, sunnet, mustehap niteliğindeki bir davranışın  yapılmasını; haram, mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifade eden  butun teklifi hukumleri icine alır. Hanefiler’e gore, yolculuk esnasında dort  rek’atlı farz namazların kısaltılarak ikişer rek’at kılınması esasen bir azimet  hukmudur.
Ruhsat: Fıkıh ilminde “meşakkat, zaruret, ihtiyac gibi arızi bir sebebe bağlı  olarak azimet hukmunu terketme imkanı veren ve yalnız soz konusu arızi  durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve gecici hukmu” ifade eden bir terimdir.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


ADI                 :KERİM

SOYADI         :ENDEZ

ÖDEV             :TEFSİR,HADİS,FIKIH TARİHLERİ HULASASI

BÖLÜMÜ       :BİRLEŞİK DOKTORA

DÖNEM         :2014/2105 GÜZ

ÖĞR.NO        :14952705

TEFSİR TARİHİ ÖZETİ

Hz.Peygamber'in (sas) Kur'ân'ı Tefsiri:

Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî kitabı insanlara vahiy sure­tiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamberin de O'nu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çün­kü Kur'ân-ı Kerim'deki hakikatlan bize en iyi öğretecek, bizzat kendi­sine kitap gelen seçkin zât Hz. Peygamber'dir (sas). O, Kur'ân tefsi­rinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân O'na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakım­dan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. Bu sebepledir ki, Kur'ân kendisinin tefsir edilmesini yine evvelâ kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, islâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur.

a. Hz. Peygamber'in Tefsirinin Özellikleri:

Hz. Peygamber'in tefsiri, Kur'ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsîs, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hale getirme, edebî incelikleri muhtevi âyetlerin maksadını bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder.

 b.Hz. Peygamber'in (sas) Tefsirinin Önemli Kısımları ve Bu Kısımlara Dair Misaller

 1.Kur'ân'ı, Kur'ân'la Tefsiri:

İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." (En'âm, 6/82) âyeti inince, "İçimizde nefsine zulmet­meyen kim var?" diyerek, bu durum Resûluîiah'ın (sas) asha­bına ağır gelmişti. Bunun üzerine ResûluUah (sas) dedi ki: "Zannettiğiniz gibi değil, buradaki zulüm Lokman'ın oğluna dediğidir: Evladım sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk el­bette büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13)Böylece Peygamberimiz (sas), başka bir âyete dayanarak, umumî bir mânâyı tahsis etmiş ve yanlış anlamanın önüne geçmiştir.

2.Mücmeli Beyan Etmesi:

Hırsızlık yapanlar hakkında Kur'ân'da "Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri bir suça karşılık ve Allah tara­fından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesi­niz." (Mâide, 5/38) buyurulur. Âyette umumî olarak zikredilen hırsızlığın, cezalandırmaya müstahak olan sınırını, ResûluUah Efendimiz (sas) şöyle tahsis ve tebyîn etmiştir: "Çeyrek dînar veya daha fazla miktar çalanın eli kesilir."

3.Kur'ân'ın Mânâsını Tekit Suretiyle Beyanı:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kur­ban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulaşınız!" (Mâide, 5/90) âyeti nazil olunca Resûlullah Efendimiz (sas): "İçki haram edildi.”demek suretiyle, âyetin ihtiva ettiği hük­mü tekit ederek açıklamıştır.

4. Umûmu Tahsis Etmesi:

"Zina eden kadın ve er­keğin her birine yüz değnek vurun." (Nûr, 24/2) âyetinde zina eden herkese yüz değnek vurulması umumî olarak emredilmiş, Peygamber Efendimiz (sas) bu emri; bekârlara tahsis etmiş, evli olan erkek ve kadın için ise recm cezasını tespit etmiştir.

5.Mutlakı Takyit Etmesi:

Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikap ettikleri suça bir karşı­lık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellrini kesiniz." (Mâide, 5/38) âyeti mutlak bir âyettir.Yani hırsızın hangi elinin ve nereden kesileceğini belirtmemiştir. Ayetteki bu mutlaklık, sünnet tarafından "sağ elin bilekten kesi­leceği" şeklinde takyit edilmiştir, kayıtlanmıştır.

6.Müşkili Tavzih Etmesi:

“Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlan acı bir azabın beklediğini müjdele!" (Tevbe, 9/34) âyeti nazil olunca, bu müslümanlara ağır geldi. Çünkü bu âyetin mirasa mani olduğunu sanmışlardı.Ömer b. el-Hattâb Müslü­manları temsilen Peygamber Efendimiz'den (sas) açıklamada bulunmasını istedi. Peygamberimiz (sas) de: "Allah zekâtı sa­dece mallannızm geriye kalan kısmını temizlemek için farz kıl­mıştır. (Ölümünüzden) sonraya bırakacağınız mallarda ise mi­rası farz kılmamıştır." buyurdu. Böylece bu âyetin meşru yollardan kazanıp biriktirmeye mani olmadığı, âyet-i kerimedeki tehdidin ancak mallannın zekatnı vermeyenler hakkında ol­duğu anlaşıldı.

7.Mübhemi Beyan Etmesi:

"Namazlara, hele salat-ı vustaya dikkat edin ve kalkıp huşu ile Allah'ın divanında durun." (Bakara, 2/238) âyetindeki "es-Salâtu'l-vustâ"nın ikin­di namazı olduğu Peygamberimiz (sas) tarafından bildirmiştir.

8.Neshi Beyan Etmesi:

Tevbe sûresi 36. Âyetin,Bakara sûresi 217. âyeti neshettiğini şundan anlaşılmıştır ki; haram ayların bir kıs­mında, Resûlullah Efendimizin (sas) Huneyn'de Hevâzin ile, Tâif'te Sakîf kabilesiyle savaştığı ve Ebû Amir'i, oradaki müş­riklerle savaşmak üzere Evtâs'a gönderdiği hususundaki haberler meşhur olmuştur. Bu vak'a Şevval ve Zilka'denin bir kıs­mında olmuştu ki, bunlar haram aylardandır. Böylece malûm olur ki, bu aylarda savaşmak haram olsaydı ve bu iş günah sayılsaydı, Resûlullah Efendimiz (sas) bu fiili işlemekten en uzak duran insan olurdu."

9.Amelî Olarak Tefsir Etmesi:

Peygamber Efendimiz (sas) "Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel bir tarzda selamı alın, en azından veri­len selâmın misli ile karşılık verin!" (Nisa, 4/86) âyetini amelî olarak göstermiştir.

10.Lügavî izahlarda Bulunması:

O tövbe edenler, o ibadet edenler, o hamd edenler, oruç tutanlar, o rükû eden­ler, o secdeye kapananlar..." (Tevbe, 9/112) ayetindeki "sâihûn" kelimesinin hangi mânâya geldiği sorulunca Resûlullah (sas): "Oruç tutanlar." demek olduğunu söylemiştir.

11 .Tavsîf Ederek Açıklaması:

"Hâsılı, Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm'a açar." (En'âm, 6/125) âyeti nazil olunca Resûlullah Efendimiz (sas) buyurmuş ki: "Nur kalbe girince genişler ve açılır." Sordular: "Bu hâlin (dışarıda) görünen bir alâmeti var mıdır?" Efendimiz (sas): "Ebediyet yur­duna yönelmek, aldanma diyarından uzaklaşmak, ölüm gelme­den önce ölüme hazırlanmaktır." buyurmuştur.

12.Temsillerle Açıklaması:

Câbir b. Abdullah anlatıyor: Bir gün Resûlullah (sas) yanı­mıza gelip şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki Cebrâîl baş ucum­da, Mîkâîl ayaklarımın yanında durup biri öbürüne diyor ki: "Şu zat hakkında bir mesel irâd et." Bunun üzerine şöyle dedi: "Ku­lağın işitsin, kalbin de iyice anlasın ki, seninle ümmetinin duru­mu şuna benzer: Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra da orada bir mesken bina ettirir, daha sonra da orada bir ziyafet tertip eder. Müteakiben bir elçi göndererek halkı ziyafete davet eder. Onlardan bir kısmı elçinin davetine icabet, bir kısmı ise onu terk eder. İşte Yüce Allah, o hükümdar; mülk, İslâm; mesken. Cen­net; ve sen de ey Muhammed (sas) elçisin. Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a girer; İslâm'a giren de Cennet'e girer; Cennet'e giren de oradaki nimetlerden istifade eder."  Bu mesel ile "Allah ınsanlan esenlik ve mutluluk ülkesine davet eder ve dile­diği kimseleri doğru yola iletir." (Yûnus, 10/25) âyeti açıklanmış olmaktadır.

D. Sahâbe Devrinde Tefsir

sahabe efendilerimiz tefsirde şu metodu izle­mişlerdir:

1.Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri,2.Kur'ân'ın sünnetle tefsiri,3.Kendi re'y ve içtihatları ile yaptıklan tefsir.

a. Sahabe Tefsirinin Özellikleri:

Sahabe döneminde Kur'ân'ın bütünü, bugünkü mânâda tef­sir olunmamıştır. Onlar, vahiy ve nüzul döneminde yaşadıkları için, Kur'ân'dan sadece kendilerine muğlak olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır.

sahabenin tefsirinde fıkhî hüküm istinbâtı nâdirdir.Ashabın akidesi temizdi ve itikâdî konularda ihtilafları yoktu. Istikâmetlerindeki aynılık ve fikirlerinin birbirine yakınlığı sebe­biyle Kur'ânî mânâları anlamada ihtilafları çok azdı. Buna bağlı olarak tefsirleri de kelâmî görüşlerden uzaktı.Temel karakter olarak sözlü rivayete dayanması ve baştan sona ayet ayet bütün Kur'ân'ın tefsir edilmeyip sadece zama­nına göre müphem ve mânâsı kapalı bulunan ayetlerin tefsirini ihtiva etmesine bakılarak Peygamberimiz (sas) ve Sahabe dö­nemleri "Tefsirin Birinci Merhalesi" kabul edilmektedir.

b. Sahabe Tefsirinin Bağlayıcılığı:

İçtihat edilmesi mümkün olmayan yerler ve sebeb-i nüzul ile ilgili konularda sahabeden gelen tefsiri almak şarttır.Fikir yürütülmesi ve içtihat edilmesi mümkün olan yerlerde Resûlullah'a (sas) isnat edilmediği takdirde sahabe sözü mev­kuf kabul edilir. Böyle bir tefsirin bağlayıcılığı hususunda ihtilaf vardır.

Sahabeden, Kur'ân tefsirine dair en çok rivayette bulunan ve tefsir alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:

a. Alib.EbîTâlib (40/660).

b. Abdullah b. Mes'ûd (32/652).

c.Ubeyyb.Ka'b (30/650).

d. Abdullah b. Abbâs (68/687).

e. Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664). f.Zeydb. Sabit (45/665).

g. Abdullah b. Zübeyr (73/692).

E. Tâbiûn Devrinde Tefsir

1. Mekke Medresesi/Ekolü:

Bu medrese/ekol, Mekke'de te­sis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve "Tercümânu'l- Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v. 68/687) tarafından kurulmuştur.Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b. Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).

2.  Medîne Medresesi/Ekolü:

Medine medresesi, Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurul­muştur. O'nun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eşlem (v. 136/753), doğrudan veya dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.

3. Irak (Küfe) Medresesi/Ekolü:

İbn Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini vermişlerdir.Mesruk b. el-Ecda' (v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728), Katâde b. Diâme (v. 117/735), İbra­him en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün kazanmışlardır.Tabiîler, tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler, ya da kendi içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen hareket de tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu hareket tabiîler devrinde arta­rak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir.

a. Tâbiûn Tefsirinin Özellikleri:

Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü tefsir edil­meye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir. Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken, istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hü­kümler çıkartılması sebebiyle, âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir. Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini tasvîr mahi­yetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir.Tabiîler ara­sındaki anlayış farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış olmaktadır.

b. Tâbiûn Tefsirinin Bağlayıcılık Değeri:

Tâbiûn Kavlinin, tefsir açısından değeri, kabulü veya reddi konusunda farklı görüşler ve deliller ileri sürülmüştür.Tefsircilerin çoğunluğunun görüşü, Tâbiûn Tefsirinin hüccet olarak kabulü yönündedir.

F. Tâbiûn Devrinden Sonraki Tefsir:

Sahabe ve tâbiûn rivâyetleriyle başlayan tefsir ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsir ilmini, hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat mütea­kip asırlarda rivayet tefsirinin yanı sıra dirayet tefsiri de geliş­meye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilmin­den bağımsız olarak tefsirler meydana getirilmiştir. Sözlü rivayet karakterinden dolayı Hz. Peygamber ve sahabe dönemine "tefşirin birinci merhalesi"; hadisin bir cüzü olma özelliği sebebiyle tabiîler dönemine "tefsirin ikinci merhalesi" denilmiştir. Etbau't-tâbiîn döneminde müstakil yapıya kavuştuğundan bu devre de "tefsirin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir.

Tefsirin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't- Tabiîn döneminde her bir ayet, mushaf tertibi gözetilerek tefsir edil­miştir. Ancak bu tarzdaki ilk tefsirin hangisi olduğu hususunda ittifak sağlanmış değildir. İlk müstakil tefsir yazanın "Meâni'l-Kur'ân" adlı eseriyle Ferrâ (v. 207/822) olduğu öne sürülmüşse de bu görüş kabul edilmemektedir. Tâbiûndan Said b. Cübeyr, Mücâhid ve İkrime'nin tefsirlerinin de Kur'ân'm tümüne şâmil olmadığı düşünülürse bu konuda ilk tefsir yazanın Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767) olduğu görüşü ağıriık kazanmaktadır. Bu arada en eski matbu Kur'ân tefsirinin de Süfyânü's- Sevrî (v. 161/778)'nin olduğu bilinmektedir.İlk tefsirlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî ve İbn Ebî Hâtim'in tefsirleri, bu eski tefsirleri koruyan tefsirler koleksiyonu sayılmışlardır.

G. Tefsir Faaliyetinin Gelişmesi ve Tefsirlerin Tedvini:

Emevîler'in son dönemiyle Abbâsîlerin ilk döneminde Hz. Peygamberin hadîsleri tedvîn edil­meye başlandı. Hadîslerden muhtelif konular ayrı bablar altında toplanıyor ve tefsir konusu da bu hadîs mecmuaları içerisinde ayrı bir bölüm olarak yer alıyordu. Henüz sûre sûre, baştan sona Kur'ân tefsiri mevcut değildi. Peygamberimizden veya sahabe ya da tâbiûndan rivayet edilen Kur'ân âyetlerinin tefsir­leri hadîs imamlarının derledikleri mecmualar içerisinde yer alıyordu. Ancak bu mecmualarda tefsir yalnızca "kitâbu't- tefsir" adıyla bir bölüm halinde mevcut idi. Ve kendilerinden önce geçen zevatın tefsirlerinin aktarılma­sından öteye geçmiyordu. Ayrıca yazıya geçirilen bu nakiller Kur'ân'in tamamını ihtiva etmiyordu. Bunlar daha ziyade Pey­gamber Efendimizin (sas) herhangi bir vesile ile yapmış olduğu tefsir, ya da âyetlerin iniş sebepleriyle ilgili sahabenin müşahede ve duyduklarına dayanan rivayetlerden ibaretti.

Tefsirlerin Tedvini:

Bir müddet sonra bir adım daha atılarak tefsirler ayrı mec­mualar halinde derlenmeye başlandı ki, buna tedvîn denilmek­tedir. Tedvîn sözlükte; "bir araya getirmek, toplamak ve cem etmek" gibi mânâlar ifade etmektedir. Terim olarak anlamı ise; "ilk devirden itibaren gelen tefsir rivayetlerini muntazam bir şekilde bir kitapta toplamak" demektir. Kur'ân'daki her âyetin tefsiri ile ilgili Hz. Peygamberden (sas) ve ashaptan nakledilen rivayetler yine mushaftaki sırasına göre tanzim edilerek ilk tefsir mecmuaları meydana getirildi. Bunlar arasında bilhassa İbn Mâce (v. 273/886), İbn Cerîr et-Taberî (v. 310/922), Ebû Bekir ibn Münzir en-Neysâbûrî (v. 318/930), İbn Ebî Hatim (v. 327/938), İbn Hibbân (v. 369/979), Hâkim (v. 405/1014) ve Ebû Bekir ibn Merdûyeh (v. 410/1019) gibi değerli tefsir âlim­leri bulunuyordu. Ve bu tefsirler de yine Hz. Peygamberden, ashaptan, tâbiûndan ve tebe-i tabiînden nakledilmiş olan riva­yetlerin isnatlar halinde aktarılmasından ibaretti. Kısacası riva­yet tefsiri idi. Yalnızca İbn Cerîr et-Taberî nakledilen rivayetleri zikrettikten sonra kendi tercihini belirttiği gibi bazı yerlerde gra­mer ve i'râbla ilgili bilgiler de veriyordu. Ayrıca âyetlerden çıka­bilecek hükümleri de zikrediyordu.Böylece ilk rivayet tefsirleri ortaya çıktı.

 Müfessirleri kronolojik sıra ile beş tabakaya ayırabiliriz:

I. Tabaka: Sahâbîler. En başta Hulefâ-i Râşidîn gelir.

II. Tabaka: Tabiîler. İbn Teymiye'nin değerlendirmesine gö­re, tefsir hususunda, tabiîlerin en mühimi Mekkelilerdir. Bunlar İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

III. Tabaka: Bu kategoriye girenler, tefsir kitaplarını te'lif et­meye başlayanlardır.Bunlar, bir ayetin tefsirine yarayacak sahabe ve tabiîlerden olan bütün rivayetleri sened ile birlikte zikretmektedirler.

IV. Tabaka: İbn Cerîr et-Tabarî, İbn Hibbân, İbnü'l-Münzir v.s..

V. Tabaka: Ebû Ca'fer en-Nehhâs, Ebû Ali el-Fârisî v.s.

Dördüncü tabakadan itibaren, artık tefsir, hadisten ayrılıp müstakil bir ilim haline gelmeye başladı. Böylece mushafın tertibine göre sıra ile âyet âyet tefsir yapmak âdet oldu.

Tefsir İlminin Dönemleri:

Birinci Dönem: Tefsirin Temellerinin Atıldığı Merhale:Bu merhalede tefsir ilminin temelleri atılmaya başlanmıştır. Bu dönem, Peygamber Efendimizin (sas) en hayırlı insanların yaşadığı asır dediği; Sahabe, tâbiûn ve tebe-i tabiîn asrıdır.

Bu dönemde tefsir ile meşgul olanların üzerinde durduğu iki önemli husus vardır:

1.Rivayet tefsiri: Ayetlerin, diğer âyetlerle, hadis ve sahabe sözüyle tefsiri.

2.Lügavî açıklamalar:âyette geçen garip kelimelerin -genellikle şiirden delil getirilerek- açıklanmasıdır.

İkinci Dönem: Tefsirin Müstakil Bir İlim Olduğu Merhale:Sağlam bir temel üzerine oturan tefsir, hicrî üçüncü asırda İbn Cerîr et-Taberî'nin Kur'ân'ın başından sonuna kadar tam bir tefsir yazmasıyla müstakil bir ilim haline gelmiştir.İmam Taberî, hem lügavî izahlar, hem de rivayet üzerinde durdu. Bunlara ilâveten de, kendi gö­rüşlerini ve tercihlerini de zikrederek tefsirde yeni bir metot or­taya koydu. Ayrıca Kur'ân'ı, Fatiha sûresinden Nâs sûresine kadar sûre sûre ve âyet âyet tefsir etti. Kendisinden önceki tefsir rivayetlerini eserinde toplayarak adetâ bir tefsir koleksiyonu meydana getirdi. Böylelikle tefsirde önemli bir dönemi başlat­mış oldu. Bundan dolayı da kendisine İmamu'l- müfessirîn de­nilmiştir.

Üçüncü Dönem: Tefsirin Gelişme Merhalesi:Herkesçe bilindiği gibi, İslâmiyet, doğduğu Arap yarımadası sınırlan içerisinde kalmamıştır. Genişleyen fütuhatla veya başka yollardan Arap olmayan unsurların da müslümanlar arasına katılmasıyla ve insan tefekkürünün gelişmesi, hâdiselerin ço­ğalması ve bunların izahının Kur'ân nass'larının ışığında yapıl­mak istenmesi, tefsirin boyutlarının genişlemesine sebep ol­muştur. Böylece nakle dayanan rivayet tefsiri veya me'sur tefsi­rin yanında akla dayanan dirayet tefsiri veya ma'kûl tefsir de gelişmeye başlamıştır.Kur'ân'ın, lügat, belagat, edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirleri meydana getiril­miş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûller ortaya çıkmış­tır. Her bir müfessir, hangi ilim dalında mütehassıs ise, Kur'ân'ı o yönüyle tefsir etmiştir.Bu merhale, hicrî dördüncü asırla, yani İbn Cerîr et-Taberî'nin vefatıyla başlayıp, miladî 19. asra kadar devam etmiştir.

Dördüncü Dönem: Tefsirde Yeni Merhale:İslâm'ın ilk beş-altı asrından sonra zamanla içtimaî hayatta mukallitlikten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişinin, tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi. Birkaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikrî ve ilmî hareketler, İslâm âleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmişti. Birçok İslâm ülkesinde bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçerek, yeni görüş ve anlayışla, ilmin de ışığı altında diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim tefsi­rinde de yeni ufuklar açmışlardı. Hiç şüphesiz miladî XIX. asır, müslümanlar arasında dinî hareketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe bir son vermeye çalıştılar. İslâm dininin, ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metot ve usûllere tevessül ettiler. Tefsir ilmi açısından bu asra, tecdit asrı da denilebilir. Tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalışan müfessirlerin başında Muhammed Abduh gelmektedir. Abduh, aklî ve içtimaî tefsir ekolünün kurucusu olarak kabul edilmekte­dir. Bu ekolün en belirgin özelliği, Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidayet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir, bu yüzden tefsir edilirken çağın içtimaî problemleri Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Yani tefsirin konusu insan, insanın hidâyeti, içtimaî meseleler olmalıdır. Bu eğilime İçtimaî Tefsir Ekolü denilmesinin sebebi de budur. Yap­tıkları tefsirlerde, akla fazla önem verdiklerinden dolayı da Aklî Metot denilmiştir.

FIKIH TARİHİ ÖZETİ

1.DEVRE:Hz. Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.

A- MEKKE DEVRİ: Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.

B- MEDİNE DEVRİ:genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.

1- Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli:

a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler oluyor, yahut da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevkeden problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nâzil oluyor, veya hüküm ve mâna Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu.

b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu.

2-Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:bu özelliği (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Buna kısaca "maslahata riâyet" de denir. Şimdi sıralayacağımız hususiyetler bu esasın çeşitli görünüşleridir:

aa)Zamaniçindetedrîc: Bundan maksad hükümlerin bir an ve zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde arka arkaya gelmiş olmasıdır.
ab) Hükümler içinde tedrîc: Mükellefiyetler hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: Namaz önce sabah ve akşam iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur.

b) Kolaylık: Bu devir hükümlerinde göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği açıkça ifade edilmiştir.

c) Nesih: Nesih, daha sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk müslümanları tedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.

2.DEVRE:SAHÂBE DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder. Gerek râşid halîfeler gerekse Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir; bu sebeple iki iktidar devrini aynı daire içinde ele almak uygun olacaktır. Ancak iktidarın fıkha tesiri bakımından mevcut farkı belirtmek için bahis, iki ayrı alt bölüm içinde verilecektir.

A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer.
2-Hüküm Kaynakları:Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdîi ctihadlar(re'y)ise başkalarını bağlamıyordu.Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.

3- İctihad ve İftâ Bakımından Sahâbe:Verdikleri fetvâ sayısı bakımından sahâbe fukahâsı üç guruba ayrılmıştır. Bunlardan birinci gurupta Ömer, Alî, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, Zeyd b. Sâbit, Âişe vardır; İbn Hacer'in, İbn Hazm'den naklettiğine göre bu zevatın her birinin verdiği fetvâ birer büyük cilt kitaba konu olacak miktardadır. Bu yedi fakih arasında fetvâsı en çok olan da İbn Abbâs'tır. İkinci gurupta yirmi sahâbî vardır: Ebû-Bekr, Osmân, Ebû-Mûsâ, Muâz b. Sa'd, Ebu Hureyre, Enes, Abdullah b. Amr, Selmân el-Fârisî, Câbir b. Abdullah, Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Talha b. Ubeydullah, ez-Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, İmrân b. Husayn, Ebû-Bekra, Ubâde b. Sâmit, Mu'âviye b. Ebî-Süfyân, Abdullah b. ez-Zubeyr, Ummu-Seleme. Bunların her birinin verdiği fetvâ bir küçük cilt tutacak kadardır. Üçüncü gurupta yer alan yüz yirmi kadar sahâbînin verdikleri fetvânın tamamı bir cilde sığacak miktardadır.

4- Sahâbe Devrinde Hüküm ve İctihad Prensipleri:
a)
Sahâbe ictihadın kapısını açmış ve bunu teşvik etmiştir.

b) Sahâbe, ictihad ve re'y yoluyla vardıkları hükümleri kesin telâkkî etmemiş, Kitâb ve sünnete nisbet eylememiş, bu iki kaynağa dayanan hükümlerden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.

c) Bu devirde nazarî ictihad ve teşrî faaliyeti başlamamıştır. Onların teşrîî faaliyetleri tatbîkîdir. Hâdise meydana gelince hükmü araştırılır ve bulunur. Vukuundan önce hâdise ve meselelerin hükmüyle meşgul olunmaz.
d) Zamanın ve hüküm mesnedlerinin (illet) değişmesi sebebiyle hükümleri de değiştirmişlerdir.

e) Kitâb ve sünnetin meşrû kıldığı, izin verdiği bazı hususları, kötü neticelerin önlenmesi için menetmişlerdir.

f) Sahâbe meşrû nizamı korumak ve hukuku muhâfaza etmek için bazı nasların zahirini terketmek veya tahsis ve tamim (genelleştirme) yoluna gitmişlerdir.

5- Sahâbe Devrinde İhtilâf:karşılaştıkları problemlerin üzerine eğilen sahâbe müctehidleri bazı hükümlerde ihtilâf etmiş, farklı görüş ve neticelere varmışlardır. Sonraki devirler için de geçerli olan ihtilaf sebeblerini şöylece sıralamak mümkündür:
a) Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin kendileri
yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri.

b) Hadisi sağlam bir kaynaktan elde etmemiş olmak

c) Farklı anlamaları: Âyetler, hadîsler söz, fiil ve takrîrdir. Bunların mânası ve hükümlerinin kesin veya ihtiyarî oluşu bazı mesele ve durumlarda müctehidlerin anlayışına bırakılmıştır. Anlayış beşerîdir; bunda farklılık olması tabîîdir.

d) Yanılma veya unutmaları: Sözü tesbit etme veya anlama konusunda hatâlar vâki olduğu gibi bazı hüküm ve kaidelerin unutulması da farklı ictihad ve reylere sebep teşkil etmiştir.

e) Birbirlerine aykırı görünen nas ve  hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri:

6- Mezhebler: Sahâbe müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fıkhî meselelerin bir kısmında ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini terketmediği için bu devirde -dinî/sosyal kurumlar olarak- mezhepler doğmamıştır.

8- Fıkıh Bakımından Devrin Özellikleri:

a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.
b) Daha sonraki devre nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.

c) Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Bu sebeple sahâbe devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; halbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz tutmuştur.
d) Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu.

e) Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları, hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız hale geldi.

9-Tedvîn:Müsteşriklerin ısrarlı inkârlarına ve sistematik menfî yorumlarına rağmen son zamanlarda yapılan araştırmalar ve özellikle Prof. Dr. Fuat Sezgin'in araştırmaları, diğer İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıh sâhasında da tedvînin; yani fıkhın yazıya geçirilmesinin sahâbe devrine, hattâ nüve olarak Rasûlullah devrine kadar uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünki mânada risâlelerin (küçük kitapların) telîfi sahâbe devrinin sonlarında başlamış ve Emevîler devrinde gelişmiştir. Ancak bunlara da kaynak olan fıkıh yazıları daha önce gerçekleşmiştir. Prof. Sezgin bu gerçeği ortaya koyan önemli örnekler tesbit etmiştir.

B-EMEVİLER DEVRİ:Hz. Hasen'in İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder.

Emevîler devrinin fıkhî hayat bakımından hususiyetleri:

1-Nesil: Bu devre içinde önce yaşlı sonra da genç sahâbe âhirete intikal ederek tâbiûn nesli onların yerini almıştır.
2-Hadis Rivâyeti:Bilhassa Hz. Ömer sahâbenin Medîne'den uzaklaşması ve hadis rivâyeti ile meşgul olmalarını istemiyordu. Birinci davranışın sebebi istişâre için onlara muhtaç oluşu idi. Hadîs rivâyeti üzerindeki titizliğinin ise iki sebebi vardı.

a)Kur'ân-ı Kerîm'in yerleşmesi, eğitim ve öğretiminin yayılması.
b) Hadîsler arasına, uydurma olanların sokulmasından çekinmesi.

3-Nazarî Fıkıh:Hulefâ-i Râşidîn devrinde fıkıh amelî idi; bir mesele karşısında sahâbe Kitâb, sünnet ve rey ictihadı ile hükme varıyorlar, bu ise emsâl hâdiseler için bir fıkıh kaidesi, dinî bir düstûr oluyordu. Hulefa-i râşidînin hüküm ve davranışları ile Kitâb ve sünnet arasında bir tutarsızlık, bir muhâlefet bahis mevzûu değildi. Emevîler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halîfeleri siyâset öyle icabettiği için babasının zina mahsûlü oğlu Ziyad b. Ebîhi nesebine geçirmiş (istilhak) bunun, "Zinâ eden mahrum olur" hadisine aykırı düştüğü ikazına aldırmamıştı.

4-Hicaz ve Irak Medreseleri:Sahâbenin yetiştirdiği tâbiûn nesli müctehidleri üstad, muhit ve malûmat farkına dayanan iki gruba ayrılmışlardı: Hicazlılar ve Iraklılar.iki grup müctehidden -büyük tâbiûn devrinde- Hicazlıların imamı Saîd b. el-Müseyyeb (94/712) Iraklılarınki ise İbrahim b. Yezîd b.Neha'î (96/714)'dir.

5-Tâbiûn Fakihleri:Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık sayıları yüzleri aşan tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler vardır. Bu arada azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.

6-Tedvîn:Hadîsler, fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda toplanmış (tedvîn edilmiş) olmakla beraber bunların, belli sistemlere göre kitaplaştırılması (tasnîf), fıkhın tasnîfinden sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emevîler döneminde (hicrî birinci asrın sonunda, ikinci yüzyılın başında) yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin verdiği bilgiye göre Zührî'nin fetvâları üç ciltte toplanmıştır, Hasenu'l-Basrî'nin, konulara göre düzenlenmiş fetvâları ise yedi cilttir.
Bu dönemde yazılan fıkıh kitaplarından bize ancak şunlar ulaşabilmiştir:
1.Süleymb.Kaysel-Hilâlî(v. 95/714)'nin fıkıh kitâbı.2. Katâde b. Di'âme'nin (v. 118/736) el-Menâsik isimli eseri.
3. Zeyd b. Alî'nin (v. 122/740) Menâsiku'l-hacc ve âdâbuhu isimli eseri. 4. Aynı fakihin el-Mecmû' isimli kitabı.

3.DEVİR:ABBÂSÎLER DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir.

B- ABBÂSÎLER DEVRİNDE FIKIH:

1- Din Bilginleri ve Abbâsîler: Abbâsîler hilâfeti haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde müslümanların başı ve Rasûlullahın halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor, divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından ilgileniyorlardı.

2- Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:

a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin,davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri.

d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir.

3-Fukahânın İhtilâfı: Sahâbe ve büyük tâbiün devrinde gördüğümüz ictihad ihtilâfı bu devirde fukahâ ve problem çoğaldığı için daha da artarak devam etmiştir. Hem mahiyeti icabı tabiî olan hem de "Ümmet için rahmet" olarak kabul edilen ictihad ihtilâfının önemli sebepleri tesbit edilmiştir:
a)Kitap ve sünette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsîri.
b)Sözün hakikat veya mecâzî mânaya çekilebilmesi.
c)Aynı mevzûdaki âyet ve hadislerin bir araya getirilerek farklı şekillerde değerlendirilmesi ve telifi.
d) Hadîsle alâkalı sebepler: Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi, sıhhat ölçüsü, tam veya kısmen zaptı yorumu, çelişen delillerle uzlaştırılması...
e) İctihad bilgi, usûl ve gücünün farklılığı,
f) Tabîi ve ictimâî çevrenin tesiri.

4- İctihad Hürriyeti ve Mezheblerin Doğuşu: İçinde bulunduğumuz devirde, aşağıdaki sebepler, muayyen mezheblerin doğması sonucunu yol açmıştır.

a) Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını ictihad alanlarına dahil etmeleri.
b) Bu ictihadların tedvin edilerek kitaplarda toplanması ve bu sâyede bir müctehidin, çeşitli konulardaki ictihadlarının kolayca öğrenilmesi imkânının doğması.
c) Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı münâkaşa ve münâzaraları.
d) Bu münakaşa ve münâzaraların, müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf edilmesine sebep olması.

5- Rey ve Hadîs Mektepleri:
Sahâbe devrinde daha çok muhit, üstad ve malzeme farkına dayanan bir gruplaşma görmüştük: Hicâziyyûn ve Irakıyyûn. Abbâsîler devrine girerken fukahâ arasında bir prensip ihtilâfı baş gösterdi: Hadîs ve re'ye verilecek yer ve değer ile ilgili olan ihtilâf uzun zaman devam etmiş ve karşımıza dört grup çıkarmıştır:
a) Tamamen Kitâb'a ve re'ye dayanan, sünneti hüccet kabul etmeyen "müfrit reyciler".

b) Mutedil reyciler: Bunlar sünneti reddetmez, onu da hüccet olarak kabul ederler; ancak hadîsin sıhhati üzerinde titiz davranır, rivâyetinden çekinirler. Buna mukabil kıyas, istihsan, maslahat gibi re'ye dayanan yollarla hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler, farazî meseleler üzerinde de dururlar. Ayrıca üstad müctehitlerin sözlerini esas alarak bazı yeni problemlerin hükümlerini onlardan çıkarırlar (tahrîc).

c)Müfrit eserciler: Eser: Rasûlullah'ın hadisleri ile sahâbe ve tâbiûn fetvâlarıdır.
Müfrit eserciler re'y ictihadını ve bilhassa bunun en önemli unsuru olan kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerdir.

d)Mutedil eserciler: Umûmiyetle hadis bilginleri mutedil esercilerdir. Bunlar re'y ve kıyası inkâr etmemekle beraber ona nadiren başvururlar. Hadislerden başka sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını da hüccet telakki ederler. Vukuundan önce -farazi- meseleler üzerinde fetvâ ve hüküm vermezler. Hadîse ve esere hiç bir re'yi tercih etmezler.

C-TEDVİN FAALİYETİ: Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı ile kısmen fıkıh ve hadisler dışındaki bütün dînî ilim ve kitapların telîfi bu devrede başlamıştır.

a)Sünnet:Emevîler'den Ömer b. Abdülaziz devrine kadar sünnet daha ziyade şifâhî rivâyet ile yayılıyor, bu arada bazı sahâbî ve tâbiîler küçük toplamalar yapıyorlardı (sahîfeler). Ömer b. Abdülaziz'in emriyle daha büyük toplamalar başladı ise de bunlar da mahdut idi; ayrıca ilk râvileri esas tutularak; yâni senedlerine göre toplanmıştı. Konulara göre yapılan toplamalar (tasnîf) ikinci hicrî asrın ortalarında yâni Abbâsîlerin ilk devirlerinde başlamıştır. Bu faaliyet üçüncü asırda inkişâfının zirvesine çıkmış ve meşhur altı kitap (el-kütübü's-sitte) vücuda getirilmiştir.Sünnetin tedvîni fıkıhtan önce fakat tasnifi fıkıhtan sonradır.

b) Fıkıh: İmam Mâlik'in, hadislerle beraber sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını ve kendi reylerini ihtiva eden el-Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsût, el-Âsâr gibi kitapları, Ebû-Yûsüf'ün el-Harâc'ı ve İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyatı zamanımıza kadar ulaşmış, üzerinde çalışılmış ve son asırda baskıları da yapılmıştır.
Sonraki fıkıh kitaplarına da örneklik eden bu kitaplarda takip edilen metod, bir mevzû (kitab, bâb, fasıl) içine giren meseleleri bir araya getirmek; Kitab ve sünnetten delillerini zikretmek, muhâlif görüşlere temas ederek bunları çürütmektir. Meseleci (kazuistik) metod takip edilmiştir. "Bir mevzû ile alâkalı nazarî ve umûmî kaideleri tesbit etmek, bunları yazdıktan sonra şumulüne giren ve zikredilmesi gereken meseleleri sıralamak" gibi bir metod takip edilmemiştir.

c)Kanun:Abbâsîler devrinde de fetvâ ve kazâda müctehidler kendi ictihadlarına dayanıyorlardı. Bunun tabiî neticesi ihtilâf olduğundan aynı ülke içinde -ictihadî meseleler üzerinde- birkaç çeşit fetvâ ve hüküm ortaya çıkabiliyordu. Hukukî eşitlik ve emniyetin temini maksadıyla bazı teklif ve teşebbüsler oldu; ezcümle Mansûr ve Hârûn er-Raşid, İmam Mâlik'e, Muvatta' isimli kitabını kanunlaştırmayı teklif ettiler. Mâlik bunu inhisarcılık ve ictihad hürriyetine aykırı telâkki ederek kabul etmedi. Kitabının bütün hadisleri ihtiva etmemiş olması da bu davranışta rol oynamıştır. Abdullah b. el-Mukaffa' (v. 142/759) Mansur'a sunduğu bir arîzada, bütün ülkede tatbik edilecek bir kanun vazedilmesini teklif etmiştir.Bu düşünce ve teşebbüslere rağmen kanunlaştırma hareketi Osmanlılar çağına kadar gerçekleşememiştir.

d)FıkıhUsûlü:Fukahâ arasındaki görüş ayrılıkları ve bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübâhaseler tedvinden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilâfın tedvine akseden neticelerinden birisi, daha başlangıçta reddiye ve münakaşa tarzında kitapların yazılması ikincisi de fıkıh usûlü ilminin doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid İmamlar, münakaşa ve mübâhaselerini dağınıklıktan kurtarmak, bir temele oturtmak, ictihad metodlarını tesbit etmek için bazı kaideler ve prensipler vazetmişler, bunların mecmûu fıkıh usûlünü meydana getirmiştir. Bugün elimizde bulunan ilk usûl kitabı İmam Şâfiî'nin "er-Risâle"sidir.

e)Istılahlar:Fıkıh usûlünün yanında, yine bu devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş, veya mevcut terimlerin mefhumları tesbit edilmiştir. Farz, vâcib, sünnet, mendûb, müstehab, haram, mekruh, şart, illet, rükün gibi yüzlerce terim, mezhebler arasında ya aynı yahud da farklı mânalarda -fakat mânaları muayyen olarak- kullanılmaya başlanmıştır.

FUKAHÂ: Bu devrin özelliklerinden birisi de çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezheb imamlarının yetişmiş olmasıdır.

4.DEVİR:SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH (Fıkhın Duraklama Çağı)

B- FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:

1-Taklîd Ruhu:Sahâbe, tabiûn ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid değil idi. Dinî hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve gerekse âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı." İşte "taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.

a) Yetişkin talebe: (ictihad fi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz devirde de mevcuttur.

b) Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları: Mezheplerin yerleşmesinden önce kadılar, müctehid âlimler arasından seçiliyor, Kitâb, Sünnet ve bunlarda bulamazlarsa rey ictihadıyla hükmetmeleri; çevrelerindeki âlimlerle de istişare etmeleri isteniyordu. Bu devrelerde halkın kadılarına büyük itimadı vardı.Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya hatâlarının ortaya çıkışı itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî emniyet, hükmedilecek esasların daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn edilmiş ise kadının o mezhebden tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi istenir oldu.

c)Tedvin:Yukarıda da temas edildiği üzere bazı mezheblerin ahkâmı, müctehid imam veya talebesi tarafından derlenip toplanarak yazılmış; müftü ve kadılar için kolayca istifade edilecek hale getirilmişti. Halbuki diğer bazı mezhebler bundan mahrûm kalmış, bu mahrûmiyet onların zamanla unutulmasına ve terkedilmesine sebep olmuştur.

2-Münazara ve Münakaşalar: Bu devrin hususiyetlerinden biri de çok yaygın hale gelen ilmî münakaşa ve münazaralardır.

3-Mezheb Taassubu:Devrin bir hususiyeti de mezheb taassubunun kuvvetlenmesi ve mezhebler arasındaki müsamaha rûhunun sönmesidir. Önceki devirlerde çeşitli müctehidler, bazı zamanlarda bunların mezhebleri ve tâbileri bulunmasına rağmen taassup ve düşmanlık yoktu. Müctehidler birbiriyle temas ediyor, faydalanıyor, ilmî ölçüler içinde yekdiğerini tenkîd veya takdîr ediyorlardı.
Üçüncü hicrî asırdan itibaren başlayan mezheb taassubu zamanla kuvvetlenmiş, düşmanlığa dönüşmüştür.

4-İctihad Kapısının Kapanması:Bazı kaynaklara göre ictihad kapısı dördüncü hicrî asırda kapatılmış veya kapanmıştır. Kapatılmıştır (mesdûd) diyenler fetvâ ve karar ile kapatılmıştır demek istiyorlar, fakat böyle bir fetvâ ve karar gösteremiyorlar. Kapanmıştır (münsedd) diyenler ise müctehid kalmadığı için ictihad kendiliğinden sona ermiştir demek istiyorlar.

C- TEDVİN HAREKETİ:

1-Mezheb Hükümlerinin Usûl ve Mesnedini Tesbit İçin Yazılan Kitaplar:Mezheb imamının ictihadını açıklayabilmek, boşlukları onun ictihad usûlüne göre doldurabilmek için imamın usûlünü, hükümlerin illetini (mesned, dayanak) bilmek gerekmiştir. İllete "menât" bunu bulup ortaya koymaya "tahrîcu'l-menât"(16) bu ehliyeti taşıyan âlimlere "ehl-i tahrîc" yahut da "el-muharricûn" denir. Bilhassa hanefîler -imamlarından kendilerine yazılmış bir usûl kitabı intikal etmediği için- tahrîc işiyle meşgul olmuşlar; imamların hüküm, ictihad ve mütalâalarından faydalanarak onların usûlünü, hükümlerinin illetini tesbite çalışmışlardır. İmam Şafiî usulünü bizzat yazdığı için mezhepte furû'dan usûle değil, usûlden furû'a bir metod gelişmiştir. Aynı devirde bu metoda (Şâfi'î veya kelâmcılar metoduna) göre de eserler yazılmıştır.

2- Tercih Gayesine Yönelmiş Kitaplar:

a)Rivayete dayanan tercih:Mezheb imamlarının ictihad ve reylerini yazılı veya şifâhî olarak nakledenler birden fazla olunca ve çelişen hükümler de nakledilince "rivâyet bakımından tercîh" bahis mevzûu olmaktadır. Nakledilen iki görüşün çelişmesi ya talebenin yanlış anlaması yahut da İmam'ın önce bir reyi benimsemiş iken sonra bunu terkedip zıddına kani olmasından neş'et etmektedir. İşte bu durumda daha sonra gelen mezheb âlimlerine, rivâyetleri karşılaştırarak en kuvvetli olanı tercih etmek vazifesi düşmektedir.

b) Usûle ve delile dayanan tercih:İmamdan nakledildiği kesin olarak bilinen iki zıt görüşü veya biri imamdan diğeri de onun talebe ve tâbilerinden nakledilen iki görüşü, usûl kaidelerine, Kitap, Sünnet gibi delillere bakarak karşılaştırmak ve birisini tercih etmek işi de bu devirde başlamış, her mezhebden buna ehil birçok fıkıh bilgini bu konu ile meşgul olmuşlardır.

3-Mezheb Müdâfaasını Hedef Alan Çalışmalar:İlmî münazara ve münakaşalar meclislerde sözlü olarak yapılmakla kalmamış kitaplarda da yürütülmüştür. Bu maksatla yazılan kitaplar "el-Hilâf" ilmini taşımaktadır ve mezheblerin mukayesesini mevzû olarak almışlardır.

5.DEVRE:MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR  (Fıkhın Gerileme Çağı)

B-BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH: Müslüman halk  çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, -devrin fıkıh bilginleriyle beraber- bunlara taassupla sarılmışlardır.Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır.Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.Hicrî altınca asrın ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde yeni bir ictihad hareketi başlatıldı ise de uzun ömürlü olmadı.Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır.

1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık: içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru fakihler arasında irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.

2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik: Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.

3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması: bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.

4-Hîle ve Te'vîl:Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır.

6.DEVRE:MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)

Fıkıh:

1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir.

2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir.

3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır.

4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.

6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir.Bu devrin en mümeyyiz vasfı kanunlaştırma hareketidir diyebiliriz. İlk İslâm medenî kanunu Mecelle'nin bu devre ismini nakşetmiş olması da bu hususun bir işareti mahiyetindedir. Daha önceki devirlerde Fıkıh ve Fetvâ kitapları yanında Sultan emir ve kanunnâmelerinin yer ve rolüne işaret etmiştik. Fakat bunlar, bugün anlaşılan mânada birer kanun olmaktan uzak bulunuyordu. Mecelle bahsinde zikredeceğimiz sebepler, hukukun çeşitli kaynaklarından istifâde ederek yeni kanunlar vaz'ını zarûrî kılıyordu. Bu zarûret karşısında harekete geçen İslâm Devletleri bir çok kanunlar vazettiler.

MECELLE: Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ismiyle Osmanlı Ülkesinde 57 sene tatbik edilen, bütün İslâm ülkelerinin taknîn hareketi üzerinde derin tesirler icrâ eden ilk İslâm medenî kanununudur.

HADİS TARİHİ ÖZETİ

BİRİNCİ DEVİR (OLUŞUM DEVRİ) H.0-100 arası

Sahabe döneminden hicri I. Asrın sonuna kadar olan zamandır. Sahabeler Hz. Peygamberin hadislerini ezberlemişlerdir. Ezber etkenleri ise; Genelde ümmi oldukları için bilgileri ezbere dayalıdır. Özellikle kuvvetli hafızalarıyla bilinir ve tek bir işitme ile uzun hutbe ve kasideleri ezberleyebilmeleriyle tarih onları kaydetmiştir.

Dini savunma kuvvetleri; Araplar İslam’ı dünya ve ahret saadetine tek doğru gördükleri için hadislere sımsıkı sarılmış ve dikkatle alıp nesillere taşımıştır. Hz. Peygamberin teşvikleri ise Arapların sorumluluk bilinciyle bunu yapmalarını sağlamıştır.Hadisin dindeki yeri; dinin aslından olup kurtuluşa tek vesile olması.Peygamberimizin hadisleri iyi anlaşılıp nesillere aktarılması için kısa, öz, tekrar ile, anlaşılır ve tane tane söylemesi.Hadislerin üslubu; zira Efendimiz özel bir kabiliyetle donatılmıştır.Bu maddeler hadislerin ezberlenmesinde etkili olmuştur.

HADİSLERİN YAZILMASI

Rasülüllah’ın yazma ve yazmama ile ilgili hadisleri farklı yorumlanmıştır. İbn Küteybe; nesh veya iznin şahsa özel olabileceğini, Hitâbî; yasağın Kuran nüshasına yazmak olduğunu, Ramehürmüzî ise nesh’i tercih etmiştir.

Nesih umumi olsaydı sahbiler ittifak ederlerdi. Anlaşılan o ki yazma zatı itibari ile değil, Kuran meşguliyetinden alıkoymaması içindir.Hadisler sahabe döneminde hatırlatıcı notlar şeklinde yazılmıştır,

Hicri II. Asırda ise bablar ve muayyen tertipler olmaksızın yazılmıştır,II. asrın ortasında bablar ve tertipler oluşmaya başlamıştır,III. Asır (tedvin devri) hadislerin toplanıp, hadis ilimlerinin zirveye ulaştığı söylenebilir.

Hadislerin Yazıldığına Dair İlk Deliller/İlk Yazılı Kaynaklar

Sahifetü’s-Sadıka; Amr b. Âs, Hz. Ali ra.; Akile, diyet ve esirlerle ilgili hükümler barındırır,Sa’d b. Ubade; yemin ve şahitle ilgili hükümler barındırır,

4- Hz. Peygamberin yazdırmaları: a) Hz. Ebu Bekir’e zakat ve diyetle alakalı, Amr b. Hazm’a cizye, diyet, zekat ve davetle alakalı, Vail b. Hıcr’a haramlarla alakalı yazdırmaları, b) Hz. Pegamberin krallara davetleri,

c) Hz. Peygamberin bazı münasebetlerle (Ebi Şah vb.) yazdırması, d) Hz. Peygamberin kafirlerle antlaşmaları (Hudeybiye vb.) ve başkalarıyla yaşama kuralları (Medine Vesikası vb.)

Sahabe Döneminde Hadis Yazım Kuralları

Hata etmekten korktukları için az rivayet etmeleri,Hadisi alma-vermede (tesebbüt) dikkatli, ihtiyatlı davranmaları, Hz. Ebu Bekir şahit, Hz. Ömer delil istemiş, Hz. Ali ise yemin istemiştir.Dinin kaidelerine ve Kuran’a arz ederek eleştirel yaklaşmışlardır.

Uydurmanın Ortaya Çıkışı ve Mücadele Yolları

Hz. Osman ve Hz. Hüseyin ra.’in şehit edilmesinden sonra, etrafına insan kazanmak için Hz. Peygamberin demediğini diyenler ve bidatçiler türedi. Sahabe hadisi korumak için şu tedbirleri aldı;Hadisin isnadı ve ravilerin durumunu sorulmaya başlandı.Az da olsa sahabi hakkında, sonra tabii ve diğer raviler hakkında cerh ve tadil başladı, alim sahabiler buna teşvik etti.Asıl raviye ulaşma (âli İsnad) için rihleler başladı.Uydurma ve zayıfı ayırt etmek için sika ravilerin hadisine arz başladı.Böylece hicri I. Asır bitmeden hadis ilimlerinden; merfu hadis, mevkuf hadis, maktu’ hadis, muttasıl hadis, mürsel hadis, munkatı’ hadis ve müdelles hadis gibi hadis kavramları oluştu. Bunların tamamı makbul; daha sonra sahih, hasen diye, merdüd; daha sonra zayıf diye kısımlarda düzenlendi.

2.DEVİR (TEKÂMÜL/OLGUNLAŞMA DÖNEMİ) H.100-200

Bu asırda insanların hafıza melekelerinin azalması senetlerin uzayıp kollara ayrılması ve bozuk fırkaların artması sebebiyle resmi tedvin başlamıştır. Dağınık halde olan hadisler “cami’ ve musannef”lerde toplanmıştır.

Cami’lere örnek; 1- Ma’mer b. Raşit, 2- Süfyan es-Sevri, 3- Süfyan b. Uyeyne

Musanneflere örnek; 1- Hammad b. Seleme 2- Abdürrezzak 3- İmam Malik

Alimler cerh ve tadil konusunda, bidat ve hevanın yayılması sebebiyle geniş araştırmalar yaptı ve bilinmeyen kimselerin hadislerini alma konusunda ihtiyatlı davranmaya başladılar. Rical araştırması için rihleler zaruri hale geldi. Usul kavramları oluşmaya başladı ve İmam Şafii elimize ulaşan ilk usul eserini yazdı.

 

3.DEVİR (HADİS İLİMLERİ TEDVİN DEVRİ) H. 200-350

Hadis ve ilimleri için “altın çağ” denilen devirde hadisler tertip ve düzen içinde tedvine başladı. Buhari gibi alimler bu devirde eserlerini kaleme aldı. Hadis ilimlerinin her biri işçin ayrı eserler yazıldı. Yahya b. Main; Rical Tarihi, Muhammed b.Sa’d; Tabakat, Ahmed b. Hanbel; el-İlel ve ma’rifetü’r-rical ve Tirmizi; İlelü’s-sağır gibi eserler yazıldı.

4.DEVİR (HADİS İLİMLERİNİN YAYILMASI-TOPLANMASI) H. 350-600

Ramehürmüzi; el-Muhaddisü’l-fâsıl beyne’r-ravi ve’l-vaî,Hatip Bağdadi; el-Kafiye fi ilmi’r-rivaye

Kadı İyaz; el-ilma’ fi usuli’r-rivaye ve’s-sema’,

Ulumul Hadis Eserleri

Hakim Nisaburî; Marifetü Ulumu’l-Hadis,Ebu Nuaym İsfehani; el- Müstahrec,Meyaneci; ما لا يسع المحدث جهله

5.DEVİR (HADİS İLİMLERİ OLGUNLUK VE KEMALİ DEVRİ) H. 600-900

İbn Salah’la başlar, İbn Salah, 1- Önceki ulemanın görüşlerini bir kitapta toplamış 2- Önceki kavramların tanımlarını zapt etmiş 3- Ulemanın görüşleri yanında kendi görüşlerini de yazmış

İbn Salah; Ulumu’l-Hadis,Nevevi; el-İrşad, et-Takrib ve’t-Teysir,Hafız Irakî; et-Tebsıra ve’t-Tezkira

İbn Hacer; Nuhbetü’l-Fiker, Nüzhetü’n-Nazar

6.DEVİR (DURAKLAMA DÖNEMİ) H. 900-1400

Yeni tasniflerin durduğu ve eskiler üzerine nesir ve nazım olarak şerh ve ihtisarların yapıldığı bir dönemdir.

Ömer b. Muhammed Beykuni; Menzumetü’l-Beykuniye,Ali el-Hirravi; Şerhu’ş-Şerh

Bu dönemde Hindistan’da Şah Veliyyullah Dihlevî ve ailesi Hadis ve Hadis ilimlerine çok hizmet etmişlerdir.

7.DEVİR (DİKKATLİ OLMA VE YENİDEN UYANIŞ DÖNEMİ) 1400-…

İslam Âleminin doğu ve batıyla iletişimi, Fikir sömürgeciliği ve müsteşriklerin saldırıları neticesinde Hadise yönelik çalışmalar yeniden başlamıştır.

Cemalettin Kasımî; Kavaidu’t-Tahdis,Mustafa Sibaî; السنة ومكانتها في التشريع الإسلامي

Muhammed Semahi; المنهج الحديث في علوم الحديث hadis tarihi, hadis ıstılahları, rivayet ve raviler hakkında bilgi içerir.

SONUÇ

            Tefsir,hadis ve fıkıh ilimleri başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin ilk nüveleri hz.peygamber (s.a.v.)zamanında atılmıştır.bu ilimler ilk başta birbirlerinin içerisinde mundemiç bir halde iken,daha sonraları özellikle hicri 2.asırdan sonra her ilim mustekil bir ilim haline gelmiş,o günden günümüze kadar tevarüs yoluyla en güzel bir şekilde nakledilmiştir.islami ilimlerin bu şekilde olması şu sonucu doğurmaktadır;her hangi bir İslami ilim dalında çalışma yapmak isteyen kimse şüphesiz ki bu ilimleri bir bütün olarak değerlendirmek zorundadır.çünkü bunların tamamı aslında bir kaynaktan gelen tatlı menbalardır.bu ilimleri bütüncül bir şekilde ele alan kimse çok güzel sonuçlar elde edecek,aksini yapan ise yaptığı çalışmada pekte muvaffak olamayacaktır.

 

SELAM VE DUALARIMLA.

 

KAYNAKLAR:

1- PROF.DR.DAVUT AYDÜZ,IŞIK YAYINLARI,İSTANBUL,2004.

2- HAYRETTİN KARAMAN İSLAM HUKUK TARİHİ, İZ YAYINCILIK

3- NURETTİN ITR,MENHECÜ’N-NAKT.

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Mukayeseli Usuller    11.12.2014

Ahmet YILMAZ – 13912772 (Yüksek Lisans) 

 

 

FIKIH USULÜ

 

Fıkıh

Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Bir başka anlatımla, müctehidlerin, her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere fıkıh denir. Fıkıh ilminin bir dalı füru’, diğer dalı ise usul’dur.

Usul:

Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab ve delil manalarında kullanılır.

Fıkıh Usulü

Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü:

  1. “Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.
  2. “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”

İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir.

Müctehid

İctihad melekesine sahip olan ve hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden kişidir.

Kurallar, Kaideler

 Kavaid, Kaide(Kural) kelimesinin çoğuludur. Her biri birçok cüz’i hükümlere şamil olan külli-umumi esaslar önermeler demektir. Mesela: “Aksine bir karine bulunmadıkça her emir vücub içindir” bir kaidedir, kuraldır.

Ahkam-Hükümler

“Ahkam” kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir. Hükümler üç kısımdır:

  1. Akli hükümler: Akıl yoluyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Bir ikinin yarısıdır”
  2. Hissi hükümler: Duyu organları vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Ateş yakıcıdır.”
  3. Şer’i hükümler: Şer’i kaynaklar vasıtasıyla elde edilen hükümlerdir. Mesela: “Namaz farzdır.”

Şer’i Hükümler

Şer’i hükümler üç kısımdır.

  1. Ameli hükümler: Namazın, zekatın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah olduğu, borcu yazmanın, alış verişi şahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmenin mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili hükümlerdir.
  2. İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve resuller, kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir.
  3. Ahlaki hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.

Usul ilminde, sadece ameli hükümlere ulaştıran kurallardan bahsedildiği için, itikadi ve ahlaki hükümleri “tevhid” veya “kelam” ilmi, ahlaki olanlar ise “tasavvuf” veya “ahlak” ilminde incelenir.

Şer’i Deliller

Şer’i deliller iki türlüdür:

  1. Tafsili (cüz’i) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olup sadece o meselenin hükmüne delalet eden cüz’i delillerdir. Mesela: “Zinaya yaklaşmayın” ayeti sadece zinaya yaklaşmanın haram olduğuna delalet eder.
  2. İcmali (külli) deliller: Muayyen bir mesele ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer’i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir. Bu delillerin “amm” ve “hass” gibi nevileri, bu nevilerin de kendi içinde “emir”, “nehiy”, “mutlak”, “mukayyed” gibi ayırımları vardır. “Emir vücub içindir, nehiy tahrim içindir.” gibi sözler birer külli delildir. İşte usulcünün araştıracağı deliller bunlardır. Tafsili deliller ise fakihin meselesidir.

Fıkıh Usulünün Konusu

Usûlü'l-fıkhın mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine konu edinir.

Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:

  1. Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.
  2. Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması.

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Fıkıh Usulünün Gayesi

Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsili delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Yani Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi, müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır. İctihat ehliyetine tam sahip olmayan kişi de hükümlerin istinbat yollarını öğrenmek, müctehidlerin kaidelerine ve fetvalarına dayanarak benzeri yeni meselelerin hükümlerini bulmak, çeşitli ictihadi meselelerde fukahanın görüş ve delilleri arasında mukayese yaparak delili en kuvvetli olanını almak için yine usul ilminden istifade eder.

Fıkıh Usulünün Faydaları

  1. Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.
  2. Müctehidlerin hüküm çıkarma yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
  3. Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.
  4. Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin ne olduğunu öğrenir.
  5. Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

Kur’an’ın Muhteviyatı:

Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.

  1. İbadetler: Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir.
  2. Muâmeleler: Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

İCMA'

İttifak etmek, görüş birliğine varmak, azmetmek, kasdetmek. Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda amelî bir meselenin şer'î hükmü üzerinde İslâm müctehidlerinin birleşmesi demektir. İslâm hukukunda, müctehidlerin üzerinde ittifak ettikleri dört tane aslî delil vardır: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas.

İcmaın Mertebeleri

  1. Sarih İcma: Bu, her müctehidin, icma konusu olan fikri kabul ettiğini açıkça söylemiş olduğu icmadır. Bu tür icma, fakihlerin büyük çoğunluğunun ittifakı ile şer'î bir delildir.
  2. Sükûtî İcma: Herhangi bir asırda, ictihad yetkisi olanı fakih belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkit eden çıkmazsa buna "sükutî icma" denir. İmam Şâfiî ve birçok bilgin, bu tür icma'ın huccet (delil) olduğunu kabul etmez.
  3. Müctehidlerin Belli Bir Ortak Noktada İttifak Etmeleri: Bir mesele üzerinde aynı asırdaki fakihler ihtilafa düşerler ve herhangi bir müctehid, diğerlerinin görüşüne her yönden zıt bir ictihad'da bulunmazsa, bu durumda aralarında görüş ayrılığı olmakla birlikte, bir noktada birlik (icma) bulunmuş olur.

KIYAS

Ölçmek, kıyaslamak, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek, hakkında nass (âyet hadis) bulunan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass bulunmayan meselenin hükmüne bağlamak anlamında bir fıkıh usulü terimidir. K.Y.S kökünden, "kâse" ve "kâyese" dili geçmişin mastarı. Müctehid tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnet'e dayandırılır. Çünkü şer'i hükümler, ya doğrudan doğruya âyet veya hadislere, ya da kıyas yoluyla bu nass'lara dayanır.

Kıyasın tariflerinde ortak olan nokta şudur: Nass'a dayanan bir meselenin hükmünü, ictihad yoluyla, aynı ortak illeti taşıyan ve nass ile belirtilmemiş bulunan mesele için de sâbit kılmaktan ibarettir.

Kıyasın Rükünleri

Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak, şeklinde tarif edilince, buradan dört rukün ortaya çıkmaktadır. Asl, fer', hüküm ve illet.

Kıyasın Kısımları

  1. Celî (Açık) Kıyas: Burada illet, fer'ide asıldakinden daha kuvvetli ve açık olup, asl ile fer' arasındaki fark kaldırılmış bulunur.
  2. Hafî (Gizli) Kıyas: Burada asl ile fer' arasındaki farkın kaldırıldığı zannî olarak bilinir. Meselâ; demir cinsinden bir şeyle kasten adam öldürmenin cezası kısastır.

İSTİHSAN

Bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek. Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması anlamında bir fıkıh usûlü terimidir.

İstihsan ile Kıyas Arasındaki Fark

Ferdî düşünce ürünü olan ictihad, Sahabe devrinde "re'y" adını alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı verildi. Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak tercih ettiği kıyas şekline de "istihsan" denildi. Bu duruma göre, istihsan, toplumda karşılaşılan problemleri çözmede daha elverişli ve etkisi daha çok olan bir metoddur.

İstihsanın Çeşitleri:

1. Nass Sebebiyle İstihsan

2. İcmâ Sebebiyle İstihsan

3. Zarûret ve İhtiyaç Sebebiyle İstihsan

4. Kapalı Kıyas Sebebiyle İstihsan

5. Örf Sebebiyle İstihsan

6. Maslahat Sebebiyle İstihsan

ÖRF

İyilik, ihsan, bilme, tanıma, akıl ve dinin güzel gördüğü şey; itiraf; at yelesi; horoz ibiği; yüksek yer; dalga, sabır; aklın delâletiyle kişilerde yerleşen ve selim tabiatça benimsenip, kabul edilen söz ve fiiller anlamında bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a'râf" ve "uref"tir. Yeni İslâm hukukçularından bazılarının tarifi şöyledir: "Örf, herkesin bildiği ve genellikle kendisine uya geldiği söz ve fiillerdir"

MESÂLİH-İ MÜRSELE

"Mesâlih", yerine göre gerekli olan iş, söz, davranış, iyilik, düzen, barış yolu, kârlı iş, uygun iş anlamındaki "Maslahat" kelimesinin çoğulu; "Mürsele", "Resele" den türetilmiş olan "İrsâl" masdarından ism-i mef'ul olup, salıverilmiş, başıboş bırakılmış, kayıt ve şarta bağlanmamış şey; "Mesalih-i Mürsele" her hangi bir kayda bağlı olmayan maslahatlar anlamında bir İslâm hukuku terimi. Mesâlih-i Mürsele yerine Maslahat-i Mürsele terimi de kullanılır.

İslâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Malik'tir.

SEDDİ ZERAYİ'

Sedd; menetme, engelleme, kapama manalarına gelir. Zerayi' ise bir şey'e götüren vesîle ve yol manâsına gelen zeria'nın çoğuludur. Bu şey mefsedet, maslahat, söz ve fiil olabilir. Sedd-i zerayi' vesîleleri kaldırmak, sebebi tıkamak demektir. Bu durumda harama vesîle olân şey haram, vacibu vesîle olan şey vaciptir.

TEKLİF

Zor olanı istemek. Fıkıh usulü ıstılahında, Şari'in bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesi. Buna göre teklifî hükümler: 1- Vacip, 2- Mendup, 3- Haram, 4- Mekruh, 5- Mübah olmak üzere beş kısma ayrılır.

Bu taksim fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefiler ise, teklifi hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vacip, 3- Mendup, 4- Haram, 5- Tahrimen mekruh, 6- Tenzihen mekruh, 7- Mübah.

Teklifin esasını akıl ve idrak teşkil eder; yani akıl ve idrak, teklifin temel şartıdır.

FARZ

Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, kesme, hisseye ayırma anlamlarını ifade eder. Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime değişik anlamlarıyla kullanılmıştır.

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

  1. Farz-ı Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir.
  2. Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir.

VÂCİB

Gerekli ve sabit olan. "Vecebe" fiilinden ism-i fâil. Bu fiilin mastarları olan "vücûben", "vecben", "vecbeten", ve "vecibeten", gerekli ve sabit olmak, yere düşmek, kalb çarpmak, günde bir defa yemek, ölmek ve güneş batmak anlamlarına gelir.

İslâm hukukunda "vâcib", yükümlünün farzdan aşağıda, fakat sünnetten daha kuvvetli olarak yerine getirmesi istenilen şer'î hükümdür.

MENDÛB

Mendûb sözlükte, kendisine davet olunan şey anlamına gelir. Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş demektir. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah (s.a.s)'ın bazen yapıp, bazen terk ettiği işler.

Mendubun Çeşitleri

  1. Sünnet-i Müekkede-Sünneti Hüda: Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptığı ve sırf bağlayıcı olmadığım göstermek üzere nâdir olarak terkettiği farz ve vacib olmayan fiillerdir.
  2. Sünnet-i Gayri Müekkede-Nâfile-Müstehab: Hz. Peygamber (s.a.s)'in bazen yapıp bazen de terkettiği ameller. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz.
  3. Sünnet-i Zevaid: Hz. Peygamber'in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allahu Teâlâ'dan bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği taşımayan beşeri fiillerdir.

MÜSTEHAP

Müstehab sözlükte, sevilen, hoşa giden demektir. Fıkıh ilminde ise; şeriatın yapılmasını hoş gördüğü, tavsiye ettiği ama yapılması zorunlu olmayan amellerdir. Müstehap, genellikle (devamlı işlenmeyen) gayr-i müekked sünnetle eş anlamlı olarak da kullanılır.

NAFİLE

‘Nafile’nin aslı ‘nefl’dir ki bu da gerekli olanın (farz olanın) üzerine yapılan bir fazlalıktır. Aynı kelime, ganimet malı, yani savaştan sonra ele geçen mal hakkında da kullanılır. Bunun çoğulu ‘enfal’dir. Mecburi olmaksızın yapılan fazla işe, ‘nafile’ demek daha yaygın bir söyleyiştir. Nafile, aynı zamanda, bağış, hibe anlamlarına da gelmektedir.

Fıkıh ilminde ‘nafile’; Farz ve vacip dışında, sevap amacıyla yapılan, Peygamberimizin de kıldığı bilinen namazların tümüne ve diğer ibadetlere verilen bir isimdir.

HARAM

Sözlükte, yasaklama, mahrum etme anlamlarına gelir. Haram, dince yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir fiili yapmak, bir davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir. Yükümlünün böyle şeylerden mahrum edilmesi, yani bunların ona yasak edilmesi ‘haram’ kelimesiyle ifade edilmektir.

Haramın Çeşitleri:

Bir haramdaki zarar ya bizzat yasaklanan fiilin kendisinden kaynaklanır veya dolaylı yoldan bir sebebe dayanır. Buna göre haram, doğrudan ve dolaylı yoldan olmak üzere ikiye ayrılır.

  1. Bizzat Haram (Haram Bizatihi, Haram Liaynihi): Allah ve Rasûlünün geçici bir sebebe dayalı olmaksızın baştan itibaren ve temelden haram kıldığı fiildir.
  2. Dolaylı Haram (Haram li Gayrihi): Kendisi esasen haram olmadığı halde başka bir sebep dolaysiyle yasaklanan şeylerdir. Başkasının malını haksız yere yemek, cuma namazı saatinde çalışmak gibi.

MEKRÛH

Kerahet kökünden ism-i mef'ul. Kerahet; istememek, hoşlanmamak ve çirkin görmek demektir. Mekrûh ise; istenmeyen, hoşa gitmeyen, çirkin iş anlamındadır. Bir fıkıh terimi olarak mekrûh; Allah ve Resulünün, yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.

Mekruhun Kısımları:

  1. Tahrimen Mekruh: Allah ve Resulunun bir fiilin yapılmamasını, kesin ve bağlayıcı tarzda istemiş olmakla birlikte, bu istek haberi vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa, buna "tahrîmen (harama yakın) mekruh" denir.
  2. Tenzîhen Mekruh: Allah ve Resulunun koyduğu yasağın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil "tenzihen (helâla yakın) mekruh" adını alır.

 

MÜBAH

Bu kelimenin aslı ‘ibâha’dır. ‘İbâha’ sözlükte; bir şeyin yapılması veya terkedilmesi arasındaki hükümdür. ‘Mübah’ ise; şeriatın mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür.

MÜKELLEF

Mükellef kılınmanın iki şartı vardır.

  1. Akıllı olmak. Bir insanın dinin emirlerinden yani kulluktan sorumlu olabilmesi için akıl sahibi olması şarttır.
  2. Büluğ (ergenlik) yaşına ulaşmış olmak. Ergenlik yaşına ulaşmak, oğlan çocukların erkek, kız çocukların ise kadın durumuna ulaşma yaşlarıdır.

Ehliyetin Kısımları:

Ehliyet, vücub ve eda ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.

  1. Vücub Ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübutuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir.

a)       Eksik Vücub Ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit olmaz. Cenin sağ doğmak şartıyla mirasçı olur, lehine vasiyet edilen mala sahip bulunur, yine lehine vakıf geçerlidir, babası cihetinden nesebi sabit olur. Aleyhine olan medeni haklar ise sabit olmaz.

b)       Tam Vücub Ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler.

  1. Eda Ehliyeti: Kişinin medeni hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabii bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Bunun varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır.

ŞART

Yerine getirilmesi gerekli olan şey. Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf. Meselâ, namaz için "abdest" bir şarttır.

  1. Şer'î Şart: İslâm'ın koyduğu şartlar olup, ibadet veya akidlerin gerçekleşmesi için bunarın bulunması gerekir. Akdin meydana gelmesi için akdi yapanın ehliyetli olması gibi.
  2. Ca'lî Şart: Akdi yapanın, akitte özel bir maksadı gerçekleştirmek için kendi isteği ile koyduğu şartlara "ca'lî şart" denir.

RÜKN

Bir şeyi oluşturan asıl parçalardan her biri; direk, dayanak, maddî ve mânevî destek; bir ibadet veya muamelenin varlığı kendisine bağlı bulunan ve onun esas unsur ve parçalarını teşkil eden temeller. Çoğulu "erkân" ve "erkün" gelir.

AZÎMET

Allah'ın yapılmasını emrettiği ve yapılmamasını istediği hususlarda tam bir titizlik gösterip bir emir ve yasaklara kuvvetle ve kesin kararlılıkla uymakla ilgili bir fıkıh ıstılahı. Azimet, kuvvetle, ısrarla ve büyük bir kararlılıkla bir şeyi istemek veya yapmaktır. Bu duruma göre azimet; farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh ve haramların tümünü içerir.

Zaruretler bazı haram ve yasak olan şeyleri mübah kılar. İşte buna ruhsat denir. Bu açıdan haram olan şeyler üç kısma ayrılır:

  1. Hiç bir şekilde işlenilmesine ruhsat verilmeyen haramlar. Meselâ bir kimse ne kadar tehdit ve baskı altında kalsa da başkasını öldürmesi veya bir uzvunu kesmesi caiz değildir. Buna ruhsat verilmemiştir.
  2. Zaruret ile sakıt olan haramlar. Zaruret bunların işlenmesini mübah kılar ve haram olmasını ortadan kaldırır. Ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan kimse, ölmeyecek kadar murdar et yiyebilir. Tedavi maksadıyla doktor, kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakabilir.
  3. Haram olması tamamen ortadan kalkmayıp, zaruret anında ruhsat ihtimali olan ve mübah muamelesi gören haramlar. Meselâ bir kimsenin malına tecavüz etmek haramdır. Aç kalıp da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir kimse başkasının malını rızası olmasa da alıp yiyebilir.

ZARÛRET

Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç, şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil kullanımına ihtiyaç duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret, ızdırar mastarından isimdir. Izdırar; muhtaç ve mecbur etmek demektir. Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış olur.

MÜKREH

İstemediği ve çirkin gördüğü bir işi yapmağa zorlanan kimse; ikrah kökünden ism-i mef'ûl. İkrah; tehdit etmek suretiyle kişinin hukuken yapmakla yükümlü olmadığı bir işi yapmaya onu zorlamak demektir. Zorlayan, tehdit eden kimseye "mükrih" denir.

İkrahın Kısımları:

  1. Tam İkrah: Öldürme, bir organı yok etme veya toplumda mevki sahibi kişi için alçaltıcı bir muameleye maruz bırakma tehdidi ihtiva eden zorlama. Bu çeşit zorlama, zorlanan kimsenin ihtiyar ve rızasını ortadan kaldırır.
  2. Eksik İkrah: Öldürme veya bir organı yok etme tehdidini kapsamayan korkutma. Kısa süre hapisle veya ölüm yahut organ kaybı tehlikesi taşımayan dövmeyle tehditte bulunarak yapılan korkutma gibi. Bu çeşit ikrah, rızayı ortadan kaldırır, fakat ihtiyarı etkilemez.

İkrah Hükmü:

İkrah, söz ve fiillerin sonuçlarına etki yapar, fakat ehliyetin aslını ortadan kaldırmaz. Geçerli olan ikrah, tam olsun, eksik bulunsun, sözleri hükümden düşürür. Bu nedenle, ikrah altında yapılan ikrarlar geçerli olmaz. Ancak, ikrah hâli kalktıktan sonra rıza gösterilmesi hali müstesnadır. Tam ikrah da, eksik ikrah da rızayı yok eder. Bağlayıcı akid ve sözlerde ise karşılıklı rıza esastır. Zorlananın fiilleri, zorlamanın tam veya eksik olmasına göre değişik hükme tâbi olur. Eksik ikrah, zorlananı fiilinin sonucu bakımından mutlak olarak serbest bırakmaz. Tam ikrahta ise zorlanan, işlediği fiilden sorumlu olmamakla birlikte, korkutan sorumlu olur. Sorumluluk ikisi arasında yer değiştirmiş bulunur.

MEFHÛM-İ MUHALEFET

Mefhum sözlükte, anlam, kavram; muhalefet ise zıt, muhalif, karşı anlamlarına gelir. Mefhum-i muhalefet; zıt anlam demektir. Bir fıkıh usulü terimi olarak; şer'î bir sözde söylenmeyenin söylenene ve zikrolunana hükümde zıt olmasıdır.

Meselâ: "Anne babaya öf deme" (el-İsrâ, 17/23, 24) ayetinde söylenene, "onları dövme, onlara sövme" şeklindeki söylenmeyen hüküm uygundur.

MASLAHAT

Faydalı olanı elde edip, zararlı olanı defetme. ‘Maslahat’, ‘salah’ kökünden türemiş bir kavramdır. Salah sözlükte; ‘fesad’ın zıddı olup, düzgün oldu, istikamet üzere oldu, sağlam oldu, düzeldi, kendisinden fesat gidip sulh (barış-iyi durum) oldu gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türemiş ‘salih’ iyi, faydalı işler, akla ve dine göre yarayışlı olma, fesat içinde olmama anlamlarına gelmektedir. Bu kavram fıkıhta, yararlı olanı elde etme, zararlı olanı (müfsidi) defetme anlamında kullanılmıştır.

Maslahatın Türleri:

Maslahatları üçe ayırmak mümkündür.

  1. Zarurîyyat: Ümmetin bütünü ve birimleriyle elde etmek zorunda olduğu maslahatlardır. Zarurî maslahatlar beş kısma ayrılır:

a) Dini muhafaza,

b) Nefsi muhafaza,

c) Nesli muhafaza,

d) Aklı muhafaza,

e) Malı muhafaza.

  1. Hâciyyât: Zorluk ve meşakkati ortadan kaldırmak, genişliği temin etmek için insanların muhtaç oldukları maslahatlardır. İbadetlerdeki kolaylıklar, seferde ruhsat, alış-veriş imkânı ve şekilleri bu gruba girer.
  2. Tahsiniyyât: İnsanların hal ve durumlarının yüksek edep ve sağlam ahlâkî temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır. Güzel giyinmek, adab-ı muaşerete riayet vb. bu gruptandır.

 

HADİS USÛLÜ

 

Hadis Istılahları İlmi: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.

Faydası: Ravi ile mervîden kabul ve red olunanı bilmektir.

Hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.

Haber: Hadis anlamındadır. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e de, başkasına da isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber hadisten daha genel ve kapsamlı olur.

Eser ise, sahabiye ya da tabiîye isnad edilendir. Bazan kayıtlı olarak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilenin kastedildiği de olabilir. Bu durumda: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivayet edilen eserden... diye söylenir.

Kudsi hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.

Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis arasında bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle Peygamberimize nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir, ama lafız itibariyle değil.

Bize Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin Kısımları

Mütevatir: Adeten yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir. Mütevatir iki kısma ayrılır:

  1. Hem Lafız, Hem Mana İtibariyle Mütevatir: Ravilerin hem lafzı, hem de manası üzerinde ittifak ettikleri mütevâtir rivayettir.
  2. Mana İtibariyle Mütevatir: Ravilerin genel anlamı itibariyle ittifak ettikleri, fakat her hadisin özel manası ile münferid kaldığı rivayetlerdir. Şefaate dair hadisler ile mestler üzerine meshetmeye dair hadisler buna örnektir.

Âhâd: Mütevatirlerin dışında kalanlardır.

Rivayet Yolları İtibariyle: Meşhur, aziz ve garib olmak üzere üç kısma ayrılır.

  1. Meşhur: Üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği fakat tevatür sınırına ulaşmayan rivayettir.
  2. Aziz: Sadece iki kişinin naklettiği rivayettir.
  3. Garîb: Sadece bir kişinin naklettiği rivayettir.

Hadisin sıhhati şu üç hususla bilinir:

  1. Hadis’in Buhârî ve Muslim'in Sahih’leri gibi hadisleri sahih kabul etmekte sözlerine itimad edilen kimselerin tasnif ettikleri eserlerde bulunması.
  2. Hadislerin sahih olduğunu belirtmekte sözüne güvenilen ve bununla birlikte bu hususta müsamahakârlıkla tanınmamış imam (kendisine uyulan önder) bir zatın, hadisin sıhhatini açıkça ifade etmesi.
  3. Ravilerinin ve rivayet yollarının tetkik edilmesi. Eğer sıhhat şartları eksiksiz olarak tesbit edilebilirse, o zaman hadisin sahih olduğuna dair hüküm verilir.

Mertebe İtibariyle: Hadisler beş kısma ayrılır: Sahih li zâtihî, sahih li gayrihî, hasen li zatihî, hasen li gayrihî ve daîf (zayıf)

  1. Sahih li zâtihî: Zaptı tam, adaletli ravinin muttasıl bir senedle rivayet ettiği, şaz olmayan ve mertebeden kabule engel bir illeti bulunmayan rivayettir.
  2. Sahih li gayrihî: Bu bir kaç yoldan rivayet edilmesi halinde, hasen li zatihi olan hadistir.
  3. Hasen li zâtihî: Adaletli olmakla birlikte zaptı pek kuvvetli olmayan bir kimsenin muttasıl bir senetle rivayet ettiği, şazlıktan ve reddedilmeyi gerektiren illetten uzak hadistir.

Hasen li zâtihî ile sahih li zâtihî arasındaki tek fark, sahih hadiste zaptın tam olma şartının koşulması ile birlikte, hasen li zatihide bunun şart olmamasıdır.

  1. Hasen li gayrihî: Zayıf hadisin, biri diğerini telafi edecek ve aralarında yalancı ve yalanla itham olunmuş bir ravi bulunmayacak şekilde birkaç yoldan nakledilmesidir.
  2. Zayıf: Sahih ve hasen şartlarını taşımayan hadistir.

Âhâd Haberlerin Hükmü

Zayıf hariç olmak üzere âhâd hadisler:

  1. Zan ifade eder. Bu da bu rivayetlerin kendisinden naklolunduğu zata nisbetinin sahih olma ihtimalinin ağır olması demektir.
  2. Eğer bir haber mahiyetinde ise, tasdik edilmesi, eğer bir talep ifade ediyorsa, uygulanması suretiyle delâleti gereğince amelde bulunmak.

Zayıf hadise gelince ne zan, ne de amel ifade eder. Onu delil olarak kabul etmek de caiz değildir, zayıf olduğunu açıklamadan zikretmek de caiz değildir. Bir grup ilim adamı şu aşağıdaki şartlara bağlı olarak zikredilmesini müsamaha ile karşılamışlardır:

  1. Zayıflık derecesi ileri olmamalı
  2. Terğib ve terhibin sözkonusu edildiği amel, aslı itibariyle sabit olmalı
  3. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in onu söylediğine itikad etmemeli (kesin olarak inanmamalı)

Munkatı’ Hadis

Munkatı’ sened: Senedi muttasıl olmayan demektir. Munkatı’ senedin dört kısmı vardır: Mürsel, muallak, mu’dal ve munkatı.

  1. Mürsel: Sahabinin ya da tabiînden olan bir kimsenin peygamberden duymadığı bir şeyi peygambere ref’ etmesi (nisbet etmesi) demektir.
  2. Muallak: Senedinin baş tarafları zikredilmeyendir. Bazen muallak ile bütün senedi zikredilmemiş olan hadis te kastedilebilir. Buhârî'nin: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem her zaman Allah'ı zikrederdi, rivayeti gibi.
  3. Mu’dal: Senedinde arka arkaya iki ve daha fazla ravinin zikredilmediği hadistir.
  4. Munkatı’: Senedinde bir ya da arka arkaya olmamak şartı ile daha fazla ravinin hazfedildiği rivayettir.

Tedlîs: Hadisi gerçekte bulunduğu dereceden daha üstün bir mertebede olduğunu vehmettirecek bir senedle nakletmektir. Tedlîs iki kısımdır: İsnaddaki tedlîs ve şuyûh Tedlîsi

  1. İsnaddaki Tedlîs: Kişinin, karşılaştığı kimselerden duymadığı bir sözü yahut yaptığını görmediği bir fiili o sözü duyduğunu ya da (o fiili) gördüğünü vehmettirecek şekilde rivayet etmesidir. Mesela dedi, yaptı gibi ifadeler kullanması.
  2. Şuyûh Tedlîsi: Rivayeti naklederek şeyhini (kendisinden hadis aldığı hocasını) meşhur olduğu nitelikten bir başkası ile zikretmesi ve böylelikle onun bir başka ravi olduğu izlenimini vermesidir. Bunu da ya kendisinden yaşça daha küçük olmasından ötürü böyle yapar ve bunu kendisinden daha aşağı mertebede bulunandan rivayet ettiğinin açığa çıkmasını istemez.

Muzdarib: Ravilerin, senedinde ya da metninde ihtilâf ettikleri ve bunların birarada telifine ya da tercihine imkân bulunmayan rivayetlere denir. Şayet cem mümkün olursa cem etmek gerekir ve ızdırab ortadan kalkar. Muzdarib zayıftır, delil olarak gösterilemez. Çünkü onun muzdarib olması ravilerinin zapt sahibi olmadıklarını gösterir. Ancak eğer ızdırab hadisin aslı ile ilgili değilse zarar vermez.

Metinde idrâc: Ravilerden birisinin hadise gerekli açıklamayı yapmaksızın kendiliğinden bir söz araya sokuşturmasıdır. Bunu ya bir kelimeyi açıklamak, ya bir hüküm istinbat etmek ya da bir hikmeti beyan etmek için yapar. İdrâc hadisin başında, ortasında ve sonunda olabilir.

Hadiste ziyade: Ravilerden birisinin hadisten olmayan bir şeyi hadise katması demektir. İki kısma ayrılır:

  1. İdrâc kabilinden olması: Bu, ravilerden herhangi birisinin hadis olarak değil de kendiliğinden eklediği bir fazlalıktır.
  2. Bazı ravilerin bu fazlalığın bizzat hadisten olduğunu ifade ederek gelmesi.

Eğer bu ziyade sika olmayan bir ravi tarafından zikredilmiş ise kabul edilmez. Şayet bu ziyade sika bir raviden geliyor ise eğer kendisinden daha çok rivayeti bulunan yahut daha sika bir kimsenin rivayeti ile uyuşmuyor ise bu fazlalık kabul edilmez.

Hadisi ihtisar etmek: Hadisi rivayet edenin ya da nakledenin hadisten bir şeyler hazfetmesidir. Ancak beş şart ile caizdir:

  1. İstisnâ, gaye, hal, şart ve buna benzer hadisin anlamını ihlâl etmemesi
  2. Hadisin zikredilmesine sebep teşkil eden bölüm hazfedilmemelidir.
  3. Hazfedilen bölüm sözlü ya da fiilî bir ibadetin niteliğini açıklamak için zikredilmemiş olmalıdır.
  4. Hazfedenin lafızların medlûllerini, anlamı ihlâl eden (bozan) ve etmeyen hazfi bilen birisi olmalıdır ki, farkına varmaksızın anlamı ihlâl eden bir hazifte bulunmasın.
  5. Ravinin hadisi ihtisar ettiği yahut eğer tam olarak rivayet ederse ona bir fazlalık kattığı şeklinde hıfzı kötü birisi zannedilecek şekilde itham altında tutulan birisi olmaması gerekir.

Mana yoluyla hadis rivayeti: Kendisinden hadis rivayet edilenin kullandığı lafızlardan başka lafızlar kullanarak hadisi nakletmek demektir. Ancak üç şartla caizdir:

  1. Dil ve kendisinden rivayette bulunulanın maksadı açısından hadisin anlamını bilmesi.
  2. Ravinin hadisin anlamını ezberlemiş olmakla birlikte lafzını unutması sebebiyle bunu gerektiren bir zorunluluğun bulunması.
  3. Lafzın zikir ve benzeri hadislerde olduğu gibi telaffuzları ile ibadet olunan türden olmaması.

