Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ AÇISINDAN TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHLERİNİN MÜTALAASI  01.04.2018

            Hüseyin YILDIRIM

            Doktora 2017-2018 Bahar Dönemi

            Öğrenci No: 17922734

            Genel olarak konunun mütalaasını yapmadan önce başlıktan da anlaşılacağı üzere öncelikle tarih, tarih bilimi, bilgi ve bilgi çeşitleri nedir? Bunları izah etmeye çalışacağız. Akabinde de İslâmî İlimler perspektifinde Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin tarif ve tarihleriyle ilgili bilgiler verip, bilginin bütünlüğü açısından değerlendirmesini yapacağız.

            İnsan topluluklarının geçmişte meydana getirdikleri olayları, birbirleriyle olan ilişkilerini, sosyal ve ekonomik durumlarını, yer ve zaman göstererek, sebep sonuç ilişkileri içerisinde, belgelere dayalı olarak, objektif bir biçimde inceleyen sosyal bilim dalına "Tarih" denir. Geçmişten günümüze kadar insanların sosyal, iktisadi ve siyasal faaliyetleri, meydana getirdikleri kültür ve uygarlıklar vb. konular, beşeri bilimlerden birisi olan tarihin konusunu oluşturmaktadır. Sosyal bilimlerin temeli sayılan tarih, milletlerin hafızası durumundadır. Tarihini bilmeyen milletler bugün ve gelecekte karşılaşacakları problemlere çözüm bulmakta zorlanmaktadır.

            Geçmişteki insan topluluklarının yaşayışlarını, kültür ve uygarlık alanındaki ilerlemelerini, savaş ve barışlarını, sosyo-kültürel yapılarını neden-sonuç ilişkisi içerisinde, yer ve zaman belirterek, objektif olarak ve belgelere dayandırarak inceleyen bilim dalına "Tarih Bilimi" denir.

            Burada Tarih Biliminin yönteminden de bahsetmek gerekiyor. Bir sonuca ulaşmak için bilim ve mantığa uygun biçimde yapılan araştırma şekline yöntem denir. Tarih biliminin yöntemi ise kendisine özeldir. Her bilim dalı mutlaka bir yöntem kullanmak zorundadır. Sosyal bilimler ve fen bilimlerinin yöntemleri birbirinden farklıdır. Fen bilimleri; gözlemlere, deneylere, laboratuvar ölçümlerine, formüllere, kural, yasa ve sonuçlara dayalı bir yöntem kullanır. Sosyal bir bilim olan tarih biliminin kullandığı yöntemler ise geçmişte yaşanmış ve bitmiş olayları konu edinir. Bu nedenle geçmişte yaşanmış olayları yeniden deneye tabi tutmak ve olayla ilgili genel kanunlara ulaşmak mümkün değildir. Ayrıca geçmişteki bir olayın aynı şartlarda tekrarlanması da imkânsızdır. Tarihi, bilim hâline getiren araştırıcılığı ve sorgulayıcılığıdır. Tarihin yöntemi, tarihî olayları inceleyerek anlamak ve açıklamaktır. Tarihi olaylar hakkında doğru bilgi edinmek ancak o dönemden kalan ve olaya tanıklık edebilecek belge ve bulguların değerlendirilmesi ile mümkündür. Bu değerlendirmede sistematik bir yöntem izlenir.

            Tarih ve Tarih Bilimi ile ilgili genel değerlendirmeden sonra Bilgi Nedir? Bilgi çeşitleri nelerdir? sorularına cevap bulacağız. İnsan aklı sayesinde elde ettiği bilgilerle mağaralardan, kerpiç binalara ve oradan da gökdelenlere ulaşmış ve buralarda yaşamaya başlamıştır. Önceleri seyahatlerini yürüyerek yapan insan daha sonra kendinden daha güçlü ve hızlı koşan hayvanlardan yararlanmış, tekerleği, otomobili, treni, uçağı son olarak da uzay araçlarını icat etmeyi başarmıştır. Bilginin ne olduğu konusunda çok çeşitli görüşler vardır. Bunlardan en yaygın ve kolay anlaşılır olanı ile konuya başlayabiliriz. İnsan, duyu organları yoluyla yaşadığı çevreyi ve evreni algılar. Bu algılamada "özne" (suje) ve "nesne "(obje) adı verilen iki temel unsur vardır. Özne, bilen, yani insan; nesne ise bilinen, yani varlıklardır. Bilgi, çoğu zaman bilen özne ile bilinen nesne arasında kurulan ilişki sonucunda ortaya çıkan ürün olarak tanımlanır. Bu tanımlamada geçen özne, aktif bir tavır sergileyen insan; nesne ise öznenin yöneldiği pasif durumdaki varlıktır. Ayrıca bilgi aktı (bağ) da algılama, düşünme, anlama, açıklama gibi faaliyetleri ifade eder. Aktif bir tavır sergileyen insan bilinçli ve amaçlı bir biçimde bir nesneye yönelir, onu kendisine konu yapar. Özne ile öznenin yöneldiği bu nesne arasında bilgi aktı ilişkisi kurulur ve bu ilişki sonucunda da bilgi oluşur.

            Öznenin amaçlı yönelimi sonucunda, özne ile nesne arasında kurulan ilişkinin ürünü olan şeydir bilgi. Nesnelere yönelen özne onlar üzerine düşünerek, zihinsel bir etkinlik geliştirir. Bu etkinlik sonucu kavramlara ve kavramlardan da önerme ve çıkarımlara varılır. Bilgi aktı, özneden objeye bilinç etkinliğidir. Bilgi aktları algılama, anlama ve açıklama şeklinde olabilir. Algılama aktı, somut nesneler üzerinde yapılan duyu deneyleri sonucunda elde edilir. Anlama aktı, doğruyu bütünüyle sezgisel ya da zihinsel anlamadır. Açıklama aktı, bir şey hakkındaki ilk bilgiden yola çıkarak son bilgiye ulaşma çabasıdır.

 


            Bilgi Türleri Nelerdir? İnsan çok yönlü bir varlıktır. Bu durum insanın birbirinden farklı soyut ve somut varlıklarla ilişki kurmasını sağlar. Dolayısıyla insan için tek bir bilgi türünden değil birçok bilgi türünden söz etmek gerekir. Bunu şöyle açıklamak mümkündür: İnsan, varlığı üzerinde düşünmek ve yaşamının amacını anlayabilmek için felsefe bilgisine; yaşadığı dünyayı ve toplumu anlayabilmek için bilimsel bilgiye; doğada var olan nesneleri araç gerece dönüştüre bilmek için teknik bilgiye; kendisindeki güzellik ve beğeni duygusunu geliştirebilmek için sanat bilgisine ve arınmak için dînî bilgiye gereksinim duymuştur. Bunların her biri farklı bilgi türleridir. Bu bilgi türlerinin belki de tek ortak noktaları özne ile nesne arasında kurulan ilişki sonucu ortaya çıkmış olmalarıdır.

 

            Burada biraz Dînî bilgi üzerinde durmak istiyoruz, Din; Tanrı'yı, evreni, toplumu ve insanı açıklayan inanç sistemidir. Bir inanç sistemi olarak din, Tanrı inancına dayanır ve hem insanın iç yaşamını, hem de toplumsal yaşamı düzenler. Dînî bilgi, bilenle bilinen arasındaki bağın, itikatla, inançla kurularak elde edilen bilgi türüdür. Fizik yasalarının ötesinde bir yaklaşım olduğu için metafizik (fizikötesi) bilgiler olarak da değerlendirilir. Dînî bilginin temel mantığı; evreni ve beni yaratan aşkın varlık (genellikle Tanrı) en doğru bilgiye sahiptir biçimindedir. "O hâlde doğru bilgi için onu dinlemeliyim, ona yönelmeliyim." düşüncesi ortaya çıkar. İnanç esasına dayanan dînî bilgi dogmatiktir. Yani dogmalar (inaklar), tartışılmaz, bunların doğruluğundan kuşku duyulamaz. Bu açıdan dînî bilgiler mutlaktır. Ancak mutlaklık o inanç sistemine inananlar arasındadır. Bir başka inanç sistemi için yine ve ancak kendi inançları mutlak, değişmez ve tartışılmazdır. Dînî bilginin doğruluk değeri nesnesine uygunlukta ya da doğaya uygunlukta aranmaz. Doğa, dînî bilgiye uymuyorsa, yanlış o bilgide değil, doğanın kendisinde aranır. Dînî bilgi, sistematiktir. Dünyaya özgün bir bakıştır. Kendi içinde mantıksal bir tutarlılık taşımaktadır. Ayrıca düzenleyici, yaptırım gücüne sahiptir. Genellikle örgütlüdür.

