SOYADI :ENDEZ
DÖNEM :2014/2015
BÖLÜMÜ :BÜT.DOKTORA
ÖĞR.NO. :14952705
ÖDEV :TEFSİR,HADİS,FIKIH
USULLERİ HULASASI
TEFSİR USULÜ
I.
KAVRAMLAR
Tefsir
kelimesi terim olarak: "Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi
keşfetmektir" şeklinde tarif edilmiştir.Bir ilim olarak ele
alındığı zaman da tefsir: "İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân
nisbetinde Allah'ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metninin
içerdiği manaları ortaya koymak"demektir.
B. Usûl:tefsir usûlü bir ilim olarak Kur'ân'ın anlaşılması ve
yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve
bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir.
C. Tefsirle
Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar
A.
Te'vîlin Anlamı Ve Tanımı:Te'vil" kelimesi, sözlük manası itibariyle aslına
dönmek anlamına gelen "evl" kökünden "tefil" vezninde
masdar olup, "döndürmek" ve "herhangi bir şeyi varacağı yere
vardırmak" demektir.Te'vil kelimesi, Kur'ân bütünlüğü içerisinde farklı
anlamlarda kullanılmıştır.1.Tefsir,2.Sebep, 3. Sonuç, 4. Rüya tabiri.
1. Te'vile esas alınan mana,
lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği
manalardan olmalıdır.
2. Te'vil, lafzın ilk akla gelen zahirî manasından alınıp
başka manaya çekilmesine elverişli şer'î bir delile dayanmalıdır.
3. Te'vilin şartlarından biri de, yapılan
te'vîlin manası açık bir nassa muhalif olmamasıdır.
c. Te'vîl İle
Tefsir Arasındaki Farklar
1. Te'vil, bir karineden
dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih anlamı taşıdığı için
katiyyet ifade etmez. Fakat tefsir, lafızdaki mananın açıklığa
kavuşturulmasında kesinlik arzeder.
2. Te'vil ekseriya nasslarm
manalarında, tefsir ise lafızlarda görülür.
3. Te'vil, tefsire göre daha
hususî bir anlam taşır.
4. Te'vil kavramı, bâtınî
manaları ortaya koymak, tefsir ise hakikat veya mecaz yoluyla lafızların
zahirî manalarını beyân etmek için kullanılır.
a. Tercümenin
Anlamı:"tercüme" kelimesi, sözlükte, "bir kelâmı bir
dilden bir başka dile çevirmek", "bir sözü diğer bir dilde tefsir ve
beyân etmek", "bir lafzı, kendisinin yerini tutacak bir lafızla
değiştirmek" gibi manalara gelmektedir. Tercüme terim olarak da:
"Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade
etmek" demektir.
ba. Harfî
Tercüme:Lafzı tercüme diye de isimlendirilen bu tercüme, "nazmında ve
tertibinde aslına benzemesi gözetilen" tercümedir.bu tercüme tarzı edebî
eserlerde özellikle Kur'ân-ı Kerim'de kullanımı son derece güç, hatta bazen
imkânsız görülen bir
tercümedir.
bb. Tefsiri
Tercüme:Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın
herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmektir.tefsiri
tercüme, harfi tercüme gibi zor bir tercüme olarak görülmemektedir. İşte bu
özelliği sebebiyledir ki günümüz tercümelerinde daha çok tefsiri tercümeye
itimat edilmekte ve bu tercüme tarzı daha üstün tutulmaktadır.
3. Meal:Sözlükte "bir şeyin
özü, hülâsası ve akıbeti" anlamına geldiği gibi, "eksik
bırakmak" manasını da içermektedir. Kavram olarak da: "Bir sözün
manasını her yönüyle değil de, biraz noksamyla ifade etmek" demektir.
D. Tefsir
Usûlünün Gayesi:Konu itibariyle Kur'ân'ın âyetlerini çeşitli yönleriyle ele
alıp inceleyen söz konusu ilmin gayesi, Kur'ân'm anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
söz konusu ilmin gayesi de öncelikle kendi alanına giren hususları tesbit edip
ortaya koymak, sonra da bu dokümanları, Kur'ân'ın mana ve maksatlarının
anlaşılmasında yardımcı bir unsur olarak kullanmaktır.
1. Vahyin Tanımı:Kavram olarak: "Yüce Allah'ın genel
olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara
ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya
vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine
iletmesi" şeklinde tanımlanabilir.
a. Vasıtalı Vahiy:Bu tarz bir vahiy, Allah'ın dilediği vahiy muhtevalarını
aracı melek vasıtasıyla peygamberlerine bildirmesidir. Bu vahiy şekline,
"el-vahyu'l-celî/açık vahiy" de denir. Üç ayrı şekilde
meydana gelmiştir;
aa. Cebrail'in Peygamberin Kalbine Vahyetmesi:Kur'ân, vahiy meleğinin Hz. Peygamber'e bu şekilde iki defa
vahiy getirdiğini haber vermektedir. Birincisi, Hira mağarasında gerçekleşmiştir.İkincisi
de "şedîdu'l-kuvâ/çok üstün güçlere" sahip olarak tavsif edilen Allah
elçisi meleğin, ufkun yüksek yerinde durduğu, sonra orada iki yay mesafesi, ya
da daha az bir mesafe kalıncaya kadar yaklaştığı ve ilâhî mesajı bu durumda
aktardığı anlatılmaktadır.
ab. Meleğin İnsan Kılığında Vahiy Getirmesi:İman, İslâm ve İhsan
konusunu soru ve cevap yoluyla müslümanlara öğretmek üzere gelen Cibril bu
husustaki vahyi, insan kılığına girerek getirmiş ve daha sonra bu vahiy
muhtevası, "Cibril hadîsi" diye meşhur olmuştur.
ac. Ses Aracılığıyla Alınan Vahiy:Bu tür vahiy de Allah Resulü (sav)'ne bazen uyanık halde
bazen de uyurken veriliyordu. Resûlullah Muhammed (sav)'in vahiy alırken en
fazla sıkıntı çektiği vahiy tarzı, uyanıkken "çıngırak" yahut
"zil" sesine benzer bir sesle aldığı vahiydir.
b. Vasıtasız Vahiy:Vahyin geliş şekilleriyle ilgili rivayetler bize, bazen de
Resûlullah (sav)'ın vasıtasız bir tarzda vahiy aldığını haber vermektedir.Bu
tarz vahiyleri şöyle sıralamak mümkündür;
ba. Sâdık Rüyalar:Hz. Âişe (ra)'den rivayet edilen: "Resûlullah (sav)'m
ilk vahiy alması, uykuda gördüğü sâdık rüyalarla başlamıştır. O, hiçbir rüya
görmezdi ki, sabah aydınlığı gibi çıkmasın"tarzındaki söz, vahyin ilk
defa sâdık rüyalarla başladığını ortaya koymaktadır.
bb. İlham Yoluyla Yapılan Vahiy:Bu, herhangi bir vasıta olmadan vahyin, Hz. Peygamber'in
kalbine ilham edilmesiyle meydana gelmektedir.
bc. Perde Arkasından Konuşmak:Bu vahiy şekli de daha önce belirttiğimiz gibi Peygamber'in
kendisine hitap eden O Yüce Varlığı görmeden yalnızca konuşmasını dinlediği
sözlü bir iletişimden ibarettir ki bu da, sadece Hz. Musa ve Hz. Muhammed'e
mahsus bir konuşma tarzıdır.
A. Kur'ân Lafzının İştikakı Ve Sözlük Anlamı:Kur'ân lafzının lügat manasını tesbit edebilmek için önce bu
kelimenin herhangi bir kökten türeyip türemediği hususunu gözden geçirmek
gerekmektedir. Çünkü Kur'ân kelimesinin menşei konusunda farklı görüşler
mevcuttur ve söz konusu kelimeye, ileri sürülen görüşler istikametinde
anlamlar verilmiştir.Şurası muhakkak ki, Kur'ân lafzının herhangi bir kökten
türemedi-ğıni iddia edenler olduğu gibi, hemzesiz ya da hemzeli bir kökten
türediğini iddia edenler de vardır. Meselâ,, eş-Şâfii (61.204/819) ve ona tâbi
olanlara göre Kur'ân lafzı, ne "kıraat" mastarından ne de başka
herhangi bir kökten türemiştir. Eğer bu kelime kıraat masdarmdan türemiş
olsaydı o takdirde her okunan şeye Kur'ân denilmesi icab ederdi. Halbuki
Kur'ân, Tevrat ve İncil gibi Allah'ın kelâmına verilen özel bir isimdir.Kur'ân
lafzının bir kökten türediğini savunanlar da kendi aralarında ittifak etmiş
değillerdir. Bazıları, bu kelimenin hemzesiz, bazıları da hemzeli olduğunu
kabul etmektedirler.
b. Kur'ân Lafzının Terim Anlamı
Kur'ân terim olarak: "Hz. Peygamber
(sav)'e vahiy yoluyla indirilip Mushafîara yazılan, tevâtüren nakledilen ve
okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelâm" şeklinde tarif edilmiştir.
a. Kur'ân'ın Vahiy Meleğine İntikali:İslâm
bilginleri, Kur'ân vahyinin aracı melek Cebrail'eintikali konusunda üç ayrı
görüş serdederler:
1. Cebrail, Kur'ân vahyini Levh-i mahfuz dan
almıştır.
2. Bazı görevli melekler tarafından yirmi gecede
Cebrail'e intikal ettirilmiştir.
3. Kur'ân'ı Cebrail bizzat Allah'tan dinleyerek
(semâen) almıştır. Bu görüş Ehl-i sünnet'e aittir.
b. Kur'ân'm Hz. Peygamber'e İndirilişi
ba. Kur'ân'ın İndirilişiyle İlgili İleri
Sürülen Görüşler:Ramazan
ayındamübarek bir zaman olarak nitelendirilen Kadir gecesinde indirilmeye
başlandığı haber verilen Kur'ân vahyinin inzali konusunda üç ayrı görüş ileri
sürülmüştür.
1. Kur'ân vahyi Önce Levh-i mahfuz'dan bir bütün
olarak "Beytül-izzet" e yani dünya semâsına, oradan da çeşitli zaman
aralıklarıyla yirmi küsur yılda Hz. Peygambere nazil olmuştur.
2. Kur'ân, Kadir gecesinde başlayarak yürmi üç
seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere göre değişik
zamanlarda Hz. Muhammed'e indirilmiştir.
3. Kur'ân, Yüce Allah'ın bir sene içerisinde
inişini takdir etmiş olduğu miktarlar tarzında yirmi üç Kadir gecesinde dünya
semâsına indirilmiş, oradan da tedrîci bir şekilde Hz. peygamber'e inzal
edilmiştir.ez-Zerkeşî, söz konusu görüşler içerisinde en isabetli olanın ilk
görüş olduğunu beyan ederek, âlimlerin çoğunun da aynı kanaati taşıdıklarını
belirtmektedir.
bb. Kur'ân'ın Tedricen İndirilişi ve Bunun
Sağladığı Faydalar
1. Kur'ân'm tedricen indirilişinde aslolan,
vahyin yeni gelişmelere parelel olarak indirilmesidir. Bu, bir anlamda ferdî ve
toplumsal gelişmenin ilâhî irâde istikametinde şekillenmesi ve meydana gelen
problemlerin çözümü demektir.
2. Kur'ân'ın tedrici şekildeki inzalinde görünen
bir diğer özellik de, hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olmasıdır.
3. Ayrıca kolaylık ve zorluk açısından da vahyin
muhtevasında yer a an hükümlerde bir tedricilik söz konusudur. Burada göze
çarpan husus, "mükellefiyetlerde genel olarak kolaydan zora doğru bir
seyrin izlenmiş olmasıdır.
4.
Kur'ân'm çeşitli zaman aralıklarıyla nazil olması, İslâm hukukçuları
açısından da büyük önem taşımaktadır.
Bilindiği gibi herbir vahiy bölümü, kendisine ihtiyaç duyulduğunda veya
bir vakıa yahut bir sebep üzerine, belli bir sorunu çözmek için gelirdi. Zaten
aksi de pek uygun düşmezdi.
5.
Kısacası Kur'ân-ı Kerîmi'in muhteva itibariyle tedricen indirilişi, onun
evrenselliğinden kaynaklanmaktadır. İçerisinde tarihî hadiseler bulundursa da
onun genel özelliği budur.
aa. Genel Bilgiler:Âyet, sözlükte "herhangi bir şeyin varlığım gösteren
alâmet" anlamını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak "açık
işaret", "delil", "ibret" ve "mucize" gibi
anlamlarda da kullanılmıştır. Kur'ân'da tekil ve çoğul şeklinde 382 yerde geçen
âyet lafzı, mutlak anlamda iki kısma ayrılmaktadır.
aa. Fiilî âyetler: Kânittaki
sayısız çeşitlilik ve
farklılıkları sürekli bir düzen ve kanuna bağlayan yaratıcının
varlığını, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ve yaratıkların taşıdığı
özelliklerden çıkarılan delillerin tamamı bu tür âyetleri oluşturur. Bunlara
"kevnî", "tekvini" veya "ilmî" âyet de denir.
Son devrin yetiştirdiği büyük Türk müfessiri Muhammed Hamdi Yazır da ulûhiyyete
işaret eden bu âyetleri kendi içerisinde;
1) Sadece
âlimlerin farkına varabileceği tabiat kanunlarında mevcut olan âyetler,
2) Güneş ve ay tutulması, gök gürlemesi gibi
herkesin müşahede edebileceği âyetler,
3)
Mucizeler gibi olağanüstü âyetler şeklinde üç kısma ayırmaktadır.
ab. Kavlî âyetler: Peygamberlere indirilen
ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir. Bunlar fiilî âyetlere
işaret eder ve insanlar tarafından
kolaylıkla anlaşılmaları için
gerekli açıklamaları ihtiva ederler. Bu kısma giren âyetlere
"teşriî", "tenzîlî" ve "vahyî" âyetler de denir.Kur'ân-ı Kerim'deki
âyetlerin sayısı hakkında da farklı yaklaşımlar mevcuttur. İbn Abbâs'tan gelen
bir rivayette Kur'ân'daki âyet sayısının 6600 olduğu belirtilirken, bu sayıyı
6204, 6214, 6219, 6225 ve 6236 olarak tesbit edenler de olmuştur. Âyet sayısı
konusundaki bu farklı anlayışlar, bazı âyet sonları, sûre başlarındaki
besmelelerin âyet sayılıp sayılmaması ve hurûf-ı mukattaanın müstakil âyet
olup olmaması gibi hususlarda ortaya çıkan farklı görüşlerden kaynaklanmaktadır.Âyetleri
birbirinden ayıran son kelimeye "fasıla", bu kelimenin son harfine de
"harfu'I-fasıla" denir.Kur'ân'ın en uzun âyeti, "müdâyene
âyeti" diye bilinen Bakara Sûresi'nin 282. âyeti, en kısa âyetleri de
Yasin 36/1; Rahman 55/1, 64; Müddessir 74/21; Fecr 89/1; Duhâ 93/1; Asr 103/1.
âyetleridir.Alak Sûresi'nin ilk beş âyetinin ilk nazil olan âyetler olduğu hususundaki
kesin sayılabilecek bilginin yanında, Bakara Sûresi'nin 281.; Mâîde 3.; Nisa
176.; Nasr 1-3 âyetlerinden her birinin de en son gelen âyetler olduğunu
gösteren rivayetler mevcuttur.
ab. Âyetlerin Tertibi:Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin
Kur'ân'daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
ba. Genel Bilgiler:Istılahda:"âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan
müstakil Kur'ân bölümü" demektir.Kur'ân'da 114 sûre bulunmaktadır.
Bunların en kısası, 3 âyetten ibaret olan "el-Kevser", en uzun sûresi
de 286 âyetten oluşan "el-Bakara" Sûresi'dir.Sûreler isimlerini,
kıssalarda geçen şahıslardan yahut konu edindikleri topluluklardan veya ilk
kelimesinden almaktadırlar. Her sûrenin bir ismi olduğu gibi bazı sûrelere
birden fazla isim verilmiştir.
bb. Sûrelerin Tertibi:İslâm
âlimleri sûrelerin Kur'ân'daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde
değillerdir. Bu konuda ileri sürülen görüşleri üç grupta toplamak mümkündür:
1. Sûrelerin Tertibi
İçtihâdîdir.Bu gruptaki âlimlerin
başında İmam Mâlik gelmektedir.
2. Sûre Tertibi Tevkifidir.Bu görüşte olan âlimlerden biri, İbnu'l-Enbârî 'dir.
3. Kısmen Tevkifi Kısmen De
İçtihâdîdir.büyük müfessir İbn Atiyye
"es-Sebu't-tuvel", "Havâmîm" (yedi hamim) ve "el-Mufassal"gibi
birçok sûrenin Hz. Peygamber tarafından tertip edilip,'" diğerlerinin
tertibinin ise ümmete bırakılmış olduğunu söylemektedir.
KUR'ÂN'IN KİTAPLAŞMA SÜRECİ VE OKUNMASI
A. Kur'ân'ın Kitaplaşmasıyla İlgili Faaliyetler
1. Kur'ân'ın Hz. Peygamber Zamanında Yazılması:Kur'ân metninin Resûlullah zamanında
yazıldığını gösteren deliller hiç de az değildir. Bunlardan bazılarına işaret
etmek istiyoruz.
1. İbn Hişâm (öl.218/833)'ın bildirdiğine göre Hz. Ömer (ra)'in
müs-lüman olması hâdisesinde kız kardeşinin elinde bulunan Tâhâ Sûresi'nin baş
tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfa,
2. Hz. Osman'ın şu sözü de Kur'ân'ın yazıldığını
teyid edici mahiyettedir: "Peygamber (sav)'e herhangi bir Kur'ân bölümü
nazil olduğunda kâtiplerinden birini çağırır ve ona: "Bu âyetleri
(yazıp), falan âyetleri içine alan sûreye koy" derdi.
3. Abdullah b. Ömer'den şöyle bir haber nakledilmiştir: "Biz,
üzerimizde Kur'ân nüshası taşıdığımızda düşman memleketlerine gitmekten
menedilmiştik. Bunun sebebi, o nüshaların düşman eline geçme korkusu idi".
4. Berâ
b. Âzib'den gelen rivayet,
5. Hz. Peygamber'in, "Benden Kur'ân'ın
dışında birşey yazmayınız.sözü.
a. Yazdırılan Metnin Muhafaza Edilmesi:Yazdırılan Kur'ân vahiylerinin nerede muhafaza edildiği
konusunda iki ayrı yaklaşım söz konusudur. Bir kısım İslâm bilgininin iddiasına
göre vahiy kâtipleri tarafından yazılan her metin tashih edildikten sonra Hz.
Peygamber'in evinde muhafaza ediliyordu. Bu iki yaklaşımın arkasından bir
değerlendirme yapmak gerekirse şunlar söylenebilir. Biliyoruz ki, vahiy
kâtipleri her gelen vahyi Hz. Peygamber'in emri üzere yazıyorlardı. Ancak,
yazılan bu nüshalar eğer Hz. Peygamber'in evinde muhafaza edilmiş olsaydı Hz
Ebû Bekr'in, derleme esnasında Kur'ân'ın tamamını orada bulmuş olması
gerekirdi. vahiy kâtiplerinin Resûlullah (sav) 'in emriyle kaleme aldıkları
orijinal metinlerin yine kendileri tarafından muhafaza altına alındığını
söylemek, daha isabetli olsa gerektir.
b. Kur'ân Metninin Kitap Haline Getirilmemesi:Allah Resulü, hayatta iken
Kur'ân'ı bir cild haline getirmemiştir. İslâm bilginleri bunun sebeplerini
şöyle izah ederler.
1. Hz. Ebû Bekr zamanında Kur'ân'ın bir araya toplanması ve Hz. Osman
devrinde de istinsah edilmesi hep bir ihtiyacın sonucu olmuştur. Resûlullah
(sav) devrinde ise böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmamıştı.
2. Son nazil olan âyet ile Hz. Peygamber'in
vefatı arasında geçen süre bir rivayete göre 81 gün, çoğunluğun kanaatine göre
de 9 gecedir. Görüldüğü gibi her iki sürenin de Kur'ân'm toplanmasına
yetmeyeceği ortadadır.
3. Kur'ân'm tamamı bir defada inmeyip çeşitli
vesileler üzerine değişik zamanlarda nazil oluyordu. Hz. Peygamber (sav) de
vahyin ne zaman kesileceğini tam olarak bilmiyordu. Böyle olunca henüz vahiy
devam ederken Kur'ân'ı iki kapak arasında toplamak elbetteki söz konusu
olamazdı.
4. Bazı
âlimler de bu meseleyi nesih olayı ile irtibatlandırmakta-dırlar. Onlara göre
vahiy devam ettiği müddetçe bazı âyetlerin neshe-dilme ihtimali vardı. Şayet bu
husus göz önünde bulundurulmayıp Kur'ân bir cild haline getirilseydi nesih
olayı devam ettiği için bazı karışıklıklar meydana gelebilirdi. İşte böyle bir
karışıklığa yol açmamak için nesih sona erinceye kadar Kur'ân bir araya cem
edilmedi.
2. Kur'ân'm Hz. Ebû Bekr Döneminde Derlenmesi:Hz. Peygamber hayatta olduğu
müddetçe vahiy devam ettiğinden, gelen vahiyleri iki kapak arasında Mushaf
haline getirmek mümkün olmamıştı. Ancak Resûlullah (sav) her gelen vahiy
metnini öncelikle kendisi ezberlemiş, vahiy kâtiplerine kaydettirmiş, sonra da
ashabına okumuş ve okutmuştu. Böylece Hz. Peygamber devrinde her ne kadar
Kur'ân'ı kitâbeten derleme mümkün olmamışsa da, tilâveten derleme tam ve
mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmiştir.Kur'ân'ın kitâbeten derlenmesi
bilindiği gibi Peygamber'in vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebû Bekr
devrinde yapılmıştır. Tabii ki Hz. Peygamber'in yazdırmış olduğu sahifeler
varken, Hz. Ebû Bekr'i böyle bir faaliyete sevkeden birtakım âmiller
mevcuttu.Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Peygamberimizin mübarek varlıkları
birçok hususta olduğu gibi, Kur'ân metnine merci olma konusunda da tek başına
bir teminat (emînu'1-vahy) idi. Ancak Allah Resulü Hz. Muhammed'den sonra gelen
halifenin böyle bir sıfatı olamayacağından, onun dağınık haldeki Kur'ân
sahifelerini iki kapak arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti
vardı. Çünkü derlenecek bu Mus-hafın artık bundan sonra esas otorite ve teminat
olması gerekiyordu. Bütün bu sebepler yanında esasen asıl bir sebep
vardı ki, o da Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında birçok kurrâ
sahâbinin şehid edilmesi idi.
a. Kur'ân'ı Derleme İşinin Zeyd'e Verilmesi:Böyle bir görevin Zeyd b. Sâbit'e verilmesinin
elbette birtakım sebepleri olmalıdır. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:
1. Zeyd'in, Hz. Peygamber
tarafından özel olarak görevlendirilen vahiy kâtiplerinden olması.
2. Zekâsıyla sahâbiler arasında
temayüz etmiş bulunması.
3. Zeyd'in, Resûlullah (sav) daha hayatta iken
Kur'ân'ın tamamını ezberlemesi ve çok düzgün bir şekilde okuması.
4. Arza-i ahîrede bulunmuş
olması.
5. Genç olması dolayısıyla
kendisinden istenileni daha şevkle yapabilecek kapasiteye sahip bulunması.
6. Herhangi bir şeyle itham
edilmemesi dolayısıyla, bütün insanların ona güven duyması.
b. Derleme İşindeTakip Edilen Metod:Kur'ân'ı derleme işini üzerine alan Zeyd, bu hususta son
derece sağlam ve hassas bir yol izlemiştir. Çünkü o, ne sadece hıfzedilenle,
ne de yazılanla yetinmeyerek, Kur'ân'ı derleme işinde hem Allah Resûlü'nün
huzurunda yazılana, hem de insanların ezberlerinde bulunanlara birlikte itibar
etmiştir.
c. Derlenen Mushafın Özellikleri
1. Derleme işi, en sağlam ilmî usûllerle gerçekleştirilmiştir.
2. Tilâveti mensuh olan âyetler yazılmamıştır.
3. Söz konusu nüshada içinde yer alan âyetlerin tevatür yoluyla bize
intikal etmiş olduğunda ümmetin icmâı vardır.
4. Derlenen Mushaf yedi harfi içermektedir
5. Zeyd
b. Sabit tarafından yazdırılan bu Kur'ân'a, Abdullah b. Mes'ûd'un teklifiyle
"Mushaf" ismi verilmiştir.
3. Kur'ân'ın Hz. Osman Devrinde Çoğaltılması
Çoğaltmayı Gerektiren Sebepler:Hz. Ebû Bekr zamamnda 12/633 Kur'ân'ın cem işinden sonra,
Hz. Ömer'in hilafet müddeti boyunca Kur'ân'a yönelik herhangi bir faaliyet
içerisine girilmemiştir. Ancak Hz. Osman'ın hilafetinin ilk yıllarına
gelindiğinde müslümanlar arasında bu imam Mushaftan müteaddid nüshaların
çoğaltılması zarureti kendisini hissettirmeye başlamıştı. Kaynakların verdiği
bilgilere bakılırsa görülür ki, o
sıralarda hem Medine'de hem de Medine dışında bir takım kıraat ihtilafları
zuhur etmişti. o gün için müslümanlar arasında meydana gelen kırâata yönelik
ihtilaflar çok korkunç bir noktaya gelmişti ve hemen bir çözüm getirilmezse
müslümanlar arasında bölünmeler ve belki de savaşlar meydana gelebilirdi.
b. Çoğaltmada Esas Alınan Prensipler
1.
İstinsahda, Hz. Ebû Bekr tarafından derlenen Mushaf esas alınacaktır.
2. İstinsah edilecek Kur'ân'lara, son arzada
takarrür etmiş yani Kur'âniyeti kesinleşmiş olan kıraat tarzı yazılacaktır.
3.
Tilâveti neshedilmiş âyetler bu nüshalara kaydedilmeyecektir.
4. Eğer komisyon üyeleri
arasında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkarsa, Kureyş lehçesi
esas alınacaktır.
5. Birkaç Kur'ân nüshası yazılarak muhtelif
beldelere gönderilecek, daha önce yazılıp kıraati ve kitabeti bu örnek nüshaya
uymayan Mushaflar ya da sahifeler yakılarak imha edilecektir.
6.
Sûreler bugün bilinen şekliyle tertip edilecektir.
7. Tefsir ve açıklama maksadıyla
yazılan birtakım özel notlar bu Mushaflara yazılmayacaktır.
c. İstinsah Komisyonunun Faaliyetleri:Zeyd b.Sâbit'in başkanlığında oluşturulan istinsah heyeti,
Kur'ân'm çoğaltılmasıyla İlgili faaliyetlerini tam 5 senede tamamlamıştır.İstinsah heyeti yukarıda
belirtilen süre içerisinde devam ettirdiği faaliyetlerinin sonucunda, birkaç
Kur'ân nüshası meydana getirdi. Bu nüshaların sayısı konusunda farklı
rivayetler yer almış olsa da, genel kanaat, söz konusu nüshaların 7 adet olduğu
istikametindedir.Bunlardan birisi Medine'de bırakılmış diğerleri de, Mekke,
Küfe, Basra, Şam, Yemen ve Bahreyn'e gönderilmiştir.Medine'deki nüshaya
"İmam Mushaf" denilmektedir.
d. Çoğaltılan Kur'ân'lardan Günümüze Ulaşanlar:İstansah edilerek belli başlı İslâm merkezlerine gönderilen
Mushaf-lardan dört tanesi yangınlar, harpler veya benzeri olaylar sonucu yok
olup gitmiş, ancak bunlardan üçü günümüze kadar gelebilmiştir, Bu Mushaflardan
birisi, Topkapı Sarayı'nda, diğerleri de Taşkent ve Londra' da bulunmaktadır.
4. Kur'ân'a Hareke ve Nokta Konulması:dinin esası olan Kur'ân'ı fesat ve lahin hareketlerinden
korumak gerekiyordu. Bunun yolu da, okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı
kılacak nokta ve hareke gibi bazı işaretleri Kur'ân'a koymaktan geçiyordu. İşte
bunu ilk olarak düşünen Basra valisi Ziyâd b. Sümeyye (Öİ.53/673) olmuştur. Denildiğine göre Ziyâd, bu durumun önüne geçmek için
devrinin büyük filologu Ebu'l-Esved ed-Düeli (öl.69/688)'yi çağırarak ondan,
bir sistem geliştirmesini istemiştir. Ziyâd, ed-Düelî'nin isteği doğrultusunda kendisine 30 tane
kâtip göndermiş, ancak o bunlardan birini seçerek söz konusu faaliyetine
başlamıştır. Burada esasen yapılan iş, ed-Düeli'nin Kur'ân âyetlerini yavaş
yavaş okuması esnasında kâtibin, elinde bulunan yazılı Kur’an nüshasına irabı
(harekeyi) gösterecek işaretler koymasından ibarettir. Anlaşıldığına göre,
ed-Düelî'nin talimatı üzerine kâtip, Mushafm yazısında kullanılan mürekkebin
renginden farklı bir renkle fetha için harfin üstüne, kesre için altına, ötre
için de önüne bir nokta koyuyordu.Bu şekilde tamamlanan her sahife ayrıca Ebu'l-Esved
tarafından kontrol ediliyor, eğer herhangi bir hata söz konusu ise anında
tashih ediliyordu. Böylece, yapılan bu titiz çalışma sonunda Kur'ân baştan
sona noktalanmış oldu.
Kur'ân'a hareke
konulmuş olmasına rağmen hâlâ hatalı okumaların bulunduğunu gören Haccâc hemen
harekete geçerek devrin büyük âlimi Nasr b. Asım (öl.89/708)'dan, bazı
rivayetlere göre de Yahya b. Ya'mer (öl.l29/746)'den bu iş için
önlem almasını istemişti. Bunun üzerine de Nasr, ya da Ya'mer, Kur'ân'ın kırâatına yönelik ikinci
önemli bir işi gerçekleştirerek, biraz önce belirtmiş olduğumuz harfleri
birbirinden ayıran noktalan koymuştu ki, buna "i'câm"
denilmektedir. Kur'ân, yaklaşık bir asra yakın bir
süre konulan bu işaretlerle okunmuş, ancak daha sonra büyük lügat âlimi Halil
b. Ahmed (öl.175/791) bugün bildiğimiz sistemi geliştirerek, Kur'ân'ın
harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini vermiştir.Hareke ve nokta
konulmasından sonra da Kur'ân'a yönelik birtakım faaliyetler devam etmiştir. Bu
faaliyetlerden biri de, âyetlerin sonlarına konulan duraklardır. Bu duraklar,
ilk önce daire meyilli çizgilerden oluşurken, daha sonraları daire şeklinde
gösterilmiş ve zamanla da gül şeklini almıştır Bilindiği gibi bugün basılan
Mushaflarda da sözü edilen bu durakların içinde âyet numaraları yer almaktadır.Hicrî altıncı aşra gelindiği zaman da Muhammed
b. Tayfur es-Secâvendî (Öİ.560/1165) tarafından Kur'ân'a, manası göz önünde
bulundurularak geliştirilen ve adına "secâvend" denilen bir takım
işaretler konulmuştur.
a. Kıraatin Tanımı ve Kırâatla ilgili Bazı
Kavramlar:Kıraat, filinden masdardır ve sözlükte okumak
anlamını ifade etmektedir. Terim olarak manası ise: Herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun,
nokta ve i'râb bakımından meydana gelen değişiklik demektir.
1. Kurra: Bu kelime sözlükte, okuyucu ve okuyan anlamını ifade eden
"kâri" kelimesinin çoğuludur, istilanda ise: "Yedi ya da on
kıraatin kendilerine nisbet edildiği imamlara denir".
2. Rivayet: Kıraat imamlarının râvileri
arasındaki ihtilaflara
denilmektedir.
3. Tarîk: Râvilerden sonra gelenlerin ihtilafları da bu kavramla
ifade edilir.
b. Kırâatların Tesbiti:Kaynaklara göre ashabın Resûlullah (sav)'tan kıraati alış
tarzları çeşitli idi. Onların arasında Hz. Peygamber'den bir kıraat alan olduğu
gibi, iki veya daha fazlasını alanlar da vardı. Sahâbilerden kıraat öğrenen
tâbiûn ve etbâu't-tabiînin okuma tarzları da doğal olarak farklılık
arzediyordu. İşte bu farklı okuma tarzları daha sonraları da aynı şekilde devam
etmiş ve bunun sonucu olarak da birbirinden farklı kıraat tarzları ortaya
çıkmıştı. Bu kırâatları okuyan kurrâlar, çeşitli İslâm beldelerine dağılmışlar
ve onların okudukları kırâatlar da, okuyucuların isimleriyle anılır olmuştu.
Bu dönemde halkın, kırâatlarına rağbet ettiği kurrâlar arasında, Abdullah İbn
Kesîr (Öİ.120/737), Nâfi' (Öİ.169/785), Ebû Amr (Öİ.154/770), İbn Âmir
(Öİ.118/736), Âsim (Öİ.127/744), Hamza (öl.188/803) ve el-Kisâî (Öİ.189/804)
gibi kıraat imamları vardı.kırâatların tesbitine yönelik ilk çalışmalar
hicrî ikinci asırda fiilen başladı. Ancak bu dönemde kırâatla ilgili olarak
yapılan bütün faaliyetler şifahî bir nitelik arzetmektedir. Çünkü kıraat
konusunda ilk eserler hicrî III. asırda ortaya çıkmaya başlamıştır. IV. hicrî asırda
da Ebû Bekr b. Mücâhid (Öİ.324/935) yukarıda isimlerini saydığımız, halkın
teveccühüne mazhar olmuş imamların kırâatlarını bir araya toplayarak
"kitâbu's-seb'a" adlı eserini meydana getirmiş ve bundan sonra halk
onun bu tasnifine uygun bir yol izlemeye başlamıştır. Böylece "kırâat-ı
seb'a" diye adlandırılan bu yedi kıraatin sıhhati konusunda ümmetin icmâı
meydana gelmiştir.Kaynaklar, Ebû Bekr b. Mücâhid'in tesbit etmiş olduğu yedi kıraati
"mütevâtir", İbnu'l-Cezerî'nin tesbit ettiği üç kıraati
da "meşhur kıraat" olarak tavsif etmektedirler. Burada sözünü ettiğimiz kırâatların dışında el-Hasan el-Basrî ,İbn
Muhaysin ,Yahya b. el-Mübârek el-Yezidî
ve Ebu'l-Ferec Muhammed b. Ahmed eş-Şenbûzî ye nisbet edilen dört kıraat
daha vardır ki, bunlara da "şazz kıraat" denilmektedir.
Sahih olarak nitelendirilen kırâatlar kaynakların ittifakıyla,
1. Sahih ve muttasıl bir senedle Hz. Peygamber'e
ulaşan,
2. Bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine
uygun olan,
3. Kitabet bakımından Hz. Osman'a nisbet edilen
mushafların resm-i hattına aykırı olmayan kırâatlardır
caa. Mütevâtir Kırâatlar:Mütavâtir olarak kabul edilen kıraat, yalan üzerine ittifak
etmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan
muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatm diğer iki şartını da
bünyesinde taşıyan kıraat demektir. Cumhura göre mütevâtir kırâatlar,
"kırâat-ı seb'a/yedi kıraat" imamının naklettiği kırâatlardır.
cb. Sahih Olmayan (Şazz) Kırâatlar:Sahih olmayan kırâatlar, mütevâtir kıraatin üç şartını veya
bu şartlardan herhangi birini taşımayan kırâatlardır.
cba. Ahâd Kırâatlar:Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman
(ra)'m Mushafma veya Arap Dili gramerine uygunluk arzetmeyen kırâatlara âhâd
kıraat denilmektedir.
cbb. Müdrec Kırâatlar:Kur'ân'ın bazı âyetlerine tefsir maksadıyla yapılan
ziyâdelere de müdrec kıraat adı verilir. Bilindiği gibi bu tür ziyâdeler
Kur'ân'dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan
ibarettir. Özellikle bunlar, İbn Mes'ûd ve Ubeyy b. Ka'b'ın husûsi Mushaflarmda
yer almıştır.
cbc. Mevzû/Apokrif Kırâatlar:Bu kırâatlar da tamamen asılsız olup hiçbir esasa
dayanmayan uydurma kırâatlardır.
d. Kırâatlardaki Çeşitliliğin Hikmetleri
1.Kur'ân'ın ilk muhatablarına
onu farklı kırâatlarda okuma
imkânının verilmesi, esasen
birden çok lehçe konuşan çeşitli Arap kabilelerinin, tahrif etmeden ve günaha
düşmeden Kur'ân'ı okumalarını kolaylaştırmaktan' başka birşey değildir.
2. Kur'ân'ın, farklı kırâatlarda okunmasının bir diğer hikmeti de,
bütün Arap kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermektir.
3. Kırâatlar, fakihlerin hüküm istinbatında
başvurdukları bir yoldur. Zira onlar, fıkhı konularda içtihadda bulunurken
kıraat ihtilaflarını göz önünde
tutmuşlar, böylece bazen bir kıraat bir fakihin, diğeri de başka fakihin
başvurduğu bir delil olmuştur.
4. Kırâatlar ayrıca Hz. Peygamber ümmetinin
diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya koymaktadır.
e. Kıraat İmamları ve Râvileri
1. Nâfi: Remzi "elif" tir. En meşhur iki
râvisinden biri, Kâlûn ,diğeri de Verş 'tir.
2. İbn Kesîr: Remzi "dâl" dır. Meşhur iki râvisi
vardır, birisi el-Bezzî , diğeri deKunbül'dür.
3.Ebû Amr: Bu imamın da
iki râvisi bulunmaktadır. Birisi
ed-Dûrî ,diğeri de es-Sûsî 'dir.Remzi boğaz harfi olan
"ha" dır.
4. ibn Âmir: râvileri , Hişâm ve İbn Zekvân'dır. Remzi "kef"
harfidir.
5. Âsim: remzi
"nûn" dur. Râvilerinden
biri, Ebû Bekr
Şu'be , diğeri
de Hafs 'dır.
6. Hamza: Halef ve
Hallâd da onun iki râvisidir. Remzi
"fe" harfidir.
7. el-Kisâî; el-Kisâî'nin râvileri ed-Dûri ve Ebu'l-Hâris 'dir. Remzi "râ"
dır.
8. Ebû Ca'fer: Remzi "ca"' dır.
Râvileri, İsâ b. Verdân
ve Süleyman b. Cemmâz dır.
9. Ya'kûb: Râvileri Muhammed b. Mütevekkil ile Ravh b. Abdulmü'min
'dir. Remzi, "ya"' dır.
10. Halef: Râvileri İshâk b. İbrahim
ve İdris b. Abdulkerim dir. Remzi "hal" dır.
Kırâatların Bugünkü Durumu:"Kırâat-ı aşere" diye bilinen on kırâattan üç
tanesini bugün müslümanlar pratik olarak kullanmakta, tamamını ise ancak bu işi
ehlinden özel ders almak suretiyle öğrenen bazı kimseler okumaktadırlar. Sözünü
ettiğimiz üç kıraat şunlardır.
1. Âsım Kıraati:Zamanımızda müslümanların çok büyük bir çoğunluğunun
okuduğu kıraattir.
2. Nâfi Kıraati:Nâfi kıraatinin Verş rivayeti bugün Mısır hariç, Kuzey
Afrika' nın bazı bölgelerinde okunmaktadır.
3. Ebû Amr Kıraati:Bugün yeryüzünde
en az okunan kıraat budur. Sadece Sudanlılar tarafından okunmaktadır
Tarih içerisinde İslâm bilginleri arasında tartışma
konusu olan hususlardan biri de yedi harf meselesidir. Konuyla İlgili
çalışmalara bakılınca görülür ki, Kur'ân ilimleriyle uğraşan İslâm âlimleri bu
meseleyi, halledilmesi gereken bir problem olarak görmüşler ve konunun çözümü
için hayli gayret sarfetmişlerdir. Ancak ortaya koydukları tanımların bir
kısmı, bazı neticelere ulaşma imkânı vermiş olsa da çoğu, meseleyi daha
karmaşık hale getirmiştir.
a. Yedi Harf (el-Ahrufu's-Seb'a) Kavramı
Bilindiği gibi, "el-Ahrufu'$-seb'a"
bir sıfat terkibidir. Bu terkipte yer alan "ahruf", harf kelimesinin
çoğuludur. "Harf", sözlük anlamı itibariyle bir şeyin ucu, kenarı,
sivri ve keskin tarafı demektir. Ayrıca "vecih", "üslup",
"kıraat" ve "lehçe" anlamına da gelmektedir.
Seb'a lafzının delâleti konusunda da iki ayrı görüş vardır.
1. Seb'a
lafzı, gerçek anlamda kullanılmış olup bilinen yedi sayısını ifade eder. Yani
delâletinde kesinlik söz konusudur.
2.
el-Ahrufu's-seb'a terkibinde yer alan yedi mecazî manada olup, genişlik
ve kolaylık demektir.
b.Yedi Harf Hakkında İleri Sürülen Görüşler ve
Tenkidi
1.Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm,
husus, mücmel, mübey-yen ve müfesserdir.
2.Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbar ve
zecr'dir.
3.Va'd, va'îd, mutlak, mukayyed, tefsir , te'vil
ve i'râb'tır
4.Helâl, haram, muhkem, müteşâbih, inşâ ve
ihbâr'dır.
5. Mukaddem,
muahhar, ferâiz, hudûd,
mevâiz, müteşâbih ve emsâl'dır.
6.Mutlak- mukayyed, umûm- husus, nass- müevvel,
nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisna ve kısımlarıdır
7. Meşhur yedi imamın kıraatidir.
8. İsbât
ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları
ilmi, avf ve azâb ilmi, haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi, ve imamet ilmidir.
9. Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes'ûd, İbn
Abbâs ev Ubeyy b. Ka'b'm kıraatlarıdir.
1. Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin
dilidir.
2. Yedi harften maksat, aynı manaya gelen
çeşitli lafızların yedi vechidir. Bir başka ifadeyle, eş anlamlı kelimeleri
birbirinin yerine koyarak okuma tarzıdır.
3. Yedi harfle kastedilen, yedi vecih (tarz)
tir.bu vecihler şunlardır:
3.1. Harekesi değişen ancak manası ve sureti
değişmeyen vecih,
3 2- Hareke ve manası değişen fakat sureti
değişmeyen vecih,
3.3. Harfleri ve sureti değişen
fakat manası değişmeyen vecih,
3.4. Bir kelimenin
hem mana hem de suretinin değişmesiyle meydana gelen vecih,
3.5. Takdim ve te'hir ile değişen vecih,
3.6. Ziyâde ve noksanlıktan dolayı söz konusu olan Vecih,
3.7. Eş anlamlı kelimelerin birbirinin yerine konulması şeklindeki
vecih,
FIKIH USULU
Fıkıh
Usûlü'nün Istilâhî Tarifi:Şer'î hükümlerin, tafsili
delillerden çıkarılmasını (istinbitını) mümkün kılan kaideleri ve icmali
delilleri öğreten bir ilimdir.
Âlimlerin, Fıkıh Usûlü'nün konusu ile ilgili görüşlerini şu dört maddede
özetleyebiliriz:
1- Deliller, ictihâd ve
tercihtir.2- Şer'î hükümlerdir,
dolayısıyla şer'i delillerdir.
3. Şer'î delillerdir,
dolayısıyla şer'î hükümlerdir.4. Şer'î
hükümler ve şer'î delillerdir.
Fıkıh
Usûlü'nün Gayesi:Bu ilmin gayesi, şer'î
hükümlerin, şer'î delillerden nasıl ve ne şekilde çıkarılacağını öğretmektir.
Fıkıh ile Fıkıh Usûlü Arasındaki Fark:Fıkıh Usûlü;
Fakih'in, delillere dayanarak lüküm çıkarırken tutacağı yolu ve delilleri
kuvvetine göre tertip ederek, Kur'-ın'ı Sünnet'den, Sünnet'i kıyas ve doğrudan
doğruya nassa dayanmayan diğer delillerden Önce alınmasını açıklayan kaideler
ilmidir. Fıkıh ise bu kaidelere bağlı olalarak çıkarılmış hükümlerin tümüdür.
Fıkıh kaideleri ile Usûlu'l-Fıkıh Arasındaki
Fark: Fıkıh Usûlü ilmi, fakîhijn uyması gereken kaideleri
açıklar ki, bunlar onun, hüküm çıkarırken hataya düşmesini önler. Fıkıh
kaideleri ise, bir kaç hükmü birleştiren bir kıyas veya fıkhî kaidede toplanabilen
benzer hükümler kolleykisoyunudur.