Mevzu (Uydurma) Rivayetler

Mevzu: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem aleyhine yalan olarak uydurulmuş hadistir.

Hükmü: Böyle bir rivayeti ancak ondan sakındırmak maksadıyla uydurma olduğu açıklanarak zikretmek caiz olur. Hadisin uydurma olduğu bir kaç yolla bilinebilir. Bazıları:

  1. Hadisi uyduranın bunu itiraf etmesi
  2. Hadisin akla aykırı olması. Mesela, iki çelişkili hususu birarada sözkonusu etmesi, imkânsız bir şeyin varlığını dile getirmesi yahut vacip bir şeyin varlığına aykırı ifadeler taşıması ve benzeri hususlara aykırılığı.
  3. Dinde kesin olarak bilinen hususlara muhalif olması. Mesela İslam’ın rükünlerinden birisini kaldırması, faizi ya da benzer bir hükmü helal kılması yahut kıyametin kopacağı zamanı tayin etmesi.

Cerh ve Ta’dîl

Cerh: Ravinin, rivayetinin reddedilmesini gereken bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek yahut kabul edilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek, rivayetinin reddedilmesini gerektirecek şekilde sözkonusu edilmesidir. Cerh mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:

  1. Mutlak: Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden cerh edildiğini belirtmek. Bu her halükârda onun rivayetinin reddedilmesini gerektirir.
  2. Mukayyed: Ravinin şeyh (hoca) ya da taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle cerhedildiğinin sözkonusu edilmesi.

Cerhin kabul edilmesi için beş şart aranır:

  1. Cerh yapanın adaletli olması gerekir. Fâsıkın cerhi kabul edilmez.
  2. Uyanık birisi tarafından yapılmalıdır. Gafleti bulunanın cerhi kabul edilmez.
  3. Cerhin sebeplerini bilen birisi tarafından yapılmalıdır.
  4. Cerhin sebebini açıklamalıdır. Müphem ifadelerle cerh kabul edilmez.
  5. Adaleti mütevatir, imameti meşhur kimse hakkında yapılmamalıdır. Nafi, Şu'be, Malik ve Buhârî gibi.

Ta’dîl: Ravinin rivayetinin kabul edilmesini gerektiren bir sıfata sahip olduğunun, rivayetinin de reddedilmesini gerektiren bir niteliğinin bulunmadığının belirtilmesi suretiyle ravinin sözkonusu edilmesidir. Mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır:

  1. Mutlak: Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden adalet ile anılmasıdır. Bu onun her durumda sika olduğunun belirtilmesi demektir.
  2. Mukayyed: Ravinin şeyh, taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle âdil olduğunun belirtilmesidir..

Tadilin kabul edilmesi için dört şart aranır:

  1. Tadil yapanın adaletli olması gerekir, fâsık bir kimsenin tadili kabul edilmez.
  2. Uyanık olması gerekir. Dış görünüşe aldanan gafil kimsenin tadili kabul edilmez.
  3. Adalet sebeplerini bilen bir kimse tarafından yapılmalıdır..
  4. Rivayetinin reddedilmesini gereken yalancılık, açık fasıklık ya da buna benzer bir husus ile ün salmış bir kimse hakkında yapılmamış olmalıdır.

Haberin, Kendisine İzafet Edildiği Kimse Bakımından Kısımları

Haber kendisine izafet edildiği kimse itibariyle üç kısma ayrılır: merfû’, mevkûf ve maktû’.

  1. Merfû’: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilendir. Bu da iki kısma ayrılır. Sarih (açık) merfû’ veya hükmen merfû’:

a.       Sarih merfû’: Bizzat Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilen söz, fiil, takrir, ahlakî vasıf ya da yaratılışının niteliği ile alakalı şeylerdir.

b.       Hükmen merfû’: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilmiş hükmünü taşıyan rivayetlerdir. Bu da birkaç türlüdür:

  1. Mevkûf: Sahabiye izafe edilmekle birlikte merfû’ hükmü sabit olmayan rivayettir
  2. Maktû’: Tabiîye ve ondan sonra gelenlerden birisine izafe edilendir.

Sahabi: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile ona iman ederek birlikte bulunan yahut onu gören ve bu hal üzere ölen kimsedir.  Buna göre önce irtidad eden, sonra tekrar İslama dönen kimseler de kapsama girer. el-Eş’as b. Kays gibi.

Muhadram: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e hayatta iken iman etmekle birlikte, onunla bir araya gelememiş olan kimseye denir. Muhadramlar ashab ile tabiîn arasında bağımsız bir tabakadırlar denildiği gibi, hayır, onlar tabiînlerin büyükleridir, diye de söylenmiştir.

Tabiûn: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e iman eden bir kişi olarak sahabi ile birarada bulunan ve bu hali üzere ölen kimsedir. Tabiûn üç tabakadırlar. Büyük, küçük ve ikisinin arasında. Tabiûnun büyük tabakası rivayetlerinin çoğunluğu ashab-ı kiramdan olan kimselerdir. Küçük tabaka ise rivayetlerinin çoğunluğu tabiînden olan ve ancak az sayıdaki sahabi ile karşılaşmış bulunan kimselerdir. Orta tabaka ise hem ashabdan, hem de tabiîlerin büyüklerinden çokça rivayette bulunan kimselerdir.

Ashab-ı Kiramdan En Son Vefat Eden Kişileri Bilmenin Faydaları:

  1. Bu nihai tarihten sonra ölen bir kimseden sahabi olduğu iddia etse de kabul edilmez.
  2. Bu son tarihten önce temyiz yaşına erişmeyen kimsenin ashab-ı kiramdan rivayet ettiği hadisler munkatı’dır.

İsnâd: Sened de denilir. Hadisi bize nakleden hadisin ravileridir. İsnâd, âlî ve nâzil olmak üzere iki kısımdır: Âlî isnad, Sıhhate daha yakın olandır, nâzil isnâd da bunun aksidir.

Uluvv iki türlüdür. Sıfat itibariyle uluvv, adet (saygı) itibariyle uluvv.

  1. Sıfat itibariyle uluvv: Ravilerin zapt ya da adalet bakımından bir başka isnaddaki ravilerden daha güçlü olmaları demektir.
  2. Sayı bakımından uluvv: Bir senetteki ravilerin sayılarının bir başka senede nisbetle daha az olması demektir.

Sayı azlığının uluvv olmasının sebebi, aradaki vasıtalar azaldıkça hata ihtimalinin azalmasından dolayıdır. Bundan dolayı böyle bir senedin sıhhat ihtimali daha yüksektir.

Nüzûl ise uluvvün karşıtı olup, o da sıfat itibariyle nüzul ve sayı itibariyle nüzûl olmak üzere iki türlüdür.

  1. Sıfat itibariyle nüzûl: Bir senetteki ravilerin zapt ya da adalet bakımından bir diğer senetteki ravilerden daha zayıf olmaları demektir.
  2. Sayı itibariyle nüzûl ise; bir senetteki ravi sayısının bir diğer senettekine nisbetle daha çok olması demektir.

Bazan aynı isnadda sıfat itibariyle uluvv ve sayı itibariyle uluvv türleri birarada bulunabilir. Bu durumda böyle bir isnad hem sıfat bakımından, hem sayı bakımından âlî olur.

Müselsel: Ravilerin gerek rivayet eden, gerek rivayet ile ilgili aynı husus üzerinde ittifak etmeleri demektir. Burada ravilerin tek bir siga üzerinde ittifak ettikleri teselsülen görülmüştür. O da "haddesenâ: bize anlattı" sözüdür. Mesela, rivayet an fulanin an fulan lafzı ile müteselsilen gelirse, yine böyledir.

Müselselin faydası: Ravilerin birbirlerinden rivayet alışlarını iyice zaptettiklerini ve herbirisinin kendisinden öncekine tabi oluşta itina gösterdiğini açıkça ortaya koymaktır.

Hadis tahammülü: Hadisi, kendisinden rivayet ettiği şahıstan alması demektir. Üç şartı vardır:

  1. Temyiz: Hitabı anlamak, ona doğru cevap vermek demektir. Çoğunlukla yedi yaşı tamamlanınca gerçekleşir.
  2. Akıl: Deli ve bunağın hadis alması sahih değildir.
  3. Mâni (tahammüle engel) hususlardan uzak olmak: Aşırı derecede uyuklamak yahut fazla gürültü ya da çokça meşgul eden bir durum sözkonusu iken hadis tahammülü sahih olmaz.

Hadis rivayeti (edâsı): Başkasına ulaştırmak demektir. Hadisi duyduğu gibi nakletmelidir. Hatta edâ sîgalarında bile böyle yapmalıdır. Bunun için haddesenî yerine, ahbaranî demez yahut semi’tu veya buna benzer bir ifade kullanmaz. Edanın kabulü için birtakım şartlar vardır. Bazıları şunlardır:

  1. Akıl: Delinin ve bunağın edası kabul edilmediği gibi yaşlılığı veya başka bir sebep dolayısıyla temyiz gücünü kaybetmiş olanın edâsı da kabul edilmez.
  2. Bulûğ: Küçüğün edâsı kabul edilmez. Güvenilir, murahik (buluğ yaşı oldukça yaklaşmış) kimseden kabul edileceği söylenmiştir.
  3. Müslüman olmak: Kâfir bir kimse müslümanken hadis tahammül etmiş (rivayet almış) olsa dahi kâfirin edâsı kabul edilmez.
  4. Adalet: Fasıkın edası -adaletli iken hadis tahammül etmiş olsa dahi- kabul edilmez.
  5. Engeli bulunmamak: Buna göre aşırı uyuklar yahut kafasını meşgul eden bir halde iken edâ kabul edilmez.

Hadis Tasnif Yolları: Hadislerin iki türlü tasnif yolu vardır:

  1. Usûl tasnifi: Bunlar hadisin, musannifden isnadın son noktasına ulaşıncaya kadar senediyle tasnif edildiği eserlerdir.

a.       Cüzler: Herbir ilim babı için özel ve bağımsız bir cüz tasnif edilir. Mesela, namaz bahsi için özel bir cüz, zekât bahsi için özel bir cüz tasnif eder ve bu böylece sürüp gider.

b.       Bablara göre tasnif: Tek bir cüzde birden çok bab bulunur ve bu bablar konulara göre düzenlenir. Fıkıh babları veya başka bablar şeklinde.

c.        Müsnedlere göre tasnif: Her sahabinin hadislerini ayrı bir bölüm halinde toplayıp "Ebu Bekir'in Müsnedi"nde Ebu Bekir'den naklettiği bütün rivayetleri kaydeder.

  1. Furû' Tasnifi: Bunlar bu eseri tasnif edenlerin usûlden naklederek asıllarına nisbet ile sened zikretmeksizin tasnif edilen eserlerdir. Bunun da çeşitli yolları vardır. Bazıları:

a.       Bablara göre yapılan tasnif: İbn Hacer el-Askalanî'nin Bulûğu'l-Merâm, Abdu'l-Ğani el-Makdisî'nin Umdetu'l-Ahkâm adlı eserleri gibi.

b.       Alfabetik sıraya göre düzenlenmiş tasnif: Suyuti'nin el-Camiu's-Sağir adlı eseri gibi.

Kütüb-i Sitte

Bu tabir aşağıdaki usûl (ana kitaplar) hakkında kullanılır:

  1. Sahih-i Buhârî
  2. Sahih-i Muslim
  3. Nesâî'nin “Sünen”i
  4. Ebû Dâvûd'un “Sünen”i
  5. Tirmizî'nin “Sünen”i
  6. İbn Mâce'nin “Sünen”i

 

 

TEFSİR USULÜ

 

Kur'an-ı Kerim

Sözlükte Kur’ân "kaf, ra ve elif" kökünden; okumak ya da toplamak anlamında bir mastardır. Şer'î bir terim olarak Kur’ân; yüce Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'e indirilmiş bulunan, Fatiha sûresi ile başlayıp, Nâs sûresiyle biten yüce Allah'ın kelâmıdır.

Kur’ân'ın Nüzûlü

Kur’ân ilk olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e ramazan ayında, kadir gecesinde nazil oldu. Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimize ilk indirilmeye başladığında ilim ehlince meşhur olan görüşe göre kırk yaşında idi. Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i Rasûlullah’a indiren ise şerefli melekler arasından mukarreb meleklerden birisi olan Cebrail Aleyhisselam'dır:

Kur’ân-ı Kerim'in Sebebe Bağlı Olarak ve Olmayarak Nüzûlü

Kur’ân-ı Kerim'in nüzûlü iki kısımdır:

  1. Birinci kısım: Sebebe bağlı olmadan nâzil olan buyruklar: Bunlar, nüzûlünden önce indirilmesini gerektiren herhangi bir sebebin varlığı sözkonusu olmadan inen buyruklardır. Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin çoğunluğu böyledir.
  2. İkinci kısım ise bir sebebe bağlı olarak nâzil olmuş buyruklardır. Bu da nuzulünden önce indirilmesini gerektiren bir sebebin ortaya çıktığı buyruklardır. Sebep de bir kaç çeşittir.

a.       Yüce Allah'ın cevabını verdiği bir soru. Meselâ:"Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir." (el-Bakara, 2/189)

b.       Bir açıklama ve bir sakındırma gerektiren bir olay  sonrasında. "Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: 'Biz sadece eğlenip şakalaşıyorduk.'" (et-Tevbe, 9/65) diye başlayan iki ayet-i kerime, münafıklardan bir adam hakkında inmişlerdir.

c.        Hükmü bilinmesine gerek duyulan meydana gelmiş bir fiil sebebiyle. Yüce Allah'ın: "Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah'a şikâyet etmekte olan kadının sözünü elbetteki Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı da zaten işitiyordu. Çünkü Allah en iyi işitendir, en iyi görendir." (el-Mücadele, 58/1) diye başlayan buyrukları buna örnektir.

Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Faydaları

  1. Kur’ân-ı Kerim'in yüce Allah tarafından indirilmiş olduğunu açıklamak.
  2. Yüce Allah'ın Rasûlünü savunmak noktasında ona gösterdiği itinayı açıklaması.
  3. Yüce Allah'ın sıkıntılarını açmak, kederlerini ortadan kaldırmak suretiyle kullarına verdiği önemi ortaya koymak.
  4. Âyeti doğru bir şekilde anlamak.

Lafzın Umumiliği ve Sebebin Hususiliği

Şayet âyet-i kerime özel bir sebep dolayısıyla inmekle birlikte lafzı umumi bir anlam ifade ediyorsa, âyetin hükmü hem iniş sebebini hem de lafzının kapsamına giren bütün hususları kapsar.. Örnek liân âyetleri gösterilebilir.

Mekkî ve Medenî (Kur’ân'ın Mekke'de ve Medine'de İnen Bölümleri)

Kur’ân-ı Kerim 23 senelik bir süre içerisinde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e kısım kısım indirilmiştir. Bundan dolayı ilim adamları Kur’ân'ı; Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:

  1. Mekkî Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e Medine'ye hicretinden önce inen buyruklara denir.
  2. Medenî ise Rasûlullah’a Medine'ye hicretinden sonra inen buyruklara denir.

Mekkî Bölümleri Üslûb ve Konu Bakımlarından Farkları

  1. Üslûb Bakımından Farklılıklar

a.       Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen güçlü bir üslûb ve sert bir hitaptır. Meselâ, el-Müddessir ve el-Kamer sûreleri. Medenî buyruklarda çoğunlukla görülen ise yumuşak bir üslûb ve kolay bir hitaptır.  Örnek: el-Mâide sûresi.

b.       Mekkî surelerde çoğunlukla âyetler kısa, getirilen deliller güçlüdür. Örnek olarak Tûr suresi. Medenî buyruklara gelince, Medenî âyetler çoğunlukla uzun ve herhangi bir delil getirilmeksizin serbest bir şekilde hükümler sözkonusu edilmektedir. Örnek: Bakara suresindeki deyn (borçlanma) âyeti.

  1. Konu Bakımından

a.       Mekkî buyruklarda çoğunlukla görülen, tevhid ve doğru akideye dair açıklamalardır. Özellikle ulûhiyetin tevhidi ve öldükten sonra dirilişe iman ile alakalı hususlar dile getirilmiştir.

b.       Medenî buyruklarda çoğunlukla görülen ise ibadetlere ve muamelata dair geniş açıklamalardır.

c.        Kur’ân'ın Medine'de inen bölümlerinde cihad, cihada dair hükümler, münafıklar ve onların durumlarına dair geniş açıklamalar yer alır.

Kur’ân'ın Kısım Kısım İndirilişindeki Hikmet

  1. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in kalbine sebat vermek ve pekiştirmek.
  2. İnsanlara Kur’ân'ı ezberlemeyi, onu anlamayı, gereğince amel etmeyi kolaylaştırmak.
  3. Kur’ân'ın inen bölümlerini kabul etmek ve bunları uygulamaya geçirmek için gayrete getirip teşvik etmek.
  4. En mükemmel mertebeye ulaşıncaya kadar teşrîde tedricîlik. İnsanların alışageldikleri ve ona alışarak büyüdükleri, kesin olarak kendilerine yasaklanması ile onlara karşı çıkılması zor olan içkiyi haram kılan âyetlerde görüldüğü gibi.

Kur’ân'ın Tertibi

Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir. Bu tertip üç çeşittir:

  1. Kelimelerin tertibidir. Herbir kelimenin âyetteki yerinde olması demektir.
  2. Âyetlerin tertibidir. Bu da herbir âyetin surenin o âyete ait olan yerinde olması demektir.
  3. Sûrelerin tertibidir. Herbir sûrenin mushaftaki yerini alması demektir.

Kur’ân'ın Yazılması ve Toplanması

Kur’ân'ın yazılış ve toplanmasının üç aşaması vardır:

  1. Birinci aşama: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dönemindedir. Bu aşamada yazmaktan çok ezberlemeye dayanmaktadır.
  2. İkinci aşama: Ebu Bekir Radıyallahu anh döneminde hicretin onikinci yılında gerçekleşmiştir. Yemame vakasında aralarında Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim'in de bulunduğu çok sayıda Kur’ân okuyucusu şehid edilmiştir. Bunun üzerine Ebu Bekir Radıyallahu anh Kur’ân kaybolmasın diye toplanmasını emretmiştir.
  3. Üçüncü aşama mü'minlerin emiri Osman b. Affan Radıyallahu anh döneminde hicretin 25. yılında gerçekleşmiştir. Ashab’ın(ra) ellerinde bulunan sahifelerin farklılıklarına göre insanların da farklı okuyuşları olmuştur. Bu sebeple fitnenin başgöstermesinden korkulmuştur. Bunun üzerine Osman Radıyallahu anh bu sahifelerin tek bir mushaf halinde toplanmasını emretmiştir.

Tefsir: Sözlükte "fesr" kökünden gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü açmak demektir. Terim olarak; Kur’ân-ı Kerim'in anlamlarını açıklamak demektir.

Kur’ân Tefsirinin Kaynakları

  1. Yüce Allah'ın kelamı.
  2. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in sözleri.
  3. Ashab Radıyallahu anhum'un
  4. Ashab-ı Kiram Radıyallahu anh'dan tefsir öğrenmeye itina ve gayret göstermiş tabiînin sözleriyle tefsir etmek.
  5. İfadelerin siyâkına (akışına) göre kelimelerin gerektirdiği şer'î ve lugavî manalara göre tefsir etmek.

Me'sûr (Rivâyet Yoluyla) Tefsirde Görülen Ayrılıklar

Me'sûr (rivâyet yoluyla) tefsirde görülen ayrılıklar üç türlüdür:

  1. Sadece lafızda farklılık olmakla birlikte anlamın bir olması. Bu ayrılığın âyetin anlamına herhangi bir etkisi yoktur.
  2. Hem lafız, hem anlamın farklılığı ile birlikte aralarında çelişki olmadığından ötürü âyetin her iki anlama gelme ihtimalinin bulunması. Bu durumda âyet her iki anlama göre ele alınır ve bu iki anlama göre tefsir edilir.
  3. Lafız ve mana farklı olmakla birlikte âyetin aynı anda -aralarındaki çelişki dolayısıyla- her iki anlama gelme ihtimalinin bulunmaması. Bu durumda âyet ya siyâkın (ifade akışının) yahutta başka bir hususun delâleti ile ikisinden daha çok tercih edilenine göre yorumlanır.

Kur’ân'ın Tercümesi

Sözlükte tercüme hepsi beyan ve açıklama anlamı çerçevesinde değişik manalar hakkında kullanılır. Terim olarak, bir sözü başka bir dille ifade etmektir. Kur’ân tercümesi; başka bir dille Kur’ân'ın anlamını ifade etmek, demektir.

Kur’ân tercümesi iki türlüdür:

  1. Birincisi harfî tercüme olup, herbir kelimenin diğer dildeki karşılığının konulması ile olur.
  2. İkincisi ise anlam veya tefsir tercümesi. Bu da sözlerin anlamının, lafızlara ve sıraya riayet etmeden bir başka dil ile ifade edilmesi demektir.

Mana yoluyla tercüme ise, âyetin ihtiva ettiği mananın tamamının tercüme edilmekle birlikte, herbir kelimenin anlamı ve sırasının gözönünde bulundurulmamasıdır. Böyle bir tercüme toplu anlamıyla yapılan tefsire yakın bir muhtevaya sahiptir.

Muhkem ve Müteşabih

Muhkemlik ve müteşabihlik bakımından Kur'ân-ı Kerim üç çeşittir:

  1. Yüce Allah'ın Kur’ân'ın bütünü için bir nitelik olarak sözkonusu ettiği genel muhkemlik.
  2. Kur’ân-ı Kerim'in tümüne nitelik olan genel müteşabihliktir.
  3. Kur’ân âyetlerinin bir bölümüne mahsus muhkemlik ile bir diğer bölümüne mahsus müteşâbihliktir.

Kur’ân-ı Kerim'de Müteşâbihlerin Çeşitleri

Kur’ân-ı Kerim'de görülen müteşabihler iki çeşittir.

  1. Hakiki müteşâbihlik. Bu insanların bilmelerine imkân bulunmayan hususları kapsar. Yüce Allah'ın sıfatlarının hakikatleri gibi.
  2. Nisbi müteşabihlik. Bazı insanlar için müteşâbih görülmekle birlikte bazıları için öyle görünmeyendir. Bu durumda ilimde derinleşmiş olanlar bunu bilirken, başkaları bilmeyebilir.

Kur’ân-ı Kerim Âyetlerinin Muhkem ve Müteşâbih Türlerine Ayrılmasındaki Hikmet

Eğer Kur’ân'ın tamamı muhkem olsaydı, bu sefer hem tasdik hem de amel yönü ile Kur’ân'la sınama hikmeti sözkonusu olmazdı. Çünkü Kur’ân'ın anlamı açıkça ortada olacak olsaydı fitneyi aramak ve Kur’ân'ın tevili peşinde gitmek maksadı ile onu tahrif etmeye ve müteşâbihlere sarılmaya imkân bulunmazdı.

Şayet bütünüyle müteşâbih olsaydı, bu sefer Kur’ân'ın bütün insanlar için apaçık ve bir hidayet olması sözkonusu olmazdı. Gereğince amel etmeye de imkân bulunmazdı. Üzerine sağlam bir akide bina edilemezdi.

Kur’ân'da Çelişki Olduğu İzlenimini Veren Buyruklar

Tearuz; iki âyetin birisinin ifade ettiği hususu, diğerinin ifade ettiğini imkansız kılması demektir. Meselâ; bir âyet bir hususu tespit ederken, diğeri aynı hususu nefyeder. İkisinin de ifade ettiği muhteva haber vermek mahiyetinde olan iki âyet arasında bir teâruzun ortaya çıkması imkânsızdır. Her ikisi bir hükme delâlet eden iki âyet arasında bir teâruzun olması da imkânsızdır. Çünkü bu iki âyetten sonra gelen âyet birinci geleni neshedicidir. Nesh sabit olduğuna göre birinci âyetin hükmü artık devam etmez ve ikinci âyetin hükmü ile çelişki arzetmez. Bu kabilden tearuz izlenimi veren âyetler görüldüğü takdirde, her iki âyetin birlikte telif edilmesine gayret edilir. Eğer bu sağlanamayacak olursa, o takdirde bu hususta herhangi bir yargıya varmadan işi bilene havale etmek gerekir.

Kasem (Yemin)

Kasem; yemin demek olup, herhangi bir hususu tazim olunan bir sözü vav ya da benzeri diğer edatlardan birisini sözkonusu ederek tekid etmektir. Yemin edatları üç tanedir:

  1. Vav: "Göğün ve yerin Rabbi hakkı için (vav) o sizin konuştuğunuz gibi kesin bir gerçektir." (ez-Zâriyât, 51/23) buyruğu gibi.
  2. Be: "Hayır... kıyamet gününe yemin ederim (be)" (el-Kıyame, 75/1) buyruğu gibi,
  3. Te: "Allah'a andolsun ki, huzura geldiğiniz şeylerden elbette sorguya çekileceksiniz." (en-Nahl, 16/56)

Kasemin iki faydası vardır:

  1. Adına yemin edilenin (muksemun bih) azametini açıklamak.
  2. Kendisi sebebiyle yemin edilenin (muksemun aleyhin) önemini açıklamak ve onu tekid etmek istemek.

Kasas (Kıssa Anlatmak)

Kasas ve kass (kıssa anlatmak) sözlükte izi takip etmek demektir. Terim olarak; ardı arkasına gelen birtakım aşamalara sahip bir hususa dair haber vermektir. Kur’ân-ı Kerim'deki kıssaların oldukça büyük, pekçok hikmetleri vardır. Bunların bazıları şunlardır:

  1. Yüce Allah'ın bu kıssaların ihtiva ettiği hikmeti açıklaması.
  2. Yalanlayanları cezalandırmak suretiyle yüce Allah'ın adaletinin açıklanması.
  3. Mü'minleri mükâfatlandırmak suretiyle yüce Allah'ın lütfunun açıklanması.
  4. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yalanlayıcıların kendisine yaptıklarına karşı teselli edilmesi.
  5. Mü'minlerin iman üzere sebat etmeleri ve imanlarını arttırmaları için teşvik etmek.
  6. Kâfirleri küfürlerini sürdürmekten sakındırmak.
  7. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in risaletini ispatlama.

Kıssaların Tekrarı

Bazı Kur’ân kıssaları sadece bir defa geçmektedir. Lukman kıssası, Ashab-ı Kehf kıssası gibi. Kimisi de görülen ihtiyaca ve maslahata binaen birkaç defa tekrar edilmektedir. Fakat bu tekrarlama tek bir şekilde olmaz. Aksine kısalığı, uzunluğu, yumuşaklığı, sertliği farklılık arzeder. Diğer taraftan kıssanın bazı yönleri bir yerde zikredilirken, diğer yönleri bir başka yerde sözkonusu edilmemektedir. Kıssalarda bu tür tekrarın hikmetlerinin bazıları şunlardır:

  1. Anlatılan bu kıssanın önemini açığa çıkarmak. Çünkü bu kıssanın tekrar edilmesi, ona itina gösterildiğini ortaya koyar.
  2. İnsanların kalplerinde iyice yer etmesi için tekrar edilen kıssanın pekiştirilmesi.
  3. Bu kıssalara muhatap olanların durumlarını ve zamanı gözönünde bulundurmak.
  4. Kıssaların durumun gerektirdiğine uygun olarak kimi zaman böyle, kimi zaman öbür türlü anlatılması suretiyle Kur’ân belâğatinin açığa çıkması.
  5. Kur’ân'ın doğru olduğunun ve onun yüce Allah tarafından gönderildiğinin açıkça ortaya konulması. Çünkü aynı kıssa, herhangi bir çelişki sözkonusu olmaksızın çeşitli şekillerde anlatılmış bulunmaktadır.

İsrâiliyât: İsrailoğullarından olan yahudilerden, yahut hristiyanlardan nakledilen haberlerdir. Bu haberler üç türdür:

  1. İslâmın kabul ettiği ve doğru olduğuna tanıklık ettiği kıssalar haktır.
  2. İslâm’ın kabul etmeyip, yalan olduğuna tanıklık ettiği haberler. Bunlar da bâtıldır.
  3. İslâm’ın kabul etmemekle birlikte red de etmediği haberler hakkında ise hüküm vermemek icap eder.

İlim Adamlarının İsrâiliyâta Karşı Tutumları

İlim adamlarının, özellikle de müfessirlerin bu türden olan İsrâiliyâta karşı çeşitli tutumları vardır.

  1. Kimileri İsrâiliyâttan olan bu tür rivayetleri senetleriyle birlikte çokça zikretmiş olup, senetlerini kaydetmek suretiyle bu hususta sorumluluktan kurtulduğunu kabul etmiştir. İbn Cerir Taberî gibi.
  2. Kimileri bu tür İsrâiliyâtı çokça zikretmekle birlikte çoğunlukla senetlerini de kaydetmemiştir. Beğavî buna örnektir.
  3. Kimisi de bu tür rivayetlerin pek çoğunu zikretmekle birlikte, bazılarının akabinde zayıf olduklarını belirtmiş ya da onları reddetmiştir. İbn Kesir gibi.
  4. Kimisi de bu tür rivayetleri reddetmekte aşırıya gitmiş ve bunlardan Kur’ân'a tefsir olarak değerlendireceği hiçbir şey zikretmemiştir. Muhammed Reşid Rıza gibi.

Zamir

Zamir: Sözlükte ya zayıflık demek olan "ed-dumûr"dan gelmektedir. Çünkü harfleri azdır. Yahutta gizlemek anlamındaki "el-idmar"dan gelmektedir. Çünkü zamir gizli, saklıdır.

Terim olarak; ifadeyi kısaltmak amacıyla zâhir yerine kullanılandır. Zamir; (hazır ve gaib için kullanılan isimlerin) köklerinden olmamakla birlikte hazır ya da gaib oluşa delâlet edendir, diye de tanımlanmıştır. Hazırda olana delâlet eden iki çeşittir:

  1. Mütekellim (birinci şahıs) için kullanılanlar: "Ben işlerimi Allah'a ısmarlıyorum." (el-Mü'min, 40/44) buyruğundaki zamirler gibi.
  2. Mmuhatap (ikinci şahıs) için öngörülenlerdir. "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna." (el-Fâtiha, 1/7) buyruğundaki zamirler gibi.

Bu iki zamirin hazır oluşun delâletleri ile yetinilerek mercia (zamirlerin ait olduğu kişiye gönderilmelerine) ihtiyaçları yoktur.

Gaib (üçüncü şahıs)a delâlet eden zamir ise, gaib için kullanılması öngörülen zamirlerdir. Bunun ise ait olacağı bir merciinin bulunması kaçınılmazdır. "Nuh, Rabbine seslendi." (Hud, 11/45) gibi.

Zamir bazen daha önce geçmiş fiilden de anlaşılabilir. Yüce Allah'ın: "Adalet yapın. Çünkü o takvâya daha yakın olandır." (el-Maide, 5/8)

Zamirin mercii bazan rütbe (cümle içerisinde gelmesi gereken sıra) itibariyle değil de, lafız itibariyle daha önce geçebilir."Hani İbrahim'i Rabbi... imtihan etmişti." (el-Bakara, 2/124) buyruğunda olduğu gibi.

Bazen zamirin mercii, ifadelerin akışından anlaşılabilir. Yüce Allah'ın: "(Ölenin) çocuğu varsa anne ve babasının herbirine geriye bıraktığından altıda biri verilir." (en-Nisa, 4/11) buyruğu gibi. Burada zamir "geriye bıraktığı" lafzından anlaşılan "ölü"ye aittir.

Bazen zamir mercii ile uyumlu olmayabilir. Yüce Allah'ın "Andolsun ki biz (ilk) insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karargahta yerleşen bir nutfe kıldık." (el-Mu'minun, 23/12-13) buyruğunda gibi.

Eğer zamir mercii, hem tekil, hem çoğul bir zamirin dönmesine elverişli ise, zamirin bu iki şekilden birisi ile mercie ait olması mümkündür. Yüce Allah'ın: "Kim Allah'a iman edip salih amel işlerse onu altından ırmaklar akan cennetlere, kendileri orada ebedi ve devamlı kalmak üzere koyar. Allah on(lar)a gerçekten güzel bir rızık vermiştir." (et-Talâk, 65/11)

Eğer zamirler birden çok olursa, aslolan zamir merciinin bir olmasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ona çetin güçler sahibi öğretti. O büyük bir güce sahiptir. Hemen asıl şeklinde doğruluverdi ve o en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaşıp sarktı. Böylece iki yay (boyu) kadar veya daha da yaklaştı. Kuluna vahyettiğini vahyetti." (en-Necm, 53/5-10)

Zamir Kullanılacak Yerde Açık İsmi Zikretmek

Aslolan zamir gelmesi gereken yerde zamir kullanmaktır. Çünkü böylesi anlamı daha açık ortaya koyar, lafzan daha kısadır. Bundan dolayı yüce Allah'ın: "Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (el-Ahzab, 33/35) buyruğunda zamir kendisinden önce geçmiş yirmibeş kelimenin yerini tutmaktadır.

Bazen zamir yerine açıkça isim getirildiğide olur. İşte "zamir kullanılacak yerde açık isim kullanmak" diye adlandırılan husus da budur. Bunun, anlatımın akışına göre ortaya çıkacak pekçok faydaları vardır. Bazıları şunlardır:

  1. Açık ismin gerektirdiği şekilde onun mercii hakkında hüküm vermek.
  2. Hükmün illetini açıklamak.
  3. Açık, ismin gerektirdikleri niteliklere sahip herkes için hükmü umumîleştirmek. "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikâil'e düşman olursa, şüphesiz Allah o kafirlerin düşmanıdır." (el-Bakara, 2/98)

Bu buyrukta yüce Allah: "Allah o kimseye düşmandır" diye buyurmamıştır. Açıktan açığa zamir yerine ismin zikredilmesi ayrıca şu hususları ifade etmektedir:

  1. Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşmanlık eden kimse hakkında kâfir olduğu hükmünün verilmesi.
  2. Küfürleri sebebiyle Allah'ın bunlara düşman olduklarının belirtilmesi.
  3. Kâfir olan her kimseye Allah'ın düşman olduğunun açıklanması.

Fasıl Zamiri

Fasıl zamiri, munfasıl ref’ zamiri (özne konumundaki ayrı zamir) şeklinde bir harf olup, her ikisi de marife oldukları takdirde mübtedâ ile haber arasında yer alır. Bu durumda fasıl zamiri bazen mütekellim (birinci şahıs) zamiri olarak gelebilir. Yüce Allah'ın: "Ben, evet ben Allah'ım! Benden başka ilah yoktur." (Taha, 20/14) buyruğu ile: "Muhakkak biz saf saf duranlarız." (es-Sâffât, 37/165) buyruklarında olduğu gibi.

Bazen muhatap (ikinci şahıs) zamiri de kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "Onlar üzerinde gözetleyici sen oldun." (el-Maide, 5/117) buyruğunda olduğu gibi.

Bazen gâib (üçüncü şahıs) zamiri de kullanılabilir. Yüce Allah'ın: "İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (el-Bakara, 2/5) buyruğunda olduğu gibi.

Bunun üç faydası vardır:

  1. Te'kid (ifadeyi pekiştirmek)
  2. Hasr: Bu zamirden önceki ifadenin, zamirden sonra gelecek ifadeye has ve ona munhasır olduğunu anlatır.
  3. Fasl ifade eder. Yani zamirden sonra gelen ismin haber ya da tabi olduğunu anlatır.



0 Yorum - Yorum Yaz

esbabu nuzul    13.12.2014


TEFSİR TARİHİ

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİRİ

  Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİR YÖNTEMİ

1.Mücmeli Teybin     2.Mübhemi Tafsil        3.Mutlakı Takyid         4.Müşkili Tavzih

SAHABENİN TEFSİ

Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuslarsa;

sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir  ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.

 

Tefsirde Meshur Sahabiler

İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab.  Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali

 

Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri

1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.

2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır

3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı

4- Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.

5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.

6- Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.

7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.

TABİİUN DÖNEMİ(65-132)

   MEKKE EKOLÜ:  Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid  akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid,  ‘Mushafı baştan sona 3 defa İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.

İbn-i Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin Keysan’dır.

   MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir. Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.

   IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.

 

Tabiîn Tefsirinin Özellikleri

1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir. Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i

Kitabın girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması

gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevsek

davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.

2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)

döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.

3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.

4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere

göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.

Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri

RİVAYET TEFSİRİ

Tanım: “Bir kısım ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce

Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve Tabiîn sözlerinde yer alan

açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber (s.a)’den rivayet ettikleri

gibi, birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde bulunmustur.

Sonra Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey ve

içtihatlarıyla Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.

 

Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar

A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- İki rivayetten biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır

2- Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi bakımdan

sonra olan alınır.

3- Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan bilinmiyorsa,

isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)

4- İsitme yoluyla sabit olan bir sey yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

5- İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette

Allah’ın murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine

kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.

2- Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme yoluyla sabit olan alınır.

3- İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

4- İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat

ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda

mesele açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

 

En Meshur Rivayet Tefsirleri

1. Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî

2. Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî

3. el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî

4. Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî

5. el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye

6. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir

7. el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî

8. ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî

 

DİRAYET TEFSİRİ

Tanım: Müfessirin, Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli

anlamlarını öğrenmesi, Cahiliye siirini kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve

mensuhlarına ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan

sonra kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.

Rey iki kısımdır:

1- Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için gerekli diğer sartlara

uygun olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini

caiz görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.

2- Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan

ve kötülenen rey çesidi de budur.

Rey ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde iki kısım olduğunu caiz olanın da

mahdut ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz

yerinde olacak.

Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler

1-   Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7- Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.

8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din  10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı Nüzul

 12- Kasas İlmi

      13- Nâsih ve Mensuh İlmi

.     14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa  kavusur.

      15- Mevhibe İlmi:

En Meshur Dirayet Tefsirleri

1. Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî

2. Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî

3. Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî

4. Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin

5. el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân

6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî

HADİS TARİHİ

·         Hz. Peygamberin onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin sözlerine KAVLÎ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarına FİİLÎ sünnet denir.

·         Peygamberlerin görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.

·         Hadis rivayet edenlere RAVÎ denir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları ilk hicri II. Asrın ortalarında yazılmaya başlandı.

·         İlk Tarih ve Tabâkat yazarları

 

1.    Leys b. Sa’d      2.Abdullah b. Mubarek    3.Velîd b. Müslîm   4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan

 

·         Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.

·         Hicrî IV. Asrın başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Mutekaddimûn Dönemi kitapları

 

1.        Er-Râmhurmuzî;                     El Muhaddis ul Fasıl

2.        Hakîm en-Nişaburî;                 Marifetu ulumil-Hadis

3.        Hatib el Bağdadî;                     el-Kifaye

 

·         Hicri IV.asırdan sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Muteahhirûn Dönemi Kitapları

 

1.    Kadı Îyad;              El-İlma

2.    Meyânci;               Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül

3.    İbnü’s Salah;         Ulum’il Hadis

 

·         Hadis öğrenen kişiye TÂLİB denir.

·         Hadis öğreten kişiye HÂFIZ denir.

·         İleri seviye hadis Âlimlerine Huccet-ul İslamŞeyh-ul İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis denir.

·         Hadisler arasındaki itilafları giderme yolları

 

1.    Cem ve Te’lif;     

Çelişen hadislerin hepsini almak

2.    Nesh;       

Şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.

3.    Tercih;                

Ravî sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete, din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.                      

4.    Tevakkuf;Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.

·         Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri

1.    Tebliğ;       Bildirme.

2.    Beyân;      Açıklama.

3.    Tezkiye; İnsanları yanlış ve günahlardan arındırma.

Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.

·         RİVAYET

1.    Hadis Öğrenme    2.Nakletme     3.Derleme    4.Hadis kitabı te’lif etme

 

·         DİRAYET

1.    Hadis senetleri         2.Hadis Metinleri

 

·         Peygamberimizi Konu edinen ilimler

1.    Meğazî;Savaşları                      

3.Siyer;Hayatı                                                          

2.    Şemail;Fiziksel özellikleri           4. Delâil;Mucizeleri

 

·         Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.

1.    CERH: Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme

2.    TA’DİL: Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme

 

·         İlk bakışta sağlam görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.

·         Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları

1.    Ali b. El-Medîni:   İlelü’l Hadis

2.    Ahmed b. Hanbel:  el İlel ve Ma’rifetü’r rical

3.    Muhammed b. İsa et Tirmîzi:    el İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.

4.    İbn Ebî Hâtim er-Râzi:   İlel’ül Hadis

 

·         Az kullanılan Yaygın olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l Hadis denir.

·         Ğarib kelimelere yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.

·         Ğaribu’l Hadis alanında eseri bulunan müellifler

 

1.    İbnu’l Kesir    2. Zemahşerî     3. Hattabî     4. İbn Kuteyfe

·         Hadislerin söyleniş sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.

·         Ravilerin Hadisleri metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.

·         Sahabenin söz ve davranışlarına MEVKUF hadis denir.

·         Tâbiûnun söz ve uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.

·         Bir hadisin farklı isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK denir.

·         Günümüze ulaşan ilk Hadis usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l Fâsıl dır.

·         Hanefîler Hadisler arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK sırasını gözetirler.

·         Hadis ilminde başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.

·         1000’den fazla hadis rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.

·         Maksirûn Râviler;

1.      Ebû Hureyre 2. Abdullah b. Ömer  3. Enes b. Mâlik    4. Hz.Aişe   5. Abdullah b. Abbas                     6.  Câbir b. Abdullah   7. Ebû Said el Hudrî

 

·         1000’den az Hadis rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.

·         Sahabenin Hadis Taammül yolları;

 1.      Sorarak öğrenme    2. Öğrenmede nöbetleşme  3. Hadis müzakeresi   4. Öğrenim için seyahat

 

·         Hadislerin bir divân içinde toplanmasın TEDVÎN denir.

·         Devlet eliyle resmen TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b. Abdulaziz’dir.

·         Hadislerin öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.

·         Aşere-i Mübeşşereden olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç Hadis rivayet etmemiştir.

 

·         Hadislerin yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.

·         Tedvindeki Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.

·         Ebû Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin istedim vermedi demiştir.

·         Hz. Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği söylenir.

·         Peygamberimizin azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.

·         Tasnif döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları

 1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar    2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar                      3. Tartışma ve reddiyeler   4. Muvattalar   5. Sünenler   6. Câmiler  7. Musannaflar 

·         Hicrî II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler

1.     Ma’mer b. Raşid el Ezdî    2.Süfyan es-Servî   3. Rebî b. Habib el-Basrî   4. Süfyan b. Uyeyne

 

·         Hicrî III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi

1.        1. Buhâri      3. Müslim      4. Tirmîzi

·         Buhâri MEBSÛT isimli kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ BUHÂRİ yi yazdı.

·         Es-Sünenü’l Erbea (Dört Sünen) yazarları

1.       1. Nesâî    2.  Ebû Dâvud   3. İbn Mâce   4. Tirmîzi

 

·         Hadisleri, Hadis kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.

·         TASNİF’i başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.

·         Muvatta’lar;

Peygamber efendimizden gelen hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler) içerir.

·         Buhârini Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.

·         Müslîmin Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı kanallarını bir arada vermesidir.

·         Müsnedlerde hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun sözleri bulunmaz.

·         Sünenlerde bulunan ağırlıklı konular;

1.      Salât    2. Eşribe  3. Tahâret  4. Savm/Sıyam

 

·         Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre düzenlenmiştir.

·         Muvatta, Sünen, Câmi, Musannef  Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.

·         Buharî  194-256 arasında yaşadı.

·         Buharînin Sahihinde Muallak hadisler dahil edilmeden 7275 hadis vardır.

·         Kütüb-ü Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.

·         Kütüb-ü Sittede eserlerin doğru sıralaması;

1.    Buhari   2. Müslîm   3. Tirmîzi    4. Ebu  Davud   5. Nesâi   6. İbn Mâce

 

·         Sahih hadisleri derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.

·         Bir hadis veya hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.

·         En tanınmış Müstedrek Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s Sahihayn adlı eseridir.

·         Zehebî, Nisaburinin el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i yazmıştır.

·         Tespit edildiği kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.

·         Suyutinin Cami’ul Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul Cevâmi’dir.

·         Rudanî’nin 14 hadis kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.

·         Münzirî et-Terğib ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.

·         Buhari ve Müslimin Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.

·         Müstahrec türü eserler rivayete olan güveni arttırır.

·         Kütüb-i Sitte üzerine yapılan çalışmalar;

1.    Cem :Hadisleri bir araya getirmek   2.Zevaid :Hadisleri birbiriyle mukayese etmek

3.Şerh :Hadisleri açıklamak  4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek

 

·         Hadislerin kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu işlem

ETRAF kitaplarıyla yapılırdı.

·         Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana İslam dünyasında genel kabul görmüştür.

·         Halk arasında Hadis diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler

1.    Aclûni, Keşfu’l Hafâ   2.Sehâvi, Mekâsıdu’l Hasene

 

·         Suyuti başta Kütüb-i Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif emiştir.

 

 

Fıkıh Tarihi

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

      Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında          itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin  öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle  hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır. 

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1]

·         *   *   *

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.


 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

esbabu nuzul    13.12.2014


TEFSİR TARİHİ

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİRİ

  Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİR YÖNTEMİ

1.Mücmeli Teybin     2.Mübhemi Tafsil        3.Mutlakı Takyid         4.Müşkili Tavzih

SAHABENİN TEFSİ

Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuslarsa;

sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir  ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.

 

Tefsirde Meshur Sahabiler

İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab.  Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali

 

Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri

1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.

2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır

3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı

4- Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.

5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.

6- Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.

7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.

TABİİUN DÖNEMİ(65-132)

   MEKKE EKOLÜ:  Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid  akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid,  ‘Mushafı baştan sona 3 defa İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.

İbn-i Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin Keysan’dır.

   MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir. Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.

   IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.

 

Tabiîn Tefsirinin Özellikleri

1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir. Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i

Kitabın girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması

gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevsek

davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.

2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)

döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.

3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.

4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere

göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.

Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri

RİVAYET TEFSİRİ

Tanım: “Bir kısım ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce

Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve Tabiîn sözlerinde yer alan

açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber (s.a)’den rivayet ettikleri

gibi, birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde bulunmustur.

Sonra Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey ve

içtihatlarıyla Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.

 

Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar

A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- İki rivayetten biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır

2- Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi bakımdan

sonra olan alınır.

3- Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan bilinmiyorsa,

isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)

4- İsitme yoluyla sabit olan bir sey yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

5- İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette

Allah’ın murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine

kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.

2- Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme yoluyla sabit olan alınır.

3- İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

4- İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat

ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda

mesele açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

 

En Meshur Rivayet Tefsirleri

1. Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî

2. Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî

3. el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî

4. Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî

5. el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye

6. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir

7. el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî

8. ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî

 

DİRAYET TEFSİRİ

Tanım: Müfessirin, Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli

anlamlarını öğrenmesi, Cahiliye siirini kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve

mensuhlarına ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan

sonra kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.

Rey iki kısımdır:

1- Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için gerekli diğer sartlara

uygun olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini

caiz görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.

2- Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan

ve kötülenen rey çesidi de budur.

Rey ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde iki kısım olduğunu caiz olanın da

mahdut ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz

yerinde olacak.

Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler

1-   Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7- Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.

8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din  10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı Nüzul

 12- Kasas İlmi

      13- Nâsih ve Mensuh İlmi

.     14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa  kavusur.

      15- Mevhibe İlmi:

En Meshur Dirayet Tefsirleri

1. Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî

2. Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî

3. Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî

4. Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin

5. el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân

6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî

HADİS TARİHİ

·         Hz. Peygamberin onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin sözlerine KAVLÎ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarına FİİLÎ sünnet denir.

·         Peygamberlerin görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.

·         Hadis rivayet edenlere RAVÎ denir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları ilk hicri II. Asrın ortalarında yazılmaya başlandı.

·         İlk Tarih ve Tabâkat yazarları

 

1.    Leys b. Sa’d      2.Abdullah b. Mubarek    3.Velîd b. Müslîm   4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan

 

·         Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.

·         Hicrî IV. Asrın başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Mutekaddimûn Dönemi kitapları

 

1.        Er-Râmhurmuzî;                     El Muhaddis ul Fasıl

2.        Hakîm en-Nişaburî;                 Marifetu ulumil-Hadis

3.        Hatib el Bağdadî;                     el-Kifaye

 

·         Hicri IV.asırdan sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Muteahhirûn Dönemi Kitapları

 

1.    Kadı Îyad;              El-İlma

2.    Meyânci;               Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül

3.    İbnü’s Salah;         Ulum’il Hadis

 

·         Hadis öğrenen kişiye TÂLİB denir.

·         Hadis öğreten kişiye HÂFIZ denir.

·         İleri seviye hadis Âlimlerine Huccet-ul İslamŞeyh-ul İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis denir.

·         Hadisler arasındaki itilafları giderme yolları

 

1.    Cem ve Te’lif;     

Çelişen hadislerin hepsini almak

2.    Nesh;       

Şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.

3.    Tercih;                

Ravî sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete, din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.                      

4.    Tevakkuf;Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.

·         Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri

1.    Tebliğ;       Bildirme.

2.    Beyân;      Açıklama.

3.    Tezkiye; İnsanları yanlış ve günahlardan arındırma.

Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.

·         RİVAYET

1.    Hadis Öğrenme    2.Nakletme     3.Derleme    4.Hadis kitabı te’lif etme

 

·         DİRAYET

1.    Hadis senetleri         2.Hadis Metinleri

 

·         Peygamberimizi Konu edinen ilimler

1.    Meğazî;Savaşları                      

3.Siyer;Hayatı                                                          

2.    Şemail;Fiziksel özellikleri           4. Delâil;Mucizeleri

 

·         Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.

1.    CERH: Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme

2.    TA’DİL: Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme

 

·         İlk bakışta sağlam görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.

·         Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları

1.    Ali b. El-Medîni:   İlelü’l Hadis

2.    Ahmed b. Hanbel:  el İlel ve Ma’rifetü’r rical

3.    Muhammed b. İsa et Tirmîzi:    el İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.

4.    İbn Ebî Hâtim er-Râzi:   İlel’ül Hadis

 

·         Az kullanılan Yaygın olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l Hadis denir.

·         Ğarib kelimelere yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.

·         Ğaribu’l Hadis alanında eseri bulunan müellifler

 

1.    İbnu’l Kesir    2. Zemahşerî     3. Hattabî     4. İbn Kuteyfe

·         Hadislerin söyleniş sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.

·         Ravilerin Hadisleri metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.

·         Sahabenin söz ve davranışlarına MEVKUF hadis denir.

·         Tâbiûnun söz ve uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.

·         Bir hadisin farklı isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK denir.

·         Günümüze ulaşan ilk Hadis usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l Fâsıl dır.

·         Hanefîler Hadisler arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK sırasını gözetirler.

·         Hadis ilminde başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.

·         1000’den fazla hadis rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.

·         Maksirûn Râviler;

1.      Ebû Hureyre 2. Abdullah b. Ömer  3. Enes b. Mâlik    4. Hz.Aişe   5. Abdullah b. Abbas                     6.  Câbir b. Abdullah   7. Ebû Said el Hudrî

 

·         1000’den az Hadis rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.

·         Sahabenin Hadis Taammül yolları;

 1.      Sorarak öğrenme    2. Öğrenmede nöbetleşme  3. Hadis müzakeresi   4. Öğrenim için seyahat

 

·         Hadislerin bir divân içinde toplanmasın TEDVÎN denir.

·         Devlet eliyle resmen TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b. Abdulaziz’dir.

·         Hadislerin öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.

·         Aşere-i Mübeşşereden olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç Hadis rivayet etmemiştir.

 

·         Hadislerin yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.

·         Tedvindeki Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.

·         Ebû Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin istedim vermedi demiştir.

·         Hz. Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği söylenir.

·         Peygamberimizin azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.

·         Tasnif döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları

 1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar    2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar                      3. Tartışma ve reddiyeler   4. Muvattalar   5. Sünenler   6. Câmiler  7. Musannaflar 

·         Hicrî II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler

1.     Ma’mer b. Raşid el Ezdî    2.Süfyan es-Servî   3. Rebî b. Habib el-Basrî   4. Süfyan b. Uyeyne

 

·         Hicrî III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi

1.        1. Buhâri      3. Müslim      4. Tirmîzi

·         Buhâri MEBSÛT isimli kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ BUHÂRİ yi yazdı.

·         Es-Sünenü’l Erbea (Dört Sünen) yazarları

1.       1. Nesâî    2.  Ebû Dâvud   3. İbn Mâce   4. Tirmîzi

 

·         Hadisleri, Hadis kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.

·         TASNİF’i başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.

·         Muvatta’lar;

Peygamber efendimizden gelen hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler) içerir.

·         Buhârini Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.

·         Müslîmin Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı kanallarını bir arada vermesidir.

·         Müsnedlerde hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun sözleri bulunmaz.

·         Sünenlerde bulunan ağırlıklı konular;

1.      Salât    2. Eşribe  3. Tahâret  4. Savm/Sıyam

 

·         Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre düzenlenmiştir.

·         Muvatta, Sünen, Câmi, Musannef  Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.

·         Buharî  194-256 arasında yaşadı.

·         Buharînin Sahihinde Muallak hadisler dahil edilmeden 7275 hadis vardır.

·         Kütüb-ü Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.

·         Kütüb-ü Sittede eserlerin doğru sıralaması;

1.    Buhari   2. Müslîm   3. Tirmîzi    4. Ebu  Davud   5. Nesâi   6. İbn Mâce

 

·         Sahih hadisleri derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.

·         Bir hadis veya hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.

·         En tanınmış Müstedrek Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s Sahihayn adlı eseridir.

·         Zehebî, Nisaburinin el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i yazmıştır.

·         Tespit edildiği kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.

·         Suyutinin Cami’ul Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul Cevâmi’dir.

·         Rudanî’nin 14 hadis kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.

·         Münzirî et-Terğib ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.

·         Buhari ve Müslimin Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.

·         Müstahrec türü eserler rivayete olan güveni arttırır.

·         Kütüb-i Sitte üzerine yapılan çalışmalar;

1.    Cem :Hadisleri bir araya getirmek   2.Zevaid :Hadisleri birbiriyle mukayese etmek

3.Şerh :Hadisleri açıklamak  4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek

 

·         Hadislerin kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu işlem

ETRAF kitaplarıyla yapılırdı.

·         Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana İslam dünyasında genel kabul görmüştür.

·         Halk arasında Hadis diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler

1.    Aclûni, Keşfu’l Hafâ   2.Sehâvi, Mekâsıdu’l Hasene

 

·         Suyuti başta Kütüb-i Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif emiştir.

 

 

Fıkıh Tarihi

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

      Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında          itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin  öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle  hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır. 

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1]

·         *   *   *

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.


 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Adı ve Soyadı: Abdulbari FAİK

Öğrenci numarası: 14.912.701

Alan: Tefsir/Yüksek Lisans

Fıkıh tarihi ve gelişim süreçleri ve doğuşundan günümüze kadar geçirdiği evreleri şekiller ve gelişmelerine göre inceleyeceğiz ve bu dönemler şunlardır.

1-Doğuş dönemi: Hz. Peygamber dönemi

2- Kuruluş Dönemi: Sahabe ve Tabiun asrı

3- Olgunluk ve kemal dönemi: Mezheplerin oluştuğu dönem

4-İstikrar dönemi: hicri dördüncü asrın ikinci yarısından sanayi devrimine kadar geçen süre

5- Sanayi devrimi sonrası: Günümüze kadar geçen süre

6: Uyanış dönemi: günümüze İslam hukuku!

            Fıkıh tarihinin ilk devri Hz. Peygamberin risalet görevinin yerine getirdiği süreçtir.

Hz. Muhmahhed’in dönemi ve sonraki dönemler yani Mekke Medine dönemleri olmak üzere iki aşaması vardır. İlk vahyin alındığı 620-622 a kadar Mekke döneminde daha çok ahlaki konulara ağırlık verilmiş çünkü ahlakı oluşturulmamış kuralın kalıcılığından söz edemeyiz.

Nübüvvet döneminde fıkhın be temel özelliğinden bahsedilmektedir bunlar, fıkhı hükümlerin gerçek n olaylar üzerinden oluşması, ihtilafın bulunmayışı, tedriç, kolaylık ve kabul edenlere göre nesih ve hükümlerin tek kaynağının vahyi oluşudur.

Fıkhî hükümlerin yaşanan gerçek olaylar üzerinden oluşması

Hz. Peygamberin kendisine sorulan bazı sorularda o günkü uygulamalara göre verdiği cevaplardan tatmin olamayan bazı sahabilerin ısrarı üzerine inen ayetlerin belirlediği hükümlerdir buna örnek olarak Kur’an-ı Kerimde “sana soruyorlar” Bakara, 2/189) ve ya “senden fetva istiyorlar” Nisa  , 4/127 ifadelerinde bunu görmek mümkündür. Ayrıca sahabelerin de uygulama ve İçtihatları da fıkhi hükümlerin oluşmasında zemin hazırlamıştır.

İhtilafın bulunmayışı

Bu dönemde hükümlerin tek belirleyicisi nazil olan ayetler ve bizzat Hz. Peygamberdir. Bu sebeple onların açıkladığı hükümlere başkasının itirazı olmadığı için ihtilaftan söz etmek mümkün değildir. Eğer ortay bir görüş ayrılığı ve ihtilaf çıkarsa şayet yine son sözü Hz. Peygamber söyler ve öylece kimsenin itiraz etme gibi bir lüksü yoktu çünkü kaynak sahibi o idi.

Hükümlerin zamana yayılması (tedriç)

Kur’an-ı Kerim, toplumun bağımlılık kazandığı bazı alışkanlıkları radikal bir kararla bir anda terk etmenin fiili imkânsızlığından toplumsal zaruretlerden dolayı tedriç (nihai çözümü zamana yayma) yöntemini benimsemiştir.

İslam öncesi Arap toplumunun müptela oldukları içki islamın gelişiyle dört aşamada yasaklanmış, ilk adım Mekke de, “hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem güzel gıdalar elde edinirsiniz. İşte bunda aklının kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır” (Nahl,16/67) ayetiyle atıldı ve içki güzel rızıktan çıkıp ayrı zikredilerek ima edildi ve ayetin son kısmına da bunun üzerine düşünülmesi için dikkat çekildi. Arkasından içkinin fayda ve zararından bahsederek ikinci ayet Medine de geldi,

sana şarap ve kumarı soruyorlar. De ki ikisinde de büyük günah ve insanlar için faydalar vardır ancak her ikisinin günahı faydasından daha büyüktür”  bu ayetin inişinden sonra bazı sahabiler içkiden sakınmaya başladı ancak yasaklar her zihne aynı açıklıkta olmadığından bir çok Müslüman içmeye devam etti fakat tüm zihinlerin tam bir kanaate sahip olabilmeleri için daha açık ir hükme ihtiyaç vardı.

Üçüncü aşamada ise, bazı sahabelerin içkili iken namaza durmaları ve bu sebeple ayetleri ters okumaları sonucu üzerine: “sarhoşken namaza yaklaşmayın” (Nisa; 4/43) ayet nazil oldu ve böylece bazı sahabeler içkiyi terk ettiler. Bunun üzerine sahabeler arasında bazı olalar çıkması nedeniyle içkiyi yasaklayan kesin ayet indi:Ey imân edenler! içki, kumar, tapınmak için konulan dikili taşlar ve fal okları (talih zarları) şeytan işi murdar şeylerden başkası değildir. O halde bunlardan kaçınıp sakının ki kurtuluşa eresiniz” bu ayetten sonra bütün sahabeler içkiyi terk etmişler.

Zorluğun kaldırılmas

Nübüvvet döneminin bir diğer ayırıcı özelliğinden birisi de zorluğun kaldırılması ilkesi dır.

Hz. Peygamber ümmetinin sıkıntıya girmesini istememiş ve hep kolyalık sağlayacak yerlerde durmuş ve dinin de kolaylık dini olduğunu belirtmiştir. “Siz kolyalık istenen bir ümmet siniz” hadisiyle ümmetinin sıkıntıya düşmesinden endişe etmiş ve bu konudada özen göstermeye çalışmıştır. Bir hutbesinde haccın farzlarını anlatırken sahabinin biri “her yıl mı”? diye sorduğunda duymazdan geldi ancak sahabi bu soruyu üç defa tekrar etti ve ondan sonra söyle buyurdu Rasul:” şayet evet deseydim her yıl haccetmeniz farz olurdu” yine teravih namazına karşı da tutumu böyle olmuş: Ramazanda teravih namazını bizzat cemaatte kıldırmış ancak bu namaz ümmet içinde farz kılınabilir endişesiyle bundan vazgeçmiştir.

Hükümlerde Neshi

Genel anlamda nesih mevcut hükmün yeni bir hükümle kaldırılmasıdır. Neshin amacı insanlardan zorlukları ve meşakkatları ortadan kaldırmaktır. Nitekim peygamber efendimizin kebir ziyaretini ve kurban etlerinin saklanmasını önce yasaklamış sonra da buna izin vermesi nesih konularına örnektir. Bundan diyebiliriz ki Hz. Peygamber dönemi fıkhın kaynaklarının oluştuğu bir dönemdir ve Hz. Peygamber en son veda hutbesinde Kur’an ve sünnete sarılmalarını emretmiştir.

Kuruluş dönemi: sahabe ve tabiun asrı

Fıkıh açısından bakıldığında sahabe dönemi Hz. Peygamber irtihal edip Hz. Ebu Bekir ile başlayan bir süreçtir. Fıkıh dönemi ve yasama faaliyetleri ve özellikleri ile iki merhalede ele almak gerekir. Birincisi dört halife dönemidir. Genel olarak söylemek gerekirse tabin döneminde farklı olarak sahabe döneminin fıkıh açısından hususiyeti bu seçkin topluluğun vahyin nüzulüne şahit olmaları Hz. Peygamberin olaylar karşısındaki tavrını tespit edebilmek için büyük çaba sarf etmeleridir. Sahabenin fıkıh işlemelerinin önemli sebepleri vardı. Çünkü Hz. Peygamber sadece Arap yarımadasında yaşadı muhatapları genellikle kültürleri ve adetleri birbirine benzeyen bu insanlardı. Ancak sahabe ve Tabiûn devrinde Müslüman topraklarına Doğudan ve Batıdan birçok yeni unsur katıldı. İşte bu farklı kültür karşısında İslam, Cahiliye dönemi uygulamalarının tamamını ortadan kaldırıp yeni bir dünya inşa etmiş değildir. Daha önce geçtiği gibi İslam bu noktada ilga, ibka, tashih/ şeklinde üç tutum takınmıştır. Sahabe de aynı şekilde hareket etmiş ve farklı kültürlerin İslam’a katılması bu açıdan bir zenginlik sağlamıştır. Sonuç olarak dört halife döneminde hüküm kaynakları Kitap, Sünnet ve Rey’dir. Bu husus Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in ifadelerinde ve kadılara yazdıkları mektuplarda da görülmektedir. Dört halife devrini fıkıh açısında özelliklerini şu şekilde hulasa etmek mümkündür.

1-Kur’an-ı  Kerim bir mushafta cemedilmiştir.

2- Hadisler tedvin edilmemiştir.

3- Sahabenin üzerinde icamâ ettiği hükümler olulmuştur.

4- Farazi meseleler üzerinde durulmamıştır.

 5- meselenin şura yoluyla halledilmesinin sonuçlarından biri olarak ihtilaf az olmuştur.

6- Rey’de serbestlik söz konusu mevcuttur ve taassup söz konusu değildir.

7- fıkıh tedvin edilmemiştir. Ancak sahabenin fetvası günümüze kadar ulaşmıştır.

Olgunluk ve Kemal Dönemi: Mezheplerin Oluştuğu Dönem

Bu dönem, hicri ikinci asrın başlarından itibaren dördüncü asrın ikinci yarısına kadar yaklaşık 250 yıllık süreyi kapsar. Bu dönemde fıkıh büyük bir olgunluğa ulaşmış ve çok iyi müçtehit âlimleri yetişmiş. Bu dönemde hukukun gelişimindeki etkenler ile ilgili dolayısıyla devrin özellikleri bağlamında şunları söyleyebiliriz. Birincisi umumi olarak bakıldığında bu dönemde Emevî devleti yıkılmış ve Abbasi devleti kurulmuştur. Abbasilerin ulemaya saygıları ve fıkha itibar göstermeleri uygulamalarında fukahanın görüşlerine başvurmaları, samimi bir biçimde dine bağlılıkları fıkhın gelişmesinde fıkhın gelişmesinde önemli bir etken olmuştur. Bu devrin temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1-Rey ve hadis okulları arasında ihtilaflar artmış, bilimsel tartışmalar çoğalmış, ancak bir müddet sonra Rey’in keyfi bir şey olmadığı anlaşılmış ve Rey de bir fıkhî yöntem olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.

2- Bu devirde fıkıh çok dinamik bir süreç yaşamıştır.

3- Mezhepler oluşmuş ve her mezhep kendi yöntemine göre hareket etmiştir.

4- Bu dönemdeki devletler fıkhi mezheplerin birisini devletin hukuku olarak kabul etmiştir.

5- Bu dönemde hadis fıkıh ve fıkıh usulü tedvin edilmiştir.

6- farazi fıkıh ortaya çıkmıştır.

7- Bir meselede birçok farklı görüş ve fetva ortaya çıkmış.

 

İstikrar Dönemi: Hicri Dördüncü Asrın İkinci Yarısından Sanayi Devrimine Kadar Geçen Süre

Genellikle bu dönemi Bağdat’ın Moğolların eline düştüğü (656/1258) yılına kadar uzatırlar. Bu devirde Moğolların etkisiyle İslam milletinin siyasi birliği hasar gördü ve İslam alemi küçük küçük devletlere bölündü. Bu dönemde mezhepler tam olarak tedvin edildi ve ulema bir mezhebe baplı olarak faaliyetler çerçevesinde onun meselelerini düzenlemek, tasnif etmkle yetindi.

Bu dönemde fukahanın faaliyetlerini şu şekilde hulasa edebiliriz.

1-İmamlardan nakledilen görüşleri anlama çabasında olmak ve imamlardan nakledilen fer’î hükümler üzerinde düşünmek, onların dayanaklarını tespit etmek.

2- Mezhep İmamlarının içtihat yöntemlerini tanıyabilmek onların ürettiği hükümlerden istinbat kaidelerini çıkarmak.

3- imamdan nakledilen görüşlerden birini tercih etmek.

4- Mezhep fıkhını düzenleme yani Şerh, haşiye ve ta’lik yoluyla izah etmek.

5- Mezhebe bağlı olan âlimler, imamlarını ve mezheplerini savunma yoluna gayret göstermişler.

 

Sanayi Devrimi Sonrası Günümüze Kadar Geçen Süre

Sanayi devrinin gerçekleştiği 12./18. Yüz yılın ikinci yarısına kadar meselelerin birbirine yakın ve benzer olmasından dolayı tatklit ve tahriç yönteminin ok fazla sorun çıkarmadığını ve İslam geleneğin meselelere baş edebilmelerinin yolunu aradığını söylemek mümkündür. O zaman olumsuzluk nerden kaynaklanıyor?  Çok genel olarak iki husus üzerinde durmak gerekir. Birincisi: olaylar karşısında hukuki yetersizlik İslam hukukunun yapısından ziyade bu alanda faaliyet gösteren âlimlerin, sadece alışmış oldukları taklit ve tahric ruhunu terk edememeleri, hür düşünceye sahip çıkamamalarından kaynaklanmaktadır. İkincisi de harici şartların etkisidir.Sanayi devrimi, sosyal hayattaki ilişkileri, problemlerin boyutunu baştan başa değiştirmiş gibi daha önce yaşanmamış yeni meseleleri de doğurmuştur. Sonuçta İslam dünyası sadece hukuki açıdan değil top yekûn kendi dışında oluşan değişime kendi değerleri çerçevesinde kalarak ayak uyduramadı.

Uyanış Dönemi: Günümüzde İslam Hukuku

Günümüz İslam hukukçularının aktinitleriyle bu hususta daha belirginleşmiş gözükmektedir. Artık klasik dönemde şartlara bağlı olarak meseleci metod terk edilmeye başlanmışKur’an ve sünnetin doğrultusunda, fıkhi miras içindeki meselelerin ortak noktalarındaki prensiplerin tespiti ve buradan teoriye ulaşma yolunda oldukça verimli çalımlalar yapılmaktadır. Nitekim İslami üniverstielerde bu alanda yazılan tezler, makaleler bilimsel toplantılar, Müslümanların sorunlarını çözmek amacıyla yapılmaktadır.

 

Hz. Peygamber Dönemi ve Hadis Tarihi konusunda genel bir bakış

Tebliğ görevinin yanında teybin vazifesinin de bulunduğu ve bunu açıklama bunu açıklama ve uygulamalarıyla yerine getirdiğini belirten Hz. Peygamber bu sebeple kendisinden öğrenilen bilgilerin orada bulunmayanlara iletilmesini istemiştir. Nitekim peygamber efendimiz “ burada bulunanlar sözlerimi bulunmayanlara nakletsin” demesiyle sahabeyi kendisinden öğrenilen bilgileri hususunda başkalara götürmelerini teşvik etmiştir. Bu dönemde nakledilen bilginin aslında uygunluğunun araştırılmasına dair hem ayet hem hadis hem ayetlerde temel kuralların söz konusu edildiği görülmektedir. Nitekim Allah Tealâ: Ey iman edenler! size fasık bir kimse haber getirirse onu doğruluğunu araştırın” ayetiyle insanlara sıradan haberler konusunda dikkatli olmaları hususunda uyarmıştır. Hz. Peygamber kendisine ait bilgilerin değerinin farklılığına işaret ederek bunların insanlara iletilmesini ve hadislerin nakli hususunda dikkatli olmalarını uyarmıştır. Resûlullah hadislerin Kur’anla karışmamak amacıyla ilk önceleri kendisine ait bilgileri yasaklamış böyle bir endişe söz konusu olmadığında ise izin vermiş. Bütün bunlar sonraki nesillere aslına uygun olarak naklini sağlamak amacıyla bizzat Hz. Peygamber tarafından alınan ve uygulanan kurallardır. Ki bunlar da üç madde halinde özetlemek gerekir. A) nakledilen haberlerin araştırılarak kabul edilmesi. b) Hz. Peygamber’den yapılan nakillerde titiz davranması. C) hadislerin Kur’anla karışmaması için ihtiyatlı davranmak.

Sahabe Dönemi

Şüphesiz ki hadis Kur’andan sonra ilk tercih edilen ve sabit bir kaynaktır. Sahabe ise Hz. Peygamber’den bilgi almaya son derece arzulu ve bu işi gerçekleştirirken de son derece tiriz davranırdı. Hadis konusunda sahabe peygamber efendimizden aldığı bilgiler hariç başla ravilerden alanları araştırır ve daha sonra alınan haberi düzeltilecek bir tarafı varsa düzeltirdi ve genel olarak söylemek gerekirse hadis konusunda şunları yapardı:

Hadis Rivayetinde İhtiyatlı davranırdı mesela şöyle bir örnekle özetleyelim: kapını arkasından üç defa selam verdiği halde kendisine izin verilmeyen Ebu Musa El eş’ari dönüp gitmesi üzerine Hz. Ömer sebebini sorunca o; “Sizden biri üç defa selam verdiğinde izin verilmezse dönüp gitsin” hadisini nakletmiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer “ Buna delil getirmezsen ben sana ne yapacağımı bilirim” diyerek onu tehdit etmiş ve böylece gidip şahit bulmuş ve getirmiştir. Sahabenin diğer bir özelliği ise az hadis rivayet ederdi, Hatalı hadisleri düzeltir, hadisleri müzakere etmek, Hatırlamak amacıyla Hadisleri yazmak, gibi görevleri üstlenmişlerdir.

Tabiîn ve Tebe-i Tabiin Dönemi

Hz. Peygamberden başlayıp buraya kadar bir zincirleme sistemi var mesela: bunlar bilgilerini bir üstten onlar da bir üstten bu şekilde buraya kadar gelinmiştir ancak bu dönem de (hem tabiin hem tebe-i Tabiin) devrinde ise Emevîler devri olarak itikadi konularda tartışmaların başladığı ve kelam ilminin temellerinin atıldığı bir devridir. Bu dönemde “ulumu’l-evail” diye isimlendirilen felsefe, matematik, tıp ve kimya gibi ilimlerle ilgili eserler Arapça’ya tercüme edilmeye ve böylece yabancı ilim ve kültür ürünleri İslam toplumu içinde yayılmaya başlamıştır. Bu dönemde Müslümanlar Helenistik, iran ve hint kütlüleriyle temasa geçmiştir ve antik dünyanın felsefi eserlerini Arapçaya çevirmeye başlamıştır Abdullah b. Mukaffa en büyük örnek olarak gösterilebilir.

Siyasi ve Sosyal gelişmelerin Hadis İlminin oluşumuna Etkisi

İslam tarihinde “el fitnetü’l Kübra” diye tanımlanan Hz. Osamn’ın 18 Zilhicce 35(17 Haziran 656) tarihindeki şahadetiyle başlayıp Hz. Ali’nin halife olmasıyla patlak veren Cemel Vakıası ve sıffîn savaşı ile süren gelişmeler sonucunda etkisi günümüze kadar devam eden siyasi ve itikadi guruplaşmalar oluşmaya başlamıştır. İslam dünyasında meydana gelen siyasi gelişmeler yeni nesillerle birlikte durum değişmiştir. Böylece bir taraftan insanlar arasındaki güven duygusu zayıflamış diğer taraftan uydurma faaliyetleri devam etmeye başlamıştır. Ve bu hususta Abdullah b Abbas’ın Hz. “Peygamber şöyle buyurdu”  “Hz. Peygamber böyle buyurdu” diyerek büşeyr el-Adevi’yi dinlemeyip bunun gerekçesini de “Hadise yalan karışmadan önce birisi: “Hz. Peygamber şöyle buyurdu” dediği zaman gözlerimiz ona dikilir kulaklarımız onun sözlerine eğilirdi fakat doru ve yalan demeden rastgele konuşulmaya başlandıktan sonra artık bildiğimiz şeylerden başkalarını almaz olduk”.Şeklinde açıklaması ayrıca Hz.Ali’nin verdiği hükümlerle ilgili kendisine getirilen bir kitabın biri kısmını imha etmesi ve bu şekilde uydurma hadislerin çoğalmaya başlamasına işaret etmektedir,

İsnad Faaliyetinin Başlaması

Hadis rivayetlerinde isnad, “ hadisi nakleden ravileri rivayet sırasına göre zikredilerek hadis metnini ilk söyleyenine ulaştırmak” anlamında gelmektedir. Bu durum fitne olayından sonra ortaya atılan ve hadis uydurma gurupların karşısına önemli bir tedbir olarak başlamıştır. İsnadı ilk kullanan alim ise İbni Şihab ez- Zuhri olduğuna dair genel bir kanaat var nitekim: onun isnadsız hadis rivayetinde bulunan İshak b.Ebi Fervi’yi “ Allah seni kahretsin, hadisi niçin isnadsiz rivayet ediyorsun? Hangi cesaretle bize bağı ve cesareti olmayan hadisler rivayet ediyorsun? Diyerek azarladığı insad konuda gevşek davranan Şamlıları da “Ey Şamlılar! Size ne oluyor ki hadislerinizi isnadsiz rivayet ediyorsunuz? Sözüyle uyardığı kaynaklarda nakledilmiştir. ve imam Malik, Ebu Yusuf ve İmam Şafii nin eserlerinde de isnatlarla ilgili benzeri durum söz konusudur.

Cerh ve Ta’dîl Faaliyetlerinin Başlaması

Cerh ve Ta’dil faaliyetleri hicri ikinci asırda ravilerin güvenirliğini belirlemek için ölçüler tespit edilmiştir. Şu’be b. Hccac ve Maruf ravilerden, meşhur hadislerin bilmediği hadisleri çokça rivayet edenin hadisi alınmaz, hadis uydurmakla itham edilen kimsenin hadisi alınmaz,hatası çok olanın hadisi alınmaz, bütün bu çabalar Peygamber efendimizin hadisi konusunda alimlerin ve hadis nakilcilerinin titizlikle davrandıklarını gözler önünde sermektedir. Buna mukabil bu dönemde hadisler konusunda baya çalışmalar olmuş bunları başlıca şu şekilde özetlemek mümkün olduğunu düşünerek aşağıda sıraya göre bunu yazarız.

1-yazılı Rivayete Geçiş

Bu konuda Hz. Peygamberden şu hadisi örnek gösterebiliriz: “Benden Kur’andan başka bir şey yazmayınız” diğer bir hadisinde ise: “ Her kim her kim bile bile bana insad ederek yalan uydurursa Cehennemdeki yerini hazırlasın” ancak Hadislerin yazılmasını emreden bir çok rivayet bulunmaktadır. Hz. Peygamber hadislerini bizzat yazdırdığı, başta Abdullah b. Amr b. As ve Ebu Şah olmak üzere izin isteyen Sahabelerin yazmasına müsaade  ettiği gerek Rasulullah hayattayken gerek ise vefattan sonra bol miktarda hadislerin yazıldığı kaynaklarda yer almaktadir.

Tedvin Faaliyetinin Başlaması

Âlimlerin yok olup gitmesi endişesini taşıyan Halife Ömer b. Abdulaziz’in Medine valisi Ebu Bekir b. Muhammed b.hazm’a gönderdiği “Hz. Peygamberin hadislerini ve Sünnetlerini ve Amra binti Abdurrahman’ın rivayetlerini araştır ve yaz zira ben bunları bilen Âlimlerinin ölüp gitmesinden korkuyorum” talimatıyla resmi tedvini başlatmıştır. Ve böylece ikinci dönem hadislerin yazılma işi artık hadis naklinin vazgeçilmez bir vasıtası haline gelmişti.

Görüldüğü gibi Sahabe, Tabiin ve Tebe-i tabiin dönemleri bazen ihtilaf bazen ise savaş ve dini ilimlerin konusunda bir hareketlilik ve canlılık gösteren ve diğer gelecekteki nesillere örnek teşkil eden bir durumdur. Çünkü bu zaman bir taraftan İslam topraklarını genişlemesi diğer taraftan insanların gündelik hayattaki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yürütülen bütün faaliyetler bu doğrultuda olmuştur.

Sonuç olarak söylemek gerekirse: Kur’an ilahi bir kelam olup valık amcına uygun tarzda anlaşılmayı ve sunduğu mesajlar doğrultusunda insan hayatına yön vermeyi amaçlar ancak o, doğru bir şekilde anlaşılmayı murat etse de, muhatapları arasında anlama problermi yaşayanlar her zaman olacaktır.diğer bir ifadeyle Kur’an Hz.peygamber vssıtası ile beşeriyete bir hidayet kayanğı olup onları kötü bir yoldan doğru ve düzgün bir yolda istikamet etmesini ve insanlık ona uyanlara rehber olacağını amaçlar ve yine Kur’an Hz. Peygamber tarafından açık olmayan yerlerini açıklamış ve dememiz o ki tefsir konusunda ve bu ilmin tarihi yine Hz. Peygamber ile başlayıp ve o dönemde açık olmayan yani kapalı olan ayetleri açıığa kavuştura yine Hz muhammed’tir.




0 Yorum - Yorum Yaz


MEHMET VEYSİ ÖZLÜK

ÖĞRENCİ NO: 13952753

BİRLEŞİK DOKTORA

 

TEFSİR USULÜ

Tefsir:Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı) Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

Usûl: Asl kelimesinin çoğuludur.Sözlükte; temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir. Terim olarak; hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şeydir. Istılahta ise; herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlara denir.

Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koyar ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler verir. Bu ilmin gayesi Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.

KUR’AN’IN METİNLEŞME SÜRECİ

Kur’ân lafzının hangi kökten türediği hakkında farklı görüşler vardır:

1.     Kur’an lafzı “karinetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemzesiz olan ”el-kerin” lafzından türemiştir.

2.     Bir şeyi diğerine yaklaştırmak anlamına gelen “karene“ filinden türemiştir.

3.     “Kur’an” kelimesinin hemzesiz, türememiş ve alem–i mürteceldir.

4.     Sözlükte toplamak anlamına gelen “kara’e ‘den türemiş fu’lan vezninde bir kelimedir.

5.     Çıkarıp atmak anlamına gelen “kara’e ‘den türemiştir.

6.     “Okumak” anlamına gelen “kara’e”den türemiş, fu’lan vezninde bir kelimedir.

Terim anlamı: Hz. Peygamber (sav)’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.

Kur’ân’ın yazılması:

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı. Kâtip yazma işini  bitirince Hz. Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.

Kur’ân’ın derlenmesi ve çoğaltılması:

Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz. Peygamber yoktu artık. Kur’ân’ın bazı parçaları çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok geçmeden kaybolabilirdi. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında da birçok kurrâ sahâbi şehit olmuştu. Tüm bu sebeblerden dolayı ayetlerin kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’ı derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanlar Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebileceklerdi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan da çekiniyordu. Lakin Hz. Ömer’in öne sürdüğü haklı sebepler karşısında o da ikna olmuştu ve derleme işini Zeyd bin Sabit’e vermişti.

Hz. Zeyd(ra) Hz. Peygamber(sav) tarafından özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerindendi. Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş biriydi. Resûlullah [sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemiş ve çok düzgün bir şekilde okuyordu. Arza-i ahîrede de hazır bulunmuştu. Genç olması dolayısıyla kendisinden istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahipti. Herhangi bir şeyle itham edilmemesi dolayısıyla da bütün insanlar ona güven duyuyordu.

Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının da  yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti. Derlenen bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr, onun vefatından sonra da Hz. Ömer kendi yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada nüsha, kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.

Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet içerisine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaf’tan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir. Bunun nedeni de; hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştı ki savaşa kadar gidilebilirdi.

Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshaların da yakılmasını emretti. İstinsah edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflar’dan 3’ü günümüze kadar gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)

Kur’ân’a hareke ve nokta konulması:

Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyorlardı. Ancak Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu. Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri kullanmak gerekiyordu. Bunu ilk düşünen Basra valisidir. Vali dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koyar.

Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu. Bunu ilk farkeden Irak valisi, Nasr b. Âsım ve Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını istemiştir. Onlarda harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara başvurulmuşlardır. Lakin harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep tercih edilmiştir.

 Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bugün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.

Kur’an metninin tertibi:

Âyetlerin tertibi: Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah Efendimiz’e (sav) bildirmiştir. Hz. Peygamber de Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir. Yani Kur’ân herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.

 Sûrelerin tertibi: İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:

1.    Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Eğer sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz. Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda yapamazlardı.

2.    Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan âlimlerden biri İbnu’l Enbârî’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu. Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.

3.       Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.

Yedi harf kavramı:

Başta kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında, yedi harfle ilgili hadisler yer almaktadır. İbn Abbas’tan nakledilen hadisinde de Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur:”Cibril bana Kur’ân’ı bir harf üzere okuttu. Ancak artırması için müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.”

Hemen hemen bu konudaki tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” sözü tevâtür derecesine ulaşmıştır. Buna itimaden, Kur’an’ın yedi harf üzere okunması hakkında birçok görüş olmasına rağmen en kuvvetlileri şunlardır:

1.    Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

2.    Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.

3.    Yedi harfle kastedilen yedi vecih(tarz)tir.

Kırâat çeşitleri:

Sahih kırâatler

Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan, bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan, kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.

(a.) Mütevâtir kırâat:Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat demektir. Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.

(b.) Meşhûr kırâat: Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.

Sahih olmayan (Şazz) kırâatler

Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.

(a.) Âhâd kırâat: Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap dili  gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.

(b.) Müdrec kırâat:Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.

(c. ) Mevzû kırâat: Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan kırâatlerdir.

KUR’ÂN İLİMLERİ

ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığı rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslup tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.

Kur’an’ın Üslup Özellikleri

1.    Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk

2.    Lafız ve mana dengesi

3.    Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi

4.    Konuların iç içe bulunması

5.    Beyân tarzının çeşitliliği

MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

GARİBU’L-KUR’ÂN

Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.

VÜCÛH ve NEZÂİR

Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kelimesinin Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıre/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler. Yani vücûhta teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalarda, nezâir de lafızlarda söz konusudur.

AKSÂMU’L-KUR’ÂN

Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir. Kur’an’daki yeminlere gelince; Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir.

MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN

Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.

 Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.

Müteşabihlerin Hikmetleri:

1.    Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.

2.    Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.

3.    Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.

4.    Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.

5.    İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.

6.    Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.

HURÛF-I MUKATTAA

Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.

Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:

Selefin görüşü: Selef âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler. Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir. 

Halefin görüşü: İkinci görüş de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun değildir. Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkındaki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:  

1.    Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir.

2.    Allah Teâlâ bu harflerle yemin ederek söze başlamaktadır. 

3.    Mukattaa harfleri, başında bulundukları sûrelerin isimleridir. 

4.    Mukattaa harfleri inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur.

İ’CÂZU’L-KUR’ÂN

İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kendi benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona konuşma izninin verilmesine benzer.

Kur’an’ın İcâz Yönleri

1.    Nazım ve te’lif 

2.    Gaybî haberler içermesi

3.    Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması

4.    Fenni mûcizelere işaret etmesi

5.    Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından değiştirilmemesi

MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN

Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır. Kur’ân müşkillerini gidermek için ortaya iki vardır: Te’vil ve te’lif yolu ile nesih yolu.

MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

Kur’ân âyetleri çeşitli zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.

Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.

FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

Hz. Peygamber (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir. Kur’an hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.

KISASU’L-KUR’ÂN

Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmek manalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.

Kıssaların Gayeleri:

1.    Hz. Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek 

2.    Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek 

3.    Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak 

4.    İslâm’in evrenselliğini ortaya koymak 

5.    Semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek

ESBÂBU’N-NÜZÛL

Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.

Esbâbu’n-Nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Rolü

1.    Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.

2.    Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.

3.    Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.

4.    Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.

5.    Hasr veya tahsis (anlamların darlığı) şüphesini ortadan kaldırır.

NÂSİH-MENSÛH

Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.

Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.

Neshin Şartları

1.    Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.

2.    Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.

3.    Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması

4.    Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).

5.    Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.

 HADİS USÛLÜ

SÜNNET, HADİS, HABER

Sünnet: Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e iba­resi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü" demek olur. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır.

Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet ke­limesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur et­tiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen "kötü" veya mezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır.

Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bu­lunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve dav­ranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak­ririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasındaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Sünnet, Hazreti Peygamber’den söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur.

Hadîs: Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Daha sonraları, kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir değişiklik görülmemekle beraber, dînî çev­relerde bazı haber çeşitlerine isim olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz, Allah'ın Kitabı'dır."  Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs denilmiştir.  