 “Tarih” ve “Bilgi” hakkında genel bilgiler verdikten sonra İslami İlimlerden Tefsir hakkında bilgi vereceğiz;  Sözlükte "açıklamak, beyan etmek" anlamındaki "fesr" kökünden türeyen tefsir, "açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek" demektir. Kur'an-ı Kerim'in yorumu için "fesr" veya aynı anlamda "tefsire" kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir Kur'an'ı anlama ve açıklamaya yönelik faaliyetler bütünüdür. Kur'an anlaşılmadıkça uygulanamaz. Uygulanmadıkça da İslam'a göre insanların yaratılış sebebi olan Allah'a kulluk, O'nun rızasına uygun bir hayat gerçekleşemez. Kur'an'ı anlamak, Allah'ın ne demek istediğine ulaşmak için yapılan çabalar iki kelime ile ifade edile gelmiş olup bunların ilki aynı zamanda bir ilmin adı olan "tefsir", ikincisi de "te'vil'dir. Tefsir kelimesi "maddi bir şeyin üstünü açıp ortaya çıkarmak" manasına da gelmekle beraber daha ziyade "manayı açmak, açık hale getirmek" anlamında da kullanılmaktadır. Kelimeye bu manada Kur'an'da da yer verilmiştir.  Kur'an'ı doğru anlamak ve tefsir etmek için en önemli şart, onun Allah kelamı olduğunu ve kendisine özgü bir yapısının bulunduğunu kabul etmektir. Kur'an'a beşer kelamı gibi yaklaşma onu anlamanın ve doğru tefsir etmenin önündeki en önemli engeldir. Allah Kur'an'ı, vasıfları yine bizzat Kur'an-ı Kerim'de ortaya konan muttakiler için hidayet rehberi olarak göndermiştir. Tefsir ilminin mahiyeti bütünüyle Kur'an ayetleridir. Tefsir Kur'an'ın bütün ayetlerini ve kelimelerini tetkik konusu yapar. Tefsir ilminin gayesi, dünya ve ahirette selamete ve mutluluğa ulaşmak için Allah'ın kitabını, onun maksadına uygun şekilde anlamak, anlatmak ve faydalı biçimde çıkarmak ve elde etmektir. Kuran'ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tabiine aktarmıştır. Muteber hadis kaynaklarında, Rasülullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan bir ayeti veya sureyi yorumlamakta veya kapalı bir noksanı açıklamakta, bazen de sorulara cevap mahiyetinde Kur'an'ı tefsir etmektedir. Ayetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, ayetin ayetle tefsir edilmesi, ayette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir şekillerindendir. Böylece Rasülullah yaptığı yorumlarla mücmeli beyan, mutlağını takyit, müşkilin tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır. Bu gibi eserlerde öyle esas ve prensipler var ki, onu okuyan herkes ne demek istediğini anlayamaz. O halde, ilahi kitapların sonuncusu olan Kuran'ın Müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp insanların ona bağlanabilmek için O'nun mutlak surette tefsir ve izah edilmesi icap ediyordu.

 

            Burada hadis ilmi ve tarihi ile ilgili bilgi vermek istiyoruz; Sözlük anlamı “yeni” demek olan “hadîs” sözcüğü, “kadîm” (eski) kelimesinin zıddıdır. Aynı zamanda “haber” anlamına da gelen hadis, Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî bir haber anlamında “Kur’an’ın karşılığı olarak kullanıldığı gibi “hadîsü Musa” (Musa’nın haberi) “hadîsü’l-cünûd” (orduların haberi) ifadelerinde de “kıssa” veya “haber” anlamında kullanılır. Hz. Peygamber de zaman zaman Kur’an’dan söz ederken “ahsenü’l-hadîs” (sözlerin en güzeli), “hayrü’l-hadîs” (sözlerin en hayırlısı), “asdaku’1-hadîs” (sözlerin en doğrusu) tabirlerini kullanmıştır. Râğıb el-İsfehânî, hem Kur’an’a hem de Hz. Peygamber’in sözlerine karşılık gelecek şekilde hadis kelimesine şöyle bir tanım getirmektedir: “(Hadis) insana, işitmek ya da vahiy almak suretiyle uyku halinde veya uyanıkken ulaşan her türlü sözdür.” Ancak daha sonraları hadis kelimesi, sözlük mânâsının dışında Hz. Peygamber’in sözlerini ifade eden özel bir sözcük olarak kullanılmıştır. Hadis, Sevgili Peygamberimizin sözleri için kullanılan özel bir sözcük olmakla birlikte, onun sözlerini ifade etmek üzere hadis yerine başka sözcükler de kullanılmıştır. Bunların başında “haber” kelimesi gelmektedir. Sahâbe devrinde ve daha sonraki dönemlerde haber sözcüğü, Resûl-i Ekrem’in sözleriyle onun fiillerini ve tasviplerini bildiren haberler anlamında kullanılmıştır. Haber sözcüğü hadise nazaran daha kapsamlıdır. “Bir nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” mânâsına gelen “hubr” (hıbre) kelimesinden türemiş bir isim olan haber, terim olarak “geçmişte meydana gelen veya gelecekte vuku bulacak bir olayı bildiren söz” veya “mahiyeti itibariyle doğru ve yanlış olma ihtimali bulunan söz” anlamına gelmektedir.

            Hadis Tarihi ile ilgili olarak özetle şunları söyleyebiliriz; Hz Muhammed, hayatı süresince hadislerin yazılmasını ya tamamen yasaklamış, ya da çok kısıtlamıştı. Bunun en büyük nedeni, kendi sözleri ile Kuran ayetlerinin birbirine karıştırılması tehlikesiydi. Hz Muhammed, kendisine Allah tarafından bir ayet bildirildiğinde bunu belirtir ve anında Vahiy Katiplerine yazdırırdı. Peygamberin hadislerin yazılmasını yasakladığına ilişkin iki önemli rivayet vardır. Hz. Peygamber ve bir sahabeye ait rivayetler şu şu şekildedir: «Benim ağzımdan Kuran’dan başka hiçbir şey yazmayınız. Kuran’dan başka bir şey yazmış kimse varsa silsin. Ancak yazmaksızın benden dilediğiniz gibi rivayet ediniz. Bunda hiç sakınca yoktur. Bir de bile bile her kim bana isnat ederek yalan uydurursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.» «Biz hadis yazarken Hz Peygamber yanımıza geldi ve; “Yazdığınız şey nedir?” dedi. “Senden işittiğimiz hadisler!” dedik. Hz Peygamber; “Allah’ın Kitabı dışında kitap mı istiyorsunuz? Sizden önceki milletler Allah’ın Kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için sapıklığa düştüler!” dedi.» Bu emirler çerçevesinde Hz Muhammed’in hayatı boyunca, hadislerin yazılmasından kaçınılmıştı. Bununla birlikle ilerleyen yıllarda Hz Muhammed, bir iki özel konuşmasının yazılmasına izin vermiş ve komşu ülkelere, kabile ve hükümdarlara yazdığı mektupları ve anlaşmaları da tabii olarak yazdırmıştı. Hz Muhammed’in vefatını takiben Hz Ebubekir, 500 kadar hadisi bir kitapta toplamış fakat, sonradan vazgeçip bunu imha etmişti. Aynı şekilde, O’ndan sonraki Hz Ömer de bir hadis kitabı yazmaya başlamış ancak, sonradan bundan vazgeçmişti. Kendisine bu konuda soru yöneltenlere de şöyle söylemişti:

 

“Size bir hadis kitabından söz etmiştim. Sonradan düşündüm ki, sizden önceki ehli kitap, Allah’ın Kitabı dışında kitaplar yazmışlar, o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın Kitabını terk etmişlerdi. Ben, yemin ederim ki, Allah’ın Kitabını hiç bir şeyle gölgelemem.” Hz Ömer’in hadislerle ilgili tavrı bununla kalmamıştı. Örneğin Irak’a giden bir heyete şunları söylemişti: “Siz öyle bir beldeye gidiyorsunuz ki, ahalisi arı uğultusu gibi Kuran okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız. Kuran’ı iyi okuyunuz ve Hz Peygamber’den rivayeti azaltınız.” Hz Ömer ayrıca, kendisine Hz Peygamber’den bir hadis söyleyen kişiyi ispata davet eder; “Senden başka bu hadisi Peygamber’den işiten var mı?” diye sorardı. Hadisleri toplayarak bir kitap oluşturma faaliyeti Hz Ebubekir ve Hz Ömer’in söz konusu tavırları sebebiyle mümkün olmadı. Hz Osman ve Hz Ali dönemleri ise Müslümanlar arasında çatışmaların, kargaşanın zirveye ulaştığı bir dönem oldu. Bu arada çok sayıda uydurma hadisler üretildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Özellikle Şia ve Hariciler çok sayıda uydurma hadis ortaya attılar.