3. FIKIH USÛLÜ MESLEKLERİ VE ÖZELLİKLERİ:
A-Fukahâ
Mesleği Ve Özellikleri:Fukuha usûlünü Hanefiler uygulamıştır. Bu sebeple bu usûle
"Hanefî mesleği ve usûlü" denmiştir.Bu usûlü tatbik eden fakîhler,
fıkhîmes'eleler hakkında usûl kaidelerinin tatbikatına önem vermişler, usûl
kaidelerini Fıkhın tatbikatından çıkarmışlardır. Bu usûlle eser yazanlar,
konuları izah ederken konunun anlaşılmasını sağlamak ve tatbikatını
gerçekleştirmek bakımından çokça misaller vermişlerdir. Bu usûl, Mantık ilminde
cüzden külle (tüme) varım esasına dayanmaktadır. Olaylardan hareketle genel
kaidelere varılır.
B-
Mütekellimîn Mesleği Ve Özellikleri:Bu usûlü Mutezile
ve Şafiî mezheblerine mensup kelâm âlimleri uygulamışlardır. Bu mesleği
uygulayan âlimler, teşri' usûllerini aklî istidlale meylederek izah etmişler ve
konulan izah ederken pek fazla misal vermemişlerdir. Bu usûl, mantık ilminde
tümden cüze gelim metodudur. Genel kaidelerden olayların hükümleri çıkarılır.
C-
Memzüc Meslek Ve Özellikleri:Yukarıda isimlerini verdiğimiz iki usûlü tatbik eden
âlimlerden sonraki devirlerde yetişen hukukçular, bu iki usûlün nitelik ve
özelliklerini birleştirmek suretiyle eserler kaleme almışlardır. Bu usûle
Memzûc (birleştirilmiş) meslek ve usûl adı verilmiştir.
Delilin
Tarifi:Istılah'ta
delîl, "Kendisinden şer'îhüküm istinbât
olunan", "üzerinde düşünülünce, insanı istenen bir sonuç ve hükme
ulaştıran şey" şekillerinde tarif edilmiştir.
1-KİTAP:Peygamberimize
indirilmiş, mushaflarda yazılı, ondan tevatüren nakledilmiş, okunması ile
ibadet edilen, beşerin benzerini getirmekten âciz kaldığı nazm-ı celildir,”
B-
Kitâb (Kur'an)'In Özellikleri
a-
Nazm:Kur'ân hem mana ve hem de lafız ciheti ile mu'cize'dir.
O'nun sadece manasına Kur'ân denmez. Bu sebeple O'nun tefsir ve tercemesi,
Kur'ân yerine kâim olamaz ve tefsir ve ter-cemesi ile ibadet yapılamaz.
b-
İnzal – Resul:Kur'ân, Peygamberimize
(s.a.s.) 22 sene 2 ay ve 22 gün zarfında Cibril-i Emîn vasıtasıyla
indirilmiştir. Peygamberimizin kudsî (ilâhî) hadisleri, Kur'ân'dan sayılmazlar.
aa-
Tevatür Rivayetler: Kur'ân-ı Kerim'in
"eş-şeyhü ve şeyhetü" gibi hükmü baki ve tilâveti mensûh âyetleri ile
şâzz tariki ile gelen rivayetleri, Kur'ân'a dahil edilemezler.
bb-
Şâzz Rivayetler:Usûlcülerin ıstılahında
tevatür yoluyla nakl olunmayan nazımlara (lafızlara) şâzz denir. Şâzz
rivayetlerin bir kısmı meşhur, diğerleri ise âhâd tarikle gelmiştir. Bütün
mezheplere göre, âhâd tarikle gelen rivayetlerle amel olunamaz.
Şâzz
rivayetlerle, Kur'ân'ın mütevâtir rivayetleri arasındaki önemli farklar:
1. Şâzz rivayetlere Kur'ân hükmü verilmez. Bu sebeple şâzz rivayetler,
namazda okunmaz.
2. Kur'ân'a muhdis ve cünüp olan
kişi el süremez. Halbuki şâz rivayetler, böyle değildir.
3. Kur'âri'ın bir kelimesini
inkâr eden kâfir olur, şâzz rivayetleri inkâr ise küfrü gerektirmez.
Kur'ân'ın
Hükümleri Açıklama Üslûbu:Kur'ân, hükümleri açıklarken
kendisine has bir üslûb kullanmıştır. Şöyle ki," güzel fiillerin yapılmasını
teşvik etmiş, hatta emretmiştir. Farz, vacip hükümlerine karşı çıkılmasını
yasaklamıştır.
Kur'ân'ın Hükümleri Beyânı (Açıklaması)
1. Tafsili olarak (Tam ve açıkça
olarak) 2. İcmali olarak (Kısa ve öz olarak)açıklar.
Kuranın
Hükümlere Delâleti:Kur'ân'ın âyetleri, sübût
itibariyle kat'îdir. Ancak o'nun ihtiva ettiği hükümleri açıklaması,
aydınlatması ise bazen kat'î, bazen de zannîdir.
Kur'ân'ın
İçindeki Hükümler:Kur'ân-ı Kerîm, insan
hayatının bütün safhaları için hüküm koymuştur, Kur'ân-ı Kerîm de bulunan
hükümleri üç ana başlık altında toplayabiliriz:
1. İtikadı hükümler: Bunlar Kelâm ilminin
konusudur.
2. Ahlâkî hükümler: Bunlar Ahlâk ilminin
konusudur.
3. Amelî-fıkhî
hükümler: Bunlar, fıkıh ve Fıkıh Usûlü ilimlerinin konusudur. Amelî-fıkhî
hükümlerle ilgili 500 ayet bulunduğu ifade edilmektedir. Amelî-fıkhî hükümleri
iki başlık altında inceleyebiliriz:
a.
İbâdetler:Bu hükümlerin gayesi, ferdin
Rabbi ile olan münasebetlerini düzenlemektir.
b.
Muamelat:Bunlar ibadetlerin dışında
kalan ameli-fıkhı hükümlerdir.Bugünkü hukuki tabirle Hususi Hukuk, Umumi Hukuk
çerçevesine giren hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümlerin gayesi, ferdin
fert ile ferdin cemiyet ile yahut cemiyetin cemiyet ile olan münasebetlerini
düzenlemektir.
A. Tarifi: Usûlcülere göre sünnet, peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil
ve takrir (tasvîb)leridir.
B.
Sünnetin Bir Teşri' Kaynağı Oluşu:Bütün İslâm bilginleri, Sünnet'i, Kur'ân"dan sonra bir
teşrî kaynağı olarak kabul etmişler ve bu konuda bazı âyet ve hadisleri delil
olarak göstermişlerdir. Ayrıca, İcmâ'nın ve aklî delillerin de Sünnet'in bir
teşrî kaynağı olduğunu gösterdiğini ilâve etmişlerdir.
1. Sünnet: Kur'an'ın müphem ve mücmellerini açıklar, umumi hükümlerini
tahsis eder.
2. Sünnet: Kur'an'da asılları sabit olan konuların hükümlerini
tamamlayıcı mahiyette açıklamalarda bulunur.
3. Sünnet: Kur'an'da olmayan bir
kısım hükümleri açıklar.
D-
Sünnet'in Mahiyeti İtibariyle Taksimi
a. Kavlî
(Sözlü) Sünnet b. Fiilî Sünnet c. Takriri Sünnet
F-
Sünnet'in Sened İtibariyle Taksimi
a. MÜSNED (Muttasıl) HADİSLER
b. MÜRSEL (Münkati) HADİSLER
G- Sünnetin Hükümlere Delâleti açısından
taksimi:
1. Hem
sübût, hem de delâleti kat'î olan hadisler, 2.
Sübûtu kat'î olduğu halde delâleti zannî olan hadisler, 3. Sübûtu zannî
delâleti kat'î olan hadisler, 4. Hem sübûtu ve hem de delâleti zannî olan
hadisler.
A. İcmâ'ın Tarifi:
Istılahta "Hz. Peygamber (s.a.s.)in vefatından
sonra herhangi bir asırda tsîâm müctehidîerinin amelî bir meselenin serî hükmü
üzerinde, ittifak etmeleridir" şeklinde tarif edilmiştir.
B.
İcmâ'ın Konusu Ve Sahası:îcmâ; bir kısım şer'î
hükümlerde, yani dinî işlerde câridir; ibâdetlerde ve hukuki meselelerde icmâ
cereyen eder. İtikat konularında ise icmâ sabit olmaz; bunlarda nakil
geçerlidir. Aynı şekilde aklî konularla dinî olmayan konularda da icmâ tahakkuk
etmez.
C.
İcmâ'ın Oluşmasının Şartları:a. Bütün müctehidlerin ittifakı, b. Bir asrın (bir zamanın) geçmesi.
D.İcmâ'ın
Dayanağı:Müctehidlerin bir hadise
hakkında ittifak etmeleri, mücerret reylerine müs-tenid olmayıp yine şer'î bir
delile müstenid bulunur. Bu delil, haber-i vâhid veya kıyas olabilir. îcmâ ile
bu deliler kuvvet bulur, artık asıl delil, icmâ olmuş olur, hüküm icmâ'a izafe
edilir. Usûlcüler, icmâ'ın senedinin, ictihâd yahut
kıyas olup olamayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerin çoğunluğu,
buna cevaz vermiştir. Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî gibi âlimler ise
bunu tecvîz etmemişlerdir.
A.
İcmâ'ın Vâkî Oluşu:Fakîhlerin çoğunluğuna göre
bir hadisede, bir asırda yaşayan müctehidlerin ittifakları, hem mümkün hem de
bilfiil vâkî olmuştur.
b.
İcmâ'ın Vuküunun İmkânsızlığı:Mutezilî İbrahim Nazzâm, Şîa'dan tazı fakîhler, îcmâ'ın
vukûnun imkânsızlığına kânî olmuşlardır. Yine Mutezilî İbrahim Nazzâm,
Râfızîlerin ekserisi, İcmâ'ın bir hüccet olduğunu da kabul etmemişlerdir.
F. İcmâ'ın Hüccet Oluşu: îcmâ'ın bir hüccet olduğu, âyetler, hadisler ve aklî delillerle
sabittir.
G.
İcmâ'ın Çeşitleri:İcmâ, iki yolla tahakkuk
eder: 1. Azimet,2. Ruhsat
Azimet yolu ile mün'akıd olan icmâ'a "Sarîh icmâ" "Kavlî
icmâ", "Amelî icmâ" ruhsat yoluyla mün'akıd olanına da,
"Sükûtî icmâ" denir.
Kavlî icmâ: Bir mesele hakkında bir
asırdaki müctehidlerin birden hüküm verip onunla hepsinin aynı veçhiyle amel
ettikleri icmâ'dır. Bu türlü icmâ, fakîh-lerin bütünü tarafından ittifakla
hüccet kabul edilmiştir.
Sükûtî icmâ
ise: Bit mesele hakkında bu müctehidlerin bir kısmı hüküm verdiği halde
veya onunla amel ettiği halde değer bir kısmının ona vakıf olduğu ve kâfi
derecede düşünme zamanı geçtiği halde sükût ettikleri icmâ'dır.Hanefîler sükûtî
icmâ'ı hüccet olarak kabul ederler. İmâm Şafii ise, bu şekilde mün'akid olan
icmâ'ı hüccet kabul etmez.
I.
İcmâ'ı Red Ve İnkâr:İcmâ yakın bir hüküm ifade
eden şer'î bir hüccettir. Bir meselenin hükmü icmâ ile sabit oldu mu artık o
hüküm, kat'îdir. Buna muhalif bir delil, müevvel, mukayyed veya mensûh
demektir.Hanefî Fukahâsınca, icmâ'ın hüccet olduğunu inkâr eden kışı kafir
addedilir.
J.
İcmâ'ın Neshi:Bazı fakîhlere göre bir
asırda icmâ eden müctehidler, başka bir icmâ ile önceki icmâ'lanm
bozabilirler.Usûl ulemâsının cumhuruna göre ise, icmâ akdedilmiş olan asırdan
sonra tekrar aynı mesele üzerinde ikinci bir icmâ vuku bulursa, bu ikincisine
itibar edilmez.
K.
İcmâ'ın Dereceleri:İcmâ'ın
kuvvet itibariyle dereceleri şöyledir:
1. Sahâbe'nin Kavlî İcmâ'ı.
2. Sahâbe'nin sükûtî
icmâ'ı,
3 Sahâbe'den sonra, hiç ihtilâf
olmadan vuku bulan ıcma.
4. Sahâbe'den sonra, önce ihtilâf vâki olup sonradan ihtilâf kesilerek
vuku bulan icmâ.
A. Kıyasın Tarifi Ve Mahiyeti:
Istılahta kıyas "iki bilinen şeyden birinin nassla sabit
olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı diğerinde de ictihâd ile
izhâr etmektir" diye tarif edilmiştir. kıyas muzhir bir hüccettir.Kur'ân
ve sünnet ise müsbit bir hüccettir.Bir mes'elenin şer'î hükmünü kıyas yoluyla
istihraç edebilmek için o hususta nass ile sabit olan şer'î hükmün bulunması
gerekir.
B.
Kıyas İle İctihâd Arasındaki Münasebet:îctihâd'ın sahası kıyas'dan daha geniştir. Hatta ictihâd,
kıyası da içerisine almaktadır. Çünkü kıyas yaparken sarf edilen her gayret bir
ictihâddır. Bu bakımdan her kıyas bir ictihâddır, fakat her ictihâd bir kıyas
değildir. Gazâlî, içtihadın sahasının kıyas'dan daha geniş olduğunu
ve sadece illet ile alakalı içtihadın bile üç nevi olduğunu ifade eder.Hükmün
menâtı (illeti) ile ilgili ictihâdlar şunlardır:
1.
Tahkîku'l-Menât: Nasda ifade edilen illetin, yeri bulunarak tatbik edilmesi.
2.
Tenkîhu'l-Menât: İllet araştırılırken onunla ilgisi bulunmayan vasıfların ayıklanması.
3.Tahrîcu'l-Menât: İllet'in istinbât yoluyla
ortaya çıkarılması.
C.
Kıyasın Hüccet Oluşu:Kıyas, müctehidlerin
cumhuruna göre bir şer'î hücettir. Bunun bir hüccet olduğu Kur'ân, Sünnet ve
akılla sabittir.Bazı fakîhler, kıyası şer'î bir hüccet kabul etmezler.
îmâmiyye, Râfiziyye, Hâriciyye ve Zâhiriyye mezhepleri kıyas'ı inkâr
etmişlerdir.
E.
Kıyas'ın Rükünleri:Kıyasın rükünleri dörttür:
a. el-Asl buna el-Makîs aleyh denir.Hükmü hakkında nass bulunan
şeydir.
b. el-Fer' buna el-Makîs denir. Hükmü hakkında nass bulunmayan şeydir.
c. Hükmü'I-Asl :Hakkında nasss bulunan aslın hükmüdür ki, bu hüküm sonradan fer'e verilir. Asıl meseleden fer'î
meseleye geçen hükme hükm-i muaddî denir.
d. el-İllet: İllet asıl hükmün, bina edildiği vasıftır.
Aa.
İllet'in Tarifi:İllet, asılda hükmün üzerine
bina kılındığı bir vasıftır.
İllet'in Şartları; 1) Zahir bir
vasıf olmak,2) Mazbut olmak, 3) Münâsib (uygun) bir vasıf olmak, 4) Vasıf asla
mahsus olmamalıdır.
Îllet İle Hüküm Arasındaki Münasebet:
1. el-Münâsibu'1-Müessir Uygun vasıf,2. el-Münâsibu'1-Mülâyim Elverişli
vasıf.
3. el-Münâsibu'1-Mürsel Salıverilmiş vasıf,4. el-Münâsibu'1-Mülgâ
Yürürlükten kaldırılmış vasıf.
İlletlerin
Nevileri:İlletler, mansûs ve
müstenbat illetler adıyla iki nev'idir. Nass ve icmâ ile bilinen illetlere,
illeti mansûse; ictihâd ile bilinen illetlere ise illeti müstenbate denir.
İlleti
Bulma Yolları :Hükmün üzerine bina edildiği
illeti bulma, çeşitli yollar ile mümkün olur. Bunların en önemlisi şunlardır:
1) Nass, 2) İcmâ', 3) Sebrü Taksim, 4) Münâsebet.
Kıyas'ın
Hükmü:Kıyasın hükmü, ta'diyedir.
Yani asıldaki hükmün fer'e nakl edilmesidir. Şöyle ki, asıldaki hüküm her ne
ise onun misli fer'de izhâr edilir, bu hüküm kıyas yoluyla meydana çıkarılmış
olur.
Kıyasın
Kısımları:Bir yandan; kıyaslar
illetinin derhal anlaşılıp anlaşılmaması itibariyle celî ve hafi kısımlarına
ayrılır.Kıyasın illeti hemen anlaşılıyorsa, ona "celî kıyas" illeti
hemen anlaşılmayıp tetkik ve araştırmaya muhtaç olursa, ona da "hafikıyas"
denir. Diğer bir yandan kıyaslar, fer'deki illetlerin asıldaki illetlere
nazaran kuvvetli olup olmaması itibariyle üç kısma ayrılır. 1- Evlâ Kıyas, 2. Müsavi kıyas, 3-
Ednâ Kıyas.
A- Tarifi:İstihsan lügatta bir şeyi güzel saymak manasına gelmektedir.Istılahta
müctehidin bir meselede herhangi bir sebeple celî kıyasın
muktezasından, hafî kıyasın muktezasına yönelmesi yahut külli bir kaideden
cüz'i bir meseleyi, herhangi bir sebeble istisna etmesidir.
B-
Îstihsân'ın Çeşitleri Ve Dayanakları:îstihsân'ın tarifini verirken "celî kıyasa muarız ve
mukabil bir delildir" demiş ve bu delilin, nass, icmâ, zaruret veya
kıyası hafiden birinin olabileceğini ifade etmiştik, işte bunlar îstihsân'ın
dayanakları ve çeşitleridir.
G-
İstihsân'ın Hüccet Oluşu:İstihsân'ı hüccet olarak en
çok Hanefîler kullanmışlardır, imâm Mâlik'in de İstihsân, ilmin onda
dokuzudur" dediği rivayet edilir. Hanefîlerin istihsân deliline istinaden
çıkardıkları hükümleri, klasik fıkıh kitaplarında bulmak mümkündür. Hanefîler,
istihsân delilini çok kullandıkları için Şâfiîlerin tenkidlerine maruz
kalmışlardır.
A-Tarifi:Istılahta
şöyle tarif edilmiştir: "Mazide sabit olup sonradan değiştiği
bilinmeyen bir şeyin, hali hazırda da aynen kalmasına hükmetmektir.
B-
İstıshâb'ın Hüccet Oluşu:İstishâb, delil bulunmayan
yerlerde hüccet olur. Bütün mezhepler istishâb deliline dayanarak istinbâtta
bulmuşlardır. Hatta kıyası hüccet olarak kabul etmeyen Zâhiriyye ve îmâmiyye
mezhepleri bile istishâb ile pek çok meselenin fıkhı hükmünü istinbât
etmişlerdir. Nazari olarak istihsân'ı kabul etmeyen Şâfiîler de istishâb'ı,
diğer mezheplerden daha çok kullanmışlardır.
C-
İstishâb Delili Üzerine Kurulmuş Kaideler
1.Eşyada asîl olan ibâhedir,2.Berâet-i zimmet asıldır,3.Şek ile yakın zail olmaz,4.Bir şeyin bulunduğu hal
üzere kalması asıldır.
3. MESÂLİH-İ MÜRSELE VEYA İSTISLÂH
A- Maslahatın Tarifi :Maslahat, faydalı olanı elde etmek, zararlı olanı
gidermektir.
Zarurî
Maslahat:Bunlar, nefsi, malı, aklı,
dini, nesli muhafaza maslahatıdır.
Hâcî
Maslahatlar:Bu, insanların zaruret
derecesine varmayan ihtiyaçları dolayısıyle olan maslahattır. Bey'bi'l-vefa,
istisna, selem gibi akitler bu ihtiyaçları gidermek maksadıyla tecvîz
edilmiştir.
Tahsini Maslahatlar:Bu, bir zaruret, bir
ihtiyaçtan dolayı olmayıp mücerred güzeli, en uygununu seçmek cinsinden olan,
bir hükmün varlığını yokluğuna tercih eden maslahattır. Muaşeret kaideleri
gibi.
Maslahatlar,
hüküm istinbatında muteber olup olmaması yönünden üç kısma ayrılır:
1. Maslahat-ı Mutebere,2. Maslahat-ı Merdûde, 3. Maslahat-ı Mürsele.
Mesâlih-İ
Mürsele Ve İstıslâh:Mesâlih-i mürsele, İslâm'ın
amaçlarına uygun olan ve hakkında muteber veya ilga edilmiş özel bir delil
bulunmayan maslahatlardır. Mesâlih-i mürsele ile
istidlal işine istislâh denir.
Mürsel
Maslahat'ın Hüccet Oluşu
Kabul
Etmeyenler:Zahirîler mürsel
maslahatlarla amel edilmesini kabul etmezlerdir. Hanefî ve Şafiî mezhebi
hukukçuları da nazariyatta mürsel maslahatları bir hüccet olarak kabul
etmemişlerdir.
Kabul
Edenler:Maliki ve Hanbelî mezheblerine mensub İslâm
hukukçuları, mürsel maslahatları hükme mesned olacak bir delil olarak kabul
etmişlerdir.
Çok
Sık Şartlarla Kabul Edenler:İmâm Gazâlî, Beyzâvî gibi bazı âlimler, maslahat-ı
mürseleyi, hüccet olarak benimsemişlerdir. Bunlar, zarûrî.kat'î ve küllî
olması şartıyle maslahatı hüccet olarak kabul etmişlerdir.
A-Tarifleri: Fakîhler, genellikle örf
ile âdeti aynı manada kullanırlar ve şu şekilde tarif ederler: "İnsanlar
arasında alışkanlıkla yapılagelen ve aklı selim yanında güzel kabul edilen
şeydir."
Fâsid
Örf:Kitâb ve Sünnet'e aykırı
düşen örf ve âdete, fâsid örf denir.
Sahîh
Örf:Dine ve akla aykırı olmayan
âdete, sahîh örf denir.
Umûmî
Örf (Örf-İ Âmm):Bu, bütün bölgelerde insanların
üzerinde birleştikleri genel bir örftür.
Husûsî
Örf (Örf -İ Hâs):Husûsî örf, herhangi bir
bölge, ülke veya topluluğa has bir örftür.
Kavli
Örf:Bu, bir topluluğun herhangi
bir kelimeyi veya bir cümleyi alışkanlık halinde devamlı olarak sözlük manasından
başka bir manada kullanmalarıdır.
Ameli
Örf:Bu da herhangi bir
topluluğun bir işi, bir hareketi belli bir şekilde devamlı olarak yapmalarıdır.
Örfün
Hüccet Oluşu:Fakîhler, örf ve âdeti,
hükümlerin dayandığı, istinbât kaynaklarından biri olarak kabul etmişlerdir. Bu
konuda istinad ettikleri delilleri şöyle sıralayabiliriz:
a. Nasslar, b. Arapların Bazı
Örflerinin İslâm'da Devam Ettirilmesi.
Örf
Üzerine Kurulmuş Hükümlerin Değişmesi:Örf ve âdet'e dayanan hükümler, örf ve âdetlerin
değişmesiyle değişebilir. Mecelle'nin "Ezmânın teğayyürü ile ahkâmın
teğayyürü inkâr olunamaz" kaidesi, bu esası ifade etmektedir.
5- SAHÂBÎ KAVLİ:Fakîhler, Sahâbî kavli'nin
hüccet olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Bu konudaki görüşleri şöyle
sıralayabiliriz:
1. Sahâbî kavli mutlak olarak hüccet değildir. Gazâlî, Fahreddin
er-Râzî, İbn Hâcİb, Âmidî, Beyzâvî, Şevkânîgibi bilginler bu görüşü
savunmaktadırlar.
2. Sahâbî Kavli, kıyas ve akıl ile bilinsin
bilinmesin mutlak olarak hüccettir, îmâm Mâlik, Pezdevî, Serahsî, Ebü Bekir
el-Cassâs ve Hanefîlerden bir grub müctehid bu g0rüşü kabul etmektedirler.
3. Sahâbî kavli, kıyas ile bilinmeyen yerde bir hüccettir. Ebû Zeyd
ed-Debûsî, Kerhî ve Hanefîlerden bazı âlimler bu görüştedirler.
6. ŞER'Ü MEN KABLENÂ (GEÇMİŞ ŞERİATLAR)İslâm dini kendisinden önce gelen dinlerde yer alan ibâdet,
ceza ve muamelât ile ilgili hükümlerin bir kısmım neshetmiş, bir kısmını aynen
veya değiştirerek almıştır. Bir kısmını ise alıp almadığım
açıklamamıştır.Fâkihler,son kısımdaki hükümlerin bize nispetle hüccet olup
olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Geçmiş şeriatlar denince bu kısım
kasdedilir.Hanefî, Şafiî ve Mâliki fakîhlerinden bazıları bunların bizim
tarafımızdan uyulup tatbik edilmesi gereken hükümler olduğunu kabul
etmişlerdir.
Zerâyi'in Manası Ve Mahiyeti:Zerâyi' "vesile" anlamına gelen zerîa'ın
çoğuludur.Istılahta zerâyi:Helale ve harama götüren ve
onlara vasıta olan şeylerdir" diye tarif edilir.Kötülüğe giden yollan
kapamak gerekir ki buna seddü'z-zerâyi denir. Hayra giden yolları da açmak
gerekir ki buna da fethu'z-zerâyi denir.Seddü'z-zerâyi'i, Mâlikîler ile
Hanbelîler hüccet olarak kabul ederken, Ha-nefîler ve Şâfiîler bunu bir hüccet
olarak benimsemezler.
El
Hiyel Ve'l-Mehâric
: Fıkıh usûlü ıstılah'ında şöyle tarif edilir:
"amel ve tasarrufları şeklen ve zahiren fıkha uygun düşürmek, memnuu olan
hususları meşru olarak yapabilmek İçin bulunan yollar, çareler, çıkış
noktalandır.
1.Meşru olan
hîle:Keffâret orucu tutan bir şahsın, keffâret orucunu bitirmeden önce Ramazan
ayının gelmesi halinde sefere çıkması gibi.
2.Meşru olmayan
hîle:Bir şahsın zekât vermemek için üzerinde bir sene geçmeden malı
başkasına hibe edip sonradan hibesinden geri dönüp malı geri alması
gibi.Hîle'yi en çok Hanefîler kullanmışlardır. İmâm Şafiî'nin kendisi hiyele karşı çıkmasına rağmen, ondan sonra
gelen Şafiî mezhebi âlimlerinden bazıları bu konuda eserler yazmışlardır.
Hanbelî ve Mâlikîler hileye karşı çıkmışlar ve onu reddetmişlerdir.
Hükmün Tarifi: Fıkıh ilminde hüküm, kaza (kadâ) manasına kullanıldığı gibi
"bir şey üzerine terettüp eden eser ve netice" manasında da
kullanılmaktadır.
Hükmün Çeşitleri: Hükümler, teklîfî hüküm ve vaz'î hüküm olmak üzere iki
kısma ayrılır.
Teklifi
Hükmün Mahiyeti:Teklifi hüküm, mükellefin
fiillerine taalluk eden hitapların birer eseridir. Bu hükümler
bir işin yapılmasını
veya yapılmamasını taleb
etmeyi veya iki şey arasında yapıp yapmamada muhayyer kılmayı
gerektirir.
1. Mükellefin Fiillerinin Eseri
Olan Hükümler. mülkiyetin satım akdinin eseri olması gibi.
2. Mükellefin Fiillerinin Sıfatı
(Vasfı) Olan Hükümler. namaz bir fiildir, bu fiilin sıfatı (vasfı)
farziyettir. Kişinin bu türlü fiillerinin bir maksadı vardır. Bu maksad ya
dünyevîdir,ya da uhrevîdir. Bu
bakımdan bu kısma dahil olan fiillerin hükümlerini İki kısma ayırıyoruz
Dünyevi
Hükümler:Dünyevî maksad ve gaye gözetilerek yapılan fiillerin
hükümleri şunlardır: 1. Sıhhat, 2. Butlan, 3. Fesâd, 4. İn'ikâd, 5. Ademü
İn'ikâd, 6. Nefâz, 7. Ademü Nefâz, 8. Lüzum. 9. Ademü lüzum.
Uhrevî Hükümler: Uhrevî maksad gözetilerek yapılan fiillerin hükümleri
şunlardır: 1. Vücûb, 2. Nedb, 3. Hürmet, 4. Kerahet, 5. îbâhet. Bunlara ahkâm-ı
hamse (beş hüküm) denir. Mükellefin fiilleri, bu hükümler bakımından şu vasıflarla
anılır: 1. Vâcib, 2. Mendûb, 3. Haram, 4. Mekruh, 5. Mubah.
Vâcib'in
Tarifi Ve Farz İle Münasebeti:Vâcib, Cumhur fakîhlere göre farz ile aynı manadadır.
Hanefîler ise vâcib ile farzı aynı manada kabul etmezler. Cumhura göre farz
anlamında olan vâcib, şer'an yapılması kesin olarak isvenen fiil olup onu terk
eden günah işlemiş olur.Hanefîler farzı vâcib ile eş anlamda görmezler, fakat
sözlük bakımından aynı anlama geldiğini kabul ederler. Hanefîler, farz ile
vâcib'in kesin olarak yapılması gerektiğinde Cumhur fukaha ile birleşirler.
Ancak Hanefilere göre farz, kat'î bir delil ile, vâcib de zannî bir delil ile
sabit olmuştur.
Edâ:1. Kâmil Edâ,
2. Kasır Edâ, 3. Kazaya benzer Edâ.
Kaza :1. Misliyle Kaza, 2.
Misl-i Gayr-i Ma'kııl, 3.Edaya Benzer Kaza.
Eda
Edildiği Vakit Yönünden Vacibin Taksimi:
1. Vakte bağlı olmayan vâcib
2. Vakte bağlı olan vâcib.
Vakte Bağlı
Vâcibler, üç kısma ayrılır:
1. Geniş Vakitli Vâcibler, (Müvessâ'), 2. Dar Vakitli Vâcibler (Madîk),
3. Bir Yönüyle Dar, Diğer Yönüyle Geniş Vakitli Vâcibler (zû şibheyn)
Matlûbu
Bakımından Vacibin Taksimi: 1. Muayyen vâcib,
2. Muhayyer vâcib.
Miktarı
Bakımından Vâcib'in Taksimi:1. Miktarı ve sınırı belli vâcib,2. Miktarı ve sınırı belli
olmayan vâcib.
Mükellefi
Belli Olup Olması Bakımından Vacibin Taksimi:1. Aynî vâcib, 2. Kifâî vâcib.
Cumhura
Göre Mendubun Tarifi:Mendûb, Şâri'in kesin olmayarak yapılmasını istediği iştir,
veya failine yaptığı zaman mükâfat verilen, terk edildiği zaman ceza gerekmeyen
şeydir,Mendûb'a nafile, sünnet, tatavvu, müstehab, fazilet, ihsan adları da
verilmiştir.
1. Sünnet-i Müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)'in, devam ettirdiği,
fakat edası farz ve vacib olmadığına işaret buyurduğu sünnetlerdir.
2. Sünnet-İ Gayr-ı müekkede: Bunlar, Peygamber
(s.a.s.)'in kesintili olarak devam ettirdiği sünnetleridir.
3. Peygamber (s.a.s.)'imizin bir kısım işleri daha vardır ki, onlar da
mendûp içerisinde mütalaa olunur. Peygamber (s.a.s.)'in giyimi gibi.
Sünnet:Hanefî Hukukçularının Istılahında:Sünnet, dinde farz ve vâcib
olmaksızın yapılması istenen bir fiil ve harekettir. Buna mesnûn ve sünnet-i
müekkede de denir. Sünnet-i gayr-i müekkede-ye de müstehab ve mendup isimleri
verilir.
Müstehab:Hanefîlerin Istılahında Müstehab:Yapılması tercih edilmekle
birlikte terki hakkında men' bulunmayan ve dinde daima yapılmayan bir fiil ve
harekettir. Buna mendûb, âdâb, tatavvu, sünnet-i gayr-i müekkede de denir.
Haram:Haram Şâri'in yapılmamasını
kesin olarak istediği şeydir. Buna muharrem ve mahzur da denir. Fakîhlerin
cumhuruna göre ister kat'î, isterse zannî delille olsun bir şeyin yapılmaması
muhatabdan istenirse o haram olur. Hanefîler ise haramın sabit olması için
kat'î bir delile dayanmasını şart koşarlar. Haramlığı zannî bir delil ile,
sabit olan bir şeye tahrîmen mekruh adını verirler.
1.Haram
liaynihi (Bizzat kendisinden dolayı haram), 2.Haram
ligayrihi: (Başkası dolayısıyle haram).
Mekruh Tarifi ve
Çeşitleri:Mekruh, fakîhlerin çoğunluğuna göre, Şâri'in yapılmasını kesin
olmayarak istediği şeydir. Hanefîlere göre mekruh, Şâri'in zannî bir delille
yapılmamasını istediği şeydir. Hanefîler mekrûh'u
iki kısma ayırırlar:
1. Tahrîmen mekruh: Bu İmâm Muhammed'e göre
haram hükmündedir.
2.Tenzîhen
mekruh:Erkeklerin ipekli elbise giyinmesi, altın yüzük takması tahrîmen mekruhtur.
Fakîhlerin çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse kınanmaz. Hanefîlere göre
tahrîmen mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan kaçınanlar ise övülür.
Mübâh Tarifi Ve
Mahiyeti: Mubah, mükellefin yapıp yapmamada muhayyer olduğu bir
şeydir ve kendisine helâl, caiz de denir. Yeme, içme ve benzeri gibi. Bunun
yapılmasında sevab ve terkedilmesinde kınama yoktur.
Çeşitleri: 1. Mubah liaynihi, 2.
Mubah ligayrihi.
Azîmet:Fıkıh usûlü ilminde şöyle
tarif edilir: "Meşakkat, zaruret gibi arızi bir özre bağlı olmaksızın
baştan konan aslî hükümlerdir". Bu tarife göre azîmet; farz, vâcib, haram,
mekruh, mendûb, mubah gibi bütün teklifî hükümleri içine alır.
Ruhsat:Ruhsat lügatta kolaylık manasına gelir. Fıkıh usûlü
ilminde, meşakkat, zaruret gibi bir özre bağlı olarak kullara azîmet hükmünü
terketme imkânı veren ve hafifletilmiş olarak sonradan (ikinci defa) konmuş
hükme, ruhsat denir.
VAZ'Î HÜKÜM :vaz'î hüküm, bir şeyi, başka bir şeye sebep, şart, illet,
alâmet, rükün, mâni' kılmayı gerektiren bir hükümdür.
Vaz'î
Hükmün Kısımları:a. Rükün,b.
İllet,c. Sebep,d. Şart,e.
Alâmet,f. Manî.
İllet: Fakîhler, hükmün varlığı, kendisine nisbet ve izafet
edilen, başka bir ifade ile, hükmün dayandığı şeye illet derler.
Sebep: hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren,
ona ulaştıran bir yol ve vasıtadır.
Şart: Şart öyle bir şeydir ki, hükmün varlığı ona dayanır. Onun
bulunmaması, hükmün de bulunmamasını gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün
bulunmasını gerektirmez. Şart ile sebeb ve illet arasındaki fark da işte budur.
Alâmet:Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve
açıklayan şeydir.
Manî:Vaz'î hükümlerden manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin
vücûduna engel ve aykırı şer'î bir iştir.
1. AKIL: Teklifleri anlayacak
derecede akıl ve zekâ bulunması 2.
EHLÎYET: Kendisine yapılan tekliflere ehil olması.
EHLİYET :Istılahta "şahsın ilzam (borçlandırma, borç altına
sokma) ve iltizâm (borçlanma, borç altına girme)'a selâhiyetli olmasıdır"
şeklinde tarif edilmiştir.
1. Vücûp ehliyeti: bir insanın lehine ve
aleyhine ait meşru hakların vâcib (sabit) olmasına selâhiyetli (elverişli)
bulunmasıdır" diye tarif edilir.
2. Edâ ehliyeti :insanın kendisinden şer'an
muteber olabilecek şekilde fiillerin südûruna selâhiyetli bulunmasıdır şeklinde
tarif edilir.
Vücûb Ehliyetinin Çeşitleri: 1. Eksik (nakıs) vücûb ehliyeti,2. Tam (kâmil) vücûb ehliyeti.
Edâ Ehliyetinin Kısımları: 1. Tam (kâmil)
edâ ehliyeti, 2. Eksik (kasır) edâ
ehliyeti.
EHLİYETİ DARALTAN VE ORTADAN KALDIRAN HALLER:
Semavî
Arızalar: (Gayrı İradi Arızalar) Semavî arızalar, insanın
kazanmasıyla, irade ve ihtiyarıyla olmaksızın meydana gelen arızalardır. Bu
arızalar çocukluk (sığar), delilik (cünûn) bunama (ateh), bayılma (iğmâ), uyku
(nevm), unutma (nisyan) aybaşı hali (hayız), lohusalık (nifas), ölüm hastalığı
(marazu'1-mevt), ölüm (mevt), kölelik (rıkk)dır. Bu arızalardan bir kısmı,
mesela ölüm gibi, vucûb ehliyetini, bir kısmı, mesela uyku, bayılma eda
ehliyetini ortadan kaldırır.
Mükteseb
Arızalar: (İRADİ ARIZALAR)
Bunlar, insanın kesb, ihtiyar ve iradesiyle meydana gelen arızalardır.
Bunlar; bilmemek (cehl), sarhoşluk (sekr), şaka (hezl), hata, ikrah, sefahat,
yolculuk (sefer)dir.
TEKLİF VE MÜKELLEF KILMANIN ŞARTLARI:Usûlcüler, kulun takatinin üstünde olan şeylerden sorumlu
tutulmayacağında birleşmişler ve kulun bir fiilden mes'ul tutulabilmesi için
aşağıda sıralayacağımız üç şartın bulunmasının gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
1. Kul fiili ile ilgili teklifi tam manasıyla bilmeli
2. Fiil ile ilgili teklifin AUah'dan südûr
ettiği malum olmalı
3. Kul,
teklif edilen fiili yapacak kudrette olmalı
1. Halis
İbâdetler, 2. Mali yükümlülük (külfet,
meşakkat, meûnet) bulunan ibâdetler, 3. İbâdet manası
bulunan mali yükler (külfetler), 4. Ceza (ukûbât) manası bulunan mali yükler, 5. İbadet manası bulunan cezalar
(ukûbât), 6. Tam cezalar, 7. Eksik cezalar, 8. Zimmette Sabit Olmayan
Haklar.
Kul
Hakları:Kul hakkı, ferde ait olan
bir menfaat ve maslahattır. Mesela, alacak hakkı, mali bir haktır ve kul
hakkıdır.
Allah
Hakkı Ağır Basan Haklar:Kazif haddi gibi. Kul Hakkı Ağır
Basan Haklar:Kısas gibi.
Nasslardan Hüküm Çıkarma:Usûlcülere göre lafız (tabir, ifade, kelime, söz) manaya
nisbetle ve mana ile alakası bakımından dört kısma ayrılır:
1. Lafızların manaya va'zları
(konulmaları, kullanılmaları): Bunlar, hâss, âmm, müşterek ve müevvel
kısımlarına ayrılır.
2. Lafızların vaz' olundukları (kullanıldıkları) manaya açık veya
kapalı bir tarzda delâletleri: Manası açık lafızlar, zahir, nass, müfesser ve
muhkem; manası kapalı lafızlar ise, hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih
kısımlarına ayrılır.
3. Lafızların, vaz olundukları
lügat ve ıstılah manasında veya bir münasebetle başka bir manada açık veya
kapalı bir halde kullanılması. Bunlar; hakikat, mecaz, sarîh ve kinaye
kısımlarına ayrılır.
4. Lafızların ne gibi manalara delâletleri ve hangi maksatlarla
söylenmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle taksimi: Bunlar, dal
bil-ibâre, dâİ bil-işâre, dâl bid-delâle, dâl bil-iktizâ kısımlarına ayrılır.
sözlü delâlet iki kısma ayrılır: Mantûka, Mefhume.
Tearuzun Manası: Istılahta, eşit kuvvette iki şer'i delilden birinin, bir mesele
hakkında bir anda gerektirdiği hükmün, diğer bir delilin aynı mesele hakkında
gerektirdiği hükme aykırı olmasına "tearuz" denmektedir.
Tearuzun
Caiz Ve Vâki Olup Olmadığı:İslâm âlimleri, şer'î deliller arasında tearuzun caiz ve
vâki olup olmadığı konusunda değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Fakîhlerin
bu konudaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz:
a. Şer'î deliller arasında
tearuz caiz ve vâki değildir.
b. Şer'î deliller arasında
tearuz hem caiz, hem de vâkidir.
c. Kat'î deliller arasında tearuz caiz ve vâki değilse de, zannî
deliller arasında caiz ve vâkidir.
1. Mahal birliği, 2. Tarih
birliği, 3. Vakit birliği, 4. Zıd hüküm.
Aralarında
Tearuz Vâkî Olan Deliller: Şevkânî
aralarında tearuz vâki
olan delilleri şöyle sıralamaktadır:
1. Kitâb ile Kitab,2. Kitab ile Sünnet,3. Kitab ile İcmâ,4. Kitab ile Kıyas,5. Sünnet ile Sünnet,
6. Sünnet île İcmâ,7. Sünnet ile Kıyas, İcmâ ile İcmâ,9. İcmâ ile Kıyas,
10. Kıyas ile Kıyas arasında
tearuz vaki olur.
Fukaha mesleğinin tearuzu giderirken uyguladıkları usulleri şöylece
şematize edebiliriz:
a.Nesh, b. Tercih, c. Cem' ve tevfîk, d. Tesâkut (terk).
Mütekellimin mesleğinin tearuzu giderme yollarında sıralama şöyledir:
a. Cem' ve tevfik, b. Tercih, c. Nesh, d. Tesakut.
HADİS USULU
1. Hadîs Usûlü İlmi [İlmu'l-mustalah]:
Hadis Usûlü:kabul ve red yönünden senet ve
metnin durumunu bildiren usûl ve kaideler ilmidir.
a. Konusu: Hadîs Usûlü İlminin
konusu kabul ve red yönünden senet ve metindir.
b. Amacı: Hadîs Usûlü İlminin
amacı, sahih olan hadisi sahih olmayandan ayırt etmektir.
2. Hadîs: Hz. Peygambere izafe edilen söz, fiil, takrir veya vasıf
demektir.
I. BIZE ULAŞMASI AÇISINDAN HABERİN
KISIMLARI
A. MÜTEVÂTİR HABER : yalan üzere birieşmeleri âdeten mümkün olmayan kalabalık bir grup
tarafından rivayet edilen habere müteuâtir haber denir.
3. Hükmü: Mütevâtir haber zarurî ilim ifade eder.
4. Kısımları: Mütevâtir haber lafzı ve mânevî olmak üzere iki kısma
ayrılır.
b. Manevî Mütevâtir: Lafzı değil de, sadece mânâsı mütevâtir olarak gelen habere manevî
mütevâtir denir.
B. ÂHÂD HABER: mütevâtir haber şartlarını taşımayan habere âhâd haber denilir.
2. Hükmü: Âhâd haber nazarî ilim ifade eder.
3. Rivayet Edenlerin Sayısına Göre Âhâd
Haberin Kısımları:
a. Meşhur b. Azîz c. Garîb
1. Meşhur: tevatür derecesine çıkmaksızın -her tabakada- en az üç ve daha
fazla kişinin rivayet ettiği hadise meşhur hadis denir.
f. Meşhur Hadisin Hükmü: ıstılahî mânâda meşhur olan bir hadisin sahîh olması
durumunda,onun azîz ve garîb hadise tercih edilecek bir üstünlüğü
vardır.
2. Azîz: senedinin her tabakasında râvî sayısının ikiden az olmadığı hadis
demektir.
3. Garîb: bir râvinin, rivayetinde tek kaldığı hadis demektir.
d. Kısımları:
a. Mutlak Garîb: [Veya Mutlak Ferd: ] Râvînin rivayetinde tek kalma durumu senedinin aslında (sahabe
tarafında)bulunursa böyle bir hadise mutlak garîb adı verilir.
b. NisbîGarib: [Veya Nisbî Ferd: ] Râvînin rivayetinde tek kalma durumu senedin ara kısmında olursa,
bu hadise nisbî garîb adı verilir.
KUVVET VE ZAYIFLIK AÇISINDAN ÂHÂD HABERİN
KISIMLARI
a. Makbul Haber: Yüksek seviyede
doğruluk vasfına sahip olan bir habercinin verdiği habere makbul haber denir.
Böyle bir haberi hükme mesned olarak kullanmak ve onunla amel etmek vaciptir.
b. Merdûd Haber: Yüksek seviyede
doğruluk vasfına sahip olmayan bir habercinin verdiği habere de merdûd haber
denir. Böyle bir haber hükme mesned olamaz, onunla amel de edilmez.
