BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Muhammet Ali ÖZER
14922747 DOKTORA
İslami ilimler kaynağı itibariyle tek bir kitaba dayandığı için, ister akademik çalışma yapsın ister herhangi bir konuyu araştırsın herkesin başvuruda odak noktası Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an her İslami ilmin çıkış noktası olduğu için farklı alanlarda elde edilen bilgiler de bütünlük arz edecektir. Bizler ilmi bir bütünün birbirinden ayrılmaz parçaları olarak görmeliyiz ve çalışmalarımızı yaparken ilgili her alandan en azından haberdar olmalıyız diye düşünüyorum. Zira Kur’an’ın gönderiliş amacını az çok hepimiz biliyoruz. Kur’an kendi üzerinde tefekkür edilmesini isterken sadece tefekkür boyutunda kalmayı istememektedir. Allah bu tefekkürden elde edilen kazanımın hayata yansıması oranında bizlere karşılık vereceğini bildirmektedir. O halde Kur’an bazı ilimlerin üzerinde test edildiği, birilerinin bilgisinin derinliğini etrafına gösterebilmek için fırsat alanı haline getirdiği bir platform olarak telakki edilmemelidir. Bu manada diğer ilimlerin verilerinin de bizler için resmin tamamını görebilmek adına önemli olduğu kanaatindeyim. Teşekkür ederim.
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi kısaca, öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat olarak adlandırılabilir. Aynı zamanda, herhangi bir şeyi birtakım verilerle tanımak veya verilerden yararlanarak kişinin nesnelere yüklediği anlam olarak da tanımlanır.
Bilgilerin bir bütünün parçalarından müteşekkil olması, bir konuya farklı açılardan bakılmasını gerektirmektedir. Zira bir konuyu kâmilen anlamanın yolu, o konuyu bütün yönleriyle ele almaktan geçmektedir. Bu nedenle, bilgiyle özdeş olan ilimler de aynı şekilde kendisini oluşturan cüzlerin ele alınması ile kâmilen anlaşılabilir.
Dolayısıyla bilimsel çalışmalarda şümullü bir çalışmanın ortaya konması yararlanılan bilgi bütünlüğüne bağlıdır. Bu bütüncül bakış, elde edilen sonuçların mümkün olduğunca hatadan uzak olmasına katkı sağlayabilecektir. Örneğin, tefsir alanında çalışan kişinin gramer, tarih, belagat, hadis ve senet gibi ilimleri bilmesi ona daha doğru bir yorumlama imkânı sunabilecektir.
Evrenin bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgi olarak tanımlanan bilimin tarihsel gelişimine bakıldığında, bütüncül bir yapıdan parçalara ayrılarak ve gelişerek ilerlediği görülecektir. Yine bilime bütün olarak bakıldığında, diğer varlıklar gibi alt birimlerden ve parçalardan oluştuğu görülecektir. Dolayısıyla, parçaları teşkil eden müstakil her bir disiplinin bilimin bütününü kuşatamayacağı açıktır.
Öte yandan ihtisaslaşmanın hâkim olduğu günümüzde, insan kabiliyet ve kapasitesi tüm ilimleri ihata etmesi de mümkün olamamaktadır. Bu nedenle, bir insanın bilimi bütün boyutlarıyla bütüncül olarak analiz ve sentez yapmasının zorluğu onu, parçacı yaklaşıma yani bilimin bir yönüne yönelmeye ve ihtisas yapmasına itmektedir.
Bilimin sürekli gelişmeye olan meyli ve doğruya ulaşma çabası, kendi sınırlarını aşarak daha da tekâmül etmeye zorlamaktadır. Bu durum, araştırma yapılan alanda daha bütüncül analiz ve sentezlerin yapılması için bir disiplinin diğer disiplinlerden de yararlanmasının önünü açmaya başlamıştır. Günümüzde “interdisipliner” ya da “disiplinler arası” olarak tanımlanan yaklaşımla bilimler, indirgemeci anlayıştan bütüncü anlayışa geçmeye başlamıştır. İnterdisipliner yaklaşım, bir disiplinin başka bir ya da daha fazla akademik disiplin ile çalışma yapmasıdır. Biyofizik, biyokimya, nöroekonomi gibi alanlar bu yaklaşımın bir sonucudur. Çünkü bu disiplinler birbiriyle bağlantılı ve etkileşim hâlindedir.
İslami bilgiye gelince, hakikatin akıl, tecrübe ve sezgi yoluyla kavranması olarak tanımlayabiliriz. Buna göre, yeryüzü ve gökyüzünün, insanlığın ve tarihin birikimini tahlil eden dinamik bir bilgiyi bu kapsamda anlayabiliriz.
Belirli bir form içerisinde olan İslam ilimleri kendi bünyesinde birleştirici bir özellik taşımaktadır. Dolayısıyla İslam ilimlerinin birbirleriyle çok yakın ilişki içerisinde oldukları görülecektir. Diğer yandan, İslam ilimlerinin zamanla gelişmesi sonucu farklı dallara ayrışmalar olmuş ve hatta farklı medeniyetlere ait bilgiler de dâhil olmuştur. Zira Hz. Peygamber döneminde bütün İslami ilimler bir bütün halindeydi.
Esasen tefsir, hadis, fıkıh gibi İslami ilimlere genel olarak baktığımızda, her birinin Kur’an’ın bir yönüyle anlaşılmasına yönelik ortaya çıktığı görülmektedir. Zira Kur’an’da mücmel ya da mübhem bırakılan hususların hadisler ile tamamlanması; yine Müslümanların sosyal ve bireysel olarak hayatlarını düzene koymaya yönelik kurallar ile ibadet yaşamını düzenleyen hususların yine Kur’an’dan ve akabinde sünnet ve icmadan çıkarılması; öte yandan hadis ve fıkıh verilerinin yanı sıra siyer, tarih, Arapça gibi ilimlerin verilerinden faydalanan tefsir ilminin bünyesinde barındırdığı bilgileri yine Müslümanların itikadi ve ameli hayatlarında çok önemli bir yere sahip olan kelam ve fıkıh gibi alanlara sunması; bu ilimlerin birbirleriyle olan sıkı ilişkilerini göstermektedir.
Bu ilimlerin birbirleriyle çok yakın ve zaman zaman iç içe bir görüntü sunmasının yanı sıra Hz. Peygamberden nakledilen bir kısım hadislerin Hz. Peygamberin tefsir faaliyeti kapsamında olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sünnet ve hadis bir anlamda tefsir işlevi de görmektedir. Hatta bir kısım hadis kitapları içinde tefsir bir bab olarak da ele alınmıştır. Yine hicri ikinci asırdan itibaren “Ahkam’ul Kur’an” adıyla bir kısım fıkıh konularını ele alan tefsir kitaplarının yazılması da fıkıh ve tefsirin nasıl iç içe olduğunun göstergesidir.
Hz. Peygamber ve sahabe ile kaynak olarak Kur’an ve sünnet ile başlayan İslami ilimler; hicri 143 yıllarında başlayan ve yaklaşık bir asır süren tedvin asrında, tedvin ve tebvib edilmiştir. Bu dönemde belli başlı ilim merkezi şehirler bulunmaktadır. Bunlar; Mekke, Medine, Şam, Basra, Kûfe ve Yemen’dir. Bu merkezlerde ilimler tedvin işleminden sonra bablara ayrıldı ve bilahare tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edildi. Bu asırda geçmiş rivayetler toplanmakla kalmamış reyler ile Arap kültür mirası zenginleşmeye başlamıştı.
Dolayısıyla kaynak olarak bir olan bu ilimler, daha sonra ihtisas alanları haline gelmiştir. Ancak bu ihtisaslaşma, bu ilimleri birbirlerinden bağımsız olarak koparmadığı gibi sürekli birbirlerine müdahil olmuşlardır. Müfessirler aynı zamanda muhaddis ya da fakih olabiliyordu. Dolayısıyla tefsir faaliyetinde bulunan âlim diğer ilimlere de hâkim idi.
Bu bakımdan, tefsir, fıkıh ve hadis ilimlerini birbirlerinden bağımsız ve ayrı düşünmenin imkânı olmayacağı gibi bu ilimlerin birbirinden kopuk olarak ortaya koyacakları eserler eksik olacaktır.
Geçmişte farklı ilimlere vakıf olan âlimlerin bu avantajlarını ortaya koydukları eserlerinde sergilemelerinin tersine, günümüzde bu imkânlar gerek zaman kıtlığı ve gerekse verilen eğitimin müfredat sorunları nedeniyle bulunmamaktadır. Dolayısıyla ortaya konan çalışmalarda bilginin bütünlüğü çerçevesinde hareket etmek zordur. Ancak günümüzde bu sorun kolektif çalışma ile üstesinden gelinebilecek bir konudur. İlim alanlarına vakıf olmaya çalışmanın yanı sıra, günümüzün avantaj yönleri olarak kabul edilen bilgiye kolay ve hızlı ulaşma imkânları ile birlikte farklı disiplinlerin yapacağı ortak ve kolektif çalışmalar daha doğru, bütüncül ve şümullü eserler ortaya koyabilecektir.
KAYNAKÇA:
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5566e5fa44b924.65054906
Serinsu, Ahmet Nedim. Kur’ân ve Bağlam, Şule yay., 2012,
Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve ilim, çev. İlhan Kutluer, İnsan Yayınları, İst. 1989
İsmail Râci Farukî-Luis Lâmia Farukî, İslâm Kültür Atlası, çev. Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu, İnkılâb Yayınevi, İst. 2014
EL-CÂBIRÎ, Muhammed Âbid. Arap Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba, İz Yayınları, İstanbul, 1997.
Yücel, Ahmet. (2014) Hadis tarihi. İstanbul
Keskinoğlu, Osman. (1979)Fıkıh tarihi ve İslam hukuku. Ankara
Demirci, Muhsin. (2014) Tefsir Tarihi. istanbul
Faruk ÇELİK
15922721
TEFSİR/DOKTORA
23.10.2015
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
İlim tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbirine eklenerek büyümekte ve gelişmektedir. İnsanların deney, tecrübe ve uğraşlarıyla gelişme devam etmektedir. Zincirin halkalarının birbirine tutunduğu, destek içerdiği ve bağlantılı olduğu gibi ilim halkaları da birbirini destekler ve birbiriyle bağlantılıdır. Geriye doğru gittiğinizde halkanın tek olduğuna, temelin bir olduğuna ulaşırsınız.
Dini bilginin temeli tevhide dayanır. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin ortak mesajı tevhittir. Evreni, insanı yaratan Allah varlıkla uyumlu olan ilahi yasaları seçtiği elçileri vasıtasıyla insanlığa bildirmiştir. Hz. Adem’le başlayan ilahi mesaj Hz. Muhammed’le kemale ermiştir. Son gelen mesaj/kitap önceki mesaj/kitapları doğrulayıcı ve koruyucu olarak gelmiştir. Böylece zincirin halkaları tamamlanmıştır.
İslamiyetin ilk yıllarında bilgi Kur’an merkezliydi. Sahabe Kur’an’ı “aşr” halinde öğreniyor, sindiriyor ve hayata tatbikini de uygulamalı olarak yapıyordu. İlimlerin tedviniyle birlikte, ihtisaslaşma başlamış, hadis, tefsir, fıkıh, kelam vb. ilimler ayrı ayrı tedvin ve tasnif edilmiştir.
İlimler farklı şekilde tedvin ve tasnif edilseler de zincirin halkaları gibi birbirine bağlı oldukları ve bir bütünü teşkil ettikleri unutulmamalıdır.
Hangi alanda araştırma yapılırsa yapılsın, bu bütünü gözden kaçırmamamız gerekmektedir. Tefsirle ilgili araştırma yaparken hadis kitapları, siyer kaynakları, fıkhi eserleri de incelememiz gerekmektedir. Zira bu kaynaklarda önemli ölçüde tefsir bilgileri de mevcuttur.
Adı Soyadı: NİZAMETTİN BAYRAKCI
Doktora
Dönem: 2015-2016 Güz Dönemi
Öğrenci No: 15922718
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
Makalemizin başlığı teşkil eden bilginin bütünlüğü”
terkibinde yer alan kavramları vuzuha kavuşturmak amacıyla biraz irdelemekte
fayda mülahaza etmekteyiz. Şimdi bu terkibi biraz açalım. Bilgi: Öğrenme,
araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan
aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bilgi, malumat.Doğruluğu
gerekli ve yeterli delillerle temellendirilmiş şuur muhtevaları.[1]
Bilgi Bütünlüğü: Bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım
olan bilgi şümulüdür. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında
içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.[2]
İslâmî terminolojide genel olarak el-ilm ve
el-ma‘rife terimleriyle ifade edilen bilgi daha ziyade bilen (özne) ile bilinen
(nesne) arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline
bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş”
olduğu için bilginin mâlumat kelimesiyle de karşılandığı görülür. Bilenin,
yöneldiği konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına ihata, onu tam
olarak kavramasına vukuf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da rüsuh denilmektedir.
Bilgide kesinliği ifade etmek üzere kullanılan yakīn terimine karşılık zan, şek
(şüphe-reyb), vehim gibi terimler de bilgide kesinliğe yaklaşılan veya
uzaklaşılan durumları ifade etmek üzere kullanılır. Bilginin tam zıddı olan
bilgisizlik ise cehl kelimesiyle ifade edilir.[3]
Kur’ân-ı Kerîm’e bilginin değeri açısından
bakıldığında “bilgide kesinlik” mefhumunun öne çıktığı görülür. İlme’l-yakīn
(kesin zihnî bilgi), ayne’l-yakīn (kesin, açık seçik gözlem), hakka’l-yakīn
(kesin tecrübe, bilginin yaşanarak tahakkuku) terimlerinin geçtiği âyetler bu
bakımdan dikkat çekicidir (bk. et-Tekâsür 102/5, 7; el-Hâkka 69/51). Zan, şek
ve reyb terimlerinin de yine “kesinlik” kavramıyla ters yönden alâkalı olduğu
hemen farkedilebilir (bk. el-Bakara 2/2; Âl-i İmrân 3/9; en-Nisâ 4/157;
el-En‘âm 6/116; Hûd 11/62; İbrâhim 14/10; en-Necm 53/28). Ayrıca bilginin hissî
veya aklî idrakle ilişkisini gösteren veya bu iki çeşit idraki özdeş kılan
şuur, fehm ve fıkh gibi terimlere de dikkat çekilmelidir (bk. el-Bakara 2/154;
el-İsrâ 17/44; el-Enbiyâ 21/79). Kur’ân-ı Kerîm’deki duyma, algılama, düşünme,
kavrama, bilme ve inanma hadiselerine ait çok sayıda âyeti bilgi kavramı
açısından yorumlamak mümkündür. Bu âyetler, bilgi hakkında ortaya atılabilecek
meselelerin disiplinli ve sistemli bir şekilde tahlilini mümkün kılar.[4]
Bilgi, en basit tarifiyle, varlık
hakkında insan zihninde oluşan şeydir. Burada bir başka soru akla gelmektedir.
Varlık, var olan her şey ise, varlık hakkındaki bilgi bir bütün olarak varlığın
genelini mi, yoksa tek tek var olan ve varlığın parçaları olarak eşyaların her
birini mi ifade etmektedir? Bu sorunun cevabı da varlığın nasıl algılandığıyla
alâkalıdır.
Bilimsel çalışmalarda kişi her hangi bir alanda çalışma yaparken
çalışmasından bütüncül bir sonucun ortaya çıkması ve iyi meyve vermesi, “Bilgi
Bütünlüğü”ne bağlıdır. Çalışmasına bütüncül bir bakışla giriş yapabilmesi de
buna bağlı olduğu gibi. Bu bütüncül açı, kişiyi ilim ederken ve işlerken hataya
düşmekten korur.
Günümüzde biri, bilgiyi
işleyememe, biri de bilgi bütünlüğün etkin reçetesi olan kolektif çalışma ruhu
olmak üzere İslam toplumunun iki eksiği bulunmaktadır.
Bilimler birliği mi Bilimsel
tasnifimi? Bir alanda bilgi bütünlüğü iki şekilde sağlanabilir. Biri birden
fazla kişinin teşrik-i mesayi etmek suretiyle kolektif çalışma yapmaları.
Diğeri ise kişinin çalıştığı alan ile ilgili olan diğer ilimler konusunda da
yeteri oranda donanıma sahip olmasıdır. Bir ilim dalının bir çok ilim
alanlarıyla girift halde bağlı hale geldiği, bir ilmi sahada yapılan
ihtisaslaşmanın bir çok alanda bilgi birikimini zaruri hale getirdiği, ayrıca
meşgalelerin alabildiğine sarmaladığı günümüzde ferdi bazda gerçek manada bilgi
bütünlüğü sağlamanın ulaşılabilir zor bir meziyettir. Zira ilim dallarının
geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri ihata etmesi imkan
dışıdır. Bunun yerine aynı amaç ve ideali paylaşan birden fazla kişinin
kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir metot olabilir. Bilgi
bütünlüğü, özellikle Kuran ilimlerinde, bilimlerin bölünmesini uygun
görülmemektedir. Zira Kur’an’ın anlaşılmasında, özellikle Kuranın kendini bağlı
addettiği bilimler bütünlüğünü gerektirir.[5]
Geçmiş yüzyıllarda
gerek İslâm âleminde, gerekse diğer coğrafyalarda varlık bir bütün olarak ele
alınmış; ilim adamları ve mütefekkirler, matematikten fiziğe, tıptan
astronomiye varlığın her alanıyla ilgilenip, insan ve kâinat arasındaki
münasebetin bütünlüğüne vurgu yapmışlardır. Sadece İbn Sina'nın eserlerine
baktığımızda bile, onların geniş bir bilim ve felsefe alanını içine aldığını
görürüz. Meselâ; El-Kanun fi't-Tıp (Tıp), Kitabü'l-Necat (Metafizik) , Risale
fi-İlmü'l-Ahlâk (Ahlâk), Kitabü'ş-Şifa (Mantık, Matematik, Fizik ve İlâhiyat).
İlk bakışta
birbiriyle alâkasız konularda gibi görünen bu eserlerin, aslında varlığın
bütüncül bir şekilde algılanmasından dolayı birbiriyle iç içe ve entegre olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum Aydınlanma dönemine kadar devam etmiştir.
18. yy'dan itibaren Batı'da Aydınlama
felsefesiyle şekillenen modern bilim anlayışı, bilginin önce farklı dallara
göre tasnifinin yapılmasını, daha sonra da, her bilim dalında detaylara
inilerek alt uzmanlık alanlarının oluşturulmasını savunur. Sosyal bilimlerde
ise -özellikle Fransız Devrimi sonrasında- içtimaî alan; devlet, iktisat ve
toplum olmak üzere üçe ayrılmış; bu alanlarla da sırasıyla siyaset, iktisat ve
sosyoloji ilgilenmiştir. Bu durum, günümüzde öyle bir hâl almıştır ki, meselâ
fiziğin bir dalıyla uğraşan fizikçiler, fiziğin diğer dallarıyla doğrudan
ilgilenmez olmuştur. Sosyolojiyle ilgilenen bir kişi; siyaset, spor veya din
sosyolojisi gibi pek çok alt alandan sadece biriyle veya birkaçıyla alâkadar
olmakta, diğer sahalardan ise, giderek uzaklaşmaktadır. Bu da varlık hakkındaki
bilgimizin giderek daha fazla parçalanması problemini beraberinde
getirmektedir.
Batı'da 17–18. yy'larda Aydınlanma
dönemiyle başlayan önemli bir başka gelişme ise, bilim ve düşüncenin
(felsefenin) birbirinden ayrılmasıdır. Bu da din ile bilimin ayrışmasına, hattâ
birbirleriyle çatışır gibi algılanmasına sebep olmuştur. Bu şekilde gelişen
yeni kâinat algısında ise, Tanrı yerine "akıl", İlâhî bilgi yerine
"bilimsel bilgi" konmuştur.
Bilimlerin giderek daha fazla alt-dala
ayrılması, ilerlemenin en önemli kıstası kabul edilmiştir. Bu bilim
anlayışında, varlığı anlama adına daha detaylı konular çalışılıp derine
inilirken, varlığın birbiriyle, en önemlisi de insanla olan bağlantısı ihmal
edilmektedir. Neticede varlık âlemi bir bütün olarak görülememekte, elde edilen
"parçalanmış bilgi", teknolojiyi ilerletme dışında insanoğlunun pek
de işine yaramamaktadır.
Aslında bilimlerin dallandırılması
menfî bir şey değildir. Elbette, bilim ve teknoloji ilerledikçe bu olacaktır.
Burada önemli olan husus, izlenecek yolun bütünden uzaklaşmaya yol açmamasıdır.
"Bütün"le olan mânâ münasebeti koparılmadan çalışılacak yeni bilim
dalları, bizi varlığın yaratılmasında, Yüce Yaratıcı'nın (celle celâluhu) ilim,
kudret, hikmet ve sanatını mikro ve makro âlemlerde müşahedeye götüreceğinden,
müspet neticelere vesile olacaktır.
Son yıllarda bu durum, başta Batı
olmak üzere, dünyada yaygın şekilde tenkit edilmeye başlanmış ve bunun
neticesinde, farklı bilim dalları arasında etkileşimi ifade eden
"disiplinler-arası çalışma" kavramı ortaya çıkmıştır. Yani iktisat
tarihle, tarih sosyolojiyle daha yakınlaşır olmuştur. Aynı şekilde fizik, kimya
ve biyoloji de birbirlerine giderek daha fazla yaklaşmıştır. Meselâ fizik,
kimya, biyoloji gibi farklı sahalarda, çalışmalar nano-teknoloji boyutunda
yürütüldüğünde, bu bilimler arasındaki sınırlar kalkmaktadır. Dolayısıyla, eğer
varlık âlemine, Yaratıcı (celle celâluhu) hesabına bakmayı başarabilirsek,
ilimler arasındaki bu yakınlaşma bizi bütüncül bilgiye götürecektir.
Günümüzde ilmî çalışmalar, varlığın
daha küçük parçasına ait bilgi edinmek mânâsına gelen "parçalanmış
bilgi" yerine, daha "bütüncül bilgi"ye (holistic knowledge)
doğru değişim göstermektedir. Bu ise, fiziki âlemin daha bütüncül bir şekilde
incelenmesi ve anlaşılması neticesini doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle, bugüne
kadar yan yana incelenmesi "bilimsel" kabul edilmeyen üç temel
varlığın, yani insan, dünya ve uzayın bir arada ve bir bütün olarak incelenmeye
başlanması mânâsına gelmektedir. Tıpkı İbn Sina ve çağdaşlarının zamanında
olduğu gibi. Oysa bu hakikat, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)
tarafından "ilmin kapısı" yani referans/başlangıç noktası olarak
vasıflandırılan Hz. Ali'nin (ra): "İlim bir nokta idi, onu cahiller
çoğalttı." sözüyle asırlar önce ifade edilmişti.
Modern bilim, varlığı araştırmaya yanlış bir "nokta"dan başlamıştır. Günümüzün "Yeni İnsan"ına düşen en önemli vazifelerden biri, bütüncül bilgiyi oluşturmak ve "nokta"yı tekrar elde etmektir. Bu açıdan üniversite ve araştırma merkezlerinin en temel misyonu, Aydınlanma felsefesinin ürünü olan eski bakış açısını devam ettirmek ve yaşatmak değil; varlığın üç temel kategorisi olan insan, dünya ve kâinatı, Yaratıcı (celle celâluhu) adına yorumlamak olmalıdır. [6]
Müslüman bütüncül bir bilgi birikime sahip olmalıdır.
Özellikle kalp ve vicdanı aydınlatan dini ilimler söz konusu olduğunda bu
manadaki bütüncül bakış açısı ve bilinç önem
arz etmektedir. Zira dini
ilimlerde bütünlükten hakikat doğar. Bu
noktadaki eksiklik ya şüphe ve hilelere yada taassup ve dünyadan kopmaya,
yalnızlaşmaya yol açar. Müslümanların heyulalarını süsleyen bu ideal bütünlük
ümmetin sorunlarını çözen içtihat ölçüsüydü. Kurgulanan böyle bir donanım, bir
ilim dalının bir çok ilim alanlarıyla girift halde iç içe olduğu, ayrıca
meşgalelerin alabildiğine hayatın her tarafını sarmaladığı günümüzde ferdi
bazda gerçek manada bilgi bütünlüğü sağlamak ulaşılabilir zor bir meziyettir.
Zira ilim dallarının geliştiği günümüz şartlarında bir kişinin bütün ilimleri
ihata etmesi imkan dışıdır. Bunun yerine aynı amaç ve ideali paylaşan birden
fazla kişinin kolektif çalışması bu meziyeti kazandıracak bir metot olabilir.
İlim, irfan ve hikmet ayakları üzerinde mebni olan ideal Müslüman kültüründe
bilgiyi işleyememe eksikliği kolektif çalışma şuuruyla mümkün hale gelebilir.
[1] DİA, c.6, s.
157.
[2] Aydın
Kudat Siyer Kitabı, http://www.aydinkudat.com/musluman-kulturunde-bilgi-butunlugu.htm
[3] DİA, c.6, s.
157.
[4] DİA, c.6, s. 158.
[5] Aydın Kudat Siyer Kitabı, http://www.aydinkudat.com/musluman-kulturunde-bilgi-butunlugu.htm
Bilginin Bütünlüğü Üzerine…
Sosyal Bilimlerde süje ve obje arasındaki bağ olarak tanımlanan bilgi, Kur’an’ a geldiğinde çok daha başka bir manaya gelebiliyor. Buna en büyük kanıt, zumer suresi 9.ayetinde gösterir kendini.Burda bilenlerle bilmeyenler bir olmaz derken ayetin arkasında gece teheccüd namazına kılan müminlerden bahseder.Bu demek oluyor ki, Kur’an bilgi denince doğrudan salih ameli kastediyor. Peki başka ayette bilgi!? Mesela bir diğer ayette ‘size bilmediğinizi öğreten bir Peygamber… ’ ifadesi ise bilginin gaybi malumatı manasını taşır. Bir diğer ifade de ise ‘ …bilmediğin şeyin ardından gitme çünkü kafa göz ve kalp onlardan sorumludur’ diyerek de dünyevi malumat manası taşır. Daha ilk basamak da –bilginin tanımı- bütünlük ile okuma prensibine uymak zorunda kalıyoruz. Bütünlük bir diğer adıyla holistik bakış açısı bir meseleyi anlamada veya ilmi çalışmaları doğru ve sağlam ilerletmek için hayati bir yere sahiptir. Özellikle Kur’an gibi bir kitabı yani hitap ve metin denkleminde kalan bir kitabı. Hatip-muhatap, zaman-mekan, vakıa, insanın durumu meselelerini ele alınca bütüncül okumanın da değeri anlaşılıyor. (Bu konuda Halis Albayrak’ın Kuran’ın bütünlüğü kitabına ayrıca Mustafa Öztürk ün Kur’an mealleri çalışmasına bknz.)
Bilginin bütünlüğü derken birbirinden bağımsız gibi görünen bir çok ayetin aynı şemsiye altında okunması ve değerlendirmesi gerektiğini iddia ediyoruz.Sözgelimi Kur’an’daki savaş ayetleri tamamen holistik bakış açısıyla okunmak zorundadır.Bunun aksi birçok meseleyi yanlış ,hatalı izah etmek olur. Zamanın mekanın değişmesini göz önünde bulundurursak tefsir de ki sebeb-i nuzülü anlamanın böylece Kur’an metodolojisini kurarken nelere dikkat etmemiz gerektiğinin tekrar idrakine varmış oluruz.
Bilginin bütünlüğü derken sadece bir kitaba yoğunlaşmayı da kastetmiyoruz. Mesela fi tarihinde kaleme alınan bir kitaptaki x maddesini anlamaya çalışıyor isek burada yapılması gereken o kitaptaki manayı yine kitabın içinde aramaktır. İkinci yöntem ise x maddesinin sözlüklerde geçen anlamına vakıf olmaktır. Daha sonra ise o dönemin insanlarının x maddesini nasıl anladıklarıdır. Burda ‘ne dedi?’ ve ‘ne demek istedi?’ altın kuralını da es geçmemek lazımdır.Ayrıca bu x maddesini araştırırken başka bilimlerden de yararlanmak tabiidir.
Felsefi bir meseleyi, sosyoloji ve psikolojiden ;dini bir meseleyi ise tarihten bağımsız okumamak gibi.
Kur’an’ı yine merkeze alarak meseleyi vuzuha kavuşturmak icap ederse, bir diğer misal Hz.Peygamber (a.s) ın örnekliği ve siyeri ile Kur’an arasındaki ilişkiyi kavramaktır.Hz.Peygamber, kur’an ı bize ileten Örnek İnsandır. Bazen bizzat kendisinin yaptığı amellerden dolayı Allah, ayet gönderek onu bazı meselerde takdir, bazı meselerler de ise tahzir etmiştir. Hz. Peygamberin kişiliği, ahlakı bilinmeden bu ayetlerin izahı çok güçtür.Abese suresi ve Ahzap suresi bu konuda verilecek örneklerdrndir. Yine sahabilerin durumu onların yaşadıkları vakıalar da anlama da önemli bir yer tutar.
Bir diğer mesele o dönemin sosyo- ekonomik durumuna vakıf olmaktır. Tarihsel durumu kavramak ile ancak doğru ve sağlam bir yol izleyebiliriz. Sözgelimi Kur’ an da bir çok yerde müşrikler, münafıklar, Yahudiler, Hristiyanlar dan bahsetmektedir. Bu gruplar hakkında bilgi sahibi olunmadan holistik bir okuma sağlanamaz. Onların toplumdaki konumlar, ekonomik durumları, entelektüel yönleri vs.
Bu kısa izah ile bilginin bütünlüğü ve Kur’an mevzuunu tartştık.Bilginin kendi içinde bütünlüğü taşıdığından başlayarak, kur’an üzerinden örneklerle izah etmeye çalıştık. Muvaffakiyet Allah’tandır.
Adı ve Soyadı: Habib BAYGIN
Öğrenci No: 14952703 (B.DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Konu: Bilgiinin Bütünlüğü
Bilimsel çalışmalarda kişi her hangi bir alanda çalışma yaparken çalışmasından bütüncül bir sonucun ortaya çıkması ve iyi meyve vermesi, “Bilgi Bütünlüğü”ne bağlıdır. Çalışmasına bütüncül bir bakışla giriş yapabilmesi de buna bağlı olduğu gibi. Bu bütüncül açı, kişiyi ilim ederken ve işlerken hataya düşmekten korur. İslam dinine müteallik gerek Kur’an, Sünnet gibi asli ilimler olsun gerek gramer, edebiyat gibi fer’i veya tamamlayıcı diğer ilimlerde olsun, bütün ilimlerin girizgahlarında o ilmin tanımı yapılırken “hata Yapmama” veya “Kişiyi Hata Yapmaktan Koruma” şeklindeki gaye-ı illiye’ye vurgu yapıldığını görmekteyiz. Onun için özellikle İslam kültür tarihinde, kadim bir gelenek olan medrese ilimleri öğrenme hiyerarşisine henüz maddi ve suri ilel’ler aşamasında bile fail ile’sinde bu gaye-ı illiye’ye hassasiyetle uyulduğunu görmekteyiz. Bu şuur ve ideal “Alim” kavramıyla benzeşmektedir. Zira Alim olmak bir ilmi sahada ihtisaslaşırken o saha ile lüzumlu irtibatı olan ilimlerde de yeteri oranda bilgi birikimini gerektirir. Tabi ki, bu vasfın fikri, ahlaki, içtimai gibi mütemmim yanları da vardır. Kişiyi, ilmi sahasında bilgiyi işlerken, pratiğe yansıtırken hataya düşmekten korur. Bilgi bütünlüğüne misal, bir kişi tefsir alanında ihtisaslaşmaya dönük bir çalışma yaparken mesela gramer, tarih, belağat, hadis ve senet gibi ilimleri bilmelidir.
Bilgi: Öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen gerçek, malumat, vukuf. İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat.
Kültür: Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü. İnsana ilişkin bir kavram olarak kültür, tarih içerisinde yaratılan bir anlam ve önem sistemidir. Bir grup insanın bireysel ve toplu yaşamlarını anlamada, düzenlemede ve yapılandırmada kullandıkları inançlar ve adetler sistemidir
Bilgi Bütünlüğü: Bir konuyu anlamlandırırken, yorumlarken, lazım olan bilgi şümulüdür. Ayrıca bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur.
Müslüman Kültürü: Tarihi seyir içerisinde İslam dininin Müslümanlara bıraktığı maddi ve manevi miras zenginliğidir. Bu zengin miras Müslüman olan bütün kavimlerin ortak eseridir. Müslüman kültürü ilmiyle, imanıyla ameliyle bir bütündür. Bu bütünlüğü ilim, irfan ve hikmet şeklinde formülize edenler de vardır.
Müslüman kültüründen ve pratik hayatından müşahhas bir misal vermek gerekirse; Müslüman’a yapılması farz olan bir şeyi, onu yerine getirebilmek için bilgi donanıma sahip olması üzerine farzdır. Farz olan namazı hakkıyla eda etmek için bu ibadetinin bütünlüğünü sağlayan erkan ve şartlarını bilmek ve yerine getirme de farzdır.
Kuran’ın muhatabı olan bizler Kuran’ın tefsiri ile ilgilenirken bilginin bütünlüğü Kuran’ın doğru anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Kuran üzerine araştırma yapan bir insan ele aldığı bir konuyu incelerken bütüncül bir anlayışla değerlendirmesi gerekmektedir. Kuran naslarının bütünlüğü konusu müfessir ve araştırmacıların görmezden gelemeyecekleri bir konudur. Zira Kuran dikkatle incelendiği zaman görülecektir ki onu oluşturan parçalar en küçüğünden en büyüğüne kadar birbiri ile bağlantılı bir yapı oluşturmaktadır. Bir başka ifade ile Kuran’ın parçaları yerine göre birbirini tamamlayan yerine göre birbirini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluşturmaktadır. Bundan dolayı eş-Şatıbi Kuran’ın bütünlüğü bağlamından hareketle sözgelimi namazın farziyetini sadece ‘namaz kılınız’ şeklindeki ilahi emirlerden değil namazla ilgili Kuran’da yer alan bütün delillerden çıkarmaktadır
Kuran tefsir edilirken bilginin bütünlüğünün ifade ettiği diğer bir anlam ise,yukarda anlatılan tarihi süreçte ortaya konan tefsir literatürü araştırılarak ve dikkate alınarak Tefsir çalışmalarının yapılmasıdır. Yani kuran yorumcusunun Kuran’ı doğru anlayıp anlamlandırması indiği dönemden günümeze kadar yapılmış çalışmaları incelemesi ilk muhatapların anladığı manaya ulaşması, yapılan çalışmaları araştırmasına bağlıdır. Yorumcu bu çalışma esnasında tarih içerisinde ayetlere Hz. Peygamber efendimizden ve sahabi neslinden itibaren müfessirlerin yapmış olduğu tefsirlerin, yorumların hangilerinin tarihi ve dönemsel ve yerel olduğunu ve hangilerinin evrensel ve tutarlı olduğunu tespit etme fırsatını elde etmiş olacaktır.
.
Sonuç olarak Müslüman ve İslami alanda ihtisas yapacak olan akademisyenlerin ve araştırmacıların bütüncül bir bilgi birikimine sahip olmaları gerekir. Çünkü İslami ilimlerin tamamı birbiriyle yakından ilişkilidir. Nitekim bütün İslami ilimlerin ana kaynağı Kuran ve ilahi muradın anlama ameliyesi olan Tefsir olunca Bilginin Bütünlüğü daha da önem kazanmaktadır. Zira diğer İslami ilimlerin tamamı ya kuranın anlaşılması için birer araç ya da Kuranı anlama tekniklerini öğretmeyi gaye edinmiş amaçlardır.
[1]Faruki, İsmail Raci, İslam Kültür Atlası, çev: M.Okan Kibaroğlu,Zerrin Kibaroğlu, İnkılab Yay.
[2] Demirci,Muhsin, Tefsir Usulü, İFAV, İstanbul 2013
Öğrenci Adı ve Souadı :Hacı Ekbar FERGANİ
Öğrenci No : 15922720
Bölümü :DOKTORA
Dönem :2015-16 güz
Konu :BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi sözlükde ‘öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile elde edilen malumat’ manasını ifade eder. İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre ise bilgi:”Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “Mâlum olanın, olduğu hâl üzere bilinmesidir.”
Bilginin bütünlüğü ise, bir konuyu anlamak ve anlamlandırmak için lazım olan bilgilerin tamamı demektir.Bu bilgiler o konu hakkında araştırmacının çağdaşları tarafından ortaya konan yeni bilgileri kapsadığı gibi daha önce ortaya konmuş bilgileri de içine almaktadır.
Diğer ilimlerde olduğu gibi, tefsir alanında da ilmi bir araştırma ortaya koyabilmek; o alanda yapılan çalışmaları araştırmak, Kur’ân’ın nazil edilmesinden günümüze kadar geçen tarih içerisinde, ortaya konulmuş olan mirası, bütüncül bir anlayışla değerlendirmekle mümkündür. Aksi takdirde yapılan çalışma, zan ve tahminlerden elde edilmiş nazariye olmaktan, başka bir anlam ifade etmeyecektir. Ayrıca meseleyi bütüncül bir yaklaşımla ele almak, bilgiyi elde ederken yanlış anlamlardan ve değerlendirmelerden kurtulmamıza büyük katkı sağlayacaktır.
Yüce kitabımız Kur’ân’ı bütüncül olarak değerlendirebilmek için, asr-ı saadetten günümüze kadar geçen zaman dilimini ele almak durumundayız. Asr-ı saadette Hz. Peygamber’in, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’ân bölümlerini muhataplarına okuduğunu, diğer taraftan manası anlaşılamayan hususları açıklayarak tebliğ ettiğini görmekteyiz. Peygamber(s.a.v.) bazı vesileler ile hem onlara anlayamadıkları ayetlerin manalarını açıklıyor, hem de ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini göstererek onlara rehberlik ediyordu. Dolayısıyla yüce kitabımız kur’an hem tefsiri hem de uygulanması yönünden en güzel şekilde ashaba aktarılıyordu.
Sonuç olarak : tefsir alanında çalışma yapmak isteyen meseleye bütünüyle yaklaşmak lazım. Böyle yaklaşımında ilk başta hadis, ashab-ı kiram, tabiin,ve tebei tabiin olmak üzere, günümüze kadar gelmiş olan büyük tefsir mirasını incelemek yer almaktadır. Yanı 23 yıllık vahiy sürecini,esbab-ı nuzül ve konu ile ilgili ayetlerin tamamını dikkate almak ve Kur’ân’ın nazil olmasından günümüze kadar,nesilden nesile Kur’ânı anlama ğayretlerinin sonucu olarak ortaya konan Tefsir litaratürünü dikkate almak gerekir.
İHTİLÂF HİKMET KIRATLI
DOKTORA/ 15922719
(الإختلاف)
Bir meselede ayrı ayrı görüşlerin ortaya çıkması anlamında terim.
Sözlükte “geride kalmak ve biri diğerinin yerine geçmek” anlamındaki half kökünden türeyen ihtilâf, masdar ve isim olarak “bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık” gibi mânalara gelir. Bütün bu anlamlarda çeşitli fiil kalıpları ve türevleriyle Kur’an’da birçok yerde geçen kelime hadislerde de aynı anlamlarda kullanılmıştır (Wensinck, el-MuǾcem, “iħtelefe” md.). Terim olarak ihtilâf, “söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutmak” demektir. Bedreddin el-Aynî ihtilâfı “her kişinin kendi başına bir görüşe sahip olması” şeklinde tanımlar. İhtilâf ve hilâf terimleri bazan benzer veya eş anlamlı olarak kullanılırsa da aralarındaki ince fark genellikle korunmaya çalışılmıştır. İhtilâfın daha çok “farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme” anlamı taşımasına mukabil hilâfın diğer görüşlere karşı bir tavır alışı ifade ettiği söylenebilir. Buna göre ihtilâf maksat aynı olmakla birlikte yöntemin farklı olmasını, hilâf ise her ikisinin de ayrı olmasını ifade eder. Bir diğer tanıma göre de delile dayanmayan aykırı görüşe hilâf, delile dayanana ise ihtilâf denmiştir .
Yaratılıştan olması bakımından “tabii ihtilâf” diye de adlandırılabilecek olan cinsler ihtilâfı varlıkların zatlarına ilişkin farklılıklardır. Bu tür ihtilâfın dünya ve âhiret nizamının esasını teşkil ettiğini belirten bazı âlimlere göre, “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir” hadisi (belli bir senedi bulunmayan bu söz için bk. Aclûnî, I, 64-66), ümmetin fertlerinin ilimler ve sanatlar konusunda farklı eğilimlere sahip olmalarını ifade eder.
Fıkıh ilminde ihtilâf icmâ ve ittifakın mukabili bir kavram olarak kullanılmakta, Kur’an ve Sünnet’in temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, “müctehedün fîh” denilen ictihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir. İhtilâfın sonuçları usûl-i fıkıhta çeşitli açılardan ele alınmış olup bu çerçevede aynı konuda farklı sonuçlara ulaşan müctehidlerden yalnız birinin mi hepsinin mi isabet etmiş sayılacağı, isabet etmeyenlerin günahkâr olup olmadığı (bk. İCTİHAD), mukallidin istediği ictihadı benimsemesinin yahut mezheplerin ruhsatlarını araştırıp uygulamasının cevazı ve yanlış ictihada uymaktan kaçınmak için ihtiyaten herkesin birleştiği şeyleri yapmanın müstehaplığı (mürâât-ı hilâf) gibi konular anılabilir.
İslâm tarihinde ortaya çıkan ilk ihtilâfın Sakīfe günü halife seçiminde yaşanan, bazı uygulamaları sebebiyle Hz. Osman’ın hilâfetinin son günlerinde ortaya çıkan, Resûl-i Ekrem’in vefat edip etmediği ve ardından nereye defnedileceği konusunda veya Hz. Peygamber’in ölüm döşeğinde iken tavsiyelerini yazdırmak üzere kâğıt kalem istemesi ve Hz. Ömer’in hastalığın etkisiyle bu istekte bulunduğunu söylemesi üzerine yaşanan ihtilâf olduğuna dair çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu ilk ihtilâf tartışmasının bütün İslâm toplumunu ilgilendiren ayrılıklar etrafında yapıldığı anlaşılmaktadır.
İslâmî ilimlerin teşekkül etmeye başlamasıyla fıkhî ihtilâfların bilinmesi fıkıh ilminin bir gereği olarak görülmüştür. İlmi icmâ ve ihtilâf olmak üzere iki kategoride ele alan İmam Şâfiî müctehidin muhalifini dinlemekten kaçınmaması gerektiğini, onu dinlemesi halinde farkında olmadığı şeylerin farkına varıp düşüncesini daha sağlamlaştıracağını belirtir (er-Risâle, s. 40). Ona göre müctehid, muhalifinin neye dayanarak görüş ileri sürdüğünü ve terkettiği görüşü niçin terkettiğini anlamak için gayret sarfetmeli ve insaflı olmalıdır ki kendi kabullendiği görüşün benimsemediği görüşten üstünlüğünü anlayabilsin.
Dinin fürû meselelerinde ihtilâf yasaklanmış değildir. Belli bir konuda insanların farklı durumlarına göre farklı hükümler koyan naslar bulunduğuna göre bu tür konularda görüş ayrılıklarına yol açacak ictihadın câiz olması imkânsız değildir. İhtilâfın tamamı kötü olsaydı şeriatın naslarda açıkça belirtilen ahkâmında ihtilâfın da câiz olmaması gerekirdi. Nasta emsali câiz olan ictihadda da câizdir (Cessâs, Aĥkâmü’l-Ķurǿân, II, 314).
Bülent EROĞLU
Doktora Öğrencisi
Tefsir Bölümü No: 15922722
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Bilgi, en basit tarifiyle, varlık hakkında insan zihninde oluşan şeydir. Terim anlamı itibarıyla ise; insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, öğrenme ve araştırma yolu ile elde edilen gerçeğe erişme olarak ifade edilmektedir.
Bilgi bütünlüğü: bir konuyu anlamlandırırken, lazım olan bilgi şümulüdür. Bilgi bütünlüğü; bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur. Dolayısıyla bilginin bütünlüğü denince akla şey, alt dallara ayrılan ve ayrıldıkça artışa neden olan bilgi verilerinin bütünden uzaklaşmamasıdır. Bilgilerin bir bütünün parçalarından müteşekkil olması, bir konuya farklı açılardan bakılmasını gerektirmektedir. Zira bir konuyu kâmilen anlamanın yolu, o konuyu bütün yönleriyle ele almaktan geçmektedir. Bu nedenle, bilgiyle özdeş olan ilimler de aynı şekilde kendisini oluşturan cüzlerin ele alınması ile kâmilen anlaşılabilir. Dolayısıyla bilimsel çalışmalarda şümullü bir çalışmanın ortaya konması yararlanılan bilgi bütünlüğüne bağlıdır. Bu bütüncül bakış, elde edilen sonuçların mümkün olduğunca hatadan uzak olmasına katkı sağlayabilecektir.
İslami bilgiye gelince, hakikatin vahiy, akıl, tecrübe yoluyla kavranması olarak tanımlanabilir. Zaten bu bağlamda islami ilimler akli ve nakli olmak üzere iki kısma ayrılmış, Kur’an ve Sünnete dayalı ilimler, nakli ilimler; müspet verilere dayalı ilimler ise akli ilimler olarak sınıflandırılmıştır.
Kur’an ve sünnet ile başlayan İslami ilimler; hicri 2. asırda tedvin edilmiştir. Bu dönemde belli başlı ilim merkezlere oluşmuş ve bu merkezlerde ilimler tedvin işleminden sonra bölümlere ayrılmış ve bilahare tefsir, hadis, fıkıh, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edilmiştir.
Dolayısıyla kaynak olarak bir olan bu ilimler, daha sonra ihtisas alanları haline gelmiştir. Ancak bu ihtisaslaşma, bu ilimleri birbirlerinden koparmadığı gibi sürekli birbirlerine müdahil olmuşlardır. Müfessirler aynı zamanda muhaddis ya da fakih olabiliyordu. Dolayısıyla tefsir faaliyetinde bulunan âlim diğer ilimlere de hâkim idi.
Bu bakımdan, tefsir, fıkıh ve hadis ilimlerini birbirlerinden bağımsız ve ayrı düşünmenin imkânı olmayacağı gibi bu ilimlerin birbirinden kopuk olarak ortaya koyacakları eserler eksik olacaktır.
Sonuç olarak elde edilen bilginin çokluğu ve karmaşıklığı karşısında bu verilen bütüncül bir şekilde değerlendirilerek somut faydalar sunmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Bu da bilginin bütünlüğünü gerekli kılmaktadır. Yoksa çok fazla, sınırları belirsiz, karmaşık ve bir netice ortaya koymayan bilgi verisi pratikte bir anlam kazanmayacaktır.
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
Abdulalim DEMİR
Tefsir doktora öğrencisi
Öğrenci No:149 227 50
Bilimi, bilim insanları
tarafından inşa edilen bir duvara benzetirsek, bilgi parçaları bu duvarı
oluşturan tuğlalara benzer. Bilim insanının, tabiatta saklı tuğlaları ortaya
çıkarıp, onlardan yeni bir duvar inşa ederken, tuğlalar üzerinde diğer
insanlardan detaylı düşünmesi beklenir. Bu sebeple bilginin tarifi, ilmî
çalışmadan önce gelmektedir. Eğer ilmî çalışmaya başlarken, kendi tarifinizi
yapmıyorsanız, genel-geçer bilgi ve bilim tariflerini zımnen kabul etmiş ve
kullanıyorsunuz demektir. Bu durumda, yapılan ilmî çalışma, konusu ne olursa
olsun, bu bilgi ve bilim anlayışına hizmet eder. Günümüzde kabul gören bilgi ve
bilim anlayışı Aydınlanma felsefesi tarafından şekillendirilmiştir.
Geçmiş yüzyıllarda gerek İslâm âleminde, gerekse diğer coğrafyalarda varlık bir bütün olarak ele alınmış; ilim adamları ve mütefekkirler, matematikten fiziğe, tıptan astronomiye varlığın her alanıyla ilgilenip, insan ve kâinat arasındaki münasebetin bütünlüğüne vurgu yapmışlardır.
İlk bakışta birbiriyle alâkasız
konularda gibi görünen bu eserlerin, aslında varlığın bütüncül bir şekilde
algılanmasından dolayı birbiriyle iç içe ve entegre olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bu durum Aydınlanma dönemine kadar devam etmiştir.
Bilimlerin giderek daha fazla
alt-dala ayrılması, ilerlemenin en önemli kıstası kabul edilmiştir. Bu bilim
anlayışında, varlığı anlama adına daha detaylı konular çalışılıp derine
inilirken, varlığın birbiriyle, en önemlisi de insanla olan bağlantısı ihmal
edilmektedir. Neticede varlık âlemi bir bütün olarak görülememekte, elde edilen
"parçalanmış bilgi", teknolojiyi ilerletme dışında insanoğlunun pek
de işine yaramamaktadır.
Aslında bilimlerin dallandırılması
menfî bir şey değildir. Elbette, bilim ve teknoloji ilerledikçe bu olacaktır.
Burada önemli olan husus, izlenecek yolun bütünden uzaklaşmaya yol açmamasıdır.
"Bütün"le olan mânâ münasebeti koparılmadan çalışılacak yeni bilim
dalları, bizi varlığın yaratılmasında, Allah (cc)’ın ilim, kudret, hikmet ve
sanatını mikro ve makro âlemlerde müşahedeye götüreceğinden, müspet neticelere
vesile olacaktır.
Son yıllarda bu durum, başta Batı
olmak üzere, dünyada yaygın şekilde tenkit edilmeye başlanmış ve bunun
neticesinde, farklı bilim dalları arasında etkileşimi ifade eden
"disiplinler-arası çalışma" kavramı ortaya çıkmıştır. Yani iktisat
tarihle, tarih sosyolojiyle daha yakınlaşır olmuştur. Aynı şekilde fizik, kimya
ve biyoloji de birbirlerine giderek daha fazla yaklaşmıştır. Meselâ fizik,
kimya, biyoloji gibi farklı sahalarda, çalışmalar nano-teknoloji boyutunda
yürütüldüğünde, bu bilimler arasındaki sınırlar kalkmaktadır. Dolayısıyla, eğer
varlık âlemine, Allah (cc) hesabına bakmayı başarabilirsek, ilimler arasındaki
bu yakınlaşma bizi bütüncül bilgiye götürecektir.
Günümüzde ilmî çalışmalar,
varlığın daha küçük parçasına ait bilgi edinmek mânâsına gelen
"parçalanmış bilgi" yerine, daha "bütüncül bilgi"ye
(holistic knowledge) doğru değişim göstermektedir. Bu ise, fiziki âlemin daha
bütüncül bir şekilde incelenmesi ve anlaşılması neticesini doğurmaktadır. Bir
başka ifadeyle, bugüne kadar yan yana incelenmesi "bilimsel" kabul
edilmeyen üç temel varlığın, yani insan, dünya ve uzayın bir arada ve bir bütün
olarak incelenmeye başlanması mânâsına gelmektedir. Tıpkı İbn Sina ve
çağdaşlarının zamanında olduğu gibi. Oysa bu hakikat, Peygamber Efendimiz (sav)
tarafından "ilmin kapısı" yani referans/başlangıç noktası olarak
vasıflandırılan Hz. Ali'nin (ra): "İlim bir nokta idi, onu cahiller
çoğalttı." sözüyle asırlar önce ifade edilmişti.
Modern bilim, varlığı araştırmaya
yanlış bir "nokta"dan başlamıştır. Günümüzün "Yeni
İnsan"ına düşen en önemli vazifelerden biri, bütüncül bilgiyi oluşturmak
ve "nokta"yı tekrar elde etmektir. Bu açıdan üniversite ve araştırma
merkezlerinin en temel misyonu, Aydınlanma felsefesinin ürünü olan eski bakış
açısını devam ettirmek ve yaşatmak değil; varlığın üç temel kategorisi olan
insan, dünya ve kâinatı, Allah (cc) adına yorumlamak olmalıdır.
Bilginin Bütünlüğü
Adı ve Soyadı: İdris Sami Sümer
Öğrenci No: 14922749 (B.DOKTORA)
Dönem: 2015/2016 GÜZ DÖNEMİ
Konu: Bilginin Bütünlüğü
Yaratan ile yaratılanlar arasındaki epistemolojik farklardan birisi, parçayı ve bütünü okuma ve değerlendirme farkıdır.
Yaratıcının ilmi her şeyi kuşattığı için her şeyi doğru okur ve mutlak hakikati ifade eder. Yaratılanlar ise bütünü okumaktan acizdir. Bütünün okunamaması sorunu biz insanlar için çoğu zaman hatalı yargılar ve sonuçlar peyda eder.
Esasen bu problem, sadece insan cinsi için değil şeytan ve melekler için de geçerlidir. Kur’an-ı Kerim’in verilerine göre insanın yaratılış aşamasında ve vücuda gelmesinde üç farklı sınıf değerlendirme okuması yapmış ve parçacı okuma üçünü de yanıltmıştır. Melekler, muhtemelen insan cinsinin hammaddesinebakarak bu yeni varlığın maddi yapım taşları olan karbon, demir, bakır vb. maddelerden insanı değerlendirmeye kalkmışlar ve yanılmışlardır. Şeytan da insanı ve onun yapım taşlarını okumuş ve insanın değerini takdir etmekte yanılmıştır. İnsan (Adem ve Havva) yaratıldıktan sonra kendilerine verilen görev ve değeri parçacı okumuş ve onlar da yanılmışlardır. Allah Teala, insan, melek ve şeytan arasında dönen bu süreçte olayları bütün okuyan olduğu için karar ve hükmünde yanılmamıştır.
Bilginin bütünlüğü ifadesi insan cinsi için oldukça zor bir durumdur ama elde edilmeye değer önemli bir nimettir. İnsanlar, olay ve olguları kendi çevrelerinden, durdukları yerlerden, bilgi, birikim ve tecrübelerinden okurlar. Bu durum insan cinsi için zamanın, mekanın ve şartların getirdiği tabii bir zorunluluktur. Fakat insanın potansiyeli durmaya ve duraklamaya değil ilerlemeye ve genişlemeye kurgulanmıştır. Kâinat nasıl her geçen zaman genişleyip ilerliyorsa[1] insan da iradeli varlık olarak bunu başarabilir.
Kendi zindanlarını yıkabilen insanlar, ilim ve bilim faaliyetlerinde bütüncül okumaya en fazla yaklaşan insanlar olur. İnsan kendini ( ve düşüncelerini) merkeze koyar ve çevreyi kendi merkezinden okursa değerlendirmelerinin çapı ve doğruluğu ancak kendi merkezinin kalibresi kadar olur. Fakat kendini merkeze almak yerine hakikati merkez edinirse bilgi, söylem ve eylemlerinin parçalı hali bile hakikat bütününden bir iz taşır. Burada Celalettin Rumi’nin insan ve çevre üzerine verdiği bir metaforu zikretmek istiyorum. Bir gün bir süvari atıyla yolculuk yaparken çamurluk bir alandan geçerler. At bir ayağını çamura basar ve çamurda atın ayak hacmi kadar bir çukur oluşur. Bu çukura sızıntıyla su birikir ve çukur su ile dolar. Biraz sonra bir saman çöpü rüzgarın tesiriyle çukurdaki suya düşer. Bir karınca bu saman çöpünün üstüne biner ve çukurdaki suya bakarak şu ifadeyi kullanır. ‘Şu deryalara bak ve seyret.’
Gerek tabi bilimlerde gerekse metafizik ilimlerde insanların elde ettiği bilgi birikiminin bilginin bütünlüğünde ne kadar yer kapladığı insan zihninde sürekli durması gereken bir filtre olması lazım. Olay, olgu ve parametreleri parçalı ve tarafgir okumalarla değil bütüncül okumalarla değerlendirmek gerekir. Çünkü bütün herkesin, parça bizimdir. Bizim olanı paylaşmak esas, dayatmak haramdır.
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ
A.
BİLGİ VE BİLİM
KAVRAMLARININ İÇERİĞİ
A.1. Bilginin Kavramsal İçeriği
Bilgi, kendi varlığının
farkında olan insanın, kendisini, kendi iç dünyasında ve etrafında olup
bitenleri, evreni anlama ve anlamlandırma çabasının sonucu olarak, bilinçlilik
halini doğuran bilme faaliyetini anlamlı kılan, bilme eyleminin karşılığı olan
her şeydir. İnsanın varlığını sürdürebilmesi, '' bilme ''sine bağlıdır. ''Bilme''
de ancak ''bilgi'' ile gerçekleşebilir. İnsanın insanlığını gerçekleştirmesi
de, kültür ve uygarlık yaratması da, ancak bilgi ile mümkün olabilir.
İnsan, özne olarak bilen
ve bilmeyi isteyen bir varlıktır. Kendini ve kendisi dışındaki şeyleri,
nesneleri bilmek ister. Çünkü nesneler bilinmesi gereken şeylerdir. Öyle ise,
nesne araştırılan şeydir, yani insan bilgisinin konusudıur. Dolayısıyla bilgi,
özne ile nesne arasında kurulan bir bağdan doğmaktadır. İnsan bu bağı, bilgi
edimleri (fiil/act) ile kurar. Yani bilgi özneden nesneye, insandan
nesneye doğru yönelen bilinçlilik halidir. Bilgi fiilinin olabilmesi için
öznenin bilgi konusuna yönelmesi şarttır. Çünkü yönelme olmadan bilgi olmaz. Bilginin
elemanları, özne, nesne, öznenin duyularla elde ettiği duyu verileri, onların
soyutlanmasından elde edilen kavramlar ve bu kavramlardan kurulan yargılardır.
A.2. Bilimin Kavramsal İçeriği
Kaynak ve aidiyet
açısından açısından bilginin sağlamlığı, güvenilir ve sağlam bilgiye
ulaşabilmenin ön kuşulu gibidir. Bilimsel bilgi, birikimli bir bilgidir ; bütün
bilim dallarında daha önce oluşmuş birikimin üzerine yeni bir şeyler ilave
edilerek yeni bilgiler, teoriler üretilir. Her bilim adamı, tutarlı ilmi
faaliyet için, öncelikle sahip olduğu, üretim için esas alacağı bilginin
kaynağını iyi bilmek zorundadır. Çünkü, kaynağı bilinmeyen bilginin içerik
bakımından sağlıklı bir değerlendirilmesini yapmak her zaman mümkün olmaz.
İçerik açısından bilginin
sağlam olup olmadığı tespit edilmeden, bilginin bilimselliğinden söz etmek
mümkün değildir. Müslümanlar, on dört asırlık zaman diliminde, hayatın bütün
alanlarından hiç de küçümsenemeyecek bir birikim oluşturmuşlardır. Bu birikimin
her ne kadar Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis gibi üretildiği alanların bir kısmı
belli ise de, bu dar alanlarda bile, malumat-bilim ayrımını gerçekleştirebilmek
pek mümkün değildir. O halde “doğru yöntem”, bize, ulaşabildiğimiz bilginin
içerik açısından vahyi bilgi-beşeri bilgi şeklinde tasnifi işimizi büyük ölçüde
kolaylaştırmaktadır. Bu durumda, beşeri bilginin içeriğinin sağlamlığının
araştırılmasının önünde hiçbir engel kalmamaktadır.
Kavramların güvenilirliği
sorunu, İslam Düşünce Tarihi'nin en temel problemlerinden birisidir. Özellikle
toplumsal boyut taşıyan kavramların, mezheplere, gruplara, cemaatlere verilen
isimlerin tarihsel akış içerisinde nasıl anlam değişikliklerine uğradıkları, ve
nasıl keyfi olarak kullanıldıkları zaman zaman gözden kaçırılmıştır. Bunun
sebebi, belki de '' süreç '' mantığının çok fazla önplana çıkmayışı olabilir.
İslam Bilimleri dediğimiz bütün alanlarda, öncelikle kavramlar konusuna özen
göstermek, İslam Düşüncesinin tarihi seyrini anlamayı kolaylaştıracağı gibi,
Müslümanların bilim dünyasına yapmış oldukları katkının ortaya çıkmasına da
imkan sağlayacaktır.
Nesnel olgu-nesnel olgu
arasındaki ilişkinin gözardı edilmesi, zaman, mekan ve fikir kaynamasının
farkında olunmaması, müslümanların mevcut birikimini doğru değerlendirmeyi
güçleştiren bir husustur. Hiçbir fikir, görüş ve düşünce boşlukta doğmaz; her
fikrin mutlaka sosyal, siyasal, teolojik, felsefi vb. dayanak noktaları, ya da
beslenme kaynakları ve oluştukları ortamları vardır. İslam Bilimlerinin hangi
dalında araştırma yapılırsa yapılsın, kavram konusuna ve '' olay-olgu '' ilşkisine
dikkat edilmediği sürece, geçmiş hakkında doğru bilgi sahibi olmak, pek mümkün
olmayacaktır. Bu da ancak, İslam Bilimleri alanında metodoloji konusunda bir
ortak paydanın sağlanması ile gerçekleştirebilir.
B. İSLAM BİLİMLERİNİN TANIMI
İlim genel anlamda,
kendine özgü hedefleri, temel önermeleri, araştırma alan ve yönetmeleri olan ve
bir disiplini oluşturan düzenli bilgi şeklinde tanımlanır. İlk dönemlerde
Müslümanlar tarafından başlangıçta parça parça ve belli konularda düzensiz bir
şekilde ortaya konulan bilgilerin veya ilmi faaliyetlerin, daha sonra kendine
özgü hedefler ve temel önermeler oluşturarak ve belli yöntemler kullanarak
düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi disiplinlere dönüşmesiyle islam bilimlerinin
kurumsallaşmaya başladığı görülmektedir. Başka bir deyişle islam bilimi veya
bilimlerinin doğası ve tarzı bu aşamadan itibaren kendi öz kimliğine ve farklı
karakterine kavuşmaktadır. Dolayısıyla islam bilimleri temelinde amacında
yaklaşımında alanına ve tutumunda kendine özgüdür. Aslında müslümanların sadece
İslam’ı anlamaya-yorumlamaya- savunmaya- yaşamaya yönelik ilmi faaliyetlerde
bulunmadıkları buna ilaveten insan kapasitesinin kavrayabildiği bütün bilgi
alanlarına yöneldikleri ve her alanda ilmi faaliyette bulundukları bir
gerçektir. Genel anlamda belli metotlar kullanarak elde edilen savunulabilir
sistemli bilgi için kim tarafından üretilirse üretilsin herhangi bir nitelemede
bulunmaksızın ilim veya bugünkü tanımıyla bilim kavramı kullanılabilir. Bu
anlamda bilim evrenseldir ve tüm insanlık için ortak kullanım sahasına
sahiptir.
İslam bilimleri olarak
görülebilecek disiplinler kelam, fıkıh ve fıkıh usulü, tefsir ve hadistir. Bu
bilimler, din olarak doğrudan İslam’a ait inanç, ibadet, ahlak, haram-helal konularını incelemektedir.
Hz. Peygamber’in hayatı (siyer) ve sonraki islam tarihi, tarih boyunca ortaya
çıkan düşünce ekollerini inceleyen mezhepler tarihi, islam bilginlerinin
hayatını ele alan rical tarihi ve dini metinlerin anlaşılmasında kullanılan
arap dili ve belağatı islam bilimleri çerçevesine dahil edilmektedir.
C. İSLAM BİLİMLERİNİN TASNİFİ
İslam düşüncesinde
bilimlerin tasnif edilmeye başlandığı 3. asrın sonları ile 4. asrın başlarına
kadar pekçok siyasi ve itikadi mezhepler oluşmuş ve farklı görüşleri
destekleyen çok sayıda kelami eser kaleme alınmıştır. İlimlerin tasnifinden
önceki dönemde yazılan eserlerin büyük bir kısmı hadis, fıkıh ve kelamla
ilgiliydi. İlim kavramının sıklıkla kullanıldığı ve merkezi bir yer işgal
ettiği eserleri başında hadis literatürü gelmektedir. Esasen ilk dönemde ilmin
kapsamına Kur’an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin
girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları hadis taraftarlarınca ilim kavramıyla
daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, kelam ve tefsir terimleri daha
sonraki dönemlerde bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını
kazandılar. Aristo’nun eserlerinin arapçaya tercümesiyle birlikte islam
dünyasında sistemli dini bilginin dışında müslümanlara ait olmayan biliginin
varlığı anlaşıldı ve felsefe ve diğer yabancı bilimler de “ilimler” sınıfına
dahil edilidi. Bu sayede önceleri islam dini hakkındaki bilgiler anlamında
kullanılan “ulûm” terimi, bilimler ve ilmi disiplinler manasına gelmeye
başlamıştır.
Nakli/dini İlimlerden
tesfir, esas itibariyle Kur'an ilimleri denilen çeşitli disiplinlerin birikimi
üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir ilmi için bir bakıma usule
ait disiplinlerdir. Tesir ilmi literatürü, kendi içinde rivayet ve dirayet tefsirleri
olmak üzere iki kategoride değerlendirilmiştir. Hadis ilmi de rivayetü'l-hadis
ve dirayetü'l-hadis (ulümü'l-Hadis) şeklinde ikiye ayrılır. Ulümü'l- Hadis
tabiri, Kur'an ilimleri gibi Hadis usülünün temel disiplinlerini
oluşturmaktadır. Fıkıh İlmi, şeri-ameli hükümlerin furu denilen ayrıntılı
kısmını incelerken fıkıh usülü, bu feri hükümlerin kesinlik ifade eden icmali
delillerden nasıl çıkarılacağını ortaya koyar. Fıkıh usülü içinde alt
disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve feraiz gibi disiplinler de vardır.
Usülü'd-Din de denilen Kelam ilminin bölümleri ise, zaman içinde felsefeyle iç
içeliğinin sonucu olarak felsefi ilimleri andırır biçimde şekillenmiştir.
D. İSLAM BİLİMLERİ (ÖZELDE TEFSİR, HADİS VE
FIKIH)’ NİN TARİHSEL BAĞLAMDA DEĞERLENDİRİLMESİ
Dini İlimlerin omurgasını oluşturan tefsir-hadis-fıkıh sahasındaki ilmi faaliyetler
Medine döneminde ve Emevi çağının başlangıcında, temelde Kur'an ve Sünnet
üzerindeki incelemelerle başlamıştı. Emevilerin sonları ve Abbasilerin birinci
döneminde, alimlerin çoğunluğu, dini ilimlerle meşgul oldu. Bu asırda iki tür ekol
ortaya çıktı. Birinci grubun ilmi çalışmalarında, nakilcilik ve mevcut ilmi
birikimi öğrenip aktarmak hakim idi. Bunlara Ehl-i Hadis denirdi. İkinci grubun
çalışmalarında ise, yeni görüşler ve akli temellendirmeler üretme anlayışı
hakimdi. Bunlara da akılcı denirdi. İslam bilimleri, bu iki ekolün gayretleri
ve çalışmalarıyla oluşmaya başladı.
Bu sebeple İslam düşüncesinde
yaklaşık h.143 yılı İslam bilimlerinin oluşmasının ve tedvin faaliyetinin
başlangıç tarihi olarak belirlenmiştir. H.136-150 yılları arasında hilafet
makamında oturan Abbasi halifesi Mansur döneminde bizzat devletin gözetiminde
başlatılan faaliyetlerdir. Bu çalışmalar, Mansur sonrası İslam toplumunun
sosyal ve düşünsel hayatının yaklaşık bir asrına damgasını vurmuştur. Bu bir
asrı aşkın hummalı düşünsel faaliyet dönemi Tedvin Asrı olarak
adlandırılmaktadır. (Eğer tedvinden sırf bazı meseleleri kaydetmek kastedilirse
bunun için oldukça gerilere, ilk halifelerin ve Allah'ın Resulünün dönemine
gitmek gerekir.)
Tedvin faaliyetinin
başladığı belli başlı ilk şehirler veya kültür merkazleri Mekke, Medine, Şam, Basra,
Kufe ve Yemen'dir. Ellerinde yazılı belgeler ve zihinlerinde İslam mirasını
taşıyan alimler, daha çok buralarda toplanmışlardı. Ancak onların sahip olduğu
miras, belli konulara göre ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış
düzensiz bilgi, haber ve yorumlardan oluşuyordu. Bu alimlerin çalışmalarıyla,
bu bilgi birikimi ele alınarak konularını konularına göre ayrılmaya ve düzenlemeye
başlandı. Bu düzenleme ve sınıflandırmalar sonucunda, mevcut bilgiler tefsir,
hadis, fıkıh, kelam, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edildi. Alimler, bu
dönemde hakim olan bir yöntem olarak, '' hafızalardan ve ellerindeki tertip edilmemiş
sahih sahifelerden rivayette bulunmak suretiyle bu ilimleri oluşturuyorlardı.
Bu dönemde alimlerin ellerinde bulunan yazılı metinler, düzenli ve gereken konu
bütünlüğü, gözetilerek yazılmış metinler değildi. Burada önemli olan husus,
ilmin üretilmesi değil, ilmin tedvin edilmesi ve bablara ayrılmasıdır. Bu
yüzden ilmin tedvininden şu anlaşılmaktadır: Ortada teşekkül etmiş, hazır bir
ilim vardır. Tedvin yapacak (=müdevvin) alime düşen görev; neredeyse bu ilmin
toplanması ve sınıflandırılmasıyla sınırlıdır. İlim kavramı o dönemde genellikle
hadis ve ona bağlı tesfir ve fıkıh için kullanılıyor idiyse de lügat, meğazi ve
benzeri yardımcı bilim dalları için de ilim ifadesi kullanılabilir. Bu bağlamda
temelde ortak zemin ve çerçeveye sahip disiplinler bu dönem itibariyle belli
başlı kategorik disiplinler haline gelmiştir.