Haber: Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nak­ledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs denilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

HABER ÇEŞİTLERİ

A. MÜTEVÂTİR HABERLER 

Mütevâtir, lugatta tetâbu etmek, yâni arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin peşi sıra gelmek manâsında kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. “Tevâtere'l-haberu” denildiği zaman, ha­berin fasılalarla birbiri arkasına geldiği,  yahut bir başka deyişle,  ha­bercilerin birbiri arkasına gelerek aynı haberi getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes tarafından getirilmesi ve nesilden nesile haber verilmesi demektir. Bu da, en basit ifade ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık tarafından nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden nesile, kalabalık bir cemaat tarafından rivayet edilen haberdir.

Mütevâtir haberin şartlarını şöylece sı­ralamak mümkündür:

1.    Mütevâtir haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.

2.    Öyle bir kalabalık ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız ittifak etmeleri mümkün değildir.

3.    Herhangi bir nesilde veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azal­ma olmamalıdır. Ancak sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.

4.    Haber, menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya "işitme" fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade ile menşei aklî kazıyyeye müstenid olmamalıdır.

Bu şartlar bir araya geldiği zaman, haber ilm-i zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten kimse için, red ve inkârı mümkün olmayan, ak­sine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hâsıl olur. Bu bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk ediyorsa, ken­disiyle amel etmeyi gerektirir.

Bazılarına göre Kitap, yâni Kur'ân, tevâtüren sabit olduğu halde, sün­net ve icma, hem tevatür, hem de âhâd yol ile sabit olmuştur. Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir olanlar çok azdır. Hattâ sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar vardır. Meselâ şerîatın asıl­larından olan beş vakit namaz, namaz rekatlarının sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı sünnetler bu kabîldendir. Mütevâtir haberler, lafzi ve manevî olmak üzere 2’ye ayrılır:

Mütevâtir Lafzî: İsnadın başında olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık ta­rafından rivayet edilmesidir. Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hadîsler arasında da bu şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.

Mütevâtir Manevî: Kelimenin manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Bununla beraber, lafzî mutabakat ol­masa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde birleşmeleri ihtimal dâhilinde ol­mayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin aslıdır, yahut özüdür.

B. ÂHÂD HABERLER 

Âhâd, lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir şeyin sayısına delâlet eden ahad veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise, tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve bir kişi tarafından ri­vayet edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi tarafından rivayet edilen haberlerdir.

Usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i âhâd anlayışında önemli sayılabilecek bir de­ğişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği ha­berler hakkında değil, fakat iki kişinin iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki, üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan daha az olması lâzımdır. Daha sonra âhâd haberler; meşhur, azîz ve garîb olmak üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir. 

a) Meşhur Haber: Meşhur, lügat yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelir. Lakin hadîsçiler arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kul­lanılmış ve en az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine eriş­meyen hadîslere denilmiştir. Meşhurun diğer bir manâsı da, râvisi olsun veya olmasın, yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine alır.Şu var ki, bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin ıstılah manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet eder. 

b) Azîz Haber: Azîz, lugatta " şerif olmak ve bir kimsenin zelîl iken kuvvetli ve kudretli olması" manasına gelir. Hadîs ıstılahında ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada yalnız iki râvi tarafından rivayet edilen hadîsler ola­rak tarif etmek daha doğru olur.

c) Garîb Haber:  Garîb, lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse demektir. Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kal­mış, yahut benzeri başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.Garîb hadîsler, sahih ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad yönünden de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden garîb olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle sahîh olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf olduğu da ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (gü­venilir) kimseler olmaları halinde sübût bulur.  

SIHHAT YÖNÜNDEN  HABER ÇEŞİTLERİ

A. MAKBUL HABERLER

Sahîh Hadîs: Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan sahîh, adalet ve zabt sı­fatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak verdiğimiz bu tarif, ameli ge­rektiren sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması gerektiğini göstermektedir.

Sahih hadis kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi Sahîh Li-Zâtihi” denilen hadistir ki; kendi şartlarıyla sahîh olup ve sıhhat yönünden en üst derecede bu­lunur. İkincisi de Sahîh Li-Gayrihi” dir. Bu da; râvisinin zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan, ancak başka bir sahîh isnadla rivayet edilip, sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselen hadistir.

Hasen Hadîs: Lügat yönünden "güzel" manâsına gelir. Hadîsçilerin ıstılahında ise, sahîh ile zayıf arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın ol­duğu için makbul hadîsler arasında sayılan hadîs çeşididir. Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs derecesinde olmasa bile, delil olma yönünden ondan fark­sızdır. Bu sebeple el-Hâkim,  îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni sahîh çeşidi arasında zikretmişlerdir.

Hasen hadis de kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi olan “Hasen Li-Zâtihi  âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve mu­allel olmayan hadîslerdir. Yani zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin aynısıdır. İkincisi “Hasen Li-Gayrihi”dir ki; İbn Salâh onu şöyle tarif etmiştir: Râvilerinin eh­liyetleri tam olarak tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet et­tikleri hadîste fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri hadîstir. Bu hadis bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker olmaktan çıkar ve hasen li-gayrihi adını alır.

Mahfuz Hadîs: Şâz olan hadîsin mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, ri­vayetin çokluğu ve buna benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir.

Maruf Hadîs: Münker veya şâz merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.

Mutâbi Hadîs: Mutâbe'at, şeyhinden rivayetiyle tek kal­mış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Mutâbe'atın manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı hadîstir.

Şâhid Hadis: ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami, musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma neticesinde manâ yö­nünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir. Çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir.

 B.MERDÛD HABERLER

 Merdud haber; reddedilmesi gereken hadîslere delâlet etmek üzere, makbulün mu­kabili olarak genel manâda kullanılan bir tabirdir. İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan ve âhâd denilen haberler, ya makbul, ya da merdûd olurlar. Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki sebebe dayanır. Bu se­beplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya daha fazla râvinin düş­mesiyle haber merdûd olur. İkincisi de isnadı oluşturan râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi halinde haber merdûd sayılır.

Muallâk Hadîs: Muallak, ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta bir şeyi asmak, destek veya dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs ıstılahında ise, musannifin, kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya kendi şeyhini, yahut kendi şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ bütün isnadı hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi zikrettiği ilk kaynağa isnad etmesidir.

 Mursel Hadîs: Hazreti Peygambere yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sa­habenin çoğunu gören ve onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs, isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir. Mursel hadîslerin delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz. Eş-Şâfi'î de aynı görüşe sâhiptir. 

 Mu'dal Hadîs: İsnadında birbirini takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini takip eden en az iki râvinin düşmüş ol­ması şart koşulduğu için, bazen bir, bazen de birbirini takip etmeksizin ara­lıklarla birden fazla râvisi düşen ve ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı olduğu halde, her munkatı mu'dal değildir.Mu'dal hadîsler, isnadlarından düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden halleri tesbit edilmedikçe merdûd hadîslerden sa­yılırlar. 

 Munkatı Hadîs: Munkatı tabiri, lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu bakımdan sahabîsi düşen ve mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile is­nadın başından hazfedilen ve muallak denilen isnadla munkatı arasında lugat manâsı yönünden hiçbir fark yoktur. Bununla beraber ıstılahta munkatı, murselden ayrı bir şeydir ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayetidir. Bu durum, tabiatiyle râvinin, hadîsi bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi, bu vâsıtanın isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk olmasını gerektirir.Munkatı'ın bir başka çeşidi de, isnadda mübhem şahısların yer almış olmasıyle ortaya çıkar. 

 Mudelles Hadîs: Mudelles, zulmet veya karanlık manâsına gelen deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir şeyin ayıbını ve kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu karanlıkta bırakıp belirsiz hale sokmak de­mektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde bulundurulursa, râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden ayırt etmeksizin hepsini de ri­vayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de işitmiş olduğu vehmini uyan­dırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 

1.    Tedlîsu'l-isnad

2.    Tadlîsu't-tesviye

3.    Tedlîsu'ş-Şuyûh

4.    Tedlîsu'l-Atf

5.    Tedlîsu's-Sukût

 Mursel-i Hafi: Mursel-i hafî, yukarıda da belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan, fakat mülakatı bulunmayan, yahut aralarında semâ ol­mayan iki râviden birinin diğerinden rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu iki râvi arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.

RAVİLERİN TA’N EDİLMELERİNİN BAŞLICA SEBEPLERİ

Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:

1.    Kizbu'r-Râvi

2.    İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb

3.    Bid'atu'r-Râvi

4.    Fısku'r-Râvi

5.    Cehâletu'r-Râvi

Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:

1.    Fuhş-ı Galatı'r-Râvi

2.    Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi

3.    Muhalefetu's-Sika

4.    Vehmu'r-Râvi

5.    Sû-i Hıfzı'r-Râvi

Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri:

Mevzu Hadîs: Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, mensûb oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, pe­şinden gittikleri imam ve hükümdarları medhetmek, halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde va'zettikleri ce­maatın teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağ­betini artırmak maksadıyle dîn düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs râvilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygamber’e iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir. 

Metruk Hadîs: Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (ya­lancılık) ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir ko­nuşmalarında kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk denilmiştir.

Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri

Şâz Hadîs: sika olan râvinin, ken­disinden daha sika râviye muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.

Munker Hadîs: Zayıf olan bir râvinin, güvenilir râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek kaldığı hadîse munker denilmiştir.

Mu'allel Hadîs: Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet keşfedilmedikçe hadîsin mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu sebepten, mu'allelin tarifini yaparken, “kendisinde sıhhatini ke­miren bir illeti bulunan, bununla beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir” demek daha doğru olur.

Mudrec Hadîs: Râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden ya da metni yönünden hadiste idrâc hasıl olmuştur. Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn adiyle bilinir. 

Maklûb Hadîs: Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb, kelime manâsına uygun olarak, ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs demektir.

Muztarib Hadîs: Bazen bir, bazen de iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde ri­vayet edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne ken­disinden rivayet ettiği şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi birinin bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih ya­pılamayan hadîse muztarib denilmiştir.

Musahhaf Hadîs: Metin veya isnadında bir kelimesi veya râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edil­miş hadîse verilen isimdir.

İSNÂD 

İsnad, lugatta ya lâzım (geçişsiz) olarak dağın eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek, yahutta müteaddî (geçişli) olarak yük­seltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan ayrı olarak, İsnadın, bir de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ, sülâsîden kullanılan sened ke­limesinin tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu tarif, kelimenin, dağın zir­vesine yükselmek veya yükseltmek manâsından alındığına delâlet eder. Hadîsin, Hazreti Peygambere varıncaya kadar muttasıl bir şekilde güvenilir kimselerin yine güvenilir kimselerden rivayet edilmesi keyfiyeti, Allah'ın yalnız müslümanlara hâs kıldığı bir sistemdir.  

İsnad gerçek değerini tâbi'ûn devrinde kazanmış, hadîsçiler, isnadsız hadîs rivayet edenleri dâima ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açık­lamaya davet etmişlerdir. Meselâ İbn Şîrîn "bu ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et" diyerek isnada önem verilmesini tavsiye etmiştir.  İsnada verilen bu değer sayesinde, hadîs rivayet eden kimselerin hal ve meşreblerini öğrenmek de mümkün olmuş ve herbiri hakkında tanzim edi­len biyografik tarihler yardımı ile, kimin güvenilir, kimin zayıf ve yalancı ol­duğu tesbît edilerek bu ilimle meşgul olanların istifadelerine sunulmuştur. İsnadlar, kendilerini oluşturan râvi sayılarının az veya çok oluşu yönünden iki kısımda değerlendirilmiş ve kaynağa daha az râvi ile ulaşan isnada âlî, daha çok râvisi olan isnada da nazil denilmiştir.

Âlî İsnad: Alî, lugatta, yücelik veya yükseklik manâsına gelen uluv'dan ism-i fail olup, râvi sayısının azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki bu yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahih bir isnadla rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Râvi sayısının azlığı dolayısıyle âlî olan bir isnadla rivayet edilen hadîs, râvi sayısının çokluğu dolayısıyle nazil olan aynı hadîsin diğer ri­vayetine tercih edilir. Hadîs imam­ları, âlî isnadla rivayet eden kimselerden hadîs almak için meşakkatli seyahatları bu sebepten ihtiyar etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, bunu şu söz­leriyle açıklamıştır: "Âlî isnad talebi, bize seleften kalan bir sünnettir." 

İsnadta uluv, mutlak ve nisbî olmak üzere başlıca iki kısımda mütalâ edilmiştir: Uluw-i Mutlak; güvenilir bir isnadla Hazreti Peygambere olan yakınlıktır. Bu ya­kınlık, Muhammed İbn Eşlem et-Tûsî'nin ifadesine göre, Allah'a yakınlık gi­bidir. Çünkü isnadın yakınlığı, Hazreti Peygambere yakınlıktır; Hazreti Peygambere yakınlık ise, Allah'a yakınlıktır. Uluw-i Nisbî ise; el-A'meş, îbn Cureyc, el-Evzâ'î, Şu'be, Mâlik, Huşeym ve emsali hadîs imamlarından birine, râvi sa­yısının azlığı dolayısıyla veya Kutub-i Sitte gibi mutemed kitaplardan bi­rinin rivayetine nisbetle ortaya çıkan yakınlıktır.

Nazil İsnad: Nuzûl kelimesi, uluvvün karşıtı olup bir hadîsi rivayet eden en son râviyi o hadîsin kaynağına en çok râvi sayısı ile ulaştıran isnadın key­fiyetidir. Nazil isnadlar, râvi sayısının çokluğu ve bu çokluk halinde hata ya­pılması ihtimalinin fazlalığı dolayısıyle, hadîsçiler arasında rağbet gör­memiştir. Bununla beraber, nazil isnadın râvileri, güven yönünden, yahut hafıza ve fıkıh yönlerinden üstünlükleri dolayısıyle âli isnad râvilerine te­mayüz ederlerse nazil isnad âlî isnada tercîh edilir.

İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri:

Merfû Hadîs: Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve takrirlerden, ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl isnadla rivayet edilmiş olsun, bütün hadîslere merfû denilmiştir. Söz, fiil ve takrirler dışında sahabe ve tâbi'ûnun, sarîh bir tabir kullanmaksızın naklettikleri bazı haberler daha vardır ki, bunlar da merfû hükmündedirler. Meselâ Sahabînin herhangi bir şey hakkında "bu şey sünnettendir" demesi, ekseriyetin görüşüne göre merfû hükmündedir. Sahabenin "fulân şeyden nehyolunduk" sözleri de, emrin ve nehyin Hazreti Peygamberden gelmesi dolayısıyle merfû hükmündedir.

Mevkuf Hadîs: Sahabeden, isnadı ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet edilen haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi, isnadın sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyladir. Mevkuf tabiri, bazen de sahabî dışında herhangi bir râviye atfen kul­lanılır ve meselâ “hazâ mevkufun alâ Atâ” denir. Bu tabir, isnadın Atâ'ya kadar geldiğine işaretten ibarettir ve kelime, burada, ıstılah manâsında değil, lügat manâsında kullanılmıştır.

Maktu Hadîs: İsnadı tâbi'ûnda son bulan ve tâbi'ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu denilmiştir.

Musned Hadîs: İsnadı, ilk râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned denilmiştir. O halde, bazılarının zannettikleri gibi musned ve merfû tabirleri bir­birinin müradifî olan kelimeler değildir; fakat merfü, hadîsin musned ol­ması için gerekli olan unsurlardan biridir. Bu bakımdan her musned hadîs merfû olduğu halde, her merfû hadîs, senedi muttasıl olmadıkça musned de­ğildir.

HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ

SAHABÎLER: Hazreti Peygamber devrini idrak etmiş, müslüman olarak Peygamberi görmüş, onun sohbetinde bulunmuş ve yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî (çoğulu: Sahabe) denir. Sahabîlerin sayısı hakkında kat'î bir rakam söylenmemiştir. Ebû Zur'a er-Râzî, Hazreti Peygamberin vefat ettiği sıralarda Mekke, Medîne ve ci­varlarında 114 bin müslüman bulunduğunu söyler. Sahabîler, Allahu Ta'âlâ'nm tezkiye ve ta'dîline mazhar olmaları dolayısıyla udûl addedilmişlerdir; yâni ister hadîs rivayetinde olsun, İster sâir hususlarda olsun, yalan söylemezler; tashîf ve tahrif yapmazlar.

Hadîsçiler, sahabîleri, derece, itibar ve fazilet yönünden çeşitli ta­bakalara ayırmışlardır. Bunlar arasında, el-Hâkim'in tasnifi büyük şöhret kazanmıştır. Bu tasnife göre sahabe, fazilet bakımından 12 tabakaya ayrılır. Bunlar sırasıyle şöyledir:

1.    Mekke'de  ilk defa müslüman olanlar.  

2.    Dâru'n-Nedve azaları.

3.    Habeşistan'a hicret edenler.

4.    Birinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.

5.    İkinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.

6.    Hazreti   Peygamber  Küba'da   iken   kendisine   iltihak   eden   müslümanlar.

7.    Bedir savaşına iştirak edenler.

8.    Bedir savaşı ile Hudeybiye andlaşması arasında hicret edenler.

9.    Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Hazreti Peygambere bey'at eden­ler.

10.  Hudeybiye andlaşması ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.

11.  Mekke 'nin fethedüdiği gün müslüman olanlar.

12.  Mekke'nin fethinde ve Hazreti Peygamberin Veda Haccı'nda onu gören çocuklar.  

Usûl kitapları, sahabîleri, rivayet ettikleri hadîs sayısına göre iki gu­ruba ayırmışlardır. Birinci gurupta, çok sayıda hadîs rivayet eden sahabîleri zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebû Hureyre gelir. Es-Suyûtî'nin ver­diği bilgiye göre bu meşhur sahabî, 5375 hadîs rivayet etmiştir. Ebû Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadîsle Abdullah İbn Ömer İbni'l-Hattâb gelir. Bunu, sırasıyle 2286 hadîsle Enes İbn Mâlik, 2210 hadîsle Umrnu'l-mu'minîn Âişe, 1969 hadîsle İbn Abbâs, 1540 hadîsle Câbir İbn Abdillah ve 1170 hadîsle Ebû Sa'îd el-Hudrî takip eder. İsimleri zik­redilen bu sahabîlerden başka binin üzerinde hadîs rivayet eden kimse yok­tur. İşte, binin üstünde hadîs rivayet etmekle şöhret kazanan bu yedi sahabî muksirûn adı ile anılmıştır. Bu yedi kişi dışında kalan ve binin altında hadîs rivayet eden sahabîler ise, mukillûn adiyle tanınmışlardır ki, ilk dört halîfe ile sahabîlerin çoğu bunlar arasında yer alır.

TABİİLER: Hazreti Peygamberin ashabından herhangi birine mülâki olan ve onun­la sohbeti bulunan kimseye tâbi'î (çoğulu: Tâbi'ûn) denilmiştir.Tâbi'ûnun sayısı hakkında hiçbir rakam ileri sürülmemiştir. Sahabî-lerin, Hazreti Peygamberin vefatından sonra, fethedilen çeşitli ülkelere da­ğıldıkları ve buralarda kendilerine pek çok müslümanm mülâki olduğu göz önünde bulundurulursa, bunların sayısını tesbit etmenin mümkün olamayacağı kolayca anlaşılır. Tâbi'ûn içerisinde ilmiyle şöhret kazanmış daha pek çok kimse vardır. Kaynaklar, bunların şehirlere göre dağılımını vererek her biri hakkında geniş bilgi verirler. İslâmî ilimlerde ve özellikle hadîs sahasında en meşhur tâbi'îler şunlardır:

Mekke'de: Abdullah îbn Abbâs'ın kölesi Ikrime (Ö. 105), Atâ îbn Ebî Rabâh (Ö. 115), Ebu'z-Zubeyr Muhammed İbn Müslim (Ö. 128).

Medine'de: Sa'îd İbnu'l-Museyyib(Ö.93), Süleyman îbn Yesâr(Ö. 93), Urve İbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö. 106), Abdullah İbn Ömerin kölesi Nâfi (Ö. 117), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), Ebu'z-Zinâd (Ö. 130).

Kûfe'de: Alkame îbn Kays en-Naha'î (Ö. 62), İbrahim en-Naha'î (Ö. 96),

Basra'da: El-Hasan el-Basrî(Ö. 110), Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110), Katâde (Ö. 117).

Şam'da: Kabîsa (Ö. 86), Ömer İbn Abdi'1-Azîz (Ö. 101), Mekhûl (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs îbn Keysân (Ö. 106), Vehb îbn Munebbih (Ö. 110). 

 RÂVİLERDE ARANAN ŞARTLAR 

Râvînin Adaleti: Adalet, insanı, kebâir (büyük günâh) iktisabından ve sağâ'ir (küçük günâh) üzerinde direnmekten alıkoyan bir melekedir. Bazılarına göre de, şehadet ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde, insana, tâ'at ve mürüvuet'in hâkim olmasıdır. Zira insanın işlerinde ma'sıyet ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa, şehadet ve rivayeti reddedilir.

Bir hadîs râvisinde adaletin sübût bulması için bazı delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o râvinin adaleti hakkında şehadette bu­lunmasıdır; ya da râvinin ada­leti, hadîsçiler ve sâir ilim ehli arasında hiçbir şüpheye mahal bı­rakmayacak şekilde şöhret kazanır. Meselâ Mâlik İbn Enes, Sufyân es-Sevrî, Sufyân İbn Uyeyne, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanbel ve emsali, adaletlerine şehadet edecek herhangi bir muaddile muhtaç değillerdir.

Râvinin Zabtı: İnsanın, işittiği herhangi bir şeyi, aradan uzun zaman geçmiş olsa bile, dilediği anda hatırlayabilecek bir şekilde iyi belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması manâsına gelir. Rivayetinin kabulü için bir râvide bulunması gereken iki önemli sıfattan biridir. Bu iki sıfat bir râvide birleştiği zaman, o râvi, sika (güvenilir) olma vasfını kazanır. Diğer sıfat, daha önce üzerinde durduğumuz adalettir.

Râvinin Akıl ve Bâliğ Olması: Akıldan murad, hadîs râvisinin temyiz kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu sebeple, hadîs rivayetinde belirli bir yaş haddi konulmamış, fakat temyîz kudreti olan her yaştaki çocuğun rivayeti kabul edilmiştir. Ancak akıl şartı içerisinde bulûğ zımnen mülâhaza edildiği için, bulûğ çağına girmemiş bir çocuğun hadîs tahammülü (yâni işitmesi, alması) caiz görülmüş olsa bile bulûğdan önce bu hadîsleri rivayet etmesi tecviz edilmemiştir. Yâni bulûğ çağından önce işitilen hadîsler, ancak bulûğ çağına girdikten sonra rivayet edilmişse makbul sayılmıştır.

CERH VE TA'DÎL

Bir kimseyi yaralamak manâsına gelen cerh ile, bir kimsenin adaletinin açıklanması demek olan ta'dîl, her ikisi birden hadîs ilminin en önemli konularından birini teşkil eder. Cerh ve ta'dîl olmaksızın bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğunu tesbit etmek mümkün değildir.

Bir hadîs râvisinin, bir veya iki hadîs imamı tarafından cerh, bir veya iki hadîs imamı tarafından da ta'dîl edilmesi halinde, birincisi, yâni cerh kabul edilir ve hüküm ona göre verilir. Çünkü cârih (yâni hadîs râvısini cerheden, veya onun hadîs rivayetinde kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse), hadîs râvisinde gizli olan ve muaddil (yâni hadîs râvisinin adaletini isbat eden kimse) tarafından bilinmeyen bir kusuru ortaya koymaktadır.

Bir hadîs râvisi, kalabalık bir hadîs imamı tarafından ta'dîl, buna kar­şılık daha az imam tarafından cerh edilmiş olsa, hüküm, yine cârihlerin söz­lerine göre verilir. 

 Cerhe Sebep Teşkil Eden Haller:

·         Kizb (yalancılık)

·         Sefeh

·         Bid'at ve hevâ

·         İhtilât ve tegayyür( rivayet ettikleri hadîsleri karıştıranlar, değiştirenler)

·         Rivayetleri arasında şâz, münker ve garîb hadîslere fazla yer verenler

·         Rivayetlerinde fazla yanlışlık yapanlar

·         Gaflet

·         Rivayet  ettikleri  hadîslerin   yalan   olduğunu  bilmeyenler

·         Görmedikleri ve hiç karşılaşmadıkları şeyhlerden hadîs nak­ledenler

·         Şeyhlerinden, hiç işit­medikleri hadîsleri de rivayet edenler

·         Kitapları kaybolduktan sonra başkalarına âit kitaplardan ri­vayet edenler

·         Hadîslerine başkaları tarafından yapılan ilâvelerin farkına varmayanlar

·         Hadîs rivayeti esnasında dillerinde vâki olan hatâyı dü­zeltmekten kaçanlar

·         Görmedikleri şeyhlerden hadîs rivayet edenler 

HADÎS RİVAYETİ VE ŞARTLARI

Hadîslerin Lafzen Rivayeti: Sahabe, rivayetin mes'ûliyetini müdrik olarak, Hazreti Peygamberden nakletmiş oldukları hadîslerde büyük bir titizlik gösteriyor, değil bir kelime değişikliğine, aynı kelimenin cümle içerisinde yer değiştirmesine bile rıza göstermiyorlardı. Hadîs rivayet eden bir kimsenin, Hazreti Peygamberin ağ­zından bir sözü harf harf ve kelime kelime nasıl işitmişse, onu aynen nakletmesini şart koşuyorlardı. Meselâ Abdullah İbn Ömer, İslâm'ın beş şartını birbiri arkasına sıralayarak sayan bir kim­seye, Ramazan orucunu beşinci şart olarak sona almasını ihtar etmiş ve Hazreti Peygamberin ağzından nasıl işitti ise, onu öyle rivayet etmesini söy­lemiştir.''

Hadîslerin Manâ Üzere Rivayeti: Hadîslerin lafzen rivayetini şart koşanlara rağmen, aralarında birçok sahabenin de bu­lunduğu büyük bir hadîsçi gurubunun, hadîslerin manâ yününden rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet et­tikleri görülmektedir. Meselâ, Alî İbn Ebî Tâlib, Abdullah İbn Abbâs, Enes îbn Mâlik, Ebu'd-Derdâ1, Vasile Îbnül-Eska', Ebû Hureyre, el-Hasan el-Basrî, eş-Şa'bî, Amr İbn Dînâr, İbrahim en-Naha'î, Mucâhid, Ikrime, bu ko­nuda zikredilen isimlerden bazılarıdır.

Gerek sahabe ve gerekse sahabeden sonra gelen nesiller, hadîslerin manâ yönünden rivayet edilmesini hoş karşılamış olmakla beraber, bu ri­vayetin doğruluğuna güvenebilmek için rivayet sahibinde bazı şartlar aramışlardır:

1.    Hadîs râvisinin, sarf ve nahiv ka­idelerine tam manâsıyle vâkıf olması.

2.    Lügat ilmine sahip olması.

3.    La­fızların delâlet ettiği manâyı iyi bilmesi.

4.    Bir hadîsi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman, o hadîsin, Hazreti Peygamberin kasdetmiş olduğu manâyı verdiğine her bakımdan kanaat getirmesi.

Rivayetu'l-Akrân: Akran olan, yâni aynı yaşlarda bulunan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir.

Mudebbec: Îbnu's-Salâh'ın ifadesine göre Mudebbec, akranın, yâni yaşça birbirine yakın olan râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir. Aynı şekilde isnadca olan yakınlıkta da râvilerin birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri bu isimle adlandırılmıştır. 

Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır: Büyük yaşta olanların küçük yaşta olanlardan hadîs rivayet et­meleridir.

Rivâyetu'l-Âbâ Ani'l-Ebnâ':Hadîs tarihinde âba' ve ebnâ', bir aile içerisindeki hadîs rivayeti münâsebetiyle sık sık kullanılan tabirlerden biri olarak görülür. Âbâ', eb (baba)'nın, ebnâ' da îbn (oğul)'un çoğuludur. Babaların oğullardan rivayet ettikleri hadîsler, bazı hadîsçilerin dikkatini çekmiş ve bu hadîsleri toplayan kitaplar telîf etmişlerdir.

Rivâyetu'l-Ebnâ Ani'l-Âbâ: Aile içerisinde görülen hadîs rivayetinin en meşhuru, hiç şüphesiz, oğulların babalarından yaptıkları rivayetlerdir.

Mühmel: Bir râvinin, baba ve dede isimleri, yahut nisbetleri aynı olan iki ayrı şeyhten hadîs rivayet etmesi, fakat bu iki şeyhi belirleyecek ve onları bir­birinden ayırt edecek herhangi bir isim veya sıfatı terketmesi, yahut ihmal etmesidir. Bunlar, neseblerinin ihmal edilmiş olmaları dolayısıyle müh­mel olarak adlandırılmışlardır.

Muselsel: İsnadındaki bütün ricalin, bazen râvilerin, bazen de ri­vayetin belirli bir hal ve sıfatını takip ettikleri hadîslere verilmiş bir isimdir.  

Hadis Alma Yolları:

·         Semâ

·         Arz - Kıra'a

·         İcâze

·         Münâvele

·         Mukâtebe

·         İ'lâm

·         Vasıyye

·         Vİcâde

HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ 

Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yaz­dıklarını ve bir takım sabiteler vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak gö­rülür.

İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı do­laşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa bu­rada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin ola­rak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir.  Hadîs kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu fa­aliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

 

Hadîslerin Tasnifi: Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine, konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren ve Musnedler bu şekilde or­taya çıkmıştır.

İlk Hadîs Eserleri:

1.    Siyer ve mağazî kitapları: Hazreti Peygamberin Mekke ve Medine'deki yaşayışı, Peygamberlikten önce ve sonraki şahsî hayatı, fiil ve davranışları, ahlâkı, kısacası sîreti ve gazveleri ile ilgili haberlerin toplandığı eserlerdir. İlk mağazî tasnîf edenler arasında, Medine'nin tanınmış âlim ve fakîhlerinden Urve Îbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124), İbn îshâk (Ö. 150), Ma'mer îbn Râşid (Ö. 153), El-Velîd İbn Müslim (Ö. 195) gibi isimler vardır.

2.    Sünen kitapları: Fıkıh bâblarına göre tasnîf edilmiş, Hazreti Pey­gamberin söz, fîil ve takrirlerinden ibaret olan ve merfû sayılan haberlerdir. Sünen müellifleri şunlardır:Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi, Nessai…

3.    Câmi'ler: Câmi'ler de Sunen'ler gibi ibâdât, muamelât ve ukûbâta âit bâblara göre tasnîf edilmiş hadîsleri ihtiva ederler; ancak Câmi'lerin ihtiva ettikleri hadîsler, sadece bu konularla ilgili hadîslerden ibaret değildir. Bun­lara ilâveten, Câmi'lerde, Kur'ânın faziletleri, tefsiri, yaratılışın başlangıcı, geçmiş peygamberler, menâkıb, Hazreti Peygamberin sîreti ve mağâzîsi, halîfeleri ve ashabının faziletleri, îman, tevhîd ve bunun gibi diğer bazı konulara âit hadîslere de yer verilmiştir. Câmi’ müellifleri şunlardır: Buhari ve Müslim…

4.    Musanneflar: Cami' denilen eserler gibi her konudaki hadîsleri ihtiva et­meseler bile, Sunen'lerden farklı olarak, Camilerde yer alan konulardan bazılarıyle ilgili hadîslere de yer verilmiştir. Bu bakımdan Musannafları, ihtiva ettikleri konular yönünden, Sunen'ler ile Camiler arasında mütalâ etmek mümkündür. Bazı musannef müellifleri şunlardır: Ebû Bekr Abdurrazzâk bin Hemmâm, Ebu'r-Rabî Süleyman bin Dâvûd el-Ezdî ez-Zehrânî..

5.    Musnedler: Hadîslerin konuları nazarı dikkata alınmamış; fakat, kitaba alınması dü­şünülen hadîsler, ya onları rivayet eden sahabî, yahutta sahabîden sonraki râvilerden birinin adı altında biraraya getirilmiştir. Müsned müellifleri: Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ahmed bin Hanbel…

6.    Belirli bir konuya tahsis edilmiş ki­taplar: Belirli bir konuya tahsis edilmiş müstakil eserlere umumiyetle "Kitâb" adı verilmiştir.

7.    Mustahrecler: İstihraç, bir hadîs ima­mının, kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadîsin bir başka isnadını ara­yıp bulmaktır. Başka isnadlarla hadîslerin toplandığı kitaplara da Mustahrec adı verilir. Ebû Bekr el-İsferâ'înî'nin ve Ebu'l-Fazl Ahmed bin Seleme el-Be'zzâz’ın Müslim'in Sahih'i üzerine yapılmış birer Mustahrec'leri vardır. 

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh: Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Fıkıh ilminin bir dalı füru’ (Furuu’l-fıkıh: Tatbiki hukuk), diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh: Nazari hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir

Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab ve delil manalarında kullanılır.

Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir. Usulu’l-fıkh tamlamasında usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir. Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir

Fıkıh Usulünün Konusu: Fıkıh usulü iki şeyden bahseder: Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar: “Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir” demektedirler. Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye, kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur. İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır.

Fıkıh Usulünün Faydaları:

Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1- Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2- Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3- Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir başka deyişle,kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya çalışır.

4- Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne olduğunu öğrenir.

5- Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin çeşitli şer’i hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.

Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî  ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu  kaynağa sahip bir ilim haline geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı. Usûlü'l-fıkıh sahasında eser yazan alimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar; Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.

a- Mütekellimîn Metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil, onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda getirmişlerdir.

b- Hanefî Metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.

c- Mecz Metodu: Bir de bu iki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.

ŞER’İ DELİLLER

Kur'ân-ı Kerim: Müslümanlar arasında hiç ihtilafsız kabul edilmektedir ki; Kuran’da mevcut hüküm ile amel etmek fardır ve kendisinde, hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp başka delillere yönelmek caiz değildir.

Sünnet:  sünnet her ne kadar islam hukukunun kaynaklarından biri ise de. Kaynaklar sıralamasında Kur’an’dan sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı cevaplayan bir nass Kur’an’da varsa, artık sünnete başvurulmaz. Sünnetin Kur’an’dan sonraki sırada yer almasının sebebi onun sübutunun zanni, Kur’an’ın sübutunun  tamamıyla kat’i oluşudur. Kat’inin zanniden  önce geleceği ise açıktır. 

İcma’: Sarih ve sukuti olmak üzere iki kısımdır. Bunlardan sarih icma’ kesin delil teşkil eder. Ona uymak vacip, muhalif davranmak ise haramdır. Sarih icma’ın kaynak olduğunu kabul eden usulcülerden bir kısmı sükuti icma’ı kaynak olarak görmemişlerdir. Hatta içlerinde bunun icma’ olarak isimlendirilmesini bile reddedenler vardır.  Usulcülerin çoğunluğu ise sükuti icma’ı delil olrak kabul etmişlerdir.

Kıyas: İslam hukukçuların büyük çoğunluğu , kıyasın şer’i delil olması hususunda hemfikirdirler. Nazzam, Zahiriler ve bir kısım Şiiler, kıyasın delil oluşunu kabul etmezler.

İstihsan:  hanefi mezhebinin delillerinden biri olduğu ve diğer fakihlerin  bunu bir delil olarak kabul etmedikleri, gerçeği yansıtmamaktadır.  Değişik mezheplerin fıkıh kitaplarını inceleyen bir kimse  bu kitapların istihsana dayalı hükümlerle dolu olduğunu görür.  Bu konuda en çok dikkat çeken Maliki mezhebidir. İmam Şafi’nin “İstihsan yapan, kendi yanından dim uydurmuş olur”sözü; istaihsanı hüccet olarak kabul edenlerin anladığı manada değil, bir başka anlamda yorumlanmaktadır. Bu da, bir delile dayanmaksızın şahsi arzuya göre hüküm  vermektir.

Örf:  Alimler, şer’i delillere aykırı olması halinde örfün muteber sayılamayacağı ve hatta ortadan kaldırılması gerektiği  hususunda fikir birliği içindedirler. Bununla beraber, Örf deliline dayanarak yapılan ictihadların örfün değişmesiyle dayanaktan yoksun kalacağı açıktır. İbn Âbidîn bu konuda şöyle der: “Fıkhî meseleler ya açık bir nass'a (ayet-hadis) dayanır, ya da re'y ve ictihad ile sabit olurlar.Bu bölüme giren fıkhî meselelerin çoğunu müctehid, kendi çağının örfüne dayandırmıştır. Eğer müctehid,bugünkü örfün hâkim olduğu devirde bulunsaydı, öncekine uymayan yeni bir görüşe sahip olurdu.”

Mesâlih-i Mürsele: sadece İmam Malik’e göre delil olduğu, diğer imamların bunu delil olarak kabul etmediği söylense de, değişik fıkıh kitaplarını inceleyen bir kişi bunun böyle olmadığını görecektir.

Sedd-i zerayi: Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar. Hanefi ve Şafiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de farklı bir şekilde kabul ederler. Meselâ, Hanefilere göre mirastan mahrum bırakılmak kastıyla boşanmış olan zevceye miras hakkı aynen verilir. Zahirîler de sedd-i zerayi' delil olarak kabul etmemekle beraber, onun icâbına göre hüküm vermişlerdir.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


A- HAZRETİ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR

Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm, ümmî olan Hz. Peygamber'e Arap dili ve üslûbu ile nazil olmuştur. O da nazil olan bu vahyin garaz ve maksadını tabi olarak anlı¬yordu. Çünkü Kıyamet Süresi'nin 17-19 uncu âyetleri "Doğrusu vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, ona uy (onun okumasını dinle). Sonra onu sana açıklamak bize düşer" Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'e Allah tarafından açıklanacağını ifade et-mektedir. Kur'ân'ın nazil olduğu devirdeki Araplar, ileri bir kültür seviyesinde değillerdi. Yazı sanatı yok denecek kadar az olmakla beraber, belirli vasıfları ihtiva eden sözlü sanatlar ve şiir epeyce ileri durumda idi. Bilhassa konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat ve mecaz, tasrih ve kinaye, îcâz ve itnâb gibi edebî sanaatlar kullanılmakta idi. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân'ı, ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuşlardı. İlk devirde, derin akidevî meseleler üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı.Hz. Peygamberi, Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim âmil, şüphesiz İslâmiyetin kendi emridir. Kur'ân, kendisi üzerinde düşünmeyi istemiş, kapalı olan bir âyet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Kısacası, Kur'ân kendinin anlaşılmasını, açıklanmasını, tefsir edilmesini, uygulanmasını istemiştir. Bu bakımdan İslâm'da tefsir hareketi, bizzat İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur. Onun için Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed'in kendisi olmuştur.
1- Kur'ân-ı Kerîm
Kur'ân-ı Kerîm'in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur'ân olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm, Arap dili ve edebiyatının en ince sanatlarını ihtiva eden ve bu dilin ve edebiyatının gelişmesinde en mühim âmil olan İlâhî bir kitaptır. Onu tetkik eden kimse aynı konuda çok ufak değişikliklerle tekrarların olduğunu görür. Ondaki âyetler, birbirleriyle karşılaştırılıra, bir kısmının mücmel, bir kısmının mübeyyen, bazısının mutlak, bazısının mukayyet, bazı kıssaların bir yerde kısa ve özlü olarak anlatılmasına mukabil, diğer bir sûrede geniş bir şekilde anlatıldığı görülür. İslâm âlimleri müphem ve mücmel olan âyetlerin izahı hususunda en iyi ve en sağlam yolun yine Kur'ân olduğunda ittifak halindedirler.Kur'ân-ı Kerîm'de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur'ân'dan bir mesele inceleneceği zaman, o mesele ile ala¬kalı bütün âyetler üzerinde durmak gerekir. Bazı meselelerin bu şekilde halli mümkün oluyorsa artık başka bir kaynağa başvurmaya lüzum kalmaz. Bu du¬rumda da birçok konularda Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsir edildiği neticesi ortaya çıkar. Kur'ân daima kendisinin korunmasını ve üzerinde düşünülmesini istediğine göre, o, okundukça ve üzerinde akıl yordukça meselelere çareler buiunacak demektir. Çünkü Kur'ân âyetleri birbirlerini tasdik ve te'yid edici mahiyettedir.
2- Hz. Peygamber
Kur'ân-ı Kerîm'in gaye ve maksadını, Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zât, kendisine kitap gelen Hz. Muhammeddir. O, Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur'ân'ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur'ân onu, tebliğ ve tebyin ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve tebyin, peygamberliğin en mühim esaslarından biridir.
Kur'ân'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri Ve Sünnetin Kur'ân'ı Beyân Yönleri
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, beşer olarak Kur'ân tefsirinde salâhiyet sahibi olan kişi şüphesiz Hz. Peygamber'dir. O halde Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağı peygamberin sünneti olacaktır. Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder.
Hazreti Peygamberin Tefsirdeki Metodu Kur'ân-ı Kerîm'in Arap dili ve bu dilin belagat üslûbu ile nazil olduğunda şüphe yoktur. Kur'ân'ın ilk muhatapları, onun niyet ve maksadını anlayabiliyorlardı. Her ne kadar anlayış ve idrakte farklılıklar olsa da, bu farklılıklar tabiî olarak ilmî derecelerinden ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. Daha doğrusu herkes onu, kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayama¬dıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber'e sormuş¬lardı. Onlar derin akâid meseleleri üzerinde düşünmeye lüzum görmemiş, sağlam imanları onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamber'i Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim âmil, İslâmiyet'in kendisine olan emridir. O, tebyin ve tebliğle mükelleftir. Bu iş, onun için peygamberlik vazifesinin gereğidir. Kur¬'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağının Hz. Pey¬gamberin sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve husu¬sunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kısacası, sün¬net, Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder. Yine sünnet, Kur'ân'da hakkında hüküm bulunmayan veya Kur'ân'ın sükût ettiği bir meselede hükme delâlet eder.Yukarıda takdim ettiğimiz ve daha pek çok örneği bulunan Hz. Peygamberin tefsir örneklerinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in gerekli bulduğu tefsir ameliyesi, ya muhatapları tarafından bir suale maruz kalması veya kendisi tebyinle vazifeli olduğundan, icâb eden yerde muhataba âyette geçen şeyin ne olduğunu sorması, sonra da yine kendisinin cevap vermesi veyahut hiç sual sormadan izahta bulunması, icâb eden yeri açıklamasıyla oluyordu. Hz. Peygamber'e sual soran şahıslar, Müslüman veya gayrı müslim olabilirlerdi. Bizim için burada mühim olan nokta, onun vermiş olduğu cevapların mahiyetidir.
B- SAHABE DEVRİNDE TEFSİR
1- Bu Devirdeki Tefsir Kaynaklarıa- Kur'ân-ı Kerîm.b- Hz. Peygamber.c- İctihad ve re'y.
d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.
4- Sahabenin Tefsirdeki Metodu
Sahabe, Kur'ân âyetlerinin izahını ya Hz. Peygamber'den işitmek suretiyle veya içtihadlarıyla yapmışlardır. Çoğunlukla âyetlerin manasını, sebeb-i nüzullerini anlatmak suretiyle açıklamışlardır. Sahabe tefsiri denilince, kendi içtihadları ile yapmış oldukları tefsirler anlaşılmaktadır. Yukarıda verdiğimiz örneklerde, genel olarak sahabenin, ya dil veya dini olarak tefsir yaptıkları gö¬rülmektedir. Âyetteki dinî bir müşkili halletmek için, bazısı tahsis yolunu, bazısı da tarihsel yolu takip etmiş, dinî hükümleri remz yolu ile izah etmişlerdir. Bazen doğrudan doğruya tarihî bir yolla izah yapılıyor veya dinî bir husus doğrudan doğruya açıklanmış oluyordu. Bazen bu dinî izah tarzları hususî bir anlayış ifade ederken, insanların psikolojik durumları da nazarı dikkate alınıyordu.

Bazen sahabe izah etmiş olduğu hususu beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de, sahabenin yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu saygısızlık gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir. Zira Hz. Peygamber'in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy sahibi olan peygamberi dinlemek için konuşmama¬larından, sahabenin huzurunda tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir.
5- Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
Ali b. Ebi Talib (ö. 40/661), Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652), Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664), Zeyd b. Sabit (ö. 45/665) ve Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). Bunlardan başka, Hz. Aişe (ö. 59/678), Ebu Hureyre (ö. 57/677), Cabir b. Abdillah (ö. 74/693), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Abdullah b. Amr b. el-As (ö. 63/683) Enes b. Malik (ö. 91/710) gibi zatlardan da, tefsir haberleri nakledilmişse de, ilk başta zikrettiğimiz müfessir sahabilere nisbetle, nakilleri nisbeten az sayılır. Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
C. TABİÎLER DEVRİNDE TEFSİR

1- Tabiîlerin Tefsirdeki Yeri Ve Metodları
Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Müslümanlar ilk defa Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam ettirecek kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının menşei ve anayasaları idi. Bu basit devlete tabi olan ilk Müslümanların ihtiaçları da basitti. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile karşı karşıya gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır. Bu bakımdan onlar, bedevi hayatın sınırları içinde kalmaktan kurtulmuş, ihtiyaçlarında da değişiklikler hasıl olmuştu. Gerek İslamiyete yeni girenleri ve gerekse Müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu hususlar için Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı imkansızlıklardan dolayı, dini haberier pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş sahiplen aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu.
Bir taraftan Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş'in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi "Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar.
Tefsir Medreseleri Ve Müfessir Tabiîler
İslâm yayılmakta, genişlemesi devam etmekte, şehirler çoğalmakta ve ge¬lişmekte, sahabe de ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabiîlere devredilmişti Bu arada, fitneler zuhur etmeye baş¬lamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aramaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkha ait bilgiler de toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğra-şan kişilerin, hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri, Kur'ân'ı anlamak için yine Kur'ân'a, sonra sahabenin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış oldjkları tefsirlere itimad etmişlerdir. Tabiîler tefsirde buraya kadar takip ettikleri esaslarda, sahabe devri ile aynı usûlü paylaşmışlardır. Bu devirde tefsir için yukarıdaki asıllardan başka, kitap ehlinin kitaplarında gelen haberleri de aldılar. Allah'ın onlara içtihad yoluyla bahşettiklerini de ilâve ettiler. Bu konuda tefsir kitaplarında onlardan pek çok tefsir haberi nakledildi ki bunlar re'y ve içtihadlarına dayanmaktadır. Hz. Peygamber ve sahabeden gelen tefsirin, Kur'ân'ın bütün âyetlerini ihtiva etmediğini söylemiştik. Onlar, kendilerinin veya muhatapların anlayışına zor gelen hususları almışlardı. İnsanlar, Hz. Peygamber ve sahabe devrinden uzaklaştıkça, zorluklar daha da çoğalmıştır. Bu müşkilleri halletmek için, tabiîler devrinde, tefsirle meşgul olacak kişilere daha fazla ihtiyaç duyulmuştur. Müşkiller çoğaldıkça, tefsirler de müşkillerin artması nisbetinde genişlemişti.
Dört halife devrinden itibaren islâm, süratli bir şekilde yayılmaya başlamış, medeniyet ve kültür merkezi olan şehirlerle ülkeleri kendi bünyesine katmıştı. Müslümanlar bir yerde kalmamış, çeşitli sebeblerle şehirden şehire, bölgeden bölgeye dolaşmışlardır. Onlardan bazıları vali, bazıları kadı, bazıları muallim ve bazıları da çeşitli vazifelerde bulunmuşlardır.
Çeşitli şehirlere ve beldelere giden sahabe, Hz. Peygamber'den hıfzettiklerini de yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerlerde öğretmenlik yapmışlar ve etraflarına pek çok meraklı kişi toplanmıştır. Tabiiler dediğimiz bu yeni talebe grubu onlardan ilim almış ve kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir. Bu andan itibaren çeşitli şehirlerde ilim medreselerinin teşekkül ettiğini görüyoruz ki bunların öğretmenleri sahabe, talebeleri ise tabiiler olacaktı.
Bu medreselerden Mekke, Medine ve Irak'ta bulunanlar tefsir ilminde şöhret kazandılar.
Mekke Medresesi: Bu medresenin kurucusu ve başkanı, tefsir ümindeki kabiliyet ve bilgisi müsellem olan Abdullah b. Abbas'tır. Talebeleri tabiilerdir. Onlara Allah'ın kitabını tefsir eder, mânâ yönünden müşkil olan kısımları açık¬lardı. Ondan işittiklerini talebeleri, daha sonrakilere nakletmişlerdir. Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Mücâhid (ö. 103/721), İkrime (ö. 105/ 723), Ata b. Ebî Rabah (ö. 114/732) ve Tâvûs b. Keysan (ö. 106/724) gibi daha pek çok kişi onun tefsirdeki talebeleri arasında yer almaktadır. İbn Teymiye; "Tefsirde, insanların en âlim olanları Mekke ehli idi. Zira onlar, İbn Abbas'ın talebeleri olan, Atâ b. Ebî Rabah, İkrime, Mücâhid, Tâvûs, Ebî'ş-Şa'sa, Sa'id b. Cübeyr ve benzeri şahsiyetlerdi"[421], demektedir.
Medine Medresesi: Bu devirde sahabe her ne kadar çeşitli şehirlere ve bölgelere dağılmış ise de, pek çok sahabe Medine'de kalmış, oradaki gençlere Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmişlerdir. Medine'de de bir tefsir medresesi teşekkül etmiş, pek çok tabiî orada talebelik yapmıştır. Bu med¬resenin başında Ubeyy b. Ka'b'ın bulunduğunu söyleyebiliriz. En meşhur ta¬lebeleri, Ebû'l-Âliye er-Riyâhi (ö. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurezî (ö.118/736), ve Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753) dir. Onların bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı da bir vasıta ile Ubeyy b. Ka'b'dan tefsir aldılar.
Irak Medresesi: Bu bölgeye pek çok sahabi gelmiş ve Iraklılar onlardan İslâmî ilimleri ve tefsiri almışsa da, bu medresenin ilk üstadlık payesi Abdullah b. Mes'ud'a verilmiştir. Onun tefsir ve tefsir rivayetleriyle meşgul olan bir kişi oluşu, buna sebep olmuştur. Hz. Ömer devrinde, Ammar b. Yâsir Kûfe'ye vali olarak gönderildiğinde, onunla birlikte Abdulah b. Mes'ud da muallim ve vezir olarak gönderilmişti. Onun Küfe muallimliği Hz. Ömer'in emriyledir. Küfeliler, kendilerine gelen diğer sahabeden daha fazla, İbn Mes'ud'dan dini bilgileri almış ve onun etrafında toplanmışlardı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Abdullah b. Mes'ud'un, Kûfe'de uzun müddet kalışı, bu medresenin gelişmesine yardımcı olmuştur. Tefsir alanında otorite olan tabiîlerden pek çok kişinin bu medresede yetişmiş olduklarını unutmamak lâzımdır. İbn Mes'ud bu medreseye, şer'i bir delilin bulunmadığı yerde re'y ve kıyasa müracaat ederek hükme varma esasını getirmiştir. Bu husus fıkhî meselelerde olduğu gibi, tefsir hareketlerinde de gö¬rülür. İşte İbn Mes'ud'un bu medreseye verdiği ve onun özelliğini teşkil eden husus re'y ve kıyasa gereken önemi vermeleridir. Şüphesiz Irak, Hicaz'a nispetle problemleri bol olan bir bölge idi. Oraya şer'î hükümlerin ulaşması da kolay olmuyordu. Hükme bağlanması gereken birçok meselenin re'y ve kıyasla halledilmesi gerekiyordu.
Bu medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerinden bir kaçını zikredelim: Alkame b. Kays (ö. 62/682), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Mürre el-Hemadânî (ö. 90/ 709), Âmir eş-Şa'bî (ö.103/721) el-Hasen el-Basrî (ö 110/728), Katâde b. Diâme (ö. 117/735), İbrahim Neha'î (ö 95/714) gibi daha pek çok ünlü alim İbn Mes'ud'dan ilim almış¬lardır.
Yukarıda kısaca bahsetiğimiz üç tefsir medresesinin ayrı ayrı bölgelerde ve sahıs|ar tarafından yönetilmesi sebebiyle, aralarında kendilerine hâs Akıllıklar olacağı düşünüleceği gibi, bunların müşterek taraflarının bulunduğu da unutulmamalıdır. Mesalâ, İsrâiliyatın tefsir ilmine girişi, aşağı yukarı bütün tefsir medreselerinde müşterektir. Bu medreselerde tefsir, telakki ve rivayet karakterlerini aynen muhafaza etmiştir. Bütün bu benzerliğe rağmen, bir medre¬senin diğeriyle tam olarak ayniliğini düşünmek mümkün değildir. Her ne kadar medreseler arasında genel benzerlikler varsa da, bazı hususî ayrılıkların olaca¬ğı tabiîdir. Mesela, Mekke ve Medine medreselerinde re'y ve kıyasa fazla yer verilmezken, Irak medresesinde bu görüşlere ziyadesiyle önem verildiği görülür. Zikrettiğimiz medreselerin kurucuları ve hocaları olan, İbn Abbas, İbn Mes'ud ve Ubeyy b. Ka'b'ın yetiştirmiş oldukları talebeler, tefsir sahasında ün kazanmışlardır.
Sahabe Tefsiri İle Tabiîlerin Tefsirinin Mukayesesi
Sahabe devrindeki tefsir ile tâbiîler devrindeki tefsir hareketlerinde her ne kadar benzerlik düşünülebilirse de, tabiîlerin durumu ile sahabenin durumunun aynı olmaması sebebiyle aralarında bazı farklılıklar olması tabiîdir. Bunları bir madde halinde sıralayabiliriz:a- Sahabe devrinde' Kur'ân'ın bütününün tefsiri yapılmadı. Onlar ancak, zor olan âyetlerin tefsirini yaptılar; iniş sebeplerine vâkıf oldukları âyetlerin iniş sebeplerini anlatmak suretiyle, hükümle sebepler arasında mü¬nasebet tesis ederek âyetleri açıklığa kavuşturdular. Tabiîler devrinde ise, tefsir hareketi, Kur'ân'ın bütün âyetlerine teşmil edilir duruma gelmeye başlamıştır.b- Sahabe devrinde Kur'ân'ın manâlarını anlayışta ihtilaflar çok değildi. Tabiîler devrinde ise, ihtilaflar çoğalmıştır.c- Sahabe, âyetler için icmâlî bilgilerle yetinirken, daha sonra her âyet ve her kelime için tefsirler yapılmaya başlanmıştır.d- Âyetler etrafında mezhep ihtilafları hemen hemen hiç yoktu. Halbuki daha sonraki devirde, âyetler etrafındaki mezhebi ithilaflar, çoğalmıştır. Meselâ, Hasen et-Basrî ve Katâde'nin tefsirlerinde görülen kader meselesi etrafındaki münakaşalar bunun açık örneğidir.e- Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir. Bu devreden sonra tefsirin tedvini başlamıştır,f- İlk devirde tefsir, hadis ilmi içerisinde mütaala edilmiştir.
Daha sonra ise, tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılmışsa da, müstakil kitaplar da telif edilmiştir.g- İlk devirde kitap ehline müracaat azdır. Bundan sonraki devrede kitap ehline müracaat çoğalacaktır. İsrâilîyattan pek çok şey tefsire girmiştir. Bu da ki¬tap ehlinden İslâm'a girenlerin çokluğundan ve tabiîlerin onlardan kolaylıkla dinleyebilmeğinden ve onlardan almış olmalarındandır.
FIKHÎ TEFSİRLER
Fıkhî tefsir, Kur'ân-ı Kerîm'in amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir koludur. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur'ân'ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini temin etmektir. Biliyoruz ki Kur'ân-ı Kerîm'in genel olarak üç yönü vardır: İtikad, ibadet ve ahlak. İtikad ve ahlâk yönü incelenirken, felsefî, kelâmî ve tasavvûfî tefsirler de gelişmiştir. İnancın ve iyi huyların amellerle takviye edilmesi gerekir. Çünkü inanç ve ahlâk, amelle kuvvetlendirilmedikçe, zayıflar, sonunda yok bile olabilir. Böyle bir duruma düşmemek için, Allah'ın emrettiği hareketlerde bulunmak, ona karşı kulluk vazifelerimizi yapmak, insanlarla olan her türlü münasebetlerimizi düzenlemek icâb eder. Fıkhî tefsirin konusu Kur'ân'ın ahkâm, yani amellerle ilgili yönü olduğuna göre, Kur'ân-ı Kerîm'de herkesin anlayabileceği şekilde bulunan muhkem fıkhî âyeteri, sıralayıp tespit etmek, müfesirin kendi ilmî kudret ve kabiliyetine bağlıdır. Bu sebepledir ki bu gibi eserlerde ele alınan âyetlerin sayısının birbirini tutmaması, bu işin müfessirierin kabiliyetine bağlı bir husus olduğuna delâlet eder. Meselâ, el-Cassâs, meşhur Ahkâmu'l-Kur'ân'ında 1000 den fazla âyeti incelerken, İbn Arabî 800 küsur âyeti, M. Sıddık Hasan Hân da 250 ye yakın âyeti eserlerinde incelemişlerdir. Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır. Kur'ân'daki ahkâm âyetleri hakkında tâm bir birlik yoktur. Bu rakam 500-1000 arasında değişmektedir. Daha doğrusu bunları bir sayı İle sınırlandırmanın mümkün olamayacağını söyleyebiliriz. Zira bu âyetlerin sayısı kişinin ilminin genişliğine ve görüşünün derinliğine bağlı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. İfrat ve tefrîtlerden kaçınılırsa bu sayının, İslâm'ın ilk devirlerinde de denildiği gibi, 500 civarında olduğunu söyleyebiliriz.

RİVAYET VE DİRAYET YÖNÜNDEN TEFSİRLER
1- Rivayet Tefsiri
Bu tefsir çeşidine "me'sûr" veya "menkûl" tefsir adı da verilir. Bu nevi tefsir, Kur'ân'ın Kur'ân ile Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in sünnetiyle tefsirini veya sahabenin âyetler hakında Allah'ın muradını beyân etmeye matuf nakillerini ihtiva eder. Bu konuda tabiilerden gelen sözleri ulemânın bazısı, rivayet tefsiri içerisine sokmuş, bazısı ise bundan imtina etmişlerdir.
2- Dirayet Tefsiri
Bu tefsir nevine "Re'y" veya "Aklî" tefsir de denilir. Dirayet tefsiri, sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada bahsettiğimiz "Re'y" den maksat ictihad'tır. Bu tefsir nev'i bir zarurete, bir maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. İslâm'ın ilk devirlerinde Müslüman Araplar, Arap, yarımadasında iken dillerinin selikasına hâkimdiler. Zamanla fetihler neticesinde hudutlar genişleyip, yabancı milletler ve onların kültürleriyle karışınca Arapların lisan melekeleri za'fa uğradı. Arap dilini korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Hele Arap olmayan Müslümanların bu dili öğrenmesi Arapça'nın gramerinin bilinmesine bağlı idi. Kur'ân da Arap dili ile inmiş bulunduğundan, onun anlaşılması da bazı ilimlere ihtiyaç göstermekte idi. Zamanla İslam ülkesi geliştikçe muhtelif ilimler ilerledi, felsefî fikirler geliştikçe ve çeşitli mezhepler ortaya çıktıkça, tefsirlerde de, bu hususlara dâir bilgiler verilmeye başlandı.
GÜNÜMÜZDEKİ TEFSİR HAREKETLERİ

Müslümanlar her devirde Kur'ân-ı Kerim'e, dünya ve ahiret saadetlerini sağlayan bir esas, bir anayasa gözü ile bakmışlar, nüzulünün başlangıcından itibaren, muhtevasını iyi anlamak için çeşitli yönlerden onu araştırmışlar ve onu tefsir etmişlerdir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belagat, edeb, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûl meseleleri ortaya konmuştur. Müfessirler genellikle, kendilerinden evvel gelen alimlerin sözlerini, gerek tercih edilecek bir görüş veya zor bir yerin izahı ve gerekse tenkit yönünden ele alarak eserlerine kaydetmişlerdir. İslâm'ın ilk beş altı asrından sonra zamanla içtimai hayatta mukallidükten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişinin tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi. Bir kaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikri ve ilmi hareketler, İslâm aleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmiştir. Pusulanın keşfi, matbaa ve kağıdın inkişafı, Dekartın fikirleri, Galile ve Newton gibi alimlerin keşifleri İslâm aleminin gözünü açmış, olumlu uyanış hareketlerine vesile olmuş, Avrupa'nın ilhadi ve dehri felsefe ve fikir cereyanları, İslâm aleminin birçok bölgelerinde, bilhassa Hindistan ve İran'da batini hareketlerini yeniden zuhuruna sebeb olmuştur. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut devirlerindeki ıslah, Gülhane hattı, Islahatı Hayriyye, Necitte Vahhabi, Mağribte Sultan Süleyman el-Alevi'nin hareketleri gibi olaylar meydana gelmeye başlamıştır. Bu durum karşısında birçok İslâm ülkesinde bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçmiş, yeni görüş ve anlayışla ilmin de ışığı altında, diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim tefsirinde yeni ufuklar açmışlardır. Hiç şüphesiz Miladi XIX. asır, Müslümanlar arasında dini hare¬ketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalıştılar, islâm dininin, ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metod ve usûllere tevessül ettiler.

Asrımızdaki tefsir hareketleri, genel olarak dirayet veya aklî tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. Fakat aralarında gösterdikleri farklılıklar sebebiyle onları dört grupta toplayabiliriz.
1- İlhâdi Tefsirler
2- Mezhebî Tefsirler.
3- İlmî Tefsirler.
4- İçtîmâi-Edebi Tefsirler.


HADİS TARİHİ
Hadis ilmi, üçüncü Hicrî asrın sonunda bütün konuları ile teşekkül et¬miştir. Her ne kadar, bu konuları içine alan kitapların telifi bir müddet daha gecikmiş olsa bile, usûl ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadîs imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tâbi olunmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin bir hayli erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir.
Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği ma¬nâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden kadim (eski) in zıddı cedid (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle Hazreti Peygamberin »öz¬lerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında yine aynı manâda kul¬lanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre,usûl ulemasının tarifinde hadis» Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadisin değeri
Hadîsin sünnete müradif bir manâya sahip olarak sahabe devrinde ve müteakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse, İslâm Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve Dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktır. Çünkü İslâm teşriinde sün¬netin, Kitap (Kur'ân) dan Bonra ilk kaynağı teşkil ettiği, bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır. Bu bakımdan, onun fıkıh uleması yönünden değeri, bîr bakıma, hadisin aynı sahada sahip olduğu değer manasındadır. Bu değer, Hazreti Peygamberin rîsalet göreviyle birlikte or¬taya çıkmış ve yine bu görevin değeri nisbetinde yükseklik kasanmıs.tır. Hadişin kazandığı bu yüksek değeri tesbit edebilmek için, Hazreti Peygamberin risalet görevini ve bu görevin ehemmiyet derecesini daima gözönünde bulun-durmak lâzımdır.
1. Hadis kitabetinin yasaklanması
ilk devirde, Hazreti Peygamberden iştilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, bu devirde sahabenin yazı bilgisi, buna imkân vermiyecek derecede kıttı. Maamafih ilk devirdeki yazı durumu, hadis tedvinini engelleyen bir âmil sayılmasa bile, nübüvvetin başlangıcın¬dan itibaren, Hazreti Peygamberin, dinin şerh ve izahı mahiyetinde olan bü¬tün konuşmalarını kâğıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemik¬ler ve lâvha halindeki taşlar üzerine yazmanın, sonra da bunları muhafaza et¬menin güçlüğü, hadis tedvinini engelleyebilecek ilk âmillerden sayılmak icabeder.
2. Yasak kararının sebepleri
a. Yazı
Kaynaklarda hadîs kitabetiyle ilgili bu yasağın sebepleri hakkında çe¬şitli görüşler ileri sürülmüş, bu konuda gelen haberlerle kitabete izin veril¬diğini gösteren haberler ele alınarak, araları çeşitli yönlerden telif edilmeye çalışılmıştır. Meselâ Ibn Kuteybe'ye göre hadîs yazma yasağı, iyi yazı bil¬meyenlere mahsustur; çünkü bu devirde Arap yazısı henüz tam manisiyle gelişmiş değildir. Diğer taraftan, az yazı bilenlerin de hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz. Hazreti Peygamber bu gibi kimselere hadîs yazmayı yasaklamıştır.
b. Kurânla karışma tehlikesi
Hadîs kitabetinin yasaklanmasında en mühim sebeb, hadîs sahîfeleriyle Kur'ân sahîfelerinin karışması tehlikesidir.
HADÎSİN İLK KAYNAĞI: SAHABE
1. Sahabî kime denir?
Hazreti Peygamber devrinde toplanan geniş hadîs külliyatının, daha son¬raki nesillere naklinde ilk mühim rolü oynayan neslin sahabe olduğu elbette bilinen bir husustur. Bununla beraber hadîs tarihini incelerken bu nesle de kısaca temas etmek ve hakkında genelde olsa biraz bilgi vermek faydalı olacaktır. Sahabî, lügat yönünden sohbet kelimesinden müştak olup zaman veya mekân tahdidi olmaksızın, bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimseye nisbet edilen isimdir. Zamanın tahdid edilmemesi, sohbetin, bir saatlik bir müddetin küçük bir cüz'ünü olduğu kadar, bir çok seneleri de şâmil olabile¬ceğine delâlet eder ve meselâ bir kimse için "bir saatlik sohbeti var" denildiği gibi, senelerce sohbeti bulunduğu da söylenebilir.Hadîs ıstılahı yönünden sahabî, Hazreti Peygamberi gören her müslüma-na denir; ancak bu tarifte bazı görüş ayrılıkları vardır: El-Buhârî'ye göre, Hazreti Peygamberle sohbeti bulunan, yahut onu gören her müslüman onan ashabındandır.
Bazı ilim merkezleri
Medine
Alim sahabîlerin gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında, Dâru'l-Hıcre adiyle de şöhret kazanan Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslâm İmpara¬torluğunun temelini attıkları ilk şehirdir. İslâm teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti Peygamber hadîslerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında ondan bir hatıraya rastlamamak mümkin de¬ğildir. Bu itibarla sahabenin kibarı, onun vefatından sonra da buradan ayrıl¬mayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır.Hadîs ve fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabî Medine'de ya¬şadığı için, burası, Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadîslerini yakın arkadaşlarından işitip hıfzetmek isteyen hadîsçilerin devamlı ziyaret-gâhı olmuş, tıpkı bir ticaret merkezi gibi, hadîs almağa gelenlerle dolup bo¬şalmıştır.Medine'de yaşayan ve hadîs sahasında otorite olan bu sahabîlerin ba¬şında Ebü Bekr es-Şıddık, Ömer bin Hattâb, halîfe olarak Küfe'ye inti¬kalinden önce Ali İbn Ebî fâlib, Ebû Hurayra, Ummu'l-mu'minin Aişe, 'Abdullah İbn Ömer, Ebü Sa'îd el-Hudrî ve Zeyd bin Sabit'i zikretmek ge¬rekir.

Mekke
İlk vahiyle Islâmî davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri teh¬dit ve işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır.Fetihten sonra Hazreti Peygamber Muâz İbn Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kur'ân ve Sünnet ahkâmını ve kıraati öğretmesini ona em¬retmişti. Muâz, Hazreti Peygamberin genç ve âlim sahabîlerinden biri idi ve onunla birlikte bütün gazvelere iştirak etmişti.Muâz İbn Cebel ile birlikte Mekke'de daha bîr çok sahabî yerleşmiş bu-lunuyordu.
Küfe
Küfe,İslâm fütuhatı sırasında ordu karargâhı olarak tesis edilmiş bir şehirdi. Bununla beraber bu şehrin bulunduğu ülke, yani Irâk, geçmiş asırların medeniyet izlerini taşıyan bir yer olup, Babillilerin, Asurlarm, Keldanilerin, Rumların hepsi burada birbirinden farklı devletler kurmuşlardı. Müslümanlar Ömer îbnu'l-Hattâb devrinde buraları istilâ edip Basra ve Küfe şehirlerini kurunca, kısa bir zamanda ilim dünyasının iki büyük merkezi haline gel¬miştir.
Küfe, bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan bir çok sahabî buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat AIi bin Ebi Tâlib'in Medine'yi terkederek hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen bü¬yük bir devletin makam olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabe buraya yer¬leşmiş ve ömürlerinin sonuna kadar burada yaşamışlardır.
Küfe'ye yerleşmiş, olan sahabîlerin ilim yönünden en meşhurları, şüphe¬siz Ali Ibn Ebi Tâlib ve 'Abdullah İbn Mes'ûd idi. Ancak ALİ İbn Ebi Tâlib'in Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle geçiriyordu.Daha halifeliğinin başlangıcında, Ummu'l-mu'minin (Aişe ile Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Muâviye ile olan çatışması takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı haricîler kadar biç bir şey her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman ayırmasına daima engel olmuştur.Abdullah İbn Mesud'a gelince, Küfe medresesi, varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesud önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir. Uzun müddet Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunmuş, bu arada Kur'ânı hıfzetmiş, manâsını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunması ise ona, onun sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenme imkânını ver¬miştir. Geniş bilgisi dolayısıyle sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud, Halife Omer İbnu'l-Hattâb tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir.
Hadis tedvininin başlangıcı
Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdık¬larını ve bir takım sahîfeler vücuda getirdiklerini bitiyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında başladığı anlaşıl¬maktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakkamla tesbit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahi¬yettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinden bah¬sederken ismi üzerinde durduğumuz İbn Şihâb ez-Zühri ile ilgilidir. Ez-Zühri (50-124) bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Hadîslerin Tasnifi
Tedvin devrinin başlan¬gıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da farkedilmiş; gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanıl¬malarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine konularına göre tertib ve tasnif olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana geti¬rilen kitaplarda her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve meselâ sa-lâtla ilgili olanını salât, yahut zekâtla ilgili olanını da zekât bölümünde arayıp bulmak kolaylaştırılmış oluyordu. "Musannaf" denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren bir başka tasnif şekli daha vardı ve bu kitaplara da "musned" adı verilmişti. Ancak müsned eserlerin çıkışı, muşannaf denilen diğer eserlerden çok kısa bir zaman sonraya rastlar.
İlk hadîs eserleri
Hadîs ıstılahlarına dair ilk eseri telif etmekle şöhret kazanan Rame Hürmüzidir. Hicri ikinci asırda telif ve tasnif edilen hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkindir:
a) Siyer ve mağazî kitapları;b) Sünen kitapları;c) Câmi'ler;d) Musannefler;
e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
FIKIH TARİHİ
II- FIKIH:
A- MÂNASI:
lûgat mânası anlamak, kavramak, idrak etmektir. Aynı mânayı ifade eden kelimelerden fıkh'ın farkı, buradaki anlayışın sathî değil, derinliğine olması ve söyleyenin maksadını da içine almasıdır.
B- MEFHÛM VE ŞÛMÛLÜ:
Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de bu devrede aynı mânaya gelmektedir. Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan amel ve muamele ile alâlalı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife "...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir.

BİRİNCİ BÖLÜM Hz. Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.
A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur. Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.

B- MEDİNE DEVRİ:
Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi. Bunların ortaya çıkışı, devre uygun özellikler arzediyordu.

Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
a) Tedric:
b) Kolaylık:
c) Nesih:
İKİNCİ BÖLÜM SAHÂBE DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder.

A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:
Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer. Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve irtidâd hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da genişletmiştir.
Hüküm Kaynakları:
Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.

Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ABBÂSÎLER DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)
DEVRE UMÛMÎ BAKIŞ:
Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir.
Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:
Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı âmilleri vardır:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri. Böylece boşama, yeminler, adaklar, azad gibi konularda vukuu çok nâdir hadiseler üzerinde dahi durulmuş, ictihad edilmiştir. Bu yolu ilk açan Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve mâlikîler de onlara uymuşlardır.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir
Dördüncü Bölüm SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH
FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir cereyanının İslâm dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat inkişaf etmiş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında durum böyle değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "takdîdçilik rûhu" almağa başlamıştır.
Beşinci Bölüm MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR (Fıkhın Gerileme Çağı)BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH:
Hukukî hayatın ve dolayısıyle hukuk ilminin inkişâfında hâkimiyetin ve siyasî istiklâlin rolü büyüktür. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Mogollar, İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a (1271-1304) kadar devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, şahsî-dinî işlerinde halkı serbest bırakmışlardır. Müslüman halk ise çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, devrin fıkıh bilginleriyle beraber bunlara taassupla sarılmışlardır. Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır. Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.
Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Son cümleyi biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır:
1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.
2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması:
Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.
4- Hîle ve Te'vîl:
Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâk konusundaki hileleri burada örnek olarak hatırlatabiliriz.
Altıncı Bölüm MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine binâen bu konu ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.(6)
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Rukiye ÇELEP
Yüksek Lisans -  14912731

 

TEFSİR TARİHİ

A-          HZ PEYGAMBER ZAMANINDA TEFSİR

     Şüphesiz Kur’an-ı Kerim, ümmi olan Hz Peygambere Arap dili ve üslubu ile nazil olmuştur. Kuran’ın ilk muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmiş, anlayamadıkları kısımları Hz Peygambere sormuşlardı. Hz Peygamberi Kuran tefsirine sevk eden en mühim amil, şüphesiz islamiyetin kendi emridir. Kur’an, kendisi üzerinde düşünmeyi istemiş, kapalı olan bir ayet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Bundan dolayı Hz Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kuranı Kerim ile Hz Muhammed’in kendisi olmuştur.

1)            Kuranı Kerim: Kuranı Kerim ‘in en sağlam tefsir kaynağının yine Kur’an olduğunu biliyoruz. Kuranı Kerim, Arap dili ve edebiyatının en ince sanatlarını ihtiva eden ve bu dilin ve edebiyatının gelişmesinde en mühim amil olan ilahi bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim’de bazen herhangi bir mesele bir yerde mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, başka bir yerde daha geniş ve daha açık olarak anlatılır. Bunun için Kur’an’dan bir mesele inceleneceği zaman o mesele ile alakalı bütün ayetler üzerinde durmak gerekir.

2)            Hz Peygamber: Kur’an-ı Kerim’in gaye ve maksadını, Kur’an’ın Kur’an ile tefsirinden sonra, bize en iyi öğretecek olan zat, kendisine kitap gelen Hz Muhammeddir.  O, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır. O, mutlak olarak, Kur’an’ı insanlar arasında en iyi bilendir. Kur’an onu teybin ve tebliğ ile vazifelendirmiştir. Tebliğ ve Tebyinle vazifelendirilmiş olan Hz Peygamber, ilk günden itibaren muhataplarının anlayamadıkları yerleri luzumu kadar izah ediyordu.

Kur’an’ın en mühim tefsir kaynağı Hz Peygamberin sünnetidir.Sünnet, Kuranın umum ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Sünnet Kuranı Kerimi iki şekilde beyan eder.

Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Mesela namaz vakitleri, zekat miktarı, hacc menasikinin beyanı gibi hususlar bu kapsama girer.

İkincisi ise, Kitapta bulunmayan bir husus üzerine ziyadeliktir. Zira Kuran Hz Peygambere itaatin, ancak Allah’a itaat olduğunu ve onun heva ve hevesine göre konuşmayacağını buyurmaktadır.

Hz. Peygamberin gerekli bulduğu tefsir ameliyesi, ya muhatapları tarafından bir suale maruz kalması veya kendisi tebyinle vazifeli olduğundan, icab eden yerde muhataba ayette geçen şeyin ne olduğunu sorması, sonrada yine kendisinin cevap vermesi veyahut hiç hiç sual sormadan izahta bulunması, icab eden yeri açıklamasıyla oluyordu. Hz Peygambere sual soran şahıslar, Müslüman veya gayri Müslim olabilirlerdi, fakat bizim için burada mühim olan nokta, onun vermiş olduğu cevapların mahiyetidir.

 B- SAHABE DEVRİNDE TEFSİR

Bu devirdeki tefsir kaynakları şunlardır:

1.             Kuranı Kerim,

2.              Hz Peygamber,

3.              İctihad ve Rey,

4.             Diğer ilahi kitaplar ve Ehli Kitab’a muracaat.

Hz Peygamber devrinde tefsirin kaynaklarından bahsederken Kuranın tefsiri için ilk kaynağın Kuranıkerim, ikinci kaynağın ise Hz peygamber olduğuna değinmiştik. Sahabe, bir mesele ile karşılaşıp müşkil durumda kaldıkları zama, o meselenin hallini Kurana başvurarak veya bu konuda Hz Peygamberden bir haberin bulunup bulunmadığını araştırarak yaparlardı. Eğer her iki kaynakta da bir şey bulamazlarsa ictihad ve re’ylerine müracaat ederlerdi. İctihad yoklu ile yapılan Kuran tefsirinde sahabe birbirinden çok farklı idi. Bazıları kuvvetli bir anlayış ve ileri bir görüşe sahip iken, bazıları o seviyeye ulaşamamışlardı.

Diğer ilahi kitaplar ve Ehli Kitaba müracaat ise sahabe devrinde fazla bir önem taşımasa da, sahabe devrinin sonu ve tabiiler döneminde tefsir hareketinde bilhassa olumsuz yönü ile etkili olacaktır. Sahabenin bazısı, Kuranın mufassal olarak bahsetmediği kıssaların mahiyet ve teferruatını, İslam’a girmiş bulunan Ehli Kitaba sormayı adet edinmişlerdi. Bunlardan alınan bilgiler genellikle, İslam inancı ile karşılaştırılmak suretiyle ince bir süzgeçten geçirilir, Kuran ve sünnete uygun olanlar kabul edilirdi.

Hz. Peygamberden sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz Peygamberin muhatbı olan bu muhterem zevatı tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Bunlardan birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hadise ve sebepleri müşahede edip, hadiselerle hükümler arasında munasebet kurmaları idi. Kısacası, nüzul sebeblerine vakıf olmaları idi. Sağlam imanlarından dolayı, akli delillere ve akli düşünceye ihtiyaçları yoktu.  Onlar, Kur’anı anlamakta insanların en muktediri sayılır. Çünkü Kuran Arap dili ile ve onların belağat uslublarıyla nazil olmuştu.

Sahabenin tefsirini birkaç maddede özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz:

- Sahabe asrında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir.

- Sahabe, Kuranı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.

- Aralarındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır.

- İcmali mana ile iktifa edilmiştir.

- Ahkâm ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.

 C-TABİİLERİN TEFSİRDEKİ YERİ VE METODLARI

Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı kültür ve dine mensup cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Tabiiler tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihadlarına müracaat etmişlerdi. Artık tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fertler ona yeni bir şeyler katmışlardır. Tabiiler devrinde ayetleri kendi reyleri ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. Onlar re’y ile yapmış oldukları tefsirlerde, sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, harika ve hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.

İslama ilk defa sahabe devrinde girmeye başlayan İsrailiyat, tabiiler ve daha sonraki nesiller döneminde, Ehli kitaptan çok sayıda kişinin Müslüman olmasıyla geniş boyutlara ulaşmıştır. Sahabe devrinden itibaren, İsrailiyat denilen menkulat , ekseriya Kuranı Kerimde kısa ve kapalı olrak zikredilen kıssalar etrafında meydana gelen boşlukları doldurmk için, diğer mukaddes kitap mensuplarına müracaat edilerek, onların bu hususta kitaplarında bulunan tamamlayıcı malumatın aktarılışından kaynaklanıyordu. Artık sahabe devri sona erip de tabiiler devri başladığında, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı.

 Umumi olarak İarailiyat denilen haberleri üç kısımda mütalaa edecek olursak:

a)            Sıhhati bilinip, Kitaba muvafık olanlar. Bunlar makbul olan haberlerdir.

b)            Yalan olduğu bilinip, kitaba muhalif olanlar ki bunların rivayeti asla tecviz edilemez.

c)             Sıhhatini tam olarak bilmediğimiz, bu bakımdan ne kabul ne de yalanlayabildiğimiz rivayetlerdir. İslami tefsirdeki ihtilaflar bu tür haberlerde ortaya çıkmaktadır.

İsrailiyatta rolleri olan bazı meşhurlar ise şunlardır:

-Abdullah b. Selam

-Ka’bu’l Ahbâr

-Vehb b. Münebbih

-Abdulmelik b. Abdilaziz b. Cüreyc

Artık sahabe devri sona erip de tabiiler devri başladığında, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı.

 

D-TABİİLER DEVRİNDEN SONRAKİ TEFSİR HAREKETLERİ

Tefsir hareketinin ilk merhalesi olarak Hz Peygamber ve ashabının tefsir anlayışını kabul edersek, tefsirde çeşitli âlimlerin rol oynadığı tabiiler devrini de ikinci merhale olarak görebiliriz. Bu devrenin hemen akabinde başlayan tedvin hareketi ile tefsirde çeşitli yönler belirmeye başlamıştır ki bu devre de tefsirin üçüncü merhalesini teşkil etmektedir.

Duha’l İslam sahibi Ahmet Emin, Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad el- Ferra’yı, Kuranı ayet ayet ilk tefsir eden kişi olarak görmektedir. Ahmet Emin’in ilk tefsir müdevvini olarak el- Ferra ya meyletmesini çürütmek ise kolay olacaktır. Şöyle ki: El- Ferra’nın Meani’l-Kuran adlı eseri, Kuranın her ayetini sıra ile ele alan bir tefsir değildir. O genelde Kur’an’ın müşkil kelimelerini tefsir etmektedir. El-Ferra’dan yarım asırlık bir önceliğe sahip olan Mukatil b. Süleyman’ın tefsiri, Kur’an için daha kâmil bir tefsir sayılır.

Bu konuyu şu şekilde özetleyecek olursak;

- Tefsir, Hz Peygamberin bazı ayetleri açıklaması ile başlamış ve bu bakımdan Hz Peygamber Kur’an’ın ilk müfessiri olma şerefini kazanmıştır.

-Hz Peygamberden sonra, insanların tefsire olan ihtiyaçlarından ve nüzul sebeplerine dalmalarından dolayı tefsir çalışmaları genişlemiştir.

-Tefsirin doğuşu sırf tefsir etmek için değil de, Kur’an’daki kapalılıkları ve müşkilleri açıklamak ve müphem olanları tefsir etmek içindi. Hz Peyhamber bütün Kur’an’ı tefsir etmemiş ve ondan kapalı olan noktaları açıklamıştır. Ashabı da ona Kur’an’ı okuma, anlama ve tefsir etme hususunda söz verdi. Bu durumda nisbi olarak tefsir tefsir sahası genişledi. Fakat bu genişlik bütün Kur’an’a şamil olmadı. İmam eş-Şafi’nin ‘’ İbn Abbas’tan tefsir hakkında ancak yüz kadar hadis sabit olmuştur’’ sözü, bu hususu teyit eder.

-Bugün bize ulaşan en eski ve tam bir Kur’an tefsiri, Mukatil b. Süleyman’ınkidir. O, ayet ayet Kur’an’ tefsir etmektedir.

-İlk tefsirlerden çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberi’nin tefsiri, bu eski tefsirleri muhafaza eden tefsirler koleksiyonu sayılır.

-Müslümanlar her asırda Kur’an’a gereken itina ve titizliği göstermiş ve bu konuda sayılamayacak kadar tefsirler telif etmişlerdir. Yüce Allah da ‘’ Onu biz indirdik onun koruyucusu da biziz’’ buyurmaktadır.


 

 

 FIKIH ÖZETİ

HZ. PEYGAMBER DEVRİ (FIKHIN DOĞUŞU)

Bu dönem fıkıh için en önemli dönemdir. Çünkü vahye dayanan teşri’ bu dönemde tamamlanmış ve sonraki devirlere temel teşkil etmiştir. Bu dönem Mekke Devri- Hz. Peygamberin Vahye muhatap olduğu 610 yılında Hicrete kadar (622) 13 yıl Mekke’de kalmıştır- ve Medine Devri – Hicretten Hz. Peygamberin vefatına kadar olan süreçtir-dir.

1)            Fıkıh kaidelerinin orttaya çıkış şekli

a)            Bir hüküm gerektiren hadiseler oluyor, yahut da sahabeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevk eden problemler doğuyordu. Bu duruma Esbab-ı Nuzül adı verilmektedir. Yani ayetlerin iniş sebebidir.

b)            Hükmün vaz’ını gerektiren bir sual veya problem bahis mevzuu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide vazediliyordu.

2)            Bu Devir Fıkhının Özellikleri

Hükümler zamana ve hükümlerin içinde bir tedriciliğe bağlı olarak vaz edilmişti.

Kolaylık ilkesi gözetilmiş, Allah kullarından zorluk istememiştir.

Diğer önemli bir özellik ise Nesih’tir. Sadece bu dönem mahsus bir durumdur. Bir hükmün başka bir hükmün geçerliliğini ortadan kaldırması demektir.

Yine peygamber’in sünneti fıkıh tarihi açısından önem arzeder. Çünkü fıkhın en temel kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir. Sünnet bir yandan Kur’an-ı açıklarken diğer taraftan boşlukları doldurmakta yani müstakil olarka kur’an’da bulunmyan hükümleri ortaya koymaktadır.

3)            İcma

Herhangi bir asırda yaşayan müctehidlerin tamamının bir fıkıh hükmü üzerinde ittifak etmeleridir. İcmanın bu dönemi ilgilendiren tarafı Rasulüllahın ümmeti ittifaka teşvik ederek gerektiğinde icma eğitimi vermesi ve ümmetin ittfakının değerini açıklamış bulunmasıdır.

4)            Kıyas

Kitap ve Sünnette yer alan bir hükmün hangi gerekçeye (vasıf, illet) dayandığı bilinir veya ayrı bir istihad ile ortaya çıkarılır, sonra aynı gerekçeye sahip bulunan aynı illet ve vasfı taşıyan bir fiil veya nesneye de aynı hüküm verilirse “kıyas” içtihadı gerçekleşmiş olur. Peygamber içtihada izin verirken, ashabına ictihad eğitimi yaptırırken kıyas içtihadına da izin vermiş ve ilk örnekleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.

 5)            İstidlal

Kur’an-ı Kerim’den ve Sünnet’ten, dil bilgisine ve kaidelerine dayanılarak bilgi ve hüküm elde edildiği gibi bu hükümlerin gerekçesine dayanmak suretiyle kıysa yoluyla da hüküm ve bilgi sahibi olmak mümkündür. Bunların dışında kalan bilgi ve hüküm elde etme yolları istidlal kelimesi ile ifade edilmektedir.

6)            Hz. Peygamber ve Ashabının İctihadı

Hz. Peygamber’in söylediği şeylerin büyük çoğunluğu Kur’an’a dayanır. Yani vahiy kaynaklıdır. Ancak kimi zamanda ictihad yapmıştır. Ve ashabına da ictihad etme konusunda teşvik etmiştir. Bu konuyla ilgili Muaz’ın kadı olarak gönderilirken Peygamberle arasında geçen diyalog en güzel örnektir. Muaz “Reyimle ictihad ederim” diyerek bu konuda öncü olmuştur.