1. Makbul Haberin Kısımları:
a. Sahîh li-zâtihi: [Bizzat kendiliğinden sahîh] b. Hasen li-zâtihi: [Bizzat
kendiliğinden hasen]
c. Sahîh li-gayrihi: [Başkasından dolayı sahîh] d. Hasen
li-gayrihi: [Başkasından dolayı hasen]
a. Sahih: Adalet ve zabt sahibi râvilerin, kendileri gibi adalet ve zabt
sahibi râvilerden, başından sonuna kadar muttasıl bir senedle, şâz ve illetli
olmaksızın rivayet ettikleri hadise sahîh hadis denir.
ac.Hadisin Sıhhat Şartları: "Senedin muttasıl olması","râvilerin adaletli
olması", "râvilerin zabt sahibi olması", "hadisin illetli
olmaması", "hadisin şâz olmaması".
ac. Sahîh Hadisin Hükmü: Sahîh hadisle amel etmek; hadis, usûl ve fıkıh âlimlerinin icmâi
ile vaciptir; şer'i delillerden biri olup bir müslümanın onunla amel etmeyi
terketmesi caiz değildir.
Buhârî'de geçen muallak hadislerin hükmü:
a. Cezm sigasıyla rivayet edilenler: yani(kale,zekera,hake)gibi lafızlarla.Haberin naklinde bu
lafızlardan birinin zikredilmiş olması, o haberin, kendisine izafe edilenden
gelişinin doğru olduğu hükmünü ifade eder.
b. Cezm sığası ile rivayet edilmeyenler: yani(zükira,kıle,hukiye)gibi lafızlarla. Naklinde bu
lafızlardan birinin kullanıldığı haber, o haberin kendisine izafe edilenden
gelişinin kesin olarak doğru olduğu hükmünü ifade etmez. Bununla beraber, onu
sadece sahih olan hadislerden derlediği için, Buhârî'nin Sahîh 'inde
vâhî [büsbütün zayıf] denecek derecede zayıf bir hadis de yoktur.
b. Hasen:
4. Hasen hadisin tercih edilen tanımı: Hasen;"Zabtı hafif zayıf olan adalet sahibi râvilerin,
senedin başından sonuna kadar kendileri gibi râvilerden, şâz ve illetti
olmaksızın, muttasıl bir senedle rivayet ettikleri hadistir".
bb. Hükmü: Hasen hadis, kuvvet bakımından sahihin bir alt derecesinde yer
almış olmakla beraber hükme delil olma açısından sahih hadis gibidir. Örnek :"Cennetin
kapıları kılıçların gölgesi altındadır..."
c. Sahîh li-Gayrihi: Hasen li-zâtihi, kendisi gibi veya kendisinden daha kuvvetli başka
bir tarikle rivayet edildiğinde, bu hadis sahih li-gayrihi adını alır.
cb. Mertebesi: Sahih li-gayrihi, derece olarak, hasen lizâtihinin üstünde, sahih
li-zâtihinin altınde yer alır.
Hasen li-Gayrihi: Bir hadis temelde zayıf olup rivayet yolları birden fazla olursa,
zayıflığın sebebi de fısku'r-râvi veya kizbu'r-râvî değilse, bu hadis hasen
li-gayrihi adını alır.
db. Mertebesi: Hasen li-gayrihi, hasen li-zâtihinin daha alt derecesinde yer alır.
dc. Hükmü: Hasen li-gayrihi kendisi ile ihticac edilen makbul hadis
çeşitlerinden biridir.
2. Makbul Haberin "Ma'mûlun
bih" ve "Gayr-i ma'mûlun bih"c Taksimi: Makbul haberin bu durumundan iki çeşit hadis ilmi ortaya
çıkmıştır; "Muhkem veMuhtelifu'l-hadis", "en-Nâsih
ve'l-Mensûh " ilimleri.
a.Muhkem ve Muhtelifu'l-Hadis
aa. Muhkem Hadîsin Tanımı: Terim olarak, kendi ayarında herhangi bir hadisle çelişki halinde
bulunmayan makbul hadise, muhkem hadis denir.
ab. Muhtelifu'l-Hadîsin Tanımı: aralarını cem etme imkânı bulunmakla beraber kendisi gibi bir
hadisle çelişki halinde bulunan makbul hadis demektir.
ae. Mütearız İki Sahih Hadisle Karşılaşan
Bir Kimsenin Ne Yapması Gerektiği:
ael. Bu iki hadisin arasını cem etme [bulma] imkânı varsa: Bu durumda cem etme yoluna gitmek gerekir ve her iki hadis ile de
amel etmek vacip olur.
ae2. Bu iki hadisin arasını herhangi bir şekilde cem etme imkânı
yoksa:
a. İkisinden birinin nâsih olduğu bilinirse: Nâsiha öncelik verip onunla amel eder,
mensûhu terk ederiz.
fa. Eğer nâsih olan hadis bilinmezse: Bu durumda, tercih sebeplerinden herhangi
birisi ile hadislerden birini diğerine tercih ederiz. Bu aşamadan sonra tercihe
daha layık olanla amel ederiz.
c Biri diğerine tercih edilemezse: -Ki bu nadirdir- bizi tercihe sevk edecek
herhangi bir tercih sebebi buluncaya kadar amelden tevakkuf ederiz.
b. Nâsih ve Mensûh Hadis
ba. Neshin Tanımı: nesh; Şârî'in daha önceki hükmünü, yine kendisinin yeni bir hükümle
kaldırması demektir.
bc. Nâsihi Mensûhtan Ayırt Edip Tanıma
Yolları:
bel. Resûlüllah'm (s.a.) açıklamasıyla, Sahâbî sözüyle, bc3. Vurûd
[söyleniş veya meydana geliş] tarihlerinin bilinmesiyle, bc4. İcmâ'ın
delaletiyle..
B. MERDÛD HABER
a. Tanımı: Doğruluk vasfı üstün olmayan kimselerin verdiği habere merdûd
haber denir.
b. Merdûd Haberin Kısımları ve Red
Sebepleri:
a. İsnadda herhangi bir
kopukluğun bulunması; b. Râvı'nin ta'n edilmiş olması.
1. Zayıf Hadis: şartlarından herhangi birini kaybetmek suretiyle hasen sıfatını
taşımayan hadis demektir.
e. Zayıf Hadisi Rivayet Etmenin Hükmü: zayıf hadisleri rivayet etmek, zayıf olduğunu beyan etmeksizin
senedlerinde gevşeklik göstermek, şu iki şartla ancak caiz olur:
a. Hadisin Allah'ın sıfatları gibi akâid ile alakalı olmaması
b. Hadisin helâl ve haram ile ilgili şer'î bir hükmün beyânı
hakkında olmaması.
f. Zayıf Hadisle Amel Etmenin Hükmü: Cumhur dediğimiz âlimlerin çoğunluğu amellerin fazileti ile ilgili
konularda zayıf hadisle amel etmeyi müstehap görmüşlerdir. Ancak söz konusu
hadiste, İbn Hacer'in (0.852/1448) ortaya koyduğu şu üç şartın bulunması
gerekir:
a. Hadisteki zayıflık şiddetli olmayacak,
b. Hadis, amel edilmekte olan temel bir esasın hükmü dahilinde
olacak,
c. Amel esnasında hadisin sübûtuna inanmayıp ihtiyaten emel
ettiğine inanacak.
2. İsnadından Herhangi Bir Râvînin
Düşmesi Sebebiyle Merdûd Olan Haber:
b. Senedde Meydana Gelen Kopma Çeşitleri:
ba. Açık kopukluk: Hadis ilmiyle
uğraşan herkes –otorite olsun veya olmasın- bu tür bir kopukluğu bilebilir.
Hadis âlimleri hadisin senedindeki zahirî kopukluklara isim veririerken,
râvînin düşüş yerine ve düşen râvtlerin sayısına göre dört
ıstılahî isim vermişlerdir. Bu isimler şunlardır:
1. Muallak,2. Mursel,3. Mu'dal,4. Munkatıı
bb. Gizli kopukluk: Gizli kopukluğu
ancak hadis tariklerine ve senedlerin illetlerine vakıf olan mütehassıs
otoriteler anlayabilir. Senedlerinde gizli kopukluk bulunan hadislerin iki ismi
vardır:
1. Mudelles,2. Mursel-Hafî
a. Muallak: senedinin başından peş peşe bir veya daha çok râvînin düşürüldüğü
hadise muallak hadis denir.
ad. Hükmü: Muallak hadis reddedilir, onunla amel edilmez.
ae. Sahîhânda Yer Alan Muallak Hadislerin
Hükmü:
ael. Cezm sığası ile zikredilen muallâk hadisler: Kale,zekere, hakâ gibi [etken (malum) lafızlara cezm sîgası
denir]. Bu lafızlar, senedin, haberin izafe edildiği kaynağa ulaştığına dâir
kesin bir hüküm ifade eder.
ae2. Temrîz sîğasi ile zikredilen muallak hadisler: Kîle,zukire, hukiye gibi [edilgen (meçhul) lafızlara temrîz
sığası denir]. Bu lafızlar, haberin, izafe edildiği kaynağa ait olduğuna dâir
kesin bir hüküm ifade etmez. Temrîz sîgası ile nakledilen bir haber sahîh,
hasen veya zayıf olabilir; ancak böyle bir hadis, sadece sahih
hadislerin yer aldığı "sahîh" isimli bir kitapta yer alıyorsa bu tür
eserlerde vâhî derecede zayıf hadis yer almaz.
b. Mursel: isnadının son tarafından tabiîden sonra gelen râvinin düşürüldüğü
hadise denir.
bf. Sahâbî Murseli: Sahâbînin, kendisinden duyduğu başka sahabeyi zikretmeksizin
Peygamberden duymadığı veya müşahade etmediği, ancak doğrudan Resûlüllah'tan
naklettiği söz veya fiile sahabe murseli denir.
bg. Sahabe Murselinin Hükmü: Cumhur dediğimiz âlimler çoğunluğunun görüşüne göre sahabe murseli
sahihtir, delil olarak kullanılabilir.
c. Mu'dal: isnadından peşpeşe iki veya daha çok râvînin düştüğü hadise mu'dal
hadis denir.
cc. Hükmü: Mu'dal, zayıf bir hadis çeşididir. Durumu,isnadında düşen râvî
sayısının fazla olması nedeniyle mursel ve munkatı dan daha
ağırdır.
d. Munkatı': kopukluğu hangi tarafta olursa olsun, isnadı muttasıl olmayan
hadistir.
dc. Hükmü: Munkatı hadis, âlimler nezdinde ittifakla zayıftır.
e. Mudelles: isnâdda yer alan bir ayıbı gizlemek ve zahirini güzel göstermek
demektir.
eb. Tedlîsin Kısımları:
a. İsnad tedlîsinin tanımı: İsnâd tedlisi; bir râvînin, normalde hadis aldığı bir râvîden
duymadığı bir hadisi, duyduğunu zikretmeksizin rivayet etmesidir.
eb2. Tesviye Tedlisi: Râvînin, hocasından rivayet ettiği bir
hadisin isnadında, birbiri ile karşılaşan iki sika râvî arasında yer alan zayıf
bir râvîyi düşürmesine tesviye tedlisi denir. Bu tür bir tedlis, tedlis
çeşitlerinin en kötüsüdür.
eb3. Şuyûh Tedlisi: Râvînin, hocasından işittiği bir hadisi,
hocasının tanınmaması için, onu bilinmeyen bir isim, bir künye, bir nisbe veya
bir sıfatla anarak rivayet etmesine şuyuh tedlîsi denir.
ecl. Isnad Tedlisinin Hükmü: Bu tür bir tedlis gerçekten çok çirkin
bir olaydır.
ec2. Tesviye Tedlisinin Hükmü: Bu ilkinden de kötüdür.
ec3. Şuyûh Tedlîsinin Hükmü: Bunun keraheti, isnâd tedlîsinden daha
hafiftir.
f. Mursel-Hafî: Bir râvinin karşılaştığı veya çağdaşı olduğu bir râvîden
işitmediği bir rivayeti "kale" gibi semâ'a ve başka bir tahammül
[hadisi alma] yoluna ihtimali olan bir lafızla rivayet etmesine irsâl-hafî, rivayet
ettiği hadise de murselhafî denir.
fd. Hükmü: Kopukluk hâli ortaya çıktığında hüküm olarak munkatı hadis hükmüne
tâbi olur.
gb. Mu'an'an ın Tanımı: Bir râvînin, rivayet esnasında "filan falandan [rivayet
etmiştir]" şeklinde bir ifade kullanmasına 'an'ane, bu ifadelerle
rivayet ettiği hadise de mu'an'an hadis denir.
ge. Muennen in Tanınıı: Bir râvînin, rivayet esnasında "haddesena fulânun
ennefulânen kale şeklinde bir ifade kullanmasına en'ene, bu
ifadeleri kullanarak rivayet ettiği hadise de muennen hadis denir.
gf. Muennen Hadisin Hükmü: Alimlerin çoğunluğu "enne"nin "an’ane gibi olduğu
görüşündedirler. Herhangi bir şeyle kayıtlanmaksızın mutlak bir ifade ile
kullanıldığında, 'an'ane bahsinde yukarda zikredilen şartların bulunması
halinde semâ'a hamledilir.
3. Râvînin Ta'n Edilmesi Sebebi ile
Merdûd Olan Haber:
3.2. Râvînin Ta'n Sebepleri: Râvîyi ta'n etme sebepleri ondur. Beşi adalet, beşi de zabt
ile alakalıdır.
a. Adaletle ilgili ta'n noktaları:
1. Râvînin yalancı olması
[Kizbu'r-râvî]2. Yalancılıkla itham edilmesi [İttihâmu'r-râvî bi'l-kizb]
3. Günahkâr olması [Fısku'r-râvî]4.
Bidatçı olması [Bid'atu'r-râvî]5. Râvînin bilinmemesi [Cehâletü'r-râvî]
fa. Zabt ile ilgili ta'n noktalan:
1. Çokça yanılması [Fuhşu'l-ğalat]2.
Hafızasının zayıf olması [Sû'u'l-hıfz]
3. Çok dalgın olması [Gaflet]4. Fazla
şüpheci olması [Kesretü'l-evhâm]
5. Güvenilir râvilere muhalefet etmesi
[Muhalefetü's-sikât]
a. Mevzu: Mevzu hadis, Hz. Peygamber'e nisbet edilmiş, uydurulmuş bir
yalandır.
ab. Derecesi: Zayıf hadislerin en şerlisi ve en kötüsüdür.
ac. Rivayetinin Hükmü: Alimler -uydurma olduğunu
açıklaması haricinde- hangi amaçla olursa olsun, hadisin durumunu bilen hiç
kimseye uydurma bir hadisi rivayet etmenin helâl olmadığı görüşü üzerinde icma
etmişlerdir.
b. Metruk: Senedinde yalancılıkla itham edilmiş bir râvînin bulunduğu hadise metruk
hadis denir.
bd. Metruk Hadisin Derecesi: şer bakımından mevzuu hadisten sonra
gelir.
c. Münker: Münker hadis; senedinde; çok hata yapan
[fuhşu'l-ğalat],aşırı derecede dikkatsiz davranan [kesretu'l-ğaflet] ve fıskı
zahir olan bir râvînin bulunduğu hadistir.
Derecesi: münker hadis, zayıflık derecesinde metruk hadis
seviyesinden sonra gelir.
d. Ma'rûf: Sika bir râvînin zayıf olan bir râviye muhalif olarak rivayet
ettiği hadise ma'rûf hadis denir. Ma'rûf bu mânada münkerin karşıtı
olmaktadır.
e. Mu'allel: görünürde salim [kusursuz] gözükmesine rağmen, kendisinde
sıhhatini yaralayan gizli bir kusurun farkedildiği hadistir.
g. Müdrec: İsnadının akışı değiştirilmiş veya metne ait olmayan bir şeyin,
metinden ayırt edilmeksizin, metnine dahil edilmiş hadise müdrec hadis denir.
Idracın Hükmü: Muhaddis, fukaha ve diğer âlimlerin icmâ'ı ile idrac haramdır.
Ancak garip, anlaşılması zor olan kelimelerin tefsiri için yapılmış açıklamalar
bundan istisna edilmiştir.
h. Maklûb: Bir hadisin sened veya metninde yer alan bir lafzı takdim veya
tehir vb. yoluyla başka bir lafızla değiştirmeye kalb, bu şekilde
rivayet edilen hadise de meklûb hadis denir.
Kısımları: Maklûb hadis iki ana kısma ayrılır: Senedi kalbedilmiş hadis, metni
kalbedilmiş hadis.
Mezîd fî muttasıli'l-esânîd: Görünürde muttasıl[kopuksuz] olan bir senedin ara kısmında bir
râvînin ziyâde edilmesine el-mezîd fî muttasıli'l-esânîd denir.
i. Muztarib: kuvvetçe birbirine eşit farklı şekillerde rivayet edilen hadislere
muztarib hadis denir.
Kısımları:Muztaribu's-sened [sened açısından
muztarib],Muztaribu'l-metn [metin açısmdan muztarib).
j . Musahhaf: Hadiste yer alan bir kelimeyi, lafız veya mâna olarak, sika
râvilerin rivayet ettiklerinden başkası ile değiştirmeye tashîf, böyle rivayet
edilen hadise de musahhaf denir.
Kısımları: Bulunduğu yer itibari ile
musahhaf: 1. İsnadda tashîf [hata],2. Metinde tashîf
[hata]
Meydana geliş itibari ile musahhaf:1. Görme hatası,2. İşitme hatası.
Lafzı veya mânâsı açısından musahhaf:Lafızda tashif [hata],Mânâda tashif [hata]
Şâzın Tanımı: makbul olan bir râvînin kendisinden daha makbul olan bir râvîye
muhalif olarak rivayet ettiği hadise şâz denir.
Sazlığın Bulunduğu Yerler: Şâzlık, metin ve senedde olur.
Cehâletü'r-Râvî: râvînin zâtını veya hâlini bilmemek, tanımamak, [zâtını veya hâli
hakkında bilgi sahibi olmamak] demektir.
Meçhulün Tanımı: Meçhul, zâtı veya sıfatı yani adaleti ve zaptı bilinmeyen kimse
demektir.
Meçhul Çeşitleri:
Meçhûl'ü'l-'Ayn: İsmi bilinen fakat bir tek kişiden başka
râvisi bulunmayan kimseye mechûlü'l-'ayn denir.
Rivayetinin Hükmü:Meçhûlü'l-'ayn vasfına sahip olan bir râvînin, tevsîk edilmedikçe
rivayeti kabul edilmez.
Meçhulü'l-Hâl: (Buna mestur adı da verilir) Kendisinden iki veya daha çok kişinin rivayette bulunduğu halde
tevsîk edilmemiş râviye mechûlü'l-hâl denir.
Rivayetinin Hükmü: Cumhurun benimsediği doğru görüşe göre
meçhûlü'l-hâlin rivayeti reddedilir, kabul edilmez.
Mübhem: Hadiste ismi açıkça belirtilmeyen kimseye
mübhem denir,
Rivayetinin Hükmü: Kendisinden rivayette bulunan râvî, onun
adını açıkça belirtmedikçe yahut isminin açıkça yer aldığı başka bir rivayet
kanalıyla adı bilinmedikçe, mübhem râvînin rivayet ettiği hadis kabul edilmez.
Bid'at: Kemale erdikten
sonra dinde oluşturulan yenilik veya Hz. Peygamber'den sonra imal edilen arzu
ve amellere bid'at denir.
Çeşitleri: Bid'at iki çeşittir.
Küfre Götüren Bid'at: Yani böyle bir bid'aün sahibi bu bid'aü sebebiyle tekfîr edilir
[küfre girer].
Fıska Düşüren Bid'at: Böyle bir bid'aü işleyen kimse, işlediği bu bid'at küfrünü kesinkes
gerektirmediği halde onun fasıklıkla [günahkârlıkla] itham edilmesine sebep
olur.
Bid'atçının Rivayet Ettiği Hadisin Hükmü:
a. İşlediği bid'at küfrü gerektiren bir
bid'at ise; rivayeti reddedilir.
b. İşlediği bid'at fıska düşürücü bir
bid'at ise; cumhurun benimsediği sahih görüşe göre rivayeti ancak iki şartla
kabul edilebilir. Şöyle ki: Bid'atçı:1. Bid'atına davet edici olmayacak,2.
Bid'atına özendirici rivayetlerde bulunmayacak.
Sü'u'l-Hıfz: Rivayetinde isabet ettiklerinin hata ettiklerinden daha fazla
olduğuna ihtimal verilmeyen kimseye seyyiu'l-hıfz denir.
Çeşitleri: Seyyiu'l-hıfz iki şekilde olur:
a. Hafızanın yeterli olmama hâli râvide
ya hayatının başından beri mevcut olur ve bu durum bütün hallerinde devam eder.
b. Ya da; hafızanın yeterli olmama hâli
râvîde sonradan meydana gelir. Bu da ya yaşlılığından veya görme duyusunu
kaybettiğinden veya kitaplarını yaktığından dolayı olur ki bu duruma "el-muhtelat"
adı verilir.
Rivayetinin Hükmü:
a. Hafızasının yeterli olmama hâli
hayatının başından beri mevcut olan bir râvinin rivayet ettiği hadisin hükmü: Bu şahıs sû'u'l-hıfz üzere yetişen
bir kimsedir. Onun için rivayeti reddedilir kabul edilmez.
b. Hafızasının yeterli olmama hâli
sonradan meydana gelen râvînin [muhtelitin] rivayet ettiği hadisin hükmü:
1. Râvinin, ihtilata uğramadan önce
rivayette bulunup da söz konusu edilen rivayeti ihtilattan önce yapıldığı
açıkça belli ise, bu rivayet makbuldür.2. Râvinin ihtilattan sonra yaptığı
rivayetler merduttur, kabul edilmez.
3. Rivayetin ihtilattan önce mi yoksa
sonra mı gerçekleştiği kesin belli değil ise bu durum açıkça ortaya çıkıncaya
kadar böyle bir râvinin rivayetleri hakkında tevakkuf edilir.
MAKBUL İLE MERDÛD ARASINDA MÜŞTEREK OLAN
HABER
KAYNAĞINA GÖRE HABERİN KISIMLARI
Kudsî hadis: Resûlüllah'ın Rabb'ine (azze ve celle)isnâd ederek söyleyip, Hz.
Peygamber'den bize nakledilen hadise Kudsî hadis denir.
Kudsî Hadis ile Kur'an Arasındaki Fark:
1. Kur'ân'ın lafzı ve mânâsı
Allah'tandır. Kudsî hadisin mânası Allah'tan lafzı Peygamber'den dir.
2. Kur'ân'ın tilâvetiyle ibâdet edilir,
kudsî hadisin tilâvetiyle taabbud olunmaz.
3. Kur'ân'ın subûtunda tevatür şart
koşulur; hadis-i kudsînin subûtunda tevatür şartı koşulmaz.
2. Merfû': Hadis terminolojisinde Hz. Peygamber'e izafe edilen söz, fiil,
takrîr veya sıfat a merfû hadis denir.
Çeşitleri:1. Kavlî merfû [sözlü-merfû],2. Fiilî merfû [fiil-merfû],3. Takrîrî
merfû [takrîr-merfû],4. Vasfı merfû [sıfat-merfû].
3. Mevkuf: Sahâbîye izafe edilen söz, fiil veya takrir e mevkûf
hadis denir.
Hükmen murfûnun bazı şekilleri şöyledir:
a. Kitap ehlinden nakiller yapmakla maruf
olmayan bir sahabenin, içtihada elverişli olmayan bir konuda veya dil ile
alakalı bir beyana yahut garip bir şeyin izahına taalluk etmeyen bir hususta
söylediği sözler.
1. Sahabenin geçmiş olaylardan haber vermesi: Yaratılışın başlangıcından bahseden
sahabe sözleri buna örnektir.
2. Sahabenin gelecek olaylardan haber vermeksi: Melâhim [savaş], fitne ve kıyamet gününün
ahvâlinden söz eden sahabe sözleri buna örnektir.
3. Sahabenin bir şeyin yapılmasıyla özel bir sevabın veya özel bir cezanın taalluk
edeceğinden haber vermesi
b. Sahâbînin ictihâd alanına girmeyen bir konuda bir uygulamada
bulunması: Hz. Ali'nin, kıldığı kusûf namazının her
rekatında iki rukûdan daha fazla rukûda bulunması buna örnektir.
c. Herhangi bir sahâbînin, aralarında şöyle şöyle söyledikleri veya
şöyle şöyle yaptıkları veya şunda sakınca görmedikleri şeklinde verdiği
haberler:
1. Eğer sahâbî haberi Peygamber'in (s.a.)
zamanma izafe ediyorsa sahih olan görüşe göre o merfûdur.
2. Eğer sahâbî haberi Peygamber'in (s.a.)
zamanına izafe etmiyorsa cumhura göre o haber mevkuftur.
d. Sahâbînin, Şöyle şöyle emrolunduk,
şöyle şöyle yapmaktan nehyedildik, şöyle yapmak sünnettir" gibi
ifadeleri kullandığı hususlar. Mesela bazı sahâbîlerin "Bilâl ezanı
çifter çifter söylemekle, ikâmeti de teker teker söylemekle emrolundu" gibi
sözleri.
e.Râvînin, bir hadiste sahâbîyi
zekrettiğinde şu dört kelimeden birini kullanması:(yerfeuhu,yenmihi,yeblüğü
bih,rivayeten.)
f. Bir sahâbînin bir âyetin nuzûl sebebi
ile ilgili yaptığı açıklamalar.
Mevkuf Hadisin Delil Olarak Kullanılıp
Kullanılmayacağı: mevkuf
hadisin bazı zayıf hadisleri kuvvetlendirme meselesi, onun hükmen merfû
olmaması durumundadır.Yoksa merfû hükmünde olması halinde o zaten merfû gibi
hüccet kabul edilir.
4. Maktu: tabiî veya tabiîden daha aşağıdakine
izafe edilen söz veya fiile maktu hadis denir.
Maktu Hadisle İhticac Etmenin Hükmü: -Söyleyenine nisbeti kesin de olsa- şer'î hükümlerin hiç birinde
maktu hadisle ihticac edilmiz. Çünkü maktu hadis, müslümanlardan herhangi
birinin sözü veya fiilidir. Fakat
burada, mesela bazı râvîler tabiîyi zikredederken(yerfeuhu) gibi bir ifade kullanır ve bu şekilde
merfûa delalet eden herhangi bir karine bulunursa, o zaman bu maktûa 'hükmen
merfû mursel' olarak kabul edilir.
MAKBUL İLE MERDUD ARASINDA MÜŞTEREK OLAN
DİĞER HABER ÇEŞİTLERİ
1. Müsned: Merfû [kesintisiz] olarak senedi Peygamber'e (s.a.) ulaşan hadise müsned
hadis denir.
2.
Muttasıl: -Merfû olsun mevkuf olsun- senedi muttasıl
[kopuksuz] olan hadise muttasıl hadis denir.
Ziyâdâtü's-Sikât: Sikanın ziyâdesinden maksat, bazı sika râvîlerin rivayet ettikleri
bir hadisi, diğer bazı sikalar da rivayet ederken bunların rivayetinde
gördüğümüz ziyâde lafızlardır.
Ziyâdelerin Bulunduğu Yerler:
1. Ziyâde Metinde Bulunur 2. Ziyâde İsnadda Bulunur.
Metindeki Ziyâdenin Hükmü:
1. Metindeki ziyâdeyi mutlak olarak kabul
edenler vardır.
2. Metindeki ziyâdeyi mutlak olarak
reddedenler vardır.
3. Râvîsi hadisi önceleri ziyâdesiz, daha
sonra ziyâdeli rivayet etmişse; böyle bir râviden gelen ziyâdeyi reddedip
başkalarından gelen ziyâdeyi kabul edenler vardır.
İsnaddaki Ziyâdenin Hükmü:
a. Hüküm ziyâdeyi vasi veya ref edene göredir
(Yani ziyâde vasl [mevsûl olarak gelmiş] veya ref [merfû olarak] edilmişse
kabul edilir). Bu da fâkihlerin ve usûlculerin cumhurunun görüşüdür
b. Hüküm ziyâdeyi irsal veya vakfedene
göredir: (Yani ziyâde irsal [mursel olarak gelmiş] veya vakfedilmişse [mevkuf
olarak gelmişse] reddedilir. bu da hadisçilerin çoğunluğunun görüşüdür.
c. Hüküm çoğunluğa göredir: Yani
çoğunluğun rivayeti esas alınır. Bu da bazı hadis âlimlerinin görüşüdür.
d. Hüküm daha hâfız olanlara göredir:
Yani hafızların rivayeti esas alınır. Bu da yine bazı hadis ehlinin görüşüdür.
4. İ'tibâr - Mütâbi' – Şâhid
1. el-İ'tibâr: Bir râvinin rivayetinde tek kaldığı bir
hadisin, bir başka râvînin ona iştirak edip etmediğini ortaya koymak için,
tarîklerini araştırma işlemine i'tibâr denir.
2. el-Mutâbi' Buna et-tâbî' da denir: Sahâbî râvîleri aynı olmakla beraber, râvîleri araştırılan
ferd hadisin râvîlerine, lafız ve mânada veya sadece mânada ortak olarak
rivayet ettikleri hadise mutâbi' denir.
3. Şâhid: Sahâbî râvîleri farklı olmakla
beraber, râvîleri araştırılan ferd hadisin râvîlerine, lafız ve mânada veya
sadece mânada ortak olarak rivayet ettikleri hadise şâhid denir.
d. Mutâbaat: bir râvînin, bir hadisin rivayetinde başka bir râvîye ortak olması
demektir.
Çeşitleri: Mutâbaat iki çeşittir:
Tam mutâbaat: Râvînin ortaklığı senedin başında
meydana gelmişse, buna tam mutabaat denir.
Noksan mutâbaat: Râvînin ortaklığı senedin ara kısmında
meydana gelmişse, .buna da noksan mutâbaat denir.
2. Râvîlerin Kabul Şartları:
a Adalet: Âlimler bununla râvînin müslüman, âkil, baliğ, fıska düşürücü
sebeplerden uzak ve kişiliği zedeleyen davranışlardan berî olmasını
kastetmişlerdir.
b.Zabt: Bununla da râvînin sika râvîlere muhalefet etmemesi, hafızasının
fazla zayıf olmaması [seyyiu'l-hıfz], fazlaca hata yapmaması [fâhişu'l-ğalat],
çokça dalgın olmaması [muğaffil],yine fazlaca evham sahibi olmamasını
[kesîru'l-evhâm] kastetmişlerdir.
1. Ta'dîl Dereceleri Ve Lafızları:
a. Tevsîkte mübalağa ifade eden lafızlar
ki Bunlar en yüksek derecede güvenirlik ifade eden lafızlar,
b. Güvenilirlik ifade eden şifalardan bir
veya ikisinin birlikte kullanılarak yapılan tekid lafızları,
c. Güvenilidik ifade eden şifalardan
birinin, te'kid edilmeksizin tek olarak kullanılması,
d. Râvînin zabtı hakkında bir bilgi veya
kanaat hissettirmeden ta'dîle delalet eden lafızlar,
e. Tevsike de cerhe de delalet etmeyen
lafızlar,
f. Cerhe yakın bir anlam hissettiren
lafızlar.
2. Ta'dîl Derecelerinin Hükmü:
a. İlk üç derecede yer alan kriterierden
biriyle tavsif edilenler, biri diğerine oranla daha kuvvetli olmakla beraber,
rivayetleri ihticaca elverişli olan kimselerdir.
b. Beşinci derecede olanlar dördüncü
derecede olanlardan daha aşağı seviyede olmakla beraber, dördüncü ve beşinci
derecede yer alan râvîlerin rivayeti ile ihticac edilmez. Fakat hadisi tetkik
etmek için yazılır ve araştınlır
c. Altıncı mertebede yer alanların
rivâyetiyle ihticac edilmez. Bu gibilerin hadisleri, tetkik ve araştırmak için
değil sadece itibar için yazılır.
3. Cerh Mertebeleri ve Cerh Lafızları:
a. Yumuşak cerhe delâlet eden lafızlar:
(Bunlar da cerh ifade eden en hafif lafızlardır)
b. Kendisiyle ihticac edilemiyeceğini
açıkça belirtilen veya buna benzer lafızlar,
c.Hadisini yazmaya bile değmediğini
açıkça belirten lafızlar,
d. Yalancılıkla ithamı ifade eden veya
buna benzer laftzlar,
e. Râvînin yalan uydurduğunu ifade eden
ve buna betzer lafızlar,
f. Yalancılıkta mübalağaya delalet eden
lafızlar. (Bu da cerhlerin en kötüsüdür)
4. Cerh Mertebelerinin Hükmü: a. ikinci mertebe birinci mertebenin daha alt derecesinde yer
almakla beraber, ilk iki derecede yer alanların hadisiyle tabiî olarak ihticac
edilmez. Fakat hadisleri sadece itibar için yazılabilir.
b. Son dört mertebede yer alanlardan hiç
birinin hadisi ile ihticac edilmez, hadisleri yazılmaz ve onlara hiçbir şekilde
itibar edilmez.
B. TAHAMMÜL YOLLARI:Hadis tahammül yolları sekizdir. Şunlardır: 1. Sema': Hocanın
ağzından dinlemek. 2. Kıraat: Talebenin hocaya okuması. 3. İcazet 4. Münâvele
5. Kitabet 6. İ'lâm 7. Vasiyyet 8. Vicâde.
DEĞERLENDİRME
İslami ilimlere baktığımızda hepsinin
temellerinin Allah Rasülü(s.a.v)zamanında atılmış olduğunu müşahade
etmekteyiz.Daha sonraki dönemlerde ise bu ilimler tedvin edilmiştir.İslami
ilimlerin tamamının tedvin edilmesinde; İslam Dinine hizmet etmek,insanların
maslahatlarını gözetmek hakikatinin yatmakta olduğu gerçeği görülmektedir.Söz
gelimi Kur’an’ı Kerim’in cemm edilmesi,istinsah edilmesi,noktalama ve
harekeleme işlemlerinin yapılması hep insanların maslahatlarına matuf olarak
yapılan çalışmalardır.Aynı şekilde Hadislerin cem edilmesi,salim olanlarının
sakim olanlardan ayıklanması işi yine insanların maslahatını gözetmek ve İslam
Dininin sağlam temeller üzerine inşasını mümkün kılmak için yapılmış
çalışmalardır.Yine Fıkıh Usulu ilminin ortaya çıkması da Alimlere sağlam
temeller üzerine fıkhi kurallar koymalarını sağlamak için va’z
edilmiştir.Kısacası İslami ilimler adeta temeli İslam olan farklı tatlarda olan
ve farklı yararlar sağlayan meyveler gibidir.Birbirlerinden bağımsız olarak ele
alınmaları mümkün değildir.Bundan dolayı İslami bir bilim dalında çalışma yapan
bir kimsenin İslami ilimlerin birbirlerini tamamlayan unsurlar olduğunu,bu
ilimlerin tamamını bir bütün olarak ele alması gerktiğini,ancak bütüncül bir
yaklaşımla yararlı ve güvenilir bir çalışma yapabileceğini,aksi takdirde
çalışmasının yararsız ve kuru bir çalışmadan ibaret olacağını çok iyi bilmesi
gerekmektedir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
1- Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü
ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları
2- Prof. Dr. Fahrettin Atar, Fıkıh Usulü,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları
3-Yeni hadis usûlü (Teysîru
Mustalahi'l-Hadîs)Dr.Mahmud Tahhân, çeviri: Cemal Ağırman, rağbet yayınevi
SELAM VE DUALARIMLA..
Bochra refas
17922707
doktora
Giriş
Bu çalışmamda, birbirlerinden müstağni kalamayacak, bilakis birbirlerinden beslenerek neşvu nema bulacak olan tefsir fıkıh ve hadis alanlarının bir bütün o-larak seyretmesi üzerinde duracağım.
Hadisin Kuran üzerinde, Kuran’ın ve hadislerin fıkıh üzerinde ne denli be-lirleyici ve etkili olduğu gerçeğini örneklerle sunmaya ve ilk asırlardan itibaren nasıl vücuda geldikleri, birbirleriyle nerede bütünleşip nerede ayrıldıklarını açıklamaya çalışacağım.
TEFSİR – HADİS - FIKIH İLİŞKİSİ
Tefsir faaliyeti, Kuran’ın nüzulünün ilk zamanlarında peygamberimizin kelime îzahlarından ibaretti. Zira nüzul asrını yaşayan ve ana dilinde inen kitabı anlamakta ciddi bir sıkıntı yaşamayan insanlardan sonra, gerek üzerinden geçen zamanla, gerek devrin değişmesi ve anlamakta sıkıntılar, farklı yorumla-alar zuhur etmesiyle, çok geçmeden tefsire olan ihtiyaç kendini gösterdi.Evvela hadis kitaplarının içinde bir bab olarak yer alan,hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilen tefsir, daha sonraları müstakil bir ilim olarak algılanmaya başlandı.
Rasulullahın sünneti seniyyesi, hadisleri, Kur’an karşısında inkar edilemez mühim iki fonksiyon icra ediyordu. Biri; mecazi manada Şâri olan Rasulullahın, Kuran’da yer almayan hükümleri koyması ( yırtıcı hayvanların etlerinin haram olması, nesep açısından haram olan kişinin süt emzirme yoluyla da haram oluşu gibi ) diğeri ise; açıklanması gereken Kuran naslarını beyan/tefsir etmesidir (beş vakit namazın nasıl kılınacağı, orucu bozan ve bozmayan haller gibi ) .
Kuran’da icmali olarak bahsedilen namaz oruç hac gibi temel ibadetlerin
HATİCE
MERVE ÇALIŞKAN
13922768
DOKTORA
Bilginin
bütünlüğünü görmek üzere Tefsir Usûlü, Hadis Usûlü ve Fıkıh Usûlü kombine
okuyarak, aralarındaki ortak yönleri, aynı, yahut benzer olaylara farklı bakış
açılarını, birbirlerine yaptıkları atıfları tespit etmeye çalışarak bir ödev
hazırladık.
“İnsan gücü ve Arap dilinin verdiği
imkân nisbetinde Allah’ın muradına delalet etmesi bakımından Kur'an-ı Kerim’in
metninin içerdiği manaları ortaya koymak”[1]
anlamına gelen Tefsir ilminin, Hz Peygamber’den nakledilen söz, fiil ve
takrirler[2] demek
olan Hadis ve Hadis İlminden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. Nihayetinde bir
vahiy mahsulü[3]
olan Kur'an-ı Kerim’in anlaşılmayan yerlerini açıklayan, onun her hükmünü
insanlara tebliğ etmekle yükümlü olan[4],
sünnetine itaatin emredildiği[5] kişi
Hz Muhammed(sas)’dir. Öte taraftan Kur'an-ı Kerim ve Sünnetten elde edilen
bilgilerin adı demek olup, iman, ibadet, sosyal nizam ve ahlaka dair pek çok
bilgi dalını kapsayan Fıkıh İlmi[6] de
dolayısıyla Hadis İlmi ve Tefsir İlmi ile ilgilidir. Her üçü de Kur'an-ı
Kerim’i temel alır. Ancak ele alışları farklı farklıdır. Bilginin bir bütün
olduğu göz önünde bulundurulduğunda bu üçünü birbirinden ayrı düşünmek,
birbirleriyle ilişkilendirmemek doğru olmayacaktır. Konuları, alanları her ne
kadar farklı da olsa, birbirlerinden bağımsız değildirler.
TESİR USÛLÜ, HADİS USÛLÜ
VE FIKIH USÛLÜ
Her zaman her devirde, dini, felsefi ve ilmi
eserlerin muhatablar tarafından iyice anlaşılıp, kavranabilmesi için, onların,
kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip, açıklanması gerekir.[7]
Vahiy mahsulü olan Kur'an-ı Kerim’in de muhatapları olan biz insanlar için
anlaşılması gerekiyordu. Bu açıklamayı yapmak tebliğ ile yükümlü olan Hz
Peygamber’e ait bir görevdir. Çünkü o Kur'an-ı Kerim’deki hakikatleri bize en
iyi öğretecek olan, bizzat kendisine kitap gelen şahıstır. O Kur'an-ı Kerim
tefsirinin aslı ve esasıdır.[8]
Hz
Peygamber’in tefsir örneklerini çıkartmak için müracaat edeceğimiz ilk
kaynaklar ise hadis mecmualarıdır.[9]
Kur'an-ı Kerim’de açıkça anlaşılabilen
ayetler olduğu gibi, sarih olarak anlaşılmayan ayetler de bulunmaktadır. Yine
onda yüksek edebi sanatlar mevcuttur. Bunlar, ancak onları iyi bilenler
tarafından izah edilmekle anlaşılır.[10]
İşte bu sebeple tebliğ ve teybinle vazifelendirilmiş olan Hz. Peygamber, islâmiyetin
ilk günlerinden itibaren nazil olan ayetleri ashâbına açıklıyordu.[11]Kur'an-ı
Kerim kendi üzerinde düşünmeyi emreder ve akletmeyenleri,
düşünmeyenleri zammeder. Bu sebeple onu anlayabilmek için tefsir etmeye ihtiyaç
vardır. Allah’ın kelamının en sağlam tefsiri yine Allah’ın kelamıdır. Kur'an-ı
Kerim’deki bazı mücmel ayetler, mübeyyen ayetlerle tefsir ve izah edilmiştir.[12] İşte
burada Tefsir ilmiyle Fıkıh ilminin aynı ayetler üzerindeki farklı bakışlarını
görmekteyiz. Tefsir ilmiyle uğraşanlar bu ayetleri gerek başka ayetlerden
yararlanmak suretiyle, gerekse de Hz Peygamber’in beyanlarıyla
anlamlandırmaktadırlar. Fıkıhçılar ise bunu İslâm hukukunda yer alan konularda
hüküm vermek için anlamaya çalışırlar. Mesela “zekât” kelimesini Araplar
önceleri başka manalarda kullanırlarken, İslamla birlikte bu kerimeye farklı
mana yüklenmiştir.[13] Hadisçilerin
ise olaya bakışı tabi ki Hz. Peygamberin bu ayetler hakkında söyledikleri yönünde
olmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber Kur'an-ı Kerim’i tebliğ etmekle görevlendirilmiş
ve bunu yapmadığı takdirde peygamberliğini yapmamış olacağı söylenmiştir.
Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş, rekât adedi,
şekli ve vakitleri Kur'an-ı Kerim’de belirtilmemiştir. Yine zekât verilmesini
emreden ayetler mutlak gelmiş, zekâtı gerektiren malın asgari haddi, miktarı,
şartları beyan edilmemiştir. Bu durumların beyanı için Hz. Peygamber’e başvurmaktan
başka çare yoktur.[14] Hz.
Peygamber hem indirilenleri tebliğ etmiş, hem de onları açıklamakla
görevlendirilmiştir.
Kur'an-ı
Kerim Arap dili ile nazil olmuş, muhatabları onu kendi kültür seviyeleri
nisbetinde anlamışlardır. Anlayamadıkları kısımları ise Hz. Peygamber’e
sormuşlardır. Tefsir bizlere nüzul
ortamını, o dönemdeki insanların zihin yapılarını ve bu doğrultuda Kur'an-ı
Kerim’e bakışlarını resmederken, Hadis tarihi, Kur'an-ı Kerim’den sonra onun en
önemli tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu, Sünnetin Kur'an-ı
Kerim’in umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini, nâsih ve mensûhunu ve diğer
hususlarını izah etiğini belirtir.[15] 4.asrın
ilk yarısından itibaren hadis ilminin konularını içine yer alan müstakil
kitaplar telif edilmeye başlanmıştır. Bu konulardan birisi de nâsih ve mensûh
hadisler konusudur.[16] Aslında
bakılan olay, kişiler, mekân aynıdır. Hepsi bir bütünsellik arz eder. Ama olayı
ele alışlarda farklılıklara rastlamaktayız.
“Hukuk,
cemiyette düzen kuran, müeyyidesini toplum vicdanının tepkisinde ve bu tepkiye
tercüman olan devletin maddi zorlama kuvvetinde bulan kâideler toplamıdır.” “Fıkıh,
anlamak derinlemesine kavramak, tam bilgi sahibi olmak anlamına gelir.”[17] Aynı
zamanda kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir
meleke halinde bilmesi anlamına da geldiği söylenmiştir.[18]
Kur'an-ı Kerim ve Sünnetten elde edilen bilgilerin adı demek olan fıkıh, iman
ve ibadetten sosyal nizama ve ahlâka kadar birçok bilgi dalını kapsamaktadır. Görüldüğü
gibi Fıkıh da kaynağını önce Kur'an-ı Kerim’den almıştır. Daha sonra Hadisleri
de hüküm vermede kullanmıştır.
İlk
dönemlerde Hz. Peygamber’in Kur'an-ı Kerim’i tefsir ettiğini, muhtelif hadis
mecmualarında, kendisine kadar ulaşan isnatlarla da öğrenmekteyiz. İlk tefsirlerde
teferruat yoktur, onda şeriat ve ahkâmda Allah’ın muradını beyan vardır. Hadis
mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t-Tefsir kısımlarından
anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber, sahabenin anlayamadıkları kısımları
açıklamıştı.[19]
Yine buradan da anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber’in Kur'an-ı Kerim’i tefsir
edişi hem Hadis, hem Tefsir ilminin ilgilendiği önemli bir husus olmaktadır.
Zaman
geçtikçe nakli tefsirin yanında akli tefsir de yer almaya başlamıştır. Artık bir tarafta tedvin hareketi geniş bir
şekilde faaliyet gösterirken, diğer tarafta fıkhi, itikadi ve siyasi fırkalar
teşekkül etmiş, her fırka bir hüküm için lazım olan nassı aramaya koyulmuş,
onlar kendilerini teyid edecek bir delil aramışlardır.[20] Tefsir,
Hadis ve Fıkhın ilminin tarih sahnelerine baktığımızda, sınırların da
genişlemesiyle birlikte farklılaşma ve gelişmelerin olduğunu görmekteyiz.
Mesela Sahabilerin Hz. Peygamber’den sonra hadisleri nakletmedeki rolleri
büyüktür.[21]
Aynı zamanda Hz. Peygamberin stratejilerine de çoğunlukla uymuşlardır.[22] Bu
anlamda Hadis tarihiyle ilişkiliyken, söz konusu rivayetleri ayetleri tefsir
etmek için kullanmaları ise Tefsir ilmini ilgilendirmiştir.
Hadis
toplama ve muhafaza işi Hz. Peygamber döneminde yalnız hafızalara tevdi edilip,
yazıdan istifade edilmediğini daha önce de belirtmiştik. “Bir şeyde ihtilafa
düştüğünüzde onu Allah’a ve Peygamber’e götürün”[23]
ayetine dayanarak Sahabiler, ihtilaf ettikleri hususları Hz. Peygamber’e
sormuşlar ve Hz. Peygamber hayatta olduğu müddetçe de hadisleri, müzakere ve
münakaşa etmişlerdir.[24] “Hz.
Peygamber’den sâdır olan hadislerde zaman zaman ilimden, fıkıhtan bahsedilmesi,
sahabenin dini meselelerde bilgi sahibi olmak, meselelerin inceliklerini
kavramak arzusunu uyandırmıştır. Bazıları muhkem ve müteşâbih ayetleri anlamaya
çalışırken, bazıları sadece Hz. Peygamber’in sözlerini toplamaya çalışmıştır. Hz.
Peygamber hayatta olduğu için hüküm çıkarmayla doğrudan ilgilenmeseler de,
bunun yollarını Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdir. Kur'an-ı Kerim de ilmin
başkalarına öğretilmesini tavsiye ediyordu.”[25] Yine
Sahabiler tefsirde sebeb-i nüzûle vakıftılar.[26] Ayetlerin
izahını peygamberden işiterek ya da ictihadlarıyla yapmışlardır. Dile ve dini
yöne önem vermişlerdir.[27] Görüldüğü
gibi Hadis tarihinin yakından ilgilendiği, Hz. Peygamber ve ashabının
durumları, aslında yapılan Kur'an-ı Kerim’i anlama faaliyeti olduğundan, Tefsir
tarihi içinde de pek çok kere yer almıştır. Bir örnek verecek olursak
sahabilerden İbn Mesud’un Kur'an-ı Kerim tefsirindeki en mühim kaynağı Kur'an-ı
Kerim olmuştur. Ondan sonra Hz Peygamber’in sünnetidir. Bunun yanında içtihadıyla
da hareket etmiştir.[28] Tarih
sahnesinde gördüğümüz İbn Mesud hem tefsir ile ilgilenmiş, bunu yaparken sünneti
kullanmış, hem de hüküm vererek Hukuk tarihinin de içinde ismini zikredilmesini
sağlamıştır.
Vahyin
hukuk nizamını oluşturmasında; bazı olayların ortaya çıkmasının ardından,
Sahabilerin Hz. Peygamber’den çözüm istemeleri, bazen problem çıkmadan hükümler
çıkması, bazen de probleme rağmen vahiy gelmeyince Hz. Peygamber’in içtihada
başvurması etkili oluyordu.[29] Mekke
devrindeki ayetler iman ve ahlakla ilgilidir. İslam Hukukunun da bu alanlarla
ilişkisi dikkate alındığında temelinin teferruat olmadan bu dönemde atıldığı
söylenebilir. Sonraları Kur'an-ı Kerim ve Sünnette açıkça bulunmayan meseleler
ortaya çıktığında istişareye başvurulmuştur. [30]
Yine tarih içerisinde dikkatimizi
çeken bir durum da her bir alana ait ihtilaflar ve onların sebepleri olmuştur.
Sınırların genişlemesi ve islamın yayılmaya başlamasının beraberinde getirdiği
bir takım olgular tabi ki bazı ayrılıkların da oluşmasına neden olmuştur. Müfessirler
arasındaki ihtilaf sebepleri; kıraat ihtilafları, i’rab yönlerindeki ihtilaflar,
kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı, lafzın iki veya daha fazla manada
iştirakı, ıtlak ve takyid ihtimali, umum
ve husus ihtilafı, hakikat ve mecaz ihtimali, kelimenin ziyadeliği ihtimali,
hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali, Hz. Peygamber ve seleften gelen tefsir
rivayetlerinin ihtilafıdır.[31] Sahabe
İhtilafları; Kur'an-ı Kerim ve Sünnete ait nasların bir manaya gelme ihtimali
olduğu gibi bir başka manaya gelme ihtimali de vardı. Yaşadıkları çevreler
farklı olduğundan ihtiyaçları da değişikti. Hadislerin sahabe devrinde tedvin
edilerek, Müslümanların arasında neşredilmemesi ayrılıklara neden olmuştur.[32] İhtilaf
sebepleri, Hz. Peygamber’den uzakta bulunan bazı Sahabilerin bu arada geçen
ayet ve hadislerden haberdar olmamaları, hadisi sağlam bir kaynaktan elde
etmemiş olmak, farklı anlamak ve yorumlamak, yanılmak ve unutmak olmuştur.[33]
Her üç tarih kitabından aktardığımız
ihtilaf sebeplerine bakınca, hepsinin de bu konuyla ilgilendiğini görüyoruz.
Çünkü bu ihtilafların doğurduğu bir takım olgular tefsiri, hadisi ve fıkhı
etkilemiştir.
Sınırların genişlemesinin ardından
karşılaşılan yeni din ve kültürle birlikte başka farklılaşmaların da yaşandığına
tanık oluyoruz. Bunlardan biri de isrâiliyyattır; yani Yahudi, Hıristiyan gibi
kültürlerden İslâmiyet giren rivayetlerdir.[34] İsrâili bilgilerde; hadiselerin tafsilatına girilmez,
sadece ibret alınacak esasa temas edilir. Ama bu Tevrat ve İncillerde detaylıca
anlatılmıştır.[35]
İsrâiliyyat haberleri 3 kısımda mütaala edilebilir; a) sıhhati bilinip, kitaba
muvafık olanlar, makbuldur. b) yalan olduğu bilinip, kitaba muhalif olanlar,
kabul edilemez. c) sıhhatini tam olarak bilmediğimiz bu bakımdan ne kabul ne de
red edilen rivayetler. Tâbiîler ehli kitaptan sahabeye nisbetle daha fazla
aldılar. Bu sebeple tefsirde israili rivayetler çoğalmıştır. Tâbiîlerden sonra
ise daha da artmıştır.[36] Görüldüğü
gibi Kur'an-ı Kerim’e zıt olmayan isrâili haberlerin kullanılmasında bir
sakınca görülmemiştir. Benzer bir olguyu İslâm hukukunda da görmekteyiz. İslâmın
getirdiği genel hükümlere, kâide ve prensiplere aykırı olmamak şartıyla mahalli
örf ve adetlerin benimsenmesi, Roma Hukuku’ndan yararlanılması islâmın
orijinallik vasfına zarar vermez.[37] Yani
ne tefsir, ne İslam hukuku ne de bir başka ilimde, diğer başka ilimlerden
yararlanmanın, kendi kurallarına ters olmadıkça bir zararı görülmemiştir.
Bu alanların birbirleriyle olan
ilişkilerinin bir başka yönünde de Elimizdeki en eski örnek olan Şâfii’nin
er-Risâle ismindeki eserinde, Kur'an-ı Kerim ve onun hükmünü açıklama metodu, nâsih-mensûh,
haber-i vâhid, kıyas, istihsan gibi konuları işlediğini görüyoruz.[38] Tefsirin
konularından biri olan nâsih-mensûh ve hadisin bir yönünü teşkil eden haber-i
vâhidin bir İslâm hukukçusu tarafından ele alındığını görmekteyiz. Yine islâmın
ilk dönemlerimde “fıkıh” kelimesinin, Ebû Hanife’nin akaid alanına dair eserine
verdiği “el-fıkhu’l ekber” adından, tüm ilimler için kullanıldığını fark
ediyoruz. Yani bilgi bütün olarak görülmüş, derin düşünme anlamındaki “fıkıh”
kelimesi farklı ilimlerde de kullanılmıştır.
Hadisçiler, “Mütevâtir hadis gelişi
itibariyle sahihtir. Ancak sahih olduğu kadar zayıf olma ihtimali de bulunan
hadisler ise âhaddır” [39] diye
sınıflamalarla hadisleri sıhhat derecelerine ayırırken, hukukçuların bu olaya
bakışları ise, bu tarz hadislerle amel etmenin hükmü bağlamında olmuş ve bu
bağlamda farklı yorumlarda bulunanlar olmuştur.
İslâm Hukuku Kur'an-ı Kerim ve Sünnete dayanır.
Din, ibadet, ahlak ve hukuk birbirini tamamlamaktadır. Kur'an-ı Kerim ve
Sünnette ifade edilen hukuk kâideleri ve hükümlerin sayısı azdır ve
teferruattan ziyade genel esaslara dayanır. [40] Oysaki
tefsir ilminde her ayetin farklı tezahürlerde üzerinde durulmaktadır. Hukuk bu
bağlamda sadece kâide ifade eden ayetlerle ilgilenmektedir.
İşte verdiğimiz tüm örnekler ve
tarih sahnesinden göstermeye çalıştığımız resimlerle bir kez daha bilginin
bütünselliğini görmüş olduk. Zaten bilgi, karşılaşılan her kültürle, ilerleyen
zamanla ve farklı düşüncelerin katkısıyla eklenerek büyür, zenginleşir.
Dolayısıyla her konudan, her bilimden parçayı içinde barındırır. İslamın
gelmesiyle onu anlama ihtiyacının doğması farklı ilim dallarının oluşmasını
sağlamıştır. Ancak bu yapılırken ne var olan kültür birikimi hiçe sayılmış ne
de zamanla oluşan yeni ilimlere sırt çevrilmiştir. İşte bu tavır gelişme
yönünde önemli katkılar sağlamıştır. Tefsir, Hadis ve Fıkıh usûlü üç ayrı alan
olsa da, birbirlerinden, kültürden ve zamandan etkilenerek büyümüşlerdir. Bunun
gibi bilginin bütünselliği göz ardı edilmeden yapılan her ilim de gelişmeye
açık olacaktır.
[1] Prof. Dr. Muhsin Demirci, “Tefsir Tarihi”, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2008, s.26.
[2] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Usûlü, A.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, ANK. 1993,
s.15.
[3] 53. Necm, 4.
[4] 4. Nisa, 59.
[5] 3. Âl-i İmrân, 31; 4. Nisa, 80.
[6] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, Ensâr
Neşriyât, İst. 2008, s.32.
[7] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ank. b.t.yok, s.210.
[8] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.210, 211.
[9] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s.234.
[10] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.210.
[11] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.212.
[12] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.213.
[13] Prof. Dr. Zekiyüddîn Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları, çev.
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2009, s.
387.
[14] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2011, s.12.
[15] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.231.
[16] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.266.
[17] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.32.
[18] Prof. Dr. Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, İst. 2008, s.2.
[19] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.233.
[20] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.289.
[21] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.69.
[22] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.86.
[23] 4. Nisa, 58.
[24] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.20-21.
[25] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.22.
[26] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.234.
[27] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.235.
[28] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.238.
[29] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.46.
[30] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.45.
[31] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.226-227.
[32] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.99.
[33] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.50-51
[34] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.244.
[35] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.245.
[36] Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.252.
[37] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.43.
[38] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.36.
[39] Prof. Dr. Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.183.
[40] Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.43-44.
Yüce Rabbimizin kulları olarak yaratılmış biz insanlar, Rabbimizi tanımak , bilmek, ona gereği gibi kulluk etmemiz bizlerden istenen ilahi bir emirdir. Bu konuda bizi aydınlatmak için kitap, rehberlik etmek için peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerim’de bir ayette Hz. Allah şöyle buyuruyor ki “O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetleri okuyan , onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapkınlık içinde idiler.”¹[1]
Ahmet Nedim Serinsu hocamız derslerinde bizlere ifade ettiği güzel sözlerinin birinde şöyle söylüyor :”İlim, edep- irfan, hikmet bir kişide olması gereken hasletlerdir”. Bundan şu sonucu çıkarıyorum, yüce kitabımızı anlamak için, tefsir, Hz. Peygamberi ve onun sünnetini anlamak için hadis, bu asli kaynaklardan hüküm istinbatı ve yorumun neticesinde fıkıh ilimleri bir bütün olarak ,merci ve kaynak olarak sevgili peygamberimizde görmekteyiz, onun talim terbiyesinden geçmiş sahabe efendilerimizde görmekteyiz. Bizde hocamızın okumamızı istediği Tefsir, Hadis ve Fıkıh tarihi kitaplarından ilham alarak “oku, düşün, anla, yaşa” prensibiyle[2] bilginin bütünlüğü bağlamında bu üç disiplini değerlendirmeye çalışacağız.
Hz. Peygamber Dönemi.
a-Fıkıh Tarihi (Teşrii Tarihi)
Hz. Peygamber döneminde teşrii kuvvet efendimizin elindeydi. Müslümanlardan hiçbiri ne kendileriyle ilgili ne başkası ile ilgili olarak ortaya çıkan bir mesele hakkında hüküm teşrii kuvvetin sahip değildi. Çünkü Hz. Peygamberin aralarında yaşaması, herhangi bir mesele hakkında ona kolayca başvurabilmeleri, içtihatları ile fetva vermelerine veya hüküm çıkarmalarına ihtiyaç bırakmıyordu. Bir problem çıksa cevaben Hz. Peygamber kendilerine
Kur’an ayetleriyle bazen de vahiy gelmediği zaman kendi içtihatlarıyla hüküm veriyordu. Bu hükümlerde tabi olunması gereken bir teşrii (kanun) oluyordu.
Hz. Peygamber devrinde teşrii‘nin kaynağı ikidir. Birincisi ilahi vahiy, diğeri ise Hz. Peygamberin kendi içtihadı ”içtihadı nebevidir.”[3]
b- Hadis Tarihi
Hadis peygamberin sözleridir. Usül açısından Hz. Peygamberin söz , fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur, sünnetin muradifidir. Hadis uleması hadis lafzını Hz. Peygamberin sözlerine değil sahabe ve tabiundan nakledilen mevkuf ve maktu haberere de ıtlak etmişlerdir. Ayetlerde Kur’an’dan sonra geçen hikmetin zikredilişini ittifakla sünnet olduğuna kail olmuşlardır.
Hz. Peygamberin sözlerini , fiillerini ve takrirlerini yani hadis toplama ve onları muhafaza etme işi peygamberimiz döneminde hafızaya sadırlara tevdi edilmiş, yazıdan istifade edilememiştir. İslam’ın başlangıcında kureyş kabilesinde okuma – yazma bilen 17 kişi kadardı. Şifai bir metnin muhafazası ancak hafıza ile mümkün olmakta idi. Hz. Peygamberin kendisi sahabeyi hadis rivayetlerine teşvik etmesi islamı gelecek nesillere aktarmak niyetindedir. İslamın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini Hz. Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis ve sünnet Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamberde ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. [4]
c- Tefsir Tarihi
Kur’an- ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler. Anlayamadıkları kısımları, bu hususta en selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Derin akaid konularını düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi tekellüften kurtarmıştı. Hz. Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden en mühim amil, islamiyetin kendisinden olan emridir. Bu peygamberlik vazifesinin iktizasıdır. O teybin ve tebliğle mükellefti. Örnek verecek olur isek Haccet’ül Veda hutbesi ile üç defa Müslümanlara tebliğ ettim mi ? diye sormuş, müslümanlar müspet cevap verince Ya rabbi !şahit ol demişti.
Kuran-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Hz Peygamber’in sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kur’an’ın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyedini , nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivayete göre Kuran’ın sünneti olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır. Bir hadiste” Bana kitapla beraber mislide verildi.” Denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya Bin Ebi Kesir , “sünnet Kuran’a kadidir, kitap ise sünete kadi değildir.” demektedir. Bu söz Ahmet Bin Hanbele söylendiğinde bunu söylemeye cesaret edemem fakat sünnet kitabı tefsir ve teybin eder, derim demiştir..
Hz. Peygamber’in Kur’an tefsiri, ahkamı beyan, mekarimi ahlakı şerh ve ona teşviktir. Sahabenin anlayamadıkları kısımları açıklamıştı. Hadis mecmualarında müstakil birer kitap teşkil eden Kitabu’t Tefsir bölümleri mevcuttur. Dolayısı ile Hz. Peygamber’in tefsir örneklerine ilk müracaat edeceğimiz kaynak hadis mecmualarıdır. Bunlarda azdır. Çünkü cerh ve ta’dile tabii tutulmuştur.[5]
Sahabe Dönemi
Sahabe dönemimde teşrii kaynağı Kuran, Sünnet ve Sahabenin içtihadıdır. Herhangi bir hadise zuhur ettiği veya bir ihtilaf vukuu bulduğu zaman, sahabeden fetva ehli olanlar Kur’an’ı Kerim’e bakıyorlardı. Eğer vukuatın hükmüne dalalet eden bir nass bulunursa onunla hükmediyorlar, bulamazlar ise ona delalet edecek nassı sünnette arıyorlardı. Yine bulamazlar ise hükmü tespit etmek için hakkında nass varit olmuş başka bir meseleye kıyasla, yahut teşrii ruhunun ve halkın masalihinin iktiza ettiği şeyle içtihada bulunuyorlardı. Bu deliller dolayısıyla müfti sahabiler, zikrettiğimiz bu üç kaynağı tertip üzere (önce Kuran,sonra sünnete sonra da içtihada) müracaat hususunda ittifak etmişlerdir.
Teşrii Kaynaklarının Tedvini Meselesi
Hz. Peygamber Kuran’ın ayetlerini vahiy katiplerine yazdırıyor onlar bunları hem ezberliyor, hem de ellerindeki ince taşlara, hurma ağacından soyulmuş kabuklara, bazen yapraklara yazmak suretiyle tedvin ediyorlardı. Bunlar peygamberimizin evinde ya da vahiy katiplerinde kalıyordu. Şu da var ki bir mecmua haline gelmemiştir. Hz Ebubekir dönemimde ridde harplerinin zuhuru bir çok sahabi bu harplerde vefat etmeleri, idarecileride bu sahabelerin yanında bulunan Kur’an sahifelerinin zayi olmasından korktukları için Hz Ömer bu endişesini dile getirmiş, Hz Ebubekir’de Zeyd bin Sabiti çağırmış bir komisyon eşliğinde Kuran’ı cem etme işini Zeyd bin Sabite vermiştir.
Sünnet konusunda peygamberimiz Kuran’a karışır korkusunda idi. Onun için hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Buna rağmen bazı sahabelerin sahifeleri vardı. Fakat kitap halinde böyle bir şey mevcut değildir.
Teşriinin üçüncü kaynağına yani müfti sahabilerin içtihadlarına gelince bu devirde bunlardan hiçbir şey tedvin edilmemiştir.
Hadislerin Yazılması
İlk devirde, Hz Peygamber’den işitip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, bir kitap haline gelmemiştir. Okuma yazma düzeyi düşüktü, yazı malzemeleri kıt idi. Bazı sahabelerde kendi gücü nispetinde hadis yazmaya teşebbüs etmişlerdir. Bunların sahifeleri var idi. Hz Peygamber hadis yazmak isteyenlere bir ara müsaade etmemiş daha sonra bu sahabelere ruhsat vermiştir. Bunun sebebi Kuran’la karışma tehlikesidir. İlk yazılı hadisler;
a) Peygamberin diplomatik mektupları
b) Sadakat hadisleri’dir.
Hadis sahifeleri mesela “Abdullah bin Amr’ın Sadıka adlı sahifesidir.”Hadisin ilk kaynağı sahabilerdir. Sahabe denilince İbn Hacer El-Askalani bu konuda şöyle demiştir;
“Sahabi Hz Peygambere mü’min olarak mülaki olan,sahih görüşe göre araya irtidat devri girmiş olsa bile, Müslüman olarak ölen kimseye denir.” Sahabelerden bazılarının hadis sahifeleri mevcut idi. Ama ilk asırda hadisler hususi bir kitapta toplanmayıp, sadece hafızaya itimat edilmesinden aynı zamanda vahyin başlangıcından vefata kadar yirmi üç sene içinde Hz Peygamberin söylediklerine ve yaptıklarına hasretmenin güçlüklerinden dolayı hadis vaz’ettiğini ileri sürülmüş ama efendimiz dönemimde uydurma hadis vaki olmamıştır.
Sahabenin Tefsirdeki Yeri
Hz Peygamberden sonra tefsir sahasında sahabe mühim rol oynamış, sebebi nuzül ile vakıf olan bu insanlar peygamberimizden sonra Kur’an’la yüzyüze kalmışlardı. Sahabe Kuran ayetlerinin izahını ya peygamberden işitmek suretiyle veyahutta içtihatleri ile yapmışlardır. Çok kere sebebi nüzulleri anlatmak suretiyle izah edilmesi lazım gelen ayeti açıklamış oluyorlardı. Sahabe için tefsir kaynağı;
a)Kuran’ı Kerim
b)Hz Peygamber
c)İçtihad ve re’y
d)Diğer kitaplar ve ehli kitaba müracaat
Sahabe tefsiri deyince kendi içtihatlarıyla yapmış oldukları tefsir anlaşılmaktadır. Ya dil ya da dini tefsir yapmışlarıdır. Ayetteki dini bir müşkili halletmek için bazısını tahsis yolunu bazısını tarihsel yolu takip etmiş dini hükümleri remz yoluyla izah etmiştirler.
Sahabe tefsirini şöyle özetleyebiliriz.
1)Sahabe arasında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir,
2)Sahabe Kuran’ı tamamen sırayla tefsir etmemiştir,
3)Aralarındaki ihtilaf tezad ihtilafı değil, nev’i ihtilafıdır,
4)İcmali mana ile iktifa edilmiştir,
5)Ahkam ayetlerinde istimbatlar fazla yapılmamıştır.
Tabiin Dönemi
Tedvin ve Müçtehidler imamlar devri
Bu devir ikinci asır ile başlar ve dördüncü asrın ortalarında son bulur. Bu devir tedvin ve müçtehit imamlar devridir. Müddeti takriben 250 yıldır. Çünkü bu dönem kitabet ve tedvin işinin süratlenmesi sebebiyledir. Sünnet, sahabe ve tabi’in ve tebe’ut tabi’in müftilerinin fetvaları, Kuran tefsirleri, müçtehit imamlar fıkıhı, usulu fıkıh ilmine ait risaleler bu devirde tedvin edilmiştir. Tedvinin bu derece süratlenmesinin sebebide içtihat ve teşrii ricalin bu devirde çoğalması ve hepsine de vuku bulan ve vuku’u muhtemel bulunan hadiseler için kanun vaz’ında ve hüküm istimbatında büyük tesir icra eden teşri’i ruhunun nufuz etmesidir. Altın devir olmuştur.
Hadis tedvininin başlangıcı sahabe devrinden sonra başlamış bunun da ez Zuhrî (50-124) tarafından hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. İlk müdevvin’dir. Yazmış hemde ezberlemiştir.
Hadislerin Tasnifi
Birinci hicri asrının sonu ikinci hicri asrın başı hadis tedvini başlangıcı olarak kabul edilir. Hadis eserlerinin ortaya çıkışı ikinci asrın ilk yarısından sonraki döneme rastlar. Hadisleri gelişi güzel değil de konularına göre tertip ve tasnifi salat, zekat gibi bölümler, bunlara “ Musannef” denir. Hadisleri sahabe ravilerinin isimlerine göre tasnife “müsned” denir. İbn Hacer diyorki : “ Hadislerin tedvin Hz Peygamber, sahabe ve tabi’in ileri gelenleri döneminde yapılmamıştır, daha sonra yapılmıştır.” Müslimin “Sahihinde” sabit olduğu gibi Kuran’ı Kerim’e karışma korkusundan dolayı. Sahabenin tedvinden men edilmesi. İkincisi ise hafızaların vusati ve zihinlerin akıcılığı idi çoğu yazı bilmiyordu fakat tabiun devrinin sonlarında ulemanın muhtelif şehirlere dağılması, havariç, rafaviz ve kader münkirleri gibi bidat ehlinin ortaya çıkması üzerine asarın tedvini ve bablara göre tasnif başladı. İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadis eserlerini başlıca beş grupta toplamak mümkündür;
Siyer ve magazi kitapları, Sünen kitapları, Camiiler, Musannaflar, Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
Tabiiler Devrinde TefsirArap olmayan Müslüman unsurlar, İslamı öğrenme arzusu diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların bu milletleri idare etme sanatıyla yani idarecilikle iştikal edip diğer sahalarda çalışmayı hakir görüyorlardı. Bu sebeple ilim ve özellikle tefsir sahasındaki önemli insanlar Arap olmadıklarını görüyoruz. İbn Haldun’un dediği gibi: “Bilgiler bir sanat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Bunlara da mevali demişlerdir.” Abadile denilen dört zat vefat ettikten sonra fıkıh tamamen ilim merkezlerinde mevalinin elinde idi. Bunlardan istisna diyebileceğimiz Medine ehlinin fakihi Sa’id bin Museyyeb Kureyş’tendir.
Tabiilerin tefsiri, sahabeden semaen nakletmiş sema olmayan hususta da içtihadları ile müracaat etmişlerdi. Re’y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıkları teyit için ,Kurandaki tedebbür ayetlerine ve Hz Peygamberin sözlerine isnat ettiler. Eğer re’y ile tefsir yapılmayacak olsa idi, bugün kü dini ahkamın pek çoğu batıl olması lazım gelirdi. Kuran’ı re’y ile tefsir edenlerin izlediği yol; Kuran’a müracaat ediyorlar eğer bulamazlarsa sünnete veyahut sebebi nüzule şahit olan sahabeye soruyorlardı. Burada bulamazlar ise müfret lafızlarına Peygamberimizin bu lafızları kullanışına, lügat, iştikak, sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka terkiplerin i’rabına siyak, sibak vb. bunların fiili, kavli , takriri sünnete uygunluğuna bakıyorlardı. Fakat bu dönem mufessirler bazı hususlarda pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Kuran da , umum olan ayetlerin gelişi güzel tahsisine tabi’ilerin tevessül ettiği görülür. Yahudi, Hıristiyan ve diğer kültürlerden İslamiyet’e giren rivayetler olmuştur. Bunlara israiliyat diyoruz. Bu menkulat dediğimiz rivayetler sahabeden itibaren ortaya çıkmış daha sonra baştan sona tefsir yazımında aralarındaki boşluklara israiliyat dediğimiz bu rivayetler girmiştir.
İslam yayılmakta, genişlemesi devam etmekte , şehirler çoğalmakta ve gelişmekte, sahabede ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabi’inlere devredilmişti. Bu arada, fitneler zuhur etmeye başlamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış,fetvalar çoğalmış, meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aranmaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkıha ait bilgilerde toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğraşan kişilerin hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri Kuran’ı anlamak için yine Kuran’a, sonra sahabenin Hz Peygamber’den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış olduğu tefsirlere itimat etmişlerdir. Sahabe ile aynı üslup ve usulu paylaşmışlardır. Çeşitli şehir ve beldelere giden sahabe, Hz Peygamberden hıfz ettiklerini yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerde öğretmenlik yapmış, tabi’ini yetiştirmişlerdir. Bu andan itibaren şehirlerde ilim medreseleri teşekkül ettiğini görüyoruz. Tefsir ilminde şöhret kazanan medreseler; Mekke , Medine, Irak’ta bulunmakta idi.
Sonuç
Son olarak sevgili peygamberimiz burada arz ettiğimiz ilimlerin mercii,teşri kaynağı olarak kendisi uygulamıştır. Rahleyi tedrisinden geçen kendi emeği ile yetiştirmiş olduğu altın nesli, sahabe efendilerimiz ondan aldığı ilim,irfan,edep hikmeti yaşamışlar. Kendi talebelerine nakletmişlerdir. Öyle ki sahabiler komple (bütün) insanlardı ki, onlarda aynı zamanda müfessir, muhaddis ve fakih olanlar mevcuttu. Çünkü onların kaynağı Kuran ve sünnet idi, birinci elden bu kaynağa ulaşıyorlardı. Sahabeler vahyin, sebebi nuzulün kahramanları olmuşlardı. İhtiyaçları problemleri konusunda çözüme efendimiz sayesinde ulaşabiliyorlardı. Daha sonra ki aşamalarda ümmetin sayısı arttı başka kültürler, siyasi olaylar, farklı problemler ortaya çıkmaya başladı. Bunun neticesinde tefsir,hadis,fıkıh ilimleri ile ilgili disiplinler oluştu. Bu disiplinlerin usulleri prensipleri tedvin konusu, kitap haline gelmesi bir süreç dahilinde olmuştur.
Hikmet Kıratlı
12912709
Doktora
KAYNAKLAR
Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
Abdulvehhab Hallaf, HULASAT TARİHİ’T TEŞRİ’EL İSLAM
Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİAnkara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
[1] Cuma suresi , 28/2
[2] Ahmet Nedim SERİNSU,ders notu
[3] Abdulvehhab Hallaf, hulasat tarihi’t teşri’el islam ,Türkçeye çeviren Doç. Dr. Talat Koçyiğit İSLAM TEŞRİİ TARİHİ
[4]Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları Koçyiğit Talat , HADİS TARİHİ
[5] Cerrahoğlu İsmail , TEFSİR TARİHİ
Sema YİĞİT
14952706
Birleşik Doktora
FIKIH
USULÜ
Fıkıh Usulü:
Müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren
ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir.
Ahkam-Hükümler:“Ahkam”
kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun
olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir.
Şer’i Hükümler: Ameli
hükümler: Namazın, zekatın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin,
kumarın, ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin
caiz olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah olduğu, borcu
yazmanın, alış verişi şahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu
ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmenin
mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili
hükümlerdir. İtikadi hükümler:
Allah, melekler, kitaplar, nebi ve resuller, kader, ahiret gününde
gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir. Ahlaki
hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete
hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.
Fıkıh Usulünün Konusu: Usûlü'l-fıkhın mevzuu kendisi ile küllî
hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani usûlcü, meselâ kıyası ve
onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri ve delâletini kendisine
konu edinir.
Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma,
kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki
şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah,
haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat,
butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Kur’an’ın Muhteviyatı:
Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler
ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır. İbadetler:
Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç,
hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Keffâretler de
temelde ibadet niteliğindedir. Muâmeleler:
Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular,
akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin
birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.
FARZ
Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, kesme, hisseye
ayırma anlamlarını ifade eder. Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime
değişik anlamlarıyla kullanılmıştır.
Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır: Farz-ı
Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir. Farz-ı Kifâye:
Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir.
VÂCİB
Gerekli ve sabit olan. "Vecebe" fiilinden ism-i fâil.
Bu fiilin mastarları olan "vücûben", "vecben",
"vecbeten", ve "vecibeten", gerekli ve sabit olmak, yere
düşmek, kalb çarpmak, günde bir defa yemek, ölmek ve güneş batmak anlamlarına
gelir.
İslâm hukukunda "vâcib", yükümlünün farzdan aşağıda,
fakat sünnetten daha kuvvetli olarak yerine getirmesi istenilen şer'î hükümdür.
MENDÛB
Mendûb sözlükte, kendisine davet olunan şey anlamına gelir.
Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş demektir. Dinen
yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah
(s.a.s)'ın bazen yapıp, bazen terk ettiği işler.
MÜSTEHAP
Müstehab sözlükte, sevilen, hoşa giden demektir. Fıkıh ilminde
ise; şeriatın yapılmasını hoş gördüğü, tavsiye ettiği ama yapılması zorunlu
olmayan amellerdir. Müstehap, genellikle (devamlı işlenmeyen) gayr-i müekked
sünnetle eş anlamlı olarak da kullanılır.
NAFİLE
‘Nafile’nin aslı ‘nefl’dir ki bu da gerekli olanın (farz olanın)
üzerine yapılan bir fazlalıktır. Aynı kelime, ganimet malı, yani savaştan sonra
ele geçen mal hakkında da kullanılır. Bunun çoğulu ‘enfal’dir. Mecburi
olmaksızın yapılan fazla işe, ‘nafile’ demek daha yaygın bir söyleyiştir.
Nafile, aynı zamanda, bağış, hibe anlamlarına da gelmektedir.
Fıkıh ilminde ‘nafile’; Farz ve vacip dışında, sevap amacıyla
yapılan, Peygamberimizin de kıldığı bilinen namazların tümüne ve diğer
ibadetlere verilen bir isimdir.
HARAM
Sözlükte, yasaklama, mahrum etme anlamlarına gelir. Haram, dince
yapılması yasak olan şeydir. Herhangi bir şeyi yemek, bir fiili yapmak, bir
davranışta bulunmak, bir sözü konuşmak dince yasaklanmış olabilir. Yükümlünün
böyle şeylerden mahrum edilmesi, yani bunların ona yasak edilmesi ‘haram’
kelimesiyle ifade edilmektir.
MEKRÛH
Kerahet kökünden ism-i mef'ul. Kerahet; istememek, hoşlanmamak
ve çirkin görmek demektir. Mekrûh ise; istenmeyen, hoşa gitmeyen, çirkin iş
anlamındadır. Bir fıkıh terimi olarak mekrûh; Allah ve Resulünün,
yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.
MÜBAH
Bu kelimenin aslı ‘ibâha’dır. ‘İbâha’ sözlükte; bir şeyin
yapılması veya terkedilmesi arasındaki hükümdür. ‘Mübah’ ise; şeriatın
mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı,
yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki
hükümdür.
MÜKELLEF
Mükellef kılınmanın iki şartı vardır. Akıllı
olmak. Bir insanın dinin emirlerinden yani kulluktan sorumlu
olabilmesi için akıl sahibi olması şarttır. Büluğ
(ergenlik) yaşına ulaşmış olmak. Ergenlik yaşına ulaşmak,
oğlan çocukların erkek, kız çocukların ise kadın durumuna ulaşma yaşlarıdır.
Maslahatın Türleri:
Maslahatları üçe ayırmak mümkündür.
Zarurîyyat:
Ümmetin bütünü ve birimleriyle elde etmek zorunda olduğu
maslahatlardır. Zarurî maslahatlar beş kısma ayrılır:
a) Dini
muhafaza,
b) Nefsi
muhafaza,
c) Nesli
muhafaza,
d) Aklı
muhafaza,
e) Malı
muhafaza.
Hâciyyât: Zorluk
ve meşakkati ortadan kaldırmak, genişliği temin etmek için insanların muhtaç
oldukları maslahatlardır. İbadetlerdeki kolaylıklar, seferde ruhsat, alış-veriş
imkânı ve şekilleri bu gruba girer.
Tahsiniyyât:
İnsanların hal ve durumlarının yüksek edep ve sağlam ahlâkî
temellerin gerektirdiği şekilde olmasını temin eden maslahatlardır. Güzel
giyinmek, adab-ı muaşerete riayet vb. bu gruptandır.
HADİS
USÛLÜ
Hadis:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da
niteliktir.
Haber: Hadis
anlamındadır. Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e de, başkasına da
isnad edilen rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber hadisten daha
genel ve kapsamlı olur.
Kudsi hadis: Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda
buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.
Kudsî hadis mertebe itibariyle Kur’ân ile nebevî hadis arasında
bir yerdedir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hem lafız, hem mana itibariyle yüce Allah'a
nisbet edilir. Nebevî hadis ise hem lafız, hem mana itibariyle Peygamberimize
nisbet edilir. Kudsî hadis ise mana itibariyle yüce Allah'a nisbet edilir, ama
lafız itibariyle değil.
Bize Naklediliş Yolları İtibariyle Haberin
Kısımları
Mütevatir: Adeten
yalan söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet
ettiği ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir.
Âhâd: Mütevatirlerin
dışında kalanlardır.
Munkatı’ Hadis
Munkatı’ sened: Senedi
muttasıl olmayan demektir.
Tedlîs: Hadisi
gerçekte bulunduğu dereceden daha üstün bir mertebede olduğunu vehmettirecek
bir senedle nakletmektir. Tedlîs iki kısımdır: İsnaddaki tedlîs ve şuyûh
Tedlîsi
Hadisi
ihtisar etmek: Hadisi rivayet edenin ya da nakledenin
hadisten bir şeyler hazfetmesidir. Ancak beş şart ile caizdir:
İstisnâ, gaye, hal, şart ve buna
benzer hadisin anlamını ihlâl etmemesi
Hadisin zikredilmesine sebep teşkil
eden bölüm hazfedilmemelidir.
Hazfedilen bölüm sözlü ya da fiilî
bir ibadetin niteliğini açıklamak için zikredilmemiş olmalıdır.
Hazfedenin lafızların
medlûllerini, anlamı ihlâl eden (bozan) ve etmeyen hazfi bilen birisi olmalıdır
ki, farkına varmaksızın anlamı ihlâl eden bir hazifte bulunmasın.
Ravinin hadisi ihtisar ettiği
yahut eğer tam olarak rivayet ederse ona bir fazlalık kattığı şeklinde hıfzı
kötü birisi zannedilecek şekilde itham altında tutulan birisi olmaması gerekir.
Mana yoluyla hadis rivayeti:
Kendisinden hadis rivayet edilenin kullandığı lafızlardan başka lafızlar
kullanarak hadisi nakletmek demektir. Ancak üç şartla caizdir:
Dil ve kendisinden rivayette
bulunulanın maksadı açısından hadisin anlamını bilmesi.
Ravinin hadisin anlamını
ezberlemiş olmakla birlikte lafzını unutması sebebiyle bunu gerektiren bir
zorunluluğun bulunması.
Lafzın zikir ve benzeri hadislerde
olduğu gibi telaffuzları ile ibadet olunan türden olmaması.
Mevzu (Uydurma) Rivayetler
Mevzu: Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem aleyhine yalan olarak uydurulmuş hadistir.
Hükmü: Böyle bir
rivayeti ancak ondan sakındırmak maksadıyla uydurma olduğu açıklanarak
zikretmek caiz olur. Hadisin uydurma olduğu bir kaç yolla bilinebilir.
Bazıları:
Hadisi uyduranın bunu itiraf
etmesi
Hadisin akla aykırı olması.
Mesela, iki çelişkili hususu birarada sözkonusu etmesi, imkânsız bir şeyin
varlığını dile getirmesi yahut vacip bir şeyin varlığına aykırı ifadeler
taşıması ve benzeri hususlara aykırılığı.
Dinde kesin olarak bilinen
hususlara muhalif olması. Mesela İslam’ın rükünlerinden birisini kaldırması,
faizi ya da benzer bir hükmü helal kılması yahut kıyametin kopacağı zamanı
tayin etmesi.
Cerh ve Ta’dîl
Cerh: Ravinin,
rivayetinin reddedilmesini gereken bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek
yahut kabul edilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek,
rivayetinin reddedilmesini gerektirecek şekilde sözkonusu edilmesidir.
Cerhin kabul edilmesi için beş şart aranır:
Cerh yapanın adaletli olması
gerekir. Fâsıkın cerhi kabul edilmez.
Uyanık birisi tarafından
yapılmalıdır. Gafleti bulunanın cerhi kabul edilmez.
Cerhin sebeplerini bilen birisi
tarafından yapılmalıdır.
Cerhin sebebini açıklamalıdır.
Müphem ifadelerle cerh kabul edilmez.
Adaleti mütevatir, imameti meşhur
kimse hakkında yapılmamalıdır. Nafi, Şu'be, Malik ve Buhârî gibi.
Ta’dîl: Ravinin
rivayetinin kabul edilmesini gerektiren bir sıfata sahip olduğunun, rivayetinin
de reddedilmesini gerektiren bir niteliğinin bulunmadığının belirtilmesi suretiyle
ravinin sözkonusu edilmesidir. Mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma
ayrılır:
Mutlak:
Ravinin herhangi bir kayıt sözkonusu edilmeden adalet ile anılmasıdır. Bu onun
her durumda sika olduğunun belirtilmesi demektir.
Mukayyed:
Ravinin şeyh, taife ya da buna benzer muayyen bir şeye nisbetle âdil olduğunun
belirtilmesidir..
Tadilin kabul edilmesi için dört şart aranır:
Tadil yapanın adaletli olması
gerekir, fâsık bir kimsenin tadili kabul edilmez.
Uyanık olması gerekir. Dış görünüşe
aldanan gafil kimsenin tadili kabul edilmez.
Adalet sebeplerini bilen bir kimse
tarafından yapılmalıdır..
Haberin, Kendisine İzafet Edildiği Kimse
Bakımından Kısımları
Haber kendisine izafet edildiği kimse itibariyle üç kısma
ayrılır: merfû’, mevkûf ve maktû’. Merfû’:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilendir. Mevkûf: Sahabiye izafe edilmekle
birlikte merfû’ hükmü sabit olmayan rivayettir Maktû’:
Tabiîye ve ondan sonra gelenlerden birisine izafe edilendir.
Ashab-ı Kiramdan En Son Vefat Eden Kişileri
Bilmenin Faydaları:
Bu nihai tarihten sonra ölen bir
kimseden sahabi olduğu iddia etse de kabul edilmez.
Bu son tarihten önce temyiz yaşına
erişmeyen kimsenin ashab-ı kiramdan rivayet ettiği hadisler munkatı’dır.
İsnâd: Sened de
denilir. Hadisi bize nakleden hadisin ravileridir. İsnâd, âlî ve nâzil olmak
üzere iki kısımdır: Âlî isnad, Sıhhate daha yakın olandır, nâzil isnâd da bunun
aksidir.
Müselsel: Ravilerin
gerek rivayet eden, gerek rivayet ile ilgili aynı husus üzerinde ittifak etmeleri
demektir. Burada ravilerin tek bir siga üzerinde ittifak ettikleri teselsülen
görülmüştür. O da "haddesenâ: bize anlattı" sözüdür. Mesela, rivayet
an fulanin an fulan lafzı ile müteselsilen gelirse, yine böyledir.
Hadis tahammülü: Hadisi,
kendisinden rivayet ettiği şahıstan alması demektir. Üç şartı vardır:Temyiz:
Hitabı anlamak, ona doğru cevap vermek demektir. Çoğunlukla yedi yaşı
tamamlanınca gerçekleşir.Akıl: Deli ve bunağın hadis alması sahih değildir.Mâni
(tahammüle engel) hususlardan uzak olmak: Aşırı derecede uyuklamak yahut fazla
gürültü ya da çokça meşgul eden bir durum sözkonusu iken hadis tahammülü sahih
olmaz.
Hadis rivayeti (edâsı):
Başkasına ulaştırmak demektir. Hadisi duyduğu gibi nakletmelidir. Hatta edâ
sîgalarında bile böyle yapmalıdır. Bunun için haddesenî yerine, ahbaranî demez
yahut semi’tu veya buna benzer bir ifade kullanmaz. Edanın kabulü için birtakım
şartlar vardır. Bazıları şunlardır:
Akıl: Delinin ve bunağın edası
kabul edilmediği gibi yaşlılığı veya başka bir sebep dolayısıyla temyiz gücünü
kaybetmiş olanın edâsı da kabul edilmez.
Bulûğ: Küçüğün edâsı kabul
edilmez. Güvenilir, murahik (buluğ yaşı oldukça yaklaşmış) kimseden kabul
edileceği söylenmiştir.
Müslüman olmak: Kâfir bir kimse
müslümanken hadis tahammül etmiş (rivayet almış) olsa dahi kâfirin edâsı kabul
edilmez.
Adalet: Fasıkın edası -adaletli
iken hadis tahammül etmiş olsa dahi- kabul edilmez.
Engeli bulunmamak: Buna göre aşırı
uyuklar yahut kafasını meşgul eden bir halde iken edâ kabul edilmez.
TEFSİR
USULÜ
Kur'an-ı Kerim
Sözlükte Kur’ân "kaf, ra ve elif" kökünden; okumak ya
da toplamak anlamında bir mastardır. Şer'î bir terim olarak Kur’ân; yüce
Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Sallallahu aleyhi
vesellem'e indirilmiş bulunan, Fatiha sûresi ile başlayıp, Nâs sûresiyle biten
yüce Allah'ın kelâmıdır.
Kur’ân'ın Nüzûlü
Kur’ân ilk olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e
ramazan ayında, kadir gecesinde nazil oldu. Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem efendimize ilk indirilmeye başladığında ilim ehlince meşhur olan
görüşe göre kırk yaşında idi. Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i Rasûlullah’a
indiren ise şerefli melekler arasından mukarreb meleklerden birisi olan Cebrail
Aleyhisselam'dır:
Nüzûl Sebeplerini Bilmenin Faydaları
Kur’ân-ı Kerim'in yüce Allah tarafından indirilmiş olduğunu
açıklamak.
Yüce Allah'ın Rasûlünü savunmak noktasında ona gösterdiği
itinayı açıklaması.
Yüce Allah'ın sıkıntılarını açmak, kederlerini ortadan kaldırmak
suretiyle kullarına verdiği önemi ortaya koymak.
Âyeti doğru bir şekilde anlamak.
Mekkî ve Medenî (Kur’ân'ın Mekke'de ve
Medine'de İnen Bölümleri)
Kur’ân-ı Kerim 23 senelik bir süre içerisinde Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e kısım kısım indirilmiştir. Bundan dolayı ilim
adamları Kur’ân'ı; Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayırmışlardır:
Mekkî Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'e Medine'ye hicretinden önce inen buyruklara denir.
Medenî ise Rasûlullah’a Medine'ye
hicretinden sonra inen buyruklara denir.
Kur’ân'ın Tertibi
Kur’ân'ın tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş
olduğu şekilde ardı arkasına okunması demektir. Bu tertip üç çeşittir:
Kelimelerin tertibidir. Herbir
kelimenin âyetteki yerinde olması demektir.
Âyetlerin tertibidir. Bu da herbir
âyetin surenin o âyete ait olan yerinde olması demektir.
Sûrelerin tertibidir. Herbir
sûrenin mushaftaki yerini alması demektir.
Kur’ân'ın Yazılması ve Toplanması
Kur’ân'ın yazılış ve toplanmasının üç aşaması vardır:
Birinci
aşama: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dönemindedir. Bu aşamada
yazmaktan çok ezberlemeye dayanmaktadır.
İkinci
aşama: Ebu Bekir Radıyallahu anh döneminde hicretin onikinci yılında
gerçekleşmiştir. Yemame vakasında aralarında Ebu Huzeyfe'nin azadlısı Salim'in
de bulunduğu çok sayıda Kur’ân okuyucusu şehid edilmiştir. Bunun üzerine Ebu
Bekir Radıyallahu anh Kur’ân kaybolmasın diye toplanmasını emretmiştir.
Üçüncü
aşama mü'minlerin emiri Osman b. Affan Radıyallahu anh döneminde
hicretin 25. yılında gerçekleşmiştir. Ashab’ın(ra) ellerinde bulunan
sahifelerin farklılıklarına göre insanların da farklı okuyuşları olmuştur. Bu
sebeple fitnenin başgöstermesinden korkulmuştur. Bunun üzerine Osman
Radıyallahu anh bu sahifelerin tek bir mushaf halinde toplanmasını emretmiştir.
Tefsir: Sözlükte
"fesr" kökünden gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü açmak
demektir. Terim olarak; Kur’ân-ı Kerim'in anlamlarını açıklamak
demektir.
Kur’ân'ın Tercümesi
Sözlükte tercüme hepsi beyan ve açıklama anlamı çerçevesinde
değişik manalar hakkında kullanılır. Terim olarak, bir sözü başka bir dille
ifade etmektir. Kur’ân tercümesi; başka bir dille Kur’ân'ın anlamını ifade
etmek, demektir.
Muhkem ve Müteşabih
Muhkemlik ve müteşabihlik bakımından Kur'ân-ı Kerim üç çeşittir:
Yüce Allah'ın Kur’ân'ın bütünü
için bir nitelik olarak sözkonusu ettiği genel muhkemlik.
Kur’ân-ı Kerim'in tümüne nitelik
olan genel müteşabihliktir.
Kur’ân âyetlerinin bir bölümüne
mahsus muhkemlik ile bir diğer bölümüne mahsus müteşâbihliktir.
DURMUŞ ERDAL ATAK
NO: 14922720
DOKTORA 2014-2015 BAHAR DÖNEMİ İKİNCİ DÖNEM
GİRİŞ
1- TARİFİ
2- LUGAT
3- ISTILAH
4-TARİHÇESİ
5- KONUSU
6- METODU
7- AMACI
8- GAYESİ
9- SONUÇ
Bir sıralama
yaptık. En sonuna bir genel değerlendirme yaparak hepsini özetlemeye çalıştık. Bütün
bu özetlemeyi yedi ayrı kaynaktan yapmaya çalıştık, ‘’kaynakçayı’’ çalışmamızın
en sonuna koyduk.
“Fıkıh” sözlükte: Bir şeyi iyice
akletmek, derinlemesine kavramak demektir. Bu şekildeki sözlük anlamıyla Kur’an
da on dokuz yerde geçmektedir.
Fıkıh; ‘’bir bütün olarak dini yerli
yerince ve doğru biçimde anlamadır.’’
Mecellede ise “Mesa’il-i şeriyye-i
ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde tarif
edilmektedir.
“Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde
anlayış sahibi kılar” (buhari, ilim 10) hadisi şerifinde
قا ل
النبي (صلى الله عليه وسلم) : من يرد الله به خيرا يفقه في الدين
Tevbe suresi(9/122) de “ li
yetefekahu fiddin” ayeti kerimede dini bir bütün olarak anlama ve kavrama
manası kasdedilmiştir. Zaman içinde “din” kelimesi olmadan da bu anlam fıkıh
kelimesiyle fıkıh kelimesiyle ifade edilmeye başlamış ve böylece terim halini
almıştır. “Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i
mecmuasıdır.(Müberred, el Kamils.529) Şer’i dini delillerden hüküm çıkarana
fakih denir ki bugünkü hukukçu karşılığıdır. Fıkıh, kulun hem Allah’la hem insanlarla
münasebetini tanzim eder.”
Fıkıh usulü ise;
Tarifi: müçtehidin şer’i-ameli hükümleri tafsili delillerden
çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usul’ül-fıkıh denir.
A.3-
FIKHIN VE USULUNUN TARİHCESİ
fıkıh en baştan beri, dini anlama ve yorumlama çabası olarak vardı. Peygamberimiz (sav) gelen
vahiyleri tam bir inançla okuyor, açıklıyor, öğretiyor ve özenle uygulamaya
koyuyordu. Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı. Kendisi
bunu tavsiye ediyordu. صلوا كما رايتموني أصلي
‘’beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız siz de öyle kılın.’’(Buhari ezan18).
Namaz vakitlerinin ilk ve son anlarını Hz. Peygambere birbirini takip eden iki
gün içinde bizzat Cebrail (as) uygulamalı olarak öğretmişti.(buhari
bediulhalk-6). Hz.Peygamberin vefatından sonra ise çözüm bekleyen yeni
meselelerle karşılaşılmış, bakış açısı farklılıkları, zaman ve mekan
özellikleri gibi sebeplere, problemlere karşı oluşturulması gereken dini
cevapların farklılaşmasına yol açmıştır.
Usulü fıkıh ilmi; hicri ikinci asrın
sonlarında, yani hz peygamber, sahabe ve tabiin devirlerinden sonra ortaya
çıkmış ilimlerdendir. zira hazret i peygamber devrinde hükümler bizzat
kendisinden öğreniliyordu yani hükümler ya rasulullah a vahyedilen kur'an ile
veya onun kur an'ı, söz, fiil, yahut takrir yoluyla açıklayan sünneti ile sabit
oluyordu. bu durumda birtakım metot ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.
hazreti peygamberin rabbine kavuşmasından sonraki dönemde insanlar arasında
ifta ve kaza-yargı görevini sahabenin büyükleri yürütüyordu. bunlar kur'an ve
sünnetin dili olan arapçayı, ayetlerin nüzul ve hadislerin vürud sebeplerini
çok iyi biliyorlar, islam teşrîi'nin nceliklerine maksat ve hedeflerine tam
manasıyla vakıfların bulunuyorlardı. çünkü bu büyük sahabeler kavrama gücü zeka
ve ahlaki meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde
bir de uzun süre rasulullah ile beraber yaşamış ona arkadaşlık etmiş kişilerdi.
kaynaklardan hüküm çıkarma sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde
ele almaya ihtiyaçları yoktu. dini ve dünyevi herhangi bir olayın hükmünü
tespit ihtiyacını duyduklarında doğrudan doğruya Allah'ın kitabına müracaat
ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükümler bulamazlarsa,
resulullah'ın sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa içtihat
ederler, kur'an ve sünnet'ten benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü
karşılaştıkları benzer olaylarda da uygularlardı. benzer olayda bulamazlarsa İslam
hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde
bulundurarak karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren
çözümü ortaya koyarlar. Tabiin müçtehitleri de aynı yolu takip ettiler. İlk
asır sahabe ve tabiin devri böylece geçtikten sonra daha önce mevcut olmayan
yeni durumlar ortaya çıktı, Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması, bu
durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına
yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi Arapçanın İslam toplumunun tabii dili
haline dönmesi imkânsızlaştı. Müçtehitlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok
sayıda olayın ortaya çıkışı da bu durumlardan biridir.
Müçtehitlerin çoğalması, içtihat ve
hüküm istinbâtında metotların çeşitliliği ve her birinin kendine göre doğru
olan yolu takip etmesi, bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.
İşte bütün bunlar, fakih ve müçtehitlerin içtihat faaliyetinin disipline
edilmesi ve keyfi hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması
için harekete geçirdi ve onları şer'î delillerden hüküm çıkarma da esas
alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye sevk etti. Onlar bu prensip ve kuralların
belirlenmesinde naslarda yer alan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap
dilinin üsluplarını tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra
bu kuralları tedvin ettiler derlediler, yazdılar ve "usulü fıkıh"
adını verdikleri müstakil bir ilmi disiplin haline getirdiler.
Fıkıh usulü, dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu
hükümlerin çıkarıldığı kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve
nihayet bu işi yapacak olan müçtehit üzerinde durur.
A.5- METODU
Usulcü, kitap, sünnet ve diğer
delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, amm, hass, emir, nehiy, mutlak ve
mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere buluna bileceklerine bakar ve
bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar.
Fakih ise, bir olayın hükmünü tespit
etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o olayla alakalı
delile uygular, böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya
koyar.
A.6- AMACI
Şer’i- ameli hükümleri tafsili delillerden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Bu
ilimi öğrenen kimse, Kur’an’ı ve sünneti biliyorsa, bunlardan birinde mevcut
çözüme kıyas yapabilme şekillerini, teşriin genel gayesini kendinde toplamış
ise, nasslar arasında kıyas yapabilir veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun
çözümü bağlamak suretiyle şer’i hükmü tespit edebilir.
Fıkhın en ilgili olduğu ilim, fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun üzerine
kuruludur. Fıkıh usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nispetle mantık ilminin tedvinini
andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce, tedvin olarak ise
ondan sonradır.
Fıkıh usulü üç anlama gelmektedir.
1- Fıkhın temelleri ilke ve esasları:
Fıkhı bir yapıya benzetirsek bu binanın temelleri, burayı taşıyan sütun ve kolonları
mesafesinde olan kısımlarına, fıkıh esasları anlamında fıkıh usulü denir. Buna
göre fıkıh usulü fıkhın bir parçasıdır, ondan ayrı düşünülemez. Zarurat-ı
diniyye denilen, dinin olmazsa olmazlarını oluşturan kısımlarına karşılık
gelir. Namaz, oruç, zekât ve haccın farziyeti, alış verişin helâl, ribânın
haram oluşu gibi…
Fıkıh kelimesi zamanla özel anlam
kazanmış ve bir ilim dalına özel ad olmuştur. Bu suretçe kazandığı ilk özel
anlam’’
Zamanla fıkhın bu anlamı da değişime
uğramış ve insan özelliğinden akıp salt dini hükümlere ait bilgi hâlini
almıştır. Mecellede de “Mesa’il-i şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde
tarif edilmektedir. (Madde 1) Hatta zaman zaman öznesinden bağımsız olarak
“dini hükümler” içinde fıkıh terimi kullanılır olmuştur. “Fıkıh kitabı” tabiri
bu sonuncu anlamda kullanılmaktadır. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur:
“Ahk’am-ı şeriyyeyi ameliyeyi tafsilatlı bir surette delilleriyle bilmektir.”
Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin
delillerden nasıl istinbat edildiği usulü fıkhın konusudur.
Fıkhın asıl konusunu kişinin
iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın fiillerine
ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır. Sözgelimi insanın namaz kılması
için vaktin girmesi zekât vermesi için nisab miktarında bir mala sahip
olması, bir yakınına varis olabilmesi için o kişinin ölmüş olması gibi şart,
sebep ve mani olarak bilinen konularla beraber, Kişinin kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiilin geçerli ya da geçersiz olması sonradan
düzeltilme imkânına sahip olup olmaması gibi sonuçları ile de ilgilenir.
Dini hükümler, usul-i din ve füru-i
din olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i din itikat meselelerini
de kapsar.
Füru-i din meseleleri de dört kısma
ayrılır.
İbadat, muâmelat, ukubat,
münekehât ve müfârakât. Bu taksimin
esası Mecellede 1. Maddede açıklandığına göre …
a) İbâdat, insanın ahirete ait işleri ibadetleridir. Kulun
Allah’la münasebetleridir.
b) Muamelât, insanların arasındaki münasebetleri tanzim eden
hükümlerdir.
c) Münekehât ve Müfarakât(evlenme ve boşanmalar), aile
hayatının tanzimidir.
d) Ukubât(cezalar), emniyet ve asayişi temin için suçluların
cezalandırılmasını içerir.
İnsanların kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiiller Allah ile olan ilişkiler bağlamında olduğunda ibadetler
adını alır.
2- Fıkhın Kaynakları: Bu anlamıyla fıkıh usulü, ‘’herhangi bir
fıkhî hüküm, hangi kaynaklardan alınır? Sorusunun cevabı ile uğraşır. Bu manada
fıkıh usulü fıkhın bir parçası değil ayrı bir varlığı olan bilim dalıdır.
3- Fıkha ulaştıracak yol ve yöntem bilim(metodolojisi) hangi
yöntemlerle sağlıklı sonuçlar elde edileceği, kaynaklardan nasıl
hükümlerin çıkarılacağı konularını ele alır, işler.
B.HADİS USULÜ
B.1- LUGAT
Hadis: Kelimesi
sözlükte “yeni’’ demektir.
B.2- ISTILAH
Terim olarak: hazreti peygambere izafe
edilen söz, fiil, takrir veya vasıflara denilir.
Hadis usulü ise; bir hadis için kabul ve
red yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usul ve kaideler ilmidir.
B.3- HADİS
USULÜNÜN TARİHÇESİ
Sahabiler,
Allah’ın ve O’nun elçisinin emrine uyarak haberlerin nakli ve kabulünde son
derece titiz davranmışlardır. Onların bu titiz davranışlarının neticesinde
haberin kabul veya reddinde isnad ve isnadın değeri gibi hususlar ortaya
çıkmıştır. Sahih’i Müslim’in (ö.261) mukaddime ’sinde İbni Sirin’den (ö.110)
şöyle bir haber nakledilir. ‘’ önceleri kimse isnattan sormuyordu. Hz. Osman’ın
katli ile neticelenen fitne olayı ortaya çıkınca bize, ‘ hadisi aldığınız
kişilerin adlarını söyleyin’, demeye başladılar. Bakıyor, ehl-i sünnet
olanların hadisini alıyor, bid’at ehli olanların hadislerini almıyorlardı.
‘’Senedi
bilinmedikçe haberin kabul edilmeyişi’’ esasına dayalı olarak ’’cerh ve
ta’dil’’, ‘’ravileri değerlendirme’’, ‘’muttasıl veya munkatı’’, senetleri bilme’’,
‘’gizli illetleri bilme’’ gibi ilimler ortaya çıktı. Ancak başlangıçta mecruh
ravilerin sayısı az olduğundan râviler hakkında menfi değerlendirmeler de tabii
olarak az oldu.
Daha sonra
bu sahada âlimler yetiştikçe hadisin zabtı, tahammül ve eda keyfiyeti; nasih ve
mensuhunu bilme, garip kelimelerini açıklama ve daha başka branşlarda
araştırmalar ortaya çıktı. Fakat âlimler bu bilgileri sözlü olarak
kaydediyorlardı.
Bilahare
durum daha da gelişti; söz konusu ilimler yazılarak kayda geçirilmeye başladı. Hicri
İkinci asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları, hicri üçüncü asırda
kısmen yazılmaya başlandı. Fakat bu bilgiler; usül, fıkıh ve hadis ilmi gibi
ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerlerinde yer almaktaydı. Mesela
burada İmam Şafii’nin (ö.204) er-Risale ve el-Umm, Ali B. Medini (ö.234)’nin farklı
konularda yazdığı cüzler, imam Buhari'nin
"el camius sahihi"nin kitabu’l ilim ve kitabu’l ahad
bölümleriyle, İmam Müslim'in (ö.261) "El- cami-üs sahihi" ne yazdığı
mukaddimesi, Tirmizi'nin "es-Süneni’nin’’ sonundaki "kitabul
ilel'i", Ebu Davud'un (ö.275) eserini tanıtmak üzere Mekkelilere yazdığı
mektup üçüncü asırda hadis usulünün temel konularını yazılı hale getiren
çalışmalardır.
B.4- KONUSU
Hadis usulü
ilminin konusu; kabul ve red yönünden sened ve metindir.
Hadis ilmi
hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis
tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis
usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.
B.5- METODU
Hadis ilmi
denilince ele alınması düşünülen diğer bir konu, sadık oldukları tespit edilen
haberlerin, rivayetlerin anlaşılması ve yorumlanması için bir yöntem
geliştirilmesidir. Hadisçiler çalışmalarında bu yönde büyük gayretler sarf
etmişlerdir. Dirayetü'l hadis başlığı altında yazılar, fıkhu'l-hadis olduğu
söylenen çalışmalar, zengin şerh edebiyatımız, bu gayretlerin ürünleriyle
doludur. Ancak müstakil bir yönteme sahip olmamışlardır.
B.6- AMACI
Hadis usulü
ilminin amacı, sahih olan hadisi sahih olmayandan ayırt etmektir.
B.7- SONUÇ,
Netice olarak ilimler olgunlaşıp ıstılahlar
yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerlerinden ayrılalarak müstakil hale
hale gelince 4. Asırda, alimler hadis usulü ilmini müstakil bir disiplin haline
getirip toparlamışlardır.
C- TEFSİR USULÜ
C.1- LUGAT
TEFSİRİN TANIMI
Kur’an,
insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilen ilahi bir metindir. Kur’an’ın
ilahi iradeyi konusu edilen metnin, epistemolojik anlamda ilahi alana ait bir
metin olduğu anlaşılır. İşte bu metnin
anlaşılır hale getirilmesi faaliyeti esasen tesfir demektir.
C1.1-.Tesfir
Kavramı
Tefsir; Tefsir
kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
İki kelimede
anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı)
Sözlükte: bir
şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
C.2- ISTILAH
Tefsir kelimesi,
bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda
Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
Ashab döneminde
tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha
sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
Çünkü onlar
Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi
kavramışlardı.
Tefsir
kelimesinin kavram olarak ifade ettiği anlam üzerinde duralım. Söz gelimi İbn
Manzur ‘’Lisanu’l-arap’’ adlı
Arapça lügatinde tefsiri, ‘’ müşkül olan lafızdan kastedilen manayı
keşfetmektir ‘’ şeklinde tanımlamaktadır.
Zerkani’nin tanımı da şöyledir, ‘’ Allah Teâlâ’nın muradına delaleti bakımından
beşer gücünün yettiği ölçüde Kur’an’ın manasını araştıran bir ilimdir.
Daha başka
tanımlarda yapılmıştır. Ancak sözü daha fazla uzatmadan bütün bu farklı
tanımlardan hareketle tefsiri daha genel
anlamda, ‘’ Arap dili ve belagati ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri
çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve
sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır’’
şeklinde tanımlayabiliriz.
Sahabe devrinde
tefsir denilince daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onlara
göre Allah’ın, Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya O’nun elçisinin
açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı Kur’an tefsir ile tevilin farkına işaret ederek tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi
gerektiğini beyan etmektedir.
Tefsir Usûlü
ise,
Usül; Asl,
kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte: temel,
esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da vardır.
Tefsir usulü
terim olarak; bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında
bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl
kullanılması noktasında bilgiler vermektedir.
C.3- TEFSİR VE
USULUNUN TARİHCESİ
Hicri ikinci
asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimleri, bilindiği gibi ilk
dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh, garibu’l Kur’an vb. Belli branşlarda
kaleme alınıyordu. Bu durum giderek ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını
bir araya toplayan kapsamlı eserlerin yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece
erken dönemden itibaren tefsir usulü niteliğinde eserler meydana getirilmiş
oldu. Ancak bunların önemli kısmı elimizde mevcut olmayıp kaynaklarda ismen
zikredilmektedirler.
Tefsir usulü
kaynakları ile alakalı bazı eserlerin isimleri aşağıdadır.
Bedreddin
ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin
el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn
es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh
ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed
Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih
(1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân,
Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali
es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
C.4- KONUSU
Kur’an’ın
içerdiği yüce manalardır. Çünkü tefsir ilimi, Kur’an’da yer alan nasların
içerdiği anlamları, yüce hakikatleri ve derin nükteleri araştırıp ortaya
çıkaran bir ilimdir.
C.5- METODU
Tefsir usulü;
bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım
temel ilke ve yöntemler ortaya koyarak,
bu ilke ve yöntemlerin nasıl kullanılması noktasında yapılan ilmi çalışmalardır.
C.6- AMACI
Amaç da hiç
kuşkusuz insanlığa hidayet yolunu açık ve net bir şekilde gösterip, onların
dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlamaktadır. Bu, esasen Kur’an’ın da
yegane gayesidir. Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve
Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
C.7- SONUÇ
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin
yapılabilmesi için tefsir usulü ilmine ihtiyaç vardır. Bu ilmin, Kur’an’ın hem
semantik hem de içsel manalarının anlaşılmasında yardımcı bir unsur ve bir
kaynak olduğu görülmektedir.
GENEL DEĞERLENDİRME
Yukarda detaylı olarak izah edilen, usul
ilmi: Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
diye tarif edilmiştir. Buna göre genel olarak usul, herhangi bir ilim dalıyla
alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli
esas ve metotlar demektir.
Fıkıh usulü, hadis usulünden önce tedvin edilmiş,
sebebi; ilk iki asır içerisinde, fakihler ve hadisçiler şeklinde belirgin bir
ayırımın bulunmamasına bağlanabilir. Nitekim bu asırlarda, hadisleri toplama
gayretinde olanların çoğunun, aynı zamanda bunları fıkıh alanında değerlendirme
gayretini ve endişesini taşıdıkları görülmektedir. İlk tedvin edilen hadis mecmualarını,
fıkıh bapları esasına göre düzenlenen "Musannaf'ların oluşturması, bunun
en açık delilidir. Dolayısıyla bu dönemde hadis usulüyle ilgili müstakil
eserlerin yazılmamış olması ve fıkıh usulünün hadis usulünden daha önce
derlenmiş olması, tarihi gelişmelere uygundur. Kaldı ki fıkıh usulü de sonradan
tedvin edilmiş bir ilimdir. İbn Haldun bu konuda şöyle demiştir: "Bilmiş
ol ki bu fen (fıkıh usulü), bu dinde sonradan ihdas edilmiş bir ilimdir.
Selefin buna ihtiyacı yoktu. Lafızların manalarını anlamada, kendilerinde
bulunan lisan melekesinden daha fazlasına muhtaç değildiler. Hüküm çıkarmada
muhtaç oldukları kanunlara gelince, bir kısmı bunların çoğunu kullandılar.
İsnatlara gelince, Peygamber asrına yakın olmaları nakil konusundaki araştırma
ve maharetleri, isnada bakmalarına hacet bırakmadı. Selef inkıraz bulup,
birinci asır sona erince, bütün ilimler bir sanat haline geldi. Fakih ve
müçtehitler, delillerden hüküm istinbâtında bu kanun ve kaidelerin tahsiline
ihtiyaç hissettiler ve bunları yazarak ‘’usulü'l fıkh’’ adını verdiler".
Aynı şekilde tefsir usulü ilmi de,
Hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimlerindendir.
Bilindiği gibi Kur’an ilimleri ilk dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh,
garibu’l Kur’an vb. Belli alanlarda kaleme alınıyordu. Bu durum giderek
ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını bir araya toplayan kapsamlı eserlerin
yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece erken dönemden itibaren tefsir usulü
niteliğinde eserler meydana getirilmiş oldu. Sahabe devrinde tefsir denilince
daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onların yanında,
Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya Allah’ın elçisinin açıklamalarını ifade
etmek üzere kullanılan bir kavram olarak anlaşılıyordu. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı eserinde tefsir ile tevilin farkına işaret ederek, tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi gerektiğini beyan etmektedir.
Netice de, Konuları itibarı ile Kur’an
ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen söz konusu ilimlerin gayesi,
O’nun anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Şurası bir gerçektir ki özellikle ‘’usul
ilmi’’ olarak adlandırılan bu esas ve kaideler, geliştirilmesi ve
genişletilmesi düşünülen her ilmin bir anlamda planı konumundadır. Nasıl
plansız olarak herhangi bir üretimi gerçekleştirmek mümkün değilse, belli kaide
ve esasları önceden tesbit etmeden bir bilgiyi düzene koymak da mümkün
değildir. Bu anlamda fıkhın füru alanına giren meselelerin tesbitinde, fıkıh
usulü ilmine ihtiyaç vardır. Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kimseler
hüküm istinbat ederken meseleleri iyi tahlil edemez, böylece de isabetli
sonuçlara varamazlar. Aynı şey hadis usulü ilmi içinde söz konusudur. Zira usul
ve kaideler olmadan hadislerin sahihini sahih olmayanından ayırt etmek, kısacası
bu alanda söz söylemek pek mümkün değildir.
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usulü “ ilmine
ihtiyaç vardır.
KAYNAKLAR
1-
Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Usûlü.
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2012.
2-
Albayrak, Halis. Tefsir usulü. Şule
yay. İstanbul. 2014.
3-
Albayrak, Halis. Kur’an’ın bütünlüğü
üzerine. Şule yay. İstanbul.2011.
4-
Dıraz, Abdullah. Kur’an’a giriş. Kitabiyat
yay. İstanbul. 2006.
5-
Tahhan, Mahmud. Ter. Cemal ağırman.Yeni
hadis usulü. Rağbet yay. 2010.
6-
Şa’ban, Zekiyyüddin. Ter. Dönmez ,
İbrahim Kafi. Türkiye diyanet vakfı yay. Ankara.1990
7-
Demirci, Muhsin. Tefsir usulü. M.ü.
ilahiyat vakfı yay. İstanbul. 2015
DURMUŞ ERDAL ATAK
NO: 14922720
DOKTORA 2014-2015 BAHAR DÖNEMİ İKİNCİ DÖNEM
GİRİŞ
1- TARİFİ
2- LUGAT
3- ISTILAH
4-TARİHÇESİ
5- KONUSU
6- METODU
7- AMACI
8- GAYESİ
9- SONUÇ
Bir sıralama
yaptık. En sonuna bir genel değerlendirme yaparak hepsini özetlemeye çalıştık. Bütün
bu özetlemeyi yedi ayrı kaynaktan yapmaya çalıştık, ‘’kaynakçayı’’ çalışmamızın
en sonuna koyduk.
“Fıkıh” sözlükte: Bir şeyi iyice
akletmek, derinlemesine kavramak demektir. Bu şekildeki sözlük anlamıyla Kur’an
da on dokuz yerde geçmektedir.
Fıkıh; ‘’bir bütün olarak dini yerli
yerince ve doğru biçimde anlamadır.’’
Mecellede ise “Mesa’il-i şeriyye-i
ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde tarif
edilmektedir.
“Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde
anlayış sahibi kılar” (buhari, ilim 10) hadisi şerifinde
قا ل
النبي (صلى الله عليه وسلم) : من يرد الله به خيرا يفقه في الدين
Tevbe suresi(9/122) de “ li
yetefekahu fiddin” ayeti kerimede dini bir bütün olarak anlama ve kavrama
manası kasdedilmiştir. Zaman içinde “din” kelimesi olmadan da bu anlam fıkıh
kelimesiyle fıkıh kelimesiyle ifade edilmeye başlamış ve böylece terim halini
almıştır. “Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i
mecmuasıdır.(Müberred, el Kamils.529) Şer’i dini delillerden hüküm çıkarana
fakih denir ki bugünkü hukukçu karşılığıdır. Fıkıh, kulun hem Allah’la hem insanlarla
münasebetini tanzim eder.”
Fıkıh usulü ise;
Tarifi: müçtehidin şer’i-ameli hükümleri tafsili delillerden
çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usul’ül-fıkıh denir.
A.3-
FIKHIN VE USULUNUN TARİHCESİ
fıkıh en baştan beri, dini anlama ve yorumlama çabası olarak vardı. Peygamberimiz (sav) gelen
vahiyleri tam bir inançla okuyor, açıklıyor, öğretiyor ve özenle uygulamaya
koyuyordu. Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı. Kendisi
bunu tavsiye ediyordu. صلوا كما رايتموني أصلي
‘’beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız siz de öyle kılın.’’(Buhari ezan18).
Namaz vakitlerinin ilk ve son anlarını Hz. Peygambere birbirini takip eden iki
gün içinde bizzat Cebrail (as) uygulamalı olarak öğretmişti.(buhari
bediulhalk-6). Hz.Peygamberin vefatından sonra ise çözüm bekleyen yeni
meselelerle karşılaşılmış, bakış açısı farklılıkları, zaman ve mekan
özellikleri gibi sebeplere, problemlere karşı oluşturulması gereken dini
cevapların farklılaşmasına yol açmıştır.
Usulü fıkıh ilmi; hicri ikinci asrın
sonlarında, yani hz peygamber, sahabe ve tabiin devirlerinden sonra ortaya
çıkmış ilimlerdendir. zira hazret i peygamber devrinde hükümler bizzat
kendisinden öğreniliyordu yani hükümler ya rasulullah a vahyedilen kur'an ile
veya onun kur an'ı, söz, fiil, yahut takrir yoluyla açıklayan sünneti ile sabit
oluyordu. bu durumda birtakım metot ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.
hazreti peygamberin rabbine kavuşmasından sonraki dönemde insanlar arasında
ifta ve kaza-yargı görevini sahabenin büyükleri yürütüyordu. bunlar kur'an ve
sünnetin dili olan arapçayı, ayetlerin nüzul ve hadislerin vürud sebeplerini
çok iyi biliyorlar, islam teşrîi'nin nceliklerine maksat ve hedeflerine tam
manasıyla vakıfların bulunuyorlardı. çünkü bu büyük sahabeler kavrama gücü zeka
ve ahlaki meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde
bir de uzun süre rasulullah ile beraber yaşamış ona arkadaşlık etmiş kişilerdi.
kaynaklardan hüküm çıkarma sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde
ele almaya ihtiyaçları yoktu. dini ve dünyevi herhangi bir olayın hükmünü
tespit ihtiyacını duyduklarında doğrudan doğruya Allah'ın kitabına müracaat
ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükümler bulamazlarsa,
resulullah'ın sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa içtihat
ederler, kur'an ve sünnet'ten benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü
karşılaştıkları benzer olaylarda da uygularlardı. benzer olayda bulamazlarsa İslam
hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde
bulundurarak karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren
çözümü ortaya koyarlar. Tabiin müçtehitleri de aynı yolu takip ettiler. İlk
asır sahabe ve tabiin devri böylece geçtikten sonra daha önce mevcut olmayan
yeni durumlar ortaya çıktı, Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması, bu
durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına
yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi Arapçanın İslam toplumunun tabii dili
haline dönmesi imkânsızlaştı. Müçtehitlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok
sayıda olayın ortaya çıkışı da bu durumlardan biridir.
Müçtehitlerin çoğalması, içtihat ve
hüküm istinbâtında metotların çeşitliliği ve her birinin kendine göre doğru
olan yolu takip etmesi, bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.
İşte bütün bunlar, fakih ve müçtehitlerin içtihat faaliyetinin disipline
edilmesi ve keyfi hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması
için harekete geçirdi ve onları şer'î delillerden hüküm çıkarma da esas
alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye sevk etti. Onlar bu prensip ve kuralların
belirlenmesinde naslarda yer alan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap
dilinin üsluplarını tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra
bu kuralları tedvin ettiler derlediler, yazdılar ve "usulü fıkıh"
adını verdikleri müstakil bir ilmi disiplin haline getirdiler.
Fıkıh usulü, dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu
hükümlerin çıkarıldığı kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve
nihayet bu işi yapacak olan müçtehit üzerinde durur.
A.5- METODU
Usulcü, kitap, sünnet ve diğer
delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, amm, hass, emir, nehiy, mutlak ve
mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere buluna bileceklerine bakar ve
bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar.
Fakih ise, bir olayın hükmünü tespit
etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o olayla alakalı
delile uygular, böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya
koyar.
A.6- AMACI
Şer’i- ameli hükümleri tafsili delillerden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Bu
ilimi öğrenen kimse, Kur’an’ı ve sünneti biliyorsa, bunlardan birinde mevcut
çözüme kıyas yapabilme şekillerini, teşriin genel gayesini kendinde toplamış
ise, nasslar arasında kıyas yapabilir veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun
çözümü bağlamak suretiyle şer’i hükmü tespit edebilir.
Fıkhın en ilgili olduğu ilim, fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun üzerine
kuruludur. Fıkıh usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nispetle mantık ilminin tedvinini
andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce, tedvin olarak ise
ondan sonradır.
Fıkıh usulü üç anlama gelmektedir.
1- Fıkhın temelleri ilke ve esasları:
Fıkhı bir yapıya benzetirsek bu binanın temelleri, burayı taşıyan sütun ve kolonları
mesafesinde olan kısımlarına, fıkıh esasları anlamında fıkıh usulü denir. Buna
göre fıkıh usulü fıkhın bir parçasıdır, ondan ayrı düşünülemez. Zarurat-ı
diniyye denilen, dinin olmazsa olmazlarını oluşturan kısımlarına karşılık
gelir. Namaz, oruç, zekât ve haccın farziyeti, alış verişin helâl, ribânın
haram oluşu gibi…
Fıkıh kelimesi zamanla özel anlam
kazanmış ve bir ilim dalına özel ad olmuştur. Bu suretçe kazandığı ilk özel
anlam’’
Zamanla fıkhın bu anlamı da değişime
uğramış ve insan özelliğinden akıp salt dini hükümlere ait bilgi hâlini
almıştır. Mecellede de “Mesa’il-i şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde
tarif edilmektedir. (Madde 1) Hatta zaman zaman öznesinden bağımsız olarak
“dini hükümler” içinde fıkıh terimi kullanılır olmuştur. “Fıkıh kitabı” tabiri
bu sonuncu anlamda kullanılmaktadır. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur:
“Ahk’am-ı şeriyyeyi ameliyeyi tafsilatlı bir surette delilleriyle bilmektir.”
Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin
delillerden nasıl istinbat edildiği usulü fıkhın konusudur.
Fıkhın asıl konusunu kişinin
iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın fiillerine
ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır. Sözgelimi insanın namaz kılması
için vaktin girmesi zekât vermesi için nisab miktarında bir mala sahip
olması, bir yakınına varis olabilmesi için o kişinin ölmüş olması gibi şart,
sebep ve mani olarak bilinen konularla beraber, Kişinin kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiilin geçerli ya da geçersiz olması sonradan
düzeltilme imkânına sahip olup olmaması gibi sonuçları ile de ilgilenir.
Dini hükümler, usul-i din ve füru-i
din olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i din itikat meselelerini
de kapsar.
Füru-i din meseleleri de dört kısma
ayrılır.
İbadat, muâmelat, ukubat,
münekehât ve müfârakât. Bu taksimin
esası Mecellede 1. Maddede açıklandığına göre …
a) İbâdat, insanın ahirete ait işleri ibadetleridir. Kulun
Allah’la münasebetleridir.
b) Muamelât, insanların arasındaki münasebetleri tanzim eden
hükümlerdir.
c) Münekehât ve Müfarakât(evlenme ve boşanmalar), aile
hayatının tanzimidir.
d) Ukubât(cezalar), emniyet ve asayişi temin için suçluların
cezalandırılmasını içerir.
İnsanların kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiiller Allah ile olan ilişkiler bağlamında olduğunda ibadetler
adını alır.
2- Fıkhın Kaynakları: Bu anlamıyla fıkıh usulü, ‘’herhangi bir
fıkhî hüküm, hangi kaynaklardan alınır? Sorusunun cevabı ile uğraşır. Bu manada
fıkıh usulü fıkhın bir parçası değil ayrı bir varlığı olan bilim dalıdır.
3- Fıkha ulaştıracak yol ve yöntem bilim(metodolojisi) hangi
yöntemlerle sağlıklı sonuçlar elde edileceği, kaynaklardan nasıl
hükümlerin çıkarılacağı konularını ele alır, işler.
B.HADİS USULÜ
B.1- LUGAT
Hadis: Kelimesi
sözlükte “yeni’’ demektir.
B.2- ISTILAH
Terim olarak: hazreti peygambere izafe
edilen söz, fiil, takrir veya vasıflara denilir.
Hadis usulü ise; bir hadis için kabul ve
red yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usul ve kaideler ilmidir.
B.3- HADİS
USULÜNÜN TARİHÇESİ
Sahabiler,
Allah’ın ve O’nun elçisinin emrine uyarak haberlerin nakli ve kabulünde son
derece titiz davranmışlardır. Onların bu titiz davranışlarının neticesinde
haberin kabul veya reddinde isnad ve isnadın değeri gibi hususlar ortaya
çıkmıştır. Sahih’i Müslim’in (ö.261) mukaddime ’sinde İbni Sirin’den (ö.110)
şöyle bir haber nakledilir. ‘’ önceleri kimse isnattan sormuyordu. Hz. Osman’ın
katli ile neticelenen fitne olayı ortaya çıkınca bize, ‘ hadisi aldığınız
kişilerin adlarını söyleyin’, demeye başladılar. Bakıyor, ehl-i sünnet
olanların hadisini alıyor, bid’at ehli olanların hadislerini almıyorlardı.
‘’Senedi
bilinmedikçe haberin kabul edilmeyişi’’ esasına dayalı olarak ’’cerh ve
ta’dil’’, ‘’ravileri değerlendirme’’, ‘’muttasıl veya munkatı’’, senetleri bilme’’,
‘’gizli illetleri bilme’’ gibi ilimler ortaya çıktı. Ancak başlangıçta mecruh
ravilerin sayısı az olduğundan râviler hakkında menfi değerlendirmeler de tabii
olarak az oldu.
Daha sonra
bu sahada âlimler yetiştikçe hadisin zabtı, tahammül ve eda keyfiyeti; nasih ve
mensuhunu bilme, garip kelimelerini açıklama ve daha başka branşlarda
araştırmalar ortaya çıktı. Fakat âlimler bu bilgileri sözlü olarak
kaydediyorlardı.
Bilahare
durum daha da gelişti; söz konusu ilimler yazılarak kayda geçirilmeye başladı. Hicri
İkinci asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları, hicri üçüncü asırda
kısmen yazılmaya başlandı. Fakat bu bilgiler; usül, fıkıh ve hadis ilmi gibi
ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerlerinde yer almaktaydı. Mesela
burada İmam Şafii’nin (ö.204) er-Risale ve el-Umm, Ali B. Medini (ö.234)’nin farklı
konularda yazdığı cüzler, imam Buhari'nin
"el camius sahihi"nin kitabu’l ilim ve kitabu’l ahad
bölümleriyle, İmam Müslim'in (ö.261) "El- cami-üs sahihi" ne yazdığı
mukaddimesi, Tirmizi'nin "es-Süneni’nin’’ sonundaki "kitabul
ilel'i", Ebu Davud'un (ö.275) eserini tanıtmak üzere Mekkelilere yazdığı
mektup üçüncü asırda hadis usulünün temel konularını yazılı hale getiren
çalışmalardır.
B.4- KONUSU
Hadis usulü
ilminin konusu; kabul ve red yönünden sened ve metindir.
Hadis ilmi
hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis
tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis
usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.
B.5- METODU
Hadis ilmi
denilince ele alınması düşünülen diğer bir konu, sadık oldukları tespit edilen
haberlerin, rivayetlerin anlaşılması ve yorumlanması için bir yöntem
geliştirilmesidir. Hadisçiler çalışmalarında bu yönde büyük gayretler sarf
etmişlerdir. Dirayetü'l hadis başlığı altında yazılar, fıkhu'l-hadis olduğu
söylenen çalışmalar, zengin şerh edebiyatımız, bu gayretlerin ürünleriyle
doludur. Ancak müstakil bir yönteme sahip olmamışlardır.
B.6- AMACI
Hadis usulü
ilminin amacı, sahih olan hadisi sahih olmayandan ayırt etmektir.
B.7- SONUÇ,
Netice olarak ilimler olgunlaşıp ıstılahlar
yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerlerinden ayrılalarak müstakil hale
hale gelince 4. Asırda, alimler hadis usulü ilmini müstakil bir disiplin haline
getirip toparlamışlardır.
C- TEFSİR USULÜ
C.1- LUGAT
TEFSİRİN TANIMI
Kur’an,
insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilen ilahi bir metindir. Kur’an’ın
ilahi iradeyi konusu edilen metnin, epistemolojik anlamda ilahi alana ait bir
metin olduğu anlaşılır. İşte bu metnin
anlaşılır hale getirilmesi faaliyeti esasen tesfir demektir.
C1.1-.Tesfir
Kavramı
Tefsir; Tefsir
kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
İki kelimede
anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı)
Sözlükte: bir
şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
C.2- ISTILAH
Tefsir kelimesi,
bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda
Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
Ashab döneminde
tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha
sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
Çünkü onlar
Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi
kavramışlardı.
Tefsir
kelimesinin kavram olarak ifade ettiği anlam üzerinde duralım. Söz gelimi İbn
Manzur ‘’Lisanu’l-arap’’ adlı
Arapça lügatinde tefsiri, ‘’ müşkül olan lafızdan kastedilen manayı
keşfetmektir ‘’ şeklinde tanımlamaktadır.
Zerkani’nin tanımı da şöyledir, ‘’ Allah Teâlâ’nın muradına delaleti bakımından
beşer gücünün yettiği ölçüde Kur’an’ın manasını araştıran bir ilimdir.
Daha başka
tanımlarda yapılmıştır. Ancak sözü daha fazla uzatmadan bütün bu farklı
tanımlardan hareketle tefsiri daha genel
anlamda, ‘’ Arap dili ve belagati ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri
çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve
sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır’’
şeklinde tanımlayabiliriz.
Sahabe devrinde
tefsir denilince daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onlara
göre Allah’ın, Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya O’nun elçisinin
açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı Kur’an tefsir ile tevilin farkına işaret ederek tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi
gerektiğini beyan etmektedir.
Tefsir Usûlü
ise,
Usül; Asl,
kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte: temel,
esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da vardır.
Tefsir usulü
terim olarak; bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında
bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl
kullanılması noktasında bilgiler vermektedir.
C.3- TEFSİR VE
USULUNUN TARİHCESİ
Hicri ikinci
asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimleri, bilindiği gibi ilk
dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh, garibu’l Kur’an vb. Belli branşlarda
kaleme alınıyordu. Bu durum giderek ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını
bir araya toplayan kapsamlı eserlerin yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece
erken dönemden itibaren tefsir usulü niteliğinde eserler meydana getirilmiş
oldu. Ancak bunların önemli kısmı elimizde mevcut olmayıp kaynaklarda ismen
zikredilmektedirler.
Tefsir usulü
kaynakları ile alakalı bazı eserlerin isimleri aşağıdadır.
Bedreddin
ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin
el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn
es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh
ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed
Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih
(1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân,
Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali
es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
C.4- KONUSU
Kur’an’ın
içerdiği yüce manalardır. Çünkü tefsir ilimi, Kur’an’da yer alan nasların
içerdiği anlamları, yüce hakikatleri ve derin nükteleri araştırıp ortaya
çıkaran bir ilimdir.
C.5- METODU
Tefsir usulü;
bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım
temel ilke ve yöntemler ortaya koyarak,
bu ilke ve yöntemlerin nasıl kullanılması noktasında yapılan ilmi çalışmalardır.
C.6- AMACI
Amaç da hiç
kuşkusuz insanlığa hidayet yolunu açık ve net bir şekilde gösterip, onların
dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlamaktadır. Bu, esasen Kur’an’ın da
yegane gayesidir. Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve
Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
C.7- SONUÇ
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin
yapılabilmesi için tefsir usulü ilmine ihtiyaç vardır. Bu ilmin, Kur’an’ın hem
semantik hem de içsel manalarının anlaşılmasında yardımcı bir unsur ve bir
kaynak olduğu görülmektedir.
GENEL DEĞERLENDİRME
Yukarda detaylı olarak izah edilen, usul
ilmi: Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
diye tarif edilmiştir. Buna göre genel olarak usul, herhangi bir ilim dalıyla
alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli
esas ve metotlar demektir.
Fıkıh usulü, hadis usulünden önce tedvin edilmiş,
sebebi; ilk iki asır içerisinde, fakihler ve hadisçiler şeklinde belirgin bir
ayırımın bulunmamasına bağlanabilir. Nitekim bu asırlarda, hadisleri toplama
gayretinde olanların çoğunun, aynı zamanda bunları fıkıh alanında değerlendirme
gayretini ve endişesini taşıdıkları görülmektedir. İlk tedvin edilen hadis mecmualarını,
fıkıh bapları esasına göre düzenlenen "Musannaf'ların oluşturması, bunun
en açık delilidir. Dolayısıyla bu dönemde hadis usulüyle ilgili müstakil
eserlerin yazılmamış olması ve fıkıh usulünün hadis usulünden daha önce
derlenmiş olması, tarihi gelişmelere uygundur. Kaldı ki fıkıh usulü de sonradan
tedvin edilmiş bir ilimdir. İbn Haldun bu konuda şöyle demiştir: "Bilmiş
ol ki bu fen (fıkıh usulü), bu dinde sonradan ihdas edilmiş bir ilimdir.
Selefin buna ihtiyacı yoktu. Lafızların manalarını anlamada, kendilerinde
bulunan lisan melekesinden daha fazlasına muhtaç değildiler. Hüküm çıkarmada
muhtaç oldukları kanunlara gelince, bir kısmı bunların çoğunu kullandılar.
İsnatlara gelince, Peygamber asrına yakın olmaları nakil konusundaki araştırma
ve maharetleri, isnada bakmalarına hacet bırakmadı. Selef inkıraz bulup,
birinci asır sona erince, bütün ilimler bir sanat haline geldi. Fakih ve
müçtehitler, delillerden hüküm istinbâtında bu kanun ve kaidelerin tahsiline
ihtiyaç hissettiler ve bunları yazarak ‘’usulü'l fıkh’’ adını verdiler".
Aynı şekilde tefsir usulü ilmi de,
Hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimlerindendir.
Bilindiği gibi Kur’an ilimleri ilk dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh,
garibu’l Kur’an vb. Belli alanlarda kaleme alınıyordu. Bu durum giderek
ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını bir araya toplayan kapsamlı eserlerin
yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece erken dönemden itibaren tefsir usulü
niteliğinde eserler meydana getirilmiş oldu. Sahabe devrinde tefsir denilince
daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onların yanında,
Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya Allah’ın elçisinin açıklamalarını ifade
etmek üzere kullanılan bir kavram olarak anlaşılıyordu. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı eserinde tefsir ile tevilin farkına işaret ederek, tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi gerektiğini beyan etmektedir.
Netice de, Konuları itibarı ile Kur’an
ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen söz konusu ilimlerin gayesi,
O’nun anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Şurası bir gerçektir ki özellikle ‘’usul
ilmi’’ olarak adlandırılan bu esas ve kaideler, geliştirilmesi ve
genişletilmesi düşünülen her ilmin bir anlamda planı konumundadır. Nasıl
plansız olarak herhangi bir üretimi gerçekleştirmek mümkün değilse, belli kaide
ve esasları önceden tesbit etmeden bir bilgiyi düzene koymak da mümkün
değildir. Bu anlamda fıkhın füru alanına giren meselelerin tesbitinde, fıkıh
usulü ilmine ihtiyaç vardır. Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kimseler
hüküm istinbat ederken meseleleri iyi tahlil edemez, böylece de isabetli
sonuçlara varamazlar. Aynı şey hadis usulü ilmi içinde söz konusudur. Zira usul
ve kaideler olmadan hadislerin sahihini sahih olmayanından ayırt etmek, kısacası
bu alanda söz söylemek pek mümkün değildir.
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usulü “ ilmine
ihtiyaç vardır.
KAYNAKLAR
1-
Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Usûlü.
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2012.
2-
Albayrak, Halis. Tefsir usulü. Şule
yay. İstanbul. 2014.
3-
Albayrak, Halis. Kur’an’ın bütünlüğü
üzerine. Şule yay. İstanbul.2011.
4-
Dıraz, Abdullah. Kur’an’a giriş. Kitabiyat
yay. İstanbul. 2006.
5-
Tahhan, Mahmud. Ter. Cemal ağırman.Yeni
hadis usulü. Rağbet yay. 2010.
6-
Şa’ban, Zekiyyüddin. Ter. Dönmez ,
İbrahim Kafi. Türkiye diyanet vakfı yay. Ankara.1990
7-
Demirci, Muhsin. Tefsir usulü. M.ü.
ilahiyat vakfı yay. İstanbul. 2015
DURMUŞ ERDAL ATAK
NO: 14922720
DOKTORA 2014-2015 BAHAR DÖNEMİ İKİNCİ DÖNEM
GİRİŞ
1- TARİFİ
2- LUGAT
3- ISTILAH
4-TARİHÇESİ
5- KONUSU
6- METODU
7- AMACI
8- GAYESİ
9- SONUÇ
Bir sıralama
yaptık. En sonuna bir genel değerlendirme yaparak hepsini özetlemeye çalıştık. Bütün
bu özetlemeyi yedi ayrı kaynaktan yapmaya çalıştık, ‘’kaynakçayı’’ çalışmamızın
en sonuna koyduk.
“Fıkıh” sözlükte: Bir şeyi iyice
akletmek, derinlemesine kavramak demektir. Bu şekildeki sözlük anlamıyla Kur’an
da on dokuz yerde geçmektedir.
Fıkıh; ‘’bir bütün olarak dini yerli
yerince ve doğru biçimde anlamadır.’’
Mecellede ise “Mesa’il-i şeriyye-i
ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde tarif
edilmektedir.
“Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde
anlayış sahibi kılar” (buhari, ilim 10) hadisi şerifinde
قا ل
النبي (صلى الله عليه وسلم) : من يرد الله به خيرا يفقه في الدين
Tevbe suresi(9/122) de “ li
yetefekahu fiddin” ayeti kerimede dini bir bütün olarak anlama ve kavrama
manası kasdedilmiştir. Zaman içinde “din” kelimesi olmadan da bu anlam fıkıh
kelimesiyle fıkıh kelimesiyle ifade edilmeye başlamış ve böylece terim halini
almıştır. “Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i
mecmuasıdır.(Müberred, el Kamils.529) Şer’i dini delillerden hüküm çıkarana
fakih denir ki bugünkü hukukçu karşılığıdır. Fıkıh, kulun hem Allah’la hem insanlarla
münasebetini tanzim eder.”
Fıkıh usulü ise;
Tarifi: müçtehidin şer’i-ameli hükümleri tafsili delillerden
çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usul’ül-fıkıh denir.
A.3-
FIKHIN VE USULUNUN TARİHCESİ
fıkıh en baştan beri, dini anlama ve yorumlama çabası olarak vardı. Peygamberimiz (sav) gelen
vahiyleri tam bir inançla okuyor, açıklıyor, öğretiyor ve özenle uygulamaya
koyuyordu. Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı. Kendisi
bunu tavsiye ediyordu. صلوا كما رايتموني أصلي
‘’beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız siz de öyle kılın.’’(Buhari ezan18).
Namaz vakitlerinin ilk ve son anlarını Hz. Peygambere birbirini takip eden iki
gün içinde bizzat Cebrail (as) uygulamalı olarak öğretmişti.(buhari
bediulhalk-6). Hz.Peygamberin vefatından sonra ise çözüm bekleyen yeni
meselelerle karşılaşılmış, bakış açısı farklılıkları, zaman ve mekan
özellikleri gibi sebeplere, problemlere karşı oluşturulması gereken dini
cevapların farklılaşmasına yol açmıştır.
Usulü fıkıh ilmi; hicri ikinci asrın
sonlarında, yani hz peygamber, sahabe ve tabiin devirlerinden sonra ortaya
çıkmış ilimlerdendir. zira hazret i peygamber devrinde hükümler bizzat
kendisinden öğreniliyordu yani hükümler ya rasulullah a vahyedilen kur'an ile
veya onun kur an'ı, söz, fiil, yahut takrir yoluyla açıklayan sünneti ile sabit
oluyordu. bu durumda birtakım metot ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.
hazreti peygamberin rabbine kavuşmasından sonraki dönemde insanlar arasında
ifta ve kaza-yargı görevini sahabenin büyükleri yürütüyordu. bunlar kur'an ve
sünnetin dili olan arapçayı, ayetlerin nüzul ve hadislerin vürud sebeplerini
çok iyi biliyorlar, islam teşrîi'nin nceliklerine maksat ve hedeflerine tam
manasıyla vakıfların bulunuyorlardı. çünkü bu büyük sahabeler kavrama gücü zeka
ve ahlaki meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde
bir de uzun süre rasulullah ile beraber yaşamış ona arkadaşlık etmiş kişilerdi.
kaynaklardan hüküm çıkarma sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde
ele almaya ihtiyaçları yoktu. dini ve dünyevi herhangi bir olayın hükmünü
tespit ihtiyacını duyduklarında doğrudan doğruya Allah'ın kitabına müracaat
ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükümler bulamazlarsa,
resulullah'ın sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa içtihat
ederler, kur'an ve sünnet'ten benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü
karşılaştıkları benzer olaylarda da uygularlardı. benzer olayda bulamazlarsa İslam
hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde
bulundurarak karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren
çözümü ortaya koyarlar. Tabiin müçtehitleri de aynı yolu takip ettiler. İlk
asır sahabe ve tabiin devri böylece geçtikten sonra daha önce mevcut olmayan
yeni durumlar ortaya çıktı, Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması, bu
durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına
yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi Arapçanın İslam toplumunun tabii dili
haline dönmesi imkânsızlaştı. Müçtehitlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok
sayıda olayın ortaya çıkışı da bu durumlardan biridir.
Müçtehitlerin çoğalması, içtihat ve
hüküm istinbâtında metotların çeşitliliği ve her birinin kendine göre doğru
olan yolu takip etmesi, bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.
İşte bütün bunlar, fakih ve müçtehitlerin içtihat faaliyetinin disipline
edilmesi ve keyfi hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması
için harekete geçirdi ve onları şer'î delillerden hüküm çıkarma da esas
alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye sevk etti. Onlar bu prensip ve kuralların
belirlenmesinde naslarda yer alan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap
dilinin üsluplarını tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra
bu kuralları tedvin ettiler derlediler, yazdılar ve "usulü fıkıh"
adını verdikleri müstakil bir ilmi disiplin haline getirdiler.
Fıkıh usulü, dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu
hükümlerin çıkarıldığı kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve
nihayet bu işi yapacak olan müçtehit üzerinde durur.
A.5- METODU
Usulcü, kitap, sünnet ve diğer
delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, amm, hass, emir, nehiy, mutlak ve
mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere buluna bileceklerine bakar ve
bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar.
Fakih ise, bir olayın hükmünü tespit
etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o olayla alakalı
delile uygular, böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya
koyar.
A.6- AMACI
Şer’i- ameli hükümleri tafsili delillerden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Bu
ilimi öğrenen kimse, Kur’an’ı ve sünneti biliyorsa, bunlardan birinde mevcut
çözüme kıyas yapabilme şekillerini, teşriin genel gayesini kendinde toplamış
ise, nasslar arasında kıyas yapabilir veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun
çözümü bağlamak suretiyle şer’i hükmü tespit edebilir.
Fıkhın en ilgili olduğu ilim, fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun üzerine
kuruludur. Fıkıh usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nispetle mantık ilminin tedvinini
andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce, tedvin olarak ise
ondan sonradır.
Fıkıh usulü üç anlama gelmektedir.
1- Fıkhın temelleri ilke ve esasları:
Fıkhı bir yapıya benzetirsek bu binanın temelleri, burayı taşıyan sütun ve kolonları
mesafesinde olan kısımlarına, fıkıh esasları anlamında fıkıh usulü denir. Buna
göre fıkıh usulü fıkhın bir parçasıdır, ondan ayrı düşünülemez. Zarurat-ı
diniyye denilen, dinin olmazsa olmazlarını oluşturan kısımlarına karşılık
gelir. Namaz, oruç, zekât ve haccın farziyeti, alış verişin helâl, ribânın
haram oluşu gibi…
Fıkıh kelimesi zamanla özel anlam
kazanmış ve bir ilim dalına özel ad olmuştur. Bu suretçe kazandığı ilk özel
anlam’’
Zamanla fıkhın bu anlamı da değişime
uğramış ve insan özelliğinden akıp salt dini hükümlere ait bilgi hâlini
almıştır. Mecellede de “Mesa’il-i şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde
tarif edilmektedir. (Madde 1) Hatta zaman zaman öznesinden bağımsız olarak
“dini hükümler” içinde fıkıh terimi kullanılır olmuştur. “Fıkıh kitabı” tabiri
bu sonuncu anlamda kullanılmaktadır. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur:
“Ahk’am-ı şeriyyeyi ameliyeyi tafsilatlı bir surette delilleriyle bilmektir.”
Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin
delillerden nasıl istinbat edildiği usulü fıkhın konusudur.
Fıkhın asıl konusunu kişinin
iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın fiillerine
ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır. Sözgelimi insanın namaz kılması
için vaktin girmesi zekât vermesi için nisab miktarında bir mala sahip
olması, bir yakınına varis olabilmesi için o kişinin ölmüş olması gibi şart,
sebep ve mani olarak bilinen konularla beraber, Kişinin kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiilin geçerli ya da geçersiz olması sonradan
düzeltilme imkânına sahip olup olmaması gibi sonuçları ile de ilgilenir.
Dini hükümler, usul-i din ve füru-i
din olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i din itikat meselelerini
de kapsar.
Füru-i din meseleleri de dört kısma
ayrılır.
İbadat, muâmelat, ukubat,
münekehât ve müfârakât. Bu taksimin
esası Mecellede 1. Maddede açıklandığına göre …
a) İbâdat, insanın ahirete ait işleri ibadetleridir. Kulun
Allah’la münasebetleridir.
b) Muamelât, insanların arasındaki münasebetleri tanzim eden
hükümlerdir.
c) Münekehât ve Müfarakât(evlenme ve boşanmalar), aile
hayatının tanzimidir.
d) Ukubât(cezalar), emniyet ve asayişi temin için suçluların
cezalandırılmasını içerir.
İnsanların kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiiller Allah ile olan ilişkiler bağlamında olduğunda ibadetler
adını alır.
2- Fıkhın Kaynakları: Bu anlamıyla fıkıh usulü, ‘’herhangi bir
fıkhî hüküm, hangi kaynaklardan alınır? Sorusunun cevabı ile uğraşır. Bu manada
fıkıh usulü fıkhın bir parçası değil ayrı bir varlığı olan bilim dalıdır.
3- Fıkha ulaştıracak yol ve yöntem bilim(metodolojisi) hangi
yöntemlerle sağlıklı sonuçlar elde edileceği, kaynaklardan nasıl
hükümlerin çıkarılacağı konularını ele alır, işler.
B.HADİS USULÜ
B.1- LUGAT
Hadis: Kelimesi
sözlükte “yeni’’ demektir.
B.2- ISTILAH
Terim olarak: hazreti peygambere izafe
edilen söz, fiil, takrir veya vasıflara denilir.
Hadis usulü ise; bir hadis için kabul ve
red yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usul ve kaideler ilmidir.
B.3- HADİS
USULÜNÜN TARİHÇESİ
Sahabiler,
Allah’ın ve O’nun elçisinin emrine uyarak haberlerin nakli ve kabulünde son
derece titiz davranmışlardır. Onların bu titiz davranışlarının neticesinde
haberin kabul veya reddinde isnad ve isnadın değeri gibi hususlar ortaya
çıkmıştır. Sahih’i Müslim’in (ö.261) mukaddime ’sinde İbni Sirin’den (ö.110)
şöyle bir haber nakledilir. ‘’ önceleri kimse isnattan sormuyordu. Hz. Osman’ın
katli ile neticelenen fitne olayı ortaya çıkınca bize, ‘ hadisi aldığınız
kişilerin adlarını söyleyin’, demeye başladılar. Bakıyor, ehl-i sünnet
olanların hadisini alıyor, bid’at ehli olanların hadislerini almıyorlardı.
‘’Senedi
bilinmedikçe haberin kabul edilmeyişi’’ esasına dayalı olarak ’’cerh ve
ta’dil’’, ‘’ravileri değerlendirme’’, ‘’muttasıl veya munkatı’’, senetleri bilme’’,
‘’gizli illetleri bilme’’ gibi ilimler ortaya çıktı. Ancak başlangıçta mecruh
ravilerin sayısı az olduğundan râviler hakkında menfi değerlendirmeler de tabii
olarak az oldu.
Daha sonra
bu sahada âlimler yetiştikçe hadisin zabtı, tahammül ve eda keyfiyeti; nasih ve
mensuhunu bilme, garip kelimelerini açıklama ve daha başka branşlarda
araştırmalar ortaya çıktı. Fakat âlimler bu bilgileri sözlü olarak
kaydediyorlardı.
Bilahare
durum daha da gelişti; söz konusu ilimler yazılarak kayda geçirilmeye başladı. Hicri
İkinci asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları, hicri üçüncü asırda
kısmen yazılmaya başlandı. Fakat bu bilgiler; usül, fıkıh ve hadis ilmi gibi
ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerlerinde yer almaktaydı. Mesela
burada İmam Şafii’nin (ö.204) er-Risale ve el-Umm, Ali B. Medini (ö.234)’nin farklı
konularda yazdığı cüzler, imam Buhari'nin
"el camius sahihi"nin kitabu’l ilim ve kitabu’l ahad
bölümleriyle, İmam Müslim'in (ö.261) "El- cami-üs sahihi" ne yazdığı
mukaddimesi, Tirmizi'nin "es-Süneni’nin’’ sonundaki "kitabul
ilel'i", Ebu Davud'un (ö.275) eserini tanıtmak üzere Mekkelilere yazdığı
mektup üçüncü asırda hadis usulünün temel konularını yazılı hale getiren
çalışmalardır.
B.4- KONUSU
Hadis usulü
ilminin konusu; kabul ve red yönünden sened ve metindir.
Hadis ilmi
hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis
tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis
usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.
B.5- METODU
Hadis ilmi
denilince ele alınması düşünülen diğer bir konu, sadık oldukları tespit edilen
haberlerin, rivayetlerin anlaşılması ve yorumlanması için bir yöntem
geliştirilmesidir. Hadisçiler çalışmalarında bu yönde büyük gayretler sarf
etmişlerdir. Dirayetü'l hadis başlığı altında yazılar, fıkhu'l-hadis olduğu
söylenen çalışmalar, zengin şerh edebiyatımız, bu gayretlerin ürünleriyle
doludur. Ancak müstakil bir yönteme sahip olmamışlardır.
B.6- AMACI
Hadis usulü
ilminin amacı, sahih olan hadisi sahih olmayandan ayırt etmektir.
B.7- SONUÇ,
Netice olarak ilimler olgunlaşıp ıstılahlar
yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerlerinden ayrılalarak müstakil hale
hale gelince 4. Asırda, alimler hadis usulü ilmini müstakil bir disiplin haline
getirip toparlamışlardır.
C- TEFSİR USULÜ
C.1- LUGAT
TEFSİRİN TANIMI
Kur’an,
insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilen ilahi bir metindir. Kur’an’ın
ilahi iradeyi konusu edilen metnin, epistemolojik anlamda ilahi alana ait bir
metin olduğu anlaşılır. İşte bu metnin
anlaşılır hale getirilmesi faaliyeti esasen tesfir demektir.
C1.1-.Tesfir
Kavramı
Tefsir; Tefsir
kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
İki kelimede
anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı)
Sözlükte: bir
şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
C.2- ISTILAH
Tefsir kelimesi,
bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda
Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
Ashab döneminde
tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha
sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
Çünkü onlar
Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi
kavramışlardı.
Tefsir
kelimesinin kavram olarak ifade ettiği anlam üzerinde duralım. Söz gelimi İbn
Manzur ‘’Lisanu’l-arap’’ adlı
Arapça lügatinde tefsiri, ‘’ müşkül olan lafızdan kastedilen manayı
keşfetmektir ‘’ şeklinde tanımlamaktadır.
Zerkani’nin tanımı da şöyledir, ‘’ Allah Teâlâ’nın muradına delaleti bakımından
beşer gücünün yettiği ölçüde Kur’an’ın manasını araştıran bir ilimdir.
Daha başka
tanımlarda yapılmıştır. Ancak sözü daha fazla uzatmadan bütün bu farklı
tanımlardan hareketle tefsiri daha genel
anlamda, ‘’ Arap dili ve belagati ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri
çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve
sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır’’
şeklinde tanımlayabiliriz.
Sahabe devrinde
tefsir denilince daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onlara
göre Allah’ın, Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya O’nun elçisinin
açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı Kur’an tefsir ile tevilin farkına işaret ederek tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi
gerektiğini beyan etmektedir.
Tefsir Usûlü
ise,
Usül; Asl,
kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte: temel,
esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da vardır.
Tefsir usulü
terim olarak; bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında
bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl
kullanılması noktasında bilgiler vermektedir.
C.3- TEFSİR VE
USULUNUN TARİHCESİ
Hicri ikinci
asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimleri, bilindiği gibi ilk
dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh, garibu’l Kur’an vb. Belli branşlarda
kaleme alınıyordu. Bu durum giderek ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını
bir araya toplayan kapsamlı eserlerin yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece
erken dönemden itibaren tefsir usulü niteliğinde eserler meydana getirilmiş
oldu. Ancak bunların önemli kısmı elimizde mevcut olmayıp kaynaklarda ismen
zikredilmektedirler.
Tefsir usulü
kaynakları ile alakalı bazı eserlerin isimleri aşağıdadır.
Bedreddin
ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin
el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn
es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh
ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed
Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih
(1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân,
Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali
es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
C.4- KONUSU
Kur’an’ın
içerdiği yüce manalardır. Çünkü tefsir ilimi, Kur’an’da yer alan nasların
içerdiği anlamları, yüce hakikatleri ve derin nükteleri araştırıp ortaya
çıkaran bir ilimdir.
C.5- METODU
Tefsir usulü;
bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım
temel ilke ve yöntemler ortaya koyarak,
bu ilke ve yöntemlerin nasıl kullanılması noktasında yapılan ilmi çalışmalardır.
C.6- AMACI
Amaç da hiç
kuşkusuz insanlığa hidayet yolunu açık ve net bir şekilde gösterip, onların
dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlamaktadır. Bu, esasen Kur’an’ın da
yegane gayesidir. Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve
Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
C.7- SONUÇ
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin
yapılabilmesi için tefsir usulü ilmine ihtiyaç vardır. Bu ilmin, Kur’an’ın hem
semantik hem de içsel manalarının anlaşılmasında yardımcı bir unsur ve bir
kaynak olduğu görülmektedir.
GENEL DEĞERLENDİRME
Yukarda detaylı olarak izah edilen, usul
ilmi: Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
diye tarif edilmiştir. Buna göre genel olarak usul, herhangi bir ilim dalıyla
alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli
esas ve metotlar demektir.
Fıkıh usulü, hadis usulünden önce tedvin edilmiş,
sebebi; ilk iki asır içerisinde, fakihler ve hadisçiler şeklinde belirgin bir
ayırımın bulunmamasına bağlanabilir. Nitekim bu asırlarda, hadisleri toplama
gayretinde olanların çoğunun, aynı zamanda bunları fıkıh alanında değerlendirme
gayretini ve endişesini taşıdıkları görülmektedir. İlk tedvin edilen hadis mecmualarını,
fıkıh bapları esasına göre düzenlenen "Musannaf'ların oluşturması, bunun
en açık delilidir. Dolayısıyla bu dönemde hadis usulüyle ilgili müstakil
eserlerin yazılmamış olması ve fıkıh usulünün hadis usulünden daha önce
derlenmiş olması, tarihi gelişmelere uygundur. Kaldı ki fıkıh usulü de sonradan
tedvin edilmiş bir ilimdir. İbn Haldun bu konuda şöyle demiştir: "Bilmiş
ol ki bu fen (fıkıh usulü), bu dinde sonradan ihdas edilmiş bir ilimdir.
Selefin buna ihtiyacı yoktu. Lafızların manalarını anlamada, kendilerinde
bulunan lisan melekesinden daha fazlasına muhtaç değildiler. Hüküm çıkarmada
muhtaç oldukları kanunlara gelince, bir kısmı bunların çoğunu kullandılar.
İsnatlara gelince, Peygamber asrına yakın olmaları nakil konusundaki araştırma
ve maharetleri, isnada bakmalarına hacet bırakmadı. Selef inkıraz bulup,
birinci asır sona erince, bütün ilimler bir sanat haline geldi. Fakih ve
müçtehitler, delillerden hüküm istinbâtında bu kanun ve kaidelerin tahsiline
ihtiyaç hissettiler ve bunları yazarak ‘’usulü'l fıkh’’ adını verdiler".
Aynı şekilde tefsir usulü ilmi de,
Hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimlerindendir.
Bilindiği gibi Kur’an ilimleri ilk dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh,
garibu’l Kur’an vb. Belli alanlarda kaleme alınıyordu. Bu durum giderek
ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını bir araya toplayan kapsamlı eserlerin
yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece erken dönemden itibaren tefsir usulü
niteliğinde eserler meydana getirilmiş oldu. Sahabe devrinde tefsir denilince
daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onların yanında,
Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya Allah’ın elçisinin açıklamalarını ifade
etmek üzere kullanılan bir kavram olarak anlaşılıyordu. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı eserinde tefsir ile tevilin farkına işaret ederek, tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi gerektiğini beyan etmektedir.
Netice de, Konuları itibarı ile Kur’an
ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen söz konusu ilimlerin gayesi,
O’nun anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Şurası bir gerçektir ki özellikle ‘’usul
ilmi’’ olarak adlandırılan bu esas ve kaideler, geliştirilmesi ve
genişletilmesi düşünülen her ilmin bir anlamda planı konumundadır. Nasıl
plansız olarak herhangi bir üretimi gerçekleştirmek mümkün değilse, belli kaide
ve esasları önceden tesbit etmeden bir bilgiyi düzene koymak da mümkün
değildir. Bu anlamda fıkhın füru alanına giren meselelerin tesbitinde, fıkıh
usulü ilmine ihtiyaç vardır. Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kimseler
hüküm istinbat ederken meseleleri iyi tahlil edemez, böylece de isabetli
sonuçlara varamazlar. Aynı şey hadis usulü ilmi içinde söz konusudur. Zira usul
ve kaideler olmadan hadislerin sahihini sahih olmayanından ayırt etmek, kısacası
bu alanda söz söylemek pek mümkün değildir.
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usulü “ ilmine
ihtiyaç vardır.
KAYNAKLAR
1-
Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Usûlü.
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2012.
2-
Albayrak, Halis. Tefsir usulü. Şule
yay. İstanbul. 2014.
3-
Albayrak, Halis. Kur’an’ın bütünlüğü
üzerine. Şule yay. İstanbul.2011.
4-
Dıraz, Abdullah. Kur’an’a giriş. Kitabiyat
yay. İstanbul. 2006.
5-
Tahhan, Mahmud. Ter. Cemal ağırman.Yeni
hadis usulü. Rağbet yay. 2010.
6-
Şa’ban, Zekiyyüddin. Ter. Dönmez ,
İbrahim Kafi. Türkiye diyanet vakfı yay. Ankara.1990
7-
Demirci, Muhsin. Tefsir usulü. M.ü.
ilahiyat vakfı yay. İstanbul. 2015
DURMUŞ ERDAL ATAK
NO: 14922720
DOKTORA 2014-2015 BAHAR DÖNEMİ İKİNCİ DÖNEM
GİRİŞ
1- TARİFİ
2- LUGAT
3- ISTILAH
4-TARİHÇESİ
5- KONUSU
6- METODU
7- AMACI
8- GAYESİ
9- SONUÇ
Bir sıralama
yaptık. En sonuna bir genel değerlendirme yaparak hepsini özetlemeye çalıştık. Bütün
bu özetlemeyi yedi ayrı kaynaktan yapmaya çalıştık, ‘’kaynakçayı’’ çalışmamızın
en sonuna koyduk.
“Fıkıh” sözlükte: Bir şeyi iyice
akletmek, derinlemesine kavramak demektir. Bu şekildeki sözlük anlamıyla Kur’an
da on dokuz yerde geçmektedir.
Fıkıh; ‘’bir bütün olarak dini yerli
yerince ve doğru biçimde anlamadır.’’
Mecellede ise “Mesa’il-i şeriyye-i
ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde tarif
edilmektedir.
“Allah kimin hakkında hayır dilerse onu dinde
anlayış sahibi kılar” (buhari, ilim 10) hadisi şerifinde
قا ل
النبي (صلى الله عليه وسلم) : من يرد الله به خيرا يفقه في الدين
Tevbe suresi(9/122) de “ li
yetefekahu fiddin” ayeti kerimede dini bir bütün olarak anlama ve kavrama
manası kasdedilmiştir. Zaman içinde “din” kelimesi olmadan da bu anlam fıkıh
kelimesiyle fıkıh kelimesiyle ifade edilmeye başlamış ve böylece terim halini
almıştır. “Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i
mecmuasıdır.(Müberred, el Kamils.529) Şer’i dini delillerden hüküm çıkarana
fakih denir ki bugünkü hukukçu karşılığıdır. Fıkıh, kulun hem Allah’la hem insanlarla
münasebetini tanzim eder.”
Fıkıh usulü ise;
Tarifi: müçtehidin şer’i-ameli hükümleri tafsili delillerden
çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe usul’ül-fıkıh denir.
A.3-
FIKHIN VE USULUNUN TARİHCESİ
fıkıh en baştan beri, dini anlama ve yorumlama çabası olarak vardı. Peygamberimiz (sav) gelen
vahiyleri tam bir inançla okuyor, açıklıyor, öğretiyor ve özenle uygulamaya
koyuyordu. Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı. Kendisi
bunu tavsiye ediyordu. صلوا كما رايتموني أصلي
‘’beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız siz de öyle kılın.’’(Buhari ezan18).
Namaz vakitlerinin ilk ve son anlarını Hz. Peygambere birbirini takip eden iki
gün içinde bizzat Cebrail (as) uygulamalı olarak öğretmişti.(buhari
bediulhalk-6). Hz.Peygamberin vefatından sonra ise çözüm bekleyen yeni
meselelerle karşılaşılmış, bakış açısı farklılıkları, zaman ve mekan
özellikleri gibi sebeplere, problemlere karşı oluşturulması gereken dini
cevapların farklılaşmasına yol açmıştır.
Usulü fıkıh ilmi; hicri ikinci asrın
sonlarında, yani hz peygamber, sahabe ve tabiin devirlerinden sonra ortaya
çıkmış ilimlerdendir. zira hazret i peygamber devrinde hükümler bizzat
kendisinden öğreniliyordu yani hükümler ya rasulullah a vahyedilen kur'an ile
veya onun kur an'ı, söz, fiil, yahut takrir yoluyla açıklayan sünneti ile sabit
oluyordu. bu durumda birtakım metot ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu.
hazreti peygamberin rabbine kavuşmasından sonraki dönemde insanlar arasında
ifta ve kaza-yargı görevini sahabenin büyükleri yürütüyordu. bunlar kur'an ve
sünnetin dili olan arapçayı, ayetlerin nüzul ve hadislerin vürud sebeplerini
çok iyi biliyorlar, islam teşrîi'nin nceliklerine maksat ve hedeflerine tam
manasıyla vakıfların bulunuyorlardı. çünkü bu büyük sahabeler kavrama gücü zeka
ve ahlaki meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde
bir de uzun süre rasulullah ile beraber yaşamış ona arkadaşlık etmiş kişilerdi.
kaynaklardan hüküm çıkarma sırasında kullanılacak kuralları teorik bir şekilde
ele almaya ihtiyaçları yoktu. dini ve dünyevi herhangi bir olayın hükmünü
tespit ihtiyacını duyduklarında doğrudan doğruya Allah'ın kitabına müracaat
ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükümler bulamazlarsa,
resulullah'ın sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa içtihat
ederler, kur'an ve sünnet'ten benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü
karşılaştıkları benzer olaylarda da uygularlardı. benzer olayda bulamazlarsa İslam
hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde
bulundurarak karşılaştıkları olaya uygun olan ve maslahatı gerçekleştiren
çözümü ortaya koyarlar. Tabiin müçtehitleri de aynı yolu takip ettiler. İlk
asır sahabe ve tabiin devri böylece geçtikten sonra daha önce mevcut olmayan
yeni durumlar ortaya çıktı, Arapların Arap olmayanlarla iyice karışması, bu
durumlar arasında yer alıyordu. Bu karışma Arap dilinin o derece zayıflamasına
yol açtı ki, artık eskiden olduğu gibi Arapçanın İslam toplumunun tabii dili
haline dönmesi imkânsızlaştı. Müçtehitlerin görüş belirtmelerini gerektiren çok
sayıda olayın ortaya çıkışı da bu durumlardan biridir.
Müçtehitlerin çoğalması, içtihat ve
hüküm istinbâtında metotların çeşitliliği ve her birinin kendine göre doğru
olan yolu takip etmesi, bu yeni durumlar arasında zikredilmelidir.
İşte bütün bunlar, fakih ve müçtehitlerin içtihat faaliyetinin disipline
edilmesi ve keyfi hüküm verme ihtimaline karşı tatmin edici bir tedbir alınması
için harekete geçirdi ve onları şer'î delillerden hüküm çıkarma da esas
alınacak prensipler ve kurallar belirlemeye sevk etti. Onlar bu prensip ve kuralların
belirlenmesinde naslarda yer alan ifadelerin kullanış tarzlarına ve Arap
dilinin üsluplarını tümevarım metodunu uygulama yolundan faydalandılar. Sonra
bu kuralları tedvin ettiler derlediler, yazdılar ve "usulü fıkıh"
adını verdikleri müstakil bir ilmi disiplin haline getirdiler.
Fıkıh usulü, dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu
hükümlerin çıkarıldığı kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve
nihayet bu işi yapacak olan müçtehit üzerinde durur.
A.5- METODU
Usulcü, kitap, sünnet ve diğer
delilleri inceler. Bu delillerin durumlarına, amm, hass, emir, nehiy, mutlak ve
mukayyed gibi değişik şekillerden hangi hal üzere buluna bileceklerine bakar ve
bunlardan her birinin hükmünü açıklayan kurallar koyar.
Fakih ise, bir olayın hükmünü tespit
etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o olayla alakalı
delile uygular, böylece o delilin hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya
koyar.
A.6- AMACI
Şer’i- ameli hükümleri tafsili delillerden çıkarabilmeyi sağlamaktır. Bu
ilimi öğrenen kimse, Kur’an’ı ve sünneti biliyorsa, bunlardan birinde mevcut
çözüme kıyas yapabilme şekillerini, teşriin genel gayesini kendinde toplamış
ise, nasslar arasında kıyas yapabilir veya olaya maslahatın gerektirdiği uygun
çözümü bağlamak suretiyle şer’i hükmü tespit edebilir.
Fıkhın en ilgili olduğu ilim, fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun üzerine
kuruludur. Fıkıh usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nispetle mantık ilminin tedvinini
andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce, tedvin olarak ise
ondan sonradır.
Fıkıh usulü üç anlama gelmektedir.
1- Fıkhın temelleri ilke ve esasları:
Fıkhı bir yapıya benzetirsek bu binanın temelleri, burayı taşıyan sütun ve kolonları
mesafesinde olan kısımlarına, fıkıh esasları anlamında fıkıh usulü denir. Buna
göre fıkıh usulü fıkhın bir parçasıdır, ondan ayrı düşünülemez. Zarurat-ı
diniyye denilen, dinin olmazsa olmazlarını oluşturan kısımlarına karşılık
gelir. Namaz, oruç, zekât ve haccın farziyeti, alış verişin helâl, ribânın
haram oluşu gibi…
Fıkıh kelimesi zamanla özel anlam
kazanmış ve bir ilim dalına özel ad olmuştur. Bu suretçe kazandığı ilk özel
anlam’’
Zamanla fıkhın bu anlamı da değişime
uğramış ve insan özelliğinden akıp salt dini hükümlere ait bilgi hâlini
almıştır. Mecellede de “Mesa’il-i şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.” Şeklinde
tarif edilmektedir. (Madde 1) Hatta zaman zaman öznesinden bağımsız olarak
“dini hükümler” içinde fıkıh terimi kullanılır olmuştur. “Fıkıh kitabı” tabiri
bu sonuncu anlamda kullanılmaktadır. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur:
“Ahk’am-ı şeriyyeyi ameliyeyi tafsilatlı bir surette delilleriyle bilmektir.”
Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin
delillerden nasıl istinbat edildiği usulü fıkhın konusudur.
Fıkhın asıl konusunu kişinin
iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın fiillerine
ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır. Sözgelimi insanın namaz kılması
için vaktin girmesi zekât vermesi için nisab miktarında bir mala sahip
olması, bir yakınına varis olabilmesi için o kişinin ölmüş olması gibi şart,
sebep ve mani olarak bilinen konularla beraber, Kişinin kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiilin geçerli ya da geçersiz olması sonradan
düzeltilme imkânına sahip olup olmaması gibi sonuçları ile de ilgilenir.
Dini hükümler, usul-i din ve füru-i
din olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i din itikat meselelerini
de kapsar.
Füru-i din meseleleri de dört kısma
ayrılır.
İbadat, muâmelat, ukubat,
münekehât ve müfârakât. Bu taksimin
esası Mecellede 1. Maddede açıklandığına göre …
a) İbâdat, insanın ahirete ait işleri ibadetleridir. Kulun
Allah’la münasebetleridir.
b) Muamelât, insanların arasındaki münasebetleri tanzim eden
hükümlerdir.
c) Münekehât ve Müfarakât(evlenme ve boşanmalar), aile
hayatının tanzimidir.
d) Ukubât(cezalar), emniyet ve asayişi temin için suçluların
cezalandırılmasını içerir.
İnsanların kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiiller Allah ile olan ilişkiler bağlamında olduğunda ibadetler
adını alır.
2- Fıkhın Kaynakları: Bu anlamıyla fıkıh usulü, ‘’herhangi bir
fıkhî hüküm, hangi kaynaklardan alınır? Sorusunun cevabı ile uğraşır. Bu manada
fıkıh usulü fıkhın bir parçası değil ayrı bir varlığı olan bilim dalıdır.
3- Fıkha ulaştıracak yol ve yöntem bilim(metodolojisi) hangi
yöntemlerle sağlıklı sonuçlar elde edileceği, kaynaklardan nasıl
hükümlerin çıkarılacağı konularını ele alır, işler.
B.HADİS USULÜ
B.1- LUGAT
Hadis: Kelimesi
sözlükte “yeni’’ demektir.
B.2- ISTILAH
Terim olarak: hazreti peygambere izafe
edilen söz, fiil, takrir veya vasıflara denilir.
Hadis usulü ise; bir hadis için kabul ve
red yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usul ve kaideler ilmidir.
B.3- HADİS
USULÜNÜN TARİHÇESİ
Sahabiler,
Allah’ın ve O’nun elçisinin emrine uyarak haberlerin nakli ve kabulünde son
derece titiz davranmışlardır. Onların bu titiz davranışlarının neticesinde
haberin kabul veya reddinde isnad ve isnadın değeri gibi hususlar ortaya
çıkmıştır. Sahih’i Müslim’in (ö.261) mukaddime ’sinde İbni Sirin’den (ö.110)
şöyle bir haber nakledilir. ‘’ önceleri kimse isnattan sormuyordu. Hz. Osman’ın
katli ile neticelenen fitne olayı ortaya çıkınca bize, ‘ hadisi aldığınız
kişilerin adlarını söyleyin’, demeye başladılar. Bakıyor, ehl-i sünnet
olanların hadisini alıyor, bid’at ehli olanların hadislerini almıyorlardı.
‘’Senedi
bilinmedikçe haberin kabul edilmeyişi’’ esasına dayalı olarak ’’cerh ve
ta’dil’’, ‘’ravileri değerlendirme’’, ‘’muttasıl veya munkatı’’, senetleri bilme’’,
‘’gizli illetleri bilme’’ gibi ilimler ortaya çıktı. Ancak başlangıçta mecruh
ravilerin sayısı az olduğundan râviler hakkında menfi değerlendirmeler de tabii
olarak az oldu.
Daha sonra
bu sahada âlimler yetiştikçe hadisin zabtı, tahammül ve eda keyfiyeti; nasih ve
mensuhunu bilme, garip kelimelerini açıklama ve daha başka branşlarda
araştırmalar ortaya çıktı. Fakat âlimler bu bilgileri sözlü olarak
kaydediyorlardı.
Bilahare
durum daha da gelişti; söz konusu ilimler yazılarak kayda geçirilmeye başladı. Hicri
İkinci asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları, hicri üçüncü asırda
kısmen yazılmaya başlandı. Fakat bu bilgiler; usül, fıkıh ve hadis ilmi gibi
ilimlerde karışık halde yazılmış kitapların farklı yerlerinde yer almaktaydı. Mesela
burada İmam Şafii’nin (ö.204) er-Risale ve el-Umm, Ali B. Medini (ö.234)’nin farklı
konularda yazdığı cüzler, imam Buhari'nin
"el camius sahihi"nin kitabu’l ilim ve kitabu’l ahad
bölümleriyle, İmam Müslim'in (ö.261) "El- cami-üs sahihi" ne yazdığı
mukaddimesi, Tirmizi'nin "es-Süneni’nin’’ sonundaki "kitabul
ilel'i", Ebu Davud'un (ö.275) eserini tanıtmak üzere Mekkelilere yazdığı
mektup üçüncü asırda hadis usulünün temel konularını yazılı hale getiren
çalışmalardır.
B.4- KONUSU
Hadis usulü
ilminin konusu; kabul ve red yönünden sened ve metindir.
Hadis ilmi
hadisle ilgili bütün problemleri ele alırken, Hadis Usulü sadece hadis
tenkidinin temel kurallarını özetler ve temel kavramlarını tanımlar. Hadis
usulüne Hadis Terimleri İlmi anlamına gelen Mustalahu’l Hadis ‘de denir.
B.5- METODU
Hadis ilmi
denilince ele alınması düşünülen diğer bir konu, sadık oldukları tespit edilen
haberlerin, rivayetlerin anlaşılması ve yorumlanması için bir yöntem
geliştirilmesidir. Hadisçiler çalışmalarında bu yönde büyük gayretler sarf
etmişlerdir. Dirayetü'l hadis başlığı altında yazılar, fıkhu'l-hadis olduğu
söylenen çalışmalar, zengin şerh edebiyatımız, bu gayretlerin ürünleriyle
doludur. Ancak müstakil bir yönteme sahip olmamışlardır.
B.6- AMACI
Hadis usulü
ilminin amacı, sahih olan hadisi sahih olmayandan ayırt etmektir.
B.7- SONUÇ,
Netice olarak ilimler olgunlaşıp ıstılahlar
yerli yerine oturunca ve bütün ilimler diğerlerinden ayrılalarak müstakil hale
hale gelince 4. Asırda, alimler hadis usulü ilmini müstakil bir disiplin haline
getirip toparlamışlardır.
C- TEFSİR USULÜ
C.1- LUGAT
TEFSİRİN TANIMI
Kur’an,
insanlığa doğru yolu göstermek için gönderilen ilahi bir metindir. Kur’an’ın
ilahi iradeyi konusu edilen metnin, epistemolojik anlamda ilahi alana ait bir
metin olduğu anlaşılır. İşte bu metnin
anlaşılır hale getirilmesi faaliyeti esasen tesfir demektir.
C1.1-.Tesfir
Kavramı
Tefsir; Tefsir
kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır.
İki kelimede
anlam bakımından benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı)
Sözlükte: bir
şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri örtülü birşeyi açmak manalarına gelir.
C.2- ISTILAH
Tefsir kelimesi,
bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda
Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir.
Ashab döneminde
tefsir lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha
sonraları sahâbe açıklamalarını da içine almaya başladı.
Çünkü onlar
Kur’ân’ın inişine şahit olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi
kavramışlardı.
Tefsir
kelimesinin kavram olarak ifade ettiği anlam üzerinde duralım. Söz gelimi İbn
Manzur ‘’Lisanu’l-arap’’ adlı
Arapça lügatinde tefsiri, ‘’ müşkül olan lafızdan kastedilen manayı
keşfetmektir ‘’ şeklinde tanımlamaktadır.
Zerkani’nin tanımı da şöyledir, ‘’ Allah Teâlâ’nın muradına delaleti bakımından
beşer gücünün yettiği ölçüde Kur’an’ın manasını araştıran bir ilimdir.
Daha başka
tanımlarda yapılmıştır. Ancak sözü daha fazla uzatmadan bütün bu farklı
tanımlardan hareketle tefsiri daha genel
anlamda, ‘’ Arap dili ve belagati ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri
çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve
sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır’’
şeklinde tanımlayabiliriz.
Sahabe devrinde
tefsir denilince daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onlara
göre Allah’ın, Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya O’nun elçisinin
açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı Kur’an tefsir ile tevilin farkına işaret ederek tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi
gerektiğini beyan etmektedir.
Tefsir Usûlü
ise,
Usül; Asl,
kelimesinin çoğuludur.
Sözlükte: temel,
esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da vardır.
Tefsir usulü
terim olarak; bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında
bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl
kullanılması noktasında bilgiler vermektedir.
C.3- TEFSİR VE
USULUNUN TARİHCESİ
Hicri ikinci
asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimleri, bilindiği gibi ilk
dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh, garibu’l Kur’an vb. Belli branşlarda
kaleme alınıyordu. Bu durum giderek ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını
bir araya toplayan kapsamlı eserlerin yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece
erken dönemden itibaren tefsir usulü niteliğinde eserler meydana getirilmiş
oldu. Ancak bunların önemli kısmı elimizde mevcut olmayıp kaynaklarda ismen
zikredilmektedirler.
Tefsir usulü
kaynakları ile alakalı bazı eserlerin isimleri aşağıdadır.
Bedreddin
ez-Zerkeşi (794/1392), el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’ân
Muhyiddin
el-Kâfiyecî (879/1478), et-Teysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr
Celalüddîn
es-Suyûtî (911/1506), el-İtkān fî Ulûmi’l-Kur’ân
Şah Veliyyullâh
ed-Dihlevî (1176/1764), el-Fevzü’l-Kebîr fi Usûli’t-Tefsîr
Muhammed
Abdülazîm ez-Zürkānî (1367/1948), Menâhilu’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’ân
Subhî es-Salih
(1986), Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Mennâ el-Kattân,
Mebâhis fi Ulûmi’l-Kur’ân
Muhammed Ali
es-Sâbûnî, et-Tibyân fi Ulûmi’l-Kur’ân
C.4- KONUSU
Kur’an’ın
içerdiği yüce manalardır. Çünkü tefsir ilimi, Kur’an’da yer alan nasların
içerdiği anlamları, yüce hakikatleri ve derin nükteleri araştırıp ortaya
çıkaran bir ilimdir.
C.5- METODU
Tefsir usulü;
bir ilim olarak Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım
temel ilke ve yöntemler ortaya koyarak,
bu ilke ve yöntemlerin nasıl kullanılması noktasında yapılan ilmi çalışmalardır.
C.6- AMACI
Amaç da hiç
kuşkusuz insanlığa hidayet yolunu açık ve net bir şekilde gösterip, onların
dünya ve ahirette mutlu olmalarını sağlamaktadır. Bu, esasen Kur’an’ın da
yegane gayesidir. Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp incelemek ve
Kur’ân’ın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
C.7- SONUÇ
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin
yapılabilmesi için tefsir usulü ilmine ihtiyaç vardır. Bu ilmin, Kur’an’ın hem
semantik hem de içsel manalarının anlaşılmasında yardımcı bir unsur ve bir
kaynak olduğu görülmektedir.
GENEL DEĞERLENDİRME
Yukarda detaylı olarak izah edilen, usul
ilmi: Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey
diye tarif edilmiştir. Buna göre genel olarak usul, herhangi bir ilim dalıyla
alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli
esas ve metotlar demektir.
Fıkıh usulü, hadis usulünden önce tedvin edilmiş,
sebebi; ilk iki asır içerisinde, fakihler ve hadisçiler şeklinde belirgin bir
ayırımın bulunmamasına bağlanabilir. Nitekim bu asırlarda, hadisleri toplama
gayretinde olanların çoğunun, aynı zamanda bunları fıkıh alanında değerlendirme
gayretini ve endişesini taşıdıkları görülmektedir. İlk tedvin edilen hadis mecmualarını,
fıkıh bapları esasına göre düzenlenen "Musannaf'ların oluşturması, bunun
en açık delilidir. Dolayısıyla bu dönemde hadis usulüyle ilgili müstakil
eserlerin yazılmamış olması ve fıkıh usulünün hadis usulünden daha önce
derlenmiş olması, tarihi gelişmelere uygundur. Kaldı ki fıkıh usulü de sonradan
tedvin edilmiş bir ilimdir. İbn Haldun bu konuda şöyle demiştir: "Bilmiş
ol ki bu fen (fıkıh usulü), bu dinde sonradan ihdas edilmiş bir ilimdir.
Selefin buna ihtiyacı yoktu. Lafızların manalarını anlamada, kendilerinde
bulunan lisan melekesinden daha fazlasına muhtaç değildiler. Hüküm çıkarmada
muhtaç oldukları kanunlara gelince, bir kısmı bunların çoğunu kullandılar.
İsnatlara gelince, Peygamber asrına yakın olmaları nakil konusundaki araştırma
ve maharetleri, isnada bakmalarına hacet bırakmadı. Selef inkıraz bulup,
birinci asır sona erince, bütün ilimler bir sanat haline geldi. Fakih ve
müçtehitler, delillerden hüküm istinbâtında bu kanun ve kaidelerin tahsiline
ihtiyaç hissettiler ve bunları yazarak ‘’usulü'l fıkh’’ adını verdiler".
Aynı şekilde tefsir usulü ilmi de,
Hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimlerindendir.
Bilindiği gibi Kur’an ilimleri ilk dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh,
garibu’l Kur’an vb. Belli alanlarda kaleme alınıyordu. Bu durum giderek
ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını bir araya toplayan kapsamlı eserlerin
yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece erken dönemden itibaren tefsir usulü
niteliğinde eserler meydana getirilmiş oldu. Sahabe devrinde tefsir denilince
daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onların yanında,
Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya Allah’ın elçisinin açıklamalarını ifade
etmek üzere kullanılan bir kavram olarak anlaşılıyordu. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz.
Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha
genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır. Nitekim İmam
Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü Ehli sünne’’
adlı eserinde tefsir ile tevilin farkına işaret ederek, tefsirin ashap,
tevilin de fakihler için söz konusu edilmesi gerektiğini beyan etmektedir.
Netice de, Konuları itibarı ile Kur’an
ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen söz konusu ilimlerin gayesi,
O’nun anlaşılmasına yardımcı olmaktır. Şurası bir gerçektir ki özellikle ‘’usul
ilmi’’ olarak adlandırılan bu esas ve kaideler, geliştirilmesi ve
genişletilmesi düşünülen her ilmin bir anlamda planı konumundadır. Nasıl
plansız olarak herhangi bir üretimi gerçekleştirmek mümkün değilse, belli kaide
ve esasları önceden tesbit etmeden bir bilgiyi düzene koymak da mümkün
değildir. Bu anlamda fıkhın füru alanına giren meselelerin tesbitinde, fıkıh
usulü ilmine ihtiyaç vardır. Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kimseler
hüküm istinbat ederken meseleleri iyi tahlil edemez, böylece de isabetli
sonuçlara varamazlar. Aynı şey hadis usulü ilmi içinde söz konusudur. Zira usul
ve kaideler olmadan hadislerin sahihini sahih olmayanından ayırt etmek, kısacası
bu alanda söz söylemek pek mümkün değildir.
Kur’an’ın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usulü “ ilmine
ihtiyaç vardır.
KAYNAKLAR
1-
Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Usûlü.
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2012.
2-
Albayrak, Halis. Tefsir usulü. Şule
yay. İstanbul. 2014.
3-
Albayrak, Halis. Kur’an’ın bütünlüğü
üzerine. Şule yay. İstanbul.2011.
4-
Dıraz, Abdullah. Kur’an’a giriş. Kitabiyat
yay. İstanbul. 2006.
5-
Tahhan, Mahmud. Ter. Cemal ağırman.Yeni
hadis usulü. Rağbet yay. 2010.
6-
Şa’ban, Zekiyyüddin. Ter. Dönmez ,
İbrahim Kafi. Türkiye diyanet vakfı yay. Ankara.1990
7-
Demirci, Muhsin. Tefsir usulü. M.ü.
ilahiyat vakfı yay. İstanbul. 2015
بسم الله الرحمن
الرحيم والحمد لله رب العالم والصلاة والسلام على اشرف الانبياء والمرسلين
شرف الله هذه الأمة
المحمدية وأكرمها فأنزل عليها كتابه ، خاتم الكتب السماوية. فكان هذا النزول
بواسطة جبريل عليه السلام يهبط به على قلب النبي صلى الله عليه وسلم ليبلغه وحي
الله وفي ذلك يقول الله جل وعلى :
" نزل به الروح الامين على قلبك من المنذرين بلسان عربي امين
".
وبدأ ينزل القرآن على
خاتم الأنبياء صلى الله عليه وسلم مفصلاً ، أن للقرآن ثلاثة تنزيلات :
الأول: إلى الوح
المحفوظ : " إنا أنزلناه في ليلة القدر ".
والثاني : إلى بيت
الغزة في السماء : روى الطبري عن ابن عباس رضي الله عنه قال : أنزل القرآن إلى
سماء الدنيا في ليلة القدر ، في شهر رمضان جملة واحدة ثم أنزل نجوما أي أجزاء
متفرقة . ولهذا كان التنزيل الثالث من السماء الى الدنيا متفرق في مدة ثلاثة
وعشرين سنة والدليل على ذلك في قوله تعالى : " وقرآنا فرقناه لتقرأه على
الناس متفرقا ". كيف كان تعريف هذاه القرآن.
تلقى النبي عليه الصلاة والسلام القرآن المجيد بواسطة
الوحي وقرر القراءة مع جبريل خوفا أن ينساه فأمره الله بالإنساط والسكوت عند قراءة
جبريل عليه السلام ، وطمأنه بأنه تعالى سيجعل هذا القرآن محفوظا في صدره لكي يقرأه
على الناس حتى يحفظوه ويجمعوه بعناية وترتيب .
ولجمع القرآن معنيان:
الحفظ والكتابة.
ولقوله تعالى :"إن علينا جمعه وقرآنه" يدل على جمع القرآن وحفظه والمعنى كتابته كله مع ترتيب الآيات والسور.
فالقرآن كله كتب في
عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم غير مجموع في مصحف واحد . فقد أغنى عن ذلك حفظ
الصحابة له في صدورهم كمان وفقهم عليها الرسول صلى الله عليه وسلم ونبههم الى
مواضيعها بتوقيف من الله.
قال الزركشي : وإنما
لم يكتب في عهد النبي صلى الله عليه وسلم لئلا يقضي الى تغييره في كل وقت فلهذا
تأخرت كتابته الى أن كمل نزول القرآن بموته صلى الله عليه وسلم .
يبدو أن تسمية القرآن " بالمصحف" نشأت على عهد أبي
بكر رضي الله عنه، فلما جمعوا القرآن
كتبوه على الورق ، فقال أبو بكر :التمسوا له إسما فقال بعضهم ( السفر ) وقال بعضهم ( المصحف ). فاجتمع رأيهم على
تسمية المصحف لأن السفر تسمية اليهود .
وكان كل ما يكتب يوضع
في بيت رسول الله صلى الله عليه وسلم ، وينسخ الكتاب لأنفسهم نسخة منه فتعاونت نسخ
هؤلاء الكتاب والصحف التي في بيت النبي صلى الله عليه وسلم مع حافظة الصحابة
والأميين وغير الأميين على حفظ القرآن وصيانته مصدقا لقوله تعالى :
"إنا نحن نزلنا الذكر وإنا له
لحافظون ".
حفظ القرآن :
أوتي حفظ القرآن لرسول
الله صلى الله عليه وسلم قبل الجميع فكان عليه السلام سيد الحُفاظ وأول الجُماع.
يذكر البخاري في صحيحه
أن عهد الحُفاظ في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم لا يزيد عن السبعة وأن
أسماؤهم لا توجد في رواية واحدة وإنما تُجمع في ثلاث روايات:
· الأولى: عن عبد الله ابن عمر ابن العاص سمع
رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: "خذو القرآن من أربعة : عبد الله ابن مسعود – سالم-
معاذ – أُبي ابن كعب.
· الثانية عن قُتادة: لقد سأل أنس ابن مالك على
جُمّاع القرآن في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم فهم : أُبي ابن كعب - معاذ ابن جبل -
زيد ابن ثابت – أبو زيد.
· والثالثة من ثابت عن أنس: أبو الدرداء – معاذ - زيد ابن
ثابت – أبو زيد.
أما السعيد ابن عبيد
الملقب بالقارئ: لم يكن في روايات البخاري الثلاث ووجد في الإصابة لابن حجر.
5
تلاوات القرآن :
أما فيما يخص قراءة
القرآن اشتهر من الصحابة سبعة:
عثمان بن عفان – علي بن ابي طالب – أُبي ابن أبي كعب –
زيد ابن ثابت – عبد الله ابن مسعود – أبو الدرداء – أبو موسى الأشعري.
وكان بعض من الصحابة
طلاب أُبي ابن كعب منهم: أبو هريرة – ابن عباس – عبد الله ابن سائب – وكان ابن
عباس تلميذ زيد ابن ثابت أيضاً، وهكذا تكونت في العصر النبوي شبه مدرسة لتحفيظ
القرآن ودراسته، ويؤكد ابن الجزري (توفي 833 هجري) أن الاعتماد في نقل القرآن على
حفظ القلوب والصدور لا على خط المصاحف والكتب أشرف خصيصه من الله تعالى لهذه الأمة
والدليل على هذا يوجد في صحيح مسلم عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: "إن ربي
قال لي :" قم في قريش فأنذرهم ، فقلت له أي رب اذن
يثلغوا راسي حتى يدعوه خبزة " ( يشدخ الرأس ) فقال : اني مبتليك ومبتل بك ، و
منزل عليك كتاباً لا يغسله الماء تقرؤه نايماً ويقظاً ...... " الحديث .فيفهم من هذا الحديث أن القرآن يُقرأ عن ظهر قلب فلا يحتاج
جامعه إلى النظر في صحيفة كُتبت بالمِداد الذي ينطمس ويزول إذا غُسل بالماء.
كتابة القرآن :
اتخذ جمع القرآن
بالكتابة ثلاثة أشكال في ثلاثة عهود:
· عهد النبي صلى الله عليه وسلم،
· عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه ،
· وعهد عثمان بن عفان رضي الله عنه.
· أولاً عهد الرسول صلى الله عليه وسلم:
يوجد ما بين كتاب
الوحي: الخلفاء الأربعة – معاوية - زيد بن ثابت – أُبي بن كعب – خالد بن الوليد –
وثابت بن قيس.
كان النبي صلى الله
عليه وسلم يأمر بكتابة كل ما ينزل من القرآن حتى تظاهر الكتابة جمع القرآن في
الصدور، قال زيد بن ثابت: كُنا عند رسول الله صلى الله عليه وسلم نألف القرآن من
الرقاع (وقد تكون من جلد أو ورق ) كما كتب القرآن كذلك على الحجارة أو العسب (جريد
النخل) أو الاكتاف (عظم البعير أو الشاة) والخشب والجلد.
أما عن ترتيب الآيات
والبسملة فليس لأحد دخل في ترتيب آيات القرآن بعد أن وقف جبريل رسول الله صلى الله
عليه وسلم على ترتيبها ووقف النبي صلى الله عليه وسلم بدوره كتبة الوحي على ذلك.
أخرج أحمد بإسناد حسن
عن عثمان بن أبي العاص قال: كنت جالساً عند رسول الله صلى الله عليه وسلم لما قال:
"أتاني جبريل فأمرني أن أضع هذه الآيه هذا الموضع من هذه السورة: "إن الله يأمر بالعدل والإحسان
وإيتاء ذي القُربي" إلى آخرها.
كذلك كثيراً من
الأحاديث تصور رسول الله صلى الله عليه وسلم يُملي القرآن على كُتاب الوحي ويوقفهم
على ترتيب الآيات، والترتيب التوقيفي يظهر في خطبة الجمعة أو في قراءة القرآن وقت
الصلاة أو في وضع البسملة في أوائل الآيات.
ويقول الزركشي أن
ترتيب بعض السور ليس هو أمراً أوجبه الله بل أمر راجع إلى اجتهادهم واختيارهم
ولهذا كان لكل مصحف ترتيب وهو قول لا يجب أن يسلم على شكله لأن الصحابة اشتهدوا
بكتابة المصاحف كما كانو يسمعوا من النبي صلى الله عليه وسلم وذاك لأنفسهم فقط
ولمصاحفهم الخاصة ليس للناس حتى اجتمعت الأمة على ترتيب عثمان وتركوا مصاحفهم
الفردية .ولو كانوا يعتقدوا أن الأمر مفوض إلى اشتهادهم لاستمسكوا بترتيب مصاحفهم
.
· ثانياً جمع القرآن في عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه:
كُتب القرآن كله على
عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم إلا أنه كان مفرق الآيات والسور وأول من جمعه في
صُحف مرتبة هو سيدنا أبو بكر. كان صلى الله عليه وسلم يأمر بكتابة القرآن ولكنه
كان مفرقاّ في الرقاء والأكتاف والعسب فجُمعت أوراقه في بيت الرسول صلى الله عليه
وسلم فجمعها وربطها بخيط حتى لا يضيع منها شيء .
في سنة 12 هجري كان
جمع أبي بكر للقرآن بعد موقعة اليمامة حيث استُشهد فيها سبعون من حُفاظ القرآن من
الصحابة فخاف عمر بن الخطاب أن يذهب كثيراً من القرآن فاقترح أبي بكر أن يجمع
القرآن، استنكر أبو بكر قائلاً: كيف نفعل ما لا يفعله رسول الله. ففكروا في هذا
الأمر حتى شرح الله صدر ابي بكر بذلك. فطلب أبو بكر من زيد بن ثابت أن يجمع القرآن
كما كان يكتب الوحي لرسول الله صلى الله عليه وسلم وقد قام زيد بعد أن أقنعه أبو
بكر بأنه شيء خير وشرح الله صدره كما مع أبو بكر وعمر ، فأجمعه من العسب وصدور
الرجال.
فأمر أبو بكر الجمع
فكان لا بد قبول الآيات من شاهدين: الحفظ والكتابة. فكانت الصحف عند أبي بكر حتى
توفاه الله ثم صارت عند عمر ثم حفصة بنت عمر. حيث ترك سيدنا عمر الخلافة شورى
للمسلمين فلم يكن عثمان هو الخليفة ليترك معه وكانت حفصة هي زوجة الرسول صلى الله
عليه وسلم وحافظة القرآن وتعلم القراءة والكتابة .
وقد قال علي ابن ابي طالب كرم الله وجهه : أعظم
الناس في المصاحف أجرا هو ابو بكر رحمه الله وهو اول من جمع الكتاب .
· ثالثاً جمع القرآن في عهد عثمان :
اتسعت الفتوحات
الإسلامية وتفرق المسلمون في الأقطار واشتهر في كل بلاد من البلدان الإسلامية
قراءة الصحابي الذي علمهم القرآن.
أهل الشام ابي بن كعب
- أهل الكوفة عبد الله بن مسعود- والآخرين ابن موسى الأشعري - وكان بينهم اختلاف
في حروف الأداء حتى كان يصل الأمر إلى النزاع والشقاق، فقرر أن يستنسخ أمير المؤمنين
مصاحف عديدة ويبعث إلى كل بلد مصحف منها، وأمر الناس بإحراق ما عداها.
اختار عثمان أربعة من
خيرة الصحابة وثُقاة الحُفاظ زيد بن ثابت – عبد الله بن الزبير – سعد بن العاص –
عبد الرحمن بن هشام – لهذا الجمع.......
· المصاحف العثمانية في طور التجويد والتحسين :
كانت المصاحف
العثمانية خالية من الشكل والنقط وضل الناس يقرؤون القرآن في مصحف عثمان بضع
وأربعين سنة حتى خلافة عبد الملك وكثرة التصحيفات وانتشرت في العراق .
فكانت القراءة في بعض
كلمات القرآن وحروفه تتغير بعد اختلاط الناس بغير العرب وبدأت العجمة تمس سلامة
لغتهم . ففي سنة 65 هجري خاف بعض رجال الحكم أن يتترق التحريف الى النص القرآني
اذا ضلت المصاحف غير مشكولة ولا منقوطة ، ففكرو بأحداث أشكال معينة تساعد على
القراءة الصحيحة ، وفي هذا المجال يذكر كل من عبد الله ابن زياد (توفي سنة 67)
والحجاج ابن يوسف الثقفي (توفي سنة 95)......
أما النص القرآني نفسه
فلا يتغير فيه شي لأنه مجموع في صدور العلماء ، يأخذه بعض عن بعض بالتلقي
والمشافهة ، وتحسين الرسم القرآني لم يتم دفعة واحدة .........
· تفسير نشأته وتطوره :
التفسير مر باطوار
كثيرة حتى صار الان بكثير من المؤلفات النبي صلى الله عليه وسلم هو اول شارح لكتاب
الله يبين للناس ما نزل على قلبه او ما اوحى اليه .
الصحابة كانو يجرؤون
على تفسير القران وهو عليه السلام معهم يتحمل هذا العبئ العظيم ويئديه حق الاداء
حتى فارقهم ولحق عليه السلام بالرفيق الاعلى.
المفسرون من الصحابة
كثيرون وأشهرهم عشرة :
الخلفاء الاربعة – ابن
مسعود –ابن عباس – ابي ابن كعب – زيد ابن ثابت – ابو موسى الاشعري – وعبد الله ابن
الزبر - . وكان ابن عباس أشهر وأقوى مفسر وشهد له رسول الله صلى الله عليه وسلم
بالعلم ودعى له :" اللهم فقهه في الدين وعلمه التأويل " وسماه ترجمان القرآن .
روي عن بعض المفسرين
من الصحابة مثل أبي هريرة وأنس ابن مالك وعبد الله ابن عمر وجابر ابن عبد الله
والسيدة عائشة أم المؤمنين إلا ما روي عنهم قليل بالنسبة الى العشرة السابقين.
فنشأت من مكة والمدينة المنورة والعراق طابقة من المفسرين .
أهل مكة كانو أعلم الناس
بالتفسير لأنهم أصحاب ابن عباس .
علماء التفسير من أهل
المدينة كمثل زيد ابن اسلم وفي الكوفة أصحاب ابن مسعود
أما التابعين فقد
جمعوا أقوال من تقدمهم وصنفوا التفاسير وكانو بذلك أرهاصا لابن جرير الطبري الذي
يوشك المفسرون جميعا من بعده أن يكونوا عالة عليه.
وكان من التفسير ما
يسمى:
· بالتفسير المأثور وهو يرجع الى الصحابة
والتابعين وتابعيهم
· والتفسير بالراي يعني بالتفكر
واجل التفاسير
بالمأثور هو تفسير ابي جرير الطبري ويسمى كتابه جامع البيان في تفسير القرآن ومن
خصائصه انه عرض فيه لأقوال الصحابة والتابعين .
وتفسير الشيخ ابن كثير
المتوفي سنة ( 744هـ) يقرب تفسير الطبري ويوافقه في بعض الأمور وكان تفسيره باسط في العبارة واضح
في الفكرة ودقيق في الإسناد .
لكن الصحيح في
الروايات قد اختلط بغير الصحيح (الدس على الإسلام من طوف اليهود والفرس وتشويه
تعاليمهم ).
فكان على المفسر
بالمأثور أن يدقق في تعبيره وأن يحترس في روايته ويحتاط كثيرا في ذكر الأسانيد.
والتفسير بالرأي قد
ينقسم إلى أربعة :
الأول: النقل عن رسول
الله صلى الله عليه وسلم مع الإنتباه بين الضعيف والموضوع.
الثاني : الأخذ بقول
الصحابي.
الثالث : الأخذ بمطلق
اللغة.
الرابع : الأخذ بما
يقتضيه الكلام ، ويدل عليه قانون الشرع وهذا هو النوع الذي دعى به النبي صلى الله
عليه وسلم ابن عباس في قوله : " اللهم فقهه في الدين وعلمه التاويل".
وأشهر التفاسير التى
تتوافر فيها هذه الشروط منهم تفسير الرازي المتوفي (606هـ) في كتابه "مفاتيح الغيب "، وتقسير البيضاوي المسى "أنوار
التنزيل وأسرار التأويل" ، وتفسير أبي السعود المسى " إرشاد العقل
السليم إلى مزايا القرآن الكريم "
الحديث النبوي
أو السنّة النبوية، عند أهل السنة والجماعة هو ما ورد عن الرسول محمد بن عبد الله من قول أو فعل أو تقرير أو
سيرة سواء قبل البعثة أو بعد الوحي والحديث
والسنة عند أهل السنة والجماعة هما المصدر الثاني من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن
.وذلك أن الحديث خصوصا والسنة عموما يظهران لقواعد وأحكام الشريعة ونظمها ، وموضحان لبيانه
ومعانيه ودلالاته. كما جاء في سورة النجم :" وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى ."
فالحديث النبوي هو بمثابة القرآن في التشريع من حيث كونه وحياً أوحاه الله
للنبي ، والحديث والسنة مرادفان للقرآن في الحجية ووجوب العمل بهما ، حيث يستمد
منهما أصول العقيدة والأحكام المتعلقة بالعبادات والمعاملات بالإضافة إلى نظم الحياة من أخلاق
وآداب وتربية.
قد اهتم العلماء على مر
العصور بالحديث النبوي جمعا وتدوينا ودراسة وشرحا. كان الهدف الأساسي منها حفظ
الحديث والسنة ودفع الكذب عن النبي وتوضيح المقبول والمردود مما ورد عنه.
الفرق بين الحديث القدسي والنبوي
الفرق بين الحديث القدسي
والأحاديث النبوية الأخرى أن هذه نسبتها إلى النبي، وحكايتها عنه، وأما الحديث
القدسي فنسبته إلى الله، والنبي يحكيه ويرويه عنه، ولذلك قيدت بالقدس أو الإله،
فقيل : أحاديث قدسية أو إلهية، نسبة إلى الذات العلية، وقيدت الأخرى بالنبي .
فقيل فيها أحاديث نبوية نسبة إلى الرسول
صلى الله عليه وسلم، وإن كانت جميعها صادرة بوحي من الله عز وجل، لأن الرسول صلى
الله عليه وسلم لا يقول إلا الحق .
الأحاديث الواردة في التدوين
قد ورد النهي عن كتابة
الحديث في أحاديث مرفوعة وموقوفة، كما ورد الإذن بها صريحة عن النبي. فمن الأحاديث
الواردة في النهي ما رواه الإمام مسلم بن الحجاج في صحيحه، قال:
«حدثنا هداب بن
خالد الأزدي حدثنا همام عن زيد بن أسلم عن عطاء بن يسار عن أبي سعيد الخدري أن
رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: «لا تكتبوا عني ومن كتب عني غير القرآن فليمحه وحدثوا
عني ولا حرج»[124]»
وما رواه أحمد في مسنده قال حدثني إسحاق بن عيسى حدثنا عبد الرحمن بن زيد عن أبيه عن عطاء بن يسار عن
أبي هريرة قال: كنا قعودا نكتب ما نسمع من النبي صلى الله عليه وسلم فخرج علينا
فقال: «ما هذا تكتبون»؟ فقلنا: ما نسمع منك. فقال: «أكتاب مع كتاب الله»؟ فقلنا: ما نسمع. فقال: «اكتبوا كتاب الله، أمحضوا كتاب
الله، أكتاب غير كتاب الله. أمحضوا كتاب الله أو خلصوه». قال: فجمعنا ما كتبنا في
صعيد واحد ثم أحرقناه بالنار قلنا: أي رسول الله، أنتحدث عنك؟ قال: نعم، تحدثوا عني ولا حرج ومن كذب علي متعمدا فليتبوأ
مقعده من النار.
ومن الأحاديث الواردة في
إباحة الكتابة ما رواه أبو داود والحاكم والدارمي وأحمد وابن أبي شيبة عن عبد الله بن عمرو، قال:
كنت أكتب كل شيء أسمعه من
رسول الله صلى الله عليه وسلم أريد حفظه فنهتني قريش وقالوا: أتكتب كل شيء تسمعه
ورسول الله صلى الله عليه وسلم بشر يتكلم في الغضب والرضا؟ فأمسكت عن الكتاب فذكرت
ذلك لرسول الله صلى الله عليه وسلم فأومأ بأصبعه إلى فيه فقال اكتب فوالذي نفسي بيده ما يخرج
منه إلا حق
يقسم الأحاديث المضافة إلى
رسول الله صلى الله عليه وسلم قولا أو فعلا أو تقريرا أو صفة إلى ثلاثة أقسام :
·
الصحيح.
·
الحسن .
·
الضعيف.
·
أ- الحديث الصحيح.
·
وقد اشتمل التعريف على
هذه الشروط للحديث الصحيح ، وهي خمسة
نوضحها فيما يلي:
·
أولاً: اتصال السند : وهو
أن يكون كل واحد من رواة الحديث قد سمعه ممن فوقه.
·
ثانيا: عدالة رواته :
والعدالة ملكة تحمل صاحبها على التقوى، وتحجزه عن المعاصي والكذب وعما يخل
بالمروءة، والمراد بالمروءة عدم مخالفة العرف الصحيح.
·
ثالثا: الضبط : وهو أن
يحفظ كل واحد من الرواة الحديث إما في صدره وإما في كتابه ثم يستحضره عند الأداء.
·
رابعا: أن لا يكون الحديث
شاذاً، والشاذ هو ما رواه الثقة مخالفاً لمن هو أقوى منه.
·
خامسا: أن لا يكون الحديث
معللاً، والمعلل هو الحديث الذي اطلع فيه على علة خفية تقدح في صحته والظاهر
السلامة منها.
قال الإمام
المحدث الفقيه الولي الصالح النووي رحمه الله :-
وإذا قيل في حديث: إنه صحيح فمعناه ما ذكرنا، ولا يلزم أن يكون مقطوعا به في نفس
الأمر وكذلك إذا قيل: إنه غير صحيح، فمعناه لم يصح إسناده على هذا الوجه المُعتبر،
لا أنه كذب في نفس الأمر، وتتفاوت درجات الصحيح بحسب قوة شروطه،
·
ب - الحديث الحسن .
قال الإمام المحدث الفقيه اللغوي أبو سلمان الخطابي الشافعي
رحمه الله تعالى في تعريفه :
الحديث عند أهله ثلاثة أقسام: صحيح وحسن وضعيف، فالحسن ما عُرف مخرجه واشتهر
رجاله، وعليه مدار أكثر الحديث وهو الذي يقبله أكثر العلماء وتستعمله عامة
الفقهاء، وقال الإمام الكبير أبو عيسى الترمذي رحمه الله: الحسن الذي لا يكون في
إسناده من يُتهم ولا يكون حديثاً شاذاً ويُروى من غير وجه نحوه،
جـ - الضعيف.
وهو ما لم يجتمع فيه شروط الصحيح ولا شروط الحسن المتقدمة،
·
مباحث في علوم القرآن تاليف الدكتور صبحي صالح
·
علوم الحديث ومصتلحه الدكتور صبحي صالح
MUKAYESELİ
TARİHLER/USULLER KIRAATİ HÜLASASI
ZEKARİYA EFE
14922723
DOKTORA
Bilindiği gibi Kur’ân
23 yıl gibi uzun bir sürede inmiştir. Bununla beraber İslam’ın dininin ilke ve
prensipleri de böylece uzun bir zaman dilimine yayılarak tamamlanmıştır. Bu
dönemde İslami ilimlerden söz edilmesi yerine inan ayetlerin anlaşılması için
çaba gösteren insanlar örnek bir model olan peygamberin söz ve davranışlarına
bakmışlardır. İşte bu davranış zamanla bazı ilimlerin ortaya çıkmasına vesile
olmuştur.
Tefsir, Hadis, Fıkıh ve
İslam Tarihi gibi İslâmî bilim dalları, farklı zamanlarda gelişim göstererek
sistemleşmişlerdir. İlk zamanlar bu ilim dalları birbirinden tamamen keskin
çizgilerle ayrılmış değillerdir. Zira tefsir, fıkıh ve hadis ilmi iç içe bir
gelişim göstermektedir. Zira fakih sahabeler aynı zamanda müfessir ve
hadisçidir. İlk dönemde hele kuran ilimlerini ayırt etmek neredeyse
imkânsızdır. Zamanla ihtiyaç duyuldukça ilim dalları da gelişim göstermeye
başlamıştır. Tedvin dönemiyle birlikte ilim dalları oluşmaya başlamış ve telif
edilen eserler arasında tefsir ilmi olarak anlaşılan sebeb-i nüzul ilmi de
kendisini göstermektedir.[1]
Bütün bu çalışmalar yüce Allah’ın muhatabı olan insanın kendisine
gönderilen kitabı en güzel bir şekilde okuyarak muradi ilahiyi anlamaya
çalışmaktır. Bunun için her kitap ve ilim bir kitabı anlamak için ortaya çıkmış
olmaktadır. Bu gayret vahyin indiği günden başlayıp kıyamete kadar devam
edecektir. Amaç Kur’ân’ı anlamak, kavramak ve yaşamak olunca insanın aklına
mübelliğ, mübeyyin ve müfessir olan hz. Peygamber gelmektedir. Zira her zaman olduğu gibi edebi, felsefi ve
ilmi eserleri en iyi açıklayanlar onları en iyi anlayanlar olduğu aşikârdır.
Kaldı ki, Kur’ân insan ürünü edebi veya kültürel bir eser de değildir. İlahi
kitap olan Kur’ân’ı Müslümanlar, hatta bütün insanlar anlamak, kavramak ve
yaşamak için Hz. Peygamberin, onun öğrencilerinin nasıl anladıklarını izah eden
bir açıklamaya muhtaçtırlar.[2] Bu
nedenle tefsirde rivayetler çok önem arzetmektedir.
Bütün insanlık için prensip ve ilkeler ihtiva eden bu kitap, fıkıh ilminin
ortaya çıkmasına esas teşkil etmiştir. Zira insanların bütün ihtiyaç ve sorunlarını
sıralamasına ve maddeler halinde saymasına imkân yoktur. Bu sorunlar ancak onun
koyduğu ilkeler ışığında ele alınarak çözüme kavuşturulmuş ve kavuşturulmaya da
devam edecektir.[3]
Burada devreye Hz. Peygamberin ve ashabının hayatı devreye girmektedir ki bu
İslam tarihinin bu anlayış içerisinde önemli bir yerinin varlığını ortaya
koymakta, ayrıca peygamberin söz ve davranışları bu kitabı anlamakta önem arz
ettiğinden hadis ilminin doğuşuna zemin hazırlamıştır. İşte bu ihtiyaçlar ve
zorunluluklar Kur’ân etrafında teşekkül eden ilimleri zamanla ortaya çıkmıştır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde tefsir ilminin ortaya çıktığı zamanı Kur’ân’ın
ilk muhatabı olan Rasûlullah dönemi olarak söylememiz doğru olacaktır. Yaşam
tarzı olarak vahyi kendilerine sistem olarak seçen ashap ve tabiinin tefsire
verdikleri önemin müstesna bir yeri olduğunu görmekteyiz.[4] Böylece
şifahi olan tefsir geleneği tabiin dönemiyle tedvin edilmeye başlamıştır.
HZ. PEYGAMBERİN DEVRİNDE TEFSİR
Hz.
Peygamber kendisine vahyedilen Kur’ân’ı muhataplarına okuyor, anlamadıkları
yeri de onlara beyan ediyordu.[5] İlk
muhatapların dilleri Arapça olduğundan tefsire çok fazla gerek duyulmuyordu.
Çok az bir kısmını anlamadıklarında da peygamber devreye girerek ihtiyaç
duydukları açıklamayı alma imkânı buluyorlardı. Buna ilaveten sahabe içerisinde
anlayış, kültür, ilmi seviye ve medeniyet farklılıkları dolayısıyla kısmen
tefsire ihtiyaç duyulsa da bu ihtiyacı gerek ilmi gelişme gösteren önde gelen
sahabeler, gerekse Hz. Peygamber bu ihtiyacı karşılıyorlardı. Böylece Kur’ân’ın
indiği bu dönemde anlamadıkları ayetlerin manalarını açıklayan, bilmedikleri
ameli hükümleri uygulayarak örnek olan dini ilimlerin otoriter yapısını temsil
eden peygamber ve onun yetiştirdiği sahabe vardı. Bu nedenle sorunlar kolayca
çözüme kavuşuyordu.
Peygamber döneminde tefsir faaliyetini şu şekilde
sayabiliriz;
1- Ayetlerden bazılarını okuyarak tefsir ederdi.
2- Sorulara cevaplar vererek açıklama yapardı.
3- Konuştuğuna delil olarak ayetler okuyarak açıklardı.
4- Kendisi soru sorarak tefsir etmeye başlardı.
Peygamber tefsir yöntemini şu şekilde
maddeleştirebiliriz:
1- Mücmel olan ayetleri açıklamak.
2- Müphem olanı izahatla açığa çıkarmak.
3- Mutlak anlamı kayıtlamak.
4- Müşkilatı gidermek.
5- Uygulanması istenen davranışı uygulayarak öğretmek.[6]
İşte
sünnetin kuran açısından bu fonksiyonu ileride farklı bir ilim dalı olarak
karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla hem ayetlerin açıklanması yani beyan görevini
üstlenecek ve hem de şariin iradesi konusunda teşri görevini üstlenmiş olarak
hizmet etmeye devam edecektir.[7]
SAHABENİN TEFSİRDEKİ YERİ
Hz. Peygamberden sonra
tefsir sahasında sahabe önem kazanmıştır. hadis ve nüzul sebeplerini müşahede
edip, hükümlerle aralarında münasebet kurabilmeleri, tefsir ilminde ayrıcalıklı
bir yerlerinin olmasını sağlamıştır. Sahabe Peygamberimiz (s.a.v.)den sonra
siyasi karmaşayla birlikte İslam’ın kaynakları olan ilimleri de bizlere
aktarmasını bilmişlerdir. Topladıkları bilgi malzemeleri kısmen yazılı ve
çoğunluğu ise şifahi olarak nesillere aktarılarak yazıya geçirilinceye kadar
devam etmiştir.
BU
DÖNEMDEKİ TEFSİR KAYNAKLARI
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için
tefsirin dört kaynağı bulunduğunu görmekteyiz. Bunlar;
1-Kur’ân-ı Kerim,
2- Hz. Peygamber,
3-İctihâd ve
4- Re’y
Sahabe Arasında bazı isimler diğer ilimlerde olduğu
gibi Tefsir İlminde de öne çıkmışlardır. Bu isimleri şu şekilde sayabiliriz:
Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Ali b. Ebî Tâlib, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hz. Aişe
bt. Ebubek, Hz. Ubey b. Ka’b, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Ebû Musa
el-Eş’arî, Hz. Abdullah b. ez-Zübeyr.
Tabiin dönemi ilimlerin tedvin dönemidir. İslâm’ın
fetihlerle geniş sahalara yayılması dolayısıyla ister arap olsun ister olmasın
yeni Müslümanlar ortaya çıkmış ve onların sahabe ve onların öğrencileri gibi
Kur’an’ı anlamaları da mümkün değildi. Bu nedenle onlardaki Kur’ân’ı anlama ve
İslam’ı yaşama hevesleri ilme sürüklemiş, zamanla ilimde zirve yapan mevaliler olmuştur.
İslam’a yeni giren milletlerin İslam’ı öğrenmeye olan arzuları yanında
Arapların idarecilikle uğraşmayı ilme tercih ederek ilimle uğraşmayı bir
eksiklik olarak gördüklerinden bu dönemde ilim ve bilhassa tefsir sahasında
temayüz eden şahısların çoğunluğunun Arap olmadıklarını görmek mümkündür.
Sahabenin İslâmî ilimlerdeki rolü kendilerinden sonra mevalilerine miras olarak
kalmıştır. Hal böyle olunca Mevaliler, doğal olarak tefsirlerine kendi
kültürlerini de eklemişlerdir. Tabiûnlar, tefsiri sahabeden işitmek suretiyle
nakletmiş, sema olmayan hususta da, içtihatlarına müracaat etmişlerdi. Artık
tefsir tabakadan tabakaya intikal etmeye başlamış, her tabakanın fertlerinin
kültür durumları değişik olduğundan, gerek tabakalar ve gerekse fertler ona
yeni bir şeyler katmışlardır. Onlar re'y ile yapmış oldukları tefsirlerde,
sadece kendi fikirlerini beyan etmemiş, bununla beraber, aynı zamanda
yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, yaşayışlarını, geleneklerini ve
hurafeleriyle birlikte aksettirmişlerdir.[8]
Bazı Meşhur Tabiûn Müfessirlerşu şekilde saymamız
mümkündür; Said b. Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime, Muhammed b. Kab el-Kurezî
ve Zeyd b. Eslem, Alkame, Mesruk, Hasan Basrî, Katade ve İbrahim Nehaî’dir.[9]
HADİS TARİHİ
VE USULÜ
Hadis lügat manası yeni, haber,
tebliğ gibi manalara gelir. Kur’an’da, Kur’an anlamında da kullanılmıştır.
Istılah olarak, söz, fiil, ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadis Kur’an’dan sonra gelen asli
delillerdendir. Yani Kur’an’dan sonra en önemli kaynaktır. Hadisleri en
sağlıklı bir şekilde sonraki nesiller aktaran sahabelerdir. Bu aktarmayı
şifahen gerçekleştirmişlerdir. Hz. Resulullah(sav) yazıya geçirilmesini yasaklamasının
sebepleri arasında, yazı bilenlerin azlığı, Kur’an’a karışma tehlikesi sebepler
önem arz eder.
Ancak Resulullah’ın döneminde Hz.
Ebu Bekr, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Ali b.Ebi Talib, Ebu Hureyre gibi
sahabilerin sahifelerine rastlanmaktadır.
Fütuhatın artmasıyla İslam toprakları
genişlemiş, bunun sonucu olarak da ; Medine, Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır’da
ilim merkezleri kuruldu.
Hicri 2. Asır Hadis ilminin teşekkülünün
başlangıcıdır. Bu asırda siyasi çalkantılar, ilhadi hareketleri ve de İtikadi
mezhepleri doğurdu. Cerh ve Ta’ dil hareketi yine bu dönemde baş göstermiştir.
Hicri 3. Asır tedvin ve tasnif
hareketinin altın çağını yaşadığı çağdır. Bu asırda Siyer ve Meğazi
eserleri, Sünenler, Cami’ler, Musannefler, Müsnedler yine bu asırda yazılmıştır.
Bu devir bir bakıma Kütüb-i Sitte devridir.
Hadis usulü ;hadis tenkidinin temel kurallarını
belirler ve hadis usulüne ait temel kavramlarını belirler. Ve tanımını yapar.
Hadis Usulü Mustalahu’l Hadis olarak da tanımlanır.
Hadis Usul’ünde Rical İmi önemli bir
yer alır. Racul (adam) kelimesinin çoğulu olan Rical ilmi ;hadis ravileri’nin
hadis rivayetine ehil olup olmadıklarını incelemeye yönelik gereken bilgiyi
derlemek, korumak ve değerlendirmek üzere zuhur etmiştir. Ayrıca Cerh ve Ta’dil
olarak da adlandırılır.
İlelü’l- Hadis, Garibu’l- Hadis, İhtilafu’l- Hadis
ilimleri Hadis Usulünün kategorisindeki disiplinlerdir.
FIKIH TARİHİ
Fıkıh, anlamak,
kavramak, idrak etmek demektir. Fıkıh kelimesini aynı manayı ifade eden kelimelerden
ayıran özelliği, anlayışın derinlemesine olması ve söyleyenin maksadını da
içine almasıdır.
Fıkıh kelimesi
dönemlere göre mefhumunu değiştirmiş, o devrin insanlarınca kullanımına göre
farklı anlamlar ifade etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında itikat, ahlak,
ibadet, muamelat gibi birçok mesele için fıkıh kelimesi kullanılırdı. İlim
kelimesi de bu devirde aynı manaya gelirdi.
Daha sonra itikat,
tefsir gibi disiplinler hususi birer ilim olarak genişlediklerinde fıkıh,
kişinin ameliyle sınırlandırılmıştır. Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife
önceleri fıkhı, “Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir” şeklinde
tarif ederken, sonraki dönemlerde “amel bakımından” ifadesini de eklemiştir.
İmam Şafiî ise “Dinin amelî hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak
elde edilen bilgidir” şeklinde tarif ederek, fıkhın usulüne de işaret etmiştir.
Fıkıh usulünün ilk
kaynağından günümüze kadar hangi safhalardan geçtiğine ve nasıl bir değişime ve
gelişme gösterdiğine bakalım.
HZ. PEYGAMBER ( S.A.V ) DÖNEMİNDE FIKIH
Diğer tüm ilimlerin
olduğu gibi fıkıh ilminin de ilk ve en büyük kaynağı tartışmasız Kur’an’dır.
Vahyin ilk muhatabı olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) ise Kur’an’ın ilk ve en
yetkili müfessiridir. Bu bağlamda düşünecek olursak Hz. Peygamberin (s.a.v.)
Kur’an’ı Cebrail’den (as.) aldığı gibi sahabeye nakletmesi ve bunu açıklayıcı
söz, fiil ve takrirlerde bulunması fıkhın temelini oluşturur.
Kur’an’ın indiriliş
sürecini mercek altına aldığımızda Mekke ve Medine’de inen ayetlerin içerik
bakımından birbirinden farklı olduğunu görmekteyiz. İslam’ın ilk yıllarını ve
yayılma sürecini geçirdiği Mekke döneminde daha çok itikat ve ahlak ile alakalı
ayetler inmiş, Sahabenin çalkantılı ve şiddet dolu bu döneme sabretmesini,
inançlarını yitirmemelerini telkin eden, imanlarını kuvvetlendirip, cennette
kavuşacakları nimetleri müjdeleyen haberler gelmiştir.
Medine dönemine
baktığımızda ise; oruç, zekât, hac, kurban, miras, nikâh alkollü içkilerin ve
faizin yasaklanması ve kısas gibi İslami yaşamın önemli unsur ve nişanelerinin
yürürlüğe koyulduğunu görüyoruz.
Allah-u Teâlâ
insanların dini sindirerek ve fıtri özelliklere aykırı düşmeyecek şekilde
benimsemeleri ve hayatlarına geçirmeleri için tedrici ve uygulamalı bir metot
uygulamış, Rasulullah’ı da (sav.) bu emir ve yasakların uygulamasında yegâne
örnek olarak insanlığa sunmuştur. Bu yüzdendir ki yeryüzünde gelmiş geçmiş en
kapsamlı ve en fazla insan topluluğuna hitap edip, günümüze kadar ilk tazeliği
ve şeklini koruyarak gelmiş hukuk İslam Hukuku olmuştur diyebiliriz. Çünkü Roma
Hukuku gibi diğer güçlü ve büyük kitlelere hitap eden hukuk sistemlerinin
yerleşmesi ve tedvin edilmesi yaklaşık bin sene sürerken, İslam Hukuku bu
süreci yalnızca 4 asırda tamamlamıştır.
Her ne kadar çeşitli
beyanlarda İslam Hukukunun diğer hukukların bir uzantısı ve birleşmesi olduğu
söylense de, İslam Hukuku, eski Arap adetleriyle, Roma, İran ve Yahudi
hukukları gibi bölgede bulunan diğer hukuk sistemlerinden hayata yansıyan bazı
uygulamaları ya ıslah ederek bünyesine almış, ya da kati suretle iptal
etmiştir. İslam Hukuku Kur’an ve Sünnet kaynaklı ve doğrudan Şarî’nin iradesi
sonucunda ortaya çıkmış bir yaşam sistemidir.
SAHABE DÖNEMİNDE FIKIH
Allah-u Teâlâ Hz.
Peygamber (sav.) aracılığıyla, Kur’an’ı ve dolayısıyla insanlar üzerindeki iradesini
gönderirken Sahabe büyük bir iştiyakla gelen her hükmü hayatlarına dahil
ediyor, hükmün gerektirdiği her türlü şey hemen yerine getiriliyordu. Bu konuda
en büyük örnekleri elbette Hz. Peygamber’di (sav).
Sahabe hükümleri yerine
getirme hususunda veya karşılaştıkları yeni bir problem neticesinde hemen
Peygamber Efendimize (sav.) başvuruyorlar, Rasulullah da (sav.) varsa bir ayet
ile bu soruyu yanıtlıyor, yoksa Allah’ın hükmünü vermesini bekliyordu. Bu
devirde gelen hükümler genellikle ihtiyaca binaen, sahabenin sorduğu bir soru
veya karşılaşılan bir problem neticesinde vahyolunuyordu. Hz. Peygamberin
(sav.) hanımlarının perde arkasından konuşmaları ve bu hükmün neticede tüm
hanımları kapsaması Hz. Ömer’in (ra.)konuya ilişkin bir konuşması neticesinde
gerçekleştiği bilinmektedir. Ancak Rasulullahın (sav.) ahirete irtihallerinden
sonra sahabe hükümlerin açıklanması ve yeni gelişen problemlerin çözülmesi
konusunda danışacak bir peygamber bulunmadığından kendileri bir takım
içtihatlarda bulundular. İlk Halife olan Hz. Ebu Bekir’den (ra.) itibaren
Hulefa-i Raşidîn, devlet reisi olarak hukuki işlere bakıyor, çeşitli sorunların
çözülmesi hususunda istişare edebilecekleri bir heyeti daima Medine’de
bulunduruyorlardı.
Devlet sınırları
genişledikçe halifeler çeşitli bölgelere vekillerini gönderiyor, buralarda
kadılık yapmaları için görevliler tayin ediyordu. Bu sahabeler arasında Ebu
Musa el-Eş’arî, Amr b. As, Muaviye b. Ebu Sufyan ve İbn Abbas (ra.) örnek
olarak söylenebilir.
Bu dönemde sahabeler
diğer dönemlere nazaran çok az ihtilafa düşüyor, karşılarına bir sorun
getirildiğinde bunu Kur’an, ardından Sünnete bakarak cevaplamaya çalışıyor,
burada bir çözüm yolu bulamazlarsa kendi içtihatlarıyla çözüyorlardı.
Sahabenin tümünün
müçtehit olduğu konusunda beyanlar bulunsa da bu sahabeye yapılan bir
iltifattır. Çünkü sahabenin tümü ilimle meşgul olmuyor, kendi halinde İslam’ı
yaşayan ve ilmi herhangi bir çalışma yapmayan sahabeler de mevcut bulunuyordu.
Bu durumda tüm sahabenin müçtehit olduğunu söylemek doğru olmaz. Ancak dönemin
en büyük müçtehitleri elbette Hulefa-i Reşidindir.
Hz. Ebu Bekir (ra.),
döneminde zekât vermeyeceklerini bildiren bir grup için asker hazırlatmış, Hz.
Ömer (ra.) buna “Rasulullah’tan la ilahe illallah diyenlerle savaşılmayacağını
işittim” diyerek karşı çıkmıştır. Bun rağmen Hz. Ebu Bekir (ra.), “Vallahi
namaz ile zekâtı birbirinden ayırana –birini kabul edip birini reddedene- karşı
savaşacağım. Rasûlullaha verdiklerinden bir keçi yavrusu bile bana eksik vermek
isteyenlerle savaşacağım” demiştir. Hz. Ömer de (ra.) üzerinde düşündükten
sonra Allah’ın Hz. Ebu Bekir’in zihnini açarak meseleyi doğru anlamasını
sağladığını, kendisinin de bu hususta ayı fikirde olduğunu söylemiştir.
Hz. Ömer de (ra.)
içtihat konusunda halifelik süresince büyük işler yapmış, teravih namazının
cemaatle kılınması, Müslüman erkeklerin, Gayrı Müslim kadınlarla evlenmesini
yasaklaması, Müslüman olmayana zekât verme olayını ortadan kaldırması gibi
maslahata hizmet edecek birçok içtihatta bulunmuştur.
Hz. Ömer’in
(ra.)belirlediği halife seçme şurası tarafından İslam devletinin 3. Halifesi
olarak görev yapan Hz. Osman’ın (ra.) da, başta Kur’an’ı tek lehçede yazılmış
nüshalarla çoğaltması, alacaklı kişilerin de zekât vermesi ve hastayken
kocaları tarafından boşanan kadınları mirastan hak sahibi kılması gibi büyük
içtihatları vardır. Hulefa-i Reşidinin sonuncusu Hz. Ali ilmin kapısı olarak
nitelenmiş ve hakemlik konusunda Rasulullah’ın (sav.) duasını almıştır. Hz.
Ömer, Hz. Ali olmadan bir problemle karşılaşmaktan Allah’a sığınıyor,
“Kazâyı en iyi becerenimiz Ali’dir” diyordu.
Bir gün Hz. Ömer’e bir
dava getirildiği nakledilir. Siyah bir çocuk, beyaz bir kadının annesi olduğunu
iddia ediyor, kadın ise siyah birisiyle evlendiğini şiddetle reddediyor,
çocuğun iftira suçuna çarptırılmasını istiyordu. Kadın hiç evlenmediğine dair
şahitler de getirince Hz. Ömer kadının lehine hükmetti ve çocuğun
cezalandırılmasını emretti. Bu sırada Hz. Ali gelip Hz. Ömer’den davayı tekrar
görmek için izin istedi. Sonra çocuğa kadının onun annesi olduğunu inkâr ettiği
gibi kendisinin de oğlu olduğunu inkar etmesini söyledi. Çocuk itiraz edince
kendisinin Hasan ve Hüseyin (ra.) gibi kendi çocuğu olmasını teklif etti. Çocuk
denileni yapınca Hz. Ali kadının velilerinden izin aldı ve mihri kendisi
karşılayarak kadın ve çocuğu nikâhladı. Çocuğa kadını götürmesini, onun artık
karısı olduğunu ve zifaftan sonra kendisine gelmesini söyledi. Kadın durumun
ciddiyetini anlayınca aslında siyah bir adamla evlendiğini, adamın savaşta
ölmesinden sonra, siyah bir çocuğun annesi olmayı kendine yediremediği için onu
bir köleyle gönderdiğini itiraf etti.
Hulefa-i Raşidin
tamamlanıp, içinde sahabe devrinin de biteceği Emevî devri başladığında ilmi
faaliyetler, meclislerde âlimlerin kendi çalışmaları ile yürütülüyordu.
Devletin ilmi çalışmalara bir katkısı yoktu. Ömer b. Abdülaziz haricinde diğer
Emevi hanedanı ilme katkı vermedikleri gibi kendileri de uygulamalarında
nefsani davranıyor, yaşantı ve devleti yönetimleriyle iyi birer örnek
olmuyorlardı. Bu durumda sahabe genellikle Medine’de bulunup, ilim tahsili ve
tedvini ile uğraşıyor, bu davranışlarıyla İslam ilimlerinin devamı için
çabalıyorlardı. Devlet tarafından tahsis edilen kadılar da kendi içtihatlarına
göre hüküm veriyorlardı. Ancak bu dönemde devlet ilmin ve âlimin arkasında
olmadığı için bu tür faaliyetler, kısıtlı olarak sürdürülüyor ve ortaya çıkan
problemlerin çözümleriyle sınırlı kalıyordu. Yani sahabeler yalnızca hâlihazırda
bulunan durumların hükümlerini belirliyor, olabilecek şeyler hususunda fikir
beyanında bulunmuyorlardı.
Emeviler döneminde
yapılan ilmi faaliyetler içinde konularına göre sıralanmış fıkıh kitapları
bulunmaktadır. Ancak bu dönemde yazılan kitaplardan yalnızca Süleym b. Kays
el-Hilalî’nin fıkıh kitabı, Katada b. Di’ame’nin el-Menasik adlı eseri, Zeyd b.
Ali’nin Menasiku’l-hacc ve Adabuhu ve el-Mecmû’ adlı eserleri günümüze kadar
gelmiştir.
TABİİN DÖNEMİ VE SONRASINDA FIKIH
Hicri 712 yılında
Medine’de vefat eden Sehl b. Sad’dan (ra.) sonra sahabe devri bitmiş, artık
sahabeyi gören ve onların ilminden faydalanan neslin devri başlamıştır. Diğer
birçok ilim gibi fıkıh ilmi de bu devirde tedvin ve tasnif edilmiş, genişlemiş
ve gruplara ayrılmıştır. İlk dönemlerde Hz. Ali ile Muaviye arasındaki savaş ve
İslam toplumundaki bölünme Sünnilik, Şiîlik ve Haricilik şeklinde ilk mezhepsel
ayrışmayı beraberinde getirmiştir.
Erken dönemlerde
değişik İslam şehirlerinde, bu şehirlerin adıyla anılan fıkıh okulları
bulunmaktaydı. Şam (Evzaiyye), Kufe, Basra, Medine okulları bunlardan
bazılarıdır. Daha sonra Irak okulu Hanefi, Medine okulu ise Maliki mezhepleri
olarak konsolide olmuş, Şafii, Hanbeli, Zahiri, Ceriri, Sevri ve Evzai
mezhepleri daha sonra ortaya çıkmışlardır. Ve bu fıkhi mezheplerden son üçü
günümüze ulaşamamıştır.
Fıkhî açıdan Sünni
mezhepler dört tanedir.
- Hanefi mezhebi; İmam
Ebu Hanife'nin adını taşıyan mezheptir.
- Şafii mezhebi; İmam
Şafii'nin adını taşıyan mezheptir.
- Maliki mezhebi;
İmam-ı Malik'nin adını taşıyan mezheptir.
- Hanbelî mezhebi; İmam
Ahmed İbn Hanbel'nin adını taşıyan mezheptir.
Bu dört fıkhi mezhep
arasında uygulama ve ibadetlerde bazı farklılıklar görülür. Ayrıca, temelleri
Haricilere ve İslam dinine dayanan ancak Sünni mezheplerin dışında
değerlendirilen şu mezhepler de bulunmaktadır:
-Câferîlik; İmâm Câʿfer-i Sâdık'ın adını taşıyan mezheptir.
-Zeydîlik; İmâm Ali
Zeyn el-Âb’ı-Dîn'in oğlu Zeyd bin Ali'nin adını taşıyan mezheptir.
-İsmâilîlik; İmâm
Câʿfer-i Sâdık'ın büyük oğlu imam İsmâ‘îl bin Câʿfer el-Mûbarek'in adını
taşıyan mezhep.
H. 750 yılında Ebu’l
Abbas Seffah’ın hilafete geçmesiyle başlayan Abbasi dönemini, fıkhın olgunluk
çağı olarak nitelemek mümkündür. Bu dönemde, Emevi döneminde görülen dünyevilik
görülmemiş, ilme ve ilmi faaliyetlere büyük destek gösterilmiştir. Mezheplerin
oluştuğu ve ilk fıkıh usulü eserinin verildiği bu devirde, hadisler tedvin
edilmiş, tefsir ve itikat alanlarında büyük çalışmalar yapılmıştır. Bu devirde
ilmi kudreti olan her kişi içtihat hürriyetinde olduğu gibi, ilmi kudreti
olmayan kişiler de bir müçtehidin hükümlerine uyma konusunda serbesttiler. Hep
aynı müçtehidin hükümlerini uygulama zorunluluğu yoktu. Devletin tayin ettiği
kadılar birer mezhebe bağlı değil, kendi içtihatları doğrultusunda hüküm
veriyorlardı. Daha önceleri âlimler fıkhın belirli konularında hükümler
verirken bu devirde fıkhın tüm alanlarında çalışmalar başlamış, müçtehitler
hükümlerini kitaplarda toplayarak insanların daha kolay öğrenmelerini sağlamış,
fıkıh mektepleri doğmuş ve bunlar kendi aralarında münazaralar ve ihtilaflar
yaşamıştır.
Bu münazara ve
ihtilaflar müçtehitlerin kendilerine göre hüküm istinbat metotları
geliştirmelerine ve bunları tedvin etmelerine sebep olmuştur. Bu sebepler
Abbasiler döneminde mezheplerin doğmasını ve kendi içinde çeşitli çalışmalar
yapmasını sağlamıştır. Ancak hicri dördüncü asra kadar insanlar mezheplere
ayrılmadığı gibi bu dönemde mezhep sayısı dört ile de sınırlı değildir. Bu
mezheplerin her birinin delilleri anlama biçimleri farklı olduğu için bu
anlayışa göre verdikleri farklı hükümler ve çeşitli yerlerde tabileri oluşmaya
başlamıştır.
Böylece içtihat ve
mezhepler çoğaldıkça tabiî olarak ihtilaflar da çoğalmış, kendi nefsinden hüküm
verenler de ortaya çıkınca hüküm istinbatının yolları ve müçtehidin
özelliklerini anlatan bir disiplinin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bu
alanda ilk eseri İmam Şafiî er-Risale adında vermiş, istinbat ve içtihat
salahiyetini belli kurallara bağlamıştır. Böylece İmam Şafiî’nin açtığı bu yol
onun talebeleri ve diğer mezheplerin de bu alanda çalışmalarıyla ilerlemiş ve
Fıkıh Usulü kendi başına ayrı bir disiplin olarak genişlemiştir.
İmam Şafiî’nin
öncesinde fıkıh kitapları yazılmış olsa da, hükümlerin nelere dayanılarak
çıkarıldığı bu kitaplarda belirtilmediği için, mezheplerin tabileri imamları
vefat ettikten sonra onun hangi delile dayanarak hükme vardığı hususunda
ihtilafa düşmüş, bunu anlamak için yoğun çalışmalar yapmışlardır.
Ancak er-Risale ’den
sonra artık içtihat yapacak olanlar, hangi delillerden hangi yollarla hüküm
istinabatı yapılabileceği hususunda çok sayıda eserle karşılaşmıştır. İçtihat
yapmayacak olanlar ise bu eserler sayesinde uyguladıkları hükümlerin nasıl bir
yolla ve nasıl bir titizlikle kendilerine ulaştığı konusunda fikir sahibi
olmuşlar, böylece mezhep imamlarına tam bir güvenle tabi olmuşlardır. Aynı
şekilde İslam Hukukuna atılan iftiralar ve sapık düşüncelerin ürünü olan
asılsız hükümler bu yolla çürütülmüş, İslam Hukuku Hz. Peygamber döneminde
olduğu gibi taze ve korunmuş olarak günümüze kadar gelmiştir.
Bize düşen bu devirde
ortaya atılmakta olan veya ilerde çıkabilecek Ehl-i Sünnet düşüncesine aykırı
hareketleri önleyebilmek ve bertaraf edebilmek ve çağın getirileriyle ortaya
çıkan yeni problemlere çözüm bulabilmek için Fıkıh alanında çalışmalar yaparak
kendimizi geliştirmektir.
İslâm
hukuku, tefsirde ve hadis te olduğu gibi oluşum süreci Hz. Peygamber, sahabe,
tabiin dönemlerinde aşamalı olarak temellendirildi, müçtehit imamlar döneminde
ise sistemleşerek daha önce atılan temel üzerine kuruldu.
İslâm hukukunun Hz. Peygamber, sahabe, tabiin,
müçtehit imamlar şeklinde dönemlendirilmesi görülmektedir. Müçtehit imamlara kadar ve onların
dönemlerini de içine alacak şekilde ki dönem fıkıh gelişme, sistemleşme ve
zirveleşme dönemi olarak kabul edilirken bu dönem sonrası ise genelde, “taklid
dönemi” olarak nitelendirilmektedir. Bu dönemden sonraki aşama ise “kanunlaştırma”
dönemi adıyla ifade edilmektedir. Biz esas itibarıyla, hukukun oluşum sürecinde
aşamalardan sonraki dönemi uyanış dönemi olarak ifade edersek abartmış olmayız.
Peygamber döneminde hukukun kaynağı vahiy ve içtihadı
olmak üzere iki iken sahabe döneminde kitap ve sünnetin yanında sahabe
re’y’i/içtihadı[10]
olarak görülmektedir. Tabiin dönemine gelindiğinde bu kaynaklara ilaveten
sahabe icmaını da bulmaktayız. Mezheplerin çıkışıyla birlikte kaynakların
sistematize olduğu görülmektedir. Zira kitap, sünnet, icma, kıyas genel ilkeler
olarak görülürken her müçtehid bu ilkeler yanında bazı ilkelerde
geliştirmişlerdir. Mesalih-i mürsele, şer’ü menkablena, ameli ehli Medine ve
zamanın değişmesiyle değişen hükme konu olan adet ve gelenekleri de bu
kategoride saymak mümkündür.[11] Bu
ilimlerin bizlere kadar iletilmesinde sahabenin özellikle Hz. Ebu Bekir (ö.
13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644)in yanında Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687),
Kufe’de Abdullah b. Mesud (ö. 32/653), Medine’de Zeyd b. Sabit (ö. 45/655) ve
İbn Ömer (ö. 74/693) gibi fakih, muhaddis ve müfessir sahabeler gerek fıkhi,
gerek hadis ve gerekse tefsir birikiminin aktarılması hususunda çok önemli rol
oynamışlardır. Tabin döneminde de gayretleri ön plana çıkan tabin ilim
adamlarımızı yani Medine’de Said b. Müseyyib’i (ö. 94/712), Mekke’de Atâ’yı (ö.
114/732) ve İkrime’yi (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays’ı (ö. 62/682),
İbrahim en-Nehaî’yi (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr’i (ö. 95/714) unutmamak
gerekir.
Peygamber döneminden uzaklaştıkça ilim sahasına çıkan
insanların çokluğu ve Arap olmayanların da sahaya girmesiyle ilimler önce
şahıslar adıyla anılırken sonra ekollere bölünmüştür. İster tefsir, ister hadis
ve ister fıkıh olsun hicaz ekolü- ırak ekolü; hadis ekolü-rey ekolü; küfe ekolü
ve Basra ekolü diye anılmalara çokça rastlanılmaktadır. Her ekol kendi
sistemini geliştirmiş ve ilim sahasında ufak tefek ayrılıkçı saldırgan
tutumları saymazsak takdire şayan hizmetler vermişlerdir.
Özetlemeye
çalışırsak şunları söyleyebiliriz: İlim vahiyle doğmuş,
Hz. Peygamberin (s.a.s.) gayretleriyle âlim sahabeler yetiştirmek suretiyle
büyük bir gelişme göstermiştir. Onlarda nice öğrenciler yetiştirerek ilmi
gelişmenin evrelerinin oluşumunda büyük rol oynamışlardır. Bu evreleri şu
şekilde maddeleştire edebiliriz;
I. Peygamber (S.A.S.) Devri ki, bu Devirde Fıkhın Kaynakları Kur'ân,
peygamber içtihadı/Sünnet,.
2. Sahabe Devri ki, bu Devrede Fıkhın Kaynakları Kur'an, Sünnet, İcmâ, ve Rey/İçtihattır.
3. Tabiin Devri ki, bu devirde fıkhın kaynakları şunlardı Kitâb,
Sünnet, İcmâ, Sahabe Kavli ve Fetvaları yanında Rey'dir.
4. Müçtehit İmamlar Devri ki, bu devir islam ilimlerinin
altın devri olarak bilinir. Zira bu dönemde ilmin gelişme sebepleri daha çok
dile getirilir. Gelişme Sebepleri olarak Abbasi halifelerinin din
ilimlerine ve âlimlere gösterdikleri yakın ilgiyi, fikir ve İctihad Hürriyeti
olduğunu, İslam Ülkesinin Genişlemesi dolayısıyla zeki ve kabiliyetli
insanların ilimle severek ilgilenmelerini, ilimlerin Tedvini olunmasını,
ilimler için seyahatlar yapılmasını, Mezheb ve ekollerin ortaya çılarak
gelişmelerini sayabiliriz.
5. Taklid Devri ki, Bu devirde
taklide sürükleyen hocaya saygı, mezheplere bağlı olan fakihlerin kadı tayin edilmesi, mezhei görüşlerin hüküm
şeklinde tedvin edilmesi, kendine güvenin azalması,
belli başlı mezheblere devlet tahsisi, idarecilerin bazı mezhepleri
desteklemesi gibi sebeplerin varlığından söz edilebilir.
6. Duraklama devri ki, metinin
şerh, haşiye ve özet mahiyetinde kitap yazma faaliyetlerinden söz edebiliriz.
7. Kanunlaştırma Devri ki, bu devir, 1851 maddelik Mecelle'nin tedvin
edilmeğe başlandığı hicri 1286 yılından başlar, 1926 yılına kadar devam eder.
ve
8. Uyanış devri ki, çağımızın dönemidir diyebilmemiz mümkündür.
Yararlanılan Kaynaklar
[1] Büyük Haydar Efendi:
9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B.
Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4,
s.64.
[2] Vehbe Zuhayli, Fıkıh
Usulü, Risale Yayınları: 12.
[3] Zekiyyüddin Şaban,
İslam Hukuk İlminin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[4] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[5] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[6] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[7] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210; ve Tefsir Tarihi, FECR
YAY. 2010, Ankara.
[8] Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.
[1]
Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, Şule Yayınları, 2012, s. 49.
[2]
İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr yay., Ankara, 2010, s., 31.tr
[3]
Cerrahoğlu, s., 31.
[4] Muhsin
Demirci, Tefsir Tarihi, İfav yay., 2010,
s. 59.
[5] Maide, 16/44.
[6] Demirci, s.
69.
[7] Kurtubi, el-
Cami, I, 39.
[8] Demirci,
s. 91.
[9]
Demirci, s.93-96.
[10]
Muaz hadisinde açıklandığı gibi..
[11] Zekiyyüddin Şa’ban,
usül’l-fıkhu’l-islami, ter. İbrahim Dafi dönmez, Türkiye Diy Vakfı yay.
Ankara 2012, s.28
MUKAYESELİ TARİHLER/USULLER KIRAATİ HÜLASASI 20.05.2015
Adı ve
Soyadı: ALİ AKKUŞ
Öğrenci No:
14922706 ( DOKTORA)
Dönem:
2014/2015 BAHAR DÖNEMİ
Konu: ESBAB-I NÜZUL II-6.ÖDEV
Hadis fıkıh, tefsir ve kelam oluşum
ve gelişim süreçlerinde birbirlerini etkileyerek, siyasi ekonomik ve toplumsal
alanlarda, karşılıklı etki-tepki kuralına göre ilerlemiş gelişmiş, kendilerini
oluştururken de toplumun dünya görüşünün ve kültürel yapısının temel taşları
olmuşlardır.
Bu bilimler içsel gelişmelerinden daha çok karşılıklı
etkileşim yoluyla gelişmişler, iç ve dış faktörlerden etkilenmişlerdir. Zamanın
ve coğrafyanın getirdiği siyasi ve sosyo-kültürel ortam ve çevrelerin
kültürlerinin etkisi ve baskısı altında kalmışlar, ancak kendilerine özgün bir
yol ve üslubu oluşturmayı başarmışlardır. Bu zor ve çetin mücadeleden
güçlenerek çıkmışlardır. Temel ilimlerin bu serüvenini değişik bakış açıları
ile irdelemek mümkündür.
Hz. Peygamber dönemi vahyin iniş
süreci olarak algılanmalıdır. Bu döneme nüzul dönemi diyebiliriz. Bu dönemde
yine sahabeler vardır fakat ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu nedenle
Peygamber dönemi olarak adlandırabiliriz.
Dönemin Özelliği bütün İslam
bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi
olmasıdır. İlimlerin kaynağı da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur.
Dönemin bilgi saklama şekli HIFZ idi Sadece
kuran bu dönemde yazılmıştır. Hz. Peygamberin hadisleri kuranla karışmaması
için çok fazla yazıya geçirilmemiştir. Ancak bazı sahabeler bu dönemde Hz.
Peygamberden hadis yazmışlardır.
Öncelikle kuran Müslümanları ilme ve
tartışmaya davet etmiştir. Sağlam bilgiye dayanmayı tavsiye ediyor ve bilgiyi
en önemli güç kabul ediyordu. Peygambere ve Müslümanlara kendisini anlamasını
ve düşünmesini emretmiştir. Kuran kendini açıklıyordu. Arap dili ve kurallarını
çok incelikli olarak kullanmış belağatın ve söz sanatının en üstün örneklerini
vermiştir. Bazen bir kelimeyi aynı ayet içinde, bazen başka bir ayette ve bazen
başka bir sure içinde açıklamıştır. (Cerrahoğlu…) Kendini mücmel mufassal,
mutlak, mukayyet, umum – husus olarak ortaya koymuştur. Böylece kuran bütün
İslami bilimlerin birinci kaynağı olmuştur.
İkinci olarak Hz. Peygamber kuranın
gaye ve amaçlarını en iyi anlamış ve bize açıklamıştır. Kuranı en iyi anlayanın
onu ilk alanın olacağında hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Hz. Peygamber vahyi
alabilecek bir ruhsal yükselişe varmış, miraçta ise bu yükseliş zirveye
ulaşmıştır. Burada yaratılışın ve yaratıcının en yüksek sırlarını müşahede
etmiştir. Hz. Peygamber sahabenin anlamadığı, kuranın garip ve müşkil
kelimelerini de açıklamıştır.
Ancak âlimler peygamberin kuranın
tamamını tefsir ettiği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Suyuti ve Gazali
tamamını tefsir etmedi demişlerdir. Taberi ise çok azını tefsir etmiş olmasına
sıcak bakmaz. (Tarih içinde tefsir ve tefsir ilimleri) İbni Haldunda
Mukaddimesinde sahabenin kuranın anlaşılmayan kelimelerini peygambere sorarak
öğrendiklerini nakleder, ama kuranın tümünü tefsir ettiğinden bahsetmez.
(A.Nedim Serinsu)
Yine Hz. Peygamberin sağlığında
hadisler kısmen yazıya geçirilmiştir. Bazı sahabeler hadis yazıyorlardı. Veda hutbesi de kayda geçmiştir. Ayrıca
Medine anlaşması, Yemene gönderilen vergi düzenlemesi, Hudeybiye Anlaşması,
davet mektupları vs.. yazıya geçmiştir.
Hz. Peygamberin mescitte düzenlediği sohbetler de bazen yazıya aktarılıyordu.
(Hadis Tarihine Genel Bakış) . Sab b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa,
Semume b.Cundap, Cebin b.Abdullah Hz. Peygamberden izin alarak hadis
yazmışlardır. (İslam Bilimlerinde Yöntem) Aslında Hz. Peygamber ilmi
kaydetmeyi(yazı=kitabe) tavsiye etmiş ve hatta ilim için seyahati bile teşvik
etmiştir.
Hz. Peygamber insanlar içerisinde
çıkan olaylarda hüküm veriyordu. Yani yargı görevini de yerine getiriyordu.
Ayrıca komutan ve bir devlet başkanı olarak ta çeşitli uygulamalarda
bulunuyordu.
Hz. Peygamber devrini daha derinden
incelediğimizde bu dönemin nüzul dönemi olduğunu ve bunun ayrıcalıklı bir dönem olduğunu anlayabiliriz. Bu dönem İslam Dünya Görüşünün oluşturulduğu dönemdir.
Kuran olaylara doğrudan müdahele ederek iniyordu. Dolayısı ile bir pratik dönem
idi. İlimler FIKIH, TEFSİR, HADİS, KELAM vs diye henüz ayrışmamıştı. Bilgi ve
dolayısı ile DÜNYA GÖRÜŞÜ bir BÜTÜN halinde işliyordu. İLİM denince genel bilgi
anlaşılıyordu.
Kısacası nüzul döneminde İLİM kavramı branşlara
ayrışmamış ve bütün idi. Bu nedenle kuranın DÜNYA GÖRÜŞÜ’de bütün
Olarak ve canlı olarak zihinlerde yaşıyordu. Sonraki devirlerde ortaya çıkan
ilimler bu dünya görüşünün ayrışması ve parçalanması sonucunda oluşmuştur.
Aslında sahabe dönemi Hz. Peygamber
dönemi ile başlar küçük sahabelerin vefatı ile biter. Bu dönemi peygamber
dönemi ile ayırmak oldukça güçtür.
İslam tarihinde sonraki yıllarda Kelam,
Fıkıh, Hadis, Tefsir dallarındaki ekollere dönüşen ayrılıkların hepsinin
temelinde bu dönemdeki SİYASİ
ayrılıklar ve fırkaların rolü vardır.
Hz. Osman ve Hz. Ali dönemindeki
çatışmaların temelinde ise Güneyli ve Kuzeyli Arap kabilelerinin çekişmesi
vardı. (İslam, Fazlurrahman) Yani Araplar İslam’ın kaldırdığı kabile
asabiyetini kılık değiştirmiş bir şekilde yeniden ortaya çıkardılar. Siyasi kutuplaşmanın
temelinde yatan en derin etki bu idi.
Sahabeler Hz. Peygamber ile nüzul
ortamını canlı yaşamışlardı. Bu nedenle Kuranın genel bütünlüğünü, sünnetin
amaç ve gayelerini çok iyi kavramışlardı. Sahabe Peygamberin müridi idi. Onun
söz ve davranışlarını aynen özümsediler. Peygamberin sözü ve davranışı
sahabenin sözü ve davranışından ayırt edilmez hale geldi. Bu nedenle hadislerin
Hz. Peygambere dayanmasına gerek yoktu. İsnad
zinciri de zaten sahabede son bulmuştur. Sahabe sünneti yorumlamıştır.
Bu dönemde peygamber dönemi gibi
ilimler ayrışmamış, bütüncül bir
haldeydi. Bu nedenle sahabeler de Kuran ve Sünneti canlı ve bütüncül yaşamışlar
ve Tabiinlere aktarmışlardır. Sahabe sünnetin GENEL İLKE ve amaçlarına
göre içtihat ediyordu. Sünnet, sahabeler tarafından yorumlandı. İçtihat ve
icmaları ile gelişti ve büyüdü. Yöntemleri Kuran bütünlüğü ve Hz. Peygamberin
örnek davranışlarının genel amaç ve gayeleri ile kendi rey ve içtihatları idi. Bu durum şifahi ve yaşantısal idi. Bu
nedenle ilimler tedvin edilme gereği duyulmadı. Hıfz ağırlıklı idi. Hatta
genel kanı kitabete (yazı) karşı idi. “İlim öğretimle olur, kaydetmekle değil,
sözlü olur yazı ile değil” lafı ( Kuran ve Bağlam, A.Nedim Serinsu) genel
kanaati de ifade etmektedir. Çünkü yazıya güven yoktu. Yazı değiştirilebilirdi.
Ancak zihinlerdeki hıfzedilen ilim değiştirilemezdi. Zaten bu dönemde Arap dili
ve kuralları gelişmiş değildi. Bu dönemde İLİM kavramı kuran ve sünnetin
ilkelerinin içtihadi yolla kullanılmasını ifade ediyordu. Bir anlamda İCMA ile eş anlamlı idi. Sahabe sünneti
Hz. Peygamberin sözleri ve davranışlarından almıştır. Sözlerine hadis denmesi
daha sonraki dönemlerde daha belirgin hale gelir. Kuran dışında çok fazla
yazıya geçen bir ilim yoktu. Ancak bazı sahabeler Hz Peygamberden izin alarak hadis yazdılar. Mesela sad
b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa. Cabi b. Adullah bunlardandır. Hz
Ebu Bekir ve Hz Ömer hadis yazmazlar, hatta Hz.Ömer Ebu Hüreyreyi çok hadis
söylediği için dayak attırır. Hadis nakli ve yazımı son iki halife döneminde
daha çok artar. Sahabelerden çok hadis rivayet edene MUKSİRUN (bunlar yedi
sahabedir) az hadis rivayet edene MUKİLLUN denir. Ali b.Ebi Talip (v.45), Ebu
Hüreyre(v.59), Abdullah b.Abbas, Abdullah ibni Ömer (v.74), Hz.Aişe gibi
sahabelerden yoğun hadis rivayeti yapılır. Sahbenin ne kadar hadis yazıya
geçtiği belli değildir.
İbni Hacer ‘El Babe’ sinde 1230
kişiden, İbnül Esir ‘Üsdül Babe’ adlı eserinde 755 sahabi olan hadis ravisinden
bahseder. Ancak aslolan sahabenin yazmış olduğu SAHİFELER olduğunu kabul etmektir. Hıfza değer verildiği kitabetin
yerildiği bir ortamda fazla hadis yazılmış olmasını beklemek çok doğru bir
düşünce değildir. Yine bu dönemde sahabeler fethedilen yeni coğrafyalara
yerleşmişler ve burada ilim merkezleri kurmuşlardır. Bu ilim merkezlerinden MEVALİ denen İslam âlimleri
yetişmiştir. KUFEDE Abdullah b.Mesud yerleşti ve dersler verdi. Hz.Ali Irakı devlet merkezi yapınca kendisi de
buraya yerleşti. BASRADA Ebu Musa el-Eşari, FİLİSTİNDE Muaz b.Cebel yerleşmiş
ve ilim ve hadisi öğretmişlerdir. Sahabeler hadisi de sünneti anlamak için
kullanmışlardır. Bu anlamda hadiste sünnetin bir parçası idi. Önemli olan
sünnetin gaye ve hedeflerini anlamak
ilkelerini kavramak idi. Yine bu açıdan
HİDİS-KAVL-FİİL-FITRAT kavramları da sünnet anlamında kullanılır.
Nüzul döneminde Kuranda yasamayla
ilgili çok az ayet inmiştir. Bu nedenle yasama ve yargı (FIKIH) daha çok sünnet
ile gelişmiştir. Peygamber (AS) ve
Sahabe ayetin nüzul sebeplerini ve illetini çok iyi kavrayarak yeni yorumlar
yaptılar. Özellikle Medine döneminde, ehli kitap, savaş, aile, miras…. İle
ilgili konuları peygamberin uygulamaları ve sahabe ile istişareleri ile
geliştirip bir model olarak ortaya kondu. Buradaki yöntem önemlidir. İçtihat da
TEDRİCİLİK esas idi ve KOLAYLIK, HAFİFLİK, birey ve
toplum MASLAHATI, ADALETİN gerçekleştirilmesi gibi hedef ve
sonuçlara bakılırdı. Yasamanın genel amacı bunlar idi. Sahabeler Hz.
Peygamberden sonra da alışık oldukları bu yöntemi kullandılar ve yeni sorunlara
yeni çözümler getirdiler yasama ve yargıyı geliştirip büyüttüler. Sahabeler
içtihatları REY olarak algıladılar. Ancak bu reylerde çok fazla
ihtilaf yoktu. Çünkü sahabenin büyükleri ve fakihleri Medine’de oturuyorlardı
ve Şura ile karar veriyorlardı. Bu sahabe icmasını kolaylaştırıyordu. Coğrafya
henüz dar olduğundan yeni olaylar denilen nevazil çok fazla değildi. Sadece
sorun çıkınca ortaya görüşler koyuyor, tartışılıyor ve icmaya varılıyordu. Bu içtihat yönteminde iki şekil vardı.
Birincisi, ittihadül icma: istişare ve fikir birliği ile yapılıyordu. Bu
görüşlerin temelinde de yine maslahat, istihsan, adalet, kolaylık yöntemi göz
önünde bulunduruluyor ve Kıyas yöntemi ile içtihat ediliyordu. Dinin ruhuna
aykırı olan ve ihtiyaca cevap vermeyen görüşler (rey ve içtihatlar) kabul
görmüyordu ve duruma göre değiştirilerek yorumlanıyordu. Mesela Hz. Ömerin
savaş hukuku ile ilgili olarak, ganimet topraklarının ( fethedilen yerlerde)
özellikle Irak fethedilince, peygamberimizin uygulamasının zıttı olarak savaşan
askerlere dağıtmaması, bu tür içtihatların en güzel örneklerindendir. Hz. Ömer
burada zamanın ihtiyacı olarak sosyal-adaletin
sağlanması için bu içtihadı yapmıştır. Yine ceza hukuku ile ilgili olarak
kıtlık zamanında had cezasını (sopa ve el kesme) kaldırır. Sosyal yasama ve
aile hukuku ile ilgili olarak, ümm-ü veled denen çocuğu olmuş cariyelerin
satışını yasaklar. Hâlbuki Hz. Peygamber zamanında bunların satışına izin
verilmiştir. Hz.Ömerin buradaki tutumu, cariyeler çoğalınca ve toplumda annesiz
ve babasız çocukların sayısı artınca sosyal
adaletin sağlanması amacını taşıyordu. Yine aynı tutum ve davranışı Hz. Âli’nin
içki cezasını ağırlaştırıp iftira cezası ile de birleştirmesi olayında da
görüyoruz. Bu dönemde REY ile verilen görüşlerin temelinde KIYAS olduğunu söylenebilir. Kıyas,
açıkça bilinen bir olaydan, açıkça bilinmeyen bir olaya doğru yapılan
tümdengelimsel bir çıkarım idi. Buna ilkesel
benzetme deniyordu ve bu benzerlik İLLET ile tanımlanıyordu. Söz kalıbı
olarak “fikrimi ortaya koyuyorum,
düşünüyorum” şeklinde ifade ediliyordu bu yöntemi kullananlara daha sonraki
devirlerde Ehli Rey deneceğini
göreceğiz.
Kuran, sahabenin fıkıhta ve sünneti
anlamada en temel kaynağı idi. Hz. Ebu Bekir döneminde cem edilir (toplanır),Hz. Osman döneminde çoğaltılır, diğer resmi olmayan Mushaflar imha edilir. Hz. Ali
döneminde noktalama işaretleri ve harekelemeler
yapılır. Sahabe döneminde kuran kendi müşahedeleri, bilgi birikimleri ve
kavrayışlarına göre yorumlandı. Kuranın iniş amacını, sebebini, kimin için ve
nerede hangi olay için indiğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle sahabenin bize
sunmuş olduğu sosyo-kültür, tarih ve siyasi arka plan tefsir için çok önemidir.
(Kuran ilimleri ve Hadis) Hz. Peygamberin vefatından sonra sahabeler a)Kuran b) Hz. Peygamber c)Ehli Kitap
(Hıristiyan ve Yahudiler) d) Arap dili ve edebiyatı e) Kendi içtihat ve reyleri
ile kuranı açıkladılar. Kavrayışları farklı olan sahabeler farklı
yöntemleri de oluşturdular. (Fecrül İslam, Ahmet Emin)
Medinede: Ubey b.Kaab---Rivayet
ekolü
Mekkede: İbni Abbas--- Rey ve
Rivayet ekolü ( Arap dilini çok kullanmıştır)
Irakta: Abdullah b. Mesud---Rey
ekolünün temsilcileri oldular.
Tefsir konusunda da sahabeler fıkıh
ve sünnette olduğu gibi davrandılar. Sünnetin genel ilkelerini bildikleri için
kuranın genel mantığını kavramışlardı. Zaten nüzul ortamı bilgisinin de canlı
şahitleri idiler. Bu nedenle kuranı kendi reyleri ile açıkladılar. Bazen
talebelerinin sorularına cevap verdiler. Bu açıklamalarında ayetlerin zahiri ve
mecazi manalarını kullandılar. (Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi). Ancak sahabe kuranı
tamamen tefsir edememiştir. Onlar genelde yaşanan sorunlar neticesinde
açıklamaya gittiler. Zaten sahabenin sünneti yorumlaması, fıkhi bir görüş
belirtmemesi veya herhangi bir olayla ilgili olarak fetva vermesi ve yasama
yapması kuranın genel bir yorumu olarak
değerlendirilebilir. Bu dönemde sahabeler kuran üzerinde imtiyaz sahibi
olmuştur. Hz.Ali (v.40), Ebu Musa El Eşari(v.44),Ubeyd b. Kaab(v.19), Abdullah
İbni Abbas (v.68) Abdullah İbni Mesud (v.32), Zeyd b. Sabit (v.45), Hz.Aişe
(v.59), Abdullah İbni Ömer (v.73) Amr b. El As(v.63), Enes b. Malik (v.41)
bunların başlıca önde gelen isimleridir.
Tabiin dönemi İslami fetihlerin çok arttığı, İslam topraklarının ve
coğrafyasının çok genişlediği bir dönemdir. Coğrafyanın genişlemesi ile
birlikte Müslümanlar yeni kültür ve inanışlar ile karşılaşmışlardır. Bunlar
beraberlerinde yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. İslam’ın kendi içindeki
fırkalar da kendi kelami, siyasi ve fıkhi düşüncelerini oluşturmaya
başlamışlardır. Emevilerin dönemini kapayan tabiin dönemi, Emevilerin baskı
rejiminin sonucu saltanata geçilmesinin yaşandığı bir dönemdir. Başkent Şam
yapılır. Devlet idaresine müşavirler atanır. Bunlar kuran ve sünneti
yorumlarlar.
İslam coğrafyası genişleyince,
önceki küçük İslam devleti devasa boyutlara ulaşmış ve bünyesine gayri Müslim birçok
unsur ve kültür katılmıştır. Her yere bilgi ve bilim aktarılamıyordu. Bütün
coğrafyayı bir yönetimde birleştirmek ve iyi yönetmek çok zordu. Araplar
kendilerini idareci olarak gördükleri için ilimle uğraşmazlar. Bu dönemde
ilimle Arap olmayan uzak bölgelerdeki, çoğunluğu köle olan insanlar
ilgilendiler. Bunlara İslam tarihinde MEVALİ denir.(Mukaddime
3-179 ) Mevali ilim ve bilgiyi savaş sebebiyle gidip yerleşen sahabeden
almışlardır. İkrime, Ata, Said b. Cübeyr, Mücahid, Katade bu mevaliden idiler.
(İ.Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi), İslam tarihinde gelecek nesillere de yön verenle
bu mevaliler oldu.
Tabiiler tefsiri sahabeden
öğrenirler. Ancak kendi toplumlarının kültürünü tam olarak bırakamazlar. Bu
nedenle dönemin toplumsal şartları tabiin tefsirinde etkili olmuştur.
Yöntem olarak, önce kuranı
araştırırlar, sonra sünnete ve sahabe sözlerine bakarlar, bunlarda bulamazlarsa
Arap dilini de kullanarak REY ile içtihat ederlerdi. Reylerinde toplumsal
bağlam etkili olur. Bunun olumsuz yönleri de ortaya çıkarmıştır. Mesela İSRAİLİYAT rivayetleri
bu dönemde çok etkili olmuştur. Sahabeler İsrailiyatı çok sınırlı kullandılar,
ancak tabiin döneminde İsraliyyatın hem
konusu hem de sayısı çok fazla artmıştır. (İ.Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi)
Ayrıca tabiin döneminde fitne ve karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde tefsir rivayetleri de kontrolsüz olarak genişlemiştir. Bu nedenle TEDVİN hareketleri başlamıştır. Tabiin müfessirleri aynı zamanda hadisçi ve fıkıhçı idiler. İlmi de sahabeden almışlardı. Sahabeden hadis, fıkıh ve tefsiri birlikte okumuşlardır. Aşağıdaki üç büyük ekol tefsire yön vermişlerdir.
MEKKEDE:
İbni Abbas
·
Said b. Cübeyr (v.95)
·
Mücahid ( v.103)
·
İkrime (v.105)
·
Tavus (v. 106)
MEDİNE: Ubey
b. Kaab
·
Ebul Aliye (v.90)
·
Kabel Kurazi (v.119)
·
Zeyd b. Eslem (v.136)
IRAK:
Abdullah b. Mesud
·
Alkame (v.62)
·
Katade (v.117)
·
Hasan El-Basri (v.116)
·
İbrahim en-Nehai