 

Hz Peygamber döneminden itibaren bazı Sahabeler, imkanları nispetinde duydukları hadisleri içine alan sahifeler yazmışlardı. Bununla birlikte, hadislerin yazılı olarak derlenmesi çalışmaları ciddi olarak, Hz Muhammed’den yaklaşık 100 yıl sonra ilmi ve ahlakı ile tanınan Emevi Halifesi Ömer b Abdulaziz (Ö.719/H.101) zamanında başladı. Takiben, Ameş (Ö.Hicri 148) ve Şube (Ö.Hicri 160) gibi çok sayıda Hadis Tenkitçisi ortaya çıkarak doğru ve yalan hadisleri ayırmaya çalıştılar. Hz. Muhammed’den sonraki ikinci asrın -yani Emevi döneminin- en önemli özelliği, siyasi ve itikadi mezheplerin ortaya çıkışı, toplumdaki siyasal ve sosyal kargaşanın artışıydı. Abbasi Halifesi Harun Reşid dönemini (786-813) takiben felsefi bilimlerde olduğu gibi din bilimlerinde de ciddi atılımlar başladı. Bugün en sağlam olarak kabul edilen hadis kaynakları ile Kütüb-ü Sitte adlı 6 büyük hadis kitabı, bu dönemden sonra oluşturulmaya başlandı. İmam Malik, Muvatta (H.179/M.795), İmam Şafii, Müsned (H.204/M.819), Ahmed b. Hanbel, Müsned (H.241/M.855), Buhari, el-Camiu’s Sahih (H.256/M.870), İmam Müslim, Camii (H.261/M.875), İbn Mace, Sünen (H.273/M.887), Ebu Davud, Sünen (H.275/M.889), Tirmizi, el-Camiu’l Kebir (H.279/M.892), Nesai, Sünen (H.303/M.915) eserleri İslam tarihinin en önemli hadis kaynakları arasına girdi. Burada bir gerçeğe işaret etmekte yarar vardır. 1850 yıllarından sonra ortaya çıkan Arap milliyetçileri; “Türkler kadar İslam’a zarar veren bir millet yoktur” ana fikrini işlemişlerdi. Halbuki Kütüb-ü Sitte denilen 6 büyük hadis kitabından 5 tanesini hazırlayanlar Türklerdi.

 

            Fıkıh, sözlükte bir “şeyi derinlemesine bilmek ve kavramak anlamına gelir.” Terim olarak ”kişinin günlük hayatında faydasına ve zararına olan şeyleri bilmesidir.” Fıkıh kelimesi Peygamberimiz (a.s.)’ ın vefatından sonra özel bir anlam kazanmış ve bir ilim dalı olmuştur. Fıkıh ilmi ile uğraşan; ayet ve hadis gibi delillerden herhangi bir konuyla ilgili dînî hüküm ortaya koyabilme yeteneğini sahip kimseye “Fakih” denir. Bu anlamda fıkıh ile içtihat, fakih ile müçtehit aynı anlamda kullanılmıştır. Fakih, fıkhın kaynakları olan Kur’an ve sünnet üzerinde düşünerek doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayırt etmeye yarayacak ilkeler ve hükümler çıkarmaya çalışır.

            İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:

1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H.S. 10)

2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)

3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)

4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)

5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)

6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)

7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)

            Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.

            Bu genel değerlendirmeler neticesinde şunları söyleyebiliriz; öncelikle insanın anlam dünyasında bilgi ilk insan Hz. Adem (a.s.)'ın yaratılması ve Allah'ın eşyanın isimlerini ona öğretmesiyle başlar. Bu bilgiyi elde eden Hz. Adem (a.s.) artık daha da güçlü hale gelmiştir. O günlerden başlayan bilginin serüveni kıyamete kadar katlanarak devam edecektir. Hiçbir zaman kemalata eremeyecek olan bilgi her geçen günde de ayrışacaktır çünkü bilginin çoğalması ister istemez onu bölümlere ve çeşitli branşlara ayıracaktır. Bilginin içersinde yerini alan dînî bilgi de vahiyden beslendiği şekliyle son olarak İslâmî bilgi şeklinde tezahür etmiştir. İslâmî bilgi de ilk önce direk vahiy bilgisi olarak Kur'an ayeti olarak insanla buluşmuş ve yeni bir anlam dünyası oluşturmaya başlamıştır. Gerek inen ayetlerin anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber'in yorumu gerekse yeni oluşan dinin ikmali için Hz. Peygamber'in söz ve fiilleri İslâmî bilginin ikinci önemli temel kaynağını oluşturmuştur ki biz buna Sünnet veya Hadis diyoruz. İslâmî bilginin her iki kaynağını da anlama ve yaşama konusunda sarfedilen beyinsel faaliyet de fıkhı ifade etmektedir. Sonraları müstakilleşen Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimleri başlangıçta tek bir bilgiyi ifade ediyordu ki o da İslâmî bilgidir. Dînî bilgiler tarihi içersinde bazen öyle zamanlar olmuştur ki bir tefsir kitabında tıptan hendeseye, coğrafyadan sosyoloji bilimine kadar pek çok bilim dalıyla Kur'an irtibatlandırılmıştır, nitekim Fahreddin Razi örneğinde olduğu gibi. Bilimdalları günümüzde müstakil hale gelmiş olsalar bile İslâmî bilgi anlamında Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Siyer ilimleri birbirlerinden bağımsız düşünülemezler hatta diğer bilim dallarından da tıp, psikoloji, sosyoloji, coğrafya  vs. istifade etmek durumundadırlar. Ticaret ve finans hukukunda bilginin bütünlüğünden kastedilen; Bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumudur. Veri özgün haliyle saklanır veya iletilirse buna bilgi bütünlüğü denir. Aslında Kur’an ayetlerinin Allah’tan geldiği şekliyle günümüze kadar ulaşması bu anlamda bilgi bütünlüğünü ifade etmektedir. Oryantalistler tüm çabalarına rağmen tüm el yazma nüshalarını ilk dönem itibariyle incelemelerine rağmen Kur’an ayetlerinde bir farklılık bulamamışlardır. Ayrıca hadis ilminde hem metin hem de isnad ilmi bilginin bütünlüğü açısından günümüze ulaşma şekli ve sıhhat durum değerlendirmesiyle ayrıca bilginin bütünlüğü anlamında ayrı bir değer ifade etmektedir.

 

KULLANILAN KAYNAKLAR

1.      Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yay, Ankara 2012.

2.      Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, TDV Yayınları,  Ankara 1991.

3.      Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Tdv Yay, Ankara 2008.

4.      Karaman, Hayreddin, İslam Hukuk Tarihi, İz Yay, İstanbul 2008.

5.      Ömer YILDIRIM Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve "Sosyolojiye Giriş" Dersleri

6.      Birişik, Abdülhamid, "Tefsir", DİA, İstanbu 2011, XXXX.

7.      İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, (trc. Bekir Karlıca, Bedreddin Çetiner), Çağrı yayınları, İstanbul 1983.

8.       İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/5.

9.      Büstanu’l Muhaddisin, Abdülaziz b. Şah Veliyullah Dehlevi

10.   Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal

11.  Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku.

12.  Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri.

13.  Abdullah Manaz, Siyasal İslamcılık II, Türkiye’de Siyasal İslamcılık,  Kültür Sanat Yayıncılık, 1. Baskı, Ocak – 2008, İstanbul.

14.  www.tarihin.com

15.  www.felsefe.gen.tr

 

16.  https://hadis.diyanet.gov.tr


0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ BAĞLAMINDA TEFSİR, HADİS VE FIKIH USULLERİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ

 

-PANAROMİK BİR BAKIŞ-

 

2017-2018 Bahar Dönemi

Doktora Esbab-ı Nüzul-II dersi

Enes TEMEL

 

         Kur'ân-ı Kerîm’in nüzul dönemine baktığımızda İslami bilginin kaynağı olan vahiy karşısında ilk Müslümanların aldıkları tavır ile sonraki dönemlerde Müslümanların aldıkları tavırların farklı olması Kur'ân-ı Kerîm’e muhatab olma yönünden farklı olmalarındandır. Çünkü vahyin nüzulüne şahit olan Sahabe (r.a) Kur'ân-ı Kerîm hakkında zihinlerinde yer eden bir soru olduğunda vahyin bizatihi muhatabı olan Cenâb-ı Peygamber (s.a.s)’e müracaat ederek sorularına cevap almaktaydılar.

      Vahyin devam ettiği süreçte Peygamberimiz (s.a.s)’in etrafında bulunan Sahabe (r.a)’nin iki şekilde var olduklarını görmekteyiz. Birincisi, kendilerini tamamen İslam’a adayıp, O’nun haricinde bir şeyle meşgul olmayan Suffe ashabı’dır. İkinci grup ise ticaret ve çobanlık gibi günlük hayatını idame ettiren meseleleri de devam ettirerek bunlardan vakit bulduğu ölçüde Peygamberimiz (s.a.s)’in sohbetlerinden istifade edenlerdir. Bunlar arasında sürülerini otlatmak için aylarca mer’âlara gidenler de bulunmaktaydı.