Fıkh'ın usûl ve fürû'unun ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okunup okutulması, sonra kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber, gerek usûlün ve gerekse fürû'un temelleri, Hz. Peygamber devrinde atılmış, hattâ esas itibariyle tamamlanmıştır. Bilindiği üzere inananlara yol gösteren, bağlayıcı hükümler koyan, şeriat (kanun) vazeden Allah'tır (el-En'âm: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67). Allah'ın hükmü bize, ya Kitâb'ı (Kur'ân-ı Kerîm), ya Peygamberi (Sünnet), ya bunlar üzerinde düşünülerek ictihad etmek (kıyâs, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkh'ın birinci devrinde bu kaynaklardan ilk ikisi tamamlanmış, Kur'ân-ı Kerîm baştan sona birçok hâfız tarafından ezberlenmiş ve ayrıca yazılmış, Sünnet kısmen yazılmış ve hâfızalarda muhâfaza edilmiş, diğer kaynaklar ise ya kullanılmış yahut da ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Fıkh'ın fürû kısmı ile ilgili bu devre ait hüküm ve örnekler ise sayılamayacak kadar çoktur.

1-            SAHABE DEVRİ

Gerek râşid halîfeler gerekse Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir; bu sebeple iki iktidar devrini aynı daire içinde ele almak uygun olacaktır. Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye’ye terk etmesiyle sona erer.

Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve dinden dönme hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da genişletmiştir. Üçüncü halîfenin şehid edilmesi üzerine Hz. Ali'ye bey'at edilmişse de Şam vâlisi Muâviye, azilden kurtulmak için, şehid halifenin kan dâvasını bahane ederek Hz. Ali'ye bey’at etmemiş, bu davranış Müslümanları iç savaşlara sürüklemiştir. Mezkûr çalkantılar içinde, başta siyâsî iken sonraları itikad ve fıkha da tesir eden iki grup (mezheb) doğmuştur: Şîa ve Havâric.

Herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.

Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye başvuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu.

Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.

Dönemin Genel Özellikleri

a)            İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.

b)            Daha sonraki devre nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.

c)             Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Halifeler, sahâbenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor, yeni hadiseleri danışma meclisine getiriyor, gerektiği kadar tartışıp inceledikten sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahâbe devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; hâlbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz tutmuştur.

d)            Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu.

e)             Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hâsıl oluyordu. Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları, hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız hale geldi.

 2-            ABBASİLER DEVRİNDE FIKIH

Bağdat merkezli Abbasîler devri 750-1258 tarihleri arasını kapsar. Bu devirde fıkhın sahası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Bu gelişmenin bir takım nedenleri vardır. Bunlar:

Abbasilerin Emevilerin aksine davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları,

Fukahanın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Kur’an, sünnet, sahabe ve tabiun’a ait görüşler

Rey fakihlerinin sadece meydana gelmiş hadiselerde yetinmeyip farazi meselelerde de mesai harcaması ve ictihadda bulunması,

İslam ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslam’a girmesi.

Bu dönemde fukâha’nın ihtilaf ettiği meseleler artmıştır. Bu ihtilafta kişisel farklılıklar ve Hadis ile ilgili ihtilaflardır.

Bu dönemim önemli gelişmelerinden biri de mezheplerin doğuşudur. Dönemim şartları mezheplerin müstakil mezheplerin doğuşunu hazırlamıştır.

Abbasiler dönemi Kur’an- Kerim’in tamamı, kısmen fıkıh ve hadislerin dışındaki bütün ilim ve kitaplarının telifinin başlangıç devridir. Bu asırda tedvin başlamıştır.

Yine bu dönemde çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezhep imamları yetişmiştir.

 

3- ABBASİLERİN SONU VE SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH

Bu dönem fıkıh için inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma meydana gelmiştir. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak içtihadı, doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş ve yerini “taklitçilik ruhu” almaya başlamıştır.

Kerhî döneme ışık tutan şu ifadelere er-Risale’de yer vermektedir:

“mezhebimizin hükümlerine uymayan her ayet ya te’vil edilmiştir yahut da mensuhtur, her hadis de böyledir: ya te’vil edilmiş, zahiri manasıyla alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur; bşka hadis ile yürürlükten kaldırılmışıtır.” Kerhî’nin demek istediği şudur: nas ile mezhep çakıştığı zaman biz mezheb hükmünü alır, onu uygularız.  

Dönemin bir diğer önemli meselesi de mezhep taassubudur. İhtilaflar artmış, mezhepler arası mücadeleler yaşanmıştır. Yine dönemin bir diğer meselesi de ictihad etmeye karşı durulmasıdır. Taklid ve taassub içtihat faaliyetlerini durdurmuştur. Bu dönemden sonra ictihad edene karşı olumsuz bir tavır alınmıştır.

Dönemin tedvin çalışmaları mezhep imamlarının ictihadlarını açıklamak, boşlukları doldurmak için yazılan kitaplar, yapılan çalışmalar vardır.

 4- MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLEYE KADAR

Bu dönemde taklid ruhu kök salmıştır. Yeni ictihad ortaya koymak bir tarafa artık ehl-i sünnet içinde yer alan fıkhi mezhepler arasındaki gerilim iyice artmıştır.fıkıhçılar arasında itibarsızlık yani eskiden olduğu gibi ilim yolculuğu vb kalmamıştır, Selef’in kitaplarına karşı ilgisiz bir tavır takınılmış, mezhep imamlarının ve talebelerinin ve onları takip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.

Müctehid yetiştirecek eserler kaleme alınamamış, meselelerde hükümlerin zamanın şartlarına intibakını sağlamak için ictihad yerine hile ve te’vil yoluna gidilmiştir.

Kanunnameler ve Fıkıh ve Fetva kitapları kaleme alınmıştır. Her mezhebin belirli fıkıh ve fetva kitapları kadılar tarafından kullanılmış, bu kitaplarda çoğu zaman muayyen olarak kadılara tevdi edilmiştir.

 

5- MECELLEDEN ZAMANIMIZA KADAR

19. asırda İslam milletlerini uyarmak, onlara kaybettikleri değerleri hatırlatmak, hürriyet ve istiklal mücadelelerini teşvik etmek için harekete geçen liderlerin başında Cemaleddin Efgânî zikredilir. Bu konuda bir çok muasır alim uyanış için bir çaba ve gayret içerisinde hareket etmiştir.

Dönemin fıkıh açısından önemi ise kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Bunun en önde gelen örneği Mecelle’dir. Mecelle’den sonra bütün islam dünyasında kanunlaştırma hareketi başlamıştır.

İctihad ruhunu besleyen okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı kitaplar tahkik ve neşredilmiştir.

Çeşitli mezheplerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzuu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar başlamıştır.

Usul ve fıkhın önemli mevzuları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.

Batı menşeli hukukçulara karşı İslam Hukukunun arzı, müdafaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.

İlmi kongre ve konferanslar düzenlenmeye başlamıştır.

Bazı batı üniversitelerinde İslam hukuku kürsüleri kurulmuştur.

 

 

 


 HADİSİN TARİHÇESİ

Başlangıçtan günümüze kadar hadis ilminin geçirdiği gelişim süreci ana hatlarıyla şöyledir:

A-          SAHABE VE HADİS

Sahabe veya ashab, hz. Peygamberin Müslüman çağdaşlarına verilen isimdir. Terim olarak ifade ettiği anlam ise: “Müslüman olarak Resul-i Ekrem’i gören ve bu imanla ölen kimse” dir. bir kişinin sahabe olarak ifade edilebilmesi için bir takım şartlar vardır. Bu hadis edebiyatı açısından önemli bir tespittir. Çünkü hadis tarihinde kilit nokta sahabedir. Onların doğru tespit edilmesi hadislerin güvenilirliği açısından da önem arzeden hayati bir meseledir. Bir kişinin sahabe olup olmadığını bilmek için dört yol vardır:

1-   Tevatür yoluyla bilinebilir.

2-   Şöhret yoluyla bilinebilir. (Dımam (Dımad) b. Salebe gibi)

3- Şehadet yoluyla bilinebilir. Bu da sahabe olduğu bilinen birinin başka birini sahabedendir demesidir.

4- İkrar yoluyla bilinebilir. Kişinin kendini sahabi olarak ifade etmesidir. Burada da sınır H. 110 senesidir. Bu hüküm de peygamberin “ Yüz sene sonra bügün yaşayanlardan hiç kimse sağ kalmayacaktır” hadisinden çıkarılır.

Sahabe döneminde hadisler yazılmamıştır. Bu nedenle de hadisler ezberlenmiş, hadisler daha sonraki dönemde tedvin edilmiş, yazılmıştır. Rivayet edilen hadislerin tamamına yakını ezber yoluyla sahabeden tabiine aktarılmış ve bundan sonraki dönemlerde kaleme alınan eserlerle yazıya aktarılmıştır. Sahabenin hadis ezberlemesindeki en önemli etkenler ise şunlardır: Dini savunma duygusu ve gayreti, Hadis’in İslam’daki yeri, Peygamberin yaptığı eğitim faaliyetleri, Hadislerin uslûbu’dur.

Hadislerin yazıya geçirilmesi (Kitabetü’l-hadis)

Sahabe asrında diğer bir önemli konuda hadislerin yazılması konusudur.

Peygamber hadisin yazılmasını yasaklamıştır. Ancak Abdullah b. Amr’a yazması için izin vermiştir. Bu dönemde hadisin yazılmasına engel olmadaki maksat Kur’an-ın öğrenilmesine ve önemsenmesine daha büyük önem verilmesidir, Hadis sebebiyle Kur’an-ın terk edilmesi endişesidir.

Hadislerin yazımına hicri 2. Asrın başlarında başlanmıştır. Bu tarihten sonra hadis kitapları yazılmış ve hadis kitapları herkesin ulaşabileceği bir hüviyete kavuşmuştur.

B-           TABİİLER VE HADİS

Hz. Peygamberin vefatı anından başlayıp hicri ikinci asrın ikinci yarısına kadar olan dönem tabiin dönemidir. Tabii sahabeyi gören kişilere denir. Hadis rivayetleri bakımından ikinci tabakayı oluştururlar.

1.   Tabiiler Dönemi Gelişmeleri

1-   İnsanlarda hıfs melekesi zaafa uğradı.

2-   Senedler uzadı ve zamanın uzamsı ve hadis ravilerinin çoğalması sebebiyle tarikler arttı.

3- Siyasi bakımdan Şii, Revafız, Havariç, itikadi bakımdan Mu’tezile, Cebriye gibi fırkalara oluştu.

2.   Hadislerin Bir Araya Toplanması

Hadisler dönemin şartları karşında islam bilginlerinin gayreti ve gelebilecek zararlar nedeniyle bir takım tedbirler aldılar:

a. Ömer b. Abdülaziz sünnet malzemesini muhafaza etmek için bütün eyaletlere emir göndererek hadis namın ne biliniyorsa yazılmasını istedi.

b. Cerh ve ta’dil hususunda alimler daha geniş çalışmalar yapıldı.

c.  Ehl-i hadis olarak tanınmayan kişilerden hadis kabulü durduruldu.

d.Gizli illetleri açığa çıkarmak için hadisler inceden inceye araştırıldı.

C-  ETBAU’T-TABİİN VE SONRASINDA HADİS

En son Sahâbînin vefatından itibaren başlayan ve H. 220 ye kadar geçen süreye verilen isimdir.

1.   Hadis Kitaplarının Tasnifi

Resmi tedvin faaliyetini takip eden tasnifin ilk ürünlerini H. 150’lili yıllardan itibaren görebilmekteyiz. Ma’mer b. Raşid’in Câmi’i bu dönemdeki tasnif faaliyetlerinin günümüze ulaşabilmiş ilk örneklerindendir. Bu eser Hemmâm b. Münebbih’in Ebu Hurey-re’den yazarak aldığı 138 hadislik sahifeyi de içermektedir. Yine bu dönemde İbn Cüreyc’in Sünen’i, Süfyan es-Sevri’nin Câmi, İbnu’l-Mübarek gibi Zühd ve Rekaik, İmam Malik gibi Muvatta adıyla kapsamlı veya özel konulu birçok hadis kitabı yazılmıştır.

Dönemin önemli eserlerinden biri de İmam Şafii’nin er-Risale’sidir.

 

2. İmam Malik ve Muvatta’ı

Dönemin en meşhur ve günümüze ulaşabilmiş eser İmam Malik’in Muvatta’ıdır.

Muvatta bir hadis kitabı olmaktan çok fıkıh kitabı gibidir. Fıkıh bablarına göre yazılmış bir hadis kitabıdır. Kitapta 600 müsned, 613 mevkuf, 285 maktu’ haber olmak üzere 1720 hadis vardır.

3.  Hadis Kitaplarının Yazılış Sistemleri

Hadis kitapları genellikle iki usulle yazılmışlardır.

a) Ale’r-ricâl: sahabi raviler üstünlük derecelerine göre esas alınıp, bazen tam bazen de yarı alfabetik sıralama içinden raviden rivayet edilen hadisler konusuna dikkat edilmeksizin sıralanır, sonra diğer raviye geçilir.  Bu usulle yazılan eserlere genillikle MÜSNED adı verilir.

Bu usulle yazılmış ve elimize ulaşmış en eski eser Tayâlîsî’nin Müsned’idir. 2767 hadis içerir. 11 Cüz, 6 ana bölümde 281 sahabinin rivayetlerine yer vermiştir. Yine en meşhur Müsned Ahmed b. Hanbel’e aittir. Eser 6 Cilt, 700 küsür sahabinin 30.000’e yakın rivayeti kapsar. 

b) Ale’l-ebvab: bu sistemde hadisler konularına göre bir taksim ve tasnife tabi tutulur. Her hadis ilgili olduğu konu altında zikredilir. Bu usulle yazılan eserlere de MUSANNEF adı verilir. Bu usulle yazılan eserlerin ilk örnekleri ise Abdurrezzak b. Hemmam ve İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’leridir.

CAMİ’ ve SÜNEN diye bilinen eserlerde musannef türü eserlerdir. Cami’; İman, ahkâm, yeme-içme, tefsir, siyer, fiten ve menâkıb’dan oluşan 8 bölümü ihtiva eden hadis kitaplarıdır.  Buhari ve Müslim ve Tirmîzî’nin kitapları gibi.

4.             Kütüb-i sitte müellifleri

a)             Buhari ve Sahih’i

b)            Müslim ve sahih’i

c)             Ebu Davud ve Sünen’i

d)            Tirmizi ve Cami’i

e)             Nesai ve Süneni

f)             İbn Mace ve Sünen’i

5.             Sahih hadisler sadece kütüb-i sitte’de mi bulunur?

Elbette sadece bu eserlerle sınırlı değildir. Sahih hadislerin yer aldığı diğer eserlerde vardır. Kütüb-i sitte eserleri kazandıkları şöhret sebebiyle daha çok bilinir ve tanınır. Ancak yaygın bir anlayış olan güvenilir her hadisin Buhari ve Müslim de yer aldığıdır. Unutulmamalıdır ki her güvenilir hadis sadece Buhari ve Müslim de yer almaz. Diğer eserlerde de vardır.

D-          SON DÖNEM ÇALIŞMALARI

Bu devre Hicri X. Asırdan günümüze kadar olan dönemdir. Bu dönemin dört asırlık ilk döneminde ilmi meseleler üzerinde çalışma ve tasnifte yenilikler meydana gelmemiştir. Nazım ve nesir olarak hadis ilimlerinde özet çalışmalar çoğalmıştır.

Hicri X-XIV asırlarda Hindistan’da hadis neşriyatında, araştırma ve ilim bakımından üst seviyede önemli bir gelişme başlamıştır. Bu gelişme ed-Dihlevî ile başlamıştır ve ailesi ve talebeleri tarafından sürdürülmüştür. Yine et-Tahavî de önemli isimlerdendir. Eseri Prof. Dr. İbrahim Canan tarafından “ Yeni Usul-i Hadis” adıyla Türkçeye çevirilmiş ve neşredilmiştir.

XIV. Hicri asrın başlarından günümüze kadar geçen dönem içinde önemli hadis çalışmalarından biri de müsteşriklere cevap niteliğinde kaleme alınan eserlerdir. Bu eserlere örnek olarak;

1)  Şeyh Cemaleddin el-Kasımî’nin Kavaidu’t-tahaddis’i.

2)  Tahir b. Salih el-Cezairi’nin Tevcihu’n-nazar ile ilm-i eser’i.

3) Abdulaziz el-Huli’nin Miftahu’s-sünne veya Tarihu fununi’l-hadis’i.

4) Doktor Mustafa Sıbbaî’nin es-Sünne ve Mekanetüha fi’t-teşri’i’l-islam’ı vb.

Türkiye’de Hadis Çalışmaları

1956’ya kadar yapılan hadis çalışmalarında DİB marifetiyle yapılan Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi ile Riyazu’s-salihin Tercemesi dışında kayda değer bir çalışma yoktur. 1956 sonrası hadis ilgili birçok eser kaleme alınmıştır. Sön dönemde yapılan bu çalışmalar çok yönlüdür.

Hadis tarihi Sahâbe’den başlayarak günümüze kadar birçok safhadan geçmiştir. Bu safhaların en önemlisi şüphesiz tedvin dönemdir. Hadislerin yazıya geçirilmeye başlanması ile hadis ilmi şekillenmeye ve terminoloji kazanmaya başlamış ve tekâmülünü sürdürerek günümüze kadar birçok aşamayı kat ederek ulaşmıştır. Diğer ilimlerde olduğu gibi gelişimini sürdüre gelmiştir.

  Özetle her üç ilim dalı da birbirine paralel olarak bir gelişim seyri izlemiştir. Yine zamanın şartlarına göre birbirine paralel olarak gelişimlerinde aksamalar, duraklamalar ve hatta gerilemeler meydana gelmiştir.

 

Kaynakça:

Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu

Anahatlarıyl Hadis, İ. Lütfi Çakan,

İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Mukayeseli Tarihler    24.11.2014

 

Hafize ELDERŞEVİ

 Yüksek Lisans özel öğrenci

Mukayeseli Tarihler

TEFSİR TARİHİ

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİRİ

  Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.

HZ. PEYGAMBERİN  TEFSİR YÖNTEMİ

1.Mücmeli Teybin     2.Mübhemi Tafsil        3.Mutlakı Takyid         4.Müşkili Tavzih

 

SAHABENİN TEFSİ

Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber (s.a)’den ne duymuslarsa;

sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir  ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.

 

Tefsirde Meshur Sahabiler

İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab.  Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali

 

Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri

1- Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.

2- Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır

3- Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı

4- Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.

5- Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.

6- Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.

7- Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.

TABİİUN DÖNEMİ(65-132)

   MEKKE EKOLÜ:  Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid  akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid,  ‘Mushafı baştan sona 3 defa İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.

İbn-i Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin Keysan’dır.

   MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir. Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.

   IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.

 

Tabiîn Tefsirinin Özellikleri

1- Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir. Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i

Kitabın girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevsek davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.

2- Tefsir rivayet nakil özelliğini, karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)

döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.

3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.

4- Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere

göre yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.

Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri

 

RİVAYET TEFSİRİ

Tanım: “Bir kısım ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve Tabiîn sözlerinde yer alan açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber (s.a)’den rivayet ettikleri gibi, birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde bulunmustur.

Sonra Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey ve içtihatlarıyla Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.

 

Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar

A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- İki rivayetten biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır

2- Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi bakımdan

sonra olan alınır.

3- Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan bilinmiyorsa, isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)

4- İsitme yoluyla sabit olan bir sey yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

5- İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette

Allah’ın murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse bakılır:

1- Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.

2- Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme yoluyla sabit olan alınır.

3- İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.

4- İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat

ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda mesele açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.

En Meshur Rivayet Tefsirleri

1. Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî

2. Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî

3. el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî

4. Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî

5. el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye

6. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir

7. el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî

8. ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî

 

DİRAYET TEFSİRİ

Tanım: Müfessirin, Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli anlamlarını öğrenmesi, Cahiliye siirini kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve mensuhlarına ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan sonra kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.

Rey iki kısımdır:

1- Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için gerekli diğer sartlara uygun olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini caiz görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.

2- Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan ve kötülenen rey çesidi de budur. Rey ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde iki kısım olduğunu caiz olanın da mahdut ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz yerinde olacak.

Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler

1-      1.Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7- Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.

8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din  10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı Nüzul

 12- Kasas İlmi

    13- Nâsih ve Mensuh İlmi:

  14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa  kavusur.

      15- Mevhibe İlmi:

En Meshur Dirayet Tefsirleri

1. Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî

2. Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî

3. Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî

4. Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin

5. el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân

6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî

 

HADİS TARİHİ

·         Hz. Peygamberin onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin sözlerine KAVLÎ sünnet denir.

·         Hz. Peygamberin fiil ve davranışlarına FİİLÎ sünnet denir.

·         Peygamberlerin görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.

·         Hadis rivayet edenlere RAVÎ denir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.

·         Tarih ve Tabâkat kitapları ilk hicri II. Asrın ortalarında yazılmaya başlandı.

·         İlk Tarih ve Tabâkat yazarları

 1.    Leys b. Sa’d      2.Abdullah b. Mubarek    3.Velîd b. Müslîm   4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan

 

·         Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.

·         Hicrî IV. Asrın başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Mutekaddimûn Dönemi kitapları

 

1.        Er-Râmhurmuzî;                     El Muhaddis ul Fasıl

2.        Hakîm en-Nişaburî;                Marifetu ulumil-Hadis

3.        Hatib el Bağdadî;                     el-Kifaye

 

·         Hicri IV.asırdan sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN Dönemi kitaplarıdır.

·         Muteahhirûn Dönemi Kitapları

             1.Kadı Îyad;              El-İlma

2.    Meyânci;               Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül

3.    İbnü’s Salah;         Ulum’il Hadis

 

·         Hadis öğrenen kişiye TÂLİB denir.

·         Hadis öğreten kişiye HÂFIZ denir.

·         İleri seviye hadis Âlimlerine Huccet-ul İslamŞeyh-ul İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis denir.

·         Hadisler arasındaki itilafları giderme yolları

1.    Cem ve Te’lif;     Çelişen hadislerin hepsini almak

2.    Nesh;       Şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.

3.    Tercih;                Ravî sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete, din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.                      

4.    Tevakkuf; Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.

·         Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri

1.    Tebliğ;       Bildirme.

2.    Beyân;      Açıklama.

3.    Tezkiye; İnsanları yanlış ve günahlardan arındırma.

Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.

·         RİVAYET

1.    Hadis Öğrenme    2.Nakletme     3.Derleme    4.Hadis kitabı te’lif etme

 

·         DİRAYET

1.    Hadis senetleri         2.Hadis Metinleri

 

·         Peygamberimizi Konu edinen ilimler

1.    Meğazî;Savaşları                       3.  Siyer;Hayatı                                                          

2.    Şemail;Fiziksel özellikleri           4. Delâil;Mucizeleri

 

·         Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.

1.    CERH: Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme

2.    TA’DİL: Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme

 

·         İlk bakışta sağlam görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.

·         Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları

 

1.    Ali b. El-Medîni:   İlelü’l Hadis

2.    Ahmed b. Hanbel:  el İlel ve Ma’rifetü’r rical

3.    Muhammed b. İsa et Tirmîzi:    el İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.

4.    İbn Ebî Hâtim er-Râzi:   İlel’ül Hadis

 

·         Az kullanılan Yaygın olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l Hadis denir.

·         Ğarib kelimelere yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.

·         Ğaribu’l Hadis alanında eseri bulunan müellifler

 

1.    İbnu’l Kesir    2. Zemahşerî     3. Hattabî     4. İbn Kuteyfe

·         Hadislerin söyleniş sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.

·         Ravilerin Hadisleri metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.

·         Sahabenin söz ve davranışlarına MEVKUF hadis denir.

·         Tâbiûnun söz ve uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.

·         Bir hadisin farklı isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK denir.

·         Günümüze ulaşan ilk Hadis usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l Fâsıl dır.

·         Hanefîler Hadisler arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK sırasını gözetirler.

·         Hadis ilminde başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.

·         1000’den fazla hadis rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.

·         Maksirûn Râviler;

1.      Ebû Hureyre 2. Abdullah b. Ömer  3. Enes b. Mâlik    4. Hz.Aişe   5. Abdullah b. Abbas                     6.  Câbir b. Abdullah   7. Ebû Said el Hudrî

 

·         1000’den az Hadis rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.

·         Sahabenin Hadis Taammül yolları;

 1.      Sorarak öğrenme    2. Öğrenmede nöbetleşme  3. Hadis müzakeresi 

  4. Öğrenim için seyahat

 

·         Hadislerin bir divân içinde toplanmasın TEDVÎN denir.

·         Devlet eliyle resmen TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b. Abdulaziz’dir.

·         Hadislerin öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.

·         Aşere-i Mübeşşereden olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç Hadis rivayet etmemiştir.

 

·         Hadislerin yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.

·         Tedvindeki Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.

·         Ebû Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin istedim vermedi demiştir.

·         Hz. Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği söylenir.

·         Peygamberimizin azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.

·         Tasnif döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları

 

1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar    2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar                      3. Tartışma ve reddiyeler   

4. Muvattalar   5. Sünenler   6. Câmiler  7. Musannaflar

  

·         Hicrî II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler

1.     Ma’mer b. Raşid el Ezdî    2.Süfyan es-Servî   3. Rebî b. Habib el-Basrî   4. Süfyan b. Uyeyne

 

·         Hicrî III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi

1.    Buhâri      3. Müslim      4. Tirmîzi

·         Buhâri MEBSÛT isimli kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ BUHÂRİ yi yazdı.

·         Es-Sünenü’l Erbea (Dört Sünen) yazarları

1.    Nesâî    2.  Ebû Dâvud   3. İbn Mâce   4. Tirmîzi

 

·         Hadisleri, Hadis kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.

·         TASNİF’i başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.

·         Muvatta’lar;

Peygamber efendimizden gelen hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler) içerir.

·         Buhârini Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.

·         Müslîmin Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı kanallarını bir arada vermesidir.

·         Müsnedlerde hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun sözleri bulunmaz.

·         Sünenlerde bulunan ağırlıklı konular;

1.      Salât    2. Eşribe  3. Tahâret  4. Savm/Sıyam

 

·         Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre düzenlenmiştir.

·         Muvatta, Sünen, Câmi, Musannef  Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.

·         Buharî  194-256 arasında yaşadı.

·         Buharînin Sahihinde Muallak hadisler dahil edilmeden 7275 hadis vardır.

·         Kütüb-ü Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.

·         Kütüb-ü Sittede eserlerin doğru sıralaması;

1.    Buhari   2. Müslîm   3. Tirmîzi    4. Ebu  Davud   5. Nesâi   6. İbn Mâce

 

·         Sahih hadisleri derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.

·         Bir hadis veya hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.

·         En tanınmış Müstedrek Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s Sahihayn adlı eseridir.

·         Zehebî, Nisaburinin el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i yazmıştır.

·         Tespit edildiği kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.

·         Suyutinin Cami’ul Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul Cevâmi’dir.

·         Rudanî’nin 14 hadis kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.

·         Münzirî et-Terğib ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.

·         Buhari ve Müslimin Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.

·         Müstahrec türü eserler rivayete olan güveni arttırır.

·         Kütüb-i Sitte üzerine yapılan çalışmalar;

       1.  Cem :Hadisleri bir araya getirmek   2.Zevaid :Hadisleri birbiriyle mukayese etmek     3.Şerh :Hadisleri açıklamak  4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek

 

·         Hadislerin kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu işlem

ETRAF kitaplarıyla yapılırdı.

·         Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana İslam dünyasında genel kabul görmüştür.

·         Halk arasında Hadis diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler

1.    Aclûni, Keşfu’l Hafâ   2.Sehâvi, Mekâsıdu’l Hasene

 

·         Suyuti başta Kütüb-i Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif emiştir.

 

 

Fıkıh Tarihi

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

      Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında          itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin  öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle  hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

 

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir. 

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.


 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


MUKAYESELİ TARİHLER

FAHRİYE ERDOĞMUŞ

yüksek lisans: 14912714

Kur'ân-ı Azîm ilimlerin, hikmetlerin pek feyizli bir kaynağıdır. Sûre­lerin, âyetlerin herbiri düşünceli insanlara başka bir yükseklik, başka bir uyanıklık, ilham eder. Her isteyen Kur'ân-ı Kerîm'den kendi isti'dâdı nisbetinde fâidelenir. Her bilgili kimse Kur'ân-ın mübarek âyetlerini okuduk­ça birçok ilimlerin, fenlerin mâbihi'l-kıyâmı olan esaslara, umdelere, düs­tûrlara muttali' olabilir. Bu cihetledir ki îslâm âlimleri Kur'ân-ı Mümîn'den birçok ilimlerin esaslarını istinbat etmişlerdir. Bunlara (Kur'ân-ı Kerîm'den bast ve tefsir edilmiş bulunur.)

Bir nice âyetler de vardır ki bunlar birtakım ilimlerin, fenlerin mevzû'larını teşkil eden maddeleri, mes'eleleri i'câzkârâne bir surette hulasaten veya işâreten muhtevi bulunmaktadır. Biz burada bunların bir kısmına dâir biraz ma'lûmat vereceğiz.(1)

1-Tefsîr İlmî:

 Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsîr “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir.

Kur'ân-ı Mübîn'in ba'zı âyetleri ba'zılarını îzâh ve tafsil eder. Bu ci­hetle mücmel ve muhtasar âyetlerin güzelce anlaşılması için o husustaki mufassal âyetlere müracaat edilir. Bu suretle de Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetleri ba'zılarını tefsîr etmiş olur. Nitekim âlimlerimiz diyorlar ki (Kitâb-ı Azîz'in tefsirini istiyen evvelâ Kur'ân'a   müracaat   etmelidir.   Çünkü Kur'ân'ın bir yerinde icmal, ihtisar edilen birşey,  diğer bir yerinde bast ve tefsîr edilmiş bulunur.

 

Zira Kuran’da bir yerde mücmel olarak zikredilen bir mana, başka bir yerde geniş bir şekilde zikredilmiştir. Bir yerde "Müphem" olarak gözüken bir ayet başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuştur. Kuran’ın Kur'an la tefsirinin pek çok misalinden biri İhlas süresindeki “es-samed” lafzının, hemen akabinde gelen (lem yelid ve lem yüled) ayetlerle tefsir edilmesidir.[2]

   Şahıs olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz Peygamber (s.a.v.) dir. Bu olayı bizzat kendisi şu ifade ile tespit etmiştir. “Bana kitapla beraber benzeri (olan Sünnet) de verildi.” [3]Kur'an-ı Kerîmde, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kuran’ı tebliğ ve açıklamakla görevlendirilmiştir. "Ey Resul sana indirileni tebliğ et".[4] diğer bir ayette "Biz sana Zikri (Kuran’ı) insanlara beyan edesin (açıklayasın) diye indirdik" buyrulmuştur.[5]

 

            Bu emirlerden yola çıkarak, Kuran’ı tefsir etmede en büyük salahiyet ve yeterliliğin Hz. Peygamber (s.a.v.)'e verildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, Kuran’ın tefsirinde, Sünnet, bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda Sünnet'e o kadar önem verilmiştir ki, Yahya b. Ebî Kesir; "Sünnet, Kuran’a kadî (hükmeden) dir. Kitap ise Sünnet'e kadî değildir," şeklinde konunun önemini anlatan ilginç bir söz sarf etmiştir. Bu söz, Ahmed b. Hanbel'e söylendiğinde "Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat Sünnet, Kitabı tefsir ve tebyin eder, derim" demiştir.[6]

 Bundan sonraki aşamada tefsir sahasında sahabeleri görmekteyiz. Sahabenin Kur'an ayetlerini tefsir etmesi, Kuran’ın Kuran’la, Kuran’ın sünnetle tefsirinden sonra çok önemli bir yer tutmaktadır. Sahabenin saf iman ve itikadı, sıkıntılarının çözümlerim Kuran’da aramaları, Kuran’ın iniş olaylarına tanık olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek hale getirmiştir.

Sahabelerden başta dört halife olmak üzere İbni Abbas, İbni Mes’ud, Übeyy b. Ka'b gibi ilimde şöhret bulmuş sahabeler, Peygamberin sünnetiyle, sünnette bulamazlarsa ilmi melekelerinin verdiği içtihatlarla tefsir yapmışlardır. Sahabe döneminde Kur'an'ın tümü tefsir edilmemiş ve tefsir ilmi, hadis ilmi içinde bir bölüm olarak yerini almıştır. [7]

 

Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur. Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukātil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Muķātil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları, gerekse kendilerine çokça başvurulan I (VII) ve II. (VIII.) yüzyıl tefsir âlimlerinin değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de bu sebeple İbnü’n-Nedîm el-Fihrist’inde (s. 36-37) tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin tefsir rivayetlerini “Kitâbü tefsîri …” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin tedvinini II. (VIII.) yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.(8)

 

Tefsir hareketinin ilk merhalesi olarak Hz. Peygamber (sav) ve ashabının

tefsirini kabul edersek, tefsirde çeşitli amillerin rol oynadığı tabiller devrini de ikinci

merhale olarak görebiliriz. Bu devrin hemen akabinde başlayan· tedvin hareketi ile

tefsirde çeşitli yönler belirmeye başlamıştır ki, bu devre de tefsirin üçüncü

merhalesini teşkil eder.

Hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlayan tefsirlerin hangisinin

tam tefsir olduğu kesin belli olmamakla birlikte, bugün için elde mevcut en eski

tefsirin Mukatil b. Süleyman (150/767)'a ait Tefsir olduğunu söylemek mümkündür.

Bundan başka, tam olarak elimizde bulunmayan Ali b. Ebi Talha (143/760)'ya ait,

ismine izafeten "Ali b. Ebi Talha Sahifesi " adıyla anılan tefsir ile, Süfyan b. Said

es-Sevr (1611778), Yahya b. Sellam (200/815) ve Abdürrezzak b. Hernınarn

(211/827) ın eserleri,  ilk dönem tefsirleri arasında sayılabilir. O günden bugüne

asırlar boyu binlerce tefsir yazılmış ve yazılmaktadır.

Kur'an-ı Kerlm'e yorum zenginliği kazandıran başlıca iki unsurdan birisi,

Kur'an'ı inceleyen insan; diğeri de Kur'an'da bulunan bazı özelliklerdir.

Her insanın sahip olduğu bilgi ve kültür düzeyi, kavrama ve muhakeme

gücü farklı farklıdır; buna göre Kur'an'ı anlayış ve yorumları da farklı olacaktır.

Keza kişisel özellikleri, yaşadıkları dönem, bulundukları çevre ve yetişme tarzları da

bu farklı anlayışın sebebleri arasındadır.(9)

   İnsanlar Kur'an'ı yorumlarken mensup oldukları mezheb ve mesleklerin de

tesiri altında kalmışlardır. Bir sünni ile bir şiinin, bir filozof ile bir sufinin Kur'an'ı

anlayışlan farklı olduğu gibi, bir hukukçu ile bir filoloğun Kur'an'ı yorumlayışları

da farklı olmuştur. Bazıları ilmi, edebi, felsefi açıdan, bazıları mezhebi açıdan,

bazıları psikolojik, sosyolojik, ekonomik.. vb. açılardan Kur'ana bakmışlardır.

Böylece tefsir ekolleri ortaya çıkmıştır.(10)

 Klasik dönemdeki tefsirler esas itibariyle rivayet ve dirâyet tefsirleri ana kategorileri altında incelenmektedir. Ancak rivayet tefsiri sayılan eserlerin büyük çoğunluğunda dirâyet usulünün kullanıldığı, dirâyet kategorisine yerleştirilen eserlerde de rivayet usulüne yer verildiği dikkati çekmektedir. Dolayısıyla bunları tefsir literatüründe kategorik bir ayırım olarak görmek yerine birer telif geleneği kabul etmek ve rivayet ya da dirâyetten birini tamamen göz ardı etmektense ağırlığı ikisinden birine veren eserlerden söz etmek daha doğru görünmektedir. Taberî’nin tefsiri yanında rivayet tefsirleri kategorisinde ele alınan en önemli eserler İbn Ebû Hâtim’in Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm’i (nşr. Es‘ad Muhammed Tayyib, I-X, Mekke 1997), Begavî’nin Meâlimü’t-tenzîl’i, İbn Atıyye el-Endelüsî’nin el-Muĥarrerü’l-vecîz’i, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin Zâdü’l-mesîr’i, İbn Kesîr’in Tefsîrü’l-Ķurâni’l-ažîm’i ve Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-menŝûr’udur. Bunlardan rivayet tefsiri tanımlamasını en fazla hak edenler İbn Ebû Hâtim ve Süyûtî’nin eserleridir.(11)

 Hz. Peygamber’le sahâbe ve tâbiînden gelen rivayetler sonraki dönemlerde Kur’an tefsirinde önemini korumuştur. Ancak tefsirin nakle dayalı boyutu yanında dirâyet tefsiri giderek daha fazla ağırlık kazanmıştır. Dirâyet tefsirinin gelişmesinin rivayet tefsirlerine nazaran daha geç dönemlerde ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) el-Keşşâf’ı özellikle lugat, nahiv ve belâgata ilişkin izahlar bağlamında neredeyse sonraki bütün dirâyet tefsirleri üzerinde etkili olmuştur. Ehl-i sünnet çevrelerinde dirâyet metodu açısından en etkili diğer bir çalışma Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ıdır. Beyzâvî’nin Envârü’t-tenzîl ve esrârü’t-tevîl’i, Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin Medârikü’t-tenzîl ve ĥaķāiku’t-tevîl’i, Ebû Hayyân’ın el-Baĥrü’l-muĥît’i, Celâleddin el-Mahallî ile öğrencisi Süyûtî’nin Tefsîrü’l-Celâleyn’i ve Ebüssuûd Efendi’nin İrşâdü’l-aķli’s-selîm’i de en meşhur dirâyet tefsirlerindendir. Âlûsî’nin Rûĥu’l-meânî’si klasik dönemdeki hacimli dirâyet tefsirlerinin son örneklerinden biri kabul edilebilir.

Klasik tefsirler metot, ilgi alanları ve müelliflerin mezhep ve çevre aidiyeti gibi bazı kriterler göz önünde bulundurularak lugavî tefsirler, işârî ve tasavvufî tefsirler, ahkâm tefsirleri, mezhebî tefsirler gibi tasniflere tâbi tutulmuştur (bk. KUR’AN [Literatür]; KİTÂBİYAT [Tefsir]). Konuyla ilgili çalışmalarda ayrıca felsefî, bâtınî, kelâmî ve belâgī gibi başka tasniflere de rastlanmaktadır (M. Ali Ayâzî, s. 34 vd.). Batılı araştırmacıların da bazı tasnif teşebbüsleri olmuştur. Meselâ John Wansbrough tefsirleri epik/anlatıma dayalı, fıkhî, filolojik, retorik/belâgī ve mecazî başlıkları altında incelemektedir (Quranic Studies, s. 119-246). Klasik dönemde belirli sûre ve âyetlerin tefsirleri literatürün önemli bir kısmını teşkil eder. Özellikle Fâtiha, Yâsîn, Mülk sûrelerinin yanında İhlâs ve Muavvizeteyn gibi kısa sûrelerle besmele ve Âyetü’l-kürsî gibi âyetler üzerine çok sayıda tefsir kaleme alınmıştır. Yine bu dönemde temel bazı eserler etrafında oluşan önemli bir şerh ve hâşiye literatürü bulunmaktadır (bk. HÂŞİYE; ŞERH [Tefsir]). Tefsir metodolojisinden bahseden ya da Kur’an tefsiriyle doğrudan ilgisi bulunan ve çoğunlukla ulûmü’l-Kur’ân çerçevesi içinde değerlendirilen bir literatür de oluşmuştur (bk. ULÛMÜ’l-KUR’ÂN). (12)

2-HADİS İLMİ

 

Hadis,Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur; bu bakımdan

kelime, aynı manâda kullanılan sunnetin müradifidir. Bazı hadis uleması

ise, hadis lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tabiûndan

nakledilen mevkuf ve maktu’ haberlere de ıtlak etmişlerdir; buna göre

kelimenin ifade ettiği mana, haber kelimesiyle kasdolunan manânın müradifidir.

Bu manâ içerisinde Hazreti Peygamberin, peygamberlikten önceki

sözleri de mündemiçtir. Bazıları da, hadisi yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine

tahsis etmişler, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin Hadîslerinin menba'i Kur'ân-ı Kerîm âyetleridir. Peygamber-i Zî-Şân Efendimiz, Kur'ân-ı Mübîn'in âyetlerinden mülhem olur; sözlerini, işlerini bütün Kur'ân'ın be­yanâtına mutabık bulundururdu.

Saîd ibn-i Cübeyr Hazretleri diyor ki: (Bana Resulullâh'dan bir Hadîs baliğ olmadı ki ben onun mısdakını  doğruluğunu isbât eden şey'i Kitâbu'llah'da bulmuş olmıyayım.

Zâten mübarek Hadîsler ile amelin lüzumunu emreden de yine Kur'­ân-ı Kerîm'dir. Nazm-ı Kerîm'i buna şahiddir.

Hazreti Peygamberin, dinin çeşitli meselelerine taalluk eden ictîhad-lari, çok defa ilâhî ilhamın bîr neticesidir. Bu bakımdan bunları ittiba yö­nünden Kur'ânla sabit olmuş diğer ahkâmdan ayırt etmek mümkün değildir. Her ne kadar kaynağı ilâhî ilham olmayan bazı söz ve ictihadlar da mevcut idiyse de, Hazreti Peygamberin bunlardaki isabeti vahiy yolu ile teyid, bir beşer olması hasebiyle hataya düştüğü noktalar olmuş ise, yine vahiy yolu ile tashih edilmiştir . Bu itibarla, ilham-ı ilâhîden sadır olmayan ictihad-ı nebevî hükmü ile ilham-ı ilâhîden sadır olan ictihad-i nebevi hükmü arasında tefrik yapmağa mahal yoktur [13].

işte, ilk devirde söz, fiil) ve takrir olarak Hazreti Peygamberden sadır olan her şey, Kur'ânı Kerîmin "(Peygamber) kendi hevasından konuşmaz; (o her ne soylemişse) kendisine vahyolunan bir vahiydir" [13] âyetiylede şehadette bulunduğu gibi, yukarıda izahını verdiğimiz şekilde kabul edil­miş ve sahabe, dinî ve dünyevî yaşayışlarına düzen veren Sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe koyulmuşlardır. Sünnet ise, daha Önceki bahiste de açıkladığımız gibi, söz, fiil ve takrir olarak Hazreti Peygamberden rivayet edildiği müddetçe, hadısın, isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur. [15]

Hazreti Peygamber hayatta olduğu müddetçe hadîs, sahabe arasında do­laşmış, müzakere ve münakaşa edilmiştir. Hatta zaman ilerledikçe yeni yeti­şen genç sahabîler arasında okuyup yazmayı öğrenenler çıkmış, yazı ile hâfızalarındaki hadiseleri perçinleme gayretine girişmişlerdir. Maamafih bu devirde, daha sonraki devirlerde ortaya çıkan çeşitli tehlikeler hadis için henüz bahis konusu değildir. Bir taraftan Hazreti Peygamberin hayatta oluşu, diğer taraftan vahyin devam edişi, hadîse musallat olabilecek tahrif, tashîf ve vaz’ (uydurma) gibi her çeşit tehlikeye karşı en emin koruyuculuk görevi ifa et­miştir. Çünkü Hazreti Peygamberin hayatta oluşu, sahabîlerin ondan işitmiş oldukları hadîsleri aralarında müzakere ederken hasıl olan tereddütlerde ona başvurmak ve sözün doğrusunu öğrenmek imkânını sağlıyordu. Müzakere sırasında her hangi bir sahabî, Hazreti Peygamberden işittiğini söylediği bir hadîsin naklinde her hangi bir hataya düşmesi halinde, o hadîsi bilen diğer sahabîlerin hemen itirazına uğruyor, eğer sözün doğrusu üzerinde ittifak hasıl olmazsa Hazreti Peygambere müracaat ediliyordu. Meselâ Hişâm bin Hakîm'ın Furkan sûresini değişik bir kıraatla okuduğunu gören Omer Îbnu'l-Hattâb, onu eteğinden tutup Hazreti Peygambere götürmüş ve ona "bu, senin bana okuduğundan başka bir şekilde okuyor" demişti. Hazreti Peygamber, her iki­sine de mezkûr sûreyi okuttuktan sonra, her iki kıraatin da doğru olduğunu söylemiş ve Kur'ânı Kerîmin "yedi harf üzerine nazil olduğunu'* sözlerine ilâve etmiştir [16]. Sahabenin bu türlü davranışı, aslında, Kur'ânı Kerîmin "bir şeyde ihtilâfa düştüğünüz zaman onu Allah'a ve Peygambere götürün (onlara baş­vurun)" [17], âyetindeki emre uymaktan başka bîr manâya gelmez.

                                                                                                                                              .

Sahabenin Kur'ân ve Sünnet üzerindeki bu çalışması, İslâm'ın bu iki kaynağına dayalı bir ilmin vücut bul­masına yol açmıştır. Bu ilim, başlangıçta ne kadar basit bilgi kırıntılarından ibaret olursa olsun, gelecek için gelişmeğe ve yükselmeğe müsteıd bir hüviyete sahip bulunuyordu ve bu da, onun gelecek nesillere sağlam ve sıhhatli bir şe­kilde intikali ile mümkin olacaktı. Kur'ânı Kerîmden bu konuda da nazil olan âyetler, müslümanlara düşen görevi açıklıyor, ilmin başkalarına öğretilme­sini tavsiye ve telkin ederken, Onu gizleyenleri şiddetli bir dille lanetliyordu:

"İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni, Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lânetçiler lanet eder" [18]. Sahabe, bu âyetin ifade ettiği manâ içerisinde dinin ikinci kaynağını teşkil eden Sünnetin de mündemiç bulunduğunu anla­makta güçlük çekmemiş, onu da bilmeyenlere öğretmeyi, ihmal edilmez bîr vazife telâkki etmiştir. Nitekim çok hadis rivayet ettiği için itiraza uğrayan Ebû Hurayra'nın, bu itirazlara cevaben "eğer Kur'ânda şu iki âyet olmasaydı hiç bir hadîs rivayet etmezdim" [19]demesi, sahabe arasında Sünnetin nakliyle ilgili olarak yerleşmiş olan kanaati açıklaması bakımından büyük bir ehem­miyet taşır

Ancak, Hazreti Peygamberin ashabını hadis rivayetine teşvik etmesine rağmen, onun vefatından sonra bazı sahabîlerin, çok hadis rivayet eden diğer bazı sahabîleri rivayetten menetmeleri, yahut onlardan hadîs riveyetini azalt­malarını istemeleri, çelişkili bir konu olarak karşımıza çıkabilir. Filhakika Haz­reti Peygamber vefat ettikten sonra, meselâ Ömer İbnu'l-Hattâb, Irâka gitmek üzere yola çıkan Karaza bin ka’ba "gittiği yerde hadîs rivayet edip halkı  Kur'ân okumaktan alıkoymamasını" söylemiş [20], fazla hadîs rivayet eden üç kişinin, ibn Mesud, Ebu'd-Derdâ ve Ebû Zerr'in Medine dışına çık­malarına da izin vermemiştir [21]. Ebû Hurayra ise, daha sonraları, 'Ömer İbnu'l-Hattâb devrini bahis konusu ederek "onun zamanında bugünkü gibi hadîs rivayet etseydim, Ömer, kılıcıyle boynumu uçururdu" [22]demiştir.

Hilâfeti Ömer lbnu'l-Hattâb'a tekaddüm eden Ebü Bekr es-sıddîk da, Hazreti Peygamberle sohbetinin çokluğuna ve ondan pek çok hadîs işitmiş olmasına rağmen az hadîs rivayet edenlerdendi. Cennetle tebşir olunanlardan Saıd İbn Zeyd'in ise iki veya üç hadîsten fazla rivayeti bilinmemektedir [23].

 

. Hadis tedvininin başlangıcı

 

Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdık­larını ve bir takım sahîfeler vücuda getirdiklerini biliyoruz. Ancak yukarıda açıkladığımız manâda sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyle ikinci asrın başlarında başladığı anlaşıl­maktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakamla tesbit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkin değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahi­yettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinde isnad tatbikinden bah­sederken ismi üzerinde durduğumuz Ibn Şihâb ez-Zuhrl ile ilgilidir. Ez-Zuh-rl (50-124) bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür. Bu konuda Mâlik İbn Enes'in şu sözü bilhassa çok şöhret kazanmıştır: " hadîsi ilk tedvin eden kimse ibn Şihâb-tır[24]. Mâlik'in bu sözünü teyid eden bir başka haber de, ez-Zuhrinin bizzat kendisinden nakledilir. Ez-Zuhrl şöyle demektedir: "Bu ilmi benim tedvinim­den önce  hiç  kimse  tedvin  etmemiştir" [25].

ibn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadisleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler gelir. Bu haber­lerden birisinde, onun talebu'l-ilm yolundaki refiki Salih ibn Keysân şöyle demektedir: "Ben ve ez-Zuhrî, talebu'l-'ılm için biraraya geldik ve süneni yazalım dedik. Hazreti Peygamberden gelenleri yazdık. Sonra ez-Zuhri, sa­habeden gelenleri de yazalım; onlar da sünnettendir, dedi. Ben, değildir, dedim. O yazdı, ben yazmadım; o muvaffak oldu, ben kaybettim' (26)

.

Mezkûr haberler, tedvin faaliyetinin ez-Zuhri ile başladığını ve Halîfe (Omer İbn 'Âbdil-'Azîz'in bu husustaki emri ile resmen teşvik ve takip edil­diğini göstermektedir. Ancak burada dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir husussa işaret etmekte fayda yardır: Her ne kadar ez-Zuhrl ilk mudevvin olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadis toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında anlaşılmamalıdır. Hadis kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı  göz önünde  bulundurulursa,  ez-Zuhriden  daha yaşlı tâbî'ûn arasında, kitabeti kerih gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu faaliyetinide hadîs tedvini içinde mütalâa etmemek için hiç bir se­bep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli obuası sebebiyledir. Ma'mer tbn Râşid'in "biz, ez-Zuhrl'den pek çok hadîs öğrendiğimizi zannederdik; fakat Halîfe el-Velîd İbn Yezld öldürülüpde (126) hazinelerinden Mervân ailesi için ez-Zuhrl'den yazılan ilmin kitaplar halinde hayvan sırtında taşındığını görünce, ondan öğrendiklerimizin ne kadar az olduğunu anladık" sözü (27)

 

3. Hadîslerin Tasnifi

 

Birinci hicrî asrın sonu ile ikinci hicrî asrın başı, hadîs tedvininin başlan­gıcı olarak kabul edilmekle beraber, asıl hadîs eserlerinin ortaya çıkışı, ikinci asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar, Ez-Zuhrinin tedvin faaliyetiyle ilgili olarak sâlih İbn Keysân'dan naklen yukarıda zikrettiğimiz haber ha­tırlanacak olursa, ez-Zuhri'nin Hazreti Peygamberden gelen sünen yanında, sünnetten olduğu görüşü ile sahabeden gelen haberleri de toplayıp yazdığı görülecektir. Hattâ Ebu'z-Zinâd'ın aynı manâda söylediği "biz, helâl ve ha­ramla ilgili haberleri yazardık, ibn Şihâb ez-Zuhrl ise işittiği her şeyi yazıyor­du" sözü, ez-Zuhrî'nin, Hazreti Peygamberin hadîslerinden başka diğer bir çok söz ve haberleri de topladığını göstermektedir. İşte bu durum, ez-Zuhrl ile başlayan tedvin faaliyetinin ilk devredeki genel görünüşünün bir yanını teşkil eder. Bu görünüşün diğer yanı ise, tıpkı Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîlerin ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri ar­kasına yazdıkları gibi, tedvin devrinin başlangıcında da, toplanan haberlerin aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmış olmasıdır. Bu tarzda meydana getiri­len bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden, ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır, işte bu güçlük, tedvin devrinin başlan­gıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da farkedilmiş; gerek mümkin olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanıl­malarını sağlamak için, hadîslerin gelişi gtizel sıralanması yerine konularına göre tertib ve tasnif olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana geti­rilen kitaplarda her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve meselâ salâtla ilgili olanını salât, yahut zekâtla ilgili olanını da zekât bölümünde arayıp bulmak kolaylaştırılmış oluyordu. "Muannef" denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren bir başka tasnif şekli daha vardı ve bu kitaplara da "musned" adı verilmişti. Ancak musned eserlerin çıkışı, musannef denilen diğer eserlerden çok kısa bir zaman sonraya rastlar.

Mustalahu'l-hadîse dair ilk tedvin edilen eserin müellifi olan er-Râmuzul-hurmuz (ö. 360), ilk musannıflar hakkında bize şu bilgiyi vermiştir: "Bil­diğime göre hadîsleri ilk defa tasnif edip bâblara ayıran kimse, Basra'da er-Rebl( İbn Şubeyh (Ö. 160), Sa’d Ibn Ebî 'Arube (Ö. 156), Yemen'de Abd diye adlandırılan Hâlid İbn Cemil ve Mamer İbn Râşid (Ö. 153), Mekke'de İbn Cu-reyc (Ö. 150), sonra Küfe'de Sufyân es-Şevrl (ö. 161) Basra'da Hammâd İbn Seleme (Ö. 167) ve yine Mekke'de Sufyân İbn (Uyeyne (Ö. 198), Şam'da el-Velîd İbn Müslim (Ö.195), Rey'de Cerîr İbn Abdi'l-Şamîd (Ö. 182), Hora­san ve Mervde Abdullah İbnu'l-Mubârek (Ö. 181), Vâsıt'da Huşeym İbn Beşlr (Ö. 193) ve bu asırda Kûfe'de İbn Ebi Zâ'İde (Ö. 193), İbn Fuzayl (Ö. 196) ve daha sonraları Yemen'de 'Abdurrazzâk İbn Hemmâm (Ö. 211) ve Ebü" Kurra Müsâ İbn fârik olmuştur" [28].

İbn Hacer de, hadîslerin Hazreti Peygamber, ashabı ve tâbiîn devrinde tedvin edilmediğine temasla şöyle demiştir: "... Bu devirde hadîs­ler iki sebepten dolayı camilerde mudevven ve muretteb değildi. Birincisi, Müslim'in sahihinde de sabit olduğu gibi, Kur'ânı Kerîmle karışma korku­sundan dolayı sahabenin tedvinden menedilmeleri; ikincisi ise, hafızalarının vüs'ati ve zihinlerinin akıcılığı idi. Çoğu yazı bilmiyordu. Fakat tâbi'ûn dev­rinin sonlarına doğru ulemanın muhtelif şehirlere  dağılması,   havâric, ravafız ve kader münkirleri gibi bid'at ehlinin ortaya çıkması üzerine, âsârın tedvini ve bâblara göre tasnifi başladı. Bu işe ilk defa girişenlerin başında er-Rebi Ibn Şubeyh, Sa'id İbn Ebî Arübe ve diğerleri vardı. Bunlar, üçüncü tabaka gelinceye kadar her babı ayrı ayrı tasnif ediyorlardı. İmam Mâlik el-Muvat-tâ adını verdiği kitabını tasnif etti. Bu kitapta Hicaz ehlinin hadîsini topla­mış, sahabenin sözlerini, tâbi'ûn ve daha sonrakilerin fetvalarını da mezce-derek onu telif etmişti..."[29].

Gerek er-Râmuzul-hurmuz ve gerekse İbn Hacer tarafından tasnifin baş­langıcı ile ilgili olarak verilen bu bilgi, şu husususu açıkça göstermektedir ki, hadîslerin konularına göre tasnif edilip bâblara ayrılması işi, ez-Zuhrl ile başlayan tedvin faaliyetinin hemen akabinde vukubulmuştur ve tedvin ile tas­nif arasında uzun bir zaman aşımı yoktur. Yukarıda isimleri zikredilen ilk musannıflann vefat tarihlerine dikkat edilecek olursa, bunlardan büyük bir kısmının 124 senesinde vefat etmiş olan ilk mudevvin ez-Zuhrî devrine yetiş­miş oldukları kolayca anlaşılır. Bu bakımdan tedvin ve tasnif faaliyetinin, hadîs tarihinde birbiri arkasından başladığını söylemek mümkündür. Ancak, yukarıdaki açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, her ikisi de aynı değil, fakat ayrı ayrı faaliyetlerden ibarettir. Bu itibarla tedvin ile tasnifi birbirinden ayır­mak ve her ikisinin başlangıç tarihlerini birbiriyle karıştırmamak lâzımdır. Bununla beraber, meselâ müsteşrik I. Goldziher, ikisi arasındaki farkı idrak edememiş ve her ikisinin başlangıcı hakkında verilen ayrı ayrı tarihler ara* sında bir tenakuz bulunduğunu iddia ederek tedvinin başlangıç tarihini çok daha sonralara götürmeğe çalışmıştır[30]

4. ilk hadîs eserleri

 

Hadîs ıstılahlarına dair ilk eseri telif etmekle şöhret kazanan er-Râmuzul-hurmuzinin, ilk musanniflerrdan verdiği bazı isimleri yukarıda zikretmiştik. İkinci asırda kitap tasnif edenlerin hepsi,şüphesiz ki,bu isimlerden ibaret değildir.   Bununla   beraber bu  isimler,  çoğunun  eserleri zamanımıza kadar intikal etmemiş olsa bile, tasnif faaliyetinin, İslâm'ın çok erken bir devrinde başladığını göstermek bakımından büyük ehemmiyeti haizdir. Konumuzun ağırlığını hadîs tarihi teşkil ettiğine göre, ikinci asırda ortaya çıkan hadîs eserlerine ve müelliflerine işaret etmek elbette ki faydalı olacaktır.

ikinci asırda telif ve tasnif edilen hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkindir:

a) Siyer ve mağazî kitapları;

b) Sünen kitapları;

c) Câmi'ler;

d) Musannaflar;

e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar. [833]

TASNİFİN ALTIN ÇAĞI: KÜTÜBÜ SÎTTE DEVRÎ

 

(III. Hicrî Asır)

 

 

İkinci asrın ilk yarısı ortalarında zuhur eden ve giderek geliştikten sonra, üçüncü asrın yine ilk yansında tamamiyle kuvvetten düşen mutezile ile, onun eliyle ortaya çıkan Kelâm ilmi hakkında  bilgiler, bize şu gerçeği göstermiştir ki, mezheb, kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadîsçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı pren­sipler yönünden, hadîs ve hadîsçilerle ters düşmüş; bunun neticesinde» iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmış, hattâ mezhep mensuplarının Halîfe el-Me'mun vasıtasıyle sultayı ele  geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmesi cihetine bile gidilmiştir.

Mutezile imamları, iyi veya kötü davranışlarını, aklî ve felsefî görüş­lerini halka telkin edebilmek gayesiyle plânlarken, hadîsçilerin de sünnete dayalı inançlarını yaymak için gayret göstermiş olmalarını tabii karşılamak gerekir. Aslında hadîsçilerin dinî konularda sahip oldukları inanç, mutezile­den farklı olarak, Kur'ân ve hadîste buldukları nassların ifade ettikleri ma­nâdır; çünkü nassın sıhhati onlar için sabit olduktan sonra, o nass mutlak surette inanç hasıl eder. Bu bakımdan hadîsçiler için yapılması gereken ilk is., her biri bir amel veya bir inancı gerektiren hadîs metinlerinin rivayeti ve daha kolay istifade edilmesi için kitaplarda biraraya getirilmesidir. Halbuki mutezileye göre durum farklıdır. Onlar için nassın sıhhati, manâsının pren­siplerine uygun olarak gelmesi halinde değer ifade eder. Aksi halde nassın sıhhatini ve dolayısiyle nassı inkâr etmekte tereddüt göstermezler.

işte, ikinci asırda hadîsçilerle mutezile kelâmciları arasında ortaya çı­kan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadîs­çilerin, Hazreti Peygamberin sünnetine dayalı amel ve itikadı, kelâmcıların eski Yunan felsefesi ile terbiye edip geliştirdikleri aklî muhakemelerinden ve onun tahripkâr tesirlerinden korumak için yoğun bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıh­hatleri tesbit edilmiş, gerek mutezilenin ve gerekse diğer mezheplerin görüş­lerini çürütecek hadîslerin biraraya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Nitekim bu asırda telif edilen ve sıhhati ile ün salan buharideki îman, tevhîd, kader, Kitap ve Sünnete sarılma, haber-i âhâd gibi bölümler ve bu bölümler içinde yer alan hadîsler, kitabın, kesinlikle İslâm dinini mute­zile ve benzeri mezheblerin tasallutundan korumak maksadıyle hazırlandığını isbat eder. Buna benzer bölümleri Müslim'in Şahidinde de görmek mümkindir.

Kutub~i Sitte musannıfları arasında bulunan ibn Mâce'nin bu konuda takip ettiği yol çok daha açık ve kesindir. Sünen adlı,eserine, sünnete tâbi olmanın gerekli olduğunu gösteren hadîsleri biraraya getirmekle başlamış, bunu sırasiyle, hadîsin ehemmiyeti, hadîste kasden yalan söylemenin kötü­lüğü, Hulafa-i Raşidînin sünnetine ittiba, bidat ve cidalden, keyfî rey ve kı­yastan sakınma, iman, kader, ashabın faziletleri, havaric, cehmiyye (mute-zile)nin inkâr ettiği hususlar, iyi ve kötü olan sünnet (yol) i takip edenler, sünneti ihya edenler ve diğer bâblar takip etmiştir, ibn Mâce, bu bâblarda zikrettiği hadîslerle, mutezile ve benzeri mezheblere Hazreti Peygamberin ağzından cevap vermek ve onların İslâm dışı görüşlerini çürütmek gayesi gütmüştür.

Kutub'i Sitte'nin zuhuru dolayısiyle hicretin üçüncü asrını, hadîs tas­nifinin altın çağı olarak tavsif ederken, bu asırda tasnife hız veren âmillerin başında, mutezile ve benzeri mezheblerin zuhurunu, Kelâm ilminin doğu­şunu ve kelâmcılarla hadîsçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikretmiş bulunuyoruz. Ancak şunu hatırdan uzak tutmamak gerekir kî, tasnife Hız veren âmiller sadece bunlardan ibaret değildir. Daha önce çeşitli vesilelerle üzerin­de durduğumuz hadîs, vaz'ı da, tedvin ve tasnife hız veren âmillerin başında hatırlanması gereken hususlardan biridir. Çünkü sahih hadîslerin belirli ki­taplarda toplanması halinde, bu kitaplar dışında kalan hadîslere itibarın azalacağı tabiidir. Her ne kadar hiç bir hadîs toplayıcısı, kitabında bütün sahih hadîsleri toplamayı gaye edinmemiş ise de, hiç olmazsa topladığı hadîs­ler arasına mevzu olanlarını karıştırmamağa dikkat sarfettiği için, vücûda gelen kitaplara güven içinde müracaat etmek imkânı hasıl olmuştur. Bu ba­kımdan hicretin üçüncü asrı, sahih hadîs kitaplarının vücüd bulduğu, mütea-kıb asırlara bu konuda artık yapılması gerekli fazlaca bir işin bırakılmadığı bir devir olarak görülür. Hadîs hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış; hadîslerin isnadlanna, isnadların illetlerine, ricalin cerh ve tadil yönünden mertebelerine vâkıf meşhur üstadlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadîs mecmuaları bu asırda onların eliyle vücûd bulmuştur. Bu asrı takip eden devirlerde her ne kadar bazı müstakil hadîs eserlerinin telif edil­diği görülürse de, asıl telif faaliyeti, üçüncü asırda ortaya çıkmış olan. eserler­deki hadîslerin bir kitap içinde cem'ine, yahut isnadlarının hazfedilmek su­retiyle  İhtisarına,  yahutta  mustedrek  veya  mustahreclerhinin  yapılmasına hasredilmiştir. Keza müteakıb asırlarda telif edilen rical tarihi ile ilgili eser­lerin bilgi yönünden kaynağı, üçüncü asır müellifleri olduğu gibi, ricalin cerh ve tadili hakkında ileri sürülen görüşlerin asıl sahipleri de, yine bu asır imam­larıdır. İşte, üçüncü asrın hadîs ilmi yönünden bu üstün özellikleri dolayisiyladır ki onu altın çağı olarak vasıflandırmayı uygun gördük. [31]

 

FIKIH İLMİ

 

fıkıh, kelime olarak bir şeyi tam olarak bilmek ve anlamak anlamına gelmektedir. İslam fıkhı ise şeriatın yanı sıra Fakihlerin fetvalarıyla Müslümanların hayatına yön verme amacı güden, Müslümanların kurup geliştirdiği ilk ilim dalıdır. İslam hukukunun temeli fıkıhla atılmıştır. Kuran ve sünnetin cevap vermediği sorular, Fakihlerin çözümlemeleriyle cevaplandırılmış, böylece İslam fıkhı hızlı bir gelişme kat etmiştir. İslam karşıtları tarafından kendinden önceki Roma ve Yahudi hukukunu aldığı iddia edilse de İslam, yepyeni hükümlerle gelmiş ve kendi hukukunu da özgün bir seviyeye ulaştırmıştır.

Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de -bu devrede- aynı mânaya gelmektedir. 
Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan amel ve muamele ile alâlakı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife "...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir.
İmam Şâfiî de fıkhı: "Dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir" diye târif etmiştir.(31)

. 

FIKIH İLMİNİN GEÇİRDİĞİ GELİŞİM SAFHALARI

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür. (32)

Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir. 

Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.

 Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır. 

Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir  problem  olarak ortaya çıkmamıştır.

 

2- Sahabe Dönemi

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” demiştir. (33)

Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır.(34) Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların  hükümleri araştırılmıştır.

Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan  sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır. (35)

 3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti. (36)

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur.(37)Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.(38)

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır.(39) Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

 

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması (40)

Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.(41)

Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.” (42)

Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.(43)

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.

Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.

İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.(44)

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak  şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

(1) Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/46.

(2) Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakatü’l-Müfessirin), Bilmen Yayınevi: 1/47.

(3)Ebü Davud Süleyman b.el-Eşa's, es-Sünen li Ebî Davııd, 61 4604, İst. 1981, Çağrı.

(4)Maide, 5/67.

(5)Nahl, 16/44.

(6) Ebî Abdillah Muhammed b.Ahmed el-Ensarî el-Kurtubî, el-Cami"li Ahkami'l Kur' an. I/ 39, 2.B, 1945 Mısır, Daru’l Kütübü'l Mısriyye.

(7)Zerkanî, Muhammed Abdulazim, Menahilu'l- Irfan fi Ulıımi'l- Kur'an, I/31, ts. Kahire, Daru İhyai'l-Kütübü'l- Arabiyye

(8)tdv islam ansiklopedisi          cilt: 40; sayfa: 285[TEFSİR - Abdülhamit Birışık]

(9)23 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, ı, f68. 2

" Cerrahoğlu, age, ı, 174.200

(10)ÇETİN,abdurrahma T.C.ULUDAĞ ÜNiVERSiTESiiLAHiYAT FAKÜLTESİ Sayı: 9, Cilt: 9, 2000

(11)TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ cilt: 40; sayfa: 291[TEFSİR - Mehmet Suat Mertoğlu]

(12)TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ cilt: 40; sayfa: 291[TEFSİR - Mehmet Suat Mertoğlu]

(13) 'Abdulvahnab Hall&f, Ulam teşrti tarihi, t. İS.

(14)Necm sûresi, 3.

(15)Prof. Dr. Talât Koçyiğit, HADİS TARİHİ, Türkiye, Diyanet Vakfı Yayınları: 11-15.

(16)El-Buhâri, Şahih, VI. 100.

(17)Nisa sûresi, 58.

(18) Bakara sûresi, 159.

(19) EI-Buhâri, Sahih, I. 37-38.

(20)Ebû Qatim tbn Hibûn, KUâbu't-Tirify M'l-niMrâfrlh, 10 b; Ahmed tbn Qanbel, Kİtö-*«V-'ıM, I. 62, 113; ez-Zehebt, Teikir*u'l-WJ*i, I. 6.

(21)Ebü H&tim İbn Hıbbân, adı geçen eseri, 10b; İbn ıAdt, eUKâmil, I. 2b; Ahıned İbn Jtaıı-bel, Kitöbu'f-Me/, I.

(22) Ez-Zehebİ, TezkUeSu.%f>uffâi, I. 7.

(23)Tercemesi hakkında bkz. İbn Hacet, el-Iföbe, 111. 96-97; Ibıutf-Egîr,   Usdul-gâtbe

II. 306-307.

(24)Bu haber için bkz. Ebü NuSjym, gdye, III. 363; tbn 'Abdil-Beir, Cami* bey&m I. 76; tbn Kesir, d-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 315; el-Kettanf, «r-RUâU d-Mıutafra/a, s. 4,

(25)El-Kettânt, erRUale eLMustafrafa, s. 4.

(26)Ebu Nuaym, HUye, III. 360; ez-Zehebf, Târ^u'l-tilâm, V. 145; îbn Çacer, T«hif-4uV(«A?ft, IX. 448.

(27) Ebü Nu'aym, HUye, III. 361; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 344;  V. 141.

(28)Ebü Nu'aym, HUye, III. 361; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, IX. 344;  V. 141.

(29) îbn Hacer, Hedyu's-târî, s. 4—5.

(30)Bkz.  Etüde* sur la tradition  Islamiçue, s. 26S-267

(31) Prof. Dr.talat Koçyiğit,hadis tarihi,tdv vakfı yayınları:229-231

(31) Tehânevi, Keşşâfu-Istılâhâti'l-Fünûn, mukaddime.

(32) Fahrettin Atar, M.Ü.İ.F.Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, Sayı: 3, sayfa:21-22, İstanbul 1985

(33) İbn Kayım, İ’lâmü’l-muvakkıin, I, 17.

(34)  Fahreddin Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “ İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı 3, s.26

(35)   Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, İstanbul 1989, s. 115.

(36)  Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.162.

(37)   Muhammed el-Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, İstanbul 1987, s.159.

(38) Hudarî, İslam Hukuku Tarihi, terc. Haydar Hatipoğlu, s.159-169; Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.161-167; Fahreddin Atar, Fıkıh Usulü, s.355-359

(39) Hayreddin Karaman, Ders Notları, s.45

(40)  Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.170-171; Atar, Fıkıh Usulü, s.361-362

(41) Atar, M.U.İ.F. Dergisi, “İftâ Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, sayı:3, s.30

(42)  Hudarî, İslam Hukuku Tarihi (terc. Haydar Hatipoğlu), s.320

(43) Atar, Fıkıh Usulü, s..365-366.

(44) Karaman, Ders Notları, s. 17.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz


Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir?

 Hamdi KARANFİL

Öğrenci No: 14912718

Tezli Yüksek Lisans

 

 

TEFSİR ve TARİHİ OLUŞUM SÜRECİ

 Kur’an’ın terim anlamıyla ilgili olarak çeşitli tanımlamalar yapılmış, bunlar büyük ölçüde bir araya getirilerek şöyle bir tarife ulaşılmıştır: “Kur’an, Allah tarafından Cebrâil vasıtasıyla mahiyeti bilinmeyen bir şekilde son peygamber Hz. Muhammed’e indirilen, mushaflarda yazılan, tevâtürle nakledilen, okunmasıyla ibadet edilen, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle biten, başkalarının benzerini getirmekten âciz kaldığı Arapça mûciz bir kelâmdır.” Bu tarife göre Hz. Peygamber’e indirilmeyen kitap ve sayfalara, Kur’an’ın tercümesine veya Kur’an’ın mânalarının Arapça olarak başka kelimelerle ifade edilmiş şekline, Hz. Osman’ın mushaflarının hattına uymayan kıraatlere ve kutsî hadislere Kur’an denilemez.Kur’an’ın göndriliş amacı onun mesajlarını anlama ve hayat aktarmadır.Bu maksadı gerçekleştirmek için onun doğru şekilde anlaşılması gerekir.Bunun içinde Hz Peygember’in teybin görevi bu görevi ifa  etmekteydi.Hz Peygamberin vefatından sonra Kur’an mesajının ve vahyin anlaşılması tefsir ilminin konusu olmuştur.

 “Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki muradını beşerin gücü oranında bulmaya yardımcı olan bir ilim dalı anlamında kullanılan tefsir,sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsîr “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için fesr ve aynı anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklûb olduğu ve fesr ile benzer anlamlar taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir

Süyûtî tefsir ilmini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğu konusunda ulemânın icmâ ettiğini bildirmekte ve İslâm’daki üç temel ilimden birini tefsir diye göstermektedir (el-İtķān, II, 1195). Tefsirin konusu Allah’ın insanlar için gönderdiği son ilâhî tebliği incelemek, amacı ise bu tebliği her seviyeden insana anlatıp tanıtmak, bununla insanların yolunu aydınlatmaktır.

Kur’an’a muhatap olan insanlar, onu başından itibaren Hz. Peygamber’in kendilerine tebliğ ettiği ve onlara ulaştığı haliyle kavramış ve öylece kabul etmiştir.

Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazan da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir. Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır.

Hz Peygamber’in vefatından sonra Kur’an’ı açıklama  işiyle , bilgili ve kavrayışlı sahabiler meşgul olmuşlardır.Onlar, Kur’an ayetlerinin hangi maksatla, kimler hakkında veya hangi hadiselerle ilgili olarak indirildiğini bilen insanlardı.Onun için sahabe’nin Kur’an metniyle vakıa arasındaki irtibatı, daha sıhhatli bir şekilde kurabildiklerini kabul etmek gerekir.Bu çerçevede sahabe’nin  özellikle Esbabu’n-Nüzul’la ilgili açıklamaları, sonraki nesiller için Kur’an’ın tefsirinde ve anlaşılmasında kıymetli malzemelerdir.

Sahabe asrında Tefsir sahasında meşhur isimler şunlardır.

Ali b.Ebi Talib,Abdullah b.Mes’ud, Abdullah b.Abbas, Ubeyy b.Ka’b, Ebu Musa el-Eşari, Zeyd b.Sabit, Abdullah b.Zübeyr. İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn Abbas’a dayanmaktaydı. Tefsirle ilgili kendisinden en fazla görüş nakledilen sahabi Abdullah b.Abbas’tır.Ona Tercumanü’l-Kur’an adı verilmiştir. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır.

Tefsirde bir diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur. İlk müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür.

Sahabe neslinden sonra doğal olarak Tabiün nesli Kur’an tefsiriyle ilgilenmiştir.İslam devletinin sınırları kısa bir zamanda Arap Yarımadasının dışına taşmış, Arap olmayan , kendilerine mevali  denilen insanlar, İslam Ülkesinin çeşitli beldelerine dağılansahabenin Kur’an hakkındakibilgilerinden istifade etmişlerdir.Mesela Mekke’de Said b. Cübeyr, Mücahid, İkrime, Ata b. Ebi Rebah gibi tabiün müfessirleri İbn Abbas’ın talebeleri olmuşlardır.Irak’ta Mesruk, Hasan’ül-Basri ve Katade gibi zatlar Abdullah b. Mes’uddan ilim almış ve tefsir sahasında meşhur olmuşlardır.

Tabiün  devrinde de Kur’an Tefsiri  bazı kelimelerin açıklanması, bazı müşkillerin izahı tarzında ortaya çıkmıştı.Tabiün müfessirlerinin açıklamalarının bir kısmı, sahabeden gelen rivayetlerdi.Bir kısmı Ehli Kitap alimlerinden elde ettikleri  bilgilere dayalı yorumlardı.Ayrıca onlar, bazı koularda kendi içtihadlarına  dayalı açıklmalarda  yapıyorlardı; ancak başlangıçta tefsirde akli yorumlara fazla yer olmadığı söylenmektedir.Bu konuda bir çekingenlik vardı.Onun için tefsir, ilk dönemlerde Hz Peygamber’den sahabeden ve tabiündan nakledilen rivayetlerden oluşmaktaydı.

Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur. Bu dönemde dirâyet tefsiri kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukātil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr: Tefsîru Muķātil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin ilklerindendir

Tarihi seyri içinde baktığımızda tefsir, ilk olrak rivayet tefsiri şeklinde ortaya çıkmıştır, önceleri Hadis geleneğinin içinde yer almışken, sonraları tefsir rivayetlerini toplayan müstakil tefsir eserleri yazılmaya başlanmıştır.İlk tefsirler, hicri II.asırdan itibaren ortay çıkmıştır.Hangi müfessirin daha önce müstakil tefsir eseri vucuda getirdiği  konusu tartışmalıdır.Çünkü ilk tefsirlerin çoğu bize kadar ulaşmamıştır.Günümüze kadar gelebilen ilk tefsir sahifelerinin sahipleri ni şöyle sıralayabiliriz.

Ali b.Ebi Talha(ö.143/760)

Mukatil b.Suleyman (ö.150/767)

Sufyanu’s-Sevri (ö.161/778)

Yahya b. Sellam (ö.200/815)

Abdurrezzak b.Hemmam (ö.211/827)

 

Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak görülmüştür. Tefsir tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam etmiştir

İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet görmüştür. CâmiǾu’l-beyân Ǿan teǿvîli âyi’l-Ķurǿân adını verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîĥu’l-ġayb’ını özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın küçük yerinde yayılması ile İranlılar’ın, Türkler’in, Türkistanlılar’ın, Kafkas kavimlerinin, Hintli müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.

Kaynakları ve Yöntemleri Bakımından Tefsirler. Âyetlerin tefsiri esnasında başvurulan kaynaklara göre yapılan bir taksimde ağırlıklı olarak rivayet bilgilerini kullanan yaklaşımla aklî muhakemeye dayanan şahsî değerlendirmeleri ve re’y ile tefsiri önceleyen yaklaşım belirleyicidir. Bu iki yaklaşım göz ardı edilmemekle birlikte bunların yanında sezgiyi de işin içine katan ve Kur’an’ı tefsir ederken bazı işaretleri önemseyen bir yaklaşım biçimi de vardır. Ayrıca geniş ölçüde dil tahlillerine yer veren ve filolojik bir amaç güden tefsirler mevcuttur. Müfessirlerden bu dört yöntemi karma biçimde kullananlar da vardır.

1. Rivayet Tefsiri. Tefsir için kaynak olarak sadece Kur’ân-ı Kerîm’in, Resûl-i Ekrem’in sünnetini, sahâbeyi ve sahâbeden faydalanan nesli esas alan ve “me’sûr tefsir” diye de adlandırılan rivayet tefsiri yaklaşımına göre müfessir bu yollarla gelen bilgiyle yetinir ve Kur’an’ı bu kaynaklara dayanarak yorumlar. Şüphesiz Kur’an’ın en iyi müfessiri Kur’an’ın kendisi ve Allah resulüdür. Sahâbe ise vahiy döneminde yaşadığı, âyetlerin kimler hakkında ne zaman indiğini gözlemlediği, Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirini işittiği ve Kur’an’ın getirdiği hükümlerin uygulamasını gördüğü için tefsirde önemli bir kaynaktır. Tâbiîn ise sahâbenin aktarmadığı pek çok uygulamayı onlardan görerek sonraki nesillere taşımıştır. Burada en önemli sorun anılan dört kaynağın Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiri için yeterli olup olmadığıdır.

Selefin önde gelen imamları, özgün bir düşünce ve özgür bir yaklaşımla Kur’an'ı tefsir etmeyi doğru bulmuyorlardı. Onlara göre Kur’an tefsirinde en doğru ve başarılı yöntem nakle bağlı kalarak yapılan tefsirdir. Nakle dayanmayan tefsirler ya "keyfi" ve "aklî", ya da"zan" ve "tahmin" den ibarettir ki, bu da "ilim" değildir. Bu durumda bir şeyin ilim olarak nitelendirilebilmesi ise, o şeyin isnâd zinciri yoluyla gerçek ilim ehli olan ilk râvisine ulaştırılmış, kulaktan kulağa nakledilen rivayet olması şarttır ve ancak bu şekilde gerçeğe mümkündür.

Rivayet tefsiri: "Kur’an'a, Hz. Peygamber'in sünnetine, seleften naklilen haberlere, Arap dili ve Câhiliye Arap şiirine dayanan tefsir" diye tanımlanabilir. Buna göre Rivayet tefsirinin kaynakları, Kur’an, sünnet, sahabe ve tâbiûn kavilleri ve hiçbir müfessirin müstağni kalamayacağı filolojik yani dilbilimsel tefsirin vazgeçilmez iki unsuru olan Arap Dili ve Câhiliye şiiridir.

Meşhur Rivayet Tefsirleri

1. İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), Câmiu'l-Beyân an Te'vîli'l-Kur’an. (Bu tefsir her ne kadar rivayet tefsirinin özelliklerini taşıdığı için söz konusu tefsirler arasında sayılıyorsa da, şunu kabul etmek lazım ki Câmi'u'l-Beyân ayrıca dirayet tarafı da ağır basan birkaç önemli, tefsirden biridir.)

2. Ebu'I-Leys es-Semerkandî (ö. 61.383/993), Tefsîru'l-Kur’ani'l-Azîm.

3 Ebû İshâk es-Sa'lebî (ö. 427/1036), el-Keşf ve'l-Beyân.

4. el-Beğavî (ö. 516/1122), Me'âlimu't-Tenzil

5. İbn Atiyye el-Endülüsî (ö. 546/1151), el-Muharreru'1-Vectz fî Tefsîri'1-Kitâbi'l-Azîz.

6. İsmail İbn Kesîr (ö. 774/1372), Tefsîru'l-Kur’ani'l-Azîm.

7. es-Se'âlibî (ö. 875/1470), el-Cevâhiru'l-Hisân fi Tefsiri'l-Kur’an.

8. es-Suyûtî (ö. 9U/1505), ed-Dürrü'l-Mensûr fi't-Tefsîr bi'l-Me'sûr.

9. el-Kâsımî (ö. 1332/1914), Mehasinu't-Te'vîl, (Tefsîru'l-Kâsımî)

 

2. Dirâyet Tefsiri. Re’y tefsiri ve aklî tefsir de denilen bu yönteme göre müfessir rivayet tefsirinin kaynaklarını ve yöntemini kullanmakla yetinmez; yer yer bu kaynakların verilerini eleştirir, rivayetin ortaya koyduğu bilginin yetersiz kalacağı düşüncesiyle ilgili âyeti veya sûreyi yorumlamaya çalışır. Bu tefsir tarzında müfessir daha aktiftir; elinde bulunan kaynakları akıl süzgecinden geçirir, bir bakıma ictihad yapar. Dirâyet tefsiri, ulemânın sonradan ihdas ettiği bir yöntem olmayıp kaynağını bizzat Kur’an’ın kendisinden ve Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ı yorumlama biçiminden alır. Zira Allah birçok âyette insanı Kur’an üzerinde düşünmeye teşvik etmekte, Hz. Peygamber de lafzın günlük dildeki kullanımı dışında başka anlamlara da gelebileceğini söylemekte, kişinin bu konuda dikkatli olmasını ve aklını kullanmasını öğütlemektedir. Adî b. Hâtim’in orucun başlama vaktini (imsak) tayin eden âyeti (el-Bakara 2/187) yanlış anladığını gördüğünde bu ifadedeki beyaz iplik ve siyah iplikle gecenin karanlığının ve gündüzün aydınlığının kastedildiğini söylemiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 2/28). Sahâbeden ve tâbiînden birçok kimse Kur’an’ı anlamaya çalışırken kendilerine ulaşan bilgilerin yanında re’y tefsirine de başvurmuştur. Nasr sûresinin tefsirini arkadaşlarına soran Hz. Ömer sohbete genç sahâbî İbn Abbas’ı dahil etmiş ve onun yaptığı aklî yorumu beğenerek ona iltifat etmiştir

Dirayet tefsiri, yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimlere dayanılarak yapılan tefsir demektir. Buna re'y ve aklî tefsir de denir.

Dirayet tefsiri bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bildiğimiz kadarıyla Kur’an'ın ilk muhatapları oldukça sade bir hayat yaşıyordu. Onların yaşayışları Kur’an'ın ana prensipleri istikametinde devam edip gittiği için, o dönemde Kur’an'ın anlaşılması noktasında pek problem ortaya çıkmıyordu. Aynca Müslümanlar herhangi bir mesele ile karşılaştıklarında Hz. Peygamber (sav)'e başvurup onu çözüme kavuşturabiliyorlardı. Ancak bir taraftan İslâm coğrafyasının genişlemesi neticesi yeni hadiselerin, felsefî fikirlerin ve mezheplerin ortaya çıkması, diğer taraftan da nübüvvet asrından uzaklaştıkça Müslümanların bilgi ve kültürlerinin zayıflaması, hem daha önce üzerinde durulmayan nasslann, hem de açıklanmış olmakla birlikte yeniden ele alınması gereken âyetlerin tefsirini zorunlu hale getirmişti. İşte böyle hassas bir dönemde söz konusu edilen tefsirin, rivayet kaynakları yanında içtihada da yer vermesi icap ediyordu. Böylece bahis konusu doğal süreç sonunda dirayet tefsirinin kaynakları da ortaya çıkmış oldu.

Dirayet tefsirini rivayetten ayıran en belirgin özellik, müfessirin herhangi bir meselede kendi görüşüne yer vermesidir. Ancak bu onun rivayet tefsir kaynaklarını hiç kullanmayacağı anlamına gelmez. Burada takip edilecek en sağlıklı yöntem öncelikle rivayet tefsiri için söz konusu edilen kaynaklara başvurmak ve o kaynaklardan elde edilen bilgileri akıl süzgecinden geçirmektir. İşte bu da içtihâdda bulunmak demektir. Ancak bu, müfessirin tefsir ettiği nass hakkında bahis konusu kaynaklarda bilgi bulamadığı, ya da kendisine ulaşan rivâyetlerdeki ihtilâf veya tutarsızlıkları ortadan kaldırmak istediği zaman müracaat edeceği bir yoldur. Bu da demektir ki, herhangi bir âyetin tefsiri esnasında yorum yapacak müfessirin bir taraftan rivayet tefsir kaynaklarını kullanabilecek bir alt yapıya, diğer taraftan da bu kaynalardaki çelişki ve tutarsızlıkları Kur’an ve sahih sünnetin ruhuna uygun bir sonuca kavuşturma hususunda içtihâd edebilecek bir bilgi birikimine sentez kabiliyetine ve yorum gücüne sahip olması gerekmektedir. Ancak böyle bir yeteneğe ve güce sahip olup, Kur’an'ı söz konusu tarzda tefsir edecek müfessirin yapacağı yorum da, bir taraftan lafızların zahiri manalarına, Kur’an ve sahih sünnete ters düşmemeli, diğer taraftan da yapılacak o yorumu destekleyici nitelikte bir nas bulunmalıdır. Aksi takdirde ortaya konulan görüş, mücerred re'ye dayanacağı için mezmum ve haram sayılmıştır.

Meşhur Dirayet Tefsirleri:

1. ez-Zemahşerî (ö. 538/949), el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl.

2. er-Râzî (ö. 606/I209), Mefâtîhu'l-Gayb.

3. el-Beydâvî (ö. 685/1286), Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil.

4. en-Nesefî (ö. 710/1300), Medâriku't-tenzîi ve Hakâiku't-Te'vil.

5. el-Hâzin (ö. 741/1340), Lübâbu't-Te'vîl fî Me'âni't-Tenzîl.

6. Ebû Hayyân (ö. 745/1344), el-Bahru'l-Muhît.

7. Hatib eş-Şirbînî (ö. 977/1570), es-Sirâcu'l-Münîr.

8. Ebu's-Suûd Efendi (ö. 982/1574), İrşâdu'l-Akli's-Selîm ilâ Mezâye'l-Kur’ani'l-Kerîm.

9. el-Âlûsî (ö. 1270/1853), Rûhu'l-Me'âni fî Tefsîri'1-Kur’ani'l-Azîm ve's'Seb'i'l-Mesânî.

10. Reşid Rızâ (ö. 354/1935), Tefsîru'l-Menâr

11. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1362/1942), Hak Dini Kur’an Dili.

12. el-Merâğî (ö. 1365/1945), Tefsîru'l-Merâğî.

13. Ebu'l-'A'lâ, el-Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’an

3. İşârî Tefsir. Kur’an’ın keşf ve ilham yoluyla açıklandığı tefsirler için kullanılan bu tabir yerine “remzî tefsir” veya “tasavvufî tefsir” de denir. Bu tefsir biçiminin tutarlı bir esasa dayanmayan bâtınî tefsirden ayrılan yönleri vardır. Her ne kadar bu türden tefsir yazanlar kendilerinin Kur’an’ın iç anlamıyla uğraştıklarını söyleseler de çoğunlukla zâhirî mânaya karşı çıkmamışlar, açık nasla ortaya konan hükümleri inkâr etmemişlerdir. Onlar bu tefsir şeklini insanın gönül ve his dünyasının bir yansıması olarak görürler ve âyetlerin iç yorumlarına ulaşmak için bilgi birikimi ve tefekkür kabiliyeti yanında ahlâkî olgunluğun gerekliliğine vurgu yaparlar; Kur’an’ın dış anlamını Arapça bilenlerin, iç anlamını yakīn ehli olan âriflerin bildiğini ifade ederler.

İşârî tefsirde tedvin dönemi sahâbe sonrasına rastlar. Hasan-ı Basrî’nin adı işârî tefsirde de öne çıkar. Onun şahsındaki âlimlik ve zâhidlik tefsir yorumlarına yansımıştır. Bazı işârî yorumlar ondan talebelerine intikal etmiş, nihayet Sehl et-Tüsterî’nin Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm adlı eseriyle işârî tefsir kayda geçirilmiştir. Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin Ĥaķāǿiķu’t-tefsîr’i, Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin Leŧâǿifü’l-işârât’ı, Rûzbihân-ı Baklî’nin ǾArâǿisü’l-beyân’ı, Necmeddîn-i Dâye’nin Baĥrü’l-ĥaķāǿiķ ve’l-meǾânî’si, Abdürrezzâk el-Kâşânî’nin Teǿvîlâtü’l-Ķurǿân’ı, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Mevâhib-i ǾAliyye’si, Baba Ni‘metullah b. Mahmûd en-Nahcuvânî’nin el-Fevâtiĥu’l-ilâhiyye ve’l-mefâtîĥu’l-ġaybiyye’si, İsmâil Hakkı Bursevî’nin Rûĥu’l-beyân’ı ve Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî’nin Rûĥu’l-meǾânî’si işârî tefsirin klasiklerinden sayılır.

4. Lugavî/Filolojik Tefsir. Ağırlıklı olarak ilk dört asır içerisinde (VII-XI) meydana gelen, daha çok lafızların ve cümlelerin delâletini, Kur’an’ın üslûbunu, dil inceliklerini, Kur’an metnindeki iç bütünlüğü dikkate alan bu çalışmaların amacı âyetlerin anlamında ortaya çıkabilecek kaymaların ve yanlış yorumlamaların önüne geçmektir. İslâm toplumunun genişlemesi ve Arap olmayan unsurların İslâm’a girmesiyle bir yandan Kur’an’ın indiği dil safiyetini kaybetmeye başlamış, öte yandan Arapça’yı anlayanların oranı azalmıştır. Çeşitli düşüncelerle ortaya çıkan aşırı fırkaların Kur’an’ı yorumlarken kendilerini kayıt dışı tutma ve Kur’an’ı serbest şekilde yorumlama arzuları da lugavî tefsir hareketinin önemli etkenlerindendir. Sahâbe döneminde başlayan Kur’an lafızları ve ibareleriyle ilgili çalışmalar, Arap dilinin kayda geçirilmesi ve dil okullarının ortaya çıkmasıyla birlikte daha sistemli bir seyir takip etmiştir. İ‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân gibi dil ilimlerinde kısa bir zaman içerisinde yüzlerce eser meydana getirilmiştir .

 

Tefsir rivayetleri, günümüze kadar değişik biçimlerde ve muhtevalarda tezahür etmiştir.İslam toplumunun tarihi, kültürel, ilmi, fikri, ekonomik,siyasi, ahlaki, sosyal vs. dönüşüm seyri içerisinde müfessirler, içinde bulundukları ortamların da etkisiyle Kur’an’ı çeşitli yönleriyle tefsire ve yorumlamaya çalışmışlardır.

 

 

HADİS ve TARİHİ OLUŞUM SÜRECİ

İslam Dini’nin iki temel kaynağı vardır. Bunlar yüce kitabımız Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in Sünneti’dir. Ashâb–ı kirâm, İslâm dinini, Kur’an-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan hadislerinden meydana gelen sünnetiyle bir bütün olarak tanıdı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı. Daha ilk halîfe Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat Hz. Peygamber’in izniyle kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak derleme çalışmaları ise, zaman içinde giderek hız ve yaygınlık kazandı. İlk bir buçuk asırda tamamen yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri, ikinci ve özellikle üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında toplandı. Bugün bizim hadis kitaplarında gördüğümüz bu yazılı metinler, birer sünnet belgesi olarak hadis adıyla anılageldi.

Bir toplum için müşterek hafıza müşterek kültür demektir. Müşterek hafızanın parçalanması veya unutulması toplumun varlığı için bir tehlikedir. Çünkü hiçbir toplum müşterek bir hafızaya sahip olmadan meydana gelmez ve geldikten sonra da varlığını sürdüremez. İslâm toplumunun teşekkülü, entegrasyonu ve idamesi, yaşayan sünnetin ifadesi olan hadislerde tecessüm eden söz konusu müşterek hafızanın toplumun bütün katmanlarına yayılması ve muhafazası ile mümkün olmuştur.  Bu bağlamda sünnetin bütün Müslümanlar tarafından benimsenen ve hayatın her alanını kapsayan davranış modelleri sağlayarak belirleyici bir rol oynadığı tarih boyunca müşahede edilmiştir.

İslam toplumunda  hem nesiller arası hem de bölgeler arası kültürel entegrasyon, hadis rivayetinin İslâm toplumunun her kesimine nüfuz etmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Hadis âlimleri Hz. Peygamber'in örnek davranış tarzını bütün Müslüman toplumlara yayarak tüm dünyada ortak bir Müslüman kimliği oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Eğer hadis âlimleri Nebevî sünneti yayarak ortak bir davranış ve sosyal hayat tarzını hâkim kılmasalar ve hadisi bir referans olarak yerleştirmemiş olsalardı, ne nesiller ne de bölgeler arası bir müşterek kültür ortaya çıkabilirdi. Aksi takdirde farklı nesiller, farklı düşünür ve yaşardı. Farklı bölgelerin insanları Kur’an'ı farklı yorumlayıp uygulardı.

Hadislerin kültürel önemini izahta, hadis metinlerinin içeriği kadar, hadis rivayet ağı olan isnad sisteminin ne denli önem arz ettiğinden yararlanabiliriz. Hadis rivayet ağı, günümüz dünyasında bilinen kayda geçmiş en geniş ve en uzun ömürlü sosyal ilişkiler ağıdır. Benzer bir sosyal ilişkiler ağı henüz sosyal bilimciler tarafından keşfedilmemiştir. Böyle bir ağa İslam dışı kültürlerde rastlanmamaktadır. Hadis âlimlerinin övünerek ifade ettikleri gibi isnad İslâm medeniyetine has bir kurumdur, başka medeniyetlerde yoktur. Başka medeniyetlerde sistemli ve tenkitli bir şekilde kaynak gösterme âdeti son derece yeni bir uygulamadır. Özellikle Hıristiyanlık ve Yahudilik'te benzer bir unsura rastlanmamaktadır. Bu kültürlerde rivayet sistemlerinde isnad ile kısmî benzerliklere rastlanabilir ama bir sistem olarak isnad sistemi ile mukayese edilebilecek bir yapı gözlemlenmemektedir.

Ashab döneminde hadis rivayetinin merkezi Medine olmuştur. Ancak daha sonraki dönemlerde Medine merkez olmaktan çıkmıştır. Merkez Şam'a, Bağdad'a ve İran'a kaymıştır. Müteakiben, önde gelen belli bir merkeze sahip olmayan çok merkezli bir sosyal yapı ortaya çıkmıştır. Eğer hadis rivayeti sadece Medine ile sınırlı kalsaydı, sünnet bütün İslam dünyasına yayılmaz, sadece belli bir kesimin kültürünü ve hayatını etkilerdi. Ancak durum böyle olmamış, daha başlangıçtan itibaren İslam'ın gittiği her yere sünnet de gitmiştir. Zaten sünnet olmadan İslam'ı tasavvur etmek mümkün değildir.

Hadis rivayeti Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar kesintisiz olarak devam etmiştir. Her nesil ilim akışını sağlayan bu zincir içinde bir halka vazifesi görmüştür. Böylece Sünnet bütün nesillerin kültür ve hayatını şekillendirmiş, nesiller arası kültür birliği sağlanmıştır. Ancak bir de bunun tersini düşünelim. Eğer bir veya birkaç nesilde hadis rivayet zinciri kopsaydı, bir daha bu zincirin yeniden inşası mümkün olmazdı. Bunun sonucu olarak da nesiller arası kültür farklılığı doğar, çağlar boyunca süren İslam kültür birliği gerçekleşemezdi.

Hadis Tarihi, hadis ve sünnetin günümüze ulaşana kadar geçirdiği evreleri inceleyen bir ilim daldır. Eski zamanlarda “hadis tarihi” adıyla müstakil bir alandan bahsedilmezken, hadis ilimleri içerisinde erimiş, kaynaşmış bir tarzda ele alınırdı. Özellikle Batı’da yeni bilim anlayışlarına paralel olarak gelişen bilim tarihlerinden ilhamla “hadis tarihi” ihdas olunmuştur. Hadis Tarihi’nin amacı, hadis metinlerini doğru anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, hadisin tarihi geçmişini ortaya koymaktır. Bu tarihi geçmiş içerisinde yaşananlar, hadis malzemesinin başından geçenler ortaya konmalıdır ki, hadis metinlerinin doğru ve sağlıklı bir şekilde anlaşılması temin edilebilsin.

 

Başlangıçtan Günümüze Kadar Hadîs İlminin Geçirdiği Devreler

 

Hadîs ilimleri tedrîcî bir gelişme göstermiştir. Doğuş Dönemi olarak adlandırılabilecek hicrî I. asrın sonuna kadar uzanan sahâbe asrının iki belirgin özelliği vardır; hadîslerin ashâb-ı kirâm tarafından ezberlenmesi ve hadîslerin yazıya geçirilmesi. Takip eden hicrî II. asrın başından III. asrın evveline kadar süren Tekâmül Döneminde ise hadîs ilimleri gelişmiştir. Bu gelişmenin nedeni olarak; insanlarda hıfz melekesinin zaafa uğraması, zaman diliminin açılması nedeniyle senedlerin uzaması, buna ek olarak hadîs râvîlerinin çoğalması, siyasî ve itikâdî mezhepler ve gruplaşmaların ortaya çıkması gibi olumsuz gelişmeler karşısında İslâm alimlerinin muhtemel zararların önüne geçebilecek tedbirler alma gayretlerini tespit etmek mümkündür. Tekâmül Dönemini hicrî III. asırdan IV. asrın yarısına kadar süren ve “hadîs edebiyatının altın çağı” denmeye sezâ tasnif asrı gelir. Çünkü bu asırda sünnet ve sünnetle ilgili ilimler tam anlamıyla tedvîn ve tasnîf edilmiş, hadîs kitaplarının en değerlileri olan “Kütübü Sitte” bu devrede telif edilmişlerdir. Bereketlenme Dönemi olarak isimlendirilen IV. asrın ortalarından VII. Asrın başlarına kadar uzanan dönemde ulema, geçmiş alimlerin ilk tedvîn devri eserleri üzerine eğildi; bir branşta yazılmış olan muhtelif eserlerdeki bilgileri birleştirdiler, öncekilerin ihmal ettikleri konuları tamamladılar, hadîs ilimleri konusunda tedvin faaliyetleri artarak devam etti. VII. asırdan X. asıra kadar devam eden döneme Olgunlaşma Dönemi denir ki, bu dönemde hadîs ilimlerine ait eserler kemâle ulaşmıştır. Bu ilmin bütün branşlarını içine alan eserler ortaya konmuştur. Duraklama Dönemi adı verilen X. asırdan XIV. asra kadar süren dönemde nazım ve nesir olarak hadîs ilimlerinde özet çalışmalar çoğalmış, konuların derinliklerine girmeksizin önceki müelliflerin sözleri üzerinde lafzî münakaşalar ulemayı meşgul etmiştir. XIV. asırdan günümüze kadar gelen dönem içinde, İslâm dünyasının başka kültür havzalarıyla temasının neticesinde ortaya çıkan tehlikeler, sünnet etrafında oryantalistler tarafından ortaya atılan ve müstağribler tarafından da aynen iktibas edilen ve benimsenen birtakım şüpheler baş gösterdi. Şüphe belirtilen konular etrafında eserler yazmak, onların yanlış ve iftiralarını reddetmek gerekmekteydi. Keza mevcut hadîs ilimleri hakkında telif usulü de yenilemeyi gerektiriyordu. Nitekim ulema bu gerekleri yerine getirdiler ve faydalı, gerçekten orijinalitesi olan eserler artmaya başladı.

 

Tedvin faaliyetinin en meşhur ismi İbn Şihab ez-Zuhri’dir. İbn Şihab için “Hadisi ilk tedvin eden kişi” denilmektedir. Nitekim Halife Ömer b. Abdilaziz’in emrini ilk gerçekleştiren ez-Zuhri’dir.

FIKIH VE TARİHİ OLUŞUM SÜRECİ

Sözlükte “bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak” mânasına gelen fıkıh kelimesi ilim, fehim gibi yakın anlamlı diğer kavramlara göre daha özel bir anlam taşır. Fakīh de (çoğulu fukahâ) “bir konuyu derinden kavrayan, ince anlayış sahibi kimse” demektir. İmam Şâfiî’ye nisbet edilen, “Fıkıh, dinin amelî hükümlerini muayyen delil ve kaynaklarından çıkararak elde edilen bilgidir” şeklindeki tarif giderek yaygınlık kazanmıştır Tarihçesi. Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazan da siyasî, sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber, sahâbe, Tabiun Dönemi Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi (Büyük Müctehid İmamlar Dönemi) Taklid ve Duraklama dönemi Kanunlaştırma Dönemi şeklinde bir sıralamaya tâbi tutulmuştur.

 

1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)

Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke’de geçen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlâk konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resul-i Ekrem’in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine’de ise İslâm Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza, muhakeme usulü, muâmelât, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm ve kaideler konulmuştur. Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya çıkıyordu, a) İlâhî hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay meydana geliyor veya soru soruluyor, bunun üzerine ya bir âyet nâzil oluyor yahut hüküm Hz. Peygamber’e bildiriliyor, o da kendi sözü ve üslûbu ile (sünnet) hükmü açıklıyor, uyguluyordu. Bazan vahiy de gelmiyor, Resûl-i Ekrem Allah’ın iradesiyle ilgili irfan ve tecrübesine dayanarak (ictihad) bir uygulamada bulunuyor, eğer hata ederse Allah tarafından tashih ediliyordu. b) Bir olay veya soru beklenmeden ilâhî plandaki yeri ve zamanı geldiği için bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu. Çünkü İslâm’ın amacı yalnızca belli bir sosyokültürel düzeydeki toplumun ihtiyaçlarını karşılamak değildi; İslâmiyet hem muhatabı olan toplumun ihtiyaçlarını karşılıyor, onları geliştiriyor, hem de evrensel hüküm ve değerler getiriyordu.

Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedrîc, kolaylık ve nesih. Tedrîc hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması, böylece hem toplumun hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından özümsenmesine imkân verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya getirilerek teşriin tamamlanmasıdır. Zaman açısından tedrîc yirmi üç yılı kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz, zekât, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir. Kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, tekâmül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme ve kolaylaştırmayı esas almaktır. İbadetlerin günün kısa sayılabilecek parçalarına dağıtılması, insanların tabii ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin mubah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma halinde haramların mubah hale gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslâm âlimleri arasında tartışma konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir.

Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak mümkündür.3

Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar” gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara, 217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki: Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir. 

Hadisler incelendiğinde Hz.Peygamber’in kendi ictihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Mesela deniz suyu ile abdest alınıp alınamayacağı sorulduğunda Hz. Peygamber “Onun suyu temizdir ve ölüsü de helaldir” diye cevap vermiştir. (Darimi, Sünen, I, 86)

Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır. Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.

Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez” ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.

Asr-ı saadette bilenler bilmeyenlerden fazla idi. O devirde bir kişi soru sorduğu zaman “Bu konuda senin görüşün nedir?” diye sormuyor, “Bu konuda ayet veya hadis var mı?” diye soruyordu. Din konusunda fazla bilgi sahibi olmayan kişiler karşılaştıkları meselelerin çözümü için hep aynı müctehide sorma zorunluluğu taşımıyorlar, bir konuyu bir müctehide sorarken diğer konuyu farklı bir müctehide sorabiliyorlardı.

 Bu devirde meseleyi çözerken kullanılacak olan kaynağa ulaşma ve ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama konusunda problem çıkmıyordu. Kaynağa ulaşım hususunda problemin olmamasının sebepleri Kur’an ayetlerinin iner inmez yazıya geçirilip sahabenin çoğu tarafından ezberlenmiş olması, Hz.Peygamber (s.a.v) hayatta olduğu için her an O’na ulaşma imkanının olması ve yaşanılan coğrafyanın sınırlarının fazla geniş olmamasıdır. 

Bahsi geçen sebeplerden dolayı asr-ı saadette iftâ usulü belirlenmemiş ve bu konu bir  problem  olarak ortaya çıkmamıştır.

 

2- Sahabe Dönemi Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılma noktasıyla Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de sahâbe nesli fıkıh açısından belirleyici bir role sahip olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emevîler devri hilâfetin saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Hulefâ-yi Râşidîn devri dinî hayatın, İslâm’ın insanlığa getirdiği inkılâbın tekâmül devridir. Bu dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emevîler devrinde ise fazilet ve mânevî tekâmülün yerini siyasî istikrar ve maddî gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasî baskıların doğurduğu muhalefet (Havâric ve Şîa), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde fıkhın kaynakları bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahâbe içtihadının Hz. Peygamber’e arzı ve tasvibinin alınması imkânının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh, Kitap ve Sünnet’in sınırlı nasları ile re’y içtihadına dayanmaktadır. Bu devirde re’yin mânası, Kitap ve Sünnet’in hükmünü açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır

Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz. Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap verilmesi gerekliliği doğmuştur.

Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.

Ashap arasında fetva verme hususunda ihtisaslaşma söz konusu olmuştur. Hz. Ömer bir konuşmasında “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubey b. Ka’b’a sorsun, feraiz hakkında soru sormak isteyenler Zeyd b. Sabit’e sorsun. Fıkıh meselelerini sormak isteyenler Muaz b. Cebel’e gitsinler. Mali konularda sorusu olanlar bana sorsunlar. Çünkü Allah beni hazineci ve kâsım kıldı.” Demiştir.

Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü, Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri araştırılmıştır.

Kur’an, Hz. Ebu Bekir zamanında mushaf haline getirildi ve Hz.Osman zamanında çoğaltılarak büyük şehir merkezlerine birer nüsha gönderildi. Bu devirde hadislerin bir kısmı yazılı bir kısmı ise şifahi halde bulunuyordu. Hadislerin ezberlenmesine de önem veriliyor, hadis uydurma faaliyetine rastlanmıyordu. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma, hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir çaba sarfedilmemiştir.

Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan  sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.

Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi, kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği taşımaktadır.

 

3- Tabiun Dönemi

Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.

Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve İspanya’ya kadar genişlemişti.

Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.

Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.

a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.

b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.

c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.

d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.

e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir. Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel sebebini oluşturmuştur.

f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.

g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.

h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.

Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı. Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu. Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu. Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.

Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.

Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Bu iki problemin ortaya çıkması bilen ile bilmeyen arasındaki seviye farkını artırmıştır. Seviye farkının artması, müsteftilerin fetva isterken hükmün delilini göz ardı edip sadece ulaşılan sonuçla ilgilenmelerine sebep olmuştur.

Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.

 

4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)

Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai, Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu dönemde yetişmiştir.

Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca etkenler şunlardır:

a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi

b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir

c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması

d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi. Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.

e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi

f- İlmi Seyahatlerin Yapılması

g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı

h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup, haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından kullanılmaya başlamıştır.

h- İlmi Münazaraların Yapılması

Istılah birliğinin sağlanamaması, hadisleri kabul etme hususunda farklı ölçülerin esas alınması, yaşanılan bölgenin ve o bölgenin kültürünün fıkha tesiri, sünnetin teşri değeri konusunda farklı değerlendirilmelerin yapılması... gibi sebepler önceki devirlere nispetle bu dönemde fıkhi ihtilafların artmasına neden olmuştur. Ancak yukarda da belirtildiği gibi müctehid imamlar devrinde fikir ve ictihad hürriyeti olduğu için farklı ictihadlar müslümanlar arasında bölünmeye yol açmamış, ictihad farklılıkları ümmete rahmet olarak telakki edilmiştir. İctihada gücü olmayan bir kimse karşılaştığı meseleyi istediği bir müctehide sormuş ve dini hayatını ona göre düzenlemiştir.

İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.

 

5- Taklid ve Duraklama Dönemi

Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.

Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi kendisi için caiz görmüyordu.

Kerhi’nin (v.340) şu sözü o devirde hakim olan zihniyeti çok iyi göstermektedir. “Bizim fakihlerimizin vermiş oldukları fetvalara aykırı düşen ayetler ya mensuhtur ya da tevile muhtaçtır. Aynı şekilde bu durumda olan hadisler de ya mensuhtur ya da tevil edilmelidir.” 

Hocalara aşırı saygı, mezheplere bağlı kişilerin kadı tayin edilmesi, mezhep hükümlerinin tedvin edilmesi, devlet adamlarının bir mezhebi desteklemeleri ve bazı mezheplere vakıfların tahsis edilmesi toplumda taklidin yaygınlaşmasına ve mezhep taassubunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına, ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki etmiştir.

Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için, alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha teferruatlı işlenmeye başlamıştır.

Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak görülmesidir.

Yukarıda sayılanlara ilave olarak, ehliyeti olmayan insanların fetva vermeye başlaması, herkesin dilediği ictihadı almasının doğru olmadığı anlayışının hakim olması, mezhep taassubunun başlaması, toplumda Allah’ın hükmünü en doğru anlayan ve en doğru aktaran kimseyi tespit edip içi rahat bir şekilde ona uyma arzusunun ortaya çıkması iftâ usulü kitapları yazılmasına sebep olmuştur.

İftâ usulü kitapları, ehl-i mukallidin fıkhi hükmü naklederken başvurması gereken usulleri bildirir. Bu kitaplar ehl-i tahric ve ehl-i ictihad için yazılmamıştır. Bu kitaplar müctehidler tarafından değil, mukallitler tarafından yazılmıştır.

 

6- Kanunlaştırma Dönemi

Mecelle’den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır. Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak  şu hususlar önem arz etmektedir.

a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri başlamıştır.

b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.

c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri hazırlanmıştır.

d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar yapılmıştır.

e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı tezler ortaya konulmuştur.

 

 

Sonuç Olarak,

Tefsir, Hadis ve Fıkıh Usulü Arasında Mukayese

Tefsîr usulü, Kur'ân-ı anlamak, yorumlamak, açıklamak ve îzah etmek için takip edilmesi gereken esas ve yöntemleri konu edinen bir metodoloji bilim dalıdır. Tefsîr usulü; Kur'ân tarihi, Kur'ân'ın inişi, vahiy ve çeşitleri, âyet, sûre, Kur'ân'ın yazılışı, toplanması, çoğaltılması, tefsîri, tefsîrle ilgili ilimler, tefsîr, te'vil, meal, tercüme kelimeleri tefsîr çeşitleri, tefsîr tarihi  vb. konularını işler.

Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi. Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir. Usûl, "asl" kelimesinin çoğuludur. "Kökler, asıllar, üzerine bir şey bina edilen şey" manalarınadır. Sözlükte, anlayış anlamına gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan şer'î-amelî hükümleri bilmektir" şeklinde tarif edilir. Buna göre usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir. Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye tarif edilmektedir

Hadis Usulü, hadisleri, ravilerinin adalet ve zabt yönlerinden durumları, senetlerinin muttasıl veya munkatı olması bakımından Hz. Peygamber (s.a.s)'e nasıl nisbet edildiklerinden bahseden ilimdir. Hadis Usulü ilmi, hadislerin rivayeti ile ravilerin hallerinin tetkikinden doğmuştur. Dindeki yeri itibariyle hadislerin rivayet edilmesi zorunlu hale gelince nakillerin gelişi güzel yapılmasını önleyici tedbirler almak da zarurî hale gelmiştir. İlk olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'in ebedî aleme göç etmesinden so a müslümanlar, aralarında bazı ihtilafların görülmesi üzerine rivayetlerin artması sonucu isnad sistemini getirmişler; her hadisi nakleden kişiye onu kimden aldığını sormuşlardır. Ayrıca hadis nakleden ravilerin, rivayetlerine güvenilecek kişiler olup olmadıkları da araştırılmış, hadisler elde edilen bilgiler ışığında değerlendirilmiştir.

Tüm sosyal ilim dallarında olduğu gibi,  hiçbir ilim dalı,  diğer ilimlerden bağımsız olarak,  etkileşimde bulunmadan gelişemez.Özellikle bu İslami ilimler sahasında ise daha net olarak ortaya çıkar.Yani her ilim diğer ilim dallarından etkilenmiş ve diğerlerini etkilemiştir.Hadis, Tefsir ve Fıkıhta aynı şekilde, hem oluşum süreçlerinde ve hemde tekamül süreçlerinde birbirlerinden etkilenmişlerdir.Çünkü bu ilimlerin ana kaynağı Kur’an ve Sünnettir.Bunların amacı şarinin maksadını doğru yöntemle ve doğru şekilde tespit edip, insanlara yol göstermektir.Bu ilimler birbirlerine her zaman muhtaçtır.Çünkü Kur’andaki kapalı bir ifadeyi Peygamberimizin teybin görevi nedeniyle açıklaması, Tefsir ilmine yardımcı olmakta, Fıkıh ilminin ana malzemesi Kur’an ve Hadis olması hasebiyle de bu ilimler adate birbirleriyle girift hale gelmiş olmaktadırlar.Tarihi oluşum süreçlerinde de görüldüğü üzere öncelikle Hadis ilmi gelişmeye başlamış, sonra Tefsir müstakil bir ilim olarak ortaya çıkmıştır.Fıkıh ilminin ortaya çıkmasında  sosyal hayatta ortaya çıkan problemleri çözme adına sahabenin kendi rey ve içtihadı belirleyici bir rol oynamıştır.Bu ilimler birbirlerinden etkilenerek kendi metodolojilerini tarihi seyir içerisinde oluşturmuşlardır.




0 Yorum - Yorum Yaz

USULLER MUKAYESESİ    23.12.2014

                                              Mukayeseli Usuller

                                    TEFSİR USULÜ

Tefsir kelimesi ڧسرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

Usûl ,asl kelimesinin çoğuludur. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarına da gelir.

Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey demektir.

Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Tefsir usûlünün gayesi,Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek, Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.

Tefsir faaliyetleri, hocamızın bize tablo şeklinde gösterdiği gibi dört dönemde şekillenmiştir.

1.Asrı saadet devri ,Peygamber Efendimizin beyanları

2. Sahabe Tefsirleri

3. Tabiin Tefsirleri

4- Tebeat tabiin Tefsirleri

                                        Efendimizin tefsir yöntemi
    Mücmel olan ayetleri açıklamak.
    Müphem olanı izahatla açığa çıkarmak.
    Mutlak anlamı kayıtlamak.
    Müşkilatı gidermek.
    Uygulanması istenen davranışı uygulayarak öğretmek.
 
İşte sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu ileride farklı bir ilim dalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem ayetlerin açıklanması yani beyan görevini üstlenecek ve hem de şariin iradesi konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak hizmet etmeye devam edecektir.
 


                                  SAHABE TEFSİRİ
      Sahabeler ayetlerin nüzul sebeplerini müşahede ettiklerinden, hükümlerle  nüzul sebepleri arasında  münasebet kurabilmişler, buda tefsir ilminde ayrıcalıklı bir yerlerinin olmasını sağlamıştır.

                       BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
 Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulunmaktaydı.

 

1-Kur’ân-ı Kerim,2- Hz. Peygamber,3-İctihâd  4- Re’y

SAHABE ARASINDA TEFSİR İLMİNDE  ÖNE ÇIKAN SAHABİLER

 Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe bt. Ebubek, Hz. Ubey b. Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
                             

                                           TABİÛN TEFSİRİ
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister olmasın yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri gibi Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı anlama ve İslam’ı yaşama hevesleri onları  ilme sevketmiştir. Tabiûn, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat etmişlerdir.

 Meşhur Tabiûn Müfessirler; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir. 
İslâm hukuku, tefsirde olduğu gibi oluşum süreci Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi, müctehid imamlar döneminde ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine kuruldu.

TEFSİR USULÜ KAYNAKLARI

 

1- KURULUŞ DÖNEMİ:

 

Vahye mazhar olan ve arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden Rasulullah ile ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem yoktu. Zaman zaman sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de Rasulullah tarafından[1] doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde Kur’an ilimleri (Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç duyulmamıştır.[2]

Bunun yanı sıra sahabenin çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin teminindeki güçlükler, te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca Rasulullah’ın bizzat Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını yasaklaması[3] da Kur’an ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.[4]

Bilinen şartlar ve özellikler çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer (23/643) dönemlerinde Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde aktarılmıştır. Osman (35/655) döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde arap olan ve olmayanların bir araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini ortaya çıkarmış ve halifenin emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere gönderilmiştir.[5] 

İşte Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan “İlmu Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin temelini oluşturmuştur.

Daha sonra Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap dilinin korunmasına ilişkin kaideleri tesbit etmesini emretmesi “İ’rabu’l-Kur’an” ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.[6]

Sahabeden sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup kökleşmesi yönündeki çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Her iki nesilden bu ilmin temellerini atanları şöyle sıralamak mümkündür:

 

A) Sahabilerden:

 

Dört Halife, Abdullah b. Abbas (68/687), İbn Mes’ud (32/652), Zeyd b. Sabit (45/665), Ubeyy b. Ka’b (30/650), Ebu Musa el-Eş’ari (44/664), Abdullah b. Zübeyr (73/692). Bunlar başta olmak üzere diğer sahabilerden gelen rivayetlerle tüm Kur’an’ın tefsiri yapılmamakla birlikte bazı ayetlerin kapalı yönleri açıklanmıştır.[7] 

 

B) Tabiinden:

 

Mücahid b. Cebr (104/722), Ata b. Ebi Rebah (115/733), İkrime (107/725), Katade (118/736), Hasanu’l-Basri (110/728), Said b. Cübeyr (95/713), Zeyd b. Eslem (136/753).[8] Bunlar Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubeyy b. Ka’b, Irak’ta Abdullah b. Mesud’a bağlanarak yaptıkları rivayetlerle Mekke, Medine ve Irak ehlini oluşturmuşlardır.[9]

 

2- TEDVİN VE TE’LİF DÖNEMİ:

 

Hicretin ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba aktarılarak te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an ilimlerinin esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.[10] Bu anlamda tefsirle meşgul olup eser verenler şunlardır:

1) Zeyd b. Harun es-Sülemi (117/735)

2) Mukatil b. Süleyman (150/767) Tefsiru Mukatil[11]

3) Şu’be b. Haccac (160/776).

4) Süfyanu’s-Sevri (161/777) Tefsiru’s-Süfyani’s-Sevri[12]

5) Veki’ b. el-Cerrah (197/812).

6) Süfyan b. Uyeyne (198/813) Tefsiru Süfyan b. Uyeyne[13]

7) Yahya b. Sellam (200/815) et-Tesarif[14]

8) Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya (207/822) Meani’l-Kur’an[15]

9) Abdurrezzek b. Hemmam (211/826) Tefsiru’l-Kur’an)[16]

Sayılan alimler sahabe ve tabiinin görüşlerini toplayıp eserler te’lif etmişlerdir.[17] Kendileri aynı zamanda muhaddis oldukları için de tefsirleri hadis mecmualarının tefsir bölümünde yer almıştır.

Hicri ikinci asırdan itibaren her asırda, ileride ayrı ayrı ele alacağımız Kur’anî ilimlere dair yüzlerce eser yazılmış ve yeni yeni ilimler tesis edilmiştir. Bu durumda tefsir usulü çalışmalarını iki kategoride incelemek mümkündür. 1) Müstakil ve kapsamlı 2) Konularına göre.

 

3- MÜSTAKİL VE KAPSAMLI TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:

 

Zerkani’nin bildirdiğine göre[18] h. 4. asırdan önce derli toplu bir şekilde Tefsir Usulü, başka bir deyişle Ulumu’l-Kur’an’la ilgili yazılmış bir eser yoktur. Çünkü o zamana kadar böyle bir eser yazmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Aslında Kur’anî ilimler bir kitapta toplanmamıştır. Fakat alimler bu bilgilerin tamamına sahipti.

Zerkani’nin bu ifadesinden anlaşıldığına göre, Tefsir usulünde müstakil ve kapsamlı te’lif çalışmaları, konularına göre gerçekleştirilmiş çalışmalardan daha sonra başlamıştır.

Zerkani, müstakil ve kapsamlı tefsir usulü çalışmasının Ali b. İbrahim b. Said Hufi’nin (450/1038) “El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an” adlı eseriyle başladığını belirtirken[19] Subhi es-Salih, söz konusu alanda ilk çalışmanın eserine “Kur’an İlimleri” ismini de vererek te’lif etmesi açısından İbn Merzeban tarafından yapıldığını öne sürmüştür.[20]

Ancak araştırmalar ve incelemelerimize göre Haris el-Muhasibi’nin (243/857) te’lif ettiği “El-Akl ve Fehmu’l-Kur’an” adlı eseri, ilk sayılacak değerdedir. Tahkiki yapılarak neşredilen bu kitabın[21] belli başlı tefsir usulü konularını ihtiva ettiği görülmektedir. Muhasibi’nin anılan eserini tefsir usulü çalışmalarının ilki kabul edersek müstakil ve kapsamlı çalışmaların başlangıcını hicri 3. asra kadar götürmüş oluruz.

Tefsir usulünün başlangıcını h. 3. veya 4. asır kabul eden münakaşaları burada belirttikten sonra günümüze kadar bu yönde yapılan çalışmaları ve müellifleri tanıyalım.

 

3. Asır

 

Haris El Muhasibi: (243/857) Bağdat’lıdır. Tefsir usulünün ilki olabilecek özellik ve değerde görülen “Fehmu’l-Kur’an” adlı eserin sahibidir. Va’zu nasihat kitapları ve Mutezileye cevap kitabı vardır.[22]

 

4. Asır

 

1) Muhammed b. Halef el-Merzebân: (309/921) Bağdat’lıdır. Tarih ve edebiyat alimidir. Farsçadan Arapçaya 50’den fazla kitap tercüme etmiştir. El-Havi fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[23]

2) Ebu’l-Haseni’l-Eş’ari: (324/935) Basra’da doğmuş Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari mezhebinin kurucusudur. Mütekellim ve müctehid imamlardandır. Önceleri Mutezili iken daha sonra Ehl-i Sünnet’e dönmüştür. El-Muhtezen fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir. 300’den fazla eseri vardır.[24]

3) Ebu Bekir el-Enbari: (328/939) Bağdat’lıdır. Arap dil ve edebiyat alimidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamak için 300 bin şiiri (şevahid) ezberlemiştir. Acaibu Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[25]   

4) Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali el-Kereci: (360/970) Katıldığı savaşlarda bir çok kişiyi öldürdüğü için kassab diye tanınmıştır. Nüketu’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[26]

5) Muhammed b. Ali el-Udfuvi: (388/998) Kahire’lidir. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-İstiğna’ fi ulumi’l-Kur’an adlı 20 ciltlik eseri vardır.[27]

 

5. Asır

 

1) Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfi: (430/1038) Mısır’lıdır. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an adlı 30 ciltlik eseri vardır.[28]

2) Ebu Davut Süleyman b. Necah: (496/1103) Kurtuba’lıdır. Tefsir alimidir. El-Beyanu’l-Cami’ li Ulumi’l-Kur’an adlı 300 bölümden oluşan eserin ve Et-Tibyan li-Hecai’t-Tenzil adlı 6 ciltlik eserin sahibidir.[29]

 

6. Asır

 

1) Ebu’l-Kasım el-Hüseyin b. Muhammed el-Mufaddal: (503/1109) Rağıb el-İsfehani adıyla ün yapmıştır. Bağdat’lıdır. Mutezili olduğu söylenir. Hanefi mezhebindendir. Felsefe, Ahlak, Edebiyat ve Tefsir alimidir. Tefsirini tamamlayamamıştır. “El-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an ve Mukaddimetü’t-Tefsir adlı kitapların sahibidir.[30]

2) Abdulhak b. Ebi Bekr b. Abdulmelik b. Atıyye: (543/1148) İbn Atıyye ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Tefsir alimidir. “El-Camiu’l-Muharraru’s-Sahihu’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz” adlı tefsirine ait 45 sayfadan oluşan bir mukaddimesi vardır.[31]

3) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Mearifi: (546/1151) İbn Arabî ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Maliki mezhebindendir. Fıkıh, Hadis ve Tefsir alimidir. Muvatta, Tirmizi şerhleri, Ahkamu’l-Kur’an adlı eseri vardır. El-Kanun fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz adlı eserin sahibidir.[32]

4) Cemaluddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali: (510-517/1116-1200) İbn Cevzi ismiyle ünlenmiştir. Bağdat’lıdır. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih, Ahlak ve Edebiyat alimidir. 300’den fazla kitap yazmıştır. Fununu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an, Zadu’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, El-Müdhiş, Nevasihu’l-Kur’an, El-Erib Fi Tefsiri’l-Ğarib, Nüzhetu’l-Uyuni’n-Nevadir fi’l-Vucuh ve’n-Nezair, el-Musaffa gibi eserlerin sahibidir.[33]

 

8. Asır

 

1) Süleyman b. Abdu’l-Kavi et-Tufi: (716/1316) Bağdat’lıdır. Fıkıh, Edebiyat, Tarih alimidir. El-İksir fi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[34]

2) Takıyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdulhalim: (728/1327) İbn Teymiyye ismiyle ünlenmiştir. Harran’lıdır. Tatar zulmünden dolayı Şam’a göçetmiştir. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık konularında bir çok eser yazmıştır. Mukaddime fi usuli’t-tefsir ve Tefsiru Suretu’l-İhlas adlı kitapların sahibidir.[35]

3) Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed b. Behadur b. Abdullah ez-Zerkeşi: (794/1392) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. El-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[36]

 

9. Asır

 

1) Celaleddin Ebi’l Fadl Abdurrahman b. Ömer b. Rislan b. Nusayr b. Salih Bulkini: (824/1421) Kahire’lidir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. Mevakiu’l-Ulum min Mevakiu’n-Nucum adlı eserin sahibidir.[37]

2) Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman Kafiyeci: (879/1478) Bergama’lıdır. Mısır’da vefat etmiştir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık, Edebiyat alimidir. 60’tan fazla eseri vardır. Et-Teysir fi Kavaidi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[38]

 

10. Asır

 

Celaleddin b. Kemaleddin es-Suyuti: (911/1506) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih ve Edebiyat alimidir. 500’den fazla eseri vardır. Tefsiru Celaleyn, Ed-Dürrü’l-Mensur fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur, El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[39]

 

11. Asır

 

İbrahim Bergamavi: (1014/1605) Bergama’lı bir Osmanlı alimidir. Tefsir, Hadis ve Kelam alimidir. Tefsir usulü ile ilgili bir eseri vardır.[40] 

 

12. Asır

 

Ahmed b. Abdurrahim Şah Veliyyullah ed-Dihlevi: (1176/1764) Hindistan’lıdır.Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimidir. Fethu’r-Rahman, El-Fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir adlı eserlerin sahibidir.[41]

 

14. Asır

 

1) Şeyh Tahir b. Ali el-Cezairi: (1338/1919) Tefsir, Hadis, Dinler Tarihi, Kelam, Edebiyat, Tarih alimidir. 30’a yakın eseri vardır.Tefsiru’l-Kur’an, Et-Tibyan li Ba’dı’l-Mebahis el-Müteallika bi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[42]

2) Muhammed Abdulazim Zerkani: (1367/1948) Kahire’lidir. Mısır Üniversitesi Usuli’d-din fakültesinden mezun oldu. Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[43]

3) Muhammed Hüseyin ez-Zehebi: Irak Hukuk Fakültesi İslam Hukuku Eski Bölüm Başkanı, Ezher Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an ve Hadis İlimleri Öğretim üyesidir. Et-Tefsir ve’l-Müfessirin adlı eserin sahibidir.

 

4- ASRIMIZDAKİ DİĞER TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:  

 

Asrımızda Kur’an ilimleriyle ilgili çalışma ve araştırmalarda büyük artış görülmektedir. Tefsir Usulü ile ilgili bu son dönem çalışmalarından tesbit edebildiklerimiz şunlardır:

1) Ebu Abdillah Zencani (1356/1935), Tarihu’l-Kur’an, s. 83.

2) Muhammed Ebu Selame, Menhecu’l-Furkan, Kahire, 1359/1938.

3) Emin el-Hûli, Et-Tefsir ve Mealimu hayatihi ve Menhecühü’l-Yevm, Mısır, 1944.  

4) Ahmed Adil Kemal, Ulumu’l-Kur’an, Mısır, 1951, s. 173.

5) Subhi’s-Salih, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1381/1962, s. 440. Said Şimşek tarafından Kur’an ilimleri adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Konya, ts.

6) İzzet Hüseyin, Ulumu’l-Kur’an, Dımeşk, 1962.

7) İbrahim el-Ebyari, Tarihu’l-Kur’an, Kahire, 1965, s. 164.

8) Muhammed Fadl b. Aşur, Et-Tefsir ve Ricaluh, Tunus, 1972, s. 183.

9) Abdulkahhar Davud el-Ani, Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an, Bağdat, 1972.

10) Mennau’l-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1393/1973.

11) Muhammed Sabbağ, Lemahat fi Ulumi’l-Kur’an ve İttihacatu’t-tefsir, Dımeşk, 1394/1974.

12) Adnan Zerzur, Tarihu’l-Kur’an ve Ulumuh, Dımeşk, 1395/1975.

13) Abdulfettah el-Kadı, Min Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1396/1976.

14) Şaban Muhammed İsmail, Maa’l-Kur’ani’l-Kerim, Mısır, 1398/1978; El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an ve’s-Sünne ve Ulumi’l-İslamiyye, c. 2, Kahire, 1400/1980.

15) Mahmut Zalat, Et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1399/1979.

16) Mahmud İbrahim Şerif, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.

17) Fehd b. Abdurrahman er-Rumi, Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye el-Hadise fi’t-Tefsir, Beyrut, 1401/1981; İtticahatu’t-tefsir fi’l-Karni’r-Rabia Aşere, c. 3, Riyad, 1407/1986.

18) Muhammed Ali es-Sabuni, et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1405/1985.

19) Abdulmun’im en-Nemr, Ulumu’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1403/1983; İlmu’t-Tefsir Keyfe Neşee ve Tetavvera,  Kahire, 1405/1985.

20) Abdullah Mahmud Şehhate, Tarihu’l-Kur’an ve’t-Tefsir; Ulumu’l-Kur’an ve’t-Tefsir, Kahire 1403/1983; Ulumu’l-Kur’an, Kahire, 1985; Ulumu’t-Tefsir, Kahire, 1986.

21) Emir Abdulaziz, Dırasat fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1403/1983.

22) Nureddin Itr, Muhadarat fi Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1404/1984.

23) Abdulğafur Mahmud Mustafa Ca’fer, Buhus fi Ulumi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire 1403/1983; Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an ve Menahicü’l-Müfessirin, 1408/1987.

24) Muhammedi Abdurrahman, El-Mücmel fi Ulumi’l-Kur’an, Mısır, 1403/1983.

25) Mahmud Bisyuni Fude, Neş’etü’t-Tefsir ve Menhecuh, Mısır, 1406/1986.[44]

26) A. Ahmed Ali, Müzekkeretu Ulumu’l-Kur’an.

27) Ahmed Muhammed Cemal, Ulumu’l-Kur’an.[45]

 

5- KUR’AN ARAŞTIRMALARINA İLİŞKİN ÇALIŞMALAR:

 

Kur’an-ı Kerim’in lafız ve mana derinliklerine nüfuz etmeyi hedefleyen çalışmalara ilk asırlardan itibaren başlandığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda Kur’an tefsirine ve Kur’an’ın iyi anlaşılmasına yardımcı olan çalışmalar, başlangıçtan günümüze kadar devam etmiş, özellikle günümüzde daha da yoğunlaşmıştır. Tefsir usulüne kaynak teşkil edecek olan ve çoğunlukla Kur’an araştırmaları olarak nitelenen bu eserleri müellifleriyle kısaca tanıyalım:

1) Mahmud b. el-Ferec en-Nisaburi (235/850) el-Kur’an[46]

2) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe (235/849) Sevabu’l-Kur’an[47]

3) Ahmed b. Hanbel (241/855) Cevabatu’l-Kur’an ve er-Redd ala men İddea’t-Tenakuz fi’l-Kur’an[48]

4) İsmail b. İshak (282/835) El-İhticac bi’l-Kur’an[49]

5) Ebu Ubeyd el-Belhi, Ahmed b. Sehl (322/933) Kitabu Kavarii’l-Kur’an; Kitabu İnne Surete’l-Hamd tenubu an Cemii’l-Kur’an[50]

6) Ebu Bekir en-Nakkaş (355/965) El-Muvaddıh fi Maani’l-Kur’an[51]

7) Ebu Bekir el-Cessas, (370/980) Kitabu İlhami’l-Kur’an[52]

8) İmam el-Gazali (505/1111) Tercümanu’l-Kur’an ve Düreruh[53]

9) Ebu’l-Hüseyin İbnu’d-Dekkak, Ali b. el-Kasım el-İşbili (605/1208) Müfredatu’l-Kur’an[54]

10) Muhammed b. Ahmed el-İskenderani (1306/1889) Keşfü’l-Esrari’n-Nuraniyyetü’l-Kur’an[55]

11) Muhammed Abduh (1323/1905) Durus Mine’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1400/1980.

12) Muhammed Tahir b. Abdulkadir el-Kürdi el-Mekki, Tarihu’l-Kur’an, Mısır 1372/1953.

13) Ahmed Halil, Neş’etü’t-Tefsirfi Kütübi’l-Mukaddeseti ve’l-Kur’an, İskenderiyye, 1373/1954.

14) Muhammed Ebu Şuhbe, El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an, 1377/1958.

15) Muhammed Abdullah Draz, (1958) Dusturu’l-Ahlak fi’l-Kur’an, Tah: Abdussabur Şahin, Beyrut, 1972; Medhal ile’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt 1400/1980; en-Nebeü’l-Azim Kuveyt, 1390/1970, Suat Yıldırım tarafından En Mühim Mesaj Kur’an adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Akçağ Yayınları, Ankara, 1985.

16) Muhammed el-Gazali, Nazarat fi’l-Kur’an, Kahire, 1377/1958 s. 83.

17) Muhammed Sadık Urcun, El-Kur’ani’l-Azim, Hedyuhu, İ’cazuhu fi Akvali’l-Müfessirin, Kahire 1966, s. 328.

18) Muhammed Mahmud Hicazi, el-Vahdetü’lMevduiyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1390/1970.

19) Abdurrahman Fude, El-Vahyu ve’l-Kur’an, Mısır 1390/1970, s. 64.

20) Ahmet Halil, Dirasat fi’l-Kur’an, Kahire, 1972 s. 166.

21) M. Sadık er-Rafii, Tahte Rayeti’l-Kur’an, 1394/1974, s. 414.

22) İbrahim Abdulhamid Selame, Kasabi Mahmud Zalat, Abdulhayy Hüseyin, Muhammed Abdulmun’im, Dirasat Kur’aniyye Mısır, 1396/1976.

23) Muhammed Said Ramazan el-Buti, Min Ravaii’l-Kur’an, Dımeşk, 1977, s. 351.

24) Abdussalim Mükrim, Mine’d-Diraseti’l-Kur’aniyye, 1978.

25) Muhammed Kutub, Dirasat Kur’aniyye, Beyrut, 1979.

26) Muhammed Bisyuni Fude, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.

27) Ahmed Cemal el-Umri, Dirasat fi’l-Kur’an ve’s-Sünne, Kahire, 1982.

28) Rauf Şelebi, Cevahiru’l-İrfan fi’d-Da’ve Ulumi’l-Kur’an, Kahire 1406/1986.

29) Muhammed İzzed Derveze, el-Kur’an ve’l-Mübeşşirun, s. 467; El-Kur’anu’l-Mecid, Tenziluh, Uslubuh, Eseruh, Cem’uh, Beyrut, s. 340; Ed-Dusturu’l-Kur’aniyye ve’s-Sünnetü’n-Nebeviyye fi Şuuni’l-Hayat, Kahire, ts.

30) Ahmed Faiz, Dusturu’l-Usre fi Zilali’l-Kur’an, Beyrut ts.

31) Muhammed Abdulaziz el-Huli, el-Kur’an, Vasfuh, hidayetuh, Eseruh, İ’cazuh, Kahire, s. 108.

32) Salih el-Büleyhi, El-Hedyu  ve’l-Beyan fi Emsali’l-Kur’an, Riyad. 

 

6- TÜRKÇE TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:

 

Tefsir Usulüyle ilgili türkçe çalışma ve araştırmaların son dönemde arttığı görülmektedir. Osmanlı alimlerinin çoğunlukla tefsir ve usulüne ilişkin eserleri arapça yazdıkları görülmektedir. Türkçe olarak tesbit edebildiğimiz Tefsir Tarihi, Kur’an Tarihi ve Kur’an İlimleriyle ilgili Türtçe eserleri müellifleriyle tanıyalım:

1) Ahmed b. Muhammed: Tabakatu’l-Müfessirin. Veli Efendi Kütüphanesi no: 427. Türkçe Yazma bir tabakat kitabı.

2) Buras’lı Mehmed Tahir: (1861-1924) Delilu’t-Tefasir. İstanbul 1325. Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi ile ilgili öz bilgiler içerir. Üç ciltlik Osman’lı Müellifleri kitabının da yazarıdır.

3) Bergama’lı Cevdet Bey: (1873-1925) Tefsir Tarihi, İstanbul 1927, s. 152. Daru’l-Fünun İlahiyat Fakultesi’ndeki ders notlarıdır. Ayat-ı Müteşabihe adlı kitabın da yazarıdır.

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. 

 Fıkıh usulü,şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.

 

Fıkıh usulü iki şeyden bahseder.

1.       Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.

2.       Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması.

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat,  örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Fıkıh Usulünün Gayesi,müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır.

 Fıkıh Usulünün Faydaları

1.       Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2.       Müctehidlerin hüküm çıkarma yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3.       Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.

4.       Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin ne olduğunu öğrenir.

5.       Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

                                                             HADİS USÛLÜ

 Hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.

Hadis Usulü: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.

 

HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ 

Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yaz­dıklarını ve bir takım sabiteler vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak gö­rülür.

İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı do­laşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa bu­rada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin ola­rak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir.  Hadîs kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu fa­aliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

 

Hadîslerin Tasnifi: Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine, konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren Musnedler bu şekilde or­taya çıkmıştır.

Hadis Alma Yolları:

1.               Semâ

2.               Arz - Kıra'a

3.               İcâze

4.               Münâvele

5.               Mukâtebe

6.               İ'lâm

7.               Vasıyye

·                  Vİcâde

Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir. Sema,hadisçilerinnazarındaensağlamahzyoludur.
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.

HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI

Sıhhat yönünden:

Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir: 
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması) 
- Bütün ravilerin sika olması 
- İllet ve şazlık bulunmaması 

Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.

Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.

Mevzu: Uydurma hadisdir.

Sahibi yönünden:

Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.

Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.

Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.

Senet  yönünden:

Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.

Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.

Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:

- Metin tenkidi 
- Sened tenkidi

Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.

Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.

 

 

TEFSİR, HADİS VE FIKIH USÜLLERİNİN LİTERATÜR KARŞILAŞTIRMASI

Kronolojik olarak Tefsir Usulü

1.Haris el-Muhasibî(243/857), el-Akl ve Fehmu'l-Kur'an

2. Muhammed b. Halef el-Merzebân(309/921), el-Havî fî Ulumi'l-Kur'an

3. Ebu'l-Hasan el-Eşarî(324/935) el-Muhtezen fi Ulumi'l-Kur'an

4. Ebu Bekr el-Eribarî(328/939), Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân

5. Muhammed b. Ali el-Udvufî(388/998), el-İstiğnâ fi ulûmi'l-Kurân

6. Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfî(430/1038), el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur’an

7. Ebu Davut Süleyman b. Necah(496/1103), el-Beyânül-Câmi' li-Ulûmil-Kur'ân

8. Rağıb el-İsfehanî(503/1109), Mukaddimetü't-Tefsîr

9. Bedruddin Zerkeşî(794/1392) , el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an

10. Celaleddin es-Suyutî(911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an

 

Hadis Usulu Eserleri

A. Mütekaddimun'a ait eserler:

1. Ramehurmuzi(h.360), el-Muhaddisul-Fasıl

2. Hakim en-Neysaburi(h.405), Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis

3. Hatib el-Bağdadi(h.463), el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye

 

 

B. Müteahhirun'a ait eserler:

1. Kadı İyaz(h.544), el-İlma'

2. İbnu's-Salah(h.643), Ulumu'l-Hadis

 

Ulumu'l-Hadis üzerine yapılan çalışmalar:

a. İmam Nevevi(h.676), et-Takrib; İ.Nevevi Ulumu'l-Hadis'i "İrşad" ismiyle ihtisar etmiş. Sonra bunu da ihtisar edip "et-Takrib ve't-Teysir" ismini vermiştir. "Takribu'n-Nevevi" ismiyle meşhurdur.

b. İbn Kesir(h.774), İhtisaru Ulumu'l-Hadis

c. İbn Hacer(h.852), Nuhbetü'l-Fiker; Ulumu'l-Hadis'in ihtisarı. İbn Hacer daha sonra bu eserine de bir şerhyazar: Nüzhetu'n-Nazar fi Tavdihi Nuhbeti'l-Fiker

 

3. Suyuti(h.911), Tedribu'r-Ravi; Suyuti'nin, Nevevi'nin Takrib'ine "Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribi'n-Nevevi" ismiyle yazdığı şerh.

4. Sehavî(h.902), Fethu'l-Muğis

5. Zeynuddin el-Irakî(h.806), Fethu'l-Muğis

6. Cemaleddin Kasımi(m.1914), Kavaidu't-Tahdis

7. Tahir el-Cezairi(m.1920), Tevcihu'n-Nazar

8. Ahmed Muhammed Şakir, el-Baisu'l-Hasis

 

Fıkıh Usûlü

 

Fıkıh usülu kitablarının yazımında "Fukaha metodu" ve "Mütekellimun metodu" olmak üzere belli başlı iki metod takip edilmiştir. Fukaha metodu özellikle Hanefilerin takip ettiği bir metod olup, temel özelliği fıkhi örneklerden kurallara gitmesidir.

 

Fukaha metoduna göre yazılan eserler:

1- Ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razi el-Cessas(370/980), el-Fusûl fi'l-Usûl

2- Ebu Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsî(432/1040), Takvimu'l-Edille

3- Fahru'l-İslam Ali b. Muhammed el-Pezdevî(483/1090), Kenzu'l-Vüsul ile'l-Usul

4- Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed es-Serahsî(490/1097), el-Usul

 

Mütekellimun metodu ise genelde Hanefiler dışındakilerin yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle tespit

edilip, meselelere uygulanmasıdır.

 

Mütekellimun metoduna göre yazılan eserler:

1- Kadı Abdulcebbar(415), el-Umed fi Usuli'l-Fıkh ve en-Nihaye fi Usuli'l-Fıkh

2- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basrî el-Mu'tezilî(436/1044), el-Mu'temed fi Usuli'l-Fıkh

3- İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî(478/1085), el-Burhan fi Usuli'l-Fıkh

4- İmam Ebu Hamid Muhammed Gazzalî(505/1111), el-Mustasfa min İlmi'l-Usul

 

Bu iki metodu meczederek yeni bir metod ortaya koyan eserler:

Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını

usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî İbnu's-Saatî(694/1294),Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbeyi'l-Pezdevî ve'l İhkâm

2-Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd(747/1346), et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.

3-Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî(771/1369), Cem'ul-Cevâmî.

4-Muhammed b. Abdülvahid İbnu'l-Hümâm(861/1456), et-Tahrîr. Bu eseri ise öğrencisi Muhammed b. Emiri'l-Hacc el-Hâlebî(879/1474) et-Takrir ve't-Tahbir adıyla şerhetmiştir.

 

Bu eserlerin yanında eş-Şatıbî'nin(790/1388) el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin(1250/1834) İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.

 

Muasır Eserler

Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1988

Seyyid Bey, Usul-i Fıkıh, İstanbul, 1333, 1338.

Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, İstanbul, 1969

Zekiyyuddin Şa'ban, İslam Hukuk İlminin Esasları(Usulü'l-Fıkh), TDV Yay.

Muhammed Ebu Zehra, Abdulvahhab Hallaf, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî'nin fıkıh usulune dair yazdıkları eserler

 

 

 

 



[1] Zerkeşi-El-Burhan: 1/14; Zehebi-Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/45; Kattan-Mebahis: 9.

[2] Zerkani-Menahil: 1/28; Salih-Mebahis: 127.

[3] Müslim, Zühd: 72.

[4] Zerkani-Menahil: 1/28.

[5] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10.

[6] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10; Salih-Mebahis: 128-129.

[7] Zerkani-Menahil: 1/31; Kattan-Mebahis: 11.

[8] Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/99-132.

[9] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 15.

[10] Zerkani-Menahil: 1/31; Salih-Mebahis: 129.

[11] Yazma nüshası Hamidiye kütüphanesi: 58; Umumi kütüphane: 281, 561 no’da kayıtlıdır.

[12] Ebu Abdullah Süfyan b. Said tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.

[13] Ahmed Salih Mehayiri tarafından tahkiki yapılmış ve Riyad’da neşredilmiştir.

[14] Hind b. Şelebi tarafından tahkiki yapılarak Tunus’ta neşredilmiştir.

[15] Muhammed Ali en-Neccar ve Ahmet Yusuf Necatî tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.

[16] Farid el-Faris tarafından Kuveyt’te neşredilmiştir.

[17] Zerkani-Menahil: 1/31-32; Kattan-Mebahis: 12; Salih-Mebahis: 121.

[18] Zerkani-Menahil: 1/33.

[19] Zerkani-Menahil: 1/33.

[20] Salih-Mebahis: 133.

[21] Hüseyin Kuvvetli tarafından tahkiki yapılmış ve Daru’l-Fikir tarafından neşredilmiş 245 sayfalık bir eserdir.

[22] Zirikli-A’lam: 2/153-154; İsfehani-Hilyetü’l-Evliya: 10/73-110; İbn Hallikan-Vefayatu’l-A’yan: 1/126; Bağdadi-Tarih: 8/211.

[23] Zirikli-A’lam: 6/348; Bağdadi-Tarih: 5/237.

[24] Zirikli-A’lam: 5/69; İbn Kesir-Bidaye ve’n-Nihaye: 11/187.

[25] İbn Ferhun, İbrahim b. Ali, ed-ibacu’l-Mühezzeb fi ma’rifeti a’yani Ulamai’l-Mezheb: 195.

[26] Kehhale-Mu’cemu’l-Müellifin: 11/58-59; Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz: 3/141-142.

[27] Salih-Mebahis: 131; Zirikli-A’lam: 7/160; Ğaye: 2/198.

[28] Salih-Mebahis: 133; Zirikli-A’lam: 5/53; Zerkani-Menahil: 1/35; Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 1/241; Suyuti-Buğyetu’l-Vuat: 2/140.

[29] Zirikli-A’lam: 3/200.

[30] Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 2/1773; Serkis, Mu’cemu’l-Matbuatu’l-Arabiyye:921-923; Adil Nüvehid-Mu’cemu’l-Müfessirin: 1/158-259.

[31] Mukaddimetan Fi Ulumi’l-Kur’an: 5/250.

[32] Zirikli-A’lam: 7/106; Davudi, Tabakatu’l-Müfessirin: 2/162.

[33] Vefeyat: 2/321; Tezkire: 4/133; Miftahu’s-Saade: 1/254, 2/146; Suyuti, Tabakatu’l-Huffaz: 480.

[34] İbn Receb-Zeyl: 2/367; Şezerat: 3/39; Buğye: 1/599; A’lam: 3/189.

[35] Zirikli-A’lam: 1/140; El-Bidaye: 14/135; Dairetü’l-Mearif: 1/109; Askalani-Dürerü’l-Kamine: 1/144-160.

[36] Ed-Dürerü’l-Kamine: 3/397; Şezerat: 6/335; A’lam: 6/286.

[37] A’lam: 4/93; Şezerat: 7/166; Hediyyetü’l-Arifin: 1/529-530; Mebahis: 134.

[38] Şezerat: 7/326; Hediyyetü’l-Arifin: 2/208; Suyuti, Hüsnü’l-Muhadara: 1/264.

[39] Şezerat: 8/51-55; İslam Ansiklopedisi: 10/260; A’lam: 4/71-73; Mu’cemu’l-Matbuat: 1/229.

[40] Osmanlı Müellifleri: 1/229.

[41] Mu’cemü’l-Müellifin: 890; İslam Ansiklopedisi: 3/585.

[42] Zirikli-A’lam: 3/222; Mu’cemu’l-Matbuat: 688-691; Mu’cemü’l-Müellifin: 3/35-37.

[43] Zirikli-A’lam: 6/210.

[44] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 52-54.

[45] Kattan-Mebahis: 28.

[46] Zirikli-A’lam: 8/57.

[47] Tezkire: 2/18; Keşfu’z-Zunun: 1/526.

[48] El-Bidaye, 10/385; Bağdadi-Tarih: 4/12; Hilye: 9/61; İbn Asakir-Mu’cemu’l-Müştemil: 58; İbnü’l-Cevzi-Sıfatu’s-Safve: 2/336-359.

[49] Bağdadi-Tarih: 6/284; Buğye: 1/443; A’lam: 1/305.

[50] Yakut el-Hamevi-Mu’cemu’l-Udeba: 3/64-68; Buğye: 1/131.

[51] Ğaye: 2/119; Tezkire: 3/909; Bağdadi-Tarih: 2/201; A’lam; 6/310; Brock: 1/334.

[52] Miftahu’s-Saade: 2/183; El-Fevaidu’l-Behiyye: 27-28.

[53] A’lam: 7/247; Şezerat: 4/10; Mu’cemu’l-Matbuat: 2/1408-1416.

[54] A’lam: 5/137; İzahu’l-Meknun: 4/529.

[55] A’lam: 6/246.




0 Yorum - Yorum Yaz

Usuller mukayesesi    23.12.2014

ADEM ORHAN

YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ

ÖĞRENCİ NO:13912778

 

   Mukayeseli Usuller

                                    TEFSİR USULÜ

Tefsir kelimesi ڧسرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.

Usûl ,asl kelimesinin çoğuludur. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarına da gelir.

Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey demektir.

Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

Tefsir usûlünün gayesi,Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek, Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.

Tefsir faaliyetleri, hocamızın bize tablo şeklinde gösterdiği gibi dört dönemde şekillenmiştir.

1.Asrı saadet devri ,Peygamber Efendimizin beyanları

2. Sahabe Tefsirleri

3. Tabiin Tefsirleri

4- Tebeat tabiin Tefsirleri

                                        Efendimizin tefsir yöntemi
    Mücmel olan ayetleri açıklamak.
    Müphem olanı izahatla açığa çıkarmak.
    Mutlak anlamı kayıtlamak.
    Müşkilatı gidermek.
    Uygulanması istenen davranışı uygulayarak öğretmek.
 
İşte sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu ileride farklı bir ilim dalı olarak karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem ayetlerin açıklanması yani beyan görevini üstlenecek ve hem de şariin iradesi konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak hizmet etmeye devam edecektir.
 


                                  SAHABE TEFSİRİ
      Sahabeler ayetlerin nüzul sebeplerini müşahede ettiklerinden, hükümlerle  nüzul sebepleri arasında  münasebet kurabilmişler, buda tefsir ilminde ayrıcalıklı bir yerlerinin olmasını sağlamıştır.

                       BU DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
 Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulunmaktaydı.

 

1-Kur’ân-ı Kerim,2- Hz. Peygamber,3-İctihâd  4- Re’y

SAHABE ARASINDA TEFSİR İLMİNDE  ÖNE ÇIKAN SAHABİLER

 Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe bt. Ebubek, Hz. Ubey b. Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
                             

                                           TABİÛN TEFSİRİ
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister olmasın yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri gibi Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı anlama ve İslam’ı yaşama hevesleri onları  ilme sevketmiştir. Tabiûn, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat etmişlerdir.

 Meşhur Tabiûn Müfessirler; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir. 
İslâm hukuku, tefsirde olduğu gibi oluşum süreci Hz. Peygamber, sahabe, tabiûn dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi, müctehid imamlar döneminde ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine kuruldu.

TEFSİR USULÜ KAYNAKLARI

 

1- KURULUŞ DÖNEMİ:

 

Vahye mazhar olan ve arapça olarak inen Kur’an ayetlerini tebliğ eden Rasulullah ile ashabı arasında ayetleri anlama konusunda ciddi bir problem yoktu. Zaman zaman sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerin tefsiri de Rasulullah tarafından[1] doğrudan veya başka bir ayetle yapıldığı için bu dönemde Kur’an ilimleri (Tefsir Usûlü) ile ilgili te’lif çalışmalarına ihtiyaç duyulmamıştır.[2]

Bunun yanı sıra sahabenin çoğunluğunun okuma yazma bilmemesi, yazı malzemelerinin teminindeki güçlükler, te’life engel olan hususlar olarak gözükmektedir. Ayrıca Rasulullah’ın bizzat Kur’an ayetlerinin dışında kalanların yazılmasını yasaklaması[3] da Kur’an ilimlerine ilişkin te’lif çalışmalarını bir sonraki döneme aktarmıştır.[4]

Bilinen şartlar ve özellikler çerçevesinde Rasulullah, Ebu Bekir (13/634) ve Ömer (23/643) dönemlerinde Kur’an ilimleri dilden dile rivayet biçiminde aktarılmıştır. Osman (35/655) döneminde genişleyen İslam coğrafyası içinde arap olan ve olmayanların bir araya gelmesi “İmam Mushaf”ın çoğaltılması gereğini ortaya çıkarmış ve halifenin emriyle çoğaltılarak muhtelif şehirlere gönderilmiştir.[5] 

İşte Osman’ın mushafların çoğaltılması ile ilgili bu çalışması sonradan “İlmu Resmi’l-Osman” veya “İlmu Resmi’l-Osmanî” adını alacak Kur’anî ilmin temelini oluşturmuştur.

Daha sonra Ali’nin (40/660) Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye (69/688) Arap dilinin korunmasına ilişkin kaideleri tesbit etmesini emretmesi “İ’rabu’l-Kur’an” ilmine atılan ilk temel kabul edilmiştir.[6]

Sahabeden sonraki tabiin, genel anlamda Kur’an ilimlerinin kurulup kökleşmesi yönündeki çabalarını rivayet yoluyla devam ettirmişlerdir. Her iki nesilden bu ilmin temellerini atanları şöyle sıralamak mümkündür:

 

A) Sahabilerden:

 

Dört Halife, Abdullah b. Abbas (68/687), İbn Mes’ud (32/652), Zeyd b. Sabit (45/665), Ubeyy b. Ka’b (30/650), Ebu Musa el-Eş’ari (44/664), Abdullah b. Zübeyr (73/692). Bunlar başta olmak üzere diğer sahabilerden gelen rivayetlerle tüm Kur’an’ın tefsiri yapılmamakla birlikte bazı ayetlerin kapalı yönleri açıklanmıştır.[7] 

 

B) Tabiinden:

 

Mücahid b. Cebr (104/722), Ata b. Ebi Rebah (115/733), İkrime (107/725), Katade (118/736), Hasanu’l-Basri (110/728), Said b. Cübeyr (95/713), Zeyd b. Eslem (136/753).[8] Bunlar Mekke’de İbn Abbas, Medine’de Ubeyy b. Ka’b, Irak’ta Abdullah b. Mesud’a bağlanarak yaptıkları rivayetlerle Mekke, Medine ve Irak ehlini oluşturmuşlardır.[9]

 

2- TEDVİN VE TE’LİF DÖNEMİ:

 

Hicretin ikinci asrından itibaren tedvin dönemi başlamış, rivayetler kitaba aktarılarak te’lif ve tasnifler gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde tefsir, Kur’an ilimlerinin esasını teşkil ettiği için ağırlık tefsire verilmiştir.[10] Bu anlamda tefsirle meşgul olup eser verenler şunlardır:

1) Zeyd b. Harun es-Sülemi (117/735)

2) Mukatil b. Süleyman (150/767) Tefsiru Mukatil[11]

3) Şu’be b. Haccac (160/776).

4) Süfyanu’s-Sevri (161/777) Tefsiru’s-Süfyani’s-Sevri[12]

5) Veki’ b. el-Cerrah (197/812).

6) Süfyan b. Uyeyne (198/813) Tefsiru Süfyan b. Uyeyne[13]

7) Yahya b. Sellam (200/815) et-Tesarif[14]

8) Ferra, Ebu Zekeriyya Yahya (207/822) Meani’l-Kur’an[15]

9) Abdurrezzek b. Hemmam (211/826) Tefsiru’l-Kur’an)[16]

Sayılan alimler sahabe ve tabiinin görüşlerini toplayıp eserler te’lif etmişlerdir.[17] Kendileri aynı zamanda muhaddis oldukları için de tefsirleri hadis mecmualarının tefsir bölümünde yer almıştır.

Hicri ikinci asırdan itibaren her asırda, ileride ayrı ayrı ele alacağımız Kur’anî ilimlere dair yüzlerce eser yazılmış ve yeni yeni ilimler tesis edilmiştir. Bu durumda tefsir usulü çalışmalarını iki kategoride incelemek mümkündür. 1) Müstakil ve kapsamlı 2) Konularına göre.

 

3- MÜSTAKİL VE KAPSAMLI TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:

 

Zerkani’nin bildirdiğine göre[18] h. 4. asırdan önce derli toplu bir şekilde Tefsir Usulü, başka bir deyişle Ulumu’l-Kur’an’la ilgili yazılmış bir eser yoktur. Çünkü o zamana kadar böyle bir eser yazmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Aslında Kur’anî ilimler bir kitapta toplanmamıştır. Fakat alimler bu bilgilerin tamamına sahipti.

Zerkani’nin bu ifadesinden anlaşıldığına göre, Tefsir usulünde müstakil ve kapsamlı te’lif çalışmaları, konularına göre gerçekleştirilmiş çalışmalardan daha sonra başlamıştır.

Zerkani, müstakil ve kapsamlı tefsir usulü çalışmasının Ali b. İbrahim b. Said Hufi’nin (450/1038) “El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an” adlı eseriyle başladığını belirtirken[19] Subhi es-Salih, söz konusu alanda ilk çalışmanın eserine “Kur’an İlimleri” ismini de vererek te’lif etmesi açısından İbn Merzeban tarafından yapıldığını öne sürmüştür.[20]

Ancak araştırmalar ve incelemelerimize göre Haris el-Muhasibi’nin (243/857) te’lif ettiği “El-Akl ve Fehmu’l-Kur’an” adlı eseri, ilk sayılacak değerdedir. Tahkiki yapılarak neşredilen bu kitabın[21] belli başlı tefsir usulü konularını ihtiva ettiği görülmektedir. Muhasibi’nin anılan eserini tefsir usulü çalışmalarının ilki kabul edersek müstakil ve kapsamlı çalışmaların başlangıcını hicri 3. asra kadar götürmüş oluruz.

Tefsir usulünün başlangıcını h. 3. veya 4. asır kabul eden münakaşaları burada belirttikten sonra günümüze kadar bu yönde yapılan çalışmaları ve müellifleri tanıyalım.

 

3. Asır

 

Haris El Muhasibi: (243/857) Bağdat’lıdır. Tefsir usulünün ilki olabilecek özellik ve değerde görülen “Fehmu’l-Kur’an” adlı eserin sahibidir. Va’zu nasihat kitapları ve Mutezileye cevap kitabı vardır.[22]

 

4. Asır

 

1) Muhammed b. Halef el-Merzebân: (309/921) Bağdat’lıdır. Tarih ve edebiyat alimidir. Farsçadan Arapçaya 50’den fazla kitap tercüme etmiştir. El-Havi fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[23]

2) Ebu’l-Haseni’l-Eş’ari: (324/935) Basra’da doğmuş Bağdat’ta vefat etmiştir. Eş’ari mezhebinin kurucusudur. Mütekellim ve müctehid imamlardandır. Önceleri Mutezili iken daha sonra Ehl-i Sünnet’e dönmüştür. El-Muhtezen fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir. 300’den fazla eseri vardır.[24]

3) Ebu Bekir el-Enbari: (328/939) Bağdat’lıdır. Arap dil ve edebiyat alimidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamak için 300 bin şiiri (şevahid) ezberlemiştir. Acaibu Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[25]   

4) Ebu Muhammed el-Kassab Muhammed b. Ali el-Kereci: (360/970) Katıldığı savaşlarda bir çok kişiyi öldürdüğü için kassab diye tanınmıştır. Nüketu’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[26]

5) Muhammed b. Ali el-Udfuvi: (388/998) Kahire’lidir. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-İstiğna’ fi ulumi’l-Kur’an adlı 20 ciltlik eseri vardır.[27]

 

5. Asır

 

1) Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfi: (430/1038) Mısır’lıdır. Edebiyat, nahiv ve tefsir alimidir. El-Burhan fi ulumi’l-Kur’an adlı 30 ciltlik eseri vardır.[28]

2) Ebu Davut Süleyman b. Necah: (496/1103) Kurtuba’lıdır. Tefsir alimidir. El-Beyanu’l-Cami’ li Ulumi’l-Kur’an adlı 300 bölümden oluşan eserin ve Et-Tibyan li-Hecai’t-Tenzil adlı 6 ciltlik eserin sahibidir.[29]

 

6. Asır

 

1) Ebu’l-Kasım el-Hüseyin b. Muhammed el-Mufaddal: (503/1109) Rağıb el-İsfehani adıyla ün yapmıştır. Bağdat’lıdır. Mutezili olduğu söylenir. Hanefi mezhebindendir. Felsefe, Ahlak, Edebiyat ve Tefsir alimidir. Tefsirini tamamlayamamıştır. “El-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an ve Mukaddimetü’t-Tefsir adlı kitapların sahibidir.[30]

2) Abdulhak b. Ebi Bekr b. Abdulmelik b. Atıyye: (543/1148) İbn Atıyye ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Tefsir alimidir. “El-Camiu’l-Muharraru’s-Sahihu’l-Veciz fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz” adlı tefsirine ait 45 sayfadan oluşan bir mukaddimesi vardır.[31]

3) Muhammed b. Abdullah b. Muhammed el-Mearifi: (546/1151) İbn Arabî ismiyle ünlenmiştir. Endülüs’lüdür. Maliki mezhebindendir. Fıkıh, Hadis ve Tefsir alimidir. Muvatta, Tirmizi şerhleri, Ahkamu’l-Kur’an adlı eseri vardır. El-Kanun fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Aziz adlı eserin sahibidir.[32]

4) Cemaluddin Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali: (510-517/1116-1200) İbn Cevzi ismiyle ünlenmiştir. Bağdat’lıdır. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih, Ahlak ve Edebiyat alimidir. 300’den fazla kitap yazmıştır. Fununu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an, Zadu’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, El-Müdhiş, Nevasihu’l-Kur’an, El-Erib Fi Tefsiri’l-Ğarib, Nüzhetu’l-Uyuni’n-Nevadir fi’l-Vucuh ve’n-Nezair, el-Musaffa gibi eserlerin sahibidir.[33]

 

8. Asır

 

1) Süleyman b. Abdu’l-Kavi et-Tufi: (716/1316) Bağdat’lıdır. Fıkıh, Edebiyat, Tarih alimidir. El-İksir fi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[34]

2) Takıyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Abdulhalim: (728/1327) İbn Teymiyye ismiyle ünlenmiştir. Harran’lıdır. Tatar zulmünden dolayı Şam’a göçetmiştir. Hanbeli mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık konularında bir çok eser yazmıştır. Mukaddime fi usuli’t-tefsir ve Tefsiru Suretu’l-İhlas adlı kitapların sahibidir.[35]

3) Ebu Abdullah Bedreddin Muhammed b. Behadur b. Abdullah ez-Zerkeşi: (794/1392) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. El-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[36]

 

9. Asır

 

1) Celaleddin Ebi’l Fadl Abdurrahman b. Ömer b. Rislan b. Nusayr b. Salih Bulkini: (824/1421) Kahire’lidir. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usul alimidir. Mevakiu’l-Ulum min Mevakiu’n-Nucum adlı eserin sahibidir.[37]

2) Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman Kafiyeci: (879/1478) Bergama’lıdır. Mısır’da vefat etmiştir. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Usul, Felsefe, Mantık, Edebiyat alimidir. 60’tan fazla eseri vardır. Et-Teysir fi Kavaidi İlmi’t-Tefsir adlı eserin sahibidir.[38]

 

10. Asır

 

Celaleddin b. Kemaleddin es-Suyuti: (911/1506) Kahire’lidir. Şafii mezhebindendir. Tefsir, Hadis, Tarih ve Edebiyat alimidir. 500’den fazla eseri vardır. Tefsiru Celaleyn, Ed-Dürrü’l-Mensur fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur, El-İtkan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[39]

 

11. Asır

 

İbrahim Bergamavi: (1014/1605) Bergama’lı bir Osmanlı alimidir. Tefsir, Hadis ve Kelam alimidir. Tefsir usulü ile ilgili bir eseri vardır.[40] 

 

12. Asır

 

Ahmed b. Abdurrahim Şah Veliyyullah ed-Dihlevi: (1176/1764) Hindistan’lıdır.Tefsir, Hadis ve Fıkıh alimidir. Fethu’r-Rahman, El-Fevzü’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir adlı eserlerin sahibidir.[41]

 

14. Asır

 

1) Şeyh Tahir b. Ali el-Cezairi: (1338/1919) Tefsir, Hadis, Dinler Tarihi, Kelam, Edebiyat, Tarih alimidir. 30’a yakın eseri vardır.Tefsiru’l-Kur’an, Et-Tibyan li Ba’dı’l-Mebahis el-Müteallika bi’l-Kur’an adlı eserlerin sahibidir.[42]

2) Muhammed Abdulazim Zerkani: (1367/1948) Kahire’lidir. Mısır Üniversitesi Usuli’d-din fakültesinden mezun oldu. Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an adlı eserin sahibidir.[43]

3) Muhammed Hüseyin ez-Zehebi: Irak Hukuk Fakültesi İslam Hukuku Eski Bölüm Başkanı, Ezher Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an ve Hadis İlimleri Öğretim üyesidir. Et-Tefsir ve’l-Müfessirin adlı eserin sahibidir.

 

4- ASRIMIZDAKİ DİĞER TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:  

 

Asrımızda Kur’an ilimleriyle ilgili çalışma ve araştırmalarda büyük artış görülmektedir. Tefsir Usulü ile ilgili bu son dönem çalışmalarından tesbit edebildiklerimiz şunlardır:

1) Ebu Abdillah Zencani (1356/1935), Tarihu’l-Kur’an, s. 83.

2) Muhammed Ebu Selame, Menhecu’l-Furkan, Kahire, 1359/1938.

3) Emin el-Hûli, Et-Tefsir ve Mealimu hayatihi ve Menhecühü’l-Yevm, Mısır, 1944.  

4) Ahmed Adil Kemal, Ulumu’l-Kur’an, Mısır, 1951, s. 173.

5) Subhi’s-Salih, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1381/1962, s. 440. Said Şimşek tarafından Kur’an ilimleri adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Konya, ts.

6) İzzet Hüseyin, Ulumu’l-Kur’an, Dımeşk, 1962.

7) İbrahim el-Ebyari, Tarihu’l-Kur’an, Kahire, 1965, s. 164.

8) Muhammed Fadl b. Aşur, Et-Tefsir ve Ricaluh, Tunus, 1972, s. 183.

9) Abdulkahhar Davud el-Ani, Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an, Bağdat, 1972.

10) Mennau’l-Kattan, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1393/1973.

11) Muhammed Sabbağ, Lemahat fi Ulumi’l-Kur’an ve İttihacatu’t-tefsir, Dımeşk, 1394/1974.

12) Adnan Zerzur, Tarihu’l-Kur’an ve Ulumuh, Dımeşk, 1395/1975.

13) Abdulfettah el-Kadı, Min Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1396/1976.

14) Şaban Muhammed İsmail, Maa’l-Kur’ani’l-Kerim, Mısır, 1398/1978; El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an ve’s-Sünne ve Ulumi’l-İslamiyye, c. 2, Kahire, 1400/1980.

15) Mahmut Zalat, Et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Kahire, 1399/1979.

16) Mahmud İbrahim Şerif, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.

17) Fehd b. Abdurrahman er-Rumi, Menhecü’l-Medreseti’l-Akliyye el-Hadise fi’t-Tefsir, Beyrut, 1401/1981; İtticahatu’t-tefsir fi’l-Karni’r-Rabia Aşere, c. 3, Riyad, 1407/1986.

18) Muhammed Ali es-Sabuni, et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1405/1985.

19) Abdulmun’im en-Nemr, Ulumu’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1403/1983; İlmu’t-Tefsir Keyfe Neşee ve Tetavvera,  Kahire, 1405/1985.

20) Abdullah Mahmud Şehhate, Tarihu’l-Kur’an ve’t-Tefsir; Ulumu’l-Kur’an ve’t-Tefsir, Kahire 1403/1983; Ulumu’l-Kur’an, Kahire, 1985; Ulumu’t-Tefsir, Kahire, 1986.

21) Emir Abdulaziz, Dırasat fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1403/1983.

22) Nureddin Itr, Muhadarat fi Ulumi’l-Kur’an, Dımeşk, 1404/1984.

23) Abdulğafur Mahmud Mustafa Ca’fer, Buhus fi Ulumi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire 1403/1983; Dirasat fi Ulumi’l-Kur’an ve Menahicü’l-Müfessirin, 1408/1987.

24) Muhammedi Abdurrahman, El-Mücmel fi Ulumi’l-Kur’an, Mısır, 1403/1983.

25) Mahmud Bisyuni Fude, Neş’etü’t-Tefsir ve Menhecuh, Mısır, 1406/1986.[44]

26) A. Ahmed Ali, Müzekkeretu Ulumu’l-Kur’an.

27) Ahmed Muhammed Cemal, Ulumu’l-Kur’an.[45]

 

5- KUR’AN ARAŞTIRMALARINA İLİŞKİN ÇALIŞMALAR:

 

Kur’an-ı Kerim’in lafız ve mana derinliklerine nüfuz etmeyi hedefleyen çalışmalara ilk asırlardan itibaren başlandığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda Kur’an tefsirine ve Kur’an’ın iyi anlaşılmasına yardımcı olan çalışmalar, başlangıçtan günümüze kadar devam etmiş, özellikle günümüzde daha da yoğunlaşmıştır. Tefsir usulüne kaynak teşkil edecek olan ve çoğunlukla Kur’an araştırmaları olarak nitelenen bu eserleri müellifleriyle kısaca tanıyalım:

1) Mahmud b. el-Ferec en-Nisaburi (235/850) el-Kur’an[46]

2) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe (235/849) Sevabu’l-Kur’an[47]

3) Ahmed b. Hanbel (241/855) Cevabatu’l-Kur’an ve er-Redd ala men İddea’t-Tenakuz fi’l-Kur’an[48]

4) İsmail b. İshak (282/835) El-İhticac bi’l-Kur’an[49]

5) Ebu Ubeyd el-Belhi, Ahmed b. Sehl (322/933) Kitabu Kavarii’l-Kur’an; Kitabu İnne Surete’l-Hamd tenubu an Cemii’l-Kur’an[50]

6) Ebu Bekir en-Nakkaş (355/965) El-Muvaddıh fi Maani’l-Kur’an[51]

7) Ebu Bekir el-Cessas, (370/980) Kitabu İlhami’l-Kur’an[52]

8) İmam el-Gazali (505/1111) Tercümanu’l-Kur’an ve Düreruh[53]

9) Ebu’l-Hüseyin İbnu’d-Dekkak, Ali b. el-Kasım el-İşbili (605/1208) Müfredatu’l-Kur’an[54]

10) Muhammed b. Ahmed el-İskenderani (1306/1889) Keşfü’l-Esrari’n-Nuraniyyetü’l-Kur’an[55]

11) Muhammed Abduh (1323/1905) Durus Mine’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1400/1980.

12) Muhammed Tahir b. Abdulkadir el-Kürdi el-Mekki, Tarihu’l-Kur’an, Mısır 1372/1953.

13) Ahmed Halil, Neş’etü’t-Tefsirfi Kütübi’l-Mukaddeseti ve’l-Kur’an, İskenderiyye, 1373/1954.

14) Muhammed Ebu Şuhbe, El-Medhal li Diraseti’l-Kur’an, 1377/1958.

15) Muhammed Abdullah Draz, (1958) Dusturu’l-Ahlak fi’l-Kur’an, Tah: Abdussabur Şahin, Beyrut, 1972; Medhal ile’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt 1400/1980; en-Nebeü’l-Azim Kuveyt, 1390/1970, Suat Yıldırım tarafından En Mühim Mesaj Kur’an adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Akçağ Yayınları, Ankara, 1985.

16) Muhammed el-Gazali, Nazarat fi’l-Kur’an, Kahire, 1377/1958 s. 83.

17) Muhammed Sadık Urcun, El-Kur’ani’l-Azim, Hedyuhu, İ’cazuhu fi Akvali’l-Müfessirin, Kahire 1966, s. 328.

18) Muhammed Mahmud Hicazi, el-Vahdetü’lMevduiyye fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1390/1970.

19) Abdurrahman Fude, El-Vahyu ve’l-Kur’an, Mısır 1390/1970, s. 64.

20) Ahmet Halil, Dirasat fi’l-Kur’an, Kahire, 1972 s. 166.

21) M. Sadık er-Rafii, Tahte Rayeti’l-Kur’an, 1394/1974, s. 414.

22) İbrahim Abdulhamid Selame, Kasabi Mahmud Zalat, Abdulhayy Hüseyin, Muhammed Abdulmun’im, Dirasat Kur’aniyye Mısır, 1396/1976.

23) Muhammed Said Ramazan el-Buti, Min Ravaii’l-Kur’an, Dımeşk, 1977, s. 351.

24) Abdussalim Mükrim, Mine’d-Diraseti’l-Kur’aniyye, 1978.

25) Muhammed Kutub, Dirasat Kur’aniyye, Beyrut, 1979.

26) Muhammed Bisyuni Fude, Muhadarat fi Tarihi Tefsiri’l-Kur’an, Kahire, 1401/1981.

27) Ahmed Cemal el-Umri, Dirasat fi’l-Kur’an ve’s-Sünne, Kahire, 1982.

28) Rauf Şelebi, Cevahiru’l-İrfan fi’d-Da’ve Ulumi’l-Kur’an, Kahire 1406/1986.

29) Muhammed İzzed Derveze, el-Kur’an ve’l-Mübeşşirun, s. 467; El-Kur’anu’l-Mecid, Tenziluh, Uslubuh, Eseruh, Cem’uh, Beyrut, s. 340; Ed-Dusturu’l-Kur’aniyye ve’s-Sünnetü’n-Nebeviyye fi Şuuni’l-Hayat, Kahire, ts.

30) Ahmed Faiz, Dusturu’l-Usre fi Zilali’l-Kur’an, Beyrut ts.

31) Muhammed Abdulaziz el-Huli, el-Kur’an, Vasfuh, hidayetuh, Eseruh, İ’cazuh, Kahire, s. 108.

32) Salih el-Büleyhi, El-Hedyu  ve’l-Beyan fi Emsali’l-Kur’an, Riyad. 

 

6- TÜRKÇE TEFSİR USULÜ ÇALIŞMALARI:

 

Tefsir Usulüyle ilgili türkçe çalışma ve araştırmaların son dönemde arttığı görülmektedir. Osmanlı alimlerinin çoğunlukla tefsir ve usulüne ilişkin eserleri arapça yazdıkları görülmektedir. Türkçe olarak tesbit edebildiğimiz Tefsir Tarihi, Kur’an Tarihi ve Kur’an İlimleriyle ilgili Türtçe eserleri müellifleriyle tanıyalım:

1) Ahmed b. Muhammed: Tabakatu’l-Müfessirin. Veli Efendi Kütüphanesi no: 427. Türkçe Yazma bir tabakat kitabı.

2) Buras’lı Mehmed Tahir: (1861-1924) Delilu’t-Tefasir. İstanbul 1325. Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi ile ilgili öz bilgiler içerir. Üç ciltlik Osman’lı Müellifleri kitabının da yazarıdır.

3) Bergama’lı Cevdet Bey: (1873-1925) Tefsir Tarihi, İstanbul 1927, s. 152. Daru’l-Fünun İlahiyat Fakultesi’ndeki ders notlarıdır. Ayat-ı Müteşabihe adlı kitabın da yazarıdır.

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh, sözlükte, bir şeyi bilmek iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. 

 Fıkıh usulü,şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.

 

Fıkıh usulü iki şeyden bahseder.

1.       Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller.

2.       Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit olması.

Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat,  örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

Fıkıh Usulünün Gayesi,müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkânını hazırlamaktır.

 Fıkıh Usulünün Faydaları

1.       Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.

2.       Müctehidlerin hüküm çıkarma yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.

3.       Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı olarak çıktığını tesbit eder.

4.       Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin ne olduğunu öğrenir.

5.       Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

                                                             HADİS USÛLÜ

 Hadis: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.

Hadis Usulü: Ravinin ve mervinin (rivayet olunanın) kabul ve red bakımından durumunun kendi vasıtası ile bilenebildiği ilim demektir.

 

HADÎSLERİN TEDVÎN VE TASNİFİ 

Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yaz­dıklarını ve bir takım sabiteler vücûda getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak gö­rülür.

İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı do­laşırdık. Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa bu­rada işaret etmekte fayda vardır: Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin ola­rak kabul edilmiş ise de, bu, onun muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında değildir.  Hadîs kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken başladığı ve giderek yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile, muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr edilemez. Onların bu fa­aliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması sebebiyledir.

 

Hadîslerin Tasnifi: Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında da, toplanan haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine, konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren Musnedler bu şekilde or­taya çıkmıştır.

Hadis Alma Yolları:

1.               Semâ

2.               Arz - Kıra'a

3.               İcâze

4.               Münâvele

5.               Mukâtebe

6.               İ'lâm

7.               Vasıyye

·                  Vİcâde

Ravi, hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir. Sema,hadisçilerinnazarındaensağlamahzyoludur.
Sened, hadisi rivayet eden raviler zinciridir.

HADİSLERİN ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI

Sıhhat yönünden:

Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir: 
- Senedinde kopukluk olmaması (muttasıl olması) 
- Bütün ravilerin sika olması 
- İllet ve şazlık bulunmaması 

Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir.

Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati) olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir.

Mevzu: Uydurma hadisdir.

Sahibi yönünden:

Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir.

Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir.

Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir.

Senet  yönünden:

Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır.

Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır.

Bir hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer:

- Metin tenkidi 
- Sened tenkidi

Metin tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin araştırılmasıdır.

Sened tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup olmadığının araştırılmasıdır.

 

 

TEFSİR, HADİS VE FIKIH USÜLLERİNİN LİTERATÜR KARŞILAŞTIRMASI

Kronolojik olarak Tefsir Usulü

1.Haris el-Muhasibî(243/857), el-Akl ve Fehmu'l-Kur'an

2. Muhammed b. Halef el-Merzebân(309/921), el-Havî fî Ulumi'l-Kur'an

3. Ebu'l-Hasan el-Eşarî(324/935) el-Muhtezen fi Ulumi'l-Kur'an

4. Ebu Bekr el-Eribarî(328/939), Acâibu Ulûmi'l-Kur'ân

5. Muhammed b. Ali el-Udvufî(388/998), el-İstiğnâ fi ulûmi'l-Kurân

6. Ali b. İbrahim b. Said el-Hûfî(430/1038), el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur’an

7. Ebu Davut Süleyman b. Necah(496/1103), el-Beyânül-Câmi' li-Ulûmil-Kur'ân

8. Rağıb el-İsfehanî(503/1109), Mukaddimetü't-Tefsîr

9. Bedruddin Zerkeşî(794/1392) , el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an

10. Celaleddin es-Suyutî(911), el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an

 

Hadis Usulu Eserleri

A. Mütekaddimun'a ait eserler:

1. Ramehurmuzi(h.360), el-Muhaddisul-Fasıl

2. Hakim en-Neysaburi(h.405), Ma'rifetu Ulumi'l-Hadis

3. Hatib el-Bağdadi(h.463), el-Kifaye fi İlmi'r-Rivaye

 

 

B. Müteahhirun'a ait eserler:

1. Kadı İyaz(h.544), el-İlma'

2. İbnu's-Salah(h.643), Ulumu'l-Hadis

 

Ulumu'l-Hadis üzerine yapılan çalışmalar:

a. İmam Nevevi(h.676), et-Takrib; İ.Nevevi Ulumu'l-Hadis'i "İrşad" ismiyle ihtisar etmiş. Sonra bunu da ihtisar edip "et-Takrib ve't-Teysir" ismini vermiştir. "Takribu'n-Nevevi" ismiyle meşhurdur.

b. İbn Kesir(h.774), İhtisaru Ulumu'l-Hadis

c. İbn Hacer(h.852), Nuhbetü'l-Fiker; Ulumu'l-Hadis'in ihtisarı. İbn Hacer daha sonra bu eserine de bir şerhyazar: Nüzhetu'n-Nazar fi Tavdihi Nuhbeti'l-Fiker

 

3. Suyuti(h.911), Tedribu'r-Ravi; Suyuti'nin, Nevevi'nin Takrib'ine "Tedribu'r-Ravi fi Şerhi Takribi'n-Nevevi" ismiyle yazdığı şerh.

4. Sehavî(h.902), Fethu'l-Muğis

5. Zeynuddin el-Irakî(h.806), Fethu'l-Muğis

6. Cemaleddin Kasımi(m.1914), Kavaidu't-Tahdis

7. Tahir el-Cezairi(m.1920), Tevcihu'n-Nazar

8. Ahmed Muhammed Şakir, el-Baisu'l-Hasis

 

Fıkıh Usûlü

 

Fıkıh usülu kitablarının yazımında "Fukaha metodu" ve "Mütekellimun metodu" olmak üzere belli başlı iki metod takip edilmiştir. Fukaha metodu özellikle Hanefilerin takip ettiği bir metod olup, temel özelliği fıkhi örneklerden kurallara gitmesidir.

 

Fukaha metoduna göre yazılan eserler:

1- Ebu Bekr b. Ahmed b. Ali er-Razi el-Cessas(370/980), el-Fusûl fi'l-Usûl

2- Ebu Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debûsî(432/1040), Takvimu'l-Edille

3- Fahru'l-İslam Ali b. Muhammed el-Pezdevî(483/1090), Kenzu'l-Vüsul ile'l-Usul

4- Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed es-Serahsî(490/1097), el-Usul

 

Mütekellimun metodu ise genelde Hanefiler dışındakilerin yazım metodu olup, temel özelliği kuralların öncelikle tespit

edilip, meselelere uygulanmasıdır.

 

Mütekellimun metoduna göre yazılan eserler:

1- Kadı Abdulcebbar(415), el-Umed fi Usuli'l-Fıkh ve en-Nihaye fi Usuli'l-Fıkh

2- Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ali el-Basrî el-Mu'tezilî(436/1044), el-Mu'temed fi Usuli'l-Fıkh

3- İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî(478/1085), el-Burhan fi Usuli'l-Fıkh

4- İmam Ebu Hamid Muhammed Gazzalî(505/1111), el-Mustasfa min İlmi'l-Usul

 

Bu iki metodu meczederek yeni bir metod ortaya koyan eserler:

Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını

usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir. Bu metotla te'lif edilen belli başlı eserler de şunlardır:

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bağdâdî İbnu's-Saatî(694/1294),Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbeyi'l-Pezdevî ve'l İhkâm

2-Sadru'ş-Şerîa Ubeydullah b. Mes'ûd(747/1346), et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla şerhetmiştir. Bu eserde, Pezdevî'nin Usûl'ü, Râzî'nin Mahsûl'ü ve İbn Hâcib'in Muhtasar'ı cem edilmiştir.

3-Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî(771/1369), Cem'ul-Cevâmî.

4-Muhammed b. Abdülvahid İbnu'l-Hümâm(861/1456), et-Tahrîr. Bu eseri ise öğrencisi Muhammed b. Emiri'l-Hacc el-Hâlebî(879/1474) et-Takrir ve't-Tahbir adıyla şerhetmiştir.

 

Bu eserlerin yanında eş-Şatıbî'nin(790/1388) el-Muvafâkat ve el-İ'tisam, Şevkânî'nin(1250/1834) İrşadü'l Fühûl adındaki eserlerini anmak gerekir.

 

Muasır Eserler

Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, MÜ İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1988

Seyyid Bey, Usul-i Fıkıh, İstanbul, 1333, 1338.

Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, İstanbul, 1969

Zekiyyuddin Şa'ban, İslam Hukuk İlminin Esasları(Usulü'l-Fıkh), TDV Yay.

Muhammed Ebu Zehra, Abdulvahhab Hallaf, Şâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî'nin fıkıh usulune dair yazdıkları eserler

 

 

 

 



[1] Zerkeşi-El-Burhan: 1/14; Zehebi-Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/45; Kattan-Mebahis: 9.

[2] Zerkani-Menahil: 1/28; Salih-Mebahis: 127.

[3] Müslim, Zühd: 72.

[4] Zerkani-Menahil: 1/28.

[5] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10.

[6] Zerkani-Menahil: 1/30; Kattan-Mebahis: 10; Salih-Mebahis: 128-129.

[7] Zerkani-Menahil: 1/31; Kattan-Mebahis: 11.

[8] Et-Tefsir ve’l-Müfessirun: 1/99-132.

[9] İbn Teymiyye-Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir: 15.

[10] Zerkani-Menahil: 1/31; Salih-Mebahis: 129.

[11] Yazma nüshası Hamidiye kütüphanesi: 58; Umumi kütüphane: 281, 561 no’da kayıtlıdır.

[12] Ebu Abdullah Süfyan b. Said tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.

[13] Ahmed Salih Mehayiri tarafından tahkiki yapılmış ve Riyad’da neşredilmiştir.

[14] Hind b. Şelebi tarafından tahkiki yapılarak Tunus’ta neşredilmiştir.

[15] Muhammed Ali en-Neccar ve Ahmet Yusuf Necatî tarafından tahkiki yapılarak Beyrut’ta neşredilmiştir.

[16] Farid el-Faris tarafından Kuveyt’te neşredilmiştir.

[17] Zerkani-Menahil: 1/31-32; Kattan-Mebahis: 12; Salih-Mebahis: 121.

[18] Zerkani-Menahil: 1/33.

[19] Zerkani-Menahil: 1/33.

[20] Salih-Mebahis: 133.

[21] Hüseyin Kuvvetli tarafından tahkiki yapılmış ve Daru’l-Fikir tarafından neşredilmiş 245 sayfalık bir eserdir.

[22] Zirikli-A’lam: 2/153-154; İsfehani-Hilyetü’l-Evliya: 10/73-110; İbn Hallikan-Vefayatu’l-A’yan: 1/126; Bağdadi-Tarih: 8/211.

[23] Zirikli-A’lam: 6/348; Bağdadi-Tarih: 5/237.

[24] Zirikli-A’lam: 5/69; İbn Kesir-Bidaye ve’n-Nihaye: 11/187.

[25] İbn Ferhun, İbrahim b. Ali, ed-ibacu’l-Mühezzeb fi ma’rifeti a’yani Ulamai’l-Mezheb: 195.

[26] Kehhale-Mu’cemu’l-Müellifin: 11/58-59; Zehebi, Tezkiretü’l-Huffaz: 3/141-142.

[27] Salih-Mebahis: 131; Zirikli-A’lam: 7/160; Ğaye: 2/198.

[28] Salih-Mebahis: 133; Zirikli-A’lam: 5/53; Zerkani-Menahil: 1/35; Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 1/241; Suyuti-Buğyetu’l-Vuat: 2/140.

[29] Zirikli-A’lam: 3/200.

[30] Katip Çelebi-Keşfu’z-Zünun: 2/1773; Serkis, Mu’cemu’l-Matbuatu’l-Arabiyye:921-923; Adil Nüvehid-Mu’cemu’l-Müfessirin: 1/158-259.

[31] Mukaddimetan Fi Ulumi’l-Kur’an: 5/250.

[32] Zirikli-A’lam: 7/106; Davudi, Tabakatu’l-Müfessirin: 2/162.

[33] Vefeyat: 2/321; Tezkire: 4/133; Miftahu’s-Saade: 1/254, 2/146; Suyuti, Tabakatu’l-Huffaz: 480.

[34] İbn Receb-Zeyl: 2/367; Şezerat: 3/39; Buğye: 1/599; A’lam: 3/189.

[35] Zirikli-A’lam: 1/140; El-Bidaye: 14/135; Dairetü’l-Mearif: 1/109; Askalani-Dürerü’l-Kamine: 1/144-160.

[36] Ed-Dürerü’l-Kamine: 3/397; Şezerat: 6/335; A’lam: 6/286.

[37] A’lam: 4/93; Şezerat: 7/166; Hediyyetü’l-Arifin: 1/529-530; Mebahis: 134.

[38] Şezerat: 7/326; Hediyyetü’l-Arifin: 2/208; Suyuti, Hüsnü’l-Muhadara: 1/264.

[39] Şezerat: 8/51-55; İslam Ansiklopedisi: 10/260; A’lam: 4/71-73; Mu’cemu’l-Matbuat: 1/229.

[40] Osmanlı Müellifleri: 1/229.

[41] Mu’cemü’l-Müellifin: 890; İslam Ansiklopedisi: 3/585.

[42] Zirikli-A’lam: 3/222; Mu’cemu’l-Matbuat: 688-691; Mu’cemü’l-Müellifin: 3/35-37.

[43] Zirikli-A’lam: 6/210.

[44] Ali Turgut-Tefsir Usulü ve Kaynakları: 52-54.

[45] Kattan-Mebahis: 28.

[46] Zirikli-A’lam: 8/57.

[47] Tezkire: 2/18; Keşfu’z-Zunun: 1/526.

[48] El-Bidaye, 10/385; Bağdadi-Tarih: 4/12; Hilye: 9/61; İbn Asakir-Mu’cemu’l-Müştemil: 58; İbnü’l-Cevzi-Sıfatu’s-Safve: 2/336-359.

[49] Bağdadi-Tarih: 6/284; Buğye: 1/443; A’lam: 1/305.

[50] Yakut el-Hamevi-Mu’cemu’l-Udeba: 3/64-68; Buğye: 1/131.

[51] Ğaye: 2/119; Tezkire: 3/909; Bağdadi-Tarih: 2/201; A’lam; 6/310; Brock: 1/334.

[52] Miftahu’s-Saade: 2/183; El-Fevaidu’l-Behiyye: 27-28.

[53] A’lam: 7/247; Şezerat: 4/10; Mu’cemu’l-Matbuat: 2/1408-1416.

[54] A’lam: 5/137; İzahu’l-Meknun: 4/529.

[55] A’lam: 6/246.




0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGE EVLİ

13952752

TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARI HÜLASASI

 

 

 TEFSÎR TARİHİ

A. Tefsîr'in Istılahî Mânâsı

Âlimler, ıstılahî açıdan çeşitli tefsîr tariflerinde bulunmuşlardır:

"Tefsîr, Allah kelâmının açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır." (el-Hûlî 1995, 13)

Diğer bir tarife göre ise; "Tefsîr, insan gücü ve Arapça dil bilgisinin verdiği imkân nispetinde Kur’ân metninin mânâsından bahseden bir ilimdir." (Kâtip Çelebi 1971-72, 1/427)

Tefsîrin âlimler arasındaki yaygın anlamı: "Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garîb lâfızlardan kastedilen şeyi beyan etmektir." (Lisanü'l-Arab; Tâcü'l-Arûs; Zerkeşî 1972, 2/147; Zerkanî, 1/471) Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur’ân'a has bir açıklama olmayıp, ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahlar için de kullanılır. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi, kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır. (Tehavenî 1984, 2/1115-1116)

"Tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla Kur’ân-ı Kerim'de Allah'ın muradını araştıran bir ilimdir". (el-Beyumî, 3/4)

Tefsîr ilminin konusu, bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Bu ilmin gâyesi; gerek bu dünyada, gerekse âhirette kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.

B. Kur’ân-ı Kerim'in Tefsîrine Duyulan İhtiyaç

Kur’ân-ı Kerim, "mânâsı açık bir Arapça ile" (Şuarâ Sûresi, 26/195) Cenab-ı Hak tarafından Peygamberimiz’e vahyedildi.

Selîkaları bozulmadığı için, Kur’ân'ın indiği devrin Arapları lûgat bakımından Kur’ân'ı anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda bazı sahabiler, gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse âlim sahabilere müracaat ederdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur’ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştır. (Okiç 1995, 144-145)

Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vaz’ ediyordu. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildir. Bu sebeple Ashab-ı Kiram, umumiyetle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyse de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı. Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyorduı. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı. (Yıldırım 1983, 17-20)

Ayrıca Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arap kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil, umumî bir dindir. Binaenaleyh, Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde ise, ancak tefsîr vâsıtasıyla kâbil olabilir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in güzelce anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından tefsîrler yazılmasına dâimâ ihtiyaç vardır. (Bilmen 1973, 1/105-107)

C. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri

Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî Kitabı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamber'in de onu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz zât Hz. Peygamber'dir (s.a.s.). O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’ân O’na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur’ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. (Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105)

Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur’ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)

Ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmezler. Bunların tefsîri Peygamberimize bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." (Nahl Sûresi,16/44) âyetiyle, Hz. Peygamber açıklamakla mükellef kılınmıştır. O’nun beyanı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla olurdu. (a.g.e., 33-34)

Kur’ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izâh ve açıklamak için dâima Sünnet'e ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri Sünnet, İslâm teşrî'nin ikinci kaynağı olmuştur. (Cerrahoğlu, 1/46-47)

Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı tefsîr ettiğini, muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri, hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.

D. Sahabe Devrinde Tefsîr

Hz. Peygamber (sav)'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhâtabı olan bu muhterem zâtlar, O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur’ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat ederek, Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın mânâsını ve tatbikâtını öğrenmişler, öğrendikleri sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sûreye geçmemişlerdir. (Cerrahoğlu 1962, 9/34-36)

Yalnız hepsinin Kur’ân'ı anlamada eşit seviyede olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve edebiyatına vâkıf olma husûsundaki yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz. Peygamber'in yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir anlayış farklılığını getirmiştir. Bunun için de, en bilgili ve en kültürlü olanlar tefsîr ile meşgul olabilmişlerdir. (Okiç 1995, 145)

Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber (sav)'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsîrde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için farklı metodlar takip ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.

Sahâbeden, Kur’ân tefsîrine dair en çok rivâyette bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:

Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692). (Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)

E. Tâbiîler Devrinde Tefsîr

Gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), gerekse Dört Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap Yarımadası’nı aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan Sahâbe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.

İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan tabîûndan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber (sav)'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları birçok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur’ân'ın makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur’ân ve Hadîs tedrîs ediliyordu. (Duman 1992, 133)

Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.

1. Mekke Medresesi.
2. Medîne Medresesi.
3. Irak (Kûfe) Medresesi. (İbn Teymiyye 1988, 78-79)

Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242; ez-Zehebî, 1/99-132)

F. Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr

Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)

Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)

 

 

 

HADİS TARİHİ

 

Hz.Peygamberden nakledilen bir söz, bir fiil veya bir takrir olarak akla gelmiştir. Hadis usulünde Hz.Peygamberden rivayet olunan hadislere merfu adı verilmiştir. Fakat bir sahabiden alınan söz Hz.Peygamberin sözü değilse buna mevkuf, tabi’ inden alınan sözde maktu denilmiştir. Kısaca hadis rivayet edilen sünnet olarak nitelendirilebilir.

 

İSLÂM şeriatında sünnetin kuran’dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği bilinen hususlardandır. Nitekim. Kuranı Kerimde ALLAHu Teala Hz.Peygambere şu emri vermiştir.”Ey peygamber , Rabbından sana indirileni tebliğ et ;eğer bunu yapmazsan onun peygamberliğini yapmamış olursun.” Maide/70

 

 Çünkü Hz.Peygamber tarafından tebliğ olunan ve tatbiki istenen bazı ayetler mücmel, gayrı mufassal yahut mutlak gayrı mukayyed olarak nazil olmuştur. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş, fakat adet, şekil ve vakitleri kuranda beyan edilmemiştir. Keza zekat verilmesini emreden ayetler mutlak olarak gelmiş malın asgari haddi, şekli, şartı beyan edilmemiştir. Bu ve bunun gibi birçok hüküm için başvurulacak tek kaynak Hz.Peygamber olmaktadır.

 

 Kendisine kitapla birlikte birde sünnet verilmiş olan Hz.Peygambere, itaatı emreden kuran ayetlerinin sayısı pek çoktur.

 

“Peygamber size neyi getirmişse onu alın ve neden sizi nehyetmişse ondan sakınınız.” Hasr/7

 

“Peygamber kendi hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse kendisine vahyolunan bir vahiydir.”Necm/ 32 ayetleriyle açıklanmaktadır.

 

 Ve sahabe dini ve dünyevi yaşayışlarına düzen veren sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önce anlatılan söz, fiil ve takrir olarak Hz.Peygamberden rivayet edildiği müddetçe hadisin isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur.

 

 Başlangıçta hadis hafızalarda kayda alınmış. Çünkü El- Belazuri’nin kaydına göre İSLÂMın başlangıcında kureyş kabilesinden okuma yazma bilen 17 kişi müstesna diğer müslümanlar yazı bilmiyorlardı. Ve bundan sonra yeni yetişen genç sahabiler yazı ile hafızalarındaki hadisleri perçinleme gayretine girmişlerdir.

 

 Ebu Hurayre eğer kuranda şu iki ayet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim diyor;

 

“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler işte onlara hem ALLAH lanet eder hemde lanetçiler lanet eder.”Bakara/ 59

 

 Yine Ebu davud sünen 2/ 289 ve İbni Mace Sunen 1/102 kayıtlı hadislerde;

 

“ALLAH bizden bir hadis işitipte onu hıfzeden sonrada başkasına tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin. Bazan ilim sahibi kimse kendisinden daha alim olan kimseye onu nakletmiş olur; bazan ilim yüklü kimse alim olmayabilir.”

 

Kaynak:

 Hadis Tarihi/Talha Koçyiğit

 

 

 

Hadislerin Yazılması

 

 İlk devirde Hz.Peygamberden işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Yazı bilenlerin zorluğu vs.nedenlerle ancak çeşitli sahifeler ve hurma yaprağı deri ve geniş kemikler levha ve taşlar üzerine yazı yazılabilmesi sebebi ile zorluk bulunmaktaydı. Hz.Peygamber hayatta iken hadis yazımı iki devre içinde mütalaa edilir. Birincisi Hz.Peygamberin Ebu Said El-Hudri tarafından Müslim Sahih’inde 4/2298 de rivayet ettiği hadistir;

 

“Benden bir şey yazmayınız. Kim benden kurandan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz. Bir beis yoktur. Kim benim üzerime yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.”

 

Bunlarla ilgili yasakların sebebi ilk zamanlardaki yazı ve yazı yazmayı bilen sahabilerin güçlüğü önemli rol oynamaktadır. Bundan sebep kuranla karışma tehlikesi gün yüzüne çıkmıştır. Fakat İSLÂMiyetin araplar arasından günden güne kuvvet kazanması İSLÂM ülkelerinin Mekke ve Medine sınırlarını aşıp müslümanlar arasında yazı bilenlerin birden çoğalması ve kurandan inen ayetlerin vahiy katipleri tarafından muntazam olarak kaydedilmesi ile kuran’a karışma tehlikesi ortadan kalkınca hadislerin yazılmasına Hz.Peygamberden rivayet edilen şu hadislerle destek verilmiştir.

 

 Buhari’den nakledilen hadiste “Huzaalılar Mekkenin fethi sırasında daha önceleri öldürülen bir Huzalı’ya karşılık Ben-i Leys’ten birini öldürmüşlerdi. Bu hadise Hz.Peygamber’e haber verilince hayvanına binmiş ve Mekkelilere hitaben Mekke şehrinde adam öldürmenin, hatta diken kesmenin, yitirilmiş malına el uzatmanın kendisi için bile haram kılındığına dair bir hutbe irad etmiştir. Hutbeyi dinleyen Ebu Şah isminde bir Yemenli Hz.Peygamber’e başvurarak hutbesinin yazılmasını istemiştir. Hz.Peygamber’de Ebu Şah için hutbeyi yazınız demiştir.”

Buhari Sahih 1/36, Ebu Davud Sünen 2/286-287

 

 Yine Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamberin ashabı içinde Abdullah bin Amr müstesna benden daha çok hadise sahip olan kimse yoktu. Abdullah hadisleri yazardı. Ben ise yazmazdım demesi İle Abdullah’ın Hz.Peygamberden yazı ile ilgili izni aldığına dair haberler vardır.Bu haberlerden birinde Abdullahın hikayesi şöyle anlatılmıştır.

“Hz.Peygamberden işittiğim her şeyi yazıyordum.Gayem bunları ezberlemekti. Kureyşliler beni bu işten menettiler ve sen Peygamberden işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki o bir beşerdir ve rıza halinde olduğu gibi gadab halinde iken de konuşabilir, dediler. Bunun üzerine yazma işini durdurdum. Sonradan kureyşlilerin bu sözünü Hz.Peygambere zikrettim. Bana “Yaz, nefsim yedi kudretinde olan ALLAH’a yemin ederim ki benden hak doğru olan sadır olur. Dedi.”

Ahmet Bin Hanbel Musned 20/21, Ebu Davud Sünen 2/286 da

 

 Abdullah bin Amr hadis yazmak için peygamberden izin aldıktan sonra yazmağa başladığını ve 1000 kadar hadisi ihtiva eden bir sahife vücuda getirdiği bilinmektedir

 

 

 KAYNAK:

 HAdis TArihi/TAlat Koçyiğit

 

 

 

İlk Yazılı hadisler

 

 A)Hz.Peygamberin diplomatik mektupları;

Hangi maksatla olursa olsun, Hz.Peygamber tarafından yazılan ve yazdırılan bir vesika hadisin kapsamı içinde görülmektedir.

 Nasılki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz onun tarafından tasvib gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir. Onun imzasını taşıyan bir mektubu da yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.

 Hz.Peygamberin Bizans imparatoru Acem Kisrasına, ve Mısırlı Mukavkısa ve Habeş kralı Necaşiye yazdığı mektuplar İSLÂM tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında yazılmış yüzlerce vesika vardır. Ve bunların yazılış sebebleri birbirinden farklıdır. Bu konuları şöyle sıralayabiliriz.

 1)Yeni anlaşmalar,

 2)İSLÂMa davet,

 3)Memur tayinleri,

 4)Arazi ve arazilerin gelirlerinden atıyyeler,

 5)Eman ve tavsiye mektupları,

6)Bazı kimseler hakkında istisna teşkil eden hükümlerin tesbiti,

 7) Hz.Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili müteferrikat.,

 Bu vesikaların büyük bir kısmı medine devrine münhasırdır.

 Dünyada ilk yazılı anayasa olarak bilinen nizamname şu ibarelerle başlıyordu.

“Bu ALLAHın Rasülü Peygamber Muhammed’in Kureyşli Mümin ve Müslimlerle, Yesrib ehli onlara tabi olanlar, iltihak edenler ve onlarla birlikte harbe girenler arasına geçerli bir (kitabı) yazısıdır.”

 

B)Sadakat Hadisleri

 El-Hakimden verilen kaynaklar, Hz.Peygamberin sünneti ihtiva eden bir sahife yazarak Amr. İbni Hazm vasıtasıyla Yemene gönderdiğini ve Amr İbni Hazm’ında bu kitabı Yemen ahalisene okuduğunu zikrederler.Kaynaklara göre bu kitap farz sünen ve diyet hükümlerini ihtiva etmektedir.

 1)Halife Hz.Ebubekir’den rivayet edilen sadakat hadisleri

 Hz.Peygamber hayatının sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını valilere göndermeden vefat etmişti. Ebu Bekir’in hilafete geçmesi üzerine bu kılıç ona intikal etmiş o da Enes Bin Maliki Bahreyne gönderdiği zaman kılıç üzerinde yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini istemiştir.

 Ebu Davud Sünen 1/360, Tirmizi 3/17

 2)Halife Hz.Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri

 Hz.Ömerden rivayet edilen sadakat hadisleri Ebu Bekir’den rivayet edilen sadakat hadislerinden ayrı bir şey değildir. Mevcut haberler bunu açık bir şekilde teyid eder.

 El-Hakim Müstedrek 1/392

 Ez-Zühri’nin Salim yolu ile babası Abdullah Bin Ömer’den rivayet ettiği hadisin ilk ibaresi şöyledir. “Rasulullah sadakat kitabını yazmış fakat amillerine göndermeden vefat etmiştir. Bilahara Ebu Bekir sonrada Ömer aynı kitapla amel etmiştir.”

 

C)Sahabiler tarafından yazılan diğer sahifelere ait bilgiler

 1)Ebu Bekir ve Ömer’in denemeleri

 Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer bin Hattab’ın sünene ait hadisleri yazmağa teşebbüs ettiklerini hatta Ebubekir’in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığı fakat sonradan bazı sebepler dolayısı ile bu kitabı imha ettiğini belirten haberler vardır. Yine haberlerden öğrendiğimize göre Ebu bekir’in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep hadislerin kendisinden sonra aslına uygun olarak nakledilmemeleri korkusudur. Ömer bin Hattab’ın vazgeçmesinin sebebi ise kendisi şöyle açıklamaktadır. “Size bir sünen kitabından bahsetmiştim .Sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap kitabullah’tan başka kitaplar yazmışlar o kitaplar üzerine düşerek ALLAH’ın kitabını terketmişlerdi. Ben yemin ederim ki ALLAH’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem. İbni Sad Tabakat 3/206

 Nitekim karşısında bir hadis rivayet edildiği vakit onu reddetmek yerine rivayet edenden delil istemesi onun titiz ve ihtiyatkar davranışını gösterir. “Bir gün Ebu Musa, Ömer’in yanına girmek için üç defa izin istemiş cevap alamayınca geri dönmüştü. Sonradan bunu haber alan Hz.Ömer niçin geri döndüğünü sorunca, Ebu Musa Hz.Peygamberin biriniz üç defa izin isteyipte izin verilmezse geri dönsün, dediğini işittim.diye cevap vermişti. Bunun üzerin Ömer bin Hattab bu sözü Hz.Peygamberden işittiğine dair delil istemiş, Ebu Musa’da mescide giderek orada bulunanlara Ömer ile aralarında geçen hadiseyi anlatıp bu sözü Hz.Peygamberden işiten bir kimsenin bulunup bulunmadığını sormuştu. Orada bulunanlardan Ebu Said kalkmış ve Ebu Musa’ya şehadet etmiştir. Bundan sonradır ki Ömer ibnul Hattab Ebu Musa’ya şöyle hitap etmiştir. Maksatım seni itham etmek değildir. Fakat hz.Peygamberden hadis rivayet zordur.”

2)Abdullah ibnül Amr ibnül As’ın sahifesi

 Hz.Peygamberin genç ashabı arasında hadis sahifesiyle şöhret kazananlardan birisi Abdullah bin Amr bin el As’tır. Babası Mısır fatihi Amr ibnul As’tan önce müslüman olan Abdullah’ın Hz.Peygamberin izniyle pekçok hadis yazdığını gösteren haberler vardır.

İbni Sad.’ın naklettiğine göre Abdullah bin Amr bir sahifeden bahsederek Rasullullahtan işttiğim hadisleri yazmak için izin istedim bana izin verdi bende bu sahifeyi yazdım. Der. İbnu Sad Bu haberin nihayetinde Abdullah bin Amrın Hz.Peygamberden yazdığı sahifeye sadıka ismini verdiğini ilave eder ki başka haberlerin bunu teyid ettiği görülür.

 Yine Ahmet Bin Hanbel’in naklettiğine göre Ebu Kabil şu hadiseyi nakletmiştir. Birgün Abdullah ibn Amr’ın yanında bulunuyorduk. Önce Konstantiniyyemi yoksa Rumiyye mi fetholuncağını soruldu. Abdullah bir sandık getirdi ve içinden bir kitap çıkartarak söyle dedi Hz.Peygamberin etrafına toplanmış yazıyorduk. Bu sual ona soruldu. Rasulullah Hirakl Şehrinin yani Konstantiniyyenin (İstanbulun)önce fetholunacağını söyledi.

 

 3)Cabir İbn Abdullahın sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı arasında fazla hadis rivayet etmekle söhret kazananlardan birisi olan Cabir ibn Abdullah’dır. Sahifetul Cabir diye anılan sahifenin aslında Süleyman ibnu Kays El- Yeşkuri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Süleyman ibnu Kays’ın Cabir’den önce vefat etmesi ve Cabirin hadislerini ihtiva etmesi dolayısı ile ona isnad edilmiş ve bu isimle anılmıştır. Cabirin sahifesi hadisçiler arasında şöhret kazandıktan sonra pekçok kimse bu sahifeden rivayet etmeğe başlamıştır. Mesela Ahmet Bin Hanbel bunlardandır.

 

 4)Ali bin ebu Talib Sahifesi

 Hz.Peygamberin amca oğlu ve damadı Hz.Ali’nin elinde sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifenin bulunduğu muhtelif kaynakların verdikleri haberlerde anlaşılır. Nitekim Hz.Ali’nin; “Hz.Peygamberden kuran’dan ve şu sahifedekilerden başka bir şey yazmadık.” Sözü bunu açıklar. Hz.Ali, Hz.Peygamber’in vefat ettiği sıralarda Kuran tenzil üzerine toplamış bulunuyordu. Hatta kendisini bu işe o kadar vermişti ki Hz.Peygamberin vefatı üzerine hilafet makamına geçen Ebu Bekir’e beyat etmek fırsatını bile bulamamıştı.

5)Semura ibnu Cundeb sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı içinde hadis yazanlardan biride Semura İbnu Cundeb’tir.Ebu Davud ve İbni Mace sünenlerinde Nuaym ibn Ebi Hind tarikiyle Semura’nın oğullarından birer hadis rivayet etmişlerdir.

 

 6)Ebu Hurayra Sahifesi

 Hz.Peygambeden en fazla hadis rivayet etmekle şöhret kazanan Ebu Hurayre ‘dir. Hayatında yazılan ve büyük şöhret kazanan diğer bir sahifede talebelerinden Hemman ibnu Münebbih’in sahifesidir. Berlin ve Şam kütüphanelerinde iki yazma nüshası Pr.Muhammed Hamidullah tarafından bulunarak geniş bir mukaddime ile neşredilmiştir. Hadis tarihi yönünden değerli bir vesikadır.Hemmam’ın sahifesinde bulunan her hadis Ebu Hureyre’nin rivayeti olarak altı hadis kitabnda yer almakla kalmamış aynı zamanda Peygamberin bu sözlerinden her biri mana itibariyle diğer sahabilerden rivayet edilmiştir.

 7)Abdullah ibn. Abbas sahifesi

 Hz.Peygamberin ashabı içerisinde rivayetinin çokluğu ve bilhassa tefsir sahasındaki genişliği ile şöhret kazananlardan biride Abdullah ibni Abbas İbni Abdulmuttalip’dir. İbni Abbas hicretten üç sene önce dünyaya gelmişti. Tefsir ilminde otorite olması dolayısıyla kendisine müfessiril kuran ve tercumanul kuran deniliyordu. İbn. Abbas hz.Peygamberin vefatında onüç yaşlarında olmasına rağmen ondan pekçok hadis dinlemiş ve hıfzetmiştir. İbni abbasın ilmi üç otoriteden gelmektedir. Ömer bin el hattab, Ali bin ebi Talip, Ubey bin Kab.

 

 Abdullah ibn.Ömer ibn.hattab sahifesi

 Hz.peygamberin genç ashabından bir i olan abdullah ibn ömer in hadis yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi nafinin ondan bir sahife rivayet ettiğine dair haberler vardır. El Buhari tarafından nafi vasıtasıyla nakledilen bir habere göre Abdullah ibn.ömer sokağa çıkmadan önce kitaplarına bakardır. Ettarihul Kebir

 8)Sad ibn Ubade sahifesi

 Cahiliyye devri katiplarinden Sad ibn Ubade’nin Hz.Peygamberin meclislerinde daima hazır bulunup ondan kuran, feraiz ve şeriat ahkamını öğrendiği bilinen hususlardan olup hadis yazıp yazmadığı net olarak bilinmemektedir.

 Bu örnekler Hz.Peygamberin ilk günlerinden itibaren hadislerin yazılmağa başlandığını ve hadis yazanların giderek çoğaldığını göstermeğe yeterlidir.

 

 

 Kaynak:

 Hadis Tarihi/Talat Koçyiğit

FIKIH TARİHİ

 

İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)

Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.

Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.

Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.

Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.

Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.

Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.

Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.

Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:

Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.

İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.

Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1][1]

*   *   *

Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.



[2][1] Bkz. Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal, s. 91 vd.; Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, I, 41 vd.; Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, s. 665.

 

SONUÇ

Özet sunularak anlatmaya çalıştığımız üzere; tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihi gelişimleri birbirine paralellik arz etmektedir. Tarihi süreç içerisinde bu üç ilim dalının etkileşime girdiği unsurlar benzerlik arz etmektedir. Bu açıdan değerlendirmeğe tabi tutulduğunda İslami İlimlerin  birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği sonucuna varmak yanlış olmasa gerektir.

 

Saygılarımla….




0 Yorum - Yorum Yaz


MUKAYESELİ TARİHLER

 

Mehmet BİLGİN – 14912726 (Yüksek Lisans)

I.Kavramlar

A.Tefsir

  1. Tefsir kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
    • İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı)
  2. Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
  3. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
  4. Ashab döneminde tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
    • Çünkü onlar Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.

B.Usûl

  1. Asl kelimesinin çoğuludur.
  2. Sözlükte: temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamlarıda vardır.
  3. Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
  4. Usûl= herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlar
  5. Tefsir usûlu bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.

C.Tefsir usûlünün gayesi

  1. Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek
  2. Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmak

II.Tefsir usulü kaynakları

  1. Bedreddin ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
  2. Muhyiddin el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
  3. Celalüddîn es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
  4. Şah Veliyyullâh ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
  5. Muhammed Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
  6. Subhî es-Salih (1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
  7. Mennâ el-Kattân, Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
  8. Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân

 

Birinci bölüm: Kur’ân’ın metinleşme süreci

I.Genel olarak vahiy

  1. Vahiy iki varlık arasında vuku bulan bir olaydır.
  2. Kendisine iletilen yani peygamber açısından sübjektif bir tecrübe olmakla birlikte, insanlara iletildiği andan itibaren objektifleşen, umûmîleşen bir olgu halini almaktadır.
  3. Vahyin özelliği: bütün insanlara karşı eşit mesafede olması
    • İnsanlara inanıp inanmama hürriyeti verilmiştir => istediği gibi kullanmada kapasite ve yetenekte

 

A.Vahyin tanımı

  1. Vahyin kurumsallaşmış kısmı:
  2. Allah Teâlâ’nın peygamberleri aracılığıyla insanlara mesaj iletmesi şeklinde telakki edilmiştir.
  3. Vahyin genel boyutu:
  4. Yüce Allah’ın bütün varlıklara, yaratılış düzenine uygun hareket tarzlarını belirlemesidir.
  5. وحيfiilinin masdarı olan vahiy lafzı:
    • Sözlükte: gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilhâm etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara gelmektedir.
    • Kavram olarak: Yüce Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi.
      • Vahyin başlangıç noktasında Allah, bitiş noktansında ise varlıklar (insanlar) bulunmaktadır.

 

B.Vahyin mahiyeti

  1. Vahyin mâhiyetini kavrayabilmek, onun iç yüzünü yani ne olup ne olmadığını bilmekle mümkündür.
  2. Vahiy 4 varlık münasebetli bir olgu ve tek yönlü bir iletişimden ibarettir.
    • 4 varlık: Allah, aracı melek, peygamber ve insan
      • Allah→melek ve melek →peygamber: vahyi ilk alan ve peygambere ulaştıran melektir
  3. Tek yönlü iletişim (Allah → melek → peygamber →insan)
    • Vahyi getiren melekle peygamber arasında meydana gelen iletişimde 2 ortak nokta vardır:
      • Aynı işaret ve anlaşma sisteminin kullanılması:

Yani lîsânî bir konuşma olması ve kullanılan dilin her iki tarafın anlayabileceği ortak bir dil olması gerekmektedir.

  • Her peygambere kendi dilinde vahyedilmiştir: Tevrât İbrânice, İncil Ârâmice ve Kur’ân Arapça
  • Vahiy esnasında konuşan ve dinleyen zâtın aynı kategoriye mensup, aynı düzeyde varlıklar olması lazımdır.
    • Hz. Peygamber vahiy alma anında beşerî özelliklerinin ve irâdesinin dışına çıkarak tamamen ilâhî irâdenin yönetimine giriyor ve aracı meleğin getirdiği vahyi, manevî yönden onunla aynı seviyeye geldikten sonra alıyordu. → yalnız vasıtalı vahiy için geçerli
    • Vasıtasız vahiyde Hz. Peygamber’in kalbine bir şekilde ilkâ edilen vahiydir.
  • Vahyin mahiyeti: iletişimin çok gizli ve son derece süratli bir şekilde gerçekleşmiş olmasıdır.

C.Vahyin geliş şekilleri

  1. Kur’ân-ı Kerim Allah Teâlâ’nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir
    • İlki:(Şûrâ 42/51): “Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”
      • Bu âyette Yüce Allah’ın beşer ile iletişim kurma yollarının ilki “vahiy” sözüyle ifade edilmiştir. Burada vahiy, Allah’ın doğrudan doğruya çok süratli ve gizli bir tarzda bilgi aktarması ve birden bire kalbe ilkâ etmesi yani ilhâm anlamındadır.
    • İkincisi:Perde arkasından gerçekleşen konuşma. Sözlü bir konuşmadan ibarettir. Bu konuşma şeklinde dinleyen konuşanı göremez, sadece yakın biryerden hitap eden gizli bir varlığın mevcut olduğunu anlar.
      • Özellik: doğrudan doğruya kalbe ilkâ edilmiş olması
    • Üçüncüsü: Elçi gönderme. Allah’tan melek vasıtasıyla indirilmiş olan vahiydir. 2 şekilde gerçekleşir:
      • Vahiy elçisinin melekiyetten beşeriyete intikal etmesi
      • Hz. Peygamber’in beşeriyetten melekiyete geçişiyle gerçekleşmiştir. En zor olanıda budur.

1.Vasıtalı vahiy

Allah’ın dilediği vahiy muhtevalarını aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. = el-vahyu’l-celî/açık vahiy. 2 ayrı şekilde meydana gelmiştir:

a.Melek aracılığıyla yapılan vahiy

  1. Bu tür vahyi melek Cebrâil’in hem kendi sûretinde hem de insan kılığına girerek getirdiği zikredilir. (Kur’ân’a gore 2 defa: Hira mağarasında ve Necm 53/5-12 kitap sayfa 60)
  2. Buhârî ve Müslim’in kaydettiğine gore Hz. Peygamber’e insan sûretinde vahiy getirmesi de bir defa gerçekleşmiştir.
    • Hz. Peygamber hem konuşulanı işitiyor hem de konuşanı görüyordu = Cibrîl hadîsi. Böyle hadis geldiğinde ya Dıhye el-Kelbî ya da tanınmayan bir şahıs sûretinde geldiği nakledilmektedir.

b.Ses aracılığıyla alınan vahiy

  1. Vahyin Hz. Peygamber’e çıngırak veya zil sesine benzer bir sesle verildiğide ifade edilmektedir. Resûllullah (sav)’in vahiy alırken en fazla sıkıntı çektiği tarz da buydu.
  2. Kısa bir süre de olsa beşerî özelliklerden soyutlanıp melekiyet âlemine yükseltiliyordu.

2.Vasıtasız vahiy

a.Sâdık rüyalar

Hz. Âişe (ra)’den rivâyet edilen: “Resûlullah (sav)’ın ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır.”

  1. Henüz kendisine nübüvvet verilmeden önce bir takım hâdiseler Hz. Peygamber’e sâdık rüyalar vasıtasıyla gösteriliyor; sonra da onlar rüyada gösterildiği şekilde tecelli ediyordu.
  2. Yani vahyin bu şeklinde hiçbir Kur’ân metni indirilmiş değildi, böylece Alak sûresinin ilk 5 âyeti ile çelişki yoktur.
  3. Vahye hazırlık dönemi olarak düşünülebilir.

b.Nebevî ilham

  1. İlhâm= herhangi bir bilginin tefekkür ve istidlâl yoluna başvurmaksızın kalbe doğması.
  2. İlhâm hem peygamberler hem de bazı insanlar (veliler) için söz konusudur.
  3. Nebevî ilhâm = peygamberlere isnâd edilen ilhâm, Allah’tan vasıtasız şekilde buyruk almak
  4. Örnekler:
    • Hz. Peygamber’in uyanık bulunduğu bir esnada kalbine melek tarafından üflenen vahiy.
    • Hz. Peygamber’in kalbine bir nûrun tecelli etmesi ve bu sayede kendisine vahyedilen hükmün açık bir şekilde anlaşılması

c.Perde arkasından konuşmak

  1. Hz. Peygamber’in kendisine hitap eden O Yüce Varlığı görmeden yalnızca konuşmasını dinlediği sözlü bir iletişiden ibarettir.
    • Sadece Hz. Musâ ve Hz. Muhammed (sav)’e mahsustur.
  2. Perde arkasından gerçekleşen vahiy olayında Allah Resûlü’ne 5 vakit namaz ve Bakara Sûresi’nin son 2 âyetinin verildiği ifade edilir.

II.Kur’ân vahyi

  1. Neden vahiy?:
    • Yaratıcılarını (Allah’ı) insanlara bildirip onları küfürden ve şirkten kurtarmak için.
    • İnsanların “Haberimiz yoktu” şeklinde mazeretleri kalmasın diye.
    • İnsanların kendi aralarında daha adil hükmetmeleri için.
  2. Kur’ân Yüce Allah tarafından aracı bir melek vasıtasıyla Hz. Peygamber’e gönderilen ilâhî bir kitap olduğu ve Peygamber’in de 23 senelik bir süre içerisinde kendisine vahyedilen Kur’ân öğretilerini Allah’tan gelen şekliyle insanlara ulaştırmaktır.

B.Kur’ân lafzının lügat ve terim anlamı

1.Lügat anlamı

Önce Kur’ân lafzının hangi kökten türediğini bilmek gerek.

  1. Eş-Şâfii {ö.204-819} ve ona tâbi olanlara göre Kur’ân lafzı ne “kırâat” mastarından ne de başka herhangi bir kökten türemiştir. Eğer bu kelime kırâat masdarından türemiş olsaydı o takdirde her okunan şeye Kur’ân denilmesi gerekirdi. Halbuki Kur’ân, Tevrât ve İncil gibi Allah’ın kelamına verilen özel bir isimdir.
  1. Kur’ân lafzının bir kökten türediğini savunanlar da kendi aralarında ittifak etmiş değillerdir. Bazıları bu kelimenin hemzesiz bazıları da hemzeli olduğunu kabul etmektedirler. Hemzesiz olduğunu ileri sürenlere göre Kur’ân lafzı قرينةkelimesinin çoğulu olan قراٲنdan türemiştir. Karîne “delil” ve “burhân” gibi manalar ifade etmektedir. Kur’ân âyetleri muhtevâ, nazm, vezn, fâsıla ve âhenk yönünden birbirine benzemekte ve birbirine delil olmaktadır. Ancak قراٲنkelimesindeki hemze, kelimenin aslından olmayıp قرينةkökünde bulunan “يnın yerine gelmiştir,”ن” harfi ise kelimenin aslındandır. Bu görüş Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad el-ferra [öl 207-822] ‘ya isnâ edilmektedir.

 

  1. Kur’ân’ın hemzesiz bir kökten türediğini ileri süren Ebu’l-hasan el-Eşarî [öl 324-936]’ye göre de Kur’ân lafzı,bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek manasına gelen قرنfiilinden türemiştir. Çünkü Kur’ân’da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir. Bu yüzdendir ki, ona Kur’ân ismi verilmiştir. Hac ile umreyi bitiştirmeğe de bu mana da “kırân”denilmektedir.

 

  1. Kur’ân lafzının hemzeli bir kökten türediğini savunanlara göre toplamak manasına gelen القرءmastardan türemiş “ڧعلان”vezninden bir sıfattır. Bu görüşü ileri sürenler Katâde [öl 118-736], Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellam[öl 224-839] ve ez-Zeccâc [öl 311-923]’dır.

 

  • Ebu’l-Hasen Ali b. Hâzım el-Lihyânî {öl.215-830}Kur’ân lafzı “okudu” manasını ifade eden قرٲfiilinden türemiş “ڧعلان” vezninde bir masdardır; ama ism-i mef’ûl manasında kullanılmaktadır.
    • En çok taraftar toplayan görüştür
  • Bir başka görüş: Kur’ân lafzı, “dışarı çıkarıp attı” anlamına gelen قرٲfiilinden gelmektedir. Kur’ân okuyan kimsede kırâat esnasında kelime ve harfleri ağzından dışarı çıkardığı için, onun yaptığı işe de kırâat denilmektedir.

2.Terim anlamı

Hz. Peygamber {sav}’e vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.

  • Hz. Peygamber [sav]’e indirildiği”: diğer semâvî kitapları ve Resûlullah’ın hadislerini dışarıda bırakmakta
  • “vahiy yoluyla gelmiş olması”:onun ilâhî kaynaklı olduğunu beyân etmektedir.
  • “mushaflara yazılan”: Kur’ân’dan olmayan hiçbir kelâm ve kelimenin Kur’ân’a girmemesi.
  • “tevâtüren nakli”:hem lafız hem de mana itibariyle mütevâtir derecesine ulaşmayan kırâatların Kur’ân’dan sayılmayacağı
  • “okunmasıyla ibâdet edilen”:meâli, tefsiri veya mütevâtir olarak nakledilen kudsî hadîslerle ibâdet edilmez. Manaları Hz. Peygamber’den olduğu için Kur’ân değildir.

 

B.Kur’ân’ın nüzûlü

  1. Vahiy: yeni gelişmelere paralel olarak fert ve topluma yol göstermeyi hedeflemektedir. Amacı: insanları Allah’ın irâdesi doğrultusunda ıslah etmektedir.
    • Bunun için  toptan değil tedrici bir tarzda inzâl edilmiştir.

1.Kur’ân’ın Cebrâil’e intikali

Vahyin aracı melek Cebrâil’e intikali konusunda 3 ayrı görüş:

  1. Cebrâil vahyi Levh-i mahfuz’dan almıştır
  2. Bazı görevli melekler tarafından yirmi gecede Cebrâil’e intikal ettirilmiştir
  3. Kur’ân’I Cebrâil bizzat Allah’tan semâen yani dinleyerek almıştır.

2.Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e inzâli

Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı haber verilen Kur’ân vahyinin inzâli konusunda 3 ayrı görüş:

  1. Kur’ân vahyi önce Levh-i mahfuz’dan bir bütün olarak “Beytü’l-izzet”’e yani dünya semâsına, oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla 23 yılda Hz. Peygamber’e nâzil olmuştur.

 

  1. Kur’ân bütün olarak değil, ama yüce Allah’ın periyodik olarak yani bir sene içerisinde inişini takdir etmiş olduğu miktarlar şeklinde 23 Kadir gecesinde dünya semâsına indirilmiş oradan da tedrîcî bir tarzda Hz. Peygamber’e inzâl edilmiştir.

 

  1. Kur’ân, Kadir gecesinde başlayarak 23 seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda doğrudan Hz. Muhammed’e indirilmiştir.

 

Ez-Zerkeşî en isabetli görüşün ilk görüş olduğunu beyân ediyor.

Kur’ân 23 senelik bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere ışık tutmak için tamamen ilâhî bir program dahilinde peyderpey indirilmiş mûcize bir kitaptır.

Kur’ân hem anlam hem de lafız olarak Allah’tan gelmiştir.

a.Kur’ân vahyinin başlangıcı

İlk defa Ramazan ayında ve Kadir gecesinde inmeye başladığı şeklidir.

Hz. Âişe {ra} rivayeti. O şöyle demektedir. “Allah’ın elçisine ilk defa vahiy, sâdık rüya yoluyla gelmeye başlamıştır. Onun her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi çıkardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık o Hira mağarasında ibadet ediyor, yalnız azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Allah Resûlü {sav}’nün  mağarada bulunduğu bir esnada ona vahiy meleği gelip “oku” dedi o da “ben okuma bilme” cevabını verdi. Resûlullah buyurdu ki. “o zaman melek beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı, sonra bırakıp tekrar “oku” dedi.  Ben de: “okuma bilmem” dedim. İkinci kez beni tuttu, tâkatım kesilinceye kadar sıktı ve bıraktı, yine bana “oku” dedi. Bende “okuma bilmem” dedim, yine beni tuttu 3cü defa sıktı ve bıraktı sonra bana “Yaratan Rabbin adıyla oku,O insanı aşılanmış bir yumurtadan yarattı. O keremi sonsuz Rabbin adıyla oku. O kalemle öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti dedi”. Böylece Allah’ın Resûlü {sav} kendisine vahyedilen bu âyetlerin dehşetinden titreye titreye hanımı Hz. Hatice’nin yanına geldi ve “beni örtün” dedi. Korkusu geçince Hz. Hatice’ye anlattı başından geçen olayları ve “başıma bir şey gelmesinden korkuyorum dedi”Hz. Hatice korkma Allah seni asla utandırmaz….” Dedi.

sayfa: 74

b.Kur’ân vahyinde tedricilik

Kur’ân’ın tedrîcen indirilmesinde bir takım hikmetler söz konusudur:

  1. Kur’ân’ın tedrîcen indirilişinde esas olan, vahyin yeni gelişmelere paralel olarak indirilmesidir.                 → meydana gelen problemlerin çözümü

Tedrîce konu olan Kur’ân vahyi ne nüzûl çağının muasırı olan toplumun örf, âdet, yaşayış, zihnî alışkanlık ve idrâk biçimlerinin; ne de onu tebliğ eden zâtın hayatının bir yansıması ve onlar tarafından yönlendirilmiş güdümlü bir vahiy muhtevasıdır. Kur’ân vahyi Allah’ın ezelî kelâmıdır, o olaylar olsada olmasada aynı konulu vahiy gelecektir.

  1. Diğer özellik: Hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olması, bu asıl hükümlerin önce tamamlayıcı ya da tâli derecedeki hükümlerin genellikle sonra indirilmesi şeklinde ifade edilebilir.
  2. Kolaylık ve zorluk açısından da vahyin muhtevasında yer alan hükümlerde bir tedricilik söz konusudur. Göze çarpan husus: mükellefiyetlerde genel olarak kolaydan zora doğru bir seyrin izlenmiş olmasıdır.
  3. Kur’ân’ın çeşitli zaman aralıklarıyla nâzil olması→İslâm hukukçuları açısından da büyük önem taşımaktadır. Her vahiy kendisine ihtiyaç duyulduğunda bir sebep veya olay üzerine o sorunu çözmek için geliyordu. Böylece hukukçulara sebeplerle olaylar arasında münasebet kurarak nasların manalarını anlama, yorumlama ve hüküm çıkarmada kolaylık sağlanmış oluyor.

III.Kur’ân’ın metinleşmesiyle ilgili faaliyetler

A.Kur’ân’ın tespiti

Hz. Peygamber’in aslî görevi vahiy yoluyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Allah Resûlü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahâbileri, Kur’ân’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu.

→Ancak Hz. Peygamber nâzil olan Kur’ân vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü hâfıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilir.

  • Ezberle birlikte yazılmasınıda emrediyordu Hz. Peygamber.

1.Kur’ân’ın yazılması

Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Bazı örnekler:

  1. Hz. Ömer (ra)’ın Müslüman olma hâdisesinde kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ Sûresi’nin baş tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfa.
  2. Hz. Osman: “Peygamber (sav)’e herhangi bir Kur’ân bölümü nâzil olduğunda kâtiplerinden birini çağırır ve ona: “ Bu âyetleri (yazıp), falan âyetleri içine alan sûreye koy” derdi.”
  3. Abdullah b. Ömer: “Biz, üzerimizde Kur’ân nüshası taşıdığımızda düşman memleketlerine gitmekten menedilmiştik. Bunun sebebi, o nüshaların düşman eline geçme korkusu idi.”
  4. Hz. Peygamber’in “Benden Kur’ân’ın dışında bir şey yazmayınız...” sözü de Kur’ân vahyinin yazıldığını gösteren delillerdendir.

→ Vahyin Mekke döneminde yazılmadığı konusunda en küçük bir tereddüt bile söz konusu değildir. Kesin olarak bilinmeyen vahyin Mekke’de ne zaman yazılmaya başlandığı hususudur.

→ Kur’ân’ı Kerim’in Mekke’de nâzil olmaya başladığı andan itibaren yazıya geçirildiğini söylemek mümkündür.

Hz. Peygamber ümmî olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy gelse hemen birini çağırır yazdırırdı.

  • İlk vahiy kâtibi: Ubeyy b. Ka’b
  • Hz. Peygamber Ubeyy b. Ka’b’ı bulamadığı zamanlarda Zeyd b. Sâbit’i çağırıp ona yazdırmıştır.

Kâtip yazma işini  bitirince Hz. Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.

Hz. Muhammed (sav)’in mevcut en uygun malzemeleri temin edip vahyi tamamlanan sûreleri ilk yazılı malzemelerden temize çektirmek suretiyle muhafaza ettirniştir.

2.Yazılan metnin muhafaza edilmesi

Bu konuda 2 ayrı yaklaşım mevcuttur:

  1. Bir kısım İslâm bilgininin iddiasına göre vahiy kâtipleri tarafından yazılan her metin tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu. Çünkü Hz. Ebû Bekr Kur’ân’ın toplanması esnasında Resûlullah (sav)’ın evinde çok sayıda iplerle birbirine bağlı olan yazılı metin bulmuştu. Bu nüsha tam bir Kur’ân nüshası değildi, eğer öyle olsaydı Kur’ân’ı cem etme komisyonu kurulmazdı.
  2. Diğer iddia ise vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip sonrada istinsah edilen âyet metinleri bunları yazan kâtipler tarafından koruma altına alınmıştır. Çünkü bu durum vahiy kâtiplerinin yazdıkları asıl metinlerden kopyalama yoluyla nüsha çıkarmak isteyen sahâbîler için de daha pratik bir yol olarak görünüyordu.

2 yaklaşım arasında değerlendirme:

Yazılan nüshalar eğer Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilmiş olsaydı Hz. Ebû Bekr’in derleme esnasında Kur’ân’ın tamamını bulmuş olması gerekirdi.

Kısaca Kur’ân nüshaları istinsahtaki pratiklik açısından vahiy kâtiplerinin muhafaza ettiğini ileri sürerek, Allah’ın Resûlü (sav)’nün evinde bulunan nüshayı kendi şahsî nüshası olduğunu söylemek daha isabetli bir yaklaşım olarak görünmektedir.

3.Kur’ân metninin mushaf haline getirilmemesi

Allah Resûlü hayatta iken Kur’ânı Mushaf haline getirmemiştir.

  1. Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın bir araya toplanması ve Hz. Osman devrinde de istinsah edilmesi hep bir ihtiyaç sonucu olmuştur. Resûlullah {sav} devrinde böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamıştır. Çünkü “emînu’l-vahy” yani vahyin güvencesi olan zât hayatta idi, bu yüzden de Kur’ân’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi ve kaybolma endişesi söz konusu değildi.
  2. Son nâzil olan âyet ile Hz. Peygamber’in vefatı arasında geçen süre bir rivâyete göre 81 gün, çoğunluğun kanaatine göre de 9 gecedir. İki sürede Kur’ân’ın toplanmasına yetmeyeceği ortadadır. Zeyd b. Sabit dağınık kuran metinlerini ancak 1 yılda toplayabilmiştir.
  3. Kur’ân’ın tamamı bir defada inmeyip çeşitli vesileler üzerine değişik zamanlarda nâzil oluyordu. Vahyin devam ederken Kur’ân’ı derlemek yani iki kapak arasında toplamak söz konusu olamazdı.
  4. Bazı âlimler de bu meseleyi nesih olayı ile irtibatlandırmaktadırlar. Kur’ân bir cilt haline getirilseydi nesih olayı devam ettiği için bazı karışıklıklar meydana gelebilirdi. Böyle bir karışıklığa yol açmamak için nesih sonuna erinceye kadar Kur’ân bir araya cem edilmedi.

B.Kur’ân’ın derlenmesi (cem’)

Resûlullah [sav] her gelen vahiy metnini kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde Kur’an’ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsada, tilâveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’ân’ın kitâbeten derlenmesi Peygamberin vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr devrinde yapılmıştır.

1.Derlemeyi gerektiren sebepler

  1. Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz. Peygamber yoktu artık.

 

  1. Kur’ân’ın bazı parçaları çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok geçmeden kaybolabilirdi.

 

  1. Resmî bir mushafın olmaması.

 

  1. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında birçok kurrâ sahâbinin şehit edilmesi.

Âyetlerin kaybolma tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’I derlemesini teklif etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanların Kur’ân’ı ezberlemede gevşeklik gösterebilecekleri endişesi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan çekinme kaygısı.

2.Derlenme görevinin Zeyd b. Sâbit’e verilmesi

  1. Kur’ân Hz. Peygamber zamanında sahifelere ya da sahife yerine geçen bir takım malzemelere yazılmıştı, fakat dağınık bir halde bulunuyordu.
  2. Hz. Osman halife olunca, kıraât ihtilâflarından korktu ve neticede daha once cem edilmiş olan Mushaf’ın çoğaltılmasını emretti.

Kur’ân’ı derleme işinin Zeyd’e verilmesi:

  1. Zeyd’in Hz. Peygamber tarafından özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerinden olması.
  2. Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş bulunması.
  3. Zeyd’in, Resûlullah [sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemesi ve çok düzgün bir şekilde okuması.
  4. Arza-i ahîrede yani Hz. Peygamber’in Kur’ân’ı baştan sona Cebrâil’e 2 defa okuduğu mecliste hazır bulunmuş olması.
  5. Genç olması dolayısıyla kendisinden istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahip bulunması.
  6. Herhangi bir şeyle itham edilmesi dolayısıyla bütün insanların ona güven duyması.

3.Derlemede takip edilen yöntem

Bu konuda son derece sağlam ve hassas bir yol izlenmiştir.

  1. Kur’ân’ı derleme işinde hem Hz. Peygamber (sav)’in huzurunda yazılana hem de insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar edilmiştir.
  2. Metinlerin kabul edilmesi için Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına şahitlik edecek 2 şahit istenmiştir. (Huzeyme b. Sâbit’in getirdiği metinlerde şahit istenmemiştir, çünkü o zü’ş-şehâdeteyn = şahitliği 2 kişinin şahitliğine denk) daha geniş bilgi sayfa 92....

→ Bu metodun sebebi ortaya çıkma ihtimali bulunan herhangi bir şüpheye hiçbir şekilde imkân vermemekti.

Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının da  yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti.

4.Derlenen Mushaf’ın özellikleri

Kur’ân’ı dağınık görüntüden kurtarmak hem de istifadeyi kolaylaştırmak amacıyla Zeyd, söz konusu Kur’ân bölümlerini deri üzerine yazdırarak yeni bir nüsha meydana getirdi. Bu nüshanın özellikleri:

  1. Derleme işi, en sağlam ilmî usûllerle gerçekleştirilmiştir.
  2. Tilâveti mensuh olan âyetler Kur’ân metnine alınmamıştır .
  3. Söz konusu nüsha içinde yer alan âyetlerin tevâtür yoluyla bize intikal etmiş olduğunda ümmetin icmâı vardır.
  4. Derlenen Mushaf yedi harfi içermektedir.
  5. Zeyd b. Sâbit tarafından yazdırılan bu Kur’ân’a Abdullah b. Mes’ûd’un teklifiyle “Mushaf” ismi verilmiştir.

Bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr’in onun vefatından sonra da Hz. Ömer’in yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in vefatından sonrada kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.

Hz. Osman’ın zamanında çoğaltılma meselesi gündeme gelince Hz. Hafsadan ödünç alınarak istinsahın ardından iade edilmiştir.

Mushaf Hafsanın ardından Medine valisi tarafından Abdullah b. Ömer’den alınarak Hz. Osman’ın çoğalttırdığı mushaflar arasında ihtilaf olmasın diye o nüshayı yakmıştır.

→ Bunun nedeni ise Hz. Ebû Bekr zamanında cem edilen Mushaf’ın yedi harf’i ihtiva edip çoğaltma esnasında “arza-i ahîre” itibariyle tek bir harf üzerine yazılmasından dolayı çıkabilecek ihtilafları önlemekti.

Hz. Ebû Bekr okumada kolaylık sağlayacağı ümidiyle olsa gerek ki, söz konusu ruhsatı esas alarak, Kur’ân’ı yedi harf üzere cem ettirmiş, fakat Hz. Osman da kendi döneminde ortaya çıkan kıraât ihtilaflarını önlemek maksadıyla Kur’ân’ın yedi harften birine göre çoğaltılmasını kararlaştırmıştır.

C.  Kur’ân’ın çoğaltılması (istinsâh)

Kur’ân’ın ilâhîlik vasfını korumak amacıyla girişilen beşerî faaliyetlerin en önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Ömer’in vefatından 3 gün sonra halife olarak kendisine biat edilip,10 seneyi aşkın bir süre bu görevde kalan Hz. Osman’ın devlet başkanlığı esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğüdür.

1.Çoğaltmayı gerektiren sebepler

Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir faaliyet içersine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise Mushaftan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir.

  1. O dönemde hem Medine hem de Medine dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut kazanmıştıki savaşa kadar gidilirdi.

Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsadan Kur’ân nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler üzerine yazılan nüshalarında yakılmasını emretti.

 

Müslümanları ihtilafa düşüren sebepler:

  1. Kur’ân’ın yedi harf ile okunmasına ruhsat verilmiş olması ve bu ruhsatın bir uzantısı olarak Hz. Ebû Bekr zamanında derlenen Kur’ân’ın da aynı şekilde yedi harfi içermesi.
  2. Bazı sahâbilerin husûsi Mushaflarına tefsîri mahiyette bir takım kelimeleri ilave etmiş olması.

2.Çoğalmada esas alınan prensipler

Hz. Osman, Kur’ân’ı çoğaltmak üzere kurmuş olduğu heyete, bazı prensipler doğrultusunda çalışmaları talimatını da vermişti:

  1. Çoğaltmada, Hz. Ebû Bekr tarafından derlenen Mushaf esas alınacaktır.
  2. Çoğaltılacak Kur’ân’lara son arzada takarrur etmiş yani Kur’âniyeti kesinleşmiş olan okuma tarzı yazılacaktır. Hz. Peygamber’in son arzada okumuş olduğu bir harf alınıp, altı harf terk edilecektir.
  3. Tilâveti neshedilmiş yani lafızları yürürlükten kaldırılmış olan âyetler bu nüshalara kaydedilmeyecektir.
  4. Eğer komisyon üyeleri arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkarsa, Kureyş lehçesi esas alınacaktır.
  5. Birkaç Kur’ân nüshası yazılacak muhtelif beldelere gönderilecek, daha önce yazılıp kıraâtı ve kitâbeti bu örnek nüshaya uymayan Mushaflar ya da sahifeler yakılarak imha edilecektir.
  6. Sûreler yeniden tertip edilecektir, çünkü Hz. Ebû Bekr’in cem ettirmiş olduğu Mushafın her süre, içerdiği âyetler itibariyle bugün Müslümanların elinde bulunan Kur’ân’larla aynı tertiple olsa da sûre tertibi farklıydı. Bu yüzden Hz. Osman sûrelerin yeni bir tertibe tâbi tutulmasını da prensip olarak emretmişti.
  7. Tefsir ve açıklama maksadıyla kaydedilen birtakım özel notlar bu Mushaflara yazılmayacaktır.

3.Çoğaltılma esnasında yapılan faaliyetler

Kur’ân’ın çoğaltılmasıyla ilgili faaliyetler tam 5 senede tamamlanmıştır.

7 tane nüsha yazılmıştır: birisi Medine, diğerleri ise Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyne gönderilmiştir. Medinede ki nüshaya “İmam Mushaf”denilmektedir.

 

Hz. Osman aldığı kararlarında ferdî hareket etmeyip Müslümanların görüş ve düşüncelerine başvurmuş ve onlarla yapmış olduğu istişâre neticesinde kendi çoğalttırdığı nüshaların dışındaki Mushafların yakılması kararını almıştır.

 

Hz. Osman’ın o dönemdeki kıraât ihtilaflarını ortadan kaldırma noktasında yapmış olduğu önemli işlerden biri de çoğaltılan bu Kur’ân nüshalarını çeşitli İslâm merkezlerine göndermekle yetinmeyip, söz konusu Mushafların kıraât tarzlarını, o beldelerdeki insanlara öğretecek Kur’ân muallimlerini de göndermiş olmasıdır.

  • Beklenen sonuç: hem kıraât hem de kitâbette birlik

4.Çoğaltılan Mushaflardan günümüze ulaşanlar

İstinsah edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflardan 4 tanesi yangınlar, savaşlar veya benzeri olaylar sonucu yok olup gitmiştir.

Ancak bunlardan 3ü günümüze kadar gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)

 

D.Kur’ân’a hareke ve nokta konulması

Arap yazısı İslâm’dan önce oldukça basit bir halde bulunuyordu. Ancak İslâm’dan sonra bu yazı gelişmeye ve yayılmaya başladı. Müslümanların Medine’ye hicret etmelerinin ardından geniş bir okuma yazma faaliyetinin başlaması neticesi yazı, yaygınlaşmış olmakla birlikte, henüz mükemmel bir hale gelmiş değildi.

 

Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan yazıyı hatasız okuyordu. Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık sık rastlanır olmuştu.

  • Noktasız ve harekesiz olmasından dolayı

Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri kullanmak gerekiyordu.

  • Bunu ilk düşünen Basra valisidir

Vali dönemin büyük dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koymasından ibarettir.

  • Harekeler için mürekkebin renginden farklı bir renk kullanılmıştır.
  • Fetha için üste, kesre için alta ve ötre için ortaya bir nokta.

Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu.

  • Bunu ilk farkeden Irak valisidir

Vali ya Nasr b. Âsım ya da Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını istemişti. Harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara başvurulmuştu. (= i’câb) Harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep tercih edilmiştir, ama metinle aynı renk.

 

Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bügün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.

(detaylı bilgi sayfa 109)

E.Kur’ân metninin tertibi

Kur’ân vahyedildiği andan itibaren bir tertibe tâbi tutulmuştu.

  1. Hz. Peygamber (sav) vahiy kâtiplerine yazdıkları vahyin hangi sıraya konulacağını söylüyordu.
  2. Hz. Peygamber bizzat kendisi de her sene Ramazan ayında gelen bir yıllık vahiy metnini Cebrâil’e arz ediyordu.
  3. Arza-i âhire = vahyin bitimindeki iki mukabele (Hz. Peygamber ve Cebrâil)

1.Âyet

(a).Genel bilgiler

  1. Sözlükte “herhangi bir şeyin varlığını gösteren alâmet”anlamına gelir. “Açık işaret,” “delil” , “ibret”, “ mucize” gibi anlamlara da gelir.
  2. Mutlak anlamda 2 kısma ayrılır: Fiilî ve kavlî âyetler
    • Fiilî:
      • Sadece âlimlerin farkına varabileceği tabiat kanunlarında mevcut olan âyetler.
      • Güneş ve ay tutulması, gök gürlemesi gibi herkesin müşahede edebileceği âyetler.
      • Mûcizeler gibi olağanüstü âyetler şeklinde üç kısma ayırmaktır.
    • Kavlî:
      • Peygamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir. Bunlar fiilî âyetlere işaret eder ve insanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmaları için gerekli açıklamaları ihtiva ederler. Bu kısma giren âyetlere “teşriî”, “tenzîlî” ve “vahyî” ayetler denmektedir.

(b).Âyetlerin tertibi

Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

  • Âyetlerin sıralanmasının ve sûre başlarına besmelenin konulmasının Hz. Peygamber’in emriyle olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Bu konuda Müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur.

İslâm bilginleri, âyetlerin Kur’ân’daki sıralanışının Mushaflarda gördüğümüz tarzda olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Kur’ân’ların tertibinde herhangi bir farklılık söz konusu değildir.

  • Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah efendimize bildirmiştir.

Hz. Peygamber Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir.

Yani Kur’ân herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.

2.Sûre

(a.) Genel bilgiler

Sûre kelimesi sözlükte, “yüksek makam” , “ üstün derece”, “şan”, “ şeref”, “binanın kısım veya katları” anlamına gelir. Çoğulu “süver” dir.

Istılahta ise “âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân bölümü” demektir.

 

Sûreler isimlerini, kıssalarda geçen şahıslardan yahut konu edindikleri topluluklardan veya ilk kelimesinden almaktadırlar. Bazı sûrelere birden fazla isim verilmiştir.

 

Kur’ân sûrelerine verilen isimlerin tevkîfî olduğunu söylemek daha isabetli olur. Çünkü eğer ictihâdî olduğunu kabul ettiğimizde, bu olgunun hâlâ devam ettiğini düşünürsek, her müfessire sûrelere isim koyma şansını tanımış oluruz.

 

Âyet sayısı bakımından tasnif:

  1. Tuvel = âyet sayısı 100 den fazla olan sûreler
  2. Miûn = âyetlerin yüz dolayında veya biraz geçenler
  3. Mesânî = yüzün altında bulunanlar
  4. Mufassal = kısa ve besmeleli fasılaları çok olan sûreler

 

Mekkî ve Medenî âyetler:

Bilginlerin bir kısmı mekânı bir kısmıda zamanı/hicreti  bir kısmıda hitâbı esas almıştır.

  1. Mekânı esas alanlar: Mekke ve çevresinde inen âyetler = Mekkî, Medine ve çevresinde inenler = Medenî
  2. Zamanı esas alanlar: Hicretten önce inen âyetler = Mekkî, hicretten sonra inen âyetler = Medenî

Ama hicretten sonra Mekke’nin fethiyle o mekânda inenler bu taksime göre Medenî olarak tellakki edilmektedir.

  1. Hitabı esas alanlar: Mekke ehlini konu edinenlere Mekkî, Medine ehlini konu edinenlere de Medenî demektedirler

→ En çok tercih edilen yaklaşım, zamanı esas alanların görüşüdür.

(b.) Sûrelerin tertibi

İslâm âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:

  • Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Mâlik (ö. 179/795) gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Aynı görüşte olan el-Bâkillânî (ö. 403/1012) de Mushaflardaki tertibin sahâbe içtihadına dayandığını ifade etmektedir.

    Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Fâris’in görüşü: Kur’ân için 2 tertip söz konusudur.
    1. Birisi sûrelerin tertibidir. Bu tertip sahâbenin yapmış olduğu bir tertiptir.
    2. İkinciside âyetlerin bir kısmının diğerine eklenmesi, bir kıssanın diğer bir kıssayı takip etmesidir ki Cebrâil bunu Allah’tan aldığı emir üzerine Resûlullah (sav)’a tebliğ etmiş, o da bu emri yerine getirmiştir.

→ Eğer sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz. Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda yapamazlardı.

  • Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan âlimlerden biri İbnu’l Enbârî  (ö. 328/940)’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu. Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi. Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.
  • Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da ümmete bırakılmıştır.

IV.Kur’ân’ın okunması

A.Yedi harf

1.Yedi harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) kavramı

“el-Ahrufu’s-Seb’a” bir sıfat terkibidir.

  1. Ahruf: harf kelimesinin çoğuludur. Harf sözlükte: bir şeyin ucu, kenarı, sivri ve keskin taraf demektir. Ayrıca vecih, üslup, kıraât ve lehçe anlamına gelmektedir.
  2. Seb’a lafzı hakkında 2 görüş vardır: biri yedi sayısını ifade ettiği yönünde diğeri ise mecâzî mana ifade edip, genişlik ve kolaylık demektir.

2.Yedi harfle ilgili hadisler ve değerlendirmesi

(a.) Yedi harf ile ilgili hadisler

Yedi harfle ilgili hadisler başta kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında yer almaktadır.

  1. İbn Abbas’tan nakledilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu:”Cibril bana Kur’ân’ı bir harf üzere okuttu”. Ancak artırması için müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.

(daha çok örnek için sayfa 120)

(b.)Hadislerin değerlendirilmesi

Hemen hemen tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” Sözü tevâtür derecesine ulaşmıştır.

3.Yedi harf hakkında ileri sürülen görüşler ve tenkidi

(a.)Zayıf görüşler

  1. Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm, husûs, mücmel, mübeyyen ve müfesserdir.
  2. Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbâr ve zecr.
  3. Va’d, va’îd, mutlak, mukayyed, tefsir, te’vil ve i’râb.
  4. Helâl, harâm, muhkem, müteşâbih, inşâ ve ihbâr.
  5. Mukaddem, muahhar, ferâiz, hudûd, mevâiz, müteşâbih ve emsâl.
  6. Mutlak-mukayyed, umûm-husûs, nass-müevvel, nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisnâ ve kısımlarıdır.
  7. Meşhur yedi imamın kıraâtıdır.
  8. İsbât ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları ilmi, af ve azâb ilmi, haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi ve imâmet ilmidir.
  9. Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes’ud, İbn Abbâs ve Ubeyy b. Ka’b kıraâtlarıdır.

(b.)Kuvvetli görüşler

  1. Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.
  2. Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.
  3. Yedi harfle kastedilen yedi vecih{tarz}dır.

Örnekler sayfa 124-126

4.Değerlendirme

Yedi harf, lehçe değişiklikleri, yaş farkı ve bilgi seviyesindeki değişikliklerden doğan okuma farkları, bazı lafızlarda ve cümle tertibinde, asıl manayı bozmayacak ihtilaflardan ibarettir.

  1. Hz. Peygamber, Kur’ân’ı bütünüyle yazdırdığı halde, vahy katiplerine değişik bir metin yazdırdığını gösteren bir rivayet yoktur.
  2. Fethten sonra pek çok kabile Medine’ye gelerek müslüman olduklarını bildirmişlerdi. Bunlar çok kısa süre Medine’de kalıp geri gidiyorlardı. Bu kısa müddette ne öğrenirlerse onunla kalıyorlardı. Bu kişiler eğitim görmediklerinden öğrenmeleri de güçtü. Bu nedenle Kur’ân’ı kendi ifade tarzlarına göre okumalarına müsade edildi. Ama manayı bozmayacaklardı ve bu bir ruhsattı.
  3. Bu okuyuşları Rasûlüllâh’tan almış olsalar bile bu farklar vahy değildir. Çünkü, Rasûlüllâh’tan alınmayan şekiller de vardır. Belki, yapacakları değişiklikleri bilene onaylatmaları gerekmekteydi.
  4. Bu durum Osman dönemine kadar sürdü. Orijinal Kur’ân metni Ebû Bekr zamanında toplanmış olmakla birlikte farklı okuyuşlara ve nüshalara ses çıkarılmamıştı. Osman zamanında ise, kıraat farkları birbirini küfre nisbet ettirmeye kadar gittiğinden Osman bu metni çoğalttı ve bu metne aykırı düşen okumaları yasakladı. Bu yazı şekline (resm) uyan okuyuşlara ise ses çıkarmadı.

Elimizdeki mushaflarda Hz. Peygamber ’in okuduğu, okuttuğu ve vahy katiplerine yazdırdığı metinden başka hiçbir metnin yoktur. Rasûlüllâh yapmadığı için Kur’ân’ı cem’etmekten dahi kaçınan ve bu işe tereddütle bakan Ashab’ın Kur’ân’a ait bir şeyi mushafa yazmaması düşünülemez.


Yedi harf ruhsatı Kur’ân’ın kıraatıyla alakalıdır, yazısıyla değildir. Sahabe Kur’ân’ı toplarken Rasûlüllâh’ın yazdırdığını kesin olarak tesbit eden bir metot uygulamışlardı. Osman zamanında da bunun aynen çoğaltılması gerçekleştirilmişti. Tabii ki bu mushafa uymayan yazı şekillerinin okunmasının yasaklanmasında icma’ vardır.


Bu durumda yedi harf ruhsatı Osman zamanında resmi makamlar tarafından kaldırıldı. Ama bu nazil olan Kur’ân metnine bağlı olmayan bir ruhsat olduğundan, ona etki etmedi. O metin çerçevesine girenlere ses çıkarılmadı.

 

B.Kırâat

1.Kırâatın tanımı ve kırâatle ilgili bazı kavramlar

Kırâat, “Karee” fiilinden masdardır => sözlükte: okumak

=> Terim olarak: herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i’râb bakımından meydana gelen değişiklik.

 

Kurrâ => sözlükte: okuyucu, okuyan anlamına gelir ve “Kâri” kelimesinin çoğuludur.

=> Istılahta ise: yedi ya da on kırâatın kendilerine nisbet edildiği imamlara denir.

Ayrıca Kur’ân’ın tamamını ezberleyen ve ondaki kırâatlara hakkıyla vâkıf olan kimselere de kurrâ denir.

→ Hz. Peygamber dönemindeki anlamı, nâzil olan herhangi bir vahiy metnini ezberleyen kimse demekti.

Rivâyet = kırâat imamlarının râvileri arasındaki ihtilaflara denilmektedir.

Tarîk = râvilerden sonra gelenlerin ihtilaflarını ifade etmektir.

2.Kırâatlerin tespiti

Ashâbın Resûlullah (sav)’tan kırâatı alış tarzları çeşitli idi. Bu kırâatleri okuyan kurrâlar çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar ve onların okudukları kırâatler de, okuyucuların isimleriyle anılır olmuştu.

 

Hicrî ikinci asrın sonlarında İslâm bilginleri ellerinden gelen gayreti göstererek bütün kırâatleri bir araya topladılar. Vecihleri ve rivâyetleri okuyanlara nisbet ettiler, sahih ve şazz kırâatlerin arasını, belirlemiş oldukları birtakım usûl ve esaslara göre ayırdılar.

3.Kırâat çeşitleri

Kırâatler senedleri açısından 2ye ayrılır: sahih ve gayr-i sahih (şazz)

  1. Sahih= mütevâtir ve meşhûr
  2. Gayr-i sahih= âhâd, müdrec ve mevzû

(a.)Sahih kırâatler

  1. Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber’e ulaşan.
  2. Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan.
  3. Kitâbet bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlerdir.

→ Mütevâtir ve meşhûr olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar okunan ve inanılması vacip olan kırâatlerdir.

(aa.) Mütevâtir kırâat

Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da bünyesinde taşıyan kırâat demektir.

Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.

(ab.) Meşhûr kırâat

Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr kırâat denmektedir.

(b.)Sahih olmayan (Şazz) kırâatler

Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.

(ba.) Âhâd kırâat

Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına veya Arap dili  gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.

(bb.) Müdrec kırâat

Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan ibarettir.

(bc.) Mevzû/Apokrif kırâat

Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan uydurma kırâatlerdir.

4.Kırâatlerdeki çeşitliliğin hikmetleri

  1. Araplar Kur’ân inmeden önce farklı lehçeleri konuşuyorlardı. Kur’ân’ın ilk muhataplarına onu farklı kırâatlarda okuma imkanı verilmesi, birden çok lehçe konuşan çeşitli Arap kabilelerinin, tahrif etmeden ve günaha düşmeden Kur’ân’ı okumalarını kolaylaştırmak içindir.
  2. Bir baksa himeti ise Bütün Arap kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermektedir.
  3. Kırâatler ayrıca Hz. Peygamber ümmetinin diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya koymaktadır. Çünkü bu ümmet çeşitli okuma tarzlarını Peygamber’den öğrendikten sonra söz konusu kırâat şekillerini bir ilim haline getirmek için gayret göstermişlerdir.

5.Kırâat imamları ve râvileri

  1. Nâfi:Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebi Nuaym el-Leysî [ö 169-785]. Aslen İsfahanlıdır. Kırâatı 70 kadar Medine’li kurrâdan almıştır. Kedisi Medine’de ikâmet edip pek çok kimseye kırâat öğretmiştir.
  2. İbn Kesîr:Abdullah b.Kesîr el-Mekke [ö 120-738]. Mekkelilerin kırâat imamları sayılan İbn Kesir tâbiûndandır.
  3. Ebû Amr:Ebû Amr b. el-A’lâ el-Mâzinî [ö 154-770]. Basralıların kırâatta imamıdır. Zühd ve takva sahibi bir zât olduğu söylenmektedir. Kırâatı birçok tâbiûndan almıştır.
  4. Ibn Âmir:Abdullah b.Amr el-Yahsûbî [ö 118-736]. Şamlıların kırâat imamı olarak bilinmektedir.

(devamı sayfa 136-138)

6.Kırâatlerin bugünkü durumu

“Kırâat-ı aşere” diye bilinen on kırâattan 3 tanesini bugün Müslümanlar pratik olarak kullanmakta. Tamamını ise ancak bu işi ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadır. 3 kırâat:

  • Âsım kırâatı: Zamanımızda Müslümanların çok büyük bir çoğunluğunun okuduğu kırâattır.
  • Nâfi kırâati: verş rivâyeti bugün Mısır hariç, Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerinde okunmaktadır.
  • Ebû Amr kırâatı: yeryüzünde en az okunan kırâattır.

→ 10 kırâat imamına nisbet edilerek okunan kırâatlerin hepsi sahihtir, haktır ve  hepsi Peygamberimize dayanmaktadır. Sahih kırâatlerin nisbet edildiği imamların hepsi de bu kırâatleri kendi hocaları vasıtasıyla Hz. Peygamber’e ulaşan bir senetle ondan almışlardır. Bundan dolayı sahih kırâatler arasında doğruluk veya güzellik bakımından bir ayırıma gitmek câiz görülmemiştir.

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ BÖLÜM – KUR’ÂN İLİMLERİ

  1. GİRİŞ

Bu bölüm Kur’an’ın lafzı, anlamı ve içerdiği tarih itibariyle anlaşılmasına yardımcı olan bazı Kur’an ilimleri anlatmakta. Kur’an ilimleri Arapça’da ‘ulûmu’l-Kur’ân’ şeklinde ifade edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte bilmek ve anlamak, ilim ıstılahta da meseleleri delilleriyle idrak etmek anlamına gelmektedır. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir.

Kur’an’da sözü edilen bu ilimler dışında bazı tabiat ilimleriyle alakalı genel manalı sözler de bulunmaktadır. Ancak bu tarz sözlere bakarak tabiat ilimlerini de Kur’anî ilimlerden saymak mümkün değildir. Çünkü Kur’an, hiçbir zaman bu ilimlerin kanunlarını koymak ve onları ispat etmek için inmemiştir. Bu durum, tabiat ilimlerinin küçümsendiği manasına gelmemektedir. Aksine Kur’an, Müslümanların bu ilimleri öğrenmeye, onlar üzerinde derinleşmeye teşvik etmektedir.

Kur’anî ilimler, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla yalnız Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler vardır. Ez-Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, es-Suyûtî sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini az daha genişleterek biraz daha çoğaltmıştır. İbn Arabî (ö.543/1148) Ku’an’da geçen her kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’îd) olarak dört anlamı vardır diyerek bu ilimlerin sayısının 77540 olduğunu ifade eder.

Kur’an ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmliştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini toplayıcı kapsamları eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser ez-Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında kullanıılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.

  1. KUR’AN’IN LAFZIYLA İLGİLİ İLİMLER

Kur’ân, yüce Allah’ın insanlara iletmek istediği son mesajını içeren ilâhî sözler bütünüdür. Bu sözler l olarak Arap toplumuna, onların konuştukları dille/Arapça söylenmiş kelâmdan ibarettir. Söz konusu kelâm, orijinal ve itantik şekliyle ilâhi lafılzlardan oluşmaktadır. Çünkü Kur’an’ın gerçek mütekellimi Allah’tır. Bu yüzden Kur’an’ın hâkim üslup tarzı Allah-merkezlidir ve o, esas itibariyle yazılı değil sözlü bir metindir. Anlatım biçimi bakımından Kur’ân’da bir üslup birliği söz konusu değildir.

Kur’an içerdiği manaları Yüce Allah tarafından seçilen lafızlarla anlatmaktadır. İşte, Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla ortaya çıkarılan Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun ifade tarzıyla ilgilenmektedir.

A. ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Mahiyeti

Üslub, oluş, yapılış biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması gereken bütün unsurları taşıdığını rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı üslüp tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.

Kur’an’ın Üslup Özellikleri

Kur’an üslup bakımından öyle üstün bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir ki, beşeri eserlerde bu tarz bir güzelliğe rastlamak asla mümkün değildir:

  1. Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk:

Kur’an’da kelimelerin, harflerin, sükûn veya harekelerin, med yahut kasrların nizâmında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir mûsiki vardır. Arapça bilmelenler dahi bunu anlayabiliyorlar. Ondaki lafızlar ve bu lafızları meydana getren harfler öylesine güzel bir şekilde yerşetirilmiştir ki, bunların toplamından insana hayranlık eren bir ses armonsi meydana gelmektedir.

 

  1. Lafız ve mana dengesi:

Kur’an, içerdiği lafızları manayı tam ifade edebilecek bir şekilde kullanmaktadır. Bu kullanımda aslî veya tamamlayıcı herhangi bir unsur noksan olmadığı gibi, garip bir fazlalık da söz konusu değildir. Her harf bir fonksiyon icrâ etmektedir. Örnek için bkn. S.149

 

  1. Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi:

Kur’an’ın bu husûsiyyeti sayesindedir ki, avâm/halk tabakası kendi bilgi ve tecrübesine göre sathî bir manayı, ihtisas ehli ise lafızların köklerine nüfüz ederek değişik manaları kavrayabilmektedir.

 

  1. Konuların iç içe bulunması:

Kur’an, ulûhiyyet, nübüvvet, ibâdet, ahlâk ve âhiret gibi temel konuları içerisine almaktadır. Temel konularla birlikte bütün konular bir tek küllî mananın etrafında dönüp dolaşmaktadır; ‘insanları kendi hür iradeleriyle Allah’a kullupa çağırma’. Kur’an şayet beşerî telif usûllerine göre hareket edip her konuyu ilgili bölümde anlatma yoluna gitmiş olsaydı, bu merkezi gayeyi gerçekleştiremezdi. Bu yüzden Kur’an, muhataplarını hep teyakkuz (:uyanıklık) durumunda tutmak için muhtevâsındaki konuları iç içe bir tarzda anlatmıştır.

 

  1. Beyân tarzının çeşitliliği:

Farklı beyân tarzları sebebiyle Kur’an, mükelleften yapılmasını istediği bir şeyi çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Bunu bazen açıkca emir olarak bazen emir manası taşıyan kalıplar kullanarak bazen de yapılması istenen fiilin hayır olduğunu belirterek vs. gerçekleştirir.

 


 

B. MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN

Mübhem kelimesi sözlükte algılanması ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.

Mübhemâtın Kur’ân’da Yer Almasının Sebepleri

Bu konudaki örnekler için bkn. S.152-153

  1. İfade zenginliği sağlamak. Önce bir kavramın bir ayette mübhem bırakılarak daha sonra başka bir ayette o kavramı belirgin hâle getirilerek hem anlamı açıklığa kavuşturuluyor hem de üslup farklılığıyla bir zenginlik temin edilmiş oluyor.
  2. Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek.
  3. Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, adının anılmasına dahi layik görmemek.
  4. Fâil meşhur (:herkesçe bilinen) olduğu için açıklama cihetine gitmemek.
  5. Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması. Önemli olan ana fikrin anlaşılması.

Mübhematla İlgili Nakillerdeki Tenkit Noktaları

Mübhemâtın belirlenmesinde ilk akla gelen kaynağın Kur’an olduğundan şüphe yoktur. Ancak gerek sahâbî ve gerekse tâbıûn müfessirlerlinden isrâiliyata meyledenler, Tevrât’ı da bu alanda kaynak olarak kullanmışlardır. Bir diğer kaynakta tarihtir. Çünkü mübhematla ilgili husuların büyük bir bölümü tarihte geçen olaylar ve o olayların geçtiği mekânlar ve kahramanlardır. Sahabe nakilleri mübhematın belrilenmesinde bir kaynak niteliği taşımaktadır. Tabiûn nakilleride göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak hemen belirtmemiz gerekir ki, Tevrat, Tarih ve bu iki kaynağa dayalı olan tâbiûn nakillerini kesin doğrular olarak kabul etmeyip, onlara karşı her zaman temkinli yaklaşmak gerek. Kısaca; Mübhematla ilgili nakledilen rivayetlerin doğruluğu, alıntıların yapıldığı kaynaklara ve söz konusu rivayetinlerin sıhhatine bağlıdır. Bu yüzden mübhemat konusunda müşâhede ve semâya dayalı sahâbe nakilleri dışındaki kaynaklardan yaılan rivâyetler karşısında çok titiz davranılmalıdır.  Örnek için bkn. S.154-156

C. GARİBU’L-KUR’ÂN

Tanımı ve Önemi

Garîb kelimse sözlükte, yurdundan uzak kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız ise ‘az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı ortaya çıkmaya başlamış oldu.

Tarihi Seyri

Hz. Peygamber (sav) tebliğ görevi dolayısıyla zaman zaman sahâbîlerin anlayamadıkları âyetleri tefsir ederdi. Ancak onun Kur’an’a dair beyanları kelime bilgisinden ziyade ayetlerdeki hükümlei açıklamaya yönelikti. Bundan dolayı olmalıdır ki sahâbîlerden bir kısım, bazı kelimelerin manalarını bilmediklerini itiraf etmişlerdir. Ashab içerisinde Kur’an tefsiri cihetiyle en önde yer alan İbn Abbâs bile bazı kelimelerin manalarını bilmediklerini açıklamıştır. Ayrıca denildiğine göre o, Kur’an’ın garipleriyle ilgili lafızlara mana verirken eski Arap şiirinden çok yararlanmış. Bu da gösteriyor ki garîbu’l-Kur’ân ile ilgili ilk faaliyetler sahâbe döneminde başlamıştır. Ancak bu dönemde İslâmî ilimler tedvin edilmediği için söz konusu ilim dalıyla ilgili bilgiler henüz şifâhî yolla naklediliyordu. Hicrî II. yüzyıla gelindiğinde tefsir ve diğer ilimlerle beraber garîbu’l-Kur’ân konusundaki bilgiler de yavaş yavas yazıya geçirilmeye başlandı.

D. VÜCÛH ve NEZÂİR

Tanımı

Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep, yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kafzubub Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir: Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek lafızlar diye de adlandırılmıştır.

Nezâir de, nazîrekelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine’ denilmektedir. Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıe/anlam beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr, sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet etmektedirler.

Yani vücûh da teaddüd/anlam çokluğu, nezâir de ise, teşabüh ve ittifak vardır. Vücuh manalar da, nezâir de lafızlarda söz konusudur.

Vücûh ve Nezâir İlminin Önemi

Vücûh ve nezâir ilmine konu olan lafızlara, muhtevâlarında bulunan manalar açısından tam bir netlik kazandırılamazsa, o durumda söz konusu lafızların yer aldığı nasların delâletlerini tam ve doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz. Herhangi bir kimse vücûh kavramının çerçevesi içerisine giren bir kelimeye her geçtiği yerde aynı manayı vermiş olsa, hatalı neticelerin doğmasına yol açabilir. Aynı şey nezâir içinde geçerli. İşte bu sebepledir ki İslâm bilginleri daha ilk dönemler (II. hicrî asırda) vücûh ve nezâir konusunda müstakil eserler kaleme almışlardır.

E. AKSÂMU’L-KUR’ÂN

Anlamı ve Mahiyeti

Aksam, kasem kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesidir.’ Mezheplerin ittifakına göre Allah’tan başka hiçbir varlık üzerine yemin etmek câiz değildir. Yapılan yeminler bozulduğu takdirde, Mâide 89’da geçen cezalardan birini hak etmiş olur.

Kur’an’daki yeminlere gelince: Kur’an’da söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz. Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine, bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir. Allah’ın Kur’an’da yapmış olduğu yeminleri gruplandırabiliriz:

Örnek için bkn. S.163-164

  1. Tevhide dair yeminler.
  2. Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair yeminler.
  3. Peygamberlerin hak olduğuna dair yeminler.
  4. Âhirette cezânın vâki olacağına dair yeminler.

Yüce Allah, Kur’an’da çeşitli varlıklar üzerine yemin ettiği gibi üç ayette de Hz. Peygamber’e yemin etmesini emretmiştir. Söz konusu âyetlerde Hz. Peygamber’den yemin etmesi istenen husular, ‘öldükten sonra dirilme’, ‘kıyamet’ ve ‘azab’ tır. Bunlar da, insanlık tarihi boyunca inkârcıların bir türlü inanmaya yanaşmadıkları ancak vuku bulması muhakkak olan unsurlardır.

Kasemlerin Kur’an’da Yer Almasının Sebepleri

Kaynaklar bize bu hususta üç sebepten söz etmektedirler:

  1. İslâmiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında yeminin çok büyük bir rolu vardır. O dönemde Arap toplumunun böylesine önemli gördüğü ve üzerine titrediği bir geleneği yeni dinin kitabı görmezlikten gelemezdi.
  2. Yeminler te’kid maksadına yöneliklerdir. Yani hakikatın vurgulanmasından ibarettir.
    1. Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymaktadır.

Kasem Fiiline Nefiy Edâtının Dâhil Olması

Kur’an’daki yeminlerle ilgili olarak önemli bir nokta da, kasem fiilinin başına (لا) nefiy harfinin gelmesidir. Bu konuda müfessirlerin ileri sürdükleri farklı açıklamaları mevcuttur:

  1. Söz konusu ifadedeki (لا) edatı kelâmın âhengini tezyin (:süsleme) için getirilmiştir. Olumsuzluk anlamı taşımayan ziyâde bir harftir.
  2. Kasem fiilinin başında yer alan bu edât, te’kid lâmıdır. Yani yapılan yemini kuvvetlendirmektedir.
  3. Bu edât nefiy/olumsuzluk için getirilmiştir. Bunun için de iki ihtimal söz konusudur:
    1. Kendisinden önce zikredilen kelâmın anlamını olumsuz kılmaktadır.
    2. Başında bulunduğu kasemin/yeminin anlamını olumsuz hale getirmektedir.

 

 

III.     KUR’AN’IN ANLAMIYLA İLGİLİ İLİMLER

Anlam, bir kelimenin, bir önermenin, tasarımın, bir düşüncenin ya da bir eserin anlatmak istediği şeydir. Kur’an ilimlerinin bir kısmı da onun bu anlam boyutuyla ilgilenerek, metninin doğru anlaşılmasına yardımcı olmaktadırlar. Bu ilim dalları, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması noktasında, onu okuyup anlama durumunda olan insanlara pekçok yarar sağlayabilirler.

A. MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN

Müteşâbihin Manası ve Niteliği

Müteşâbih sözlük anlamı itibariyle iki şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise: ‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da harflerdir.’ Yani müteşâbih ayetlerde üç ayrı nitelik bulunmaktadır. ‘Bilinmezlik ’ vasfı, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin mana itibariyle, ancak Mutlak Kudret’in bigisi dahilinde olduğunu gösterir. ‘Kapalılık’ söz konusu olduğunda, o tür ayetlerin yorumlanmasında mutlaka başka naslara ihtiyaç vardır ve yapılan yorumların Allah’ın maksadını kesin olarak ortaya koyduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bir kısım âyetler de farklı anlamlara müsaittir ve bu anlamlarda da tercihi zorlaştıracak derecede bir benzerlik mevcuttur. Dolayısıyla bu nevi âyetlerin yorumlanmasında da hem bazı zorluklar bulunmaktadır, hem de sonuç itibariyle burada yapılan tercihin isabetli ve mutlaka doğru olduğunu iddia etmek mümkün görünmemektedir.

Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere de muhkem ismi verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama delâlet eden âyettir.

Kur’ânî Nasları Sınıflandıran Âyetlerin Tahlili

Bu konuda üç ayet vardır. Ayetin birine göre Kur’an’ın tamamı muhkemdir (Hud;1). Başka bir âyete göre de Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir (Zümer;23). Diğer ayette de bir kısmının muhkem bir kısmının da müteşâbih olduğu (Âl-i İmrân;7) beyân edilmektedir. İlk bakışta bir çelişki olduğu düşünülebilir. Ancak ilk ayette muhkem lafzı, her yönüyle bozulmadan uzak, sağlam, ve sonsuz hikmetleri ihtiva etmek manasına gelmektedir. İkinci ayetteki müteşabihlikten kasıt ise âyetlerin belâgât, fesâhat ve icâz yönleriyle birbirlerine benzedikleri ve birbirini tasdik ettikleri anlamına geldikleridir. Son ayette ise muhkem ve müteşabih kelimeleri ıstılâhî anlamda kullanılmıştır.

Yani ilk iki  ayette kavramlar sözlük manalarıyla, son ayette de ıstılâhi manalarıyla kullanılmışlardır.

Müteşâbihlerin Çeşitleri

Eş-Şâtıbî’ye göre müteşabihler mutlak (mahiyetlerini sadece Allah’ın bildiği) ve izafî (rüsûh sahibi âlimlerin anladığı) olmak üzere ikiye ayrılır.

  1. Mutlak Müteşâbihler

Bu müteşabihler beşerin gücü dahilinde olmayıp hakikat ve mahiyetlerini ancak Allah Teâlâ’nın bildiği müteşâbihlerdir. Bunlar Allah’ın sıfatları, âhiret ahvâli, Rûh, Sûr ve Dâbbetu’l-arz gibi kesin anlamları meçhul olan kavramlardır. Bir kaçını açıklayacak olursak:

  1. RÛH: ‘Sana rûhtan soruyorlar. De ki: “Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir.” ’ (İsrâ;85) Ruh ile kastın tam olarak kim ve ne olduğunu bilmiyoruz. Kur’an, Cebrail as, bedenlere hayat veren ruh vs. kastedilmiş olabilir. Rûh, Rabbimin emrindendir  sözünde ise iki ayrı anlam vardır. Cebrâil as Allah emriyle hareket eder, onun emriyle vahiy getirir. İkinci anlam ise âyetteki emir lafzı, iş ve fiil manasına alınarak, rûhu Allah yaratmıştır, dolayısıyla mahiyetini de ancak o bilir. İnsanların bu konuda bilgileri azdır anlamı da verilebilir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir hitabının da genel anlamda insanlığa mı yoksa husûsî olarak soruyu soranlara mı ait olduğu da açık değildir. Kimi müfessire göre bütün insanlar, kimi müfesssirlere göre de yalnızca Yahudiler kast edilmiştir.

 

  1. SÛR: Kur’an’ın on ayrı âyetinde zikredilir. Müteşâbihliği, sûrun hakikat ve mahiyeti, üfürülme zamanı ve sûrlar arasındaki sürenin uzunluğu gibi hususların hâlâ birer sır olmalarından kaynaklanıyor. Âyetlerden anlaşılıyor ki söz konusu âletin üç ayrı zamanda kullanılacaktır. İlk üfleyişte bütün insanları şidddetli bir ölüm korkusu saracaktır. İkincisinde bütün mahlukatın ölümüne yol açacaktır ve üçüncü defa da bütün insanlar dirilecek, kabirlerinden doğrulup kalkacak ve ilâhî mahkemeye doğru yürüyeceklerdir.

 

  1. DÂBBETÜ’L-ARZ: “O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; o onlara insanların, âyetlerimize inanmadıklarını söyler.” (Neml;82) âyetinde, kıyâmetten önce çıkarılacak olan bir canlıdan söz edilmektedir. Dâbbetü’l-arz denilen bu canlılın şekli, büyüklüğü, yaratılış özellikleri, nereden, ne zaman ve nasıl ortaya çıkarılacağı konusunda çeşitli rivâyetler mevcuttur. Ancak bu bilgilerin âyette bulunmadığı gibi sünnete de tek bir rivayet dışında bu konu hakkında bilgi yoktur. Bu bilgiler Yahudilerden veya başka din mensuplarından Araplara geçmiş olan haberlerdir.

Hakiki müteşâbihlerin manaları Allah’ın ezelî ilmi içerisindedir. Bu yüzden bu tür ayetler üzerinde yapılan açıklama ve yorumlar hiçbir zaman o âyetlerin hakiki anlamlarını ortaya koyucu nitelikte değildir.

 

  1. İzafî Müteşâbihler

Bu müteşabihler, kastedilen mananın anlaşılmasında bir delile veya hârîcî bir açıklamaya ihtiyaç gösteren hafî, müşkil, mücmel, mübhem, müevvel, mutlak ve genel manalı âyetlerle garib kelimeler ve dilcilerin manalarında ihtilaf ettikleri lafızların bulunduğu âyetlerdir. Belli bir ilmî olgunluğa ve yorum gücüne sahip olan müfessirlerin başka konularda olduğu gibi bu konuda da karîneleri (:belirti) doğru tespit ederek Kur’ân’ın özüne uygun yorumlar getirmeleri mümkündür. İzafî müteşâbihler ikiye ayrılır:

 

  1. LAFZÎ MÜTEŞABİHLER: Kelimenin yapısında görülen bu nevi müteşâbihlik, lafzın ya garip ya da müşterek olması durumunda söz konusudur:

 

  1. Garip lafızlar: Kur’an’ın bazı kelimelerinin garabetten dolayı müteşâbih olduğu ileri sürülmektedir. Mesela Hz. Ebu Bekr (ra)’eوَفَاكِهَةًوَاَبًّا  (“Meyva (lar) ve çayır (lar) itirdikAbese;31) âyetinin manası sorulduğunda, “Şâyet Allah’ın kitâbı hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem, hangi semâ beni altında gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde barındırır?” demiştir. Görüldüğü üzere Hz. Ebu Bekr kendi kabilesi tarafından kullanılmayan kelimesinin hakiki anlamda neye delâlet ettiğini bilmediğini açıkça beyân etmiştir. Ayêt belirli bir manaya delâlet etsede bu kesinlik arz etmez. Bu yüzden denilebilir ki ‘ebben’ kelimesinin manasını tayinde ve bununla hangi çeşit bir bitkinin kastedildiğini belirlemede bir zorluk vardır. Çünkü bu kelime lügatta çayır, otlak, sebze, saman ve çerez gibi anlamlara gelmektedir.
  2. Müşterek lafızlar: Şayet bir lafız birden çok mana ifade eder ve bu manalardan birini tercihde zorluk olursa, o takdirde böyle bir lafız, manasındaki iştirakten dolayı müteşabih kabul edilir.Mesela, فَرَاغَعَلَيْهِمْضَرْبًابِالْيَمٖينِ(“Bunun üzerine, yanlarına gelip sağ eliyle vurdu.Sâffât;93) âyetinde yer alan ‘el-yemîn’ kelimesinde bu anlamda teşâbüh vardır. Çünkü bu lafız, sağ el, kuvvet ve yemin manalarına gelmektedir.
  3. MANEVÎ MÜTEŞABİHLER: Müteşâbihlik bazen de âyetlerin manalarında görürlebilir. Bu, söz konusu âyetlerin mana bakımından açık olmamalarından veya birden çok anlam ifade etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Not: bu konuda 4 uzun örnek vardır, ben sadece bir tanesini kısaltılmış olarak yazıyorum.

Örnek: Kur’an, “Biz rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik...” (Hicr;22) âyetiyle bitkilerin döllenmesinde rüzgârın rolünün bulunduğunu ortaya koymuştur. Reşid Rıza bu konuda şunları söyler: Araplar aşılamayı biliyorlardı ve bunu kendi elleriyle yapıyorlardı. Ancak esasen bu işi rüzgârların yaptığından habersiz idiler. Eski müfessirler de rüzgârın bu rolünü bilmedikleri için söz konusu âyetin hakikî manasını anlayamamışlar, hep mecâzî anlam üzerinde dolaşıp durmuşlardır.

 

Elmalılı Hamdi Yazır da er-Râzî için bile bu noktanın meçhul kaldığını ifade eder ve şöyle der: “...Ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur...” (Ra’d;3) âyetinin ifâde ettiği hakikat (bütün bütkülerin çiçeklerinde erkek ve dişi çiftin bulunduğu vs) keşfedildikten sonradır ki, rüzgârların aşılayıcı bir hizmet gördükleri ortaya çıkmış oldu. Böylece Hicr;22 ayetin de Ra’d;3 âyeti gibi meçhul bir bilimsel hakikatı haber verdiği bu kadar zaman sonra anlaşıldı.

Görüldüğü gibi modern müfessirler, Kur’an’ın izâfi müteşabihlerini öncekilere kıyasla daha farklı biçimde anlamışlardır. Ancak bu farklı anlayışlar arasında bir tenakuz (:çelişki) söz konusu değildir. Zira bu durum, tıpkı havuza atılan bir taşın önce küçük sonra gittikçe büyüyerek iç içe halkalar ortaya çıkarması gibidir. Yani tefsirde daima bir gelişme ve açılım vardır. İşte bu da, Kur’an’ın bütün zamanlara hitâp eden çağlar üstü bir kitap olduğunu ve ondaki engin manaların hiçbir zaman tükenmeyeceğini ifade etmektedir.

Müteşabihlerin Hikmetleri

  1. Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının ölçüsünü ortaya koyarlar.
  2. Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.
  3. Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.
  4. Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.
  5. Müteşâbihlerin manalarını tespitte zorluk ve meşakkat vardır. Meşakkatın olması da sevabın fazla olmasına yol açar. Bu gibi âyetler üzerinde düşünmek ve tevil yapmak sevâba vesile olur.
  6. İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.
  7. Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi eşit seviyeye gelirdi.

B. HURÛF-I MUKATTAA

Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla gelmiştir.

Genel Bilgiler

Mukattaa harfleri, 29 sûrenin başında yer almıştır. Bu harfler tek oldukları gibi ikili, üçlü, dörtlü ve beşli kompozisyon da oluşturmaktadırlar. Tamamı, 14 farklı harf olup, 13 ayrı şekil altında görünmektedir. Müfessirlerin beyânına göre vahiy geldikçe Hz. Peygamber bunları insanlara tebliğ ederdi. Ancak Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalan müşrikler ve gayr-i müslim unsurlar diyorlardı ki, “...Sakın çu Kur’an’ı dinlemeyin, okundukça gürültü edin, belki bastırır galip gelirsiniz.” (Fussilet;26) Ancak hurûf-u mukattaanın yer aldığı sûreler nâzil olunca bu harfler, kâfirlerin de dikkatlerini çekmiş böylece gürültü etmekten vazgeçerek Kur’an’a kulak vermeye başlamışlardı.

Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet değildir.

Hurûf-u Mukattaanın Yorumu

Hurûf-u mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:

  1. Selefin görüşü: Selef âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler. Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki, peygamberler âlimlere, onlar da insanlara tahammül edebilecekleri kadar bilgi sunmuşlardır. Her grup kendisine verilenden fazlasını kaldıramaz. Çünkü akıl tam ve mükemmel değildir. Göz, güneş işiğina tahammül edemediği gibi akıl da sırlara dayanamaz.

 

  1. Halefin görüşü:İkinci görüş de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun değildir. Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkında 20 kadar görüş vardır ve bir kaçını sıralayacak olursak:

 

  1. Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir. Delil olarak kullandıkları bir rivayet ise İbn Abbas’a nispet edilmektedir: Elif Lam Mim’i oluşturan harfler, Allah, Latîf ve Mecîd isimleri gösterir. Kelamcılardan bazılarına göre de, mukattaa harfleri, Allah’ın aynı harfle başlayan bütün isim ve sıfatlarına delalettir. Yani mesela Elif; Ehad, Evvel, Âhir, Ezelî ve Ebedî isim ve sıfatlarına delalet eder.

 

  1. Allah Teâlâ bu harflerle yemin ederek söze başlamaktadır. Bu görüş, el-Ahfeş’e nispet edilmektedir. Ona göre Allah nasıl kendi şerefi, yüceliği ve kâinattaki bazı varlıklar üzerine yemin etmişse, hurûf-u mukattaa ile de aynı şekilde yemin etmiştir. Bu yemin, söz konusu harflerin değerini yükseltmekte ve söze ayrı bir güzellik kazandırmaktadır. Ancak bu durumda bazen peş peşe iki yemin söz konusu olmaktadır ve bu hoş karşılanmayan bir durumdur.

 

  1. Mukattaa harfleri, başında bulundukları sûrelerin isimleridir. Ancak bu görüş de tenkit edilebilir mahiyette. Şayet bu harfler başlarında yer aldıkları sûrelerin isimleri kabul edilirse, o takdirde aynı harflerle başlayan birden fazla sûreyi birbirinden ayırmak nasıl mümkün olabilir?

 

  1. Mukattaa harfleri inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur. Onlara göre Allah teâlâ, bazı sûrelerin başına koyduğu bu harflerle hem inanmayanların dikkatini çekmekte hem de onlara üstü kapalı bir şekilde meydan okumaktadır. Yani Yüce Allah bir anlamda müşriklere, söz konusu harfler sizin de çok iyi bildiğiniz gibi hecâ harfleridir. Kur’an’ın tamamı da bu harflerle nâzil olmuştur. Eğer güç yetirebilirseniz, o Kur’an’ın bir benzerini getirin, demiş olmaktadır. Bu görüş, İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmiştir. Psikolojik bakımdan insanları, ilgilenmedikleri şeylere yönelten bir metod olması bakımından oldukça enteresan görünmektedir.

Peki, Hz. Peygamber bu harflerin manalarını neden açıklamadı?

Bu konuda Hz. Peygamber’den nakledilen tek bir hadis mevcuttur o da harflerin manalarıyla ilgili herhangi bir mana vermemektedir. Bu durumda üç ihtimal var; Ya Allah Teâlâ bu harflerin Resûlü ile kendi arasında birer sır olarak kalmasını istemiştir, ya sahâbîler bu konuda Peygamber’e birşey sormadıkları için oda herhangi bir açıklama yapmamıştır yahut da esasen sahâbîler de kendi bilgi ve zekâ seviyelerine göre bu harflerin manalarını anlıyorlardı, o yüzden de Hz. Peygamber bu harflerin manalarıyla ilgili olarak herhangi bir beyânda bulunma ihtiyacı hissetmemişti. En doğruşu Allah bilir...

C. İ’CÂZU’L-KUR’ÂN

İ’câz kelimesi sözlükte acze düşürmek, âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat da onun, bütün insanları kend benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an, benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona konuşma izninin verilmesine benzer.

Kur’an’ın Mûcize Oluşunun Delilleri

Kur’an’ın mûcize oluşunun üç delili vardır:

  1. Kur’an’ın beşer üstü bir kitap oluşu: Bilindiği gibi peygamberler kendilerini ümmetlerine kabul ettirebilmek için mûcizeler göstermek mecburiyetindedirler. Peygamberlere verilen mûciceler de kendi zamanlarında revaçta olan şeylerden daha üstün özellikler taşıyordu. Bunun böyle olması tabii, bir bakıma da gerekli idi. Çünkü akdsi durumda mûcizenin inandırıcı olması söz konusu edilemezdi. Bu sebepledir ki, Hz. Musa’ya sihirle, Hz. İsa’ya da tıpla ilgili mûcizeler verilmişti. Aynı sebepten dolayıdır ki, Hz. Peygamber’e de en büyük mûcize olarak Kur’an gönderilmişti. Çünkü o dönemde de Araplar belâğat konusunda çok ileri bir durumda idiler. Arap dili âdeta altın çağını yaşıyordu. İşte böyle bir dönemde Kur’an vahyedilerek seviyesini ortaya koymuş, hem de kendi benzerinin getirilemeyeceğini ispat etmişti.

 

  1. Muhâliflerine Meydan Okuması: Kur’an, kendisinin ilâhî kaynaklı bir kitap olduğuna karşı çıkanlara meydan okuyarak onlardan, kendisinin bir benzerini getirmelerini istemiştir. İlk önce kendisinden daha üstün bir kitap getirmelerini teklif etmiş (Kasas;49). Bu mümkün olmayınca ardından kendisi gibi bir kitap getirmeleri konusunda tahaddide bulunmuştur (İsrâ;88).

 

  1. Benzerinin Getirilememesi: Kur’an’ın meydan okumasına rağmen muarızları onun bir sûresinin dahi benzerini getirememişlerdir. Tarih boyunca ona ciddi anlamda nazire yapılamamış olması, bundan sonra asla yapılamayacağının açık bir kanıtıdır. Çünkü her asırdaki bilginler, edipler, filozoflar, münekkit ve müellifler Kur’an’ın mûcizeliğini; belâğat, fesâhat ve beyânda onun derecesine çıkmaktan âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Bununla beraber kaynaklar bize ilk dönemlerde bazı inkârcıların Kur’an’a nazîre yapmaya kalkıştıklarını haber vermektedir. (El-filu me’l-filu örneği için s.197)

Kur’an’ın İcâz Yönleri

Kur’an ilim, hüküm ve beyân bakımından beşer gücünü aşan meziyetlerle dolu bir kitaptır. Bütün bu meziyetler, aynı zamanda onun mûcizeviliğini gösteren delillerdir.

  1. Nazım ve te’lif: dizmek, tertip etmek ve sıraya koymak demektir. Kur’an’ın harfleri, kelimeleri ve âyetleri o şekilde dizilmiştir ki, daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak mümkün değildir. Nüzûlündeki 23 senelik uzun sürece rağmen harflerin kelimelere, kelimelerin âyetlere, âyetlerin sûrelere yerleştirilmesindeki tertip gibi, sûrelerin birbirleriyle irtibatlı olarak Kur’an’ın içerisine yerleştirilmesi de ondaki vahdet, münâsebet ve insicâmı (:düzgünlük, tutarlılık) ortaya koyan icâz vecihlerinden biridir.

 

  1. Gaybî haberler içermesi: Kur’an, insanların bilme imkânına sahip olamayacağı gayb haberlerini de içermektedir. Kur’an ve sahih hadislerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber okuma yazması olmayan ümmî biriydi. Bundan dolayı geçmiş ümmetlerin kitaplarını okuyarak onların kıssalarını ve haberlerini öğrenme imkânına sahip değildi. Şayet Kur’an haber vermeseydi mâzide cereyan eden bu hâdiseleri Hz. Peygamberin bilmesi nasıl mümkün olabilirdi. (bkn Hud;49). Kur’an, Hz. Peygamber zamanında hâl’e ait gayb haberlerini de ihtiva etmiştir. Ayrıca indiği zamana göre istikbalde gerçekleşecek gaybî haberlerde de bahsetmektedir (msl. Fetih sûresinde Mekke’nin fethi).

 

  1. Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması: Kur’an’ın, beşeriyetin ihtiyaçlarını karşılamasından maksat, onun her asırda ve her yerde, hiç bir dinde ve nizamda görülmeyecek tarzda insanlara doğruyu göstererek, onları dünya ve âhirette mutlu etmeyi amaçlamasıdır. Bu yüzdendir ki Kur’an, insanlığın yeryüzündeki kısa hayatı ve âhiret hayatı için gerekli olan ve ilgili prensipleri ihtiva etmiştir. İnsan da eğer Kur’an’ın ortaya koyduğu bu evrensel prensipleri gereği gibi anlayıp uygulama alanına çıkarabilirse, o yüce kitabın hedeflediği mutluluğu elbetteki yakalayabilecektir.

 

  1. Fenni mûcizelere işaret etmesi: Kur’an’ın asıl amacı insanları hidâyete sevketmektir. Ancak Kur’an bu noktayı dikkate alarak ibret için zaman zaman fen ve tabiat ilimleri gibi ilimlere de çok genel anlamda temas etmiştir. Mesela arzın yuvarlaklığı (Zümer;5 ve Nâz’iat;30) ve güneşin kendi yörüngesinde döndüğü (Yasin;38). Modern bilimin henüz keşfetmeye çalıştığı bütün bu husulardan Kur’an’ın asırlar öncesi söz etmesi onun mûcizeliğinin kesin bir işaretidir.

 

  1. Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından değiştirilmemesi: Kur’an’ın bize, müşriklerin Hz. Peygamber’den hoşlarına gidecek, onların durumlarına ve yaşadıkları zamana uygun hükümler taşıyacak nitelikte bir kitap istediklerini haber vermektedir. (Yunus;15-16). Bu âyetler bir taraftan müşriklerin, Kur’an’ın tebdili (:değiştirilmesi) konusundaki taleplerini dile getirmekte, diğer taraftan da onların bu taleplerini asla dikkate almaması hususunda Hz. Peygamber’i uyarmaktadır. Dolayısıyla bu da onun, ilahî bir kaynaktan geldiğinin ve mûcize bir kitap olduğunun apaçık bir delilidir.

D. MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN

Müşkil Kavramı

Müşkil’in manası, karışık ve biririne zıt olan şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır. Örnek için bkn. s.203

 

 

 

İşkâle Yol Açan Sebepler

Kur’ân’da bulunduğu zannedilen müşkilâtın sebepleri vardır.

  1. Mevzû ihtilâfı: Bazen herhangi bir konu Kur’ân bütünlüğü içerisinde ele alındığı zaman, o mevzu ile ilgili âyetler arasında bir tezat olduğu, yani bir ya da birkaç âyetteki mananın bir başka âyetle çelişki teşkil ettiği zannedilebilir. Örnek için bkn. S.205

 

  1. Hakikat ve mecâz imkânı: Kur’an’daki âyetler bazen hakiki bazen de mecâzî anlamda kullanılmışlardır. Bazı âyetlerde hem mecâz hem de hakiki mana aynı anda görülebilmektedir. Meselâ: “..insanları sarhoş bir halde görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir..” (Hâcc;2) âyetinde ilk anda çelişki varmış gibi gözükse de kıyâmetin dehşetine izâfetle mecâzen insanların sarhoş olacakları ifade edilirken, sarhoşluğun şaraptan geleceği düşünülerek hakikate izâfetle de sarhoş olmadıkları dile getirilmiştir.

 

  1. Fiilin isnadıyla meydana gelen müşkilât: Bazı Kur’ân âyetlerinde de yapılan bir işin isnâdı konusunda ihtilâf olduğu zannedilmektedir. Meselâ “Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı...” (Enfâl;17) Bu âyet Bedir savaşındaki Müslümanlar hakkında inmiştir. Ancak âyette zâhiren fâil müminler ise de, hakîkatte Allah’tır. Yani âyetteki öldürme ve atma olayını yapmak kullara, dileme ve yaratma Allah’a aittir. O halde fâil-i hakiki Allah’tır ve bu yüzden de fiil O’na isnad edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkn. s.207

 

  1. Zıt anlamlılığın sebep olduğu ihtilaf: Meselâ “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d;28) âyetiyle, “Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yörekleri titrer..” (Enfâl;2) âyetinde zikredilen kalplerin sükûnetiyle kalplerin titreyişi çelişkili gözükmekte. Ancak demek istenilen müminin kalbi Allah’ın zikriyle huzurludur, ancak haktan ve hidâyetten sapma korkusuyla da her an titremekte ve ürpermektedir. Dolayısıyla söz konusu anlamlar bir bütünü tamamlayan iki unsur konumundadır.

 

  1. Bir hakikatın farklı biçimlerde anlatımı: Kur’an, Hz. Âdem’in yaratılışından söz ederken farklı ifadeler kullanmıştır. Meselâ, onun topraktan (Âl-i İmran;59), kokuşmuş kara çamurdan, balçıktan (Hicr;26), cıvık çamurdan (Sâffât;11), kupkuru balçıktan (Rahmân;14), yaratıldığını belirtmiştir. Bu âyetler arasında ilk etapta bir tezat olduğu düşünülebilir. Esasen söz konusu âyetlerde geçen şeyler aynı şey olmamakla birlikte cevher itibariyle hepsinin menşei (:kaynağı) topraktır ve bütün bu ifadeler toprağın farklı biçimlerini ortaya koymaktadır. Yani bu ifadeler ilk insanın yaratılış aşamalarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aralarında anlam itibariyle herhangi bir çelişki yoktur.

 

 

İşkâli Giderme Yolları

Kur’ân müşkillerini gidermek için ortaya iki yol çıkmıştır:

  1. Te’vil ve te’lif yolu: Yukardaki işkâle yol açan sebepler altında verilen bütün örnekler bu konu için de örnek teşkil etmektedir.
  2. Nesih yolu: Allah Teâlâ’nin eski bir hükmü yenisiyle yürülükten kaldırmasını ifade eder ve özellikle müfessirler ve fakihlerin çelişkili görünen bazı âyetleri uzlaştıramadıkları zaman başvurmuşmus oldukları bir yol olarak görünmektedir. Aşşağıda bu konu genişce açıklanacaktır.

 

E. MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN

Münâsebetin Manası ve Alanı

Münâsebet sözlükte yakınlık ve benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir. Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.

Kur’ân âyetleri çeşitl zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir. Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve irtibata engel teşkil etmemektir. Kur’ân’ın içerdiği naslar arasında mantıksal bir anlam ilişkisinin bulunması zaruridir. Bu ilişki hem âyetler hem de sûreler arasında söz konusudur. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.

Meselâ Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş, müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir” denilmiştir.Diğer örnekler için bkn. S.211-212

Münâsebâtu’l-Kur’ân İlminin Tarihi Gelişimi

Kaynaklar, Kur’ân âyetleri ve sûreleri arasındaki münâsebetten ilk defa söz eden İslâm bilgininin Ebû Bekr en-Nîsâbûrî (ö.324/936) olduğunu zikretmektedir. Bu zât hem münâsebet hem de münâsebâtu’l-Kur’ân ilmini çok önemli görmüştür ve bu ilme çok katkısı olmuştur. Buna rağmen bu katkısı şifâhi nakilden öteye geçmemiştir. Kur’ân’ın insicâmı konusundaki düşünce ve yorumlarını kitabîleştirmek suretiyle bu ilmin daha kalıcı olmasını sağlayan ilk müfessir er-Râzî (ö.606/1209)’dir. ‘Kur’an’ın tamamı tek bir sûre hatta tek bir âyettir’ tezinden hareket eden er-Râzî, âyet ve sûreler arasındaki münâsebete zaman zaman yer vererek, Kur’an’daki anlam bütünlüğünü ortaya çıkarmaya gayret etmiştir.

VIII. hicrî asırda da meşhur müfessir Ebû Hayyân’ın hocası Ebû Ca’fer Ahmed b. İbrahim el-Gırnâtı (ö.708/1308), el-Burhân fî tertîbi suveri’l-Kur’ân adıyla bu münâsebâtu’l-Kur’ân konusunda ilk müstakil eseri yazmıştır. Daha sonraki asırlarda da Burhânuddîn İbrahim b. Ömer el-Bikâ’î (ö.885/1480) Nazmu’d-durer fî tenâsubi’l-ây ve’s-süver adıyla oldukçca hacimli sayılabilecek bir tefsir yazmış ve söz konusu eserinde müellif, münâsebâtu’l-Kur’ân’a genişçe yer vermiştir. Kur’ân’ın insicâmını böylesine derin ve engin bir şekilde ele bir başka tefsir mevcut değildir.

F. FEZÂİLU’L-KUR’ÂN

Anlamı

Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük, meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.

Kur’an’la ilgili Fazilet Hadisleri

Hz. Muhammed (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine işaret etmiştir:

  1. Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. (Buhârî)
  2. Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir. (Buhârî; Ahmed b. Hanbel)

Kur’an’ın tümü hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.

Sûrelerle İlgili Fazilet Hadisleri

Sûrelerin faziletine dair pek çok hadis mevcuttur. Bunların büyük bir kısmı tefsir kitaplarında yer almaktadır:

 

  1. Kim Cuma günü Âl-i İmrân sûresini okursa, Allah ve melekler güneş batıncaya kadar ona salât (rahmet ve istiğfar)ederler.
  2. Kim En’âm sûresini okursa, her âyetine karşılık yetmiş bin melek gece ve gündüz o insanın bağışlanması için dua eder.

 

Kur’an sûrelerinin fazileti hakkında nakledilen bu hadisler ez-Zemahşerî, el-Beydâvî ve Ebu’s-Suûd Efendi’nin tefsirlerinde yer almaktadır. Kaynakların belirttiğine göre bu müfesirler söz konusu hadisleri, Kur’an sûrelerinin faziletleri konusunda uydurma hadis nakletmekle tanınan es-Sa’lebî ve el-Vâhidî kanalıyla rivâyet etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki müfessir eş-Şirbînî, ez-Zemahşerî ve ona tâbi olarak aynı hadisleri naklene el-Beydâvî’nin pek çok uydurma hadisi kitaplarına aldıkların söz etmektedir. Bu müfessir söz konusu hadislerin mevzû olduklarını belirtirken, âlimlerin ekseriyetinin görüşünü benimsemiştir. Kur’an sûrelerinin faziletiyle ilgili pek çok hadisin uydurulduğu konusunda açık itiraflarda mevcuttur. Mesela Meysere b. Abdi Rabbih İnsanları Kur’an okumaya teşvik etmek için pek çok fazilet hadisi uydurduğunu beyân etmiştir.

 

Kur’an sûrelerinin fazileti konusunda uydurulan hadisler teşvik için yaramış olsa bile uydurulan hadislerde öngörülen aşırı sevaplar, Müslümanları Kur’an’ın ruhundan uzaklatırıp sadece onun lafzıyla meşgul etmiştir. Halbuki ümmetin en hayırlısı olan ashâb Kur’an’ın manası ve hükümlerin uygulanması konusunda çok titiz davranıyordu. Böylece bu mevzû hadisler Müslümanları daha çok Kur’an’ın lafzına yönelterek onları asıl görevlerinden uzaklaştırmıştır.

 

VI.    TARİH İÇERİKLİ İLİMLER

Kur’an tarihe ve tarihi olaylara özel bir önem atfetmektedir. Hedefi, olayların arkasında kalan gizli degerleri, önemli mesajları muhataplarına ulaştırmaktır. Kur’an sadece tarihi bilgileri anlatmakla kalmaz, zaman zaman da Yüce Allah’ın yaratıcı kudretini, tarihin akışıyla birlikte hep var olan İlâhi yasaları (Sünnetullah) görme imkanı sağlayan jeolojik ve biyolojik özelliklere de dikkatlerimizi çeker.

A. KISASU’L-KUR’ÂN

Kıssaların amacı, sadece insaların ahlâkî davranışlarıyla ilgili bir takım sebep ve neticeler üzerinde durmak değildir. Kur’an’ın kendi sunu mantığı ve yöntemi içerisinde kıssalar, bir nakil ve aktarımın ötesinde, toplumsal değişmelere paralel olarak ele alınması ve üzerinde derinliğe düşünülerek birtakım yorum ve prensiplere ulaşılması gereken tarihsel veriler konumundadırlar. Bunlar, İlâhi bir tarih yorumunu elde etmemiz için mevcutturlar.

Kıssa Kelimesinin Anlamı

Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir. Bunların dışında anlatmak, hikâye etmek manalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.

Kıssaların Gayeleri

  1. Hz. Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek: Bilindiği gibi ne Hz. Peygamber ne de kavmi, geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin durumlarına vâkıf değildir. Yusuf 102, Kasas 44-45 gibi âyetlerde bu husus açıkça dile getirilmiştir. İşte Hz. Muhammed’in bu kıssaları bilmediği halde Kur’an vasıtasıyla doğru bir tarzda anlatması onun, Allah’ın vahyine mazhar olduğunun en büyük delilidir.

 

  1. Hz. Peygamber’i ve müminleri teselli etmek: Hakka davet meşakkatli bir yoldur. Bütün peygamber bu yolda çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. İşte bu gibi durumlarda Yüce Allah önceki peygamberlerin kıssalarını inzâl ederek, onların da aynı problemlerle karşılaştıklarını anlatmış, böylece peygamberini teselli edip azmini ve irâdesini güçlendirmiştir.

 

  1. Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak: Görebildiğimiz kadarıyla Kur’an kıssaları, iyilik ve kötülüğün çatışmasını konu edinmektedirler. Her fert Kur’an kıssalarında kendi konumuna ve karakterine uygun bir önek seçebilme imkânına sahiptir. Dolayısıyla mümin insan bu kıssaları okuduğu zaman oralarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara benzemek, kötülerden de nefret edip onlar gibi olmaktan sakınmak ister.

 

  1. İslâm’in evrenselliğini ortaya koymak: Tarih boyunca bütün ğeygamberler Allah’ın varlığını ve birliğini tebliğ edip insanlığı şirkten uzaklaştırmaya gayret etmişlerdir. Enbiyâ sûresinin 48-92 pasajı bunun en güzel örneğini oluşturmaktadır. Bu pasajlarda hakiki varlıkla O’na ortak olarak ileri sürülen tanrıların, başka bir ifadeyle hak ile bâtılın mücadelesine yer verilmiş, son âyette de bu anlatımların gayetine temas edilmiştir.

 

  1. Semâvî dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek: ‘Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i peygamber gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur..’ (A’râf;73) ve ‘Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin ondan başka ilâhınız yoktur...’ gibi âyetler bu hususa açıkca işaret etmektedir.

Kıssaların Özellikleri

Kur’an, ilâhî mesajı muhataplarına ulaştırmak için tarihi olayları araç olarak kullanmıştır. Kur’an bu önemli hedefi gerçekleştirirken, söz konusu olan kıssaları belli bir takım özellilere riâyet ederek sunar:

  1. Zaman söz konusu değildir. Mekân ve şahıs unsurlarına pek rastlanmaz. Msl. Yâsin 13-27
  2. Bütün kıssalar (Yusuf kıssası hariç) fragmanlar/parçalar halinde zikredilmiştir.
  3. Hangi maksat ile kıssa zikrediliyorsa hâdiselerin sadece o miktarı verilmektedir.
  4. Araplar arasında yaygın olarak bilinen kıssalara yer verilmiştir.
  5. Tarihi birer belge niteliğinde değil, Araplardaki edebî ve menkıbevî özellikleriyle kullanılmıştır.
  6. Tarihi öğeler ön planda görülmeyip çoğu zaman ihmal edilmiş, gayeye hizmet etmeyen detaylar hazfedilmiştir.
  7. Birkaç yerde değişik açılardan ele alınarak tekrar edilmiştir. Ancak her zikredilişin farklı bir münasebeti vardır.
  8. Temsili bir anlatım tarzı seçilmiştir. İfadeler kuruluktan kurtarılıp canlı ve hareket dolu bir savirle müşahhas hale getirilmiştir.

Kıssaların Vâki Olmadığı İddiası

Kur’an kıssalarının gerçekte vuku bulmadığı iddiasını ilk defa ciddi bir şekilde gündeme getiren, Muhammed Ahmed Halefullah’tır. Halefullah’ın konuyla ilgili iddiası şöyledir: Kur’an’ın birçok âyetinde müşriklerin Kur’an hakkındaki ‘evvelkilerin masalları’ nitelemelerine yer verildiği halde hiç bir ayette bu iddialar reddedilmiş değildir. O halde Kur’anda masal bulunduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Kur’an, naklettiği bu olayların vuku bulup bulmadığına, gerçekle uyuşup uyuşmadığına önem vermemiştir çünkü o kıssaları sadece vermek istediği talimat ve öğütler için vesile kılmıştır. Bize göre bu iki iddia da mesnetsiz ve tutarsızdır. Çünkü Kur’an, Furkân sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde ‘evvelkilerin masalları’ iddiasını reddetmektedir. Ayrıca, anlattığı kıssaların gayb haberleri olduğunu da birkaç âyetinde ifade etmiştir (Âl-i İmrân:44; Yûsuf:102). Ayrıca Kur’andaki kıssaların Kitab-ı Mukaddes’de anlatılanlara çok benzemesi de bu iddialar için bir delil teşkil etmez. Kitab-ı Mukkades ile Kur’an-ı Kerîm’in kaynağı birdir ve Kitab-ı Mukaddes’in tamamen tahrif edildiğine dair bir bilgi yoktur. Öyleyse bu benzerliklerin bulunmasında gayet tabiidir.

B. ESBÂBU’N-NÜZÛL

Kur’an âyetlerini esasen iki kısma ayırabiliriz. Bir sebebe bağlı olarak nâzil olan ve bir sebebe bağlı olmayıp bir hükmü ortaya koymak amacıyla nâzil olan âyetler. Bu ilimde sebebe bağlı olarak nâzil olan âyetlerin inişiyle ilgili rivâyetleri konu edinmiştir.

Esbâbu’n-Nüzûl Kavramı

Esbâb, sebep kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod, yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep denir. Nüzûl ise yukarıdan aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’. Örnek için bkn. S.232-234

Esbâbu’n-nüzûl Rivâyetleri İçin Kullanılan Tâbirler

Rivâyetler bazı hususî tâbirlerin kullanıldığı görülmektedir. Söz konusu tabirlerin dışındaki ifadeler, İslâm bilginlere göre kesinlik arz etmemektedir. İfadeler:

  • Âyetin nüzûl sebebi şudur.
  • Bunun üzerine Allah şu âyeti indiridi.
  • Bu hâdise üzerine şu âyet nâzil oldu.

Esbâbu’n-nüzûlle İlgili Rivâyetlerin Sıhhati

Tefsir âlimleri, nüzûl sebebpleriyle ilgili rivâyetlerin sıhhatini tesbitte oldukça titiz davranmışlardır. Bunun için sıhhati konusunda birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir:

  1. Hadis ilminin, sahih hadisler için öne sürdüğü şartların bu rivâyetlerde de mevcut olmalı.
  2. Anlatılan olayların, Hz. Peygamber döneminde meydana geldiği tespit edilmiş olacak.
  3. Anlatılan husularla ilgili âyet/sûrelerin muhtevaları arasında bir münasebet bulunacak.
  4. Eğer haber mürsel ise, başka bir mürselle takviye edilecek ve hadis rivâyet etmekle meşhur olan tâbiûn müfessirlerinin birinden nakledilmelidir.

Rivâyetlerin Çeşitliliği

Çeşitlilikten maksat, bir âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak birden çok rivâyetin nakledilmesidir. Eğer rivayette geçen sebep aynı, şahıs ve zaman bakımından farklılık söz konusuyla bir problem yok demektir. Ancak bu farklılıklarla birlikte bir de sebep de farklı ise ozaman sırayla takip edilmesi gereken bazı yollar vardır:

  1. Önce rivâyetlerin sıhhat dereceleri araştırılarak sahih olanı alınacak.
  2. Her ikisi de sahih ise, aralarında bir tercih sebebi aranacak. Mesela bir rivâyetin müşahede (:bizzat görme) dayanması yahut Buhârî sahihinde yer alması tercih sebebleri olabilir.
  3. Bu da mümkün değilse olayların zaman bakımından birbirine yakın olup olmadığına bakılır. Eğer zaman bakımından yakınlık var ise rivâyetler arası cem ve te’lif edilir.
  4. Bu da mümkün değilse, o zaman o rivâyetlere konu olan âyet veya sûrenin mükerrer nâzil olduğu kabul edelir. Ancak iki defa bir âyetin nâzil olmasının izahı çok zor görünmektedir. Bunun hikmeti bazı âyetlerin hatırlatma amacıyla tekrar ‘inmiş’ olduğunu düşünebilir. En doğrusunu Allah bilir... (Ayrıntılı bilgi için bkn. S.239-240)

Esbâbu’n-nüzûlün Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Sonuçlar

  1. Olumlu sonuçlar:
    1. Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına yardımcı olur.
    2. Âyetler arasında var olduğu zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
    3. Müphem âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırır.
    4. Âyet/sûreler arasında münâsebet kurmaya yardımcı olur.
    5. Hasr veya tahsis (:anlamların darlığı?) şüphesini ortadan kaldırır.
  2. Olumuz sonuçlar:
    1. Âyetleri nüzûlüne sebep olan olay ve tarihî şartlarla sınırlı görmek.
    2. Yorum zenginliğine engel olmak.
    3. Müfessirleri gereğinden fazla meşgul ederek onların mesailerini verimsizleştirmek.
    4. Ortaya çıkan birtakım yeni problemlerin Kur’an’ın genel perspektifi içinde değerlendirilmesini önlemek.

C. NÂSİH-MENSÛH

İslâm’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu konuyu geniş bir perspektiften ele alınması gereğini düşünüyoruz.

Neshin Tanımı

Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak vebirşeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın, muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü kaldırılmış âyete mensûh, hükmü kaldıran âyete ise nâsih denilmektedir.

Kur’an’da Neshin Varlığı Tartışması

Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni (ö.322/933)’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa, muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.

  1. Neshi Kabul Edenlerin Delilleri:
    1. Kur’an da yer alan üç ayrı âyet, neshin varlığından söz etmektedir: “Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye Kâdirdir.” (Bakara; 106). Ayrıca Nahl;101 ve R’ad;39.
    2. Neshin Kur’an’dan bulunduğuna konusunda icmâ mevcuttur.
    3. Sahabeden yaılan nakiller de Kur’an’da neshin var olduğunu göstermektedir.
    4. İki âyet arasında çözülemeyen bir çelişki söz konusu ise akıl neshe müracaatı zaruri görmektedir. Yani nesh aklen de mümkündür.
  2. Neshi Kabul Etmeyenlerin Delilleri:
    1. Neshin varlığına dair açık bir şekilde delâlet eden bir âyet yoktur. Yukarda bahsedilen âyetler, Kur’an’ın, kendinden önceki kitapları yürürlükten kaldırdığını ifade eder.
    2. Neshin söz konusu olduğunu açık bir şekilde ortaya koyacak üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir hadis de mevcut değildir.
    3. Mensûh olduğu ileri sürülen âyetlerin sayıları konusunda da ittifak edilmemiş.
    4. Çoğu zaman mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olduğuna dair kesin bir delil yoktur.
    5. Nesih, akâidle ilgili olmayıp, tefsir ilminde bir sistem niteliğindedir. Reddi küfrü gerektirmez.

Esasen Kur’an’da neshin bulunmadığını ileri süren âlimler, bu hususu tahsîs kavramıyla açılmaktadırlar. Onlara göre Kur’an’da yer alan herhangi bir hüküm hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmamış; ancak bazı durumlarda bir nassın daha sonra gelen bir nasla anlam alanı darltılmıştır.

Nesih ile Tahsisin Farkları

  1. Nesih hükmün bütün cüzlerini ilga eder, tahsis hükmün sadece bir kısmını kaldırır.
  2. Nesih sadece emir ve nehiylerde mümkün olur, tahsis haberlerde de yapılabilir.
  3. Nesihte mensûhun nâsihten önce nâzil olması gerekirken tahsiste bu şart yoktur.
  4. Nesih yalnız kitap ve sünnette, tahsis bu iki aslın dışında da söz konusudur.

Neshin Şartları

  1. Nâsıh ve mensûh âyetler arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
  2. Nasların şer’î hüküm taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
  3. Mensûhun önce, nâsihin sonra nâzil olmuş olması
  4. Neshe konu olan hükmün, iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
  5. Hüküm açısından nâsıh nassın mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.

Neshin Tespiti

Peygamber Efendimiz önceden koymuş olduğu bir yasağı sonradan kaldırarak sünnetteki neshe işaret etmiştir ancak Kur’an’da neshin varlığına dair herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Neshin tespiti konusunda o yüzden sahâbenin bilgisine başvurmak gerekmektedir. Çünkü onların verdiği bilgiler, sonrakiler için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Belirleyici diğer bir hususta icmâ’dır.

Neshin Kısımları

  1. Metni Mensûh Hükmü Bâki Naslar: Nesih savuncuları bu kısma örnek olarak ‘recim âyeti’ diye nitelendirilen “evli erkek ve evli kadın zina yaptıkları zaman Allah’tan bir cezâ olarak muhakkak onları recmedin. Allah mutlâk gâlip ve hikmet sahibidir” anlamındaki metni zikretmektedirler. Bu anlayışa göre söz konusu metin daha önce âyet olarak indirilmiş, ancak Yüce Allah belli bir zaman sonra onun hükmünü yürülükte bırakıp, lafızlarını iptal etmiştir.
    Bu konuda açıklama için bkn. S.251-256

 

  1. Metni Bâki Hükmü Mensûh Naslar:Neshin varlığını savunanlar, mensûh âyetler üzerinde ittifak etmiş değillerdir ancak hepsi için geçerli olan lafızlarının okunmasına karşılık hükümleriyle amel edilmemesidir. Bu konuda örnek olarak içki âyetlerini verebiliriz. Mâide;90’nın, Nahl;67, Bakara;219 ve Nisâ;43 âyetlerini neshettiği ifade edilmektedir.
    Daha çok örnek için bkn. S.256-260

 

  1. Hem Hükmü Hem Tilâveti Mensûh Naslar:Bu hususta ileri sürülen nas şöyledir: Buhârî’nin rivâyetine göre Hz. Âişe söz konusu naklinde şöyle demiştir: ‘bilinen on defa emzirme haramlık hükmü doğurur’ âyeti, Kur’an’ın içinde yer almakaydır. Ancak daha sonra bu, ‘beş bilinen emme’ ile neshedildi. Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman onlar Kur’an âyetleri arasında okunmaktaydı. (Müslim;İmam Mâlik;Tirmizî,Dârimî, Ebû Dâvûd) Nesih taraftarlarına göre ilk önce on emzirmenin evlilikte haramlık hükmü doğurduğunu ifade eden âyet nâzil olmuştu, ancak bu daha sonra beş emzirmeyi hüküm olarak ortaya koyan âyetle neshedildi. Ardından da beş emzirmeyi ifade eden âyet tilâvet yönüyle Mushaf’tan çıkarıldı. İlk âyet hem hükmen hem de tilâveten yürürlükten kaldırılırken, ikinci âyet yalnızca lafız yönüyle nesh edilip hükmü ibkâ edilmiş oldu.

 

 

 

 

Sonuç

İslâm bilginlerinin çoğunluğu neshi tefsir ilminde bir çözüm olarak kabul edip savunurken, bir kısmı da Kur’an’daki mevcût âyetlerin hepsinin bir işlevi olduğunu ileri sürüp neshi reddetmektedir. Bize (Muhsin Demirci vs...) göre burada isabetli olan görüş, neshe kapılamayan aralamayan görüştür. Çünkü Kur’an başlı başına bir hukuk sistemi değil, İslâm hukuk sisteminin öncelikli temel kaynağıdır. Böyle olunca Kur’an’ın içerdiği bütün naslar hukuk için malzeme niteliğindedir. Tabii ki bu durumda da bir nassın bir başka nasla teâruzu (:çatışması) söz konusu değildir. Naslar arasında herhangi bir çelişki olmadığı sürece de nesihten söz etmenin bir anlamı yoktur. Zira nesih, naslar arasında meydana gelebilecek teâruzu ortadan kaldırmak, böylece Kur’an’da anlam yönünden bir bütünlük oluşturmak için öngörülen bir yoldur. Kaldı ki bir çözüm yolu olarak başvurulan nesih, problemleri halletme uğruna bazen yeni problemler de ortaya çıkmaktadır.

 




0 Yorum - Yorum Yaz


2014-2015 Yüksek Lisans Ödevi

Hadis Eserlerinde Tefsir Rivayetleri I

Zeynep ARSLAN  Öğrenci No:13912774

 

TEFSİR USULU

   Tefsir  ilminin başladı ğı ilk dönemlerden itibaren tefsir usulu ilmininde ilk kavramlarına rastlanmaktadır.Zamanla  gelişen bu ilim dalı,müstakil  olarak tedvin edilmiştir.

    Tefsir usulu;müfessirlerin Kur’an’dan nasıl çıkarımda bulunacaklarını  ve takip ettikleri yolları gösteren kaideler ve usuller mecmuasıdır.

1.BÖLÜM

KURAN TARİHİ

Kur’an’ı Kerim: Yirmi üç senelik peygamberlik müddeti içinde Hz. Muhammed’e çeşitli vesilelerle,vahiy yoluyla zaman zaman Allah tarafından indirilen sözlerin bir mecmuasıdır.Yazı ile tesbit edilmiş bu mecmuaya ‘’el- Mushaf’’denir.

El-Vahy: Allah’ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi,özel olarakta insanlara ulaştırmak istediği ilahi emir,yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda,gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesidir.

Vahyin geliş şekilleri;

1.Vahyin ilk şekli,Hz. Paygamber  uykudayken gördüğü sadık rüyalardır.

2.Hz.Peygamber uyanıkken melek görünmeksizin kalbine ilahi vahyi ilka ederdi.

3.Cebrail’in insan suretinde gelip,Hz.Peygambere vahy getirmesidir.

4.Vahy’in çıngırak sesine benzer bir sesle gelmesidir.

5.Cebrail’in kendi suretiyle görünüp,ilahi vahyi Hz. Peygambere iletmesidir.

6.Hz. Peygamber uyanıkken Allah ile konuşması şeklinde vuku bulan vahiydir.

7.Cebrail’in Hz. Peygambere uyku halindeyken vahiy getirmesi şeklindedir.

Ayet: Lugat manası,açık  alamet,işaret,nişane anlamlarına gelmektedir.Istılahi olarak,surelerin içinde evelinden ve sonundan munkati olan bir veya birkaç cümleden oluşan Allah kelamıdır.

        Ayetlerin tertibi tevkifidir.Nazil olan her ayetin,hagi surenin neresine konulacağını Hz. Peygamber bilir ve yazılmasını vahiy katiplarine emrederdi.

        Fatiha ve Besmelenin ilk nazıl oldugunu söyleyenler varsa da genelde alimler Alak suresının ilk beş ayatinin ilk nazıl olan ayetler oldugunu bildirmektedirler.Son nazıl olan ayet hakkında ise bir ittifak mevcut değildir.Bakara 278,Bakara 281,Nisa 176,Tevbe 128-129,Nasr 1-3,ve Maide 3 oldugunu bildiren farklı görüşler vardır.

Sure: Lugat manası ,yüksek rutbe,mevki,şeref binanın kısımları manasına gelir.Ayetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan mustakil Kur’an bölümüdür.Kur’an-ı Kerim biri diğeri tarafından kesilmiş 114 sureye ayrılmıştır.  

        Surelerin tertibi konusunda islam alimleri arasında ihtilaflar vardır.Bazıları surelerın tertibinin tevkıfı oldugunu söylerken bazılarıda bu tertibin sahabenin içtihadı olduğunu belirtir.Bir diğer görüş ise bu tertibin kısmen tevkıfı kısmen sahabe içtihadı ile olduğudur.

       Sureler isimlerini ihtiva ettikleri garib bir kelimeden yada ifade ettikleri manadan alırlar.Bazı surelerin birden fazla anlamları vardır.

        Surelerin Mekki yada Medeni olması ile ilgili üç farklı görüş vardır.Bunlardan ilki;vahyin nazil olduğu mekana güre tasnıf edildiğini,ikincisi hicret dikkate alınarak tasnif edildiğini, üçüncüsü ise muhatabın dikkate alınarak taksim edildiğini belirtir.

Kur’an’ın Yazı İle Tesbiti:Kur’an hadiselere uygun olarak 23 yılda tamamlanmıştır.Hz. Peygamber nazil olan Kur’an ayetlerini hafızasında tutar,derhal vahiy katiplerine yazdırır,yanındakilere ve namazlarda okurdu.Hz. Peygamber vahiyleri bu şekilde yazı ile tesbit ettirmiştir.Kur’an’ın öğrenip,öğretilmesinde kitabetle sema aynı derecede beraber gitmişlerdir.Hatta ilk günlerde sahabe hadis kitabetinden men edilmiş sadece Kur’an kitabetine müsaade edilmiştir.

Kari,Cem ve Asrı Saadette Kur’an’ın Cemi:Nazil olan vahiyleri ilk günden itibaren ezberleyenlere ‘’Kari’’denir.Hz. peygamber döneminde işittiği miktarı ezberleyenlere kari denirken daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın tamamını ezberleyenlere ve ondaki kıraatlere vakıf olanlara denilmiştir.

        Hz.Peygambere nazil olan vahiyler bir yerde cem edilip tertip edilmemiş,yani resmi bir tertip işine teşebbüs edilmemiştir.Fakat bununla beraber şahıslar münferit olarak Peygamberden işittiklerini topluyorlardı.Fakat bu cem edişler şahsi olduğundan usul ve tertipleri başka başka olmuştur.Bu bakımdan  bu Mushaflar cem eden şahıslara tahsis edilmiştir.

        Kur’an’ Kerim’in metnini ezbere bilenlerin  şehit düşmesi veya vefat etmeleriyle,mukaddes metin için bazı tehlikeler ortaya çıkabilirdi.Bu tehlikeyi ilk defasezen Hz. Ömer olmuş ve halife Hz.Ebubekir’i Kur’an’ın cemi konusunda ikna etmiştir.Yapılan bu cem işi Peygamberin vefatından altı ay sonra gerçekleştirilmiştir.Kur’an’ın derlenme işi Zeyd bin Sabit’e verilmiş ve bu konuda oldukça sağlam bir yol izlenmiştir.Kur’an’ı derleme işinde hem Hz. Peygamber’in huzurunda yazılana hemde insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar edilmiştir.Metinlerin kabul edilmesi için Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına şahitli edecek  2 kişi istenmiştir.Büyük bir titizlikle bir araya getirilen ve Kur’an’ı Kerim’in metnini ihtiva eden bu kitabı Zeyd,Ebu Bekir’e teslim etmiştir.Sonrasında Hz. Ömer’e ardındanda kızı Hafsa’ya geçmiştir.

 Kur’an’ı Kerim’in Hz.  Osman Zamanında İstinsahı ve Teksiri:  Hz. Osman zamanında İslam devletinin sınırları Arabistan sınırlarını aşmıs ve yeni beldelere gönderilen muallimler öğrendikleri ve duydukları kıraatle,okutup,öğretmişlerdi.İslamiyete yeni giren çeşitli bölgelerdeki insanlar,Resulullahın okuyuş ihtilaflarına niçin müsaade ettiğine vakıf değillerdi ve Kur’an’ı hangi kıraat üzere öğrenmişlerse onu şiddetle müdafa ediyorlardı ve bunun bir sonucu olarak mücadeleye girişecek kadar galeyan ve taassub gösteriyorlardı.Bu gibi hadiseler sebebiyle Hz. Osman derhal Hz. Hafsanın elindeki nüshayı isteyerek  ,Kuran’ı birkaç nüsha istinsah edip,belli başlı İslam merkezlerine gönderdi.

 Kur’an’ı Kerim’in Harekelenmesi ve Noktalanması:İslamiyetin doğuşunda Arapların elindeki yazı bugunkü haliyle değildi,hareke ve noktalamalardan mahrumdu. Bu sebeple Kur’an’ın ilk devirdeki yazısıda noktalama ve harekelemeden mahrumdu.İslamiyetin genişlemesiyle beraber Araplar ve arap olmayanlarla karışınca arap dilinde bozulma başladı.Kur’an’ın bu olumsuz durumdan korunması içinde ilk harekelenme gerçekleştirildi.Kur’an’ın noktalanması ve harekelenmesi çeşitli şahıslar elinde çeşitli zamanlarda tekamülü gerçekleşmiştir.Bu hareketin öncüsü ise Ebu’l Esved ed Düeli’dir.

Kur’an’ın Yedi Harf Üzerine Nazil Olması ve Kıraat Meselesi:    İslamın ilk zamanlarında ortaya çıkan ve Hz Osman zamanında iyice ortaya çıkan yedi harf ve kıraat meselesi tefsir hareketinde en önemli olaylardan biridir.Bunların her ikisi de İslam’ın doğuşunda arap yazısının ve arap lehçelerinin karışık bir durumda olmasından kaynaklandığı söylenebilir.Bunun dışında Kurranın bırakmak istemedikleri okuyuş tarzları,arap yazısının kifayetsizliği,bu yazıda okuyuşun okuyucuya bırakılmış olması gibi durumlar diğer sebeplerdir.Bu sebeplerin tutatlı yönleri olduğu gibi tenkid edilecek yönleride vardır.Bununla beraber çoğu zaman harflerin birbirine karışma imkanları manaya tesir etmemektedir.Ayrıca Kur’an’ın okunuşunun sadece kitabete dayanmadığı,hatta daha çok hıfza dayandığı unutulmamalıdır.

        Yedi harf ve kıraat birbirine karıştırılmış, hatta bazen aynı şeyler olduğu söylenmiştir.Oysa yedi harf ve kıraat ayrı ayrı şeylerdir.Öncelikle harf kelimesinin anlamları üzerinde durmalıyız.Harf ,lügat,vech ve lehçe anlamlarına gelmektedir.Hz. Peygamberden gelen yedi harf ile ilgili hadisten ise ne kasdedildiği tam olarak bilinmediğinden buradaki yedi harfe sonradan ortaya çıkan yedi kıraat anlamıda verilmiştir.harfden kasdın umum.husus,nasih,mensuh,emir,nehiy gibi anlamlara geldiğini bildiren rivayetler zayı olarak kabul görmektedir.Yedi harften maksadın Arap kabilelerinin yedi dili,lafızlardaki yedi vecih olması kuvvetli görüşlerdendir.

       Hz. Peygamberin Kur’an’ın yedi harf üzerine okunmasıyla ilgili hadisi ve bu çerçevede yapılan rivayetleri incelediğimiz zaman buradaki yedi harfin lafızdaki değişiklikler olduğu açıktır.Manada bir değişiklik yoktur.Lafızdaki değişiklikler de Kur’an’ın her yerinde ya da her kelimesinde değildir,bazı muayyen yerlerdedir.Zaten birinci asrın ilk yarısından itibaren Kureyş lehçesinin yayılması ile yedi harf meselesi önemini kaybetmiştir.Kurtubi ve İbn Abdi’l Berr yedi harfin zaruretten dolayı özel bir vakte mahsus oldugunu ,bu durumun ortadan kalkması ile yedi harfinde hükmünün kalkacağını ve Kur’an’ı tek harf üzere okumanın gerektiğini söylerler.Bu mesele ilk zamanlar için arizi bır ruhsat olmuş,bugun ise sadece ilmi bir meseledir.

       Kıraat kelime üzerinde med,kasr,hareke,sükun,nokta ve irab bakımından olan değişikliğe denir.Kuran ve kıraat birbirlerinden ayrı iki hakikattir.Kur’an beyan ve icaz için Hz.Peygambere nazil olmuş vahiydir.Kıraat ise vahiy lafızlarının,tahfif ve ağırlaştırma ve diğer yönlerden yazılma keyfiyetidir.Sahabenin Resullullahtan kıraati alış şekli farklılık arz etmektir.Bu kıraatleri okuyan Kuralar çeşitli İslam beldelerine yayılmışlar ve onların okudukları kıraatlerde okuyucusunun ismiyle anılmaya başlanmıştır.Hicri ikinci asrın sonlarında İslam alimleri bütün kıraatleri bir araya toplayarak,sahih ve şazz kıraatleri bazı usul ve esaslara göre ayırdılar

        Kıraatler  mütevatır ve şazz olmak üzere ikiye ayrılır.Mütevatır kıraatler sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygambere ulaşan kıraatlerdir.Ayrıca Hz.Osman’a nisbet edilen Mushafların resmi hattınaaykırı olmayan kıraatlerdir.Şazz kıraatlerde sahabe icmayla olur fakat tevatür derecesine ulaşmaz.Tevatür derecesine ulaşan ve sahanin icma ettiği kıraatler on tanedir.Bunlarında yedi tanesi daha ön plandadır.Bugün fiilen kullanılan üç kıraat vardır.Bunlar;Ebu Amrın kıratı,Nafi kıratı ve Asım kıraatidir.Diğerleri ise ilmi olarak tetik edilmektedir.Bugün yeryüzündeki Müslümanların çoğu Asım kıraatinin Hafs rivayetini kullanmaktadır.

II.BÖLÜM

KUR’ANİ İLİMLER

Esbab-ı Nüzul

       Allah her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Kur'an-ı Kerimin âyetleri de bu yönden iki kısma ayrılabilir. Birincisi, Kur'anın genelini teşkil eden ve Cenab-ı Hak tarafından bir sebebe bağlayamadığımız veya doğrudan doğruya indirildığıni söylediğimiz ayetlerdir.

Ikincisi, ise, bir sebebe bağlıyabildiğimiz ayetlerdir. Hz. Peygamber’e bir sual veya bir hadise sebebiyle

birkaç ayetin yada bir sürenin  nazil olmasına sebep olana’’sebeb-i nüzul’’ denir.Kur’an’ı Kermi anlamave açıklamada sebebi nüzulun yeri çok önemlidir.Nüzulş sebepleri bilinirse ayetlerden kasdedilen mana kolaylıkla anlaşılır,şüphe ve yanlışlıklar ortadan kaldırılmış olur.Ayrıca Kur’an-ın hikmeti ancak sebebi nüzul ile bilinebilir.Ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.

Nasih ve Mensuh

       Kur’an’ı Kerimin tefsirini yapmak ve ameli hükümler çıkarmakiçin bilinmesi gereken ilimlerden biride nasih mensuhtur.Nesh kelimesi gidermek,yok etmek,değiştirmek ,tebdil ve nakletmek manalarına gelmektedir.Istılahi manada ise bir nassın hükmünü daha sonra gelen nas ile kaldırmaktır.Tefsir usulu ilminde karışık meselelerinden biridir ve İslam’ın ilk devirlerinden beri tartışılan bir konudur.

       Nesihte başlıca üç mesele ortaya çıkmıştır.Öncelikli olan nesh keyfiyetinin alken caiz olup olmamasıdır.sonrasında eğer caiz ise pratik olarak gerçekleşmişmidir ve Kur’an’ı Kerim de nesh varmıdır?Bu soruların cevaplarına baktığımız zaman neshin aklen kabul edildiğini ve pratikte varolduğunu görmekteyiz.Kur’an da neshin olup olmadığı meselesine gelince İslam alimlerinin çoğu neshin Kur’an da var olduğunu söylemişlerdir.Kur’an ayetinin ancak başka bir ayetle neshedilebileceğini söyleyenler olduğu gibi Hz. Peygamberin sözlerininde  Necm suresi 53-55 ayetine göre vahy telakki edilebileceği ve Kur’an ayetlerini nesh edebileceğini söyleyenler olmuştur.Birkısım İslam alimleri ise Kur’an’ın kendi içinde neshin olmadığını,Kur’an’ın ancak kendinden önceki dinleri nesh ettiğini belirtmişlerdir.

        Neshin üç çeşidi vardır.

1.Hükmü mensuh metni baki kalan ayetler,-kıblenin tahvili gibi-

2.Metni mensuh hükmücari kalan ayetler,-recm eyeti-

3.hem metni hemde hükmü mensuh olan ayetler,-ademoğlunun iki vadi malı olsa üçüncüyü istemesindeki hırsı-

       Ayetlerin tarihi bir yolla açıklanması bakımından nesh oldukça önemlidir.Kur’an’ı iyi anlayabilmek ve onun ayetleri hakkında doğru hükümler vereblmek için mutlaka nesh konusunun bilinmesi gerekir.

Muhkem ve Müteşabih

       Manası kolaylıkla anşlaşılan ,ayrıca bir tefsire ihtiyaç duyulmayan ve tek manası olan ayetlere muhkem ayetler denir.Müteşabih ise,birçok anlama gelme ihtimali olan,bu manalardan birini seçmek için harici bir delile ihtiyacı olan ayetlerdir.Muhkemler helal,haram,nasih,hudud,feraiz,iman edip amel edilen hususlardır.Müteşabihler ise mensuh,mukaddem,emsal,yeminler,iman edilip amel edilmeyen hususlarla ilgilidir Genel olarak usul alimleri müteşabihatı ikiye ayırmışlardır.

1.Muhkemle  mukayese edildiğinde manası bilinebilen,

2.Hakikatını bilmeye imkan olmayan ayetler.

         Müteşabihin menşeinde Şari’nin muradının gizliliği ise bazen lafızda,bazen manada,bazen de her ikisinde birdendir.Kur’an’ı Kerim de müteşabih ayetlerin bulunmasıinsanlık için bazı faydalar temin etmektedir.Bu ayetler sayesinde İslamiyette insan fikri sabitlenmemiş,geniş bir fikir hürriyetine müsaade verilmiş,dinin temelleri kuvvetlendirilmiştir.Müteşabihler sayesinde Kur’an’ın ezberlenmesi ve korunması sağlanmıştır.

Bazı Surelerin Başlangıç Harfleri

        Bazı surelerin başında bazen basit bazende birkaç harfin birleşmesiyle meydana gelmiş ifadeler bulunmaktadır.Bunlara ‘’el Huruf’ul Mukatta’’denir.Bütün alimler bu harflerin müteşabihattan olduğunu kabul ederler.Yirmidokuz surede geçmektedir.Manaları hakkında ise çeşitli görüşler vardır.Bu görüşleri iki grupta toplayabiliriz.Birinci gruptaki görüşlere göre bu harfler Kur’an’ın esrarındandır,Allah bunları bilme ilmini kendine mahsus kılmıştır.İkinci görüşe göre ise;Mütekellimler bu görüşü kabul etmemişler ve Allah’ınKitabında mefhumu olmayan şeyleri dilemesinin uygun olmayacağını belirtmiş ve ayet,hadi,akli deliller getirmişlerdir.

 

Surelerin Başlangıçları(Fevatihu’s Suver)

        Kur’an’ı Kerimdeki surelerin başlangıçları çok çeşitlidir.Suyuti bunları on gurup altında toplamıştır.

        1.Allah’ı övme ile başlayan sureler

        2.Heca harfleriyle başlayan sureler

        3.Nida ile başlayan sureler

        4.Haber cümlesiyle başlayan sureler

        5.Yemin ile başlayan sureler

        6.Şart ile başlayan sureler

        7.Emir ile başlayan sureler

        8.Soru ile başlayan sureler

        9.Dilek ile başlayan sureler

       10.Talil ile başlayan sureler

Garibu’l Kuran

       Garib kelimesi,yabancı ,acib manasındadır.Kur’an ve hadislerin yabancı kelimelerini,hadis ilminde peygamberin ashabından biri tarafından rivayet edilmemiş olan munferit hadisler için kullanılan ifadedir.Kur’an da nadirende olsa yabancı kelimelerin bulunuşu veya Allah’ın kelamında Kureyş lehçesi ağırlıkta olmasına rağmen diğer lehçelerden de birçok kelimenin bulunması Garib’ul Kur’an meselesini ortaya çıkarmıştır.Sahabe zamanındadahi Kur’an ayetlerinde anlaşılması zor bir takım kelimelerin tefsiri için arap şiirine müracaat ihtiyacı doğmuştur.Hicretin ikinci asrında ise filolojinin etkisinde kalarak müstakil bir ilim haline gelmeye başlamış ve çeşitli eserler meydana getirilmeye başlanmıştır.

 

Uslub’ul Kur’an

         Kur’an’ın  uslub özelliği insanların oluşturduğu eserlerin uslubuna benzemediği gibi diğer nazil olan kitapların uslubunada benzememektedir.Kur’an’ın kendine has bir uslubu vardır.Bu uslubu ıyı anlamak ancak Kur’an’ı ve ona ait ilimleri anlamakla olurKur’an’ın insanlığı aciz bırakan uslubu karşısında sadece Müslümanlar değil,gayrı Müslimler hatta müsteşrikler bile hayran kalmışlardır.Kur’an’ın müşahede ve tefekküre davet edişi,insanın madde ve ruhuna hitap edişi,sözlerinin yerli yerinde oluşu,tekrarlarının usandırmayışı,çok güzel ayet sonları,tabii secileri,aklın ulaşabileceği ilmi sırlar,fert ve cemiyet ahlakını güzelleştiren ve aileyi ıslah eden ahlak kaideleri,geçmiş asırların tarihini aydınlatması,güzel hitapları,müstesna ikna sistemi vb. Kur’an’ın uslubunun fevkadaleliği onun insanı aciz bırakan yönlerindendir.

İ’cazu’l Kur’an

       Lugatte  i’caz aciz bırakmaktır.Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı aciz bırakan her şeye mucize denir.Kur’an’ı Kerim Hz. Peygamberin ebedi bir mucizesidir.Arap kavminin fesahat ve belagat yönünden en yüksek bir mertebeye ulaştığı bir devirde,gereken en büyük mucize belagat ve fesahatın en büyük timsali olan ve hiç kimse tarafından taklid edilemeyen Kur’an’ın vahyedilmesidir.Bununla beraber Kur’an’ın İcazını sadece dili,uslubu ve fesahatında aramak yanlış olur..Onun telifi,içerdiği ilimler ve maarif,kevni ilimlerdeki yeri,islah siyaseti,gaybi haberleri,Peygamberin dahi ona benzer bir eser meydana getiremeyişi gibi birçok yönü O’nun icazını gösterir.Kur’an hangi mekan ve zamanda okunursa okunsun daima ebedi bir mucize olarak kalacaktır.

Aksam’ul Kur’an

        Kur’an’ı Kerim de birçok yerde yeminler vardır.Bunların bazısında Allah bazen kendi yüce ismine yemin etmekte,bazen peygamberlere ve peygamberlerin zuhur ettikleri yerlere ,Kur’an’a,meleklere,kıyamet gününe,bazende kainatta ve tabiatta bulunan mühim varlıklara yemin etmektedir.Kur’an’ı Kerimdeki yeminleri çeşitli sebeplerde aramak gerekmektedir.

       1.İslamiyetten önceki Arapların ictimai hayatında yeminin rolü büyüktür.Kur’an Arapların alışkanlıklarını muhafaza etmiş,bu arada yemini de alıkoymuştur.

       2.Allah ayet ve delillerini yeminlerle teyit etmiştir.

       3.Yemin her zaman bir şeyi teyit değil bazen de o şeyin kıymetine işaret etmek için kullanılır.

Kıssasu’l Kur’an

        Kur’an da geçmiş peygamberlere ve milletlere dair kıssalar bulunmaktadır.Bundan maksat tarihi olayları kronolojık olarak sıralamak değil,geçmiş peygamberlerin ve milletlerin başına gelenlerden ders çıkarmamızdır.Ayrıca Hz.Peygamberin nübüvvetini ispat etmek,Hz,Peygamberi ve müminleri teselli etmekİslam’ın evrenselliğini ortaya koymak ve Semavi dinlerin temelde bir olduğunu göstermekte kıssaların gayeleri arasındadır.

Emsalu’l Kur’an

       Mesel kelimesi nazir,delil,hüccet,halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir.Bunların söylenmesine darbı mesel,çoğuluna ise emsal denir.Kur’an da birçok misaller vardır.Bunlardan çeşitli yönlerden istifade edilir.Tezkir,vaz,his,ibret gibi yönlerden gidilerek ahlakı bır netice çıkarmak için insanları tenbih ve teşvik etmektedir.Kur’andaki bu meseller medih ve zem üzerine olduğu gibi,sevab ve ikab,işin önemini artırmak için veya tahkir için,işin tahkiki veya ibtali üzerine olabilir.Kur’andaki emsalleri sarih,zahir olanlar ve gizli,imalı olmak üzere ikiye ayırabiliriz.

Hakikat ve Mecaz

        Kur’an da kelimeler hakiki anlamlarında kullanıldıkları gibi bazende mecazi anlamlarda kullanılmıştır.Kelimelerin hakiki manalarında kullanılmasında bir ihtilaf yokken,mecazi anlamda kullanılmaları noktasında İslam alimleri arasında ihtilaf vardır.Fakat alimlerin çoğu mecazı kabul etmişlerdir.Zaten Kur’andan mecazı kaldırırsak onun güzellik yönünüde kaldırmış oluruz.Mecaz;mecazul akli ve mecazul lugavi olmak üzere  iki kısıma ayrılır.

Müşkilu’l Kur’an

       Kur’an’ın bazı ayetleri arsında ihtilaf ve tezat gibi görünrn hususlara Müşkil’ul Kur’an denilmektedir.Fakat Kur’an da birbiriyle çelişen ayetlerin olması gibi bir durum söz konusu değildir.Meydana gelen şeyin çeşitli hallerde ve şekillerde görünmesi,mevzu ihtilafı,fiil yönünden ayetteki ihtilaf,iki vecihle çeşitli ayrılıkların cemedilmesi vb. sebepler ayetler arasında zıtlık varmış gibi bir düşünceye kapılmaya sebep olur.Kur’anda bu gibi görünüşleri bertaraf etmek için müstakil eserler meydana getirilmiştir.Kur’andaki bu müşkilleri gidermek içinse tevil ve nesih yolu ortaya konulmuştur.

Vücuh ve Nezair

        Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile yine aynı kelimenin diğer ayetlerde ifade ettiği anlamlar aynı değildir.Buna vücuh denir.Bunun aksine çeşitli birçok kelimeninde aynı manayı ifade etmesine nezair denir.Kur’an’ın iyi anlaşılması ve bilinebilmesi için tefsir ilminde öğrenilmesi gereken önemli ilimlerden biridir.

Mücmel ve Mübeyyen

       Mücmel ,müphem bir lafızdır,ne kasdedildiği anlaşılmaz.Manası kapalı bir şekilde olan ayetler Kur’anda mevcuttur.Kur’andaki mücmeller için genellikle kelimenin iki zıt manada birleşmesi,zamirin mercii ihtilafı,atıf ihtimali,lafzın çok kullanılmaması,takdim-tehir,asıl lafzın başka bir şekle kalbolması gibi sebepler olduğu belirtilebilir.

        Mübeyyen ise açıklamak,beyan etmek manasındadır.Ayetlerdeki müştereklik,müşkil,mücmel,hafi gibi hususları açıklayan ayetlere denir.Mübeyyen olan ayet yada lafız ,aynı ayette değilde,bir ayet veya birkaç ayet sonra,hatta başka bir surede gelmiş olabilir.Birçok mücmel ayetin açıklayıcısı Hz.Peygamberin sünneti olmaktadır.Namaz ,zekat ve haccın bazı menasıkı mücmeldirçBunlar Hz. Peygamberin sünnetiyle açıklanmıştır.

 

HADİS USULU

 

 I.BÖLÜM

SUNNET VE HADİS

        Sünnet,Hz. Peygamberden nakledilen söz,fiilve takrirlere denir.Bu  usulculerinin verdiği manadır.Hadisçiler arasında kazanmış olduğu ıstılahi manası isedaha geneldir ve Hz. Peygamberin peygamber olmadan önceki fiil,söz ve takrirlerinide içerir.

        Kur’an’ı Kerim kendisine indirilen ayetleri Müslümanları tebliğ ve teybin etmekle vazifelendirmiş ve Müslümanlarada ona uymayı emretmiştir.Ayrıca sahabenin açıklanmasına ihtiyaç duyduğu birçok ayetin tefsirinde ve bazı müşkillerde insanlara sünnet yol göstermiştir.

 

Hadislerin Yazılması ve İlk Yazılı Hadisler:

       Sahabe ,Hz.Peygamberden duymuş olduğu her sözü ve her fiili kendi arasında müzakere ederek zihinlerine yerleştirmişler  ve günlük hayatlarına  uygulamaya çalışmışlardır.Hz. Peygamberin vefatından sonra birçok sahabi hadisleri yazmışlar ve sahifelerde toplamışlardır.Hz. Peygamber hayattayken hadis yazılmasını yasaklamıştır.Bunun iki temel sebebi vardır.Birincisi Müslümanların yazıyı henüz öğreniyor olması ve bu sebeple yazılarında birçok hata yapmaları;ikincisi ise sahabe arasında çok az da olsa bazı kimselerin hadis ile Kur’an’ı karıştırma ihtimaliydi.Bununla beraber hadis kitabetine ait nehyin ruhsata çevrilmesi ile ilgilide bir çok haber kaynaklarda geçmektedir.Ruhsata ait bu haberler hadis sahifeleriyle Kur’an sahifelerinin karışma tehlikesinin ortadan kalktığı bir zamana aittir.Bu ruhsattan sonra bazı sahabiler hadis yazmaya başlamış ve geniş bir hadis külliyatı oluşmuştur.Abdullah İbn Amr,Cabir İbn Abdullah,Ebu Hureyre,Ali İbn Ebu Talip,Enes İbn Malik bunlardandır.

 

 II.BÖLÜM

HADİS RAVİLERİ

Sahabiler

        Hadisin sonraki nesillere aktarımısahabe ve tabıun ile gerçekleşmiştir

        Sahabe, Hz. Peygamberi gören veya onunla sohbet eden kişilere sahabe denir.Usulcülere göre ise sadece görmek yeterli değildir aynı zamanda en azından bikaç sene onunla beraber bulunmanın yada bir gazveye katılmanın gerekliliğini belirtirler.Sahabi olmak için buluğ çağ şart koşulmamıştır.sahabi İslam dininden dönerse bu vasfını kaybetmiş olur.Usul kitapları bir şahsın sahabiliğini ortaya koyacak çeşitli yollar zikrederler.bunlar;tevatür,istifade,şöhret ve yalan üzerine uzlaşmaları mümkün olmayan kalabalık bir cemaatin bir şahsın sahabi olduğuna şehadetleridir.Sahabilerin sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur.

        Usul kitapları sahabileri rivayet ettikleri hadis sayısına göre ikiye ayırmışlardır.Birincisi ‘’el muksirun’’olarak nitelendirilir ve bu grupta çok sayıda hadis rivayet eden sahabiler vardır.Bunların başında Ebu Hureyre gelir.Abdullah İbn Ömerİbniı Hattab,Enes İbn Malik,Hz. Aişe bu sahabilerdendir.Az sayıda hadis rivayet eden El-mukıllun denilen ikinci grup sahabiler ise içinde dört halifenin de bulunduğu geneli erkek olan sahabilerdir.

Tabiiler ve Etba’ut Tabıin

        Sahabe ile mulaki olan kimselere tabii denir.Tabiler sahabeden sonra gelen en hayırlı nesillerdir.En meşhur tabiler Abdullah İbn Abbas’ın kölesi Ikrıme,Ata Ibn Ebi Rabah,Said İbnul Museyyib,Hasan El Basri,Ömer İbn Abdil Aziz,Tavus İbn Keysan ‘dır.

        Tabı’unu gören üçüncü nesile Etbaut tabıin denir.Etbaut tabıin hadis tahammülü ve rivayeti usullerinin en mükemmel şekle girdiği devir sayılmaktadır.Bu devirde hadislerin sadece sahifelere sıralanmasıyla yetinilmemiş aynı zamanda mevzularına göre bablara ayrılarak tasnife de tutulmuştur.Hadisleri ilk tasnif eden kişilerin  bu dönemden Er Rebi İbn Subeyb,İbn Cureyc,Sufyan es Sevri olduğu belirtilmektedir.Bu devre ait ve günümüze kadar gelen en önemli eser Malik İbn Enes’in El-Muvattasıdır.

        Sahabe,tabıun ve etbaut-tabıin İslam dininin Kur’an dan sonra gelen ikinci kaynağı olan hadislerin toplanıp muhafaza edilmesinde ve sonraki nesillere aktarılmasında önemli rol oynamışlardır.

Hadis Ravilerinde Aranan Şartlar

        Hadis rivayet eden ravilerin şahıslarında rivayet ettikleri hadislerin kabul edilebilmesi için bazı şartlar aranır.Bunlar;

a.Ravinin adaleti: Ravinin din işlerinde tam istikamette olması,fısk ve fucurdan uzak bulunmasıdır.Bu ravi dini emirleri yerine getirip,nehyolunandan kaçınırsa adl ile vasıflanır

b.Ravinin Müslüman olması:Ravide bulunması gereken en temel şarttır.

c.Ravinin zabıt olması:Zabt bir ravinin işitmiş olduğu hadisi başkasına rivayet edinceye kadar herhengi bir tebdil veya tağyire maruz bırakmadan işittiği şekilde hafızasında tutması ve lüzumu halinde aynen tekrarlayabilmesidir.

d.Ravinin akıl ve baliğ olması:Akıl,ravinin temyiz kabiliyetine sahip olmasıdır.Bu sebeple hadis rivayetinde belli bir yaş konulmamıştır.Temyiz kudreti olan her yaştaki çocukların rivayetleri kabul edilmiştir.Ancak akıl çağı içerisinde buluğ yer aldığı için bu çağa girmemiş bir çocuğun hadisalması caiz görülmüş,fakat buluğ çağından önce işitilenhadisler ancak buluğ çağına girdikten sonra rivayet etmişse makbul sayılmıştır.

III.BÖLÜM

 TAHAMMULU’L HADİS

Hadis Alma Usulleri

Sema: Hadis talebesinin bizzat hadis rivayet eden şeyhin ağzından hadis dinlemesidir.Şeyh rivayet ettiği bu hadisleri hıfzından yada kitabından nakleder.Bu yolla alınan hadislerin rivayetinde semi’tu,haddesena,ahberane,enbe’ena gibi ibareler kullanılır.

Kıraat:Talebenin şeyhe hadislerini okumasıdır.Bu okuma işi ya hıfızdan olur yada kitaptan gerçekleşir.Bununla beraber şeyhin okunan hadislere tam manasıyla vakıf olması gerekir.Talebenin,hadisleri şeyhe okumasıyla gerçekleştiğinden dolayı bu hadis alma usulune arz da denilmiştir.

İcaze: Talebenin,şeyhden hadis dinlemesi veya elinde bulunan hadisleri ona arzetmesi mümkün olmadığı zamanlarda şeyhin,muayyen yada gayri muayyen mesmuatını,rivayet etmesi için muayyen veya gayri muayyen kimselere izin vermesidir.

Munavale:Şeyhin kitabını yada hadis yazılı birkaç sayfayı talebeye vermesidir.

Mukatebe:Şeyhin uzakta olsun yakında olsun talebeye hadislerinden bazısını yazıp göndermesidir.

İ’lam:Şeyhin elinde bulunan kitabı veya hadisi talebeye göstererek ‘’bu benim filandan rivayetimdir’’ demesi ve fakat talebenin onları rivayeti hususunda herhengi bir şey zikretmemesidir.

Vasiyye:Şeyhin ölümü veya uzunca bir yolculuğa çıkışı esnasında kitaplarını bir kimseye vasıyetle bırakmasıdır.

Vicade:Sema,icazet ve munavele olmaksızın bir kimsenin mulaki olsun veya olmasın başka bir kimseye ait sahife veya kitabını bulması veya elde etmesidir.

Hadis Rivayeti ve Şartları

        Hadis rivayetinin sahih olabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüştür.Fakat bu şartlar üzerinde tam olarak ittifak edilmemiştir.IbnusSalah ise bu şartlardan bazılarını şöyle sıralamıştır:

   a.Gözleri görmeyen bir kimsenin hadis hıfzetmesine güvenilir bir kimse yardım ederse onun rivayeti bazı hadisçiler tarafından kabul görür.

   b.Ravi kendi sema’ını ihtiva etmemekle beraber içerisinde şeyhi tarafından işitilmiş veya şeyhinden yazılmış hadisler bulunan bir kitaptan rivayet etmesi bütün hadisçiler tarafından makbul kabul edilmemiştir.Bununla beraber ravi,şeyhinden umumı bır icazet almışa rivayeti sahih kabul edilmiştir,

   c.Ravi  hıfzetmş olduğu bir hadisi kitabında değişik bir şekilde bulursa hafızasındaki hadisi bırakır ve kitabındakine itimad eder.Şeyhinden rivayet ediyor ve hıfzına güveniyorsa,kitabını hıfzına göre düzenler.

   d.Ravi kitabında şeyhinden hatırlayamadığı bir hadis bulursaEbu hanıfe ve Şafi imamlarına göre hadisin rivayeti caiz değildir.

   e.Ravinin rivayet ettiği hadislerde lahn ve tasnif yapmamaya dikkat etmesi gerekir

   f.Ravi bir hadisi iki veya daha fazla kimseden işittiği zaman eğer bu hadisler arasında lafız bakımından bazı farklar olmakla beraber mana bakımından değişiklikler yoksa  hadisi bir tek isnad altında rivayet eder.

   g.Ravinin şeyhinden sonraki ravilerin isim ve neseblerinin zikri hususunda şeyhine tabi olması gerekir,

   h.Ravinin isnadiyle beraber hadis metninin ancak bir kısmını işittiği halde tamamını rivayet etmesi genellikle tecviz edilmemiştir.

İsnad

        Hadis metnini kaynağına kadar ulaştırmaya isnad denir.Haberin kaynağına kadar nakiller yolu ile ulaşma metodu İslamiyetın doğuşundan sonra uygulanmış olması bakımından sadece Müslümanlara has bir metoddur.İsnadlar ravi sayısının azlığına ve çokluğuna göre iki guruba ayrımaktadır.Bir isnad içerisinde Hz. Peygambere kadar ismi zikredilen ravi ne kadar az ise,hadsiis en son rivayet eden ravinin Hz.Peygambere yakınlığı da o oranda fazladır,Bu isnadlara ‘’ali’’denilmiştir.Diğeri ise ’’ nazil’’isnadlardır.Bir isnad içerisinde fazla sayıda ravi bulunursa bu isnad ali olmaktan çıkar ve nazil sayılır.

IV.BÖLÜM

HADİSLERİN TAKSİMİ

Mütevatir Hadisler

        Mütevatır hadisler ya lafzi ya da manenevi olurlar.

        Mutevatır Lafzi: İsnadının başında ,ortasında ya da sonunda bir hadisin kalabalık tarafından rivayet edimesidir.Kur’an’ı Kerim buna en güzel örnektir.Sahaben itibaren her devirde sayılamayacak kadar çok Müslüman tarafından nakledilmiş fakat tek bir harfi dahi değişikliğe uğramamıştır.Hadisler arasında mutevatır lafzı olanlar çok azdır

        Mutevatır Manevi: Lafzı üzerinde mutabakat olmayan ve mana üzere rivayet edilen hadislerdir.Bununla beraber yalan üzerinde birleşme ihtimali olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmelidir.

Sahih Hadisler

        Adalet ve zabt şartlarına haiz ravilerinHz. Peygambere kadar uzanan muttasıl bir isnadla rivayet ettikleri,şazsız ve illetsiz müsned hadislerdir.Sahih hadisler lizatihi ve ligayrihi olmak üzere ikiye ayrılır.Sahih hadisleri ilk defa toplayıp onları tasnif eden hadisçi Ebu Abdullah Muhammed İbn İsmail el-Buhari el-Cufi’dir.

Hasen Hadisler

        Adalet şartına sahip olmakla beraber zabt yönünden ,sahih hadis ravilerinin derecesine ulaşamayan kimselerin muttasıl isnadla rivayet ettikleri şazsız ve illetsiz hadislere hasen hadis denir.

Zayıf Hadisler

        Sahih hadislerde şart koşulan sıfatlardan ravinin adaleti,ravinin zabtı,senedin ittisali,hadisin şaz olmaması,hadisin gizli bir illetle şaz olmaması,hasen hadislerde şart koşulan mütebeat meselesi gibi sahih ve hasen sıfatlarından hiçbirini veya bazısını ihtiva etmeyen hadislere zayıf hadis denilmiştir.Zayıf hadisler çeşitli kısımlara ayrılır.Bunlar:

Mürsel hadisler: Tabiinin sahabeyi atlayarak Hz.Peygambere izafe ettiği hadistir.

Munkatı hadisler: İsnadında bir ravisi düşen veya müphem bbir ravi zikredilen hadisler.

Mudal hadisler: İsnaddan birbiri arkasına iki ravinin düşmesidir.

Mudelles hadisler: Bir ravinin mulaki olduğu şeyhten işitmedenya da muasırı olmakla beraber mulakı olmadığı şeyhten işitmiş gibi rivayet ettiği hadislere denir.

Muallel hadisler: Zahiren sahih olmakla beraber bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illete sahip olan hadislere denilir.

Muztarip hadis: Bazen bir bazende birden fazla raviden birbirine muhalif şekillerde rivayet edilen ve aralarında ravilerin adalet ve zabt yönlerinden eşit derecelerde olmaları sebebiyle herhangi bir tercih yapılamayan hadislere muztarib hadis denilmiştir.

Maklub hadis:İsnadında bir veya birkaç ravinin isim veya nesebleri veya metninde bazı kelimeleri,bilerek veya bilmeyerek değiştirilmiş hadislere denir.

Şaz hadisler: İnfirad ve muhalefet konusunda ihtilaflar olmuş ve farklı şekillerde tanımlanmıştır.Bunlar;’’ravinin tek olarak rivayet ettiği hadistir’’,’’ravisi ister sika olsun ister olmasınbir tek isnadı olan hadistir’’,’’sika olan bir ravinin diğer sikatın rivayetlerine muhalif rivayetleridir’’.

Münker hadisler:Bir tek raviden gelen ve bu raviden başka tariki bilinmeyen hadistir.

Metruk hadisler:Hadis rivayetinde yalancılıkla itham olunan veya söz ve fiillerinde fasık oldugu anlaşılan yada vehim ve gafleti çok olan kimselerin rivayet ettikleri hadislerdir.

Mevkuf  hadisler: Sahabbeye ait söz,fiil ve takrirlere mevkuf denir.Örneğin tabiinden olan bir ravinin’’Ömer İbnul Hattab şöyle dedi veya şöyle yaptı ‘’demesidir.

Maktu hadisler: Tabiiye ait söz,fiil ve takrirlerdir.

 

V.BÖLÜM

MEVZU HADİSLER

        İslam dinine kasdedenler olmak üzere,mensup oldukları siyasi fırka ve hizipleri,fıkhı mezhepleri,kabilelerini,cinsiyetlerini,dillerini,beldelerini,peşinden gittkleri imamlarını methetmek,halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak,cami ve mescidlerde vazettikleri cemaatin teveccuhune nail olmak,halkın,dini emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyla din düşmanlarının ,yalancıların ve cahillerin uydurdukları,sonra bu uydurulan şeylere,derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis ravilerinden dizdikleri isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz.Peygambere iftira ve isnad ettikleri yalan sözlere mevzu denilmiştir.

        İslam tarihinde mevzu hadislerin ne zaman ortaya çıktığı ve vaz’ın  hangi nesil içerisinde başladığı kesin olarak  bilinmemekle beraber Müslümanlar arasında zuhur eden siyasi olaylardan sonra başladığı ve Şianın bu faaliyetin önderliğini yaptığı belirtilmiştir.Bunun dışında İslam düşmanlığı,cinsiyet,kabile,mezhep kavgaları,halife ve emirlere yaklaşmak arzusu,halkı hayırlı işlere yöneltmek arzusu da diğer etkenlerdendir.

        Hadis ilminin erken bir devirde gelişmiş ve usul,kaidelerinin kesin bir şekilde kazanılmış olması sebebiyle mevzu hadislerin,sahih hadislerin bünyesinde eritmesine veya yok etmesine meydan verilmemiş,isnad ve metinlerine vakıf olan muhaddisler,vazettikleri kaidelerle mevzuları,sahıhlerin arasından ayıklamak imkanını bulmuşlardır.

VI.BÖLÜM

HADİS İLMİNİN DİĞER BAZI MESELELERİ

Nasih ve Mensuh

       Nesh;şeri bir hükmün tatbik sahasında son bulduğunu belirtmektir.Hadis ve fıkıh Uleması genellikle İslam şeriatında neshin olduğunu kabul etmişlerdir.

        Hadisin nasih ve mensuhu çeşitli yollarla bilinir.Bunların başında Hz.Peygamberin tasrihi gelir.Bazende nesh keyfiyetini bild,ren butasrih sahabeden gelir.Nasih ve mensuh hadisin bilinmesinde bir diğer yol iki mütezad hadisten birinin tarih itibariyle mukaddem,diğerinin muahhar olarak vürüd ettiğinin sahabece bilinmesidir.Bu takdirde mukaddem olan hadis,mensuh,diğeri ise nasih olur.Nesh olayı bazende icma yoluyla bilinebilmektedir.

Muhtelif’ul Hadis

        İki hadisin zahiri olarak birbirinr zıt manalarda vürududur.Hadis alimleri bu konu ile meşgul olmuşlar ve birbirine zıt görünrn hadisler arasını birleştirerek müşkülü ortadan kaldırmışlardır.Bu konuda ilk defa konuşan ise İhtilaful Hadis adı altında kitap telif eden İmam Muhammed İbn İdris Şafi’dir.

İlelul Hadis

       Zahiren sahih bir hadiste bulunan ve ancak hadis ilmine,hadislerin metin ve isnadlarınatam manasıyla vakıf olan imamlar tarafından bilinebilen,hadisin sıhhatini zayıflatabilecek gizli sebeplere denilmiştir.

FIKIH USULU

Usulul Fıkıh: Ayrı ayrı delillerinden işlerle ilgili şeri hükümlerin  anlaşılmasına yarayan araştırma ve kaidelerin tümüne denir.

        Fıkıh hükümleri Allah’ın ve elçisinin hükümlerinden,sahabenin fetva ve kararları ile müctehidlerin fetvaları ve çıkardıkları hükümlerden oluşmuş olup,kaynakları; Kur’an,sünnet sahabe ve müçtehid imamların içtihadlarıdır.

        Usulul fıkıh birinci asırda kendisine ihtiyaç duyulmadığından ancak ikinci asırda ortaya çıkmıştır.

ŞERİ DELİLLER

        Delil kendisini doğru bir düşünme ile kesin veya zanni olarak ameli şerri bir hükme götüren şeydir.Şeri deliller Kur’an ,sünnet,icma ve kıyastır. Bu deliller üzerinde ittifak edilmekle beraber istihsan,kamu yararı,istishab,örf,sahabi mezhebi,bizden öncekilerin şeriatı gibi delillerde ihtilaf edilmiştir.

        Birinci Delil Kur’an: Fatiha suresinden başlayarak,Nas suresi ile son bulan,mushafın iki kapağı arasında yazılı olup hiçbir değişikliğe uğramadan,nesilden nesile yazılı ve sözlü olarak tevatür yoluyla bize gelen mukaddes kitap Kur’an’ı Kerimdir.    

        Kur’an insanları aciz bırakan muciz bir kitaptır.Bu aciziyet tek yönlü değildir.Ruhi,manevi ve lafzi olarakta aciz bırakmıştır.İcazın bazı yönleri şunlardır:

-Manasının düzeni,hükümleri ve nazariyesi bakımından

-Kur’an’ın ayetlerinin ilmin keşfettiği ilmi nazariyelere uygun olması bakımından,

-Allahtan başkasının bilemeyeceği haberleri bildirmesi açısından,

-Kur’an sözlerinin fasih,ibarelerinin belagatlı ve tesirinin kuvvetli olması bakımındandir.

        Kur’an’ın getirdiği hükümler üçtür:

a.İnanç hükümleri :İman ile ilgili hükümlerdir

 b.Ahlaki hükümler:Mükellefin yararlanacağı faziletler ve sakınacağı kötülüklerle ilgilidir,

c.Ameli hükümler:Mükellefin söz,iş,akit ile ilgili meydana gelenlerle ilgilidir.Bu Usulul fıkıh ilmiyle ulaşılmak istenendir.

        Kur’an’ın nassları ise ihtiva ettiği hükümlere delalaet yönünden iki kısma ayrılır:

a.Hükme delaleti kesin olan sözler:Delaleti kesin olan söz,anlaşılan belirli bir manaya delalet edip yorum ihtimali olmaz ve ondan başka bir manada anlaşılmasında da imkan bulunmaz.

b.Hükme delaleti zanni olan sözler:Bir manayı göstermekle beraber yorumlanmaya,bu manadan çevirip başka bir manayı kastetmeye uygun olur.

 İkinci Delil Sünnet:Hz. Peygamberinsöz,fiil veya takrirlerine sünnet denir.Kur’anın nassları,Hz. Peygamberin hayatında ve ölümünden sonra sahabenin onun sünnetine uymak gerektiğinde birleşmesi, Kur’an da belirtilen açıklanmamış hükümler ve yapılış tarzları ayrı ayrı belirtilmemiş farzların Hz. Peygamber tarafından açıklanması gibi durumlar sünnetin delil olduğunun kanıtlarındandır.

        Sünnette bulunan hükümler ya Kur’anın hükümlerini destekleyen hükümlerdir yada onları açıklayan hüküm veya Kur’an’ın değinmediği ama onda bulunana kıyaslayarak veya genel ilke ve kaidelerini uygulayarak varılan hükümlerdir.Kur’anın hükümleri ile sünnet arasında çelişkinin bulunması imkansızdır.

        Hz. Peygamberin sözleri ,fiilleri onun sünneti olup uyulması gerekli kanunlar değildir.Ancak peygamber olarak söylediği ve yaptığı işlerden genel teşri ve Müslümanların uyması kasdedilirsebu Müslümanlara delil olup,uyulması gereklidir.

Üçüncü Delil İcma: Hz. Peygamberin vefatından sonra herhengi bir asırda Müslüman müçtehitlerin bir olay hakkında şeri bir hükmün üzerinde birleşmeleridir.

       İcma ile ilgili dört rükün vardır.Bunlar;olayın meydana geldiği asırda birkaç müctehidin bulunması,olayda şeri hüküm için memleketleri,ırkları,taifeleri dikkate alınmaksızın olayın meydana geldiği anda bütün müçtehitlerin birleşmesi,olay hakkında müçtehitlerin her birinin fikrini acıkca ortaya koymaları ve hükümde birleşmeleridir.Bu dört unsur olursa artık üzerinde birleşme olan hüküm uyulması geçerli,şeri bir kanun olup ona karşı çıkmak caiz değildir.

Dördüncü Delil Kıyas:Hakkında hüküm bulunmayan bir olayı ,hükmün nedeninde birleştikleri için hakkında hüküm bulunan bir olaya hükümde ilhak etmektir.Kıyascılar,kıyasın delil olduğunu Kur’anla,sünnetle,sahabenin söz,fiilleriyle ve akılla ispat ederler.

        Her kıyas dört rukunden meydana gelir.Bunlar; asıl,feri,aslın hükmü ve illettir.

       Asıl:Hükmü hakkında nass bulunan nesnedir.

       Feri:Hükmü hakkında açık söz,nass bulunmayan nesnedir.

        Aslın hükmü:Asıl hakkında açık sözün getirdiği şeri hükümdür ve bunun ferininde hükmü olması arzu edilir.

        İllet: Aslın hükmünün üzerinde kurulduğu niteliktir.Bunun feride bulunmasından dolayı feri,hükümde asıla eşit kılınır.

Beşinci Delil İstihsan: Müçtehidin zihnine çakılıp tercih ettiği bir delilden ötürü açık kıyasdan,kapalı kıyasa veya genel hükümden bir hükmü dışarıda bırakmaya dönmesidir.İstihsanin iki kısmı vardır:

        a.Bir delile dayanarak gizli kıyası açık kıyasa tercih etme

        b.Bir delile dayanarak genel bir hükümden tek bir olayı istisna etmedir.

Altıncı Delil Kamu yararı(Maslahatı Mursele): Şari’nin gerçekleşmesi için bir hüküm koymamış,şeri bir delilinde onun muteber sayılıp sayılmamasını göstermemiş olduğu nesnedir.

        İslam alimlerinin geneli,kamu yararının hükümlerin üzerine kurulduğu şeri bir delil olduğuna nass,icma,kıyas veya istihsan yolu ile hakkında bir hüküm bulunmadığına ,kamu yararının gereğine göre hakkında hüküm verilen olay olduğuna ve bu kamu yararının dikkate alındığına şeraitten bir şahit bulunmasının şart olmadığına gitmişlerdir.

        Kamu yararını delil kabul edenler,üzerinde şeriat kurulacak kamu yararları konusunda üç şart getirmişlerdir:

        a.Gerçek bir yarar olmalıdır.

        b.Genel bir yarar olup,şahsi olmamalıdır.

        c.Yarar için konulan hüküm nass ve icma ile sabit olan ilkeye,hükme karşı olmamalıdır.

Yedinci Delil Örf:İnsanların anlaştığı ve ona göre davrandıkları söz,iş veya terk etme olup buna adet,örf denilmiştir.Muteber olan ve olmayan olmak üzere ik çeşit örf  vardır.Muteber olan örfe şeran riayet etmek,mahkemede önem vermek ve müçtehidinde hüküm koyarken ona dikkat etmek ve hakimin hükmederken ona riayet etmesi gerekmektedir.

Sekizinci Delil İstishab: Bir nesnenin daha önce bulunduğu durum değişmedikçe o durumun olduğu gibi baki kalmasına hükmetmektir.İstishab önüne gelen olayın hükmünü bilmek için müçtehidin başvuracağı son şeri delildir.Bu fetvanın son dönüm yeridir.

Dokuzuncu Delil Bizden Öncekilerin Şeriatı: Kur’an’ı Kerim vaya sahih sünnet Allah’ın bizden önceki milletler için onların dilleri ile koydığu şeri hükümlerden birini anlatmışsa ve onlara farz olduğu gibi bizede farz olduğunu ifade etmişse,bunun bizim içnde şeriatımızın itirafına göre uyulması gerekli bir kanun ve şeri bir hüküm olduğunda ihtilaf yoktur.Bununla beraber Kur’an da ve ya Hz. Peygamberin sünnetinde yer almayaların Müslümanlar için bağlayıcı olmadığı üzerinde alimler genel olarak fikir birliği içindedir.

Onuncu Delil Sahabe Yolu: Akıl ve fikirle anlasilmayan hususlarda sahabenin sözünün Müslümanlara delil olduğu muhakkaktır.Yine sahabeden muhalif olanın bilinmediği,sahabenin sözünün Müslümanlara delil olduğunda da ihtilaf yoktur.Bununla beraber ihtilaf ancak sahabenin fikir ve içtihadı ile söylemiş olduğu sözler hakkındadır.

ŞERİ HÜKÜMLER

        Şeri hüküm; yükümlülerin işlerine ait Şari’nin istek ya muhayyerlik veya bağlı kılmak yönünden  Allah’ın hitabıdır.Hüküm vermek ancak Allah’ın hakkıdır.Şeri hüküm ikiye ayrılır.

        a.Yükümlü hüküm:Yükümlüden bir işin yapılmasını istemeyi veya bir işi yapmaktan kaçınmayı veya yapıp yapmama arasında muhayyer bırakmayı gerektirir.Yükümlü hükümler beş kısma ayrılır.Bunlar; vacib,mendub,haram,mekruh ve mübah kılmadır.

        Vacib:Şarinin mükelleften kesinlikle yapılmasını istediği iştir.Bu isteğin kesin olduğunu gösteren bir delil bulunur.Vacib zaman bakımından,yapılması istenmesi bakımından,yapılması istenen miktara göre ve belli-muhayyer olmasına göre dört kısma ayrılır.

        Mendub:Şariin yükümlüden kesin olmayan tarzda yapmasını istediği nesnedir.Mendub ; yapılması pekiştirilerek istenen mendub,yapılması meşru  olan mendub ve zaid mendup olmak üzere üçe ayrılır.

        Haram:Şariin yükümlüden kesinlikle bir işten geri durmasını istediği şeydir.Zatından dolayı haram olan ve arızdan dolayı haram olan olmak üzere iki kısımdır.

        Mekruh:Şarinin yükümlününbit işten uzak durmasını kesin olmayarak istediği nesnedir.

        Mübah: Şarinin yükümlüyü yapma ile yapmama arasında muhayyer kıldığı fiildir.

        b.Bağıntılı hüküm:Bir nesnenin bir nesneye sebeb veya şart yada engel konulmasını gerektiren hükümdür.Bağıntılı yani vazi hüküm sebep, şart, engel, azimet yerine ruhsat koyma, sahih ve gayri sahih olmak üzere beş kısma ayrılır.

        Sebep:Şarinin neticenin alameti kıldığı ve neticenin varlıpını kendi varlığına yokluğunuda kendi yokluguna bağladığı şeydir.

        Şart:Hükmün varlığı kendi varlığına dayanan,kendisinin yokluğunda hükmünde yok olması gereken bir niteliktir.

        Engel:Sebebin gerçekleşmesi ve şartların bir araya gelmesi halinde bulunup sebebe neticenin terettüp etmesini engelleyen nesnedir.

        Ruhsat ve Azimet:Ruhsat, yükümlü için hafiflemeyi gerektiren özel durumlarda hafifletmek üzere Allah’ın şeriat olarak koyduğu hükümlerdir.Azimet ise,hiçbir yükümlüyü dışarıda bırakmadan ve hiçbir duruma mahsus olmadan Allah’ın genel hükümleri şeriat olarak koymasıdır.

        Sıhhat ve Butlan: Bir ibadet veya hukuki işlemin unsurlarını ve temel gereklerini taşıması sebebiyle geçerli olmasına sıhhat,geçersizlik durumuna ise butlan denir.

TEŞRİİN PRENSİP KAİDELERİ

        İslam alimleri şeri hükümlerin nedenleri ve teşri felsefeleri,genel teşri ilkeleri ve metodlarını ifade eden nassların incelenmesi ile teşri kaideleri ortaya koymuşlardır.Nasslardan hüküm çıkarmak için bu kaidelere riayet etmek gerektiği gibi nass olmayanlardan da hüküm çıkarırken bu kaidelerden yararlanılır.Bu kaideler;

-Şariin hüküm koymadaki genel maksadı,insanların zaruri ihtiyaçlarını,bolluk içindeki ihtiyaçlarını,güzellik ve ihtiyaçlarını teminet altına alarak yararlı olanları gerçekleştirmektir.Her şeri hükümde mutlaka insanların yararına olan bu esaslardan birini gaye edinmiştir.Şarinin hüküm koymadaki genel gayesini bilmek,dini metinleri gereği gibi anlamaya,olaylara uygulamaya ve nass olmayan hususta hüküm çıkarmaya yarar.Çünkü sözlerin ve ifadelerin manalara delaleti çok yönlü olabilir.

 -Şeri hükümlerin taalluk ettiği yükümlülerin fiillerinden maksat toplumun genellikle menfaatı ise o sırf Allahın hakkıdır.Allahın hakkı ile kasdedilen toplumun hakkıdır.

-Kesin açık söz bulunan yerde ictihada gerek yoktur.

-Hz. Peygamberin vefatından sonra Kur’an ve sünnette bulunan hüküm nesh edilemez.

-İki söz görünüşte çatışacak olursa doğru ve uzlaştırıcı bir yolla aralarını bulup uzlaştırmak içinaraştırmak ve içtihad etmek gerekir.Uzlaştırmak mümkün değilse tercih yollarından biri ile birini diğerine tercih etmeye çalışmak gerekirçBuda mümkün olmazsa her ikisinin geliş tarihleri bilinirse sonraki öncekini nesh eder,tarihleri bilinmezse her ikisiylede iş görülmez .




0 Yorum - Yorum Yaz


Fatih ÖRNEK

12912741

Y.Lisans

(Bu yazı, Anadolu Ünv. Açıköğretim Fakültesi "Tefsir Tarihi ve Usulü", "Hadis Tarihi ve Usulü" ve "İslam Hukukuna Giriş" kitaplarından iktibas edilmiştir.)

TEFSİR TARİHİ VE USÛLÜ

Vahiy: Allah’ın insanlara ulaştırılmasını istediği mesajların peygamberlerine, olağanüstü yollarla gizli ve hızlı şekilde bildirilmesidir.

Vahiy hâdisesi, ilham, keşf, mükâşefe, basîret, ferâset, ilm-i ledün, marifet, tecellî ve sezgi gibi olaylardan tamamen farklıdır. Vahiy olgusu, sadece peygamberlere mahsustur.

Kur’ân: Hz. Muhammed’e vahiyle indirilmiş, tevâtürle nakledilmiş, mushaflarda yazılmış, tilâvetiyle ibâdet edilen, bir sûresinin –dahi olsa- meydana getirilmesi için meydan okuyan, Fâtiha sûresiyle başlayıp Nâs sûresiyle sona eren, Allah’ın kelâmıdır.

Kur’ân, âyet ve sûrelerden meydana gelmektedir. Âyet, Kur’ân’ın sûreleri içinde, bir veya birkaç kelime ya da cümleden meydana gelen ve başından ve sonundan ayrılmış olan bölümlerdir. Âyetlerin tertîbi vahye dayanmaktadır. Sayıları hakkında ihtilaf edilmiştir. İlk önce, Alak sûresinin ilk beş âyeti, en son ise Bakara’nın 281. âyeti inmiştir.

Tefsir: Kur’ân âyetlerini Arap dili ve edebiyatı açısından tahlile tâbi tutup kastedilen manayı tespit etme faaliyetidir.

Te’vîl: Âyetin lafzî tahlilinden sonra ortaya çıkan manasını, -makul ve kuvvetli delillerle desteklenmiş olmak şartıyla- muhtemel manalarından bağlamına en uygun olana çevirme faaliyetidir.

Tercüme: Bir sözün manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmektir.

Tefsirin Önemi: Tefsîr ilimler içinde çok önemli bir yere sahiptir; çünkü onun konusu Kur’ân’dır. Gayesi ise, Yüce Allah’ın insanlığa göndermiş olduğu ilâhî kelâmın hakikatlerini ortaya çıkarıp, ona gönül verenlerin manevî kurtuluşunu gerçekleştirmektir.

Müfessirin Özellikleri: Bir müfessirin tefsîr yapabilmesi için şu ilimlerde bilgi ve birikimi olması gerekir: Arap dili ve Edebiyatı, Kur’ân İlimleri, Fıkıh, Fıkıh Usûlü, Hadis, Nüzül Sebepleri, Sosyo-Kültürel Tarih, Sosyal-Psikoloji, Astronomi. Görüldüğü gibi bu sınıflandırmada temel iki özellik öne çıkmaktadır. Birincisi, Arap dili diğeri de Kur’ân’ın nâzil olduğu tarihî arka plan bilgisidir.

Tefsirin Diğer İlimlerle İlişkisi: Tefsîr âyetlere yönelik açıklamalar getirirken diğer İslâmî ilimlerle bir ilişki içerisine girmektedir. Bu ilişkide iki yön vardır. Birisi tefsîrin söz konusu ilimlerden yardım alması, diğeri de onlara katkı sağlamasıdır. Yararlandığı ilimler hadis ve tarih; katkı sağladıkları ise, fıkıh ve kelâmdır.

Hz. Peygamber’in Tefsiri: Kur’ân tefsîri Hz. Peygamber ile başlamıştır. Dolayısıyla Kur’ân’ın ilk hâfızı ve ilk tebliğcisi olan Hz. Muhammed (sas) aynı zamanda onun ilk müfessiridir. Hz. Peygamber’in tefsîri vahye dayalı olduğu için en doğru, en isabetli ve en güvenilir bir tefsîrdir. Çünkü Peygamberimiz ya kendisine bildirilen manalarla ya da kendi bilgi birikimiyle Kur’ân’ı tefsîr ediyordu.

Sahabenin Tefsiri: Hz. Peygamber’den sonra Kur’ân tefsîri görevini üstlenen sahâbiler bu alanda üzerlerine düşeni fazlasıyla yapmışlardır. Özellikle Kur’ân’ın müphem âyetlerini açıklamışlar, gaybî konularda Hz. Peygamber’den öğrendiklerini nakletmişler, vahiy döneminde yaşadıkları için âyetlerin nüzûl sebepleriyle ilgili müşâhedelerini aktarmışlar ve Kur’ân âyetleri arasında gerçekleştiği ifade edilen nesih konusunda aydınlatıcı bilgiler vermişlerdir.

Tâbiûn Dönemi Tefsir: Sözlü nakil döneminde Kur’ân tefsîrine önemli katkı sağlayan bir kuşak da hiç kuşkusuz tâbiîlerdir. Bu kuşak Kur’ân tefsîrinde ya doğrudan ashaptan nakilde bulunmuş ya da kendi öznel tecrübeleriyle âyetleri açıklamıştır. Her iki durumda da tâbiûn âlimlerinin ittifak ettikleri hususlar kendilerinden sonrakiler için güvenilir bilgi olarak kabul edilip nakledilmiş; ihtilaf ettikleri ise tercihe konu olmuştur.

Tedvin Dönemi: Yaklaşık bir buçuk asır süren sözlü nakil döneminin ardından Hz. Peygamber’in hadislerini toplamak üzere değişik İslâm beldelerini dolaşan bazı muhaddisler, hadislerle birlikte tefsir rivâyetlerini de toplayıp yazıya geçirmişler, böylece tefsîre ait birikim ilk olarak hadis ilmiyle birlikte tedvîn edilmiştir. Bu döneme etbâu’t-tâbiîn dönemi adı verilmektedir.

Rivayet Tefsiri: Rivâyet tefsîr metodunda âyetler, Kur’ân, Hz. Peygamber’in hadisleri, sahabe ve tâbiîn kavilleri ile tefsîr edilmektedir. Rivâyet tefsîri başlangıçta hadis ilminin bir dalı olarak ortaya çıkmış, sonradan müstakil ilim haline gelerek varlığını sürdürmüştür.

Rivâyet tefsîr ekolüne, zayıf ve uydurma haberler ihtiva etmesi, isnatları düşürmesi ve israiliyat haberlerine sıkça yer vermesi gibi yönlerden eleştiriler yöneltilmiştir.

Rivâyet tefsîri alanına mensup en önemli tefsîr, Taberî’nin Câmiu’l-Beyân adlı eseridir. Buna karşın Taberî tefsîrinde aklî muhakeme, tercihte bulunma, değerlendirme yapma gibi bazı dirâyet nitelikleri de bulunmaktadır. Bu yüzden Taberî tefsîri için “rivâyet alanında bir dirâyet” şeklindeki tespit mümkün görünmektedir.

Dirayet Tefsiri: Dirâyet tefsîri müfessirin dil, edebiyat, tarih, mantık ve müsbet bilim gibi alanlara kendi bilgi birikimini de katarak Kur’ân’ı tefsîr etmesi olarak tanımlanabilir. Bu ekol, başlangıçta yoktur ve daha önceki dönemlerde olmayan çeşitli meselelerin ortaya çıkmasıyla beraber başlamış, bir anlamda ihtiyaçtan doğmuştur.

Sağlıklı bir dirâyet tefsîri rivâyet tefsîrinin malzemelerini de dikkate almak durumundadır. Bu yüzden salt kişisel görüş veya keyfi yaklaşım ile Kur’ân’ı tefsîr etmek hoş karşılanmamış, makbul sayılmamıştır.

Dirâyet tefsîri alanının en önemli tefsîrleri arasında ise Fahreddîn Râzî’nin Mefâtihu’l-Gayb ile Zemahşerî’nin Keşşâf adlı tefsirlerini saymak mümkündür. Bu tefsirler de rivâyet tefsîrinin temel esaslarından yararlanmış, bu esaslara karşı kayıtsız kalmamışlardır. Bu özelliklerinden dolayı da çok değerli ve önemli görülmüşlerdir.

Klasik Tefsîr Ekolleri: 19. yüzyıl öncesi tefsîr ekollerdir. Üç çeşittir: Mezhebî, İşari ve Fıkhî. Mezhebî ekoller de üç çeşittir: Mutezilî, Şîî ve Hâricî ekol. Mutezile tefsîr ekolü, akla yoğun şekilde önem veren ve Kur’ân tefsîrinde kendi mezhebî görüşleri doğrultusunda yorum yapan bir ekoldür.  Şîa (imâmiye) ekolü, imâmet doktrininden dolayı Şîî imâmların yaptığı tefsîrleri sahih gören ekoldür. Hâricîye ekolü ise sadece Kur’ân metninin lafız düzeyini önemseyen ve âyetleri kendi mezhebi doğrultusunda tefsîr eden ekoldür. İşârî tefsîr ekolü ise, keşf ve ilham yoluyla elde ettikleri ledünni ilimle Kur’ân âyetlerinin bâtınî yönünü tefsîr eden sufi bir ekoldür. Fıkhî tefsîr ekolü ise, sadece Kur’ân’daki ahkâm âyetlerini tefsîr eden ekoldür.

Çağdaş Tefsîr Ekolleri: 19. yüzyıl sonrası sistemleşen tefsîr ekolleridir. Üç çeşittir: Konulu, İctimâî ve Bilimsel. Konulu tefsîr ekolü, Kur’ândaki bir konuyu gayesine uygun bir şekilde bütüncül olarak ortaya koymayı hedefleyen bir ekoldür. İctimâî tefsîr ekolü, Kur’ân’ın mesajını doğrudan anlatmayı ve ictimâî hayatta meydana gelen problemlere Kur’ân çerçevesinde çözmeyi amaçlayan bir ekoldür. Bilimsel tefsîr ekolü ise Kur’ân’daki kevnî âyetleri pozitif ilimlerin verileriyle tefsîr eden bir ekoldür.

HADİS TARİHİ VE USÛLÜ

Sünnet ve Hadis: Sünnet Hz. Peygamber’in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir.

Hadis İlmi: Hadis ilmi Şer’î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber’in Sünnet’i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz. Peygamber’in Sünnet’ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet’i kendi açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet’in sözlü ve yazılı ifadeleri olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten Peygamber’e ait olup olmadıklarını belirlemeyi amaçlar.

Hadis ilminin önemli alt dalları; HadisTarihi, Hadis Usûlü,  Ricâl, Ğarîbü’l-Hadîs, İlelü’l-Hadîs, İhtilâfü’l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi’l-Hadîs’tir.

Hadis ilminin temel görevi olan hadis tenkidi iki temel ilkeye dayanır:

1-Hadisin tek tek bütün râvîlerinin yani hadisi bize aktaran kişilerin güvenilir olmaları, hadîsi sağlam ve geçerli yöntemlerle almış ve nakletmiş olmaları.

2-Râvîleri ne kadar güvenilir olursa olsun, hadîsin tek bir rivayet kanalına güvenilmeyip, farklı rivayet zincirleriyle gelen başka kanallarla desteklenmesinin şart koşulması.

Hadis Faaliyetleri: Hadisler önce yazılı ve sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış (tesbît), sonra bunlar belli kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.

Tasnifin Amaçları: Tasnifin çok sayıda amacı içinde öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kullanım kolaylığı. 3- Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.

Tasnif Dönemi Eser Türleri: Tasnif döneminde yazılan hadis kitapları, hadisleri en temelde iki ana yönteme göre gruplandırmışlardır: Konularına göre, râvîlerine göre. Bu iki tür de kendi içinde tekrar kısımlara ayrılır.

Hadisleri konularına göre gruplandıran kitap türleri:

1.       Tek bir konudaki hadisleri toplayan kitaplar

2.       Dinin ana konularından birinde yazılmış kitaplar

3.       Tartışma ve reddiye kitapları

4.       Muvatta’lar

5.       Sünenler

6.       Câmî’ler

7.       Musannefler

Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap türleri ise:

1.       Müsnedler

2.       Mu‘cemler

3.       Etrâf Kitapları

Tasnif Dönemi Önemli Eserleri: Tasnif döneminde yazılıp günümüze kadar ulaşan önemli hadis kitapları ve özellikleri şunlardır:

Ma‘mer b. Râşid’in Câmi‘i ve İmam Mâlik’in Muvatta’ı tasnif sürecinin başlarında çok erken dönemde yazılmış olmaları bakımından önemlidirler. Ayrıca Muvatta’ İslam Tarihi boyunca kalıcı izler bırakmış bir kitaptır.

Abdürrezzâk ve İbn Ebû Şeybe’nin Musannefleri Hz. Peygamber’in hadisleri yanında ilk üç neslin âlimlerinin dinî konulardaki görüşlerini içermeleri bakımından önemlidirler ve türlerinin en mükemmel örneklerini teşkil ederler.

Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi, Müsnedler içinde günümüze ulaşmış en geniş kitap olması bakımından önemlidir.

Kütüb-i Sitte’nin ilk iki kitabı olan Buhârî ve Müslim’in Câmi‘leri kendi içtihatlarına göre dinin bütün konuları ile ilgili en sahih ve sağlam hadisleri toplamış olmaları bakımından önemlidirler. Diğer dört kitap ise fıkıhla ilgili ahkâm hadislerini bir araya getirip bunlar üzerinde geçmiş âlimlerin değerlendirmelerini ve kendi görüşlerini belirtmiş olmaları sebebiyle önemlidirler.

 

FIKIH TARİHİ VE USÛLÜ

Fıkıh: Usûlcüler tarafından “Şer’î amelî hükümleri tafsîlî delillerine dayalı olarak bilmek” biçiminde tanımlanmıştır. Fakîhlerin fıkıh tanımı ise, “şer’î amelî hükümler bütünü” biçimindedir.

İslam Hukuku: İslam hukuku ile Câhiliye hukuku arasındaki ilişki, ibkâ, ıslâh ve ilgâ terimleri ile ifade edilmektedir. Câhiliye hukukunun İslam’ın ilkeleri ile uyumlu bir kısım hükümleri aynen korunmuş(ibkâ), bir kısmı düzeltilerek alınmış(ıslâh) ve diğer bir kısmı da tamamen reddedilerek yürürlükten kaldırılmıştır (ilgâ).

İslam Hukukunun Temel Özellikleri: İslam hukukunun, onu diğer hukuk düzenlerinden ayıran bazı temel özellikleri bulunmaktadır. Bunlar ıilahî iradeye dayanması, kuralların ihlâline bağlanan yaptırımın dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikili karakterde olması, yasama yoluyla değil, bilimsel doktrin niteliğinde teşekkül etmesi ve soyut değil, meseleci (kazuistik) yöntemle geliştirilmesi biçiminde sayabiliriz.

Hz. Peygamber ve Sahabe Dönemi: Hz. Peygamber döneminde hukukun Kur’an ve Sünnet olmak üzere iki kaynağı vardır.  İctihad hukuk kaynağı niteliği taşımamaktadır. Sahabe döneminde Kur’an ve Sünnet’in yanında ictihad da bir hukuk kaynağı haline gelmiştir.

Rey-Hadis Ekolü: Re’y ehlinin Irak’ta, Hadis ehlinin Hicaz’da yoğunlaşmasının başlıca üç gerekçesi vardır:

1.       Hicaz’da hadis malzemesinin çok olmasına karşın Irak’ta az olması ve bu durumun Iraklı hukukçuları daha çok çıkarım yapmaya yönlendirmesi

2.       Irak’ta siyasi karışıklıklar dolayısıyla uydurma hadislerin yaygınlığı ve bu durumun Iraklı hukukçuları hadis konusunda daha titiz davranmaya itmesi

3.       Irak’ta sosyal şartların Hicaz’a nazaran daha karmaşık olması ve bu durumun daha fazla re’y kullanmayı gerektirmesi

Mezhep: Belli bir müctehidin kendine mahsus ictihad usulü ve bu usul ile elde edilmiş hükümler bütünü anlamına gelmektedir.

İslam Hukukundaki İlk Kanunlar: İlk kanun olan Mecelle, yalnızca Hanefi mezhebinin doktrinini kaynak almıştır. İkinci kanun olan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ise kaynak olarak Hanefi mezhebinin yanında diğer mezheplerin ve dört mezhep dışında kalan diğer müctehidlerin görüşlerine de dayanmıştır.

Fıkıhta İhtilaflar: İslam hukukçularının ihtilafının temel sebebini, ihtilafa ve farklı anlayışlara açık bir alanın bulunması ve hukukçuların bu alanın doldurulmasına yönelik farklı metodolojilere sahip olmaları teşkil etmektedir. Bu sebebin somut bir şekilde göründüğü başlıca alanlar şunlardır:

·         Nasların farklı anlaşılması

·         Hadis birikimi ve kabul şartlarındaki farklılık

·         Bazı delillerin kaynak değerindeki ve öncelik sıralamasındaki farklılık

·         Hukuk anlayış ve nosyonlarındaki farklılık

·         Sosyal ve kültürel çevre farklılığı

·         Siyasi eğilimlerin hukuk anlayışı üzerindeki etkisi

Ebu Hanife’nin Kaynakları: Ebu Hanife, kendi ifadelerine göre Kitâb, Sünnet, Sahabe kavli ve içtihadı kaynak olarak kullanmıştır.  İctihad, kıyas ve istihsanı kapsamaktadır. Bunların yanında açıkça zikretmese de icmâ ve örfün de Ebu Hanife tarafından ictihadlarında göz önünde bulundurulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Ebu Hanife’nin hukuki meselelerde kullandığı kaynakları Kitap, Sünnet, icmâ, sahabe kavli, kıyas, istihsan ve örf olarak sıralayabiliriz.

Şafii’nin Rey Limiti: Şâfiî, nakli delil bulunmayan alanlarda re’y yoluyla yapılan içtihadı kıyasla sınırlandırmış, bunun dışındaki re’y metotlarını meşru kabul etmemiştir. Daha önce kapsamlı bir muhtevaya sahip olan re’y ictihadının kıyasla sınırlandırılması metodoloji açısından dikkat çekici bir durumdur. Buna bağlı olarak Şâfiî, Hanefilerin kullandığı istihsanı ise açık bir dille ve sert bir şekilde reddetmiştir.

Başlıca Sünni Hukuk Ekolleri: Sünni hukuk ekolleri kendi içerisinde iki ana kısma ayrılmaktadır. Yaşayan Sünni hukuk ekolleri “dört mezhep” olarak da bilinen Hanefi, Maliki, Şâfiî ve Hanbeli ekollerdir. Yaşamayan Sünni hukuk ekollerinin başlıcaları ise Evzâî, Sevrî, Leys, Taberî ve Zahirî ekolleridir.

Deliller: İslam hukukunun kaynakları, şer’î hükümlerin kendilerinden çıkarıldığı delilleri ve bu delillerden hüküm çıkarmayı sağlayan yöntemleri ifade eder. Deliller, kendi arasında aslî deliller ve aslî delillerin uzantısı olan deliller olmak üzere ikiye ayrılır. Kitab, Sünnet, icmâ ve bazılarınca ıstıshâb aslî deliller içinde yer alırken, önceki şeriatlar, sahabî sözü ve Medine ehlinin ameli aslî delillerin uzantısı olan deliller kapsamına girer.

Yöntemler: Usulcülerin üzerinde durduğu en önemli yöntem kıyastır. Zahiriler ve Şia dışındaki usulcülerin büyük çoğunluğuna göre kıyas, hükme ulaşmanın meşru bir yöntemidir. Kıyas, naslarda yer alan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet sebebiyle naslarda açıkça düzenlenmemiş meseleye vermektir.

İstihsan, daha çok Hanefilerin ve Malikilerin kullandığı bir yöntem olup, bir meselede fakîhin, benzerlerine verdiği hükümden bir sebepten dolayı vazgeçip başka bir hüküm vermesidir. Buna neden olan şey bazen nas olur, bazen icmâ olur, bazen zaruret olur, bazen kapalı bir kıyas olur.

Maslahatlar Şâri‘in koyduğu hükümlerde dikkate alıp almamasına göre üçe ayrılır.  Şâri‘in dikkate aldığı, geçerli saydığı maslahatlar muteber, geçersiz saydığı maslahatlar mülğa maslahatlar olarak isimlendirilir.

Sedd-i zerâi‘ ise bizatihi yasaklanmamakla birlikte kötü ve zararlı bir sonuca götüren şeylerin yasaklanması, engellenmesi anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle kötülüğe ve zararın doğmasına yol açan vesilelerin, sonuç gibi değerlendirilerek yasaklanmasıdır. Sedd-i zerâi‘ daha çok Malikiler ve Hanbeliler tarafından başvurulan bir yöntemdir.

Klasik Fıkıh Kitapları: İslam hukuku alanında yazılmış klasik fıkıh kitapları her biri müstakil ve “Kitâb” denilen bölümlerden oluşur. Bu bölümleri ortak alanlarına göre bir araya getirdiğimizde fıkhın temelde üç alanı ya da ana konu başlığı olduğunu görürüz: Bunlar ibâdât, muâmelât ve ukûbâttır. Muâmelât alanı da kendi içinde Münâkehât/mufârakât, Malî muâmelât, Terikât ve Muhâsemât başlıklarına ayrılır.

 

Muâmelât alanındaki konular medeni hukuk, ile yargılama hukuku konularına karşılık gelir. Bu alan içindeki Münâkehât/mufârakât başlığı, aile hukukuna; Malî muâmelât başlığı daha çok Eşya ve Borçlar hukukundan oluşan Malvarlığı alanına; Terikât, Miras hukukuna, Muhâsemât ise daha çok yargılama hukukuna paraleldir. Ukûbât alanı ise temelde ceza hukuku ve ceza yargılama hukuku konularını ele alır. Fıkıh kitapları hukukun birçok konusunu ele aldığı gibi ibâdetlerle ilgili konuları da aynı seviye ve şartlarda ele alır. Bu fıkhın özgün bir yönüdür.




0 Yorum - Yorum Yaz


Ad-Soyad: Abdulbari FAİK

Numara: 14912701

Alan: Tefsir, Yüksek Lisans

                                            Tefsir Usulü Özeti

Kur’anı Kerimin Tarifi

Kura’nın çeşitli yönlerini ele alan ve âlimlerce yapılan tariflere bir göz atalım. Hz. Peygambere vahiy yoluyla indirilmiş, Mushaflara yazılmış, tevatürle nakledilmiş tilavetiyle taabüd olunan mu’ciz kelamdır. İkinci tarif ise: Hazreti Peygambere gelen vahiyleri ihtiva eden mukaddes bir kitaptır. Allah tarafında Cebrail vasıtasıyla Peygambere indirilen bu kitabın sadece ismi “Kur’an” değil diğer farklı isimlere de sahiptir bu isimlerin arasından bir kaçını özetle söyleyelim. الکتاب، ام الکتاب، فرقان، المثانی المصحف، Gibi isimleri almaktadır.

Vahiy nedir.( الوحی)

Kelime anlamı olarak “gizli konuşmak” fısıldamak, mektup yazmak, emretmek anlamlarına gelir; fakat vahiy de kendi arasında iki çeşittir birincisi: ilahi olmayan vahiy ki buna örnek olarak: فَخَرَجَ عَلَىٰ قَوْمِهِ مِنَ الْمِحْرَابِ فَأَوْحَىٰ إِلَيْهِمْ أَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيًّا  yani bur da işaret anlamına gelmektedir ikincisi ilahi vahiydir ki bu Hz. Peygambere gelmiştir ve bu da aralarına farklı kollara ayrılmakta bizim işimiz özet olduğu için o kadar detay’a giremiyoruz.

Ayet Kelimesinin Anlamı

            Lügat manası, açık Alâmet, işaret, nişane, gibi anlamlara gelmektedir bunu birkaç örnekle daha açıklığa kavuşturabiliriz: سل بني إسرائيل كم آتيناهم من آية بينة bu ayette işaret anlamına gelmektedir. Dediğimiz gibi “ayet” alamet, işaret ve burhan anlamlarına da gelmektedir.

            Süre kelimsinin anlamı

            Lügat anlamı olarak yüksek rütbe, mevki, şeref, anlamlarına gelmektedir. Bina katlarına süre denildiği için veya sürelerin Allah’ın kelamını taşıdığı için, çünkü Allah’ın Kelamı yüksek bir değer sahiptir ondan bu adlar verilmiştir. Ayrıca bu sürelerin Mekki medeni olduğu meselesi var yani eğer bir süre Mekke de nazil olduysa ona Mekki, Eğer Medine’de nazil olduysa medeni denmektedir.

            Kur’an-ı Kerimin Cem’i ve teksiri

            Bilindiği üzere Kur’an parça parça halinde Peygamber efendimize Cebrail vasıtasıyla indi ve kendisine nazil olan her ayeti vahiy kâtiplerine yazdırmış. Ancak Peygamber efendimiz vefat ettikten sonra Hz. Ebu bekr zamanında Hz Ömer’in önerisiyle bu Cem edildi. Daha sonra Hz. Osman devrinde çoğaltılarak belli başlı bazı İslam ilim merkezlerine gönderdi.

            Kur’an-ı Kerimin Harekelenmesi ve Noktalama İşareti

            Bütün müfessirler Arab yazısının hareke ve noktalama işaretinin olmadığını söylerler. Hatta İslamiyet’in ilk yıllarında yazı o kadar gelişmemişti ancak daha sonra ابوالاسود الدُوَلِی  ile başlamıştır. Her bir ilim kendi değerinden başka bir katkı getirmiştir mesela: Hz: Osman Zamanında patlak veren yedi harf meselesi tefsir hareketine en önemli katkı sağlamış. Daha sonra farklı tefsir ilimleri yanı Kur’an ilimleri genişlemiş kıraat ilmi ve nüzul sebebi (Allah’ın her şeyin bir sebebe bağlaması)  gibi Kura’nın tefsir ilmine ve ya anlaşılmasına yardımcı olan doğmaya başladı fakat bu ilimler İslam coğrafyası genişledikçe farklı dillerden araştırmacı ve âlim yetişince sırasıyla bu ilimler ortaya çıktı ve böylece her yaştan talebeler günden güne çoğalmaya başladı ve âlimler yetişti. Hangi ayetin nesih hangi ayetin olduğu meselesi büyük bir tartışma yarattı ve ya Kura’an’da neshin var olup olmaması konusu bile tartışıldı.

            Kura’nın Eşsizliği ((اعجازالقرآن

            Bu kelimenin anlamı lügatte, aciz bırakmak manasına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı aciz bırakan şeye de mu’cize denir. Bu bakımdan Kur’an Hz. Peygamberin bir mucizesidir. Kura’nın i’cazı pek çok yönlere tecelli eder. Hatta dil ve üslup yönünden: bizzat Kura’nın kendisi ve bütün insanlar bir ataya gelse dahi bunun benzerini getiremez.بمثل هذالقرآن ..   قل لئن اجتمعت الإنس والجنّ علی أن یأتو  “De ki bu Kur’nın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hatta bir birlerine yardımcı olsalar bile, onun gibisini getiremezler” demiştir. Ancak kapalı lafızlar ve anlaşılması zor olan kelimler de buna yer almaktadır ki bunları kafa yormadan ve ya rivayetlere dayanmadan anlaşılması bir hayli zor dur mesela üstü kapalı olan kelimeler: الذین انعمت علیهم  “kendilerine nimet verdiklerinin” burda kastedilen anlam ise bir başka ayette açıklanmıştırمن النبیین والصدیقین والشهداء والصالحین  diye.

            Tefsir tarihi

            Kur’an-ı Kerimin anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilmi hidayetten günümüze kadar çeşitli değişikliklerle süregelmiştir. Yani kısacası tefsir ilmi Peygamber efendimizden beri gelmiş ve genç sahabeler efendimizden bir ayetin açıklamasını istedikleri zaman onlarda hemen akıllarında soru işareti kalmayacak şekilde açıklığa kavuşturmuştur. Tefsir konusunu ele aldığımız için tefsir ile tercüme arasındaki farklardan bahsedeceğiz. Tefsir kelimesinin anlamı ise: tabibin hastalığı teşhis için bakmış olduğu az suya denir. Bunlardan baka, keşfetmek, izhar etmek ve üzeri kapalı olan bir şeyi açıklığa getirmek anlamlarına gelmektedir. Tercüme kelimesi ise bir “bâbâ” unvan koymak anlamına gelir.

            Tefsir Çeşitleri

            Kur’an-ı Kerimin Tefsiri çeşitleri hakkında söz söylemek kolay bir iş değildir. Yine de şu bir gerçek ki müfessirler, Kur’anın çeşitli yönlerini ele alarak tefsir yapmışlar bunun neticesinde tefsirde yönler meydana gelmiştir. Örnek olarak: Rivayet Tefsiri, bu çeşit ise bizar yine Kur’anın diğer başka ayetler ve Peygamberin ve sahabelerin kendi sözleriyle yapılmıştır. Diğer bir tefsir çeşidi ise: Dirayet Tefsiridir yani dil, edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsir türüdür. Ki bu tefsirin caiz olup olmadığını alimlerce ararsa tartışma konusu olmuştur.

            Hazreti Peygamberin Tefsirdeki Yeri

            Hz. Peygamberin tefsir ettiğine dair kendisine kadar ulaşan kaynaklardan anlamaktayız fakat peygamberin tefsirini çıkartmamız için müracaat edeceğimiz ilk kaynak ise hadis mecmuaları olacaktır. Ancak bunla kalmayıp sahabenin de tefsir ilmine büyük bir payı ve hizmeti vardır bunlar vahyi kimileri müşahede ederek ve peygamberin dizlerine büyüyen kişilerdi peygamber vefat ettikten sonra iş başına bunlar geldi ve ellerinden geldiği kadar titiz davranmak suratıyla tefsir konusunda yağılacak çalışmaları asla esirgemediler. Örneğin Abdullah b. Mesûd ve Abdullah b. Abbas gibi sahabelerdir. Ancak bunları takip eden bir gönüllü ve bu işe canlarını koyan etkili ve muhteşem bir topluluk daha vardı ki onlar tabiundu. Bunların devrinde İslam devletlerinin sınırları Arap yarımadasını açmış ve bir devletin temelini atınca Kur’an onların anayasaları haline geldi çünkü buna ihtiyaçları vardı. Böylece tefsir zaman içinde farklı yorumları ve farklı açıklamalara maruz kaldı âlimlerce mesela İsrailiyât haberleri onlardan biridir ki bu haberin yorumcuları hep akıl yoluyla daha derinlere inmek isteyip sınırları zorlamıştır örneğin: Hz İsa’nın nesebi, Hz. Meryem’in onu doğurması keyfiyeti, semadan inen yemeklerin nevileri vb. bunun gibi bir sürü örnek daha mevcuttur. Fakat âlimler bu gibi hareketlere karşı bir tavır izleyerek onların söyledikleri sözleri itibarsızlaştırmak için ellerlinden geleni yapmışlardır.

            Zamanımıza kadar Tefsir Hareketlerine Kısa bir Bakış

            Tefsir ilmi, zaman ve mekânla değişiklik arz etmiştir. Yani fikirler ve olaylar çoğalınca bir bütüncül yaklaşmış. Asrımızda tefsir hareketlerini ve meydana getirdikleri tefsirleri 4 grupta toplayabiliriz.

A.    Mezhebi Tefsirler,(kendilerini savunmak için en kuvvetli delili kedilerini savuncak şekilde tefsir ve te’vil yapmışlardır)

B.     İbâdi Tefsirler,(Kur’an ve İslamiyet hakkında söyledikleri, açıktan açığa küfre götürmüş ancak dönenler de olmuştur)

C.    İlmi Tefsirler,(Son zamanlarda en çok beğenilen Tefsir çeşididir ki Kur’an ibarelerinden ilmi ve felsefi görüşleri istihraç eden Tefsir nevi’dir)

D.    İçtimai edebi Tefsirler,(Kur’an-ı mezhepler için bir vasıta kılmayıp, kendi kendine muvafık kıldı ve mezheplerin hiç birinin tesiri altında kalmamağa gayret gösterdiler)

      Görüldüğü gibi farklı kesimlerden farklı fikirler Kur’an-ı tefsir etmişler bunların azınlığı tefsiri kendilerini savunmak ya da kendi tuttukları yolu övmek için kullanmamışlar diğer hepsi hariciler ve diğer bunun gibi bir çok ilmi fırkalar sadece kendilerini katmışlar kısacası Kur’an’dan her kes kendi anladığı kadarını yazmış ve tefsir etmiş hani ünlü bir söz vardır ya: “sen dersen de, senin söylediklerin karşıdakinin anladığı kadardır” işte bur da da bir zekâ ve yetenek söz konusudur diyelim ve konuyu kapatalım.

 

Hadis Usulü

            Hadis Usulü İlminin Doğuşu

            Kur’an-ı Kerimi dünya ve Ahiret mutluluğunu gösteren bir hidayet rehberi olarak Allah, onu Peygamber vasıtasıyla göndermiştir fakat onun açıklamasını da Hz. Peygambere görev olarak vermiş. Sahabe ta baştan beri Hz. Peygamberin dediklerini titizlikle öğrenmiş ve onu izlemiş ancak sahabelerin bu ilmi gayretleri hiç şüphesiz, kendilerini takip eden tabîleri de aynı şekilde sevketti, zaman geçtikçe bu ilime farklı isimler takılmaya başlanmıştır mesela ilk önceleri: mustalahu’l hadis ya da ulumu’l Hadis denmiştir. Bu ilmin kaynaklarına gelince متقدمین و متأخرین   olmak üzere iki gruba ayırmak mümkündür. Ki bunların her birinin kendilerine göre eserleri vardır fakat biz bunları burda zikredemeyiz. Şuna açıklık getirelim ki Hadisin yapısını iki şey teşkil eder birincisi metin diğeri ise senettir.

            Hadisin Dindeki Yeri

            Hadisin dindeki yerini daha düzgün bir şekilde kavrayabilmek için, biraz Peygamberlik makamından söz etmek gerekir. Peygamberlik makamına layık görülenlerle de birer insandır fakat onları farklı kılan tek şey onlara vahyin gelişidir. Vahye mazhar olan bir Peygamberin varlığına ihtiyaç ise tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir. Bunların sözlerine inanan insanların uyması gerekir çünkü bunlar kendi davranışlarıyla insanlığa bir örnek olabilmiştir. Nitekim, şu sözler: sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur- size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu sapıtmazsınız. Netice itibarıyla sünnet, Allah’ın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılan evrensel yorumudur. Hadislerde bu yorumun yazı belgeleridir. Binaenaleyh sünnetsiz Müslüman olmayacağı gibi sünnetsiz Müslümanlık da olmaz. Şimdi ise hadisleri tanıyalım, çeşitleri bakımından ve sıhhat açısından kısa bir değerlendirme yapalım. Sıhhat ve hüküm açısından ise hadisler, adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri Şâzz ve muallel olmayan hadistir. Bu tarife göre: senedin kesintisiz olması, ravilerin adil olması, hadisin illetten uzak olmasıdır. Bununla yetinmeyip sahih hadislerin bile bir dereceleri vardır. Mesela: Buhari ve Müslimlin ortaklaşa aldıkları hadisler, buharinin Yalnız başına rivayet ettiği hadisler olarak sınıflara tabi tutulmuştur. Gelelim sahih meselesine: sahih nedir? Sahih hadis en sağlam senedle rivayet edilen hadistir. Hasan hadis, zabtı biraz gevsek olan ravilerin muttasın senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan hadistir. Hasan hadisin hükmü ise, bütün fakihlere göre ihticac ve kendisiyle amel edilmek bakımından makbuldur demişlerdir. Bir de Zayıf hadis meselesi var ki bu da: sahih ve hasan hadisin şartlarını taşımayan bir hadistir. Bu hadisin 15 çeşidinden söz edilmektedir ki bunlar: Mürsel, Muallak, Mu’dal, Munkati, Müdelles, Muallel, Şaz, Münker, Mevzu, Metruk, Müdrec, Maklub, Muztarib, Musahhaf ve Muaharref olmak üzere zayıf hadi çeşitlerindendir.

            Zayıf Hadisle Amel edilebilir mi?

            Daha önce “Zayıf Hadis” teriminin hadis tarihi içinde geçirdiği br gelişmeye işaret etmek yerinde olacaktır. Tirmizi (279/892) ye gelinceye kadar sahih saki ( zayıif) siye ikiye ayrılırdı. Zayıf hadislerde terk edilmiş ve terk edilmemiş diye ikiye ayrılırdı. Tirmizi’den sonra sahih ve zayıf arasında bir de hasan girdi. Terk edilmeyen zayıf hadisler hasan terimiyle zayıflar arasından ayrılmış oldu. Zayıf hadisle amel konusunda üç ayrı görüş bulunmaktadır. Zayıf hadisle asla amel olunmaz لا یعمل به مطلقا

Zayıf hadisle her konuda mutlak amel olunur یعمل به مطلقا

Özel şartlara bağlı amel olunur یعمل به فی الفضائل بشروطه

Evet, görüldüğü gibi, zayıf hadisler konusunda da çeşitli görüşler mevcuttur. Şimdi ise farklı bir konu olan hadis uydurma gelişmelerine bir bakalım.

            Hadis Uydurma Gelişimleri

            Zaman zaman İslam âlemindeki Müslümanlar çeşitli sebeplerden dolayı böyle bir girişim bulunmuşlardır. Ya İslam’ın çökeceği korkusu ya da insanları İslam’a teşvik amaçla yapmaları ve ya hem düşmanlık sebebiyle. Ancak başlıklarına baktığımız zaman bu saydığımız kısımların hepsi bulunmaktadır. Mesela siyasi bölünmelerin giderek itikadi bölünmeye sebep olması sonucu. Daha çok gurupların diyelim ki bu konuda zenadika ve Şia’nın böyle bir gelişmenin başını çektiği tarihi bir gerçektir. Çünkü Şiiler Hz. Ali hakkında, onu Hz. Peygamberin halife tayin ettiği, ondan önceki üç halifenin haksız olarak bu makamı işgal ettikleri fikrini işleyen birçok hadis uydurmuştur. İslam düşmanlığı, yani Müslümanların birliğini ve beraberliğini bozmak için ve onları zayıflatmak için zındıkların yaptıkları hadis uydurmalar buna örnektir. İslam’a Hizmet Etmek Arzusu, biraz gariptir ama Müslümanları iyi amllere teşvik amacıyla ve onları kötülüklerden sakındırmak için yapılan bazı hadis uydurma çalışmaları olmuştur.  Sonuç olarak görülen o ki devir değişmişse de düşmanlıklar ve İslam âlemini kötülemeye çalışanlar kendi çabalarını bu uğurda asla eksik etmemişlerdir. İşin ilginç tarafı da şu ki bunca düşmanlığa rağmen İslam âleminin uyanmamasıdır ve hala batının ve zındıkların oyunlarına gelerek birbirlerinin yani kendi kardeşlerini kırmasıdır.

                                               İslam âleminin uyanması ümidiyle…

 

Fıkıh Usulü

            Tanımı, birinci olarak usul kelimesi, asl’ın çoğulu olup üzerine başkaları bina edilen şeydir. Yani ağacın aslı, dalların ayrıldığı nokta. Fıkıh, sözlükte anlamak kavramak demektir. “bir de dilimden bağı çöz ki sözümü fıkıh etsinler” Taha, (20/27-28). Terim olarak fıkıh şeri ve Ameli hükümleri tafsilatlı delilleriyle bilmektir. Şeri hükümleri demek, vaciblik, haramlık gibi şeriattan alınan hükümlerdir. Bu ilmin faydası da şeri hükümleri sağlam esaslara dayalı delillerinden çıkartabilme gücüne sahip olabilmektir. Bu ilmi ilk derleyen kişi ise, imam Muhammed b. İdris Eş-Şafiidir.

           

 

            Fıkhın Tedvin Sebebi

            Tabiîler devrinden sonra (H. 120) İslam sahası baya genişlemişti. Bunun neticesi olarak ziraat,tcaret, zanaat ve kültür hayatında büyük farklar ve değişikler hasıl olmuştu. Halkın muameleleri genişledi, hukuki hadiseler çoğaldı, ihtilaf ve anlaşmazlıklar arttı, âlimler her gün yeni bir mesele ve problemlerle karşılaştılar. Bu durumda fukaha bütün gayretlerini sarf ederek gerek ahlak ve itikada gerekse ibadetler, evlenme ve boşanma gibi konuları telif düzenine koydular. Aynı zamanda fıkhın dayandığı prensipleri de ortaya koydular. Ancak tabiinlerin birkaç tane fakihleri vardı ki bunlara: Saîd b. Müseyyeb, Ata b. Ebi Rebah, Hasanü’l Basri yemame de Yahya b. Ebi kesir gibi âlimlerden söz edilir. Yerinde olacaktır ki fıkhın doğuşundan biraz bahsedelim, sahabe ve tabbiun zamanında fıkhın kaide ve hükümleri derli olmayıp dağınık bir şekilde idi fakat bu iş (fıkhın tedvini) sahabe ve tabiunlar zamanı geçtikten sonra ortaya bir ilim dalı olarak zuhur etmiştir. Bunun neticesinde fukaha, Irakıyyun ve Hicaziyyun adlarıyla iki kısma ayrıldılar. Fakat bunlardan birinci gruba ise ehl-i rey ikinci guruba ise ehli hadis denildi. Ve böylece bir ictihad devri açılmış oldu. Aslında ictihad da lügatta: çalışmak zor bir işi başarmakve meydana getirmek anlamlarında gelir. Ancak ictihadın da kendine göre bir şartı vardır ve şartları ise ehliyetli olmak diğer ise yerinde olmasıdır. Bir de ictihadın yeri vardır ki bu da: hakkında kat’i delil olmayan Şer’i hüküm ictihadın yeridir. Bu ilmin konusu, Şerî deliller ve hükümlerdir. Diğer bir yandan eğer baksak bu ilmin birçok faydaları da mevcuttur ki bunlar: 1. Kur’an ve hadisten hüküm çıkarırken fahiş hatalara düşmemek.2. Müctehidlerin hükümlerini değerlendirirken hangisinin üstün olduğunu öğrenmek.3. Fıkıh hükümlerini hakkıyla anlamak.4. Hz. Peygamberin vaaz ettiği hükümleri ve fıkı birbirinden ayırmak. 5. Allahın dini vaz ettiğini ve maksadını anlamak. İşte bu ilmin sayesinde yukarıdaki faydalar meydana gelir.

            Deliller (Akli ve nakli asli ve ferî deliller)

            Delil, lügat anlamı ise rehber ve kılavuzdur ıstılah olarak ise bizi ilim ve zan bir bilgi ve hükme götüren vasıtadır. Delillerin arasında bir de akli ve nakli deliller mevcuttur. Akli delil is, iç ve dış duygulara ve zihin muhakemesinin neticesine dayanan delildir. Nakli delil ise başkasını sözünü nakletmektir. Asli deliller ise: 1-kitap 2- Sünnet 3-İcmâ 4- Kıyas ancak bu delillerden çıkarılan deliller de mevcuttur ki buna Ferî deliller denilmektedir ki bunlar yedidir. 1- İstihsân 2- İstislâh 3-İstishâb 4- Asli beraat 5- Örf adet 6-Sahabe sözü 7- Geçmiş Şeriatlardır. Nasıl ki nakli delilleri kabul etmişse geçmiş dinlerde olan delilleri de yok saymamış onu da bir delil olarak kabul etmiştir. Deliller bahsine ek olarak Din ve Şeriattan biraz bahsedelim. Din, sözlükte, galip gelmek, itaat, kulluk, hizmet ve bir kimseye ram olmak demektir. Terim manası olarak ele alsak eğer: Allah’ın Hz. Peygamber vasıtasıyla gönderen üstün bir nizamdır. Fakat şeriat dediğimiz bu yolu da İbnu Teymiyye üç kısma ayırmıştır: Münezzel Şerî (doğrudan Kur’an-ı Kerim ve Sünnetin açıklamalarıdır. Bir düğer ise: Müevvel Şerî: Kitap ve Sünnetten, kıyas ve ictihad yoluyla açıklanm. Mübeddel Şerî:  yani Hz. Peygambere yalan yere isnad edilen sözlerdir. İslam’a göre bunlardan birincisine uymak bütün Müslümanlara gerekli ve farzdır. İkincisine uymak bizzat ictihaddan aciz olanlara caizdir. Üçüncü ise: dini tahrif ve ona iftira olduğundan ona uymak ve onu kabul etmek haramdır.

            Fâsid deliller ( Muteber olmayan deliller)

            Zihnin, eserden müessire geçmesidir dumanı görünce orda ateşin varlığına anlamak. Bazen bu tersi de olabilir. Şimdi muteber olmayan delilleri ele alalım.

Muhalif Mefhumu (söylenenden onun ters anlamına delaleti.

Mantûka bu, sözün söylendiği şeye, delaletidir.

Mefhuma bu da, sözün söylendiği yere değil de başka bir yere aynen ve tersine delaletidir.

Yakınlarla istidlal ma’tuf ile (bağlanan cümle) ma’tufun aleyh arasında mutlaka bir ilgi olacağından bu ikisinin de hükümde eşit olmaları gerekir. Tabi fıkıh’ta deliller bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Fıkıh usulünde bir de hükümler söz konusudur ki bu hükümlerin çeşitleri bakımından farklılık göstermektedir. Mesela: anlaşılması mümkün olmayanlar ikincisi ise, muğlâk hükümler ve garip lafızlar. Diğer bir kısmı ise âlimlerin anlayacağı ve başkaların anlamayacağı hükümler vardır. Bir de tabi, Emir var ki bu da iki kısma ayrılmaktadır. Sarih ve sarih olmayan emirler yani üstü kapalı olanlar. Mesela sarih Emire misal olarak: Onun gibi bir süre getiriniz gibi. Sarih olmayan Emire örnek ise: Size oruç farz kılındı ayetini örek verebiliriz. Nehyin bahsi, bu da emir gibi sarih olan ve sarih olmayan nehiyler olmak üzere ayrılmaktadır. Sarih olan nehiy, üstünlük ve bir şeyin yapılmamasını kesin bir şekilde istemek için vazedilmiş söz dür. Sarih olmayan nehiy, isim ve fiil cümlesiyle yapılan nehiydir. Buna örnek olarak, “İbrahim’in makamı… Kim oraya girerse emindir.

Mutlak, bir ferde tayinsiz ve şartsız delalet edecek örneğin: insan, at gibi kelimelerdir.

Mukayyed, cinsin her ferdini içine alan lafız olmayacak. Örneğin: “ Arap atı” dediğimiz zaman, at lafzını Arap vasfıyla kayda almış oluyoruz.

Âmm,  Mesela bir adam “evime kim girerse ona bir dirhem ver” demesi bu âmm bir lafızdır ve dolayısıyla bu kelimeler her dilde mevcuttur.

Umumilik İfade Eden Cümle ve kelimler. ( الرجال،النّساء، الابل،الضّرر) gibi kelimlere denilmektedir.

Müşterek, birkaç manayı kendine alan bir lafızdır buna örnek olarak: العین، الجاریه ، المشتری، البین  yani bir kelime olup farklı manalara delalet edenlere denir.

Müevvel, manalarından biri tercih edilen müşterektir.

            Nesih.

            Nesih, bahsi çok önemlidir. Önemli olmasının sebepleri ise: çeşitli meseleleri içine almaktadır. Neshin lügat manası, bir şeyi gidermek, yok etmek, ya da bir şeyi yok etmeden yerini değiştirmek. Anlamlarına gelmektedir. Ehsin şartları, mensuh şeri bir hüküm olacak ikincisi, hükmün kalktığını gösteren bir delil olacak. Neshin hikmeti, nesih iki ayrı sahada cereyan ediyor, Ayetin sünnetle neshi, bunun cevazında müctehid ittifak etmiştir. Örnek olarak: کتِبَ علَیکُم اذاحضر احدکم الموتُ    ayetinin لا وصیّة لوارث  varise vasiyet yoktur.

            Hüküm الحکم  

            Menetmek, önlemek manasına gelir. Devlet idaresinde hâkimin davayı bağladığı neticeye hüküm denmesi bu asıl mana ile ilgilidir. Bir de hükmün çeşitleri vardır ki bunlar teklifi hükümlerdir.  Bir işin yapılmasını ve ya yapılmamasını gerektiğini bildiren hükümlerdir. Teklifi hükümlerin kısmına ek olarak da vacip fillerin hak yönünden taksimi: Allah’ın hakkı olan filler yani sadece Allah’ı ilgilendiren fillerdir. Bir de kendi kendine var olan haklar mesela: harp ganimetleriyle, madenler ve yer altından çıkarılan hazinelerden alınan beşte bir nisbette hükümet haklarıdır.

            Husun Kubuh (iyilik ve kötülük) Meselesi

            Hayır, şer, iyi kötü, güzel çirkin, hak batıl gibi bütün tabirlerin gösterdiği manalar bu kelimede kastedilen manada dâhildir. Bu iki kelime beş manada kullanılmıştır.

1)     Gaye ve maksada uygun olmayan: adalet güzel, zulüm çirkindir)

2)     İnsan tabiatına uygun olan ve olmayan: tatlı güzel acı çirkindir)

3)     Olgunluk ve eksik sıfatı olan: ilim güzel cehalet çirkindir)

4)     İnsanlar arasında övülme ve takdir yahut yerilme ve tahkir vesilesi olan: cömertlik güzel, cimrilik çirkindir)

5)     Allah indinde, rıza ve sevaba yahut yerme ve cezaya layık kılan: Allah’a iman, ibadet, güzel, zıtları çirkindir. İşte bizim burada meşgul olacağımız mana budur. Beşerin kendi zatında iyilik ve kötülük var mıdır? Şeriat gönderilmeden insan aklı bunları kavraya bilir mi? Bu meselede Eş’ariler’le Mutezile insanın kendi sıfatında iyilik ve kötülük bulunmaktadır. Bunlar Allah’ın hükmü ve kanunu geldikten sonra bahis konusudur. Maturidilerin görüşü da: iyilik ve kötülük kavramlarını şeriat gelmeden de insan aklı bunu idrak eder demiştir.

El-Mahkümü Fih (المحکوم فیه )

Teklif edilen fillerde bir kısım Şartlar aranır ki bu da, mümkün olmak kulun kendi iradesine kastettiği bir iş olmak. Emir olunan tarafından açıkça bilinmek.

El-Mahküm Aleyh

 

Mükellef olmanın ilk şartı teklifi anlamaktır. Çünkü hitabı anlayamayan kimseyi mukellef tutmak imkânsızdır. Mükellef teklif edilene amel edecek. Yani “bana teklif ulaşmadı” gibi bir lafa yer kalmayacak. Örneğin لکیلا یکون للنّاس علی الله حجة بعد الرّسُل  elçilerden sonra, ,insanların Allah’a karşı itirazları olmasın diye… Görüldüğü gibi hayatta olan bir insan için Allah-ı tanımaması imkânsız bir şeydir çünkü her bir insan farklı bir şekilde bu dünyanın bir yaratıcısı olduğunu biliyor onun için, Allah’ın peygamberi her bir kavime ve her bir mükellefe yetişmiştir. Allah bizi de amel eden mükelleflerden eylemesi dileğiyle…




0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi