BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
AÇISINDAN TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHLERİNİN MÜTALAASI 01.04.2018
Hüseyin
YILDIRIM
Doktora
2017-2018 Bahar Dönemi
Öğrenci
No: 17922734
Genel olarak konunun mütalaasını
yapmadan önce başlıktan da anlaşılacağı üzere öncelikle tarih, tarih bilimi,
bilgi ve bilgi çeşitleri nedir? Bunları izah etmeye çalışacağız. Akabinde de
İslâmî İlimler perspektifinde Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin tarif ve tarihleriyle
ilgili bilgiler verip, bilginin bütünlüğü açısından değerlendirmesini
yapacağız.
İnsan topluluklarının geçmişte
meydana getirdikleri olayları, birbirleriyle olan ilişkilerini, sosyal ve
ekonomik durumlarını, yer ve zaman göstererek, sebep sonuç ilişkileri
içerisinde, belgelere dayalı olarak, objektif bir biçimde inceleyen sosyal
bilim dalına "Tarih" denir. Geçmişten günümüze kadar
insanların sosyal, iktisadi ve siyasal faaliyetleri, meydana getirdikleri
kültür ve uygarlıklar vb. konular, beşeri bilimlerden birisi olan tarihin konusunu oluşturmaktadır.
Sosyal bilimlerin temeli sayılan tarih, milletlerin hafızası durumundadır.
Tarihini bilmeyen milletler bugün ve gelecekte karşılaşacakları problemlere
çözüm bulmakta zorlanmaktadır.
Geçmişteki
insan topluluklarının yaşayışlarını, kültür ve uygarlık alanındaki
ilerlemelerini, savaş ve barışlarını, sosyo-kültürel yapılarını neden-sonuç
ilişkisi içerisinde, yer ve zaman belirterek, objektif olarak ve belgelere
dayandırarak inceleyen bilim dalına "Tarih Bilimi" denir.
Burada Tarih Biliminin
yönteminden de bahsetmek gerekiyor. Bir sonuca ulaşmak için bilim ve mantığa
uygun biçimde yapılan araştırma şekline yöntem denir. Tarih biliminin yöntemi ise kendisine özeldir. Her
bilim dalı mutlaka bir yöntem kullanmak zorundadır. Sosyal bilimler ve fen
bilimlerinin yöntemleri birbirinden farklıdır.
Fen bilimleri; gözlemlere, deneylere, laboratuvar ölçümlerine,
formüllere, kural, yasa ve sonuçlara dayalı bir yöntem kullanır. Sosyal bir
bilim olan tarih biliminin kullandığı yöntemler ise geçmişte yaşanmış ve bitmiş
olayları konu edinir. Bu nedenle geçmişte yaşanmış olayları yeniden deneye tabi
tutmak ve olayla ilgili genel kanunlara ulaşmak mümkün değildir. Ayrıca
geçmişteki bir olayın aynı şartlarda tekrarlanması da imkânsızdır. Tarihi,
bilim hâline getiren araştırıcılığı ve sorgulayıcılığıdır. Tarihin yöntemi, tarihî olayları
inceleyerek anlamak ve açıklamaktır. Tarihi olaylar hakkında doğru bilgi
edinmek ancak o dönemden kalan ve olaya tanıklık edebilecek belge ve bulguların
değerlendirilmesi ile mümkündür. Bu değerlendirmede sistematik bir yöntem
izlenir.
Tarih ve Tarih Bilimi ile
ilgili genel değerlendirmeden sonra Bilgi Nedir? Bilgi çeşitleri nelerdir?
sorularına cevap bulacağız. İnsan aklı sayesinde elde ettiği bilgilerle
mağaralardan, kerpiç binalara ve oradan da gökdelenlere ulaşmış ve buralarda
yaşamaya başlamıştır. Önceleri seyahatlerini yürüyerek yapan insan daha sonra
kendinden daha güçlü ve hızlı koşan hayvanlardan yararlanmış, tekerleği,
otomobili, treni, uçağı son olarak da uzay araçlarını icat etmeyi başarmıştır. Bilginin ne olduğu konusunda çok çeşitli görüşler vardır. Bunlardan
en yaygın ve kolay anlaşılır olanı ile konuya başlayabiliriz. İnsan, duyu
organları yoluyla yaşadığı çevreyi ve evreni algılar. Bu algılamada
"özne" (suje) ve "nesne "(obje) adı verilen iki temel unsur
vardır. Özne, bilen, yani insan; nesne ise bilinen, yani varlıklardır. Bilgi,
çoğu zaman bilen özne ile bilinen nesne arasında kurulan ilişki sonucunda
ortaya çıkan ürün olarak tanımlanır. Bu tanımlamada geçen özne, aktif bir
tavır sergileyen insan; nesne ise öznenin yöneldiği pasif durumdaki varlıktır. Ayrıca
bilgi aktı (bağ) da algılama, düşünme, anlama, açıklama gibi faaliyetleri ifade
eder. Aktif bir tavır sergileyen insan bilinçli ve amaçlı bir biçimde bir
nesneye yönelir, onu kendisine konu yapar. Özne ile öznenin yöneldiği bu nesne
arasında bilgi aktı ilişkisi kurulur ve bu ilişki sonucunda da bilgi oluşur.
Öznenin amaçlı yönelimi sonucunda,
özne ile nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şeydir
bilgi. Nesnelere yönelen özne onlar üzerine düşünerek, zihinsel bir
etkinlik geliştirir. Bu etkinlik sonucu kavramlara ve kavramlardan da önerme ve
çıkarımlara varılır. Bilgi aktı, özneden objeye bilinç etkinliğidir. Bilgi
aktları algılama, anlama ve açıklama şeklinde olabilir. Algılama aktı, somut
nesneler üzerinde yapılan duyu deneyleri sonucunda elde edilir. Anlama aktı,
doğruyu bütünüyle sezgisel ya da zihinsel anlamadır. Açıklama aktı, bir şey
hakkındaki ilk bilgiden yola çıkarak son bilgiye
ulaşma çabasıdır.
Burada biraz Dînî bilgi üzerinde
durmak istiyoruz, Din; Tanrı'yı, evreni, toplumu ve insanı açıklayan inanç
sistemidir. Bir inanç sistemi olarak din, Tanrı inancına dayanır ve hem insanın
iç yaşamını, hem de toplumsal yaşamı düzenler. Dînî bilgi, bilenle bilinen
arasındaki bağın, itikatla, inançla kurularak elde edilen bilgi türüdür. Fizik
yasalarının ötesinde bir yaklaşım olduğu için metafizik (fizikötesi) bilgiler
olarak da değerlendirilir. Dînî bilginin temel mantığı; evreni ve beni
yaratan aşkın varlık (genellikle Tanrı) en doğru bilgiye
sahiptir biçimindedir. "O hâlde doğru bilgi için onu dinlemeliyim,
ona yönelmeliyim." düşüncesi ortaya çıkar. İnanç esasına dayanan dînî
bilgi dogmatiktir. Yani dogmalar (inaklar), tartışılmaz, bunların doğruluğundan
kuşku duyulamaz. Bu açıdan dînî bilgiler mutlaktır. Ancak mutlaklık o inanç sistemine
inananlar arasındadır. Bir başka inanç sistemi için yine ve ancak kendi
inançları mutlak, değişmez ve tartışılmazdır. Dînî bilginin doğruluk değeri
nesnesine uygunlukta ya da doğaya uygunlukta aranmaz. Doğa, dînî bilgiye
uymuyorsa, yanlış o bilgide değil, doğanın kendisinde aranır. Dînî bilgi,
sistematiktir. Dünyaya özgün bir bakıştır. Kendi içinde mantıksal bir
tutarlılık taşımaktadır. Ayrıca düzenleyici, yaptırım gücüne sahiptir.
Genellikle örgütlüdür.
“Tarih” ve “Bilgi” hakkında
genel bilgiler verdikten sonra İslami
İlimlerden Tefsir hakkında bilgi vereceğiz;
Sözlükte
"açıklamak, beyan etmek" anlamındaki "fesr" kökünden
türeyen tefsir, "açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki
kapalılığı gidermek" demektir. Kur'an-ı Kerim'in yorumu için
"fesr" veya aynı anlamda "tefsire" kelimeleri kullanılırsa
da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir Kur'an'ı anlama ve açıklamaya yönelik
faaliyetler bütünüdür. Kur'an anlaşılmadıkça uygulanamaz. Uygulanmadıkça da
İslam'a göre insanların yaratılış sebebi olan Allah'a kulluk, O'nun rızasına
uygun bir hayat gerçekleşemez. Kur'an'ı anlamak, Allah'ın ne demek istediğine
ulaşmak için yapılan çabalar iki kelime ile ifade edile gelmiş olup bunların
ilki aynı zamanda bir ilmin adı olan "tefsir", ikincisi de "te'vil'dir. Tefsir kelimesi "maddi bir şeyin üstünü açıp ortaya
çıkarmak" manasına da gelmekle beraber daha ziyade "manayı açmak,
açık hale getirmek" anlamında da kullanılmaktadır. Kelimeye bu manada
Kur'an'da da yer verilmiştir. Kur'an'ı doğru anlamak ve tefsir etmek için en önemli şart, onun Allah
kelamı olduğunu ve kendisine özgü bir yapısının bulunduğunu kabul etmektir.
Kur'an'a beşer kelamı gibi yaklaşma onu anlamanın ve doğru tefsir etmenin
önündeki en önemli engeldir. Allah Kur'an'ı, vasıfları yine bizzat Kur'an-ı
Kerim'de ortaya konan muttakiler için hidayet rehberi olarak göndermiştir. Tefsir ilminin mahiyeti bütünüyle
Kur'an ayetleridir. Tefsir Kur'an'ın bütün ayetlerini ve kelimelerini tetkik
konusu yapar. Tefsir ilminin gayesi, dünya ve ahirette selamete ve mutluluğa
ulaşmak için Allah'ın kitabını, onun maksadına uygun şekilde anlamak, anlatmak
ve faydalı biçimde çıkarmak ve elde etmektir. Kuran'ın ilk müfessirinin Hz.
Peygamber olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur. Tefsiri ondan ashabı almış,
ashap da bu bilgileri tabiine aktarmıştır. Muteber hadis kaynaklarında,
Rasülullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer
yer doğrudan bir ayeti veya sureyi yorumlamakta veya kapalı bir noksanı
açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur'an'ı tefsir etmektedir.
Ayetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, ayetin ayetle
tefsir edilmesi, ayette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir
şekillerindendir. Böylece Rasülullah yaptığı yorumlarla mücmeli beyan,
mutlağını takyit, müşkilin tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini
beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır. Bu gibi
eserlerde öyle esas ve prensipler var ki, onu okuyan herkes ne demek istediğini
anlayamaz. O halde, ilahi kitapların sonuncusu olan Kuran'ın Müslümanlar, hatta
bütün insanlar tarafından anlaşılıp insanların ona bağlanabilmek için O'nun
mutlak surette tefsir ve izah edilmesi icap ediyordu.
Burada
hadis ilmi ve tarihi ile ilgili bilgi vermek istiyoruz; Sözlük anlamı “yeni” demek olan “hadîs” sözcüğü, “kadîm” (eski)
kelimesinin zıddıdır. Aynı zamanda “haber” anlamına da gelen hadis, Kur’ân-ı
Kerîm’de ilâhî bir haber anlamında “Kur’an’ın karşılığı olarak kullanıldığı gibi
“hadîsü Musa” (Musa’nın haberi) “hadîsü’l-cünûd” (orduların haberi)
ifadelerinde de “kıssa” veya “haber” anlamında kullanılır. Hz. Peygamber de
zaman zaman Kur’an’dan söz ederken “ahsenü’l-hadîs” (sözlerin en güzeli),
“hayrü’l-hadîs” (sözlerin en hayırlısı), “asdaku’1-hadîs” (sözlerin en doğrusu)
tabirlerini kullanmıştır. Râğıb el-İsfehânî, hem Kur’an’a hem de Hz.
Peygamber’in sözlerine karşılık gelecek şekilde hadis kelimesine şöyle bir
tanım getirmektedir: “(Hadis) insana, işitmek ya da vahiy almak suretiyle uyku
halinde veya uyanıkken ulaşan her türlü sözdür.” Ancak daha sonraları hadis
kelimesi, sözlük mânâsının dışında Hz. Peygamber’in sözlerini ifade eden özel
bir sözcük olarak kullanılmıştır. Hadis, Sevgili Peygamberimizin sözleri için
kullanılan özel bir sözcük olmakla birlikte, onun sözlerini ifade etmek üzere
hadis yerine başka sözcükler de kullanılmıştır. Bunların başında “haber”
kelimesi gelmektedir. Sahâbe devrinde ve daha sonraki dönemlerde haber sözcüğü,
Resûl-i Ekrem’in sözleriyle onun fiillerini ve tasviplerini bildiren haberler
anlamında kullanılmıştır. Haber sözcüğü hadise nazaran daha kapsamlıdır. “Bir
nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden
haberdar olmak” mânâsına gelen “hubr” (hıbre) kelimesinden türemiş bir isim
olan haber, terim olarak “geçmişte meydana gelen veya gelecekte vuku bulacak
bir olayı bildiren söz” veya “mahiyeti itibariyle doğru ve yanlış olma ihtimali
bulunan söz” anlamına gelmektedir.
Hadis Tarihi ile ilgili olarak
özetle şunları söyleyebiliriz; Hz Muhammed, hayatı süresince hadislerin
yazılmasını ya tamamen yasaklamış, ya da çok kısıtlamıştı. Bunun en büyük
nedeni, kendi sözleri ile Kuran ayetlerinin birbirine karıştırılması
tehlikesiydi. Hz Muhammed, kendisine Allah tarafından bir ayet bildirildiğinde
bunu belirtir ve anında Vahiy Katiplerine yazdırırdı. Peygamberin hadislerin
yazılmasını yasakladığına ilişkin iki önemli rivayet vardır. Hz. Peygamber ve
bir sahabeye ait rivayetler şu şu şekildedir: «Benim ağzımdan Kuran’dan başka hiçbir şey
yazmayınız. Kuran’dan başka bir şey yazmış kimse varsa silsin. Ancak
yazmaksızın benden dilediğiniz gibi rivayet ediniz. Bunda hiç sakınca yoktur.
Bir de bile bile her kim bana isnat ederek yalan uydurursa Cehennemdeki yerine
hazırlansın.» «Biz hadis yazarken Hz Peygamber yanımıza geldi ve; “Yazdığınız
şey nedir?” dedi. “Senden işittiğimiz hadisler!” dedik. Hz Peygamber; “Allah’ın
Kitabı dışında kitap mı istiyorsunuz? Sizden önceki milletler Allah’ın Kitabı
yanında başka kitaplar yazdıkları için sapıklığa düştüler!” dedi.» Bu emirler
çerçevesinde Hz Muhammed’in hayatı boyunca, hadislerin yazılmasından
kaçınılmıştı. Bununla birlikle ilerleyen yıllarda Hz Muhammed, bir iki özel
konuşmasının yazılmasına izin vermiş ve komşu ülkelere, kabile ve hükümdarlara
yazdığı mektupları ve anlaşmaları da tabii olarak yazdırmıştı. Hz Muhammed’in
vefatını takiben Hz Ebubekir, 500 kadar hadisi bir kitapta toplamış fakat,
sonradan vazgeçip bunu imha etmişti. Aynı şekilde, O’ndan sonraki Hz Ömer de
bir hadis kitabı yazmaya başlamış ancak, sonradan bundan vazgeçmişti. Kendisine
bu konuda soru yöneltenlere de şöyle söylemişti:
“Size
bir hadis kitabından söz etmiştim. Sonradan düşündüm ki, sizden önceki ehli
kitap, Allah’ın Kitabı dışında kitaplar yazmışlar, o kitaplar üzerine düşerek
Allah’ın Kitabını terk etmişlerdi. Ben, yemin ederim ki, Allah’ın Kitabını hiç
bir şeyle gölgelemem.” Hz Ömer’in hadislerle ilgili tavrı bununla kalmamıştı.
Örneğin Irak’a giden bir heyete şunları söylemişti: “Siz öyle bir beldeye
gidiyorsunuz ki, ahalisi arı uğultusu gibi Kuran okur. Hadislerle onları meşgul
etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız. Kuran’ı iyi okuyunuz ve Hz Peygamber’den
rivayeti azaltınız.” Hz Ömer ayrıca, kendisine Hz Peygamber’den bir hadis
söyleyen kişiyi ispata davet eder; “Senden başka bu hadisi Peygamber’den işiten
var mı?” diye sorardı. Hadisleri toplayarak bir kitap oluşturma faaliyeti Hz
Ebubekir ve Hz Ömer’in söz konusu tavırları sebebiyle mümkün olmadı. Hz Osman
ve Hz Ali dönemleri ise Müslümanlar arasında çatışmaların, kargaşanın zirveye
ulaştığı bir dönem oldu. Bu arada çok sayıda uydurma hadisler üretildi ve
müslümanlar arasında yayıldı. Özellikle Şia ve Hariciler çok sayıda uydurma
hadis ortaya attılar.
Hz Peygamber döneminden itibaren bazı Sahabeler, imkanları
nispetinde duydukları hadisleri içine alan sahifeler yazmışlardı. Bununla
birlikte, hadislerin yazılı olarak derlenmesi çalışmaları ciddi olarak, Hz
Muhammed’den yaklaşık 100 yıl sonra ilmi ve ahlakı ile tanınan Emevi Halifesi
Ömer b Abdulaziz (Ö.719/H.101) zamanında başladı. Takiben, Ameş (Ö.Hicri 148)
ve Şube (Ö.Hicri 160) gibi çok sayıda Hadis Tenkitçisi ortaya çıkarak doğru ve
yalan hadisleri ayırmaya çalıştılar. Hz. Muhammed’den sonraki ikinci asrın
-yani Emevi döneminin- en önemli özelliği, siyasi ve itikadi mezheplerin ortaya
çıkışı, toplumdaki siyasal ve sosyal kargaşanın artışıydı. Abbasi Halifesi
Harun Reşid dönemini (786-813) takiben felsefi bilimlerde olduğu gibi din
bilimlerinde de ciddi atılımlar başladı. Bugün en sağlam olarak kabul edilen
hadis kaynakları ile Kütüb-ü Sitte adlı 6 büyük hadis kitabı, bu dönemden sonra
oluşturulmaya başlandı. İmam Malik, Muvatta (H.179/M.795), İmam Şafii, Müsned
(H.204/M.819), Ahmed b. Hanbel, Müsned (H.241/M.855), Buhari, el-Camiu’s Sahih
(H.256/M.870), İmam Müslim, Camii (H.261/M.875), İbn Mace, Sünen (H.273/M.887),
Ebu Davud, Sünen (H.275/M.889), Tirmizi, el-Camiu’l Kebir (H.279/M.892), Nesai,
Sünen (H.303/M.915) eserleri İslam tarihinin en önemli hadis kaynakları arasına
girdi. Burada bir gerçeğe işaret etmekte yarar vardır. 1850 yıllarından sonra
ortaya çıkan Arap milliyetçileri; “Türkler kadar İslam’a zarar veren bir millet
yoktur” ana fikrini işlemişlerdi. Halbuki Kütüb-ü Sitte denilen 6 büyük hadis
kitabından 5 tanesini hazırlayanlar Türklerdi.
Fıkıh,
sözlükte bir “şeyi derinlemesine bilmek ve kavramak anlamına gelir.” Terim
olarak ”kişinin günlük hayatında faydasına ve zararına olan şeyleri
bilmesidir.” Fıkıh kelimesi Peygamberimiz (a.s.)’ ın vefatından sonra özel bir
anlam kazanmış ve bir ilim dalı olmuştur. Fıkıh ilmi ile uğraşan; ayet ve hadis
gibi delillerden herhangi bir konuyla ilgili dînî
hüküm ortaya koyabilme
yeteneğini sahip kimseye “Fakih” denir. Bu anlamda fıkıh ile
içtihat, fakih ile müçtehit aynı anlamda kullanılmıştır. Fakih,
fıkhın kaynakları olan Kur’an ve sünnet üzerinde düşünerek doğruyu yanlıştan,
faydalıyı zararlıdan ayırt etmeye yarayacak ilkeler ve hükümler çıkarmaya
çalışır.
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş,
iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında
fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle
ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H.S. 10)
2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H.
100-350)
5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S.
350-656)
6)
Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Günümüzde
müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle
doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin
takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme
döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler.
Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü
yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup
anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı
yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.
Bu
genel değerlendirmeler neticesinde şunları söyleyebiliriz; öncelikle insanın
anlam dünyasında bilgi ilk insan Hz. Adem (a.s.)'ın yaratılması ve Allah'ın
eşyanın isimlerini ona öğretmesiyle başlar. Bu bilgiyi elde eden Hz. Adem
(a.s.) artık daha da güçlü hale gelmiştir. O günlerden başlayan bilginin
serüveni kıyamete kadar katlanarak devam edecektir. Hiçbir zaman kemalata eremeyecek
olan bilgi her geçen günde de ayrışacaktır çünkü bilginin çoğalması ister
istemez onu bölümlere ve çeşitli branşlara ayıracaktır. Bilginin içersinde
yerini alan dînî bilgi
de vahiyden beslendiği şekliyle son olarak İslâmî bilgi şeklinde tezahür
etmiştir. İslâmî bilgi de ilk önce direk vahiy bilgisi olarak Kur'an ayeti
olarak insanla buluşmuş ve yeni bir anlam dünyası oluşturmaya başlamıştır. Gerek
inen ayetlerin anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber'in yorumu gerekse yeni
oluşan dinin ikmali için Hz. Peygamber'in söz ve fiilleri İslâmî bilginin
ikinci önemli temel kaynağını oluşturmuştur ki biz buna Sünnet veya Hadis
diyoruz. İslâmî bilginin her iki kaynağını da anlama ve yaşama konusunda
sarfedilen beyinsel faaliyet de fıkhı ifade etmektedir. Sonraları müstakilleşen
Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimleri başlangıçta tek bir bilgiyi ifade ediyordu ki o
da İslâmî bilgidir. Dînî bilgiler tarihi
içersinde bazen öyle zamanlar olmuştur ki bir tefsir kitabında tıptan
hendeseye, coğrafyadan sosyoloji bilimine kadar pek çok bilim dalıyla Kur'an
irtibatlandırılmıştır, nitekim Fahreddin Razi örneğinde olduğu gibi.
Bilimdalları günümüzde müstakil hale gelmiş olsalar bile İslâmî bilgi anlamında
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Siyer ilimleri birbirlerinden bağımsız düşünülemezler
hatta diğer bilim dallarından da tıp, psikoloji, sosyoloji, coğrafya vs. istifade etmek durumundadırlar. Ticaret
ve finans hukukunda bilginin bütünlüğünden kastedilen; Bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir
şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur. Veri özgün haliyle saklanır veya iletilirse
buna bilgi bütünlüğü denir. Aslında Kur’an ayetlerinin Allah’tan geldiği
şekliyle günümüze kadar ulaşması bu anlamda bilgi bütünlüğünü ifade etmektedir.
Oryantalistler tüm çabalarına rağmen tüm el yazma nüshalarını ilk dönem
itibariyle incelemelerine rağmen Kur’an ayetlerinde bir farklılık
bulamamışlardır. Ayrıca hadis ilminde hem metin hem de isnad ilmi bilginin
bütünlüğü açısından günümüze ulaşma şekli ve sıhhat durum değerlendirmesiyle
ayrıca bilginin bütünlüğü anlamında ayrı bir değer ifade etmektedir.
KULLANILAN KAYNAKLAR
1.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yay, Ankara 2012.
2.
Cerrahoğlu,
İsmail, Tefsir Usûlü, TDV Yayınları, Ankara 1991.
3.
Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Tdv Yay, Ankara 2008.
4.
Karaman, Hayreddin, İslam Hukuk Tarihi, İz Yay, İstanbul 2008.
5.
Ömer
YILDIRIM Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye
Giriş" ve "Sosyolojiye Giriş" Dersleri
6.
Birişik, Abdülhamid,
"Tefsir", DİA, İstanbu 2011, XXXX.
7.
İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri,
(trc. Bekir Karlıca, Bedreddin Çetiner), Çağrı yayınları, İstanbul 1983.
8.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: 1/5.
9.
Büstanu’l
Muhaddisin, Abdülaziz b. Şah Veliyullah Dehlevi
10. Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal
11. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku.
12. Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri.
13. Abdullah Manaz, Siyasal İslamcılık II, Türkiye’de Siyasal
İslamcılık, Kültür Sanat Yayıncılık, 1.
Baskı, Ocak – 2008, İstanbul.
14. www.tarihin.com
16. https://hadis.diyanet.gov.tr
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ BAĞLAMINDA TEFSİR, HADİS VE FIKIH
USULLERİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ
-PANAROMİK BİR BAKIŞ-
2017-2018 Bahar Dönemi
Doktora Esbab-ı Nüzul-II dersi
Enes TEMEL
Kur'ân-ı Kerîm’in nüzul dönemine baktığımızda İslami
bilginin kaynağı olan vahiy karşısında ilk Müslümanların aldıkları tavır ile
sonraki dönemlerde Müslümanların aldıkları tavırların farklı olması Kur'ân-ı
Kerîm’e muhatab olma yönünden farklı olmalarındandır. Çünkü vahyin nüzulüne
şahit olan Sahabe (r.a) Kur'ân-ı Kerîm hakkında zihinlerinde yer eden bir soru
olduğunda vahyin bizatihi muhatabı olan Cenâb-ı Peygamber (s.a.s)’e müracaat ederek
sorularına cevap almaktaydılar.
Vahyin devam ettiği süreçte Peygamberimiz (s.a.s)’in
etrafında bulunan Sahabe (r.a)’nin iki şekilde var olduklarını görmekteyiz. Birincisi,
kendilerini tamamen İslam’a adayıp, O’nun haricinde bir şeyle meşgul olmayan
Suffe ashabı’dır. İkinci grup ise ticaret ve çobanlık gibi günlük
hayatını idame ettiren meseleleri de devam ettirerek bunlardan vakit bulduğu
ölçüde Peygamberimiz (s.a.s)’in sohbetlerinden istifade edenlerdir. Bunlar
arasında sürülerini otlatmak için aylarca mer’âlara gidenler de bulunmaktaydı.
Bu dönemde usul düşüncesi henüz gelişmemiş olsa da uygulama
öncesinde Peygamberimiz (s.a.s)’den onay alma durumu varsa alınır, muhtelif
sebeplerle Peygamberimiz (s.a.s)’den uzakta ise Mus’ab b. Umeyr örneğinde
olduğu gibi sırasıyla kitab’a, sünnet’e ve rey’e başvuru
yapılırdı.
Vahyin nazil olma döneminin sona ermesi ve Peygamberimiz
(s.a.s)’in ahirete irtihallerinin ardında Sahabe (r.a) de aynı şekilde devam
ederek yaşayışlarını sürdürdüler. Zira onlar vahyin nüzulüne şahit olmuş
oldukları için hangi hususlara (esbab-ı nüzul, nasih-mensuh vs.) dikkat
edilmesi gerektiğini bilmekteydiler.
Sahabe dönemi ile birlikte dini hayatın yaşanması hususunda
iki boyutun öne çıktığı görülür. Bunlardan ilki Peygamberimiz (s.a.s)’in
hayatında yaptığı/uyguladığı her şeyi zamansal ve mekânsal şartlardan arındırarak
her durumda uygulamaya çalışan damardır ki Peygamberimiz (s.a.s)’in Medine’de
yanlışlıkla girdiği çıkmaz sokaktan geçişleri esnasında ‘sünnet yerine gelsin
diye’ aynı sokağa girmişler; bir dinlenme esnasında Peygamberimiz (s.a.s)’in
dinlendiği mekanda dinlenmişlerdir. Diğer kesim ise Peygamberimiz (s.a.s)’in
uygulamalarındaki amaç, zamansal ve mekânsal olguları da değerlendirerek
yaklaşmışlardır.
Bu dönemde yaşanılan bazı ihtilaflara baktığımızda bu
hususun öne çıktığı görülmektedir. Yukarıda zikredilen her zaman Peygamberimiz
(s.a.s)’in sohbetinden istifade edemeyenler, yeni nazil olan ayet/hükümlerden geç
haberdar olmaları ve ayetlerin nüzul sıralarını tam olarak bilememeleri de daha
sonraları kendilerine bir hüküm danışıldığında verdikleri cevaplara Sahabe’nin
büyüklerinden Hz. Aişe (r.a) gibi kimselerin itirazları ve ‘o meselenin aslı
şöyle idi’ şeklindeki düzeltmeleri ile Sahabe’nin tümünün standart bir
eğitimden geçmediğine, klasik literatürdeki ‘alim sahabi’ tanımlamasının gerçekliğini
göstermiş olmaktadır.
Tabiin dönemine geldiğimizde Sahabe’nin tecrübesinden
istifade eden ilk nesil olması bakımından var olan birikimden en yakın şekilde
istifade etmekteydiler. Ancak zamanın değişmesi ile birlikte ortaya çıkan yeni
meseleler karşısında bir Müslümanın takınacağı tavır ve/veya amel hayatına yön
vermesi bakımından var olan bilginin işlenmesi gerekmekteydi. Bu durumda Sahabe
döneminde de örneklerini kullandığımız aklın ve/veya akla dayalı olarak kıyasın
kullanımı daha da ön plana çıkmaya başladı. İlk dönemde -yukarıda bahsettiğimiz
üzere- Sahabe arasında Peygamberimiz (s.a.s)’in uygulamalarına yönelik ortaya
çıkan iki yaklaşımın burada daha da belirginleştiğini ve Tabiin dönemi
itibariyle bir ekol olacak ölçüde çalışmalar yapıldığı görülmektedir.
Daha sonraki dönemlerde bu çalışmalar önemli isimlerin
öncüsü olduğu ekoller haline gelecektir. Günümüze ulaşan ameli mezhep 4 olmakla
birlikte ulaşamayan mezheplerin –mesela Ebu Cafer et-Taberî’nin mezhebi- de az
olmadığı düşünülmektedir.
Bu mezheplerin usullerine baktığımızda genel olarak usul
düşüncesine sahip olduklarını söylemekle birlikte, kendilerine ulaşan birikimi
değerlendirme esnasında Sahabe döneminde de var olan re’y kullanım oranı farklı olan yaklaşımlara sahip
oldukları görülmektedir. Söz gelimi İmam-ı Şafii Sahabe’den gelen bir rivayeti
değerlendirmede Sahabe arasında alim ve alim olmayan şeklinde bir ayrım
yapmazken İmam-ı Azam’ın bu konuda -Sahabe’nin aynı ölçüde bilgi düzeyine sahip
olmamasından dolayı- alim Sahabe’nin sözünü diğerlerinden önde tutmuştu. Aynı
şekilde Ahmed b. Hanbel, İslam esaslarının Medine’de yaşayan Sahabe tarafından
Peygamberimiz (s.a.s)’den gördükleri gibi uyguladıkları ve O’nun (s.a.s)
eğitiminden geçtikleri için diğer Sahabe’ye oranla daha iyi bildiklerini
düşünmekte ve buna amel-i ehl-i Medine demektedir. Daha sonraları
Hanbelî mezhebinde mezhep esası haline gelmektedir. Bu dönemde mezhepler
arasında gündeme gelen önemli bir konu da kıyas’ın varlığıdır ki
Peygamberimiz (s.a.s) ve Sahabe döneminde var olmayan ve ortaya yeni çıkan
hadiseler karşısında o dönemlerdeki benzerlerine müracaat ederek aradaki illet
benzerliğini bulma ve bulunulan döneme bunu uyarlayıp tatbik etmedir. Kıyas
sayesinde birçok meselenin İslam zaviyesinden nasıl ve ne şekillerde algılandığı/algılanabileceği
böylelikle görülmüş olmaktadır. Tabi böyle bir uygulamanın yapılabilmesi için ictihâd’ı
yapacak kimselerde belli şartların oluşması gerekir ki böylelikle ortaya çıkan
yeni bir meselede hüküm verebilsin.
Tabiin döneminden daha sonraki dönemlere doğru uzandığımızda
sosyolojik özelliklerin de gözetilerek artık fıkıh ve hukukla ilgili mevzularda
usûl terminolojisine etki ettiğini görmekteyiz.
Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılmasında/yorumlanmasında önemli bir
yer tutan ‘Kur’ân’ın sünnet ile tefsiri’ esnasında sünnet verilerinin
kaynağından itibaren daha sonraki dönemlere ulaşmasında ne gibi devrelerden
geçtiği; rivayet silsilelerinin incelenmesi gibi durumlar hasıl oldu. Bu vesile
ile de Hadis ilimlerinde usul düşüncesi gelişmeye başlamış oldu.
Bütün bu usul gayretlerinin ana merkezinde yer alan düşünce
Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılmasıdır.
KAYNAKLAR
Cerrahoğlu, İsmail,
Tefsir usulü, Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı yay., 1983.
Zeydan, Abdülkerim, Fıkıh usulü, terc. Ruhi Özcan, İstanbul : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı (İFAV), 1993.
Koçyiğit, Talat, Hadis usulü, Ankara : Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yay., 1987.
USUL MÜTAALASI
Akhmad Mughzi Abdillah (17922717)
TEFSİR
Tefsir kelimesi “fesere” veya
taklib tarikiyle “sefere” köklerinden 0 gelmektedir. Emin el-Hûlî’ye
göre, fesere ve sefere her ikisi de keşif manasina dır. “sefere” kelimesinden
zâhiri maddî bir keşif, “fesere” kelimesinde ise mânevi bir keşif görürüz.
Tefsir kelimesi eski felsefi ve ilmî eselerin açıklanışı ve izahı olarak ta
kullanılır. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’ya göre, Tefsir kelimesi ıstılah olarak
“mükil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” diye tarif edilir. Fakat
bu kapalılık, kelamın sahibinden bir beyana muhtac olur. Onun için hakiki
tefsir Allah ve Resülü’nün beyanı ile yapılandır, kısacası, hakiki tefsir
rivayete muhtaç bulunan yani tevkifi olandır.[1]
Mukaddes Kitabımız Kur’ânı Kerimin
anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin, bidayetten bugüne kadar geçirdiği
tekâmül ve değişikleri bilmektir. Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı olarak
yazılmaktadır. Çalışma alanı her iki yöntemde
de aynıdır. Kaynaklar da aynıdır. İki yöntemi birbirinden ayıran nokta,
kaynaklara olan yaklaşımlardır. Rivayet tefsirinde kaynaklara yaklaşımı,
kaynağın sıhhatine yönelik inceleme yapar ve küvvetli görüşü tercih ederek
benimser. Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı, tefsir tarihine bakar,
yöntemleri inceler, beğendiği bir yöntem bulursa onu benimser. Özellikle
içerikleri açısından kaynakları değerlendirir, her birisini nasıl kullanacağını
karar verir.
Kur’an’ın parçaları, yerine göre
birbirlerini tamamlayan, yerine göre birbirlerini açıklayan nitelikleriyle
ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Çünkü bir yerde kapalı olan ifade, başka bir
yerde açık, bir yerde muhtasar olarak fikir, diğer tarafta tafsilatlı, bir
yerde mutlak olan, başka bir yerde kayıtlanmış, bir yerde genel ifadeli bir
husus, diğer yerde tahsis edilmiş şekliyle geçebilir.[2]
Buna konuda Toshihiko Izutsu, manalar yalnız başlarına değil, daima bir sistem
içinde değer kazandığını söylemiştir.[3]
Çağdaş dönemde Kur’an ifade etmek ve
aktüel manası anlamak için yeni bir perspektif kullanmalıdır der. Kur’an tefsir
etmek için uygulanan bilimsel nazarini açıklamaktadır. Kur’an’ın aktüel kıymeti
ve yorumlanmasıyla ilgili bu ihtiyaçlara, Kur’an öncesi ve Kur’an sonrası tarih
hakkında ciddi, ilmi esaslara dayalı bir bilgilenme ve günümüzdeki insalığın
geldiği noktanın, ilmi ve fikri cehdelerle iyi anlaşılmasıyla cevap
verilebilir. Su halde Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması işinde, günümüzde,
insanlığın yaşadığı ilmi, teknolojik, siyasi, sosyal, ekonomik, akhlaki, ve
dini vs. tecrübeleri, mutlaka ciddi araştırmalarla öğrenmek ve bu konuda
sağlıklı tahliller yapmak bir zorunluluktur.
HADİS
Hadis, söz, fiil, yaratılış veya huyla
ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamer’e nisbet edilen her şeydir. Hz. Peygamber’in
hadislerindeki asıl amaç Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek, gizli kalan noktaları
açığa çıkarmak, Yüce Allah’ın emir ve hükümlerindeki maksadını açıklamaktır.[4]
Ayrıca Hadisler Kur’an’da bulunan hükümlere uygun bir hüküm getirmektedir.
Fıkıh alanında, Kur’an-ı Karim’de
bulunmayan konularda, hadislere başvurulur. Bundan dolayı İslam dini’nin Kur’an
Kerim’den sonra ikince temel kaynağını hadisler oluşturmaktadır.
Hadisin aslına uygun bir şekilde
aktarılmasını temin amacıyla kullnılan metotlar ile bununla ilgili olarak mânen
ve lafzen rivayet konuları incelemektir. Başka bir ifadeyle hadislerin nasıl
naledildiği (rivayetin keyfiyeti) ile Hz. Peygamber’den işitildiği lafızla veya
aynı anlama gelen farklı lafızla nakledilmesi (rivâyetin sifatı) konuları ele
alınmaktadır.
Hadisin kaynağına göre, hadisleri iki
grupta toplayabiliriz. Birincisi ilahi kaynaklı olanlar, ikincisi ise beşeri
kaynaklı olanlar. İlahi kaynaklı olanlar Kudsi hadislerdir. Beşeri kaynaklı
olanlar ise üçe ayarılır: birincisi Hz. Peygamber’e ait olan Merfu hadisler;
ikincisi Sahabey ait olan Mevkuf haberler; üçüncü Tabiilere ait olan Maktu
haberlerdir.[5]
FIKIH
Fıkıh Usulü fıkhın delileri demektir.
Fikih usulü alimleri, bu delil tespit ederler. Fıkıh alimleri de bu delil ve
kaidelere dayanarak şer’i hükmün ne olduğunu belirlerler.[6]
Bu deliller müctehidin dine ait amelî
hükümleri tafsilî delillerinden çıkarmak için kullandığı kaidelerdir.
Fıkıh usulü öğrenmenin en önemli
maksatlarından ve faydalarından biri de, dinin hedef ve gayelerini yani makasıdu’ş-şeria’yi
bilmektir. Klasik fıkıh usulü eserlerinde bu mevzuya çok az yer verilse de,
asılda fıkıh usulünün en önemli maksadı bu olmalıdır. Nitekim Endülüslü alim
Ebu İshak eş-Şatıbi (790/1388) el-Muvafakat fi Usuli’ş-Şeria adlı
eserini bu maksatla yazmıştır.[7]
Bu Konuda, eş-Şatıbi makasıt düşüncesinin öncülerinden olmuştur.
Fıkıh usulü esas konusu, şer’i
deliller ve şer’i hükümlerdir. Usulcü, önce şer’i delilleri tespit eder. Daha
sonra onlardan ne şekilde hüküm çekaralacağına dair kaideler geliştirir.[8]
Fıkıh usûlü âlimlerimiz, tek bir
ilmden yararlanmış değil, Tefsir, Hadis ve Kelam ilimlerinden de
yararlanmışlardır. Usul âlimleri aynı zamanda iki asıl kaynak olan Kur’an ve
Sünnet’in dili olan Arapça’nın kurallarından da çok istifade etmişlerdir. Dil
yardımıyla dinin hedefi anlayabiliriz.
İLİMLER |
TEFSİR
USULÜ |
HADİS
USULÜ |
FIKIH
USULÜ |
TARİF |
Tefsir, müşkül ve garib lafızlardan
murad edilen şeyi keşfetmektir. |
Rasûlullah (s.a.)’a nisbet edilen
bir söze veya fiile yahut bir takrire hadîs demektir. |
Fıkıh Usulü fıkhın delileri
demektir. Fıkıh ise, tafsîli delillerden çıkarılan amelî-şer’î hükümleri
bilmektir. |
KONULARI |
Nüzûl Sebebleri, Mekki ve Medeni
Ayetler, Nâsih ve Mansuh, Muhkem ve Müteşabih, Hakikat ve Mecaz, el-Vücû
ve’n-Nezâir |
Esbâbu Vurûdil-Hadîs, Rivâyetu’l-Hadîs ve Dirâyetu’l- Hadîs
İlimleri, Cerh ve Ta’dil, İlelü’l- Hadîs, Garîbül- Hadîs, Muhtelifü’l- Hadîs,
, Nâsih ve Mansuh |
Şer’i Deliller, Fer’i Deliller,
Hüküm ve Ceşitleri, Hükmün Kunusu ve Hükmün Muhatabı |
GAYESİ |
Tefsir amaçı, Kur’ân’ı Kerim’in
ayetlerini açıklamayı ve onların doğru anlaşılmasıdır. |
Hadis usulünün amacı, bir haberin
Hz. Peygambere ait olup olmadığının tespit edilmesidir. |
Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah’ın
hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler. |
YÖNTEMİ |
Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı
olarak yazılmaktadır. Rivayet tefsirinde kaynaklara yaklaşımı, kaynağın
sıhhatine yönelik inceleme yapar ve Küvvetli görüşü tercih ederek benimser.
Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı, tefsir tarihine bakar, yöntemleri
inceler ve içerikleri açısından
kaynakları değerlendirir. |
Rivayetin keyfiyeti tabiriyle,
sahâbeden itibaren hadîslerin nasıl alınıp nakledildiği başka bir ifadeyle
“tahammülü’l-edâ” kadtedilmektedir. Tahammül, hadîsi almak ve
öğrenmek, edâ ise hadîsi nakletmek ve öğretmek anlamına gelmektir. |
Fıkıhçı, İslam hukukunda hüküm
çıakarmak için aslî ve fer’î deliller değerlendirmelidir. Aslî delil, birinci derecede temel olan
delil demektir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs, icmâ ve kıyastır. Fer’î delil
ise, ikinci derecede olan delil demektir. Bunlar da istihsan, mesâlih-i
mürsele, örf, adet, sedd-i zerâi’, istishab, sahabî kavli ve şer’u men
kablenâdır. |
Yedi
Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) Üzerinde Usûlve Bilginin Bütünlüğü Meselesi |
Nöldeke’ye göre yedi harf evvela
zannedildiği gibi arap lehçeleri demek olmayıp, kıraat (okuma) tarzı
demektir. Diğerlere göre mademki harf kelimesinin bir manasının da, lüğat ve
lehçe olduğunu söyledik. O halde yedi harf, lafzı ve maddesi muhtelif yedi dil
olabilir. |
Kur’ân, tevâtür rivayet ile
nakledilmelidir. Onun bu tevâtür özelliğinden dolayı şaz kırâatlar, kudsi
hadisler gibi mütevatir olmayanlar kur’ân’dan sayılmaz. Şaz kiraatlar, âhâd haberler
şeklinde bize nakledilen kıraatlardır. Meselâ: Übey ibn Ka’b kıraatinde
orucun kazası ile ilgili ayetteki (متتابعات) kelimesi ile İbn-i
Mes’ud kıraatinde yemin kefareti ile ilgili ayetteki (متتابعات) kelimesi şazdır,
mütevâtir kıraatlarda yoktur. Bu yüzden kur’ân’dan sayılmaz. |
Kıraatlerdeki ihtilafların her biri
hükümleri açıklamada faydalıdır. Mesela: Allah Te’âla’nın dediği gibi
yemin kefareti konusunda: “فكفارته إطعام عشرة مساكين من أوسط ما تطعمون من أهليكم أو كسوتهم
أو تحرير رقبة(المائدة: 89)”. Başka bir
kıraat’te şöle geçiyor: “أوتحريررقبةمؤمنة”, “مؤمنة” lafzı vardır.
Nitekim, kefaret yemininde imanın şartlarında açıklandığı gibi köle azat
etmek gerekir. Buna göre, Kıraat konusundaki farklı
görüşler, hükmün belirlenesinde etkilidir. |
SONUÇ |
Tefsir,
usul ve tarih olarak hadis ve fıkıh ile birbirlerine bağlanır. Bunlar bir
amaç için bilginin bütünlüğünü oluşturur. Hz. Muhammed, bir peygamber olarak
bize Kur’anı sunnet ile izah etmiştir. Bu halde, sunnet bir hüccet ve teşri’in
kaynağı olduğunu görüyoruz. Sehabe devrinden itibaren teşri’in
kaynağı, tertip üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnet’e, sonra ictihad’a)
müracaat ittifak etmektedir. Ahkam, kur’an nassları ve Hz. Peygamberin
sunnetlerine dayanarak tespit edilmektedir. Bunlarında bir konu ahkam
bulmazsak ahkam tespit etmek için ictihad yapılmalıdır. Bu durumda islam
teşri’i halkların masalihlerine karşıt olmamalıdır. O yüzden, Fıkıhda ahkam
teşri’inin halkın masalihini gerçekleştirmek gayesine matuf bulmaktadır. |
[1] Ismail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi (Ankara: Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, 1988) s. 18.
[2] Halis Albayrak, Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine (Istanbul: Şule Yayınları, 2015) s. 24
[3] Toshihko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan (Çev. Süleyman Ateş), Ankara 1975, s. 21.
[4] Salman Başaran ve M. Ali Sözmez, Hadis Usulü ve Tarihi (Bursa: Emin Yayınları, 2010) s. 23.
[5] Salman Başaran, Hadis Usulü ve Tarihi, s. 114.
[6] Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü (İstanbul: Beka Yayıncılık) s. 35.
[7] Abdullah Kahraman, Fıkıh Usulü (İstanbul: Rağbet, 2010) s. 33.
[8] Abdullah Kahraman, Fıkıh Usulü, s. 31.
Ayhan Tayfur Gürbüzer 2017-2018 Doktora Bahar Dönemi
öğrenci no: 17922732
BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE USUL İLİMLERİ VE TEFSİR USULÜ
Usul kelimesi asl kelimesinin cemi
formudur. “Asl” kelimesi sözlükte kök anlamına gelir. Bu kelimenin bir diğer
anlamı da “temel” kelimesi ile karşılanabilir. İlmi bir ıstılah olarak “usul” kelimesi
kendisine izafe edilen ilim dalının temel esaslarını teşkil etmesi yönüyle bu
anlama uygun düşer. “Usul” kelimesi genellikle fıkıh, hadis ve tefsir ilimleri
için söz konusu edilir. Yani bir ilim dalı veyahut alt disiplin olarak Fıkıh
Usulü, Hadis Usulü ve Tefsir Usulü terkipleriyle muhatap oluruz. Bu günkü
ilahiyat alanının bölümlendirilmesinde bu üç saha bir anabilim dalı olarak
“Temel İslam Bilimleri” bölümünün altında yer almaktadır. Temel İslam Bilimleri
bölümünün altında yer alan diğer iki saha da Kelam ve Tasavvuf Anabilim dalları
olmakla birlikte bu iki saha için “usul” ilimleri söz konusu edilmez. Bunun
nedenine dair imal-i fikirde bulunacak olursak öncelikle şunu söyleyebiliriz.
Tasavvuf, özü itibariyle zühd hayatından, ibadetlerde ihsana ulaşma hedefinden
neşet eden ve nefis terbiyesi ve manevi haller gibi tecrübi yönü baskın bir
mahiyet arz ettiğinden; bu alanın klasik ilmi yöntemle incelenmesi veya
akademik çalışma tarzına konu edilişi diğerlerinden biraz farklıdır. Bu sebeple
belirli bir yöntemle ve aksiyomatik kaidelerle, farklı sahıslar tarafından
doğrulanabilir sonuçlar tespit etme anlamında bir usulden bahsetmek tasavvuf
için fazla mümkün değildir. Kelam’a gelecek olursak; o da özünde Akaid denilen
ve İslam İnancının temel kodlarını kompoze cümlelerle din mensuplarına
öğretmeyi amaçlayan bir ilmin tarihi gelişiminde dönüşmüş halidir. Akaid
ilminin kendine has müstakil bir usule ihtiyacı olmaması bu açıdan normaldir.
Zaten Akaid ve daha sonra Kelam ilmi kendisi, “Usulu’d-din” diye adlandırılırdı.
Bu açıdan tüm dini ilimlerin usulü olarak telakki edildiği bir pozisyonda
bulunuyordu. Kelam ise Akaid dediğimiz daha primitif ve kurallar manzumesinden
oluşan bilgi disiplininin tarihi süreçte mantık ve felsefenin etkisiyle konularının
gelişmesi üzerine sistemleşmiştir. Bu sebeple sabit sonuçlar vermesi değil, her
çağda ve farklı ortamda kendi döneminin İslam İnancına yönelik meydan
okumalarına cevap üretecek dinamik bir saha olması hasebiyle “Usulu’d-din” olma
vasfını sürdürerek ayrıca bir usul disiplinine ihtiyaç duymayacaktır. Mantığın
temel ilkeleri ve düşünme ve beyan etmenin çağlara göre değişen yöntemleri bu
ilmin tabii usulü olmaktadır.
Bu girişten sonra Tefsir Usulü’nün
diğer iki usul ilmi olarak yerleşmiş Hadis ve Fıkıh Usulü ile mukayeseli bir
incelenmesine geçebiliriz.
FIKIH
USULÜ
Fıkıh usulü şöyle tarif edilir : “Şer’i
ameli hükümleri, tafsili delillerden çıkarmaya kendileri sayesinde ulaşılan
birtakım kaideleri bildiren ilimdir.” Klasik kaynaklarımızın aktardığı bu
tariften hareket edecek olursak, tarifte yer alan kelimelerin her birinin bu
ilmin bir sınırına tekabül ettiğini fark ederiz. Bu tarifle hükümler “amelî”
kaydıyla ve hüküm kaynakları “deliller” kaydıyla, fıkıh usulünün üretmesi
beklenen sonuçlar da “kaideler” kaydıyla sınırlanmış olmaktadır. Bu yüzden
Fıkıh Usulü ilminin bize anlattığı ilk mesele “deliller” konusudur. Deliller
hiyerarşisinin başında da “Kitap” gelir. Kitap’tan kasıt Kur’an’dır. Bu sebeple
bu ilmin bizim esas konumuz olan Tefsir ile çakışması burada başlamaktadır.
Deliller hiyerarşisinde ilk sırada yer alan Kur’an’ın, neredeyse tüm usul
kitaplarında “kitap” olarak zikredilmesini dikkate şayan buluyoruz. Bunun
sebebini fıkıh usulü ilminin soyutlayıcı yapısında aramalıyız. Zira Kur’an
denilince akla içerisinde sadece maddeler halinde emirler ve yasaklar sıralayan
bir ferman-kanunname değil edebi yönüyle, nazmıyla, tertibiyle, insana dair her
şeye temas eden içeriğiyle müstakil bir olgu anlaşılır. Fıkhın meselesi ise
“amelî” hükümlerin dayanaklarını belirlemektir. Bu yüzden de fıkıh usulü
Kur’an’ı her şeyiyle karşılayan muayyen ismiyle değil, amelî hükümlere
kaynaklık edişine daha uygun görünen “kitap” ismiyle isimlendirmeyi tercih
etmiştir. Tabi bu isimlendirmenin kaynağı da yine Kur’an’ın kendisidir. “el-Kitab”
lafzı Kur’an’da en çok Kur’an’ın kendisi kastedilerek kullanılmıştır. Fıkıh
usulünün diğer meseleleri de mükellefe ve hükümlerin iç yapısına dair
meselelerden oluşur. Fıkıh Usulü ilmi için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki;
bu ilim ortaya koyduğu kaidelerle furu’ fıkıh sahasında yer alan birikim
sağlama imkânı veren bir yapıdadır. Bu sebeple “Usul” adlandırılmasının en
fazla üzerine oturduğu saha olduğunu düşünüyorum. Fıkıh Usulü’nün bir diğer
vasfı da sistemleşmesi ve müstakil eserlerde yazılı olarak ele alınması
itibariyle Hadis ve tefsir usulünden daha eski bir ilimdir. Bilinen en eski
Fıkıh Usulü kitabı olarak İmam Şafii’nin (ö.204) er-Risale adlı eseri
kaydedilir.
HADİS USULÜ
Hadis ilmi Hz. Peygamber’in söz, eylem,
takrir ve şamailine dair aktarılan haberleri konu edinir. Bu nedenle “sünnet”
kavramıyla birlikte anılır. Sünnet ile Hadis’in arasındaki en temel fark şudur.
Sünnet Hz. Muhammed’in odağında Kur’an olan hayat tecrübesinin bizzat kendisi
iken, Hadis bu tecrübeye dair bilgilerin aradaki nesillerle bize ulaştırıldığı
ifadelerdir. Bu sebeple bilgiyi taşıyan her bireyin ve jenerasyonun durumu da
önem kazanmaktadır. Hadis ilminin temel konusu olan sünnet yukarıda
belirttiğimiz fıkıh usulünün deliller hiyerarşisinde ikinci sırada yer
almaktaydı. Fakat tıpkı Kur’an’ın fıkıh delilleri açısından soyutlanıp “kitap”
olarak adlandırılmasındaki soyutlamada olduğu gibi burada da Fıkıh Usulü amelî
hükümlere kaynaklık edecek sünnet bilgisine rağbet eder. Hadis ilmi ise Hz. Peygamber’in
asrından geleceğe taşınabilecek her şeyle ilgilenmektedir. Temel mesele
bilginin taşınması olduğundan Hadis Usulü ilminde temel konular râvi – rivayet
bağlamında şekillenir. İslam’ın ilk asırlarında ilimler sistemleşerek
birbirinden ayrılmadan önce miras alınan veya üretilen her bilgi rivayet
yoluyla taşındığı için Hadis Usulü sadece sünnetin naklini değil dolaylı
yollarla hem fıkhın, hem tefsirin intikalinde de ehemmiyet taşımaktadır. Yine
kendi temel meselemiz Tefsir ilmi çerçevesinden olaya bakacak olursak erken
dönemde rivayet tefsirlerinin telif edilmesi bize o rivayetlerin isnadlarını ve
o isnadların hadis usulündeki karşılığını hatırlatmaktadır. Hadis usulü ilmi
ravilerin hallerine, rivayetlerin sıhhatine dair tatbiki kaideler ortaya
koyması itibariyle tıpkı Fıkıh Usulü gibi sonuçları tekrar edebilen bir ilim
dalı olmaya müsaittir. Fakat rivayet güvenliğine dair ihitiyaç nesil olarak Hz.
Peygamber’den uzaklaşıldıkça arttığı için bu ilmin sistemleşmesi Fıkıh Usulü’ne
nazaran daha geç b,r döneme rastlar. Hadis Usulü için müstakil olarak yazılan
ilk eser Râmehürmüzî’nin (ö.360) “el-Muhaddisu’l-Fasıl beyne’r-Ravî ve’l-Vâî”
adlı kitabıdır. İlk fıkıh usulü eseriyle arasında neredeyse 2 asırlık bir zaman
dilimi söz konusudur. Hadis Usulü ilmi bize Hz. Peygamber’den aktarılan
bilginin tarihi yolculuğunda başına neler geldiğini görme imkanı sunar. Bu
nedenle Kur’an’ı kendi bağlamında ve tarihselliğinde anlama çabası için hadis
usulü’nün dolaylı bir yardımına ihtiyaç duyarız.
TEFSİR
USULÜ
Tefsir
Usulü’nü en sona bırakmamızın öncelikli sebebi bu çalışmamızda maksadımızın
Tefsir Usulü’nün diğer usul ilimleri ile mukayeseli bir değerlendirmesini
yapmaktı. Öte yandan bu üç disiplin arasında “usul” tanımlamasına en uzak olan
saha tefsirdir denilebilir. Zira tefsir usulü sonuçları doğrulanabilir kaideler
koymaktan ziyade, Tefsir İlminin kendisine gaye edindiği “Kur’an’ın anlaşılması
ve meşru yorum sınırlarının belirlenmesi” için gereken donanımları izah eden,
nispeten daha tanımlayıcı bir sahadır. Bu nedenle “Tefsir Usulü” yerine “Kur’an
İlimleri” adlandırması da daha yaygındır denilebilir. Tefsir Usulü’nün biline
en eski kaynağı olarak Haris el-Muhasibi’nin (ö.243) “el-Aklu ve Fehmu’l
Kur’an” adlı eseri zikredilir. Bundan sonra hemen ikinci sırada Ebubekir ibnu’l
Arabi’nin (ö.543) “Kanunu’t-Te’vil” adlı eseri gelir. Bu alanın en meşhur iki
eseri olan Zerkeşi’nin (ö. 795) “el-Burhan fi Ulumi’l Kur’an, ve Süyuti’nin
(ö.911) “el-İtkan fi Ulumi’l Kur’an”’ın adlarından da anlaşılacağı üzere
“Ulumu’l-Kur’an” adlandırması zamanla öne çıkmıştır. Dediğimiz gibi Fıkıh ve
Hadis Usulü’ne kıyasla Tefsir Usulü’nün normatif tarafı biraz zayıftır. Bu
sebeple Tefsir Usulü tefsire yardımcı alt ilim dallarının tasnifi üzerine
kuruludur. Bu açıdan Kur’an ilimleri genelde iki başlık altında toplanmıştır.
Birincisi Kur’an’ın lüğavî ve edebi yönüne tealluk eden; İcazu’l Kur’an,
Uslubu’l Kur’an, Mukem ve Müteşabih, Müşkilu’l Kur’an, Vücûh ve Nezâir gibi
ilimlerdir. İkincisi ise, Kur’an’ın nazil olduğu şartlara tealuuk eden; Esbab-ı
Nüzul, Nasih-Mensuh, Mekki-Medeni gibi ilimlerdir. Bunların dışında
tahsiniyyattan sayılabilecek Kur’an ilimleri de vardır.
Tefsir
Usulü’nün normatif yönünün olmayışına dair yukarıda söylediklerimizden onu
lüzumsuz ve işlevsiz görme sonucu çıkmamalıdır. Zira Tefsir Usulü aslında bir
tür anlambilim faaliyetidir. Bu noktada Halis Albayrak hocamızın tefsir Usulü
kitabının önsözünde yer alan şu ifadelerini paylaşmak yerinde olacaktır.
“Kur’an’ın yorumunu ve tefsirini sadece
Tefsir, Ulumu’l Kur’an ve Tefsir Usulü çalışmalarında veya İslami İlimler diye
tabir edilen diğer ilmi faaliyetler çerçevesinde aramak doğru olmaz. Onun
yorumu bütün bir Müslüman dünyanın kültür ve medeniyetinin dokularında
aranmalıdır.
Tarihte
Kur’an İlimleri ve Tefsir Usulü çalışmaları Kur’an’ı çeşitli yönleriyle
tanıtmayı amaçlayan, Kur’an’ı doğru anlayabilmenin yollarını gösteren
faaliyetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Tefsir Usulü çalışmaları, saf ve
katıksız bir Kur’an’ı yorumlama metodolojisi gibi telakki edilmemelidir.
İslam geleneğinde Kur’an’ı anlamanın metodolojisiyle Kelamcılar ve Usulcüler, kendi
ihtiyaçları istikametinde sistemli bir şekilde uğraşmışlardır. Bu konuda
zengin bir literatür de oluşmuştur.
Günümüzde
Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması ile ilgili metodoloji arayışları, daha
geniş bir çerçevede sürdürülmektedir. Zaten İslam Dünyası’nda Kur’an’ı anlamada
tek bir yöntemi empoze etmek hem mümkün değildir, hem de doğru değildir. Nitekim
İslam geleneğinde Usul-ü Fıkıh, Usul-ü Tefsir gibi kavramlar mütevazi
kavramlardır ve tek bir metodolojiyi dikte ettirme niyeti taşımazlar. Çünkü
usul kelimesi asl kelimesinin çoğuludur. Bu da zihinlerde anlama ve yorumlama
konusunda çoğulcu bir yapıyı çağrıştırmaktadır.”
Bazı
cümlelerinin altını çizerek alıntıladığımız yukarıdaki ifadelerde Tefsir
Usulü’nün tarihte ve günümüzdeki işlevine dair bir yaklaşımı görmekteyiz. Bu
yaklaşımın pratik karşılığını kitabın üçüncü bölümünde görüyoruz.
Son
olarak Tefsir İlmine genel olarak Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü disiplinlerinin
etkisi ve katkısı üzerine şu hususları bir daha vurgulamak gereği hissediyoruz.
Hadis Usulü ilmin asrı saadetten günümüze kendi dönemsel özelliklerinin de
katkılarıyla birlikte intikalini şağlayan süreçleri aydınlatmak suretiyle,
fıkıh usulü ise Kur’an’ın hayata bakan yönlerini kendi şartlarımız içerisinde
yeniden üretme yollarını göstermesi itibariyle Tefsir İlmi ile halen dinamik
bir ilişki içerisindedir. Fakat Tefsir Usulü ilmi bu dinamik etkileşimin
faydalarını azami düzeyde elde etmekle kalmayıp, bugünün dünyasında anlambilim
ve yorumbilim (semantik ve hermenötik) gibi disiplinlerin ürettiği birikimden
tarih felsefesinden yararlanmanın imkanlarını da zorlamaktadır. Klasik usul
ilimlerimizin kavramlarını, düşünce dünyamızı kendi kültürümüzle
biçimlendirmesinin avantajlarını yok saymadan bu açılımları sürdürmek
kaçınılmaz bir ödevimizdir.
KAYNAKLAR
Hayreddin
Karaman; Fıkıh Usulü, İrfan Yayınevi, İstanbul 1967.
İsmail
Lütfi Çakan; Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 32. Baskı, İstanbul 2013,
Şah
Veliyyullah ed-Dihlevi; el-Fevzu’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir (terc. Mehmet
Sofuoğlu), Çağrı Yayınları, İstanbul 1980.
Harun
Öğmüş; Muhadarat fi Ulumi’l-Kur’an ve Tarihi’t-Tefsir, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2013.
Halis
Albayrak, Tefsir Usulü, Şule Yayınları, İstanbul 2014.
2017-2018 Bahar Dönemi
Doktora Esbab-ı Nüzul-II dersi
İdris Sami Sümer
Dördüncü halife Hz. Ali’ye
atfedilen şöyle bir söz vardır. ‘ilim bir nokta idi. Cahiller sorularıyla onu çoğalttılar.’’
Bilgi, başlangıçta bütün ve sade idi. Çünkü bilginin hedeflediği temel
davranışları almak ve benimsemek bilginin muhatabı ve öznesi olan insanlar için
çok zor bir mesele değildi.
Zamanla insanların makbul
davranışlara mesafe koymaya başlamasıyla sade, net ve açık bilgi, muğlak, flu
ve müşkül bilgi haline dönüştü. Bilginin parçalanmasının ve anlaşılırlığının
azalmasının altında yatan en büyük etkenlerden birisi de kanaatimizce insanın
anlamama sorunu değil anlamak istememe sorunudur. Bu dönüşüm bilginin her
alanında vardır.
Bugün önümüzde bilginin
durumuyla ilgili iki temel sıkıntı vardır. Bunlardan birincisi; bilgiyi
kuşatmak, ikincisi ise; bilginin kuşatmasıdır. Birincisinden amaç, ihtisaslaşma
ve disiplin inşa etmektir. İkincisinden amaç ise, ihtisaslaşmanın ve disiplinin
demir parmaklıklarında mahkûm olmamaktır.
Her geçen gün ilmin bütün alanlarında sayısız
veri ve tecrübe üretilmektedir. Üretilen bilgi ve tecrübeler, ilmin bütün
dallarını büyütmekte ve seneler içinde bir dal ağaca, ağaçta ormana
dönüşmektedir. Bilginin bu hızlı çoğalışı ve çeşitlenmesi ise oldukça sınırlı
olan öğrenme imkânları içinde az zamanda çok şey öğrenme zorunluluğunu
doğurmaktadır. Bu zorunluluk, disiplinler arası işbirliğini de zorunlu
kılmaktadır.
İslami ilimlerin merkezi Kur’an-ı
Kerim’dir. Bugün elimizdeki ve zihnimizdeki mevcut bütün dini müktesebat
Kur'an'a dayanır. Fakat gerek lafzın gerekse lafzı kuşatan şart ve çerçevenin
ilzam ettiği zorunluluktan kaynaklanan lafzı anlama/ma, kavrama/ma ve farklı
yorumlama/ma gibi meseleler, bilginin bütünlüğü ve verimliliği hususunda
önümüzde duran meseleler olarak gözükmektedir.
Temel kaynağın anlaşılmasına
dönük Hz. Peygamberin sözleri (hadis) ve uygulamaları (sünnet) dinin teorik ve
pratik dünyasına ihtiyaca mucip alanlar açmıştır. Yeni keşfedilen alanlar, fethedilen coğrafya
ve insanlar, genişleyen kültürel iklim, Müslüman dünyada dinin kaynağını
anlamak ve yorumlamak için temel disiplinler inşa etmek zorunda kalmıştır.
Mesela Kur'an metninin düzgün
okunması için Kıraat ilmi, iyi anlaşılması için Tefsir ilmi, Hz. Peygamberin
dini anlaması ve uygulamasına ulaşmak için Hadis ilmi ve bütün bunlardan
bireysel ve toplumsal dini gereksinimlere çözüm olacak Fıkıh ilmi inşa
edilmiştir.
Bir kaynağı anlamak için
oluşturulan bu farklı disiplinler, zamanla kaynağa giden yol olma sınırını
aşmış ve neredeyse kaynağın kendisi olmuşturlar. Bu belirli disiplinlerde
üretilen disiplin içi bilgi kaynakları, zaman zaman neredeyse ana kaynağa hiç
dönük olmayan tavırlar da geliştirebilmişlerdir.
Zamanın geçmesiyle ana
kaynaktan bağımsız gibi görünen ve otonom denilebilecek kimliğe dönüşen
disiplinler, en fazla zararı bilginin hakikatine vermişlerdir. Çünkü parçada
hakikat gibi duran şeyin bütünde hakikat olmadığı federatif parçalanmada apaçık
ortaya çıkmıştır. Neredeyse federal kimliğe dönüşen Hadis, Tefsir, Kelam, Akaid
ve Fıkıh disiplinleri, kendilerini hakikatin en büyük ve ilk parçası olarak
görmüşlerdir.
Kronolojik olarak bir disiplin
formunda ilk ortaya çıkan yapı Kur'an yorumculuğudur. Kur'an'ın tedricen
inmesi, meydana gelen olayları yorumlaması, olay inşa etmesi ve birebir muhatap
olması, Hz. peygamberin ve ashabının din pratiğinde haklı olarak ilk sıraya
yerleşmiştir. Gerek Hz. Peygamber gerekse diğer Müslümanlar, karşılaştıkları sorunlarda
ilk hakem olarak Kur'an bilgisine başvurmuşlardır. Bu ilk tefsir hareketi
denilebilir. Sonraki dönemde ayrıntılı tefsir hareketi oluşacaktır. Bu
hareketin metodik başarısı içim Usul-i Tefsir ilmi oluşturulmuştur.
Hz. Peygamberin Kur'an yorumu
her an gelişen olaylara karşı takındığı tavırlar hadis ve sünnet
disiplinlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Onun vefatından sonra çok daha
farklı olaylarla karşı karşıya gelen Müslüman ümmet, sorunlarına çözüm için hem
Kur'an a hem de Hz. Peygamberin sözlerine ve fiili uygulamalarına
başvurmuşlardır. Bu süreç Hadis disiplinini inşa etmiştir. Tefsir usulünden
daha geç dönemde oluşan Hadis Usulü, Allah rasülüne izafe edilen söz ve
fiillerin sıhhat ve kıymet derecesini metodik olarak araştırır.
Gerek ayetlerin gerekse
hadislerin yorumlanmasında keyfiliği kaldırmak, anlamayı ve hüküm inşa etmeyi
disiplin altına almak için İslam bilginleri, anlambilimi metodu (Fıkıh Usulü
Metodu) geliştirmişlerdir. Bu metodun sınırlarında durarak, yeni oluşan yaşam
alanlarına ve vakalarına normatif ilkeler belirleme (fıkıh) ilmini inşa
etmişlerdir. Tefsir ve Hadis usulünün yönetiminde Kur'an ve Hadis metinlerinden
Müslüman bireyin ve toplumun günlük ihtiyaçlarına, yönetim hukukuna ve çeşitli
alanlarla ilgili durumlarına dönük bilgi ve hüküm inşa süreci başlamıştır.
Bireysel ve toplumsal yaşamda karşılaşılan sorunlar, fıkhın penceresinden
çözülmeye çalışılmı8ştır.
Yaklaşık hicri üç yüzüncü yılın
sonlarına doğru olgunlaşan bu disiplinler, zaman zaman otonom kimlikler edinse
de hiçbir zaman birbirlerinden bütünüyle kopuk bir alana düşmemişlerdir. Bu
disiplinlerin kendi başarılarını idame ettirebilmeleri için diğer disiplinlerle
ilişkili olması izaha muhtaç olmayacak kadar açıktır. Aksi durumda otonom
disipliner uygulamalar, bilgiyi ve bilginin amacını zayıflatır.
Tefsir, hadis ve fıkıh
tarihleri birbirinden ayrı düşünülemeyecek kadar iç içedir. Bu disiplinleri
birbirinden izole ederek konumlandırmak bilginin bütünlüğü ve faydalılığı
esasına aykırıdır.
Bundan
dolayı b u disiplinlerden maksimum faydayı sağlamanın ilk ve en öenmli şartı,
disiplinler arası koordinasyon sağlamaktır. Bu koordinasyon, bilginin bütünlüğü
ve sürekliliği ilkesine bağlı kalarak bilinçsel parçalanmayı engelleyecektir.