      Bu dönemde usul düşüncesi henüz gelişmemiş olsa da uygulama öncesinde Peygamberimiz (s.a.s)’den onay alma durumu varsa alınır, muhtelif sebeplerle Peygamberimiz (s.a.s)’den uzakta ise Mus’ab b. Umeyr örneğinde olduğu gibi sırasıyla kitab’a, sünnet’e ve rey’e başvuru yapılırdı.

      Vahyin nazil olma döneminin sona ermesi ve Peygamberimiz (s.a.s)’in ahirete irtihallerinin ardında Sahabe (r.a) de aynı şekilde devam ederek yaşayışlarını sürdürdüler. Zira onlar vahyin nüzulüne şahit olmuş oldukları için hangi hususlara (esbab-ı nüzul, nasih-mensuh vs.) dikkat edilmesi gerektiğini bilmekteydiler.

      Sahabe dönemi ile birlikte dini hayatın yaşanması hususunda iki boyutun öne çıktığı görülür. Bunlardan ilki Peygamberimiz (s.a.s)’in hayatında yaptığı/uyguladığı her şeyi zamansal ve mekânsal şartlardan arındırarak her durumda uygulamaya çalışan damardır ki Peygamberimiz (s.a.s)’in Medine’de yanlışlıkla girdiği çıkmaz sokaktan geçişleri esnasında ‘sünnet yerine gelsin diye’ aynı sokağa girmişler; bir dinlenme esnasında Peygamberimiz (s.a.s)’in dinlendiği mekanda dinlenmişlerdir. Diğer kesim ise Peygamberimiz (s.a.s)’in uygulamalarındaki amaç, zamansal ve mekânsal olguları da değerlendirerek yaklaşmışlardır.

      Bu dönemde yaşanılan bazı ihtilaflara baktığımızda bu hususun öne çıktığı görülmektedir. Yukarıda zikredilen her zaman Peygamberimiz (s.a.s)’in sohbetinden istifade edemeyenler, yeni nazil olan ayet/hükümlerden geç haberdar olmaları ve ayetlerin nüzul sıralarını tam olarak bilememeleri de daha sonraları kendilerine bir hüküm danışıldığında verdikleri cevaplara Sahabe’nin büyüklerinden Hz. Aişe (r.a) gibi kimselerin itirazları ve ‘o meselenin aslı şöyle idi’ şeklindeki düzeltmeleri ile Sahabe’nin tümünün standart bir eğitimden geçmediğine, klasik literatürdeki ‘alim sahabi’ tanımlamasının gerçekliğini göstermiş olmaktadır.

      Tabiin dönemine geldiğimizde Sahabe’nin tecrübesinden istifade eden ilk nesil olması bakımından var olan birikimden en yakın şekilde istifade etmekteydiler. Ancak zamanın değişmesi ile birlikte ortaya çıkan yeni meseleler karşısında bir Müslümanın takınacağı tavır ve/veya amel hayatına yön vermesi bakımından var olan bilginin işlenmesi gerekmekteydi. Bu durumda Sahabe döneminde de örneklerini kullandığımız aklın ve/veya akla dayalı olarak kıyasın kullanımı daha da ön plana çıkmaya başladı. İlk dönemde -yukarıda bahsettiğimiz üzere- Sahabe arasında Peygamberimiz (s.a.s)’in uygulamalarına yönelik ortaya çıkan iki yaklaşımın burada daha da belirginleştiğini ve Tabiin dönemi itibariyle bir ekol olacak ölçüde çalışmalar yapıldığı görülmektedir.

      Daha sonraki dönemlerde bu çalışmalar önemli isimlerin öncüsü olduğu ekoller haline gelecektir. Günümüze ulaşan ameli mezhep 4 olmakla birlikte ulaşamayan mezheplerin –mesela Ebu Cafer et-Taberî’nin mezhebi- de az olmadığı düşünülmektedir.

      Bu mezheplerin usullerine baktığımızda genel olarak usul düşüncesine sahip olduklarını söylemekle birlikte, kendilerine ulaşan birikimi değerlendirme esnasında Sahabe döneminde de var olan re’y  kullanım oranı farklı olan yaklaşımlara sahip oldukları görülmektedir. Söz gelimi İmam-ı Şafii Sahabe’den gelen bir rivayeti değerlendirmede Sahabe arasında alim ve alim olmayan şeklinde bir ayrım yapmazken İmam-ı Azam’ın bu konuda -Sahabe’nin aynı ölçüde bilgi düzeyine sahip olmamasından dolayı- alim Sahabe’nin sözünü diğerlerinden önde tutmuştu. Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel, İslam esaslarının Medine’de yaşayan Sahabe tarafından Peygamberimiz (s.a.s)’den gördükleri gibi uyguladıkları ve O’nun (s.a.s) eğitiminden geçtikleri için diğer Sahabe’ye oranla daha iyi bildiklerini düşünmekte ve buna amel-i ehl-i Medine demektedir. Daha sonraları Hanbelî mezhebinde mezhep esası haline gelmektedir. Bu dönemde mezhepler arasında gündeme gelen önemli bir konu da kıyas’ın varlığıdır ki Peygamberimiz (s.a.s) ve Sahabe döneminde var olmayan ve ortaya yeni çıkan hadiseler karşısında o dönemlerdeki benzerlerine müracaat ederek aradaki illet benzerliğini bulma ve bulunulan döneme bunu uyarlayıp tatbik etmedir. Kıyas sayesinde birçok meselenin İslam zaviyesinden nasıl ve ne şekillerde algılandığı/algılanabileceği böylelikle görülmüş olmaktadır. Tabi böyle bir uygulamanın yapılabilmesi için ictihâd’ı yapacak kimselerde belli şartların oluşması gerekir ki böylelikle ortaya çıkan yeni bir meselede hüküm verebilsin.

      Tabiin döneminden daha sonraki dönemlere doğru uzandığımızda sosyolojik özelliklerin de gözetilerek artık fıkıh ve hukukla ilgili mevzularda usûl terminolojisine etki ettiğini görmekteyiz.

      Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılmasında/yorumlanmasında önemli bir yer tutan ‘Kur’ân’ın sünnet ile tefsiri’ esnasında sünnet verilerinin kaynağından itibaren daha sonraki dönemlere ulaşmasında ne gibi devrelerden geçtiği; rivayet silsilelerinin incelenmesi gibi durumlar hasıl oldu. Bu vesile ile de Hadis ilimlerinde usul düşüncesi gelişmeye başlamış oldu.

      Bütün bu usul gayretlerinin ana merkezinde yer alan düşünce Kur'ân-ı Kerîm’in anlaşılmasıdır.

 

KAYNAKLAR

Cerrahoğlu,  İsmail, Tefsir usulü, Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı yay., 1983.

Zeydan, Abdülkerim, Fıkıh usulü, terc. Ruhi Özcan, İstanbul : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı (İFAV), 1993.

Koçyiğit, Talat, Hadis usulü, Ankara : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yay., 1987. 


0 Yorum - Yorum Yaz


USUL MÜTAALASI

Akhmad Mughzi Abdillah (17922717)

TEFSİR

Tefsir kelimesi “fesere” veya taklib tarikiyle “sefere” köklerinden 0 gelmektedir. Emin el-Hûlî’ye göre, fesere ve sefere her ikisi de keşif manasina dır. “sefere” kelimesinden zâhiri maddî bir keşif, “fesere” kelimesinde ise mânevi bir keşif görürüz. Tefsir kelimesi eski felsefi ve ilmî eselerin açıklanışı ve izahı olarak ta kullanılır. Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’ya göre, Tefsir kelimesi ıstılah olarak “mükil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” diye tarif edilir. Fakat bu kapalılık, kelamın sahibinden bir beyana muhtac olur. Onun için hakiki tefsir Allah ve Resülü’nün beyanı ile yapılandır, kısacası, hakiki tefsir rivayete muhtaç bulunan yani tevkifi olandır.[1]

Mukaddes Kitabımız Kur’ânı Kerimin anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin, bidayetten bugüne kadar geçirdiği tekâmül ve değişikleri bilmektir. Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı olarak yazılmaktadır. Çalışma alanı her iki yöntemde  de aynıdır. Kaynaklar da aynıdır. İki yöntemi birbirinden ayıran nokta, kaynaklara olan yaklaşımlardır. Rivayet tefsirinde kaynaklara yaklaşımı, kaynağın sıhhatine yönelik inceleme yapar ve küvvetli görüşü tercih ederek benimser. Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı, tefsir tarihine bakar, yöntemleri inceler, beğendiği bir yöntem bulursa onu benimser. Özellikle içerikleri açısından kaynakları değerlendirir, her birisini nasıl kullanacağını karar verir.

Kur’an’ın parçaları, yerine göre birbirlerini tamamlayan, yerine göre birbirlerini açıklayan nitelikleriyle ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Çünkü bir yerde kapalı olan ifade, başka bir yerde açık, bir yerde muhtasar olarak fikir, diğer tarafta tafsilatlı, bir yerde mutlak olan, başka bir yerde kayıtlanmış, bir yerde genel ifadeli bir husus, diğer yerde tahsis edilmiş şekliyle geçebilir.[2] Buna konuda Toshihiko Izutsu, manalar yalnız başlarına değil, daima bir sistem içinde değer kazandığını söylemiştir.[3]

Çağdaş dönemde Kur’an ifade etmek ve aktüel manası anlamak için yeni bir perspektif kullanmalıdır der. Kur’an tefsir etmek için uygulanan bilimsel nazarini açıklamaktadır. Kur’an’ın aktüel kıymeti ve yorumlanmasıyla ilgili bu ihtiyaçlara, Kur’an öncesi ve Kur’an sonrası tarih hakkında ciddi, ilmi esaslara dayalı bir bilgilenme ve günümüzdeki insalığın geldiği noktanın, ilmi ve fikri cehdelerle iyi anlaşılmasıyla cevap verilebilir. Su halde Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması işinde, günümüzde, insanlığın yaşadığı ilmi, teknolojik, siyasi, sosyal, ekonomik, akhlaki, ve dini vs. tecrübeleri, mutlaka ciddi araştırmalarla öğrenmek ve bu konuda sağlıklı tahliller yapmak bir zorunluluktur.

 

HADİS

Hadis, söz, fiil, yaratılış veya huyla ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamer’e nisbet edilen her şeydir. Hz. Peygamber’in hadislerindeki asıl amaç Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek, gizli kalan noktaları açığa çıkarmak, Yüce Allah’ın emir ve hükümlerindeki maksadını açıklamaktır.[4] Ayrıca Hadisler Kur’an’da bulunan hükümlere uygun bir hüküm getirmektedir.

Fıkıh alanında, Kur’an-ı Karim’de bulunmayan konularda, hadislere başvurulur. Bundan dolayı İslam dini’nin Kur’an Kerim’den sonra ikince temel kaynağını hadisler oluşturmaktadır.

Hadisin aslına uygun bir şekilde aktarılmasını temin amacıyla kullnılan metotlar ile bununla ilgili olarak mânen ve lafzen rivayet konuları incelemektir. Başka bir ifadeyle hadislerin nasıl naledildiği (rivayetin keyfiyeti) ile Hz. Peygamber’den işitildiği lafızla veya aynı anlama gelen farklı lafızla nakledilmesi (rivâyetin sifatı) konuları ele alınmaktadır.

Hadisin kaynağına göre, hadisleri iki grupta toplayabiliriz. Birincisi ilahi kaynaklı olanlar, ikincisi ise beşeri kaynaklı olanlar. İlahi kaynaklı olanlar Kudsi hadislerdir. Beşeri kaynaklı olanlar ise üçe ayarılır: birincisi Hz. Peygamber’e ait olan Merfu hadisler; ikincisi Sahabey ait olan Mevkuf haberler; üçüncü Tabiilere ait olan Maktu haberlerdir.[5]

 

FIKIH

Fıkıh Usulü fıkhın delileri demektir. Fikih usulü alimleri, bu delil tespit ederler. Fıkıh alimleri de bu delil ve kaidelere dayanarak şer’i hükmün ne olduğunu belirlerler.[6]  Bu deliller müctehidin dine ait amelî hükümleri tafsilî delillerinden çıkarmak için kullandığı kaidelerdir.

Fıkıh usulü öğrenmenin en önemli maksatlarından ve faydalarından biri de, dinin hedef ve gayelerini yani makasıdu’ş-şeria’yi bilmektir. Klasik fıkıh usulü eserlerinde bu mevzuya çok az yer verilse de, asılda fıkıh usulünün en önemli maksadı bu olmalıdır. Nitekim Endülüslü alim Ebu İshak eş-Şatıbi (790/1388) el-Muvafakat fi Usuli’ş-Şeria adlı eserini bu maksatla yazmıştır.[7] Bu Konuda, eş-Şatıbi makasıt düşüncesinin öncülerinden olmuştur.

Fıkıh usulü esas konusu, şer’i deliller ve şer’i hükümlerdir. Usulcü, önce şer’i delilleri tespit eder. Daha sonra onlardan ne şekilde hüküm çekaralacağına dair kaideler geliştirir.[8]

Fıkıh usûlü âlimlerimiz, tek bir ilmden yararlanmış değil, Tefsir, Hadis ve Kelam ilimlerinden de yararlanmışlardır. Usul âlimleri aynı zamanda iki asıl kaynak olan Kur’an ve Sünnet’in dili olan Arapça’nın kurallarından da çok istifade etmişlerdir. Dil yardımıyla dinin hedefi anlayabiliriz.

DEĞERLENDİRME        

İLİMLER

TEFSİR USULÜ

HADİS USULÜ

FIKIH USULÜ

TARİF

Tefsir, müşkül ve garib lafızlardan murad edilen şeyi keşfetmektir. 

 

Rasûlullah (s.a.)’a nisbet edilen bir söze veya fiile yahut bir takrire hadîs demektir.

 

 

Fıkıh Usulü fıkhın delileri demektir. Fıkıh ise, tafsîli delillerden çıkarılan amelî-şer’î hükümleri bilmektir.

KONULARI

Nüzûl Sebebleri, Mekki ve Medeni Ayetler,  Nâsih ve Mansuh, Muhkem ve

 

Müteşabih, Hakikat ve Mecaz, el-Vücû ve’n-Nezâir

 

Esbâbu Vurûdil-Hadîs,  Rivâyetu’l-Hadîs ve Dirâyetu’l- Hadîs İlimleri, Cerh ve Ta’dil, İlelü’l- Hadîs, Garîbül- Hadîs, Muhtelifü’l- Hadîs, ,  Nâsih ve Mansuh

 

 

Şer’i Deliller, Fer’i Deliller, Hüküm ve Ceşitleri, Hükmün Kunusu ve Hükmün Muhatabı

GAYESİ

Tefsir amaçı, Kur’ân’ı Kerim’in ayetlerini açıklamayı ve onların doğru anlaşılmasıdır.

 

 

Hadis usulünün amacı, bir haberin Hz. Peygambere ait olup olmadığının tespit edilmesidir.

 

Fıkıh ilmi, hangi şartlarda Allah’ın hangi emrinin nasıl uygulanacağını inceler.

YÖNTEMİ

Tefsir, rivayete ve dirayete dayalı olarak yazılmaktadır. Rivayet tefsirinde kaynaklara yaklaşımı, kaynağın sıhhatine yönelik inceleme yapar ve Küvvetli görüşü tercih ederek benimser. Dirayet tefsirinde ise kaynaklara yaklaşımı, tefsir tarihine bakar, yöntemleri inceler ve  içerikleri açısından kaynakları değerlendirir.

 

 

Rivayetin keyfiyeti tabiriyle, sahâbeden itibaren hadîslerin nasıl alınıp nakledildiği başka bir ifadeyle “tahammülü’l-edâ” kadtedilmektedir. Tahammül, hadîsi almak ve öğrenmek, edâ ise hadîsi nakletmek ve öğretmek anlamına gelmektir.

Fıkıhçı, İslam hukukunda hüküm çıakarmak için aslî ve fer’î deliller değerlendirmelidir.  Aslî delil, birinci derecede temel olan delil demektir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs, icmâ ve kıyastır. Fer’î delil ise, ikinci derecede olan delil demektir. Bunlar da istihsan, mesâlih-i mürsele, örf, adet, sedd-i zerâi’, istishab, sahabî kavli ve şer’u men kablenâdır.

 

 

Yedi Harf (el-Ahrufu’s-Seb’a) Üzerinde Usûlve Bilginin Bütünlüğü Meselesi

Nöldeke’ye göre yedi harf evvela zannedildiği gibi arap lehçeleri demek olmayıp, kıraat (okuma) tarzı demektir. Diğerlere göre mademki harf kelimesinin bir manasının da, lüğat ve lehçe olduğunu söyledik. O halde yedi harf, lafzı ve maddesi muhtelif yedi dil olabilir.

Kur’ân, tevâtür rivayet ile nakledilmelidir. Onun bu tevâtür özelliğinden dolayı şaz kırâatlar, kudsi hadisler gibi mütevatir olmayanlar kur’ân’dan sayılmaz.

Şaz kiraatlar, âhâd haberler şeklinde bize nakledilen kıraatlardır. Meselâ: Übey ibn Ka’b kıraatinde orucun kazası ile ilgili ayetteki (متتابعات) kelimesi ile İbn-i Mes’ud kıraatinde yemin kefareti ile ilgili ayetteki (متتابعات) kelimesi şazdır, mütevâtir kıraatlarda yoktur. Bu yüzden kur’ân’dan sayılmaz.

 

 

Kıraatlerdeki ihtilafların her biri hükümleri açıklamada faydalıdır.

Mesela: Allah Te’âla’nın dediği gibi yemin kefareti konusunda: “فكفارته إطعام عشرة مساكين من أوسط ما تطعمون من أهليكم أو كسوتهم أو تحرير رقبة(المائدة: 89)”. Başka bir kıraat’te şöle geçiyor: “أوتحريررقبةمؤمنة”, “مؤمنة” lafzı vardır. Nitekim, kefaret yemininde imanın şartlarında açıklandığı gibi köle azat etmek gerekir.

Buna göre, Kıraat konusundaki farklı görüşler, hükmün belirlenesinde etkilidir.

 

SONUÇ

Tefsir, usul ve tarih olarak hadis ve fıkıh ile birbirlerine bağlanır. Bunlar bir amaç için bilginin bütünlüğünü oluşturur. Hz. Muhammed, bir peygamber olarak bize Kur’anı sunnet ile izah etmiştir. Bu halde, sunnet bir hüccet ve teşri’in kaynağı olduğunu görüyoruz. Sehabe devrinden itibaren teşri’in kaynağı, tertip üzere (önce Kur’an’a, sonra sunnet’e, sonra ictihad’a) müracaat ittifak etmektedir. Ahkam, kur’an nassları ve Hz. Peygamberin sunnetlerine dayanarak tespit edilmektedir. Bunlarında bir konu ahkam bulmazsak ahkam tespit etmek için ictihad yapılmalıdır. Bu durumda islam teşri’i halkların masalihlerine karşıt olmamalıdır. O yüzden, Fıkıhda ahkam teşri’inin halkın masalihini gerçekleştirmek gayesine matuf bulmaktadır.

 

 

 

 

 

 



[1] Ismail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi (Ankara: Diyanet İşleri Bakanlığı Yayınları, 1988)  s. 18.

[2] Halis Albayrak, Kur’an’ın Bütünlüğü Üzerine (Istanbul: Şule Yayınları, 2015) s. 24

[3] Toshihko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan (Çev. Süleyman Ateş), Ankara 1975, s. 21.

[4] Salman Başaran ve M. Ali Sözmez, Hadis Usulü ve Tarihi (Bursa: Emin Yayınları, 2010) s. 23.

[5] Salman Başaran, Hadis Usulü ve Tarihi, s. 114.

[6]  Hasan Karakaya, Fıkıh Usulü (İstanbul: Beka Yayıncılık) s. 35.

[7]  Abdullah Kahraman, Fıkıh Usulü (İstanbul: Rağbet, 2010) s. 33.

[8] Abdullah Kahraman, Fıkıh Usulü, s. 31.


0 Yorum - Yorum Yaz


 Ayhan Tayfur Gürbüzer 2017-2018 Doktora Bahar Dönemi 

öğrenci no: 17922732  

 BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE USUL İLİMLERİ VE TEFSİR USULÜ

            Usul kelimesi asl kelimesinin cemi formudur. “Asl” kelimesi sözlükte kök anlamına gelir. Bu kelimenin bir diğer anlamı da “temel” kelimesi ile karşılanabilir. İlmi bir ıstılah olarak “usul” kelimesi kendisine izafe edilen ilim dalının temel esaslarını teşkil etmesi yönüyle bu anlama uygun düşer. “Usul” kelimesi genellikle fıkıh, hadis ve tefsir ilimleri için söz konusu edilir. Yani bir ilim dalı veyahut alt disiplin olarak Fıkıh Usulü, Hadis Usulü ve Tefsir Usulü terkipleriyle muhatap oluruz. Bu günkü ilahiyat alanının bölümlendirilmesinde bu üç saha bir anabilim dalı olarak “Temel İslam Bilimleri” bölümünün altında yer almaktadır. Temel İslam Bilimleri bölümünün altında yer alan diğer iki saha da Kelam ve Tasavvuf Anabilim dalları olmakla birlikte bu iki saha için “usul” ilimleri söz konusu edilmez. Bunun nedenine dair imal-i fikirde bulunacak olursak öncelikle şunu söyleyebiliriz. Tasavvuf, özü itibariyle zühd hayatından, ibadetlerde ihsana ulaşma hedefinden neşet eden ve nefis terbiyesi ve manevi haller gibi tecrübi yönü baskın bir mahiyet arz ettiğinden; bu alanın klasik ilmi yöntemle incelenmesi veya akademik çalışma tarzına konu edilişi diğerlerinden biraz farklıdır. Bu sebeple belirli bir yöntemle ve aksiyomatik kaidelerle, farklı sahıslar tarafından doğrulanabilir sonuçlar tespit etme anlamında bir usulden bahsetmek tasavvuf için fazla mümkün değildir. Kelam’a gelecek olursak; o da özünde Akaid denilen ve İslam İnancının temel kodlarını kompoze cümlelerle din mensuplarına öğretmeyi amaçlayan bir ilmin tarihi gelişiminde dönüşmüş halidir. Akaid ilminin kendine has müstakil bir usule ihtiyacı olmaması bu açıdan normaldir. Zaten Akaid ve daha sonra Kelam ilmi kendisi, “Usulu’d-din” diye adlandırılırdı. Bu açıdan tüm dini ilimlerin usulü olarak telakki edildiği bir pozisyonda bulunuyordu. Kelam ise Akaid dediğimiz daha primitif ve kurallar manzumesinden oluşan bilgi disiplininin tarihi süreçte mantık ve felsefenin etkisiyle konularının gelişmesi üzerine sistemleşmiştir. Bu sebeple sabit sonuçlar vermesi değil, her çağda ve farklı ortamda kendi döneminin İslam İnancına yönelik meydan okumalarına cevap üretecek dinamik bir saha olması hasebiyle “Usulu’d-din” olma vasfını sürdürerek ayrıca bir usul disiplinine ihtiyaç duymayacaktır. Mantığın temel ilkeleri ve düşünme ve beyan etmenin çağlara göre değişen yöntemleri bu ilmin tabii usulü olmaktadır.

            Bu girişten sonra Tefsir Usulü’nün diğer iki usul ilmi olarak yerleşmiş Hadis ve Fıkıh Usulü ile mukayeseli bir incelenmesine geçebiliriz.

FIKIH USULÜ

            Fıkıh usulü şöyle tarif edilir : “Şer’i ameli hükümleri, tafsili delillerden çıkarmaya kendileri sayesinde ulaşılan birtakım kaideleri bildiren ilimdir.” Klasik kaynaklarımızın aktardığı bu tariften hareket edecek olursak, tarifte yer alan kelimelerin her birinin bu ilmin bir sınırına tekabül ettiğini fark ederiz. Bu tarifle hükümler “amelî” kaydıyla ve hüküm kaynakları “deliller” kaydıyla, fıkıh usulünün üretmesi beklenen sonuçlar da “kaideler” kaydıyla sınırlanmış olmaktadır. Bu yüzden Fıkıh Usulü ilminin bize anlattığı ilk mesele “deliller” konusudur. Deliller hiyerarşisinin başında da “Kitap” gelir. Kitap’tan kasıt Kur’an’dır. Bu sebeple bu ilmin bizim esas konumuz olan Tefsir ile çakışması burada başlamaktadır. Deliller hiyerarşisinde ilk sırada yer alan Kur’an’ın, neredeyse tüm usul kitaplarında “kitap” olarak zikredilmesini dikkate şayan buluyoruz. Bunun sebebini fıkıh usulü ilminin soyutlayıcı yapısında aramalıyız. Zira Kur’an denilince akla içerisinde sadece maddeler halinde emirler ve yasaklar sıralayan bir ferman-kanunname değil edebi yönüyle, nazmıyla, tertibiyle, insana dair her şeye temas eden içeriğiyle müstakil bir olgu anlaşılır. Fıkhın meselesi ise “amelî” hükümlerin dayanaklarını belirlemektir. Bu yüzden de fıkıh usulü Kur’an’ı her şeyiyle karşılayan muayyen ismiyle değil, amelî hükümlere kaynaklık edişine daha uygun görünen “kitap” ismiyle isimlendirmeyi tercih etmiştir. Tabi bu isimlendirmenin kaynağı da yine Kur’an’ın kendisidir. “el-Kitab” lafzı Kur’an’da en çok Kur’an’ın kendisi kastedilerek kullanılmıştır. Fıkıh usulünün diğer meseleleri de mükellefe ve hükümlerin iç yapısına dair meselelerden oluşur. Fıkıh Usulü ilmi için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu ilim ortaya koyduğu kaidelerle furu’ fıkıh sahasında yer alan birikim sağlama imkânı veren bir yapıdadır. Bu sebeple “Usul” adlandırılmasının en fazla üzerine oturduğu saha olduğunu düşünüyorum. Fıkıh Usulü’nün bir diğer vasfı da sistemleşmesi ve müstakil eserlerde yazılı olarak ele alınması itibariyle Hadis ve tefsir usulünden daha eski bir ilimdir. Bilinen en eski Fıkıh Usulü kitabı olarak İmam Şafii’nin (ö.204) er-Risale adlı eseri kaydedilir.

            HADİS USULÜ

            Hadis ilmi Hz. Peygamber’in söz, eylem, takrir ve şamailine dair aktarılan haberleri konu edinir. Bu nedenle “sünnet” kavramıyla birlikte anılır. Sünnet ile Hadis’in arasındaki en temel fark şudur. Sünnet Hz. Muhammed’in odağında Kur’an olan hayat tecrübesinin bizzat kendisi iken, Hadis bu tecrübeye dair bilgilerin aradaki nesillerle bize ulaştırıldığı ifadelerdir. Bu sebeple bilgiyi taşıyan her bireyin ve jenerasyonun durumu da önem kazanmaktadır. Hadis ilminin temel konusu olan sünnet yukarıda belirttiğimiz fıkıh usulünün deliller hiyerarşisinde ikinci sırada yer almaktaydı. Fakat tıpkı Kur’an’ın fıkıh delilleri açısından soyutlanıp “kitap” olarak adlandırılmasındaki soyutlamada olduğu gibi burada da Fıkıh Usulü amelî hükümlere kaynaklık edecek sünnet bilgisine rağbet eder. Hadis ilmi ise Hz. Peygamber’in asrından geleceğe taşınabilecek her şeyle ilgilenmektedir. Temel mesele bilginin taşınması olduğundan Hadis Usulü ilminde temel konular râvi – rivayet bağlamında şekillenir. İslam’ın ilk asırlarında ilimler sistemleşerek birbirinden ayrılmadan önce miras alınan veya üretilen her bilgi rivayet yoluyla taşındığı için Hadis Usulü sadece sünnetin naklini değil dolaylı yollarla hem fıkhın, hem tefsirin intikalinde de ehemmiyet taşımaktadır. Yine kendi temel meselemiz Tefsir ilmi çerçevesinden olaya bakacak olursak erken dönemde rivayet tefsirlerinin telif edilmesi bize o rivayetlerin isnadlarını ve o isnadların hadis usulündeki karşılığını hatırlatmaktadır. Hadis usulü ilmi ravilerin hallerine, rivayetlerin sıhhatine dair tatbiki kaideler ortaya koyması itibariyle tıpkı Fıkıh Usulü gibi sonuçları tekrar edebilen bir ilim dalı olmaya müsaittir. Fakat rivayet güvenliğine dair ihitiyaç nesil olarak Hz. Peygamber’den uzaklaşıldıkça arttığı için bu ilmin sistemleşmesi Fıkıh Usulü’ne nazaran daha geç b,r döneme rastlar. Hadis Usulü için müstakil olarak yazılan ilk eser Râmehürmüzî’nin (ö.360) “el-Muhaddisu’l-Fasıl beyne’r-Ravî ve’l-Vâî” adlı kitabıdır. İlk fıkıh usulü eseriyle arasında neredeyse 2 asırlık bir zaman dilimi söz konusudur. Hadis Usulü ilmi bize Hz. Peygamber’den aktarılan bilginin tarihi yolculuğunda başına neler geldiğini görme imkanı sunar. Bu nedenle Kur’an’ı kendi bağlamında ve tarihselliğinde anlama çabası için hadis usulü’nün dolaylı bir yardımına ihtiyaç duyarız.

TEFSİR USULÜ

Tefsir Usulü’nü en sona bırakmamızın öncelikli sebebi bu çalışmamızda maksadımızın Tefsir Usulü’nün diğer usul ilimleri ile mukayeseli bir değerlendirmesini yapmaktı. Öte yandan bu üç disiplin arasında “usul” tanımlamasına en uzak olan saha tefsirdir denilebilir. Zira tefsir usulü sonuçları doğrulanabilir kaideler koymaktan ziyade, Tefsir İlminin kendisine gaye edindiği “Kur’an’ın anlaşılması ve meşru yorum sınırlarının belirlenmesi” için gereken donanımları izah eden, nispeten daha tanımlayıcı bir sahadır. Bu nedenle “Tefsir Usulü” yerine “Kur’an İlimleri” adlandırması da daha yaygındır denilebilir. Tefsir Usulü’nün biline en eski kaynağı olarak Haris el-Muhasibi’nin (ö.243) “el-Aklu ve Fehmu’l Kur’an” adlı eseri zikredilir. Bundan sonra hemen ikinci sırada Ebubekir ibnu’l Arabi’nin (ö.543) “Kanunu’t-Te’vil” adlı eseri gelir. Bu alanın en meşhur iki eseri olan Zerkeşi’nin (ö. 795) “el-Burhan fi Ulumi’l Kur’an, ve Süyuti’nin (ö.911) “el-İtkan fi Ulumi’l Kur’an”’ın adlarından da anlaşılacağı üzere “Ulumu’l-Kur’an” adlandırması zamanla öne çıkmıştır. Dediğimiz gibi Fıkıh ve Hadis Usulü’ne kıyasla Tefsir Usulü’nün normatif tarafı biraz zayıftır. Bu sebeple Tefsir Usulü tefsire yardımcı alt ilim dallarının tasnifi üzerine kuruludur. Bu açıdan Kur’an ilimleri genelde iki başlık altında toplanmıştır. Birincisi Kur’an’ın lüğavî ve edebi yönüne tealluk eden; İcazu’l Kur’an, Uslubu’l Kur’an, Mukem ve Müteşabih, Müşkilu’l Kur’an, Vücûh ve Nezâir gibi ilimlerdir. İkincisi ise, Kur’an’ın nazil olduğu şartlara tealuuk eden; Esbab-ı Nüzul, Nasih-Mensuh, Mekki-Medeni gibi ilimlerdir. Bunların dışında tahsiniyyattan sayılabilecek Kur’an ilimleri de vardır.

Tefsir Usulü’nün normatif yönünün olmayışına dair yukarıda söylediklerimizden onu lüzumsuz ve işlevsiz görme sonucu çıkmamalıdır. Zira Tefsir Usulü aslında bir tür anlambilim faaliyetidir. Bu noktada Halis Albayrak hocamızın tefsir Usulü kitabının önsözünde yer alan şu ifadelerini paylaşmak yerinde olacaktır.

 “Kur’an’ın yorumunu ve tefsirini sadece Tefsir, Ulumu’l Kur’an ve Tefsir Usulü çalışmalarında veya İslami İlimler diye tabir edilen diğer ilmi faaliyetler çerçevesinde aramak doğru olmaz. Onun yorumu bütün bir Müslüman dünyanın kültür ve medeniyetinin dokularında aranmalıdır.

Tarihte Kur’an İlimleri ve Tefsir Usulü çalışmaları Kur’an’ı çeşitli yönleriyle tanıtmayı amaçlayan, Kur’an’ı doğru anlayabilmenin yollarını gösteren faaliyetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Tefsir Usulü çalışmaları, saf ve katıksız bir Kur’an’ı yorumlama metodolojisi gibi telakki edilmemelidir. İslam geleneğinde Kur’an’ı anlamanın metodolojisiyle Kelamcılar ve Usulcüler, kendi ihtiyaçları istikametinde sistemli bir şekilde uğraşmışlardır. Bu konuda zengin bir literatür de oluşmuştur.

Günümüzde Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması ile ilgili metodoloji arayışları, daha geniş bir çerçevede sürdürülmektedir. Zaten İslam Dünyası’nda Kur’an’ı anlamada tek bir yöntemi empoze etmek hem mümkün değildir, hem de doğru değildir. Nitekim İslam geleneğinde Usul-ü Fıkıh, Usul-ü Tefsir gibi kavramlar mütevazi kavramlardır ve tek bir metodolojiyi dikte ettirme niyeti taşımazlar. Çünkü usul kelimesi asl kelimesinin çoğuludur. Bu da zihinlerde anlama ve yorumlama konusunda çoğulcu bir yapıyı çağrıştırmaktadır.”

Bazı cümlelerinin altını çizerek alıntıladığımız yukarıdaki ifadelerde Tefsir Usulü’nün tarihte ve günümüzdeki işlevine dair bir yaklaşımı görmekteyiz. Bu yaklaşımın pratik karşılığını kitabın üçüncü bölümünde görüyoruz.

Son olarak Tefsir İlmine genel olarak Hadis Usulü ve Fıkıh Usulü disiplinlerinin etkisi ve katkısı üzerine şu hususları bir daha vurgulamak gereği hissediyoruz. Hadis Usulü ilmin asrı saadetten günümüze kendi dönemsel özelliklerinin de katkılarıyla birlikte intikalini şağlayan süreçleri aydınlatmak suretiyle, fıkıh usulü ise Kur’an’ın hayata bakan yönlerini kendi şartlarımız içerisinde yeniden üretme yollarını göstermesi itibariyle Tefsir İlmi ile halen dinamik bir ilişki içerisindedir. Fakat Tefsir Usulü ilmi bu dinamik etkileşimin faydalarını azami düzeyde elde etmekle kalmayıp, bugünün dünyasında anlambilim ve yorumbilim (semantik ve hermenötik) gibi disiplinlerin ürettiği birikimden tarih felsefesinden yararlanmanın imkanlarını da zorlamaktadır. Klasik usul ilimlerimizin kavramlarını, düşünce dünyamızı kendi kültürümüzle biçimlendirmesinin avantajlarını yok saymadan bu açılımları sürdürmek kaçınılmaz bir ödevimizdir.    

KAYNAKLAR

Hayreddin Karaman; Fıkıh Usulü, İrfan Yayınevi, İstanbul 1967.

İsmail Lütfi Çakan; Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 32. Baskı, İstanbul 2013,

Şah Veliyyullah ed-Dihlevi; el-Fevzu’l-Kebir fi Usuli’t-Tefsir (terc. Mehmet Sofuoğlu), Çağrı Yayınları, İstanbul 1980.

Harun Öğmüş; Muhadarat fi Ulumi’l-Kur’an ve Tarihi’t-Tefsir, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2013.

Halis Albayrak, Tefsir Usulü, Şule Yayınları, İstanbul 2014.  


0 Yorum - Yorum Yaz


2017-2018 Bahar Dönemi

Doktora Esbab-ı Nüzul-II dersi

İdris Sami Sümer

 

Dördüncü halife Hz. Ali’ye atfedilen şöyle bir söz vardır. ‘ilim bir nokta idi. Cahiller sorularıyla onu çoğalttılar.’’ Bilgi, başlangıçta bütün ve sade idi. Çünkü bilginin hedeflediği temel davranışları almak ve benimsemek bilginin muhatabı ve öznesi olan insanlar için çok zor bir mesele değildi.

Zamanla insanların makbul davranışlara mesafe koymaya başlamasıyla sade, net ve açık bilgi, muğlak, flu ve müşkül bilgi haline dönüştü. Bilginin parçalanmasının ve anlaşılırlığının azalmasının altında yatan en büyük etkenlerden birisi de kanaatimizce insanın anlamama sorunu değil anlamak istememe sorunudur. Bu dönüşüm bilginin her alanında vardır.

Bugün önümüzde bilginin durumuyla ilgili iki temel sıkıntı vardır. Bunlardan birincisi; bilgiyi kuşatmak, ikincisi ise; bilginin kuşatmasıdır. Birincisinden amaç, ihtisaslaşma ve disiplin inşa etmektir. İkincisinden amaç ise, ihtisaslaşmanın ve disiplinin demir parmaklıklarında mahkûm olmamaktır.

 Her geçen gün ilmin bütün alanlarında sayısız veri ve tecrübe üretilmektedir. Üretilen bilgi ve tecrübeler, ilmin bütün dallarını büyütmekte ve seneler içinde bir dal ağaca, ağaçta ormana dönüşmektedir. Bilginin bu hızlı çoğalışı ve çeşitlenmesi ise oldukça sınırlı olan öğrenme imkânları içinde az zamanda çok şey öğrenme zorunluluğunu doğurmaktadır. Bu zorunluluk, disiplinler arası işbirliğini de zorunlu kılmaktadır.

İslami ilimlerin merkezi Kur’an-ı Kerim’dir. Bugün elimizdeki ve zihnimizdeki mevcut bütün dini müktesebat Kur'an'a dayanır. Fakat gerek lafzın gerekse lafzı kuşatan şart ve çerçevenin ilzam ettiği zorunluluktan kaynaklanan lafzı anlama/ma, kavrama/ma ve farklı yorumlama/ma gibi meseleler, bilginin bütünlüğü ve verimliliği hususunda önümüzde duran meseleler olarak gözükmektedir.

Temel kaynağın anlaşılmasına dönük Hz. Peygamberin sözleri (hadis) ve uygulamaları (sünnet) dinin teorik ve pratik dünyasına ihtiyaca mucip alanlar açmıştır.  Yeni keşfedilen alanlar, fethedilen coğrafya ve insanlar, genişleyen kültürel iklim, Müslüman dünyada dinin kaynağını anlamak ve yorumlamak için temel disiplinler inşa etmek zorunda kalmıştır.

Mesela Kur'an metninin düzgün okunması için Kıraat ilmi, iyi anlaşılması için Tefsir ilmi, Hz. Peygamberin dini anlaması ve uygulamasına ulaşmak için Hadis ilmi ve bütün bunlardan bireysel ve toplumsal dini gereksinimlere çözüm olacak Fıkıh ilmi inşa edilmiştir.

Bir kaynağı anlamak için oluşturulan bu farklı disiplinler, zamanla kaynağa giden yol olma sınırını aşmış ve neredeyse kaynağın kendisi olmuşturlar. Bu belirli disiplinlerde üretilen disiplin içi bilgi kaynakları, zaman zaman neredeyse ana kaynağa hiç dönük olmayan tavırlar da geliştirebilmişlerdir.

Zamanın geçmesiyle ana kaynaktan bağımsız gibi görünen ve otonom denilebilecek kimliğe dönüşen disiplinler, en fazla zararı bilginin hakikatine vermişlerdir. Çünkü parçada hakikat gibi duran şeyin bütünde hakikat olmadığı federatif parçalanmada apaçık ortaya çıkmıştır. Neredeyse federal kimliğe dönüşen Hadis, Tefsir, Kelam, Akaid ve Fıkıh disiplinleri, kendilerini hakikatin en büyük ve ilk parçası olarak görmüşlerdir.

Kronolojik olarak bir disiplin formunda ilk ortaya çıkan yapı Kur'an yorumculuğudur. Kur'an'ın tedricen inmesi, meydana gelen olayları yorumlaması, olay inşa etmesi ve birebir muhatap olması, Hz. peygamberin ve ashabının din pratiğinde haklı olarak ilk sıraya yerleşmiştir. Gerek Hz. Peygamber gerekse diğer Müslümanlar, karşılaştıkları sorunlarda ilk hakem olarak Kur'an bilgisine başvurmuşlardır. Bu ilk tefsir hareketi denilebilir. Sonraki dönemde ayrıntılı tefsir hareketi oluşacaktır. Bu hareketin metodik başarısı içim Usul-i Tefsir ilmi oluşturulmuştur.

Hz. Peygamberin Kur'an yorumu her an gelişen olaylara karşı takındığı tavırlar hadis ve sünnet disiplinlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Onun vefatından sonra çok daha farklı olaylarla karşı karşıya gelen Müslüman ümmet, sorunlarına çözüm için hem Kur'an a hem de Hz. Peygamberin sözlerine ve fiili uygulamalarına başvurmuşlardır. Bu süreç Hadis disiplinini inşa etmiştir. Tefsir usulünden daha geç dönemde oluşan Hadis Usulü, Allah rasülüne izafe edilen söz ve fiillerin sıhhat ve kıymet derecesini metodik olarak araştırır.

Gerek ayetlerin gerekse hadislerin yorumlanmasında keyfiliği kaldırmak, anlamayı ve hüküm inşa etmeyi disiplin altına almak için İslam bilginleri, anlambilimi metodu (Fıkıh Usulü Metodu) geliştirmişlerdir. Bu metodun sınırlarında durarak, yeni oluşan yaşam alanlarına ve vakalarına normatif ilkeler belirleme (fıkıh) ilmini inşa etmişlerdir. Tefsir ve Hadis usulünün yönetiminde Kur'an ve Hadis metinlerinden Müslüman bireyin ve toplumun günlük ihtiyaçlarına, yönetim hukukuna ve çeşitli alanlarla ilgili durumlarına dönük bilgi ve hüküm inşa süreci başlamıştır. Bireysel ve toplumsal yaşamda karşılaşılan sorunlar, fıkhın penceresinden çözülmeye çalışılmı8ştır.    

Yaklaşık hicri üç yüzüncü yılın sonlarına doğru olgunlaşan bu disiplinler, zaman zaman otonom kimlikler edinse de hiçbir zaman birbirlerinden bütünüyle kopuk bir alana düşmemişlerdir. Bu disiplinlerin kendi başarılarını idame ettirebilmeleri için diğer disiplinlerle ilişkili olması izaha muhtaç olmayacak kadar açıktır. Aksi durumda otonom disipliner uygulamalar, bilgiyi ve bilginin amacını zayıflatır.

Tefsir, hadis ve fıkıh tarihleri birbirinden ayrı düşünülemeyecek kadar iç içedir. Bu disiplinleri birbirinden izole ederek konumlandırmak bilginin bütünlüğü ve faydalılığı esasına aykırıdır.

              Bundan dolayı b u disiplinlerden maksimum faydayı sağlamanın ilk ve en öenmli şartı, disiplinler arası koordinasyon sağlamaktır. Bu koordinasyon, bilginin bütünlüğü ve sürekliliği ilkesine bağlı kalarak bilinçsel parçalanmayı engelleyecektir.

    

 

               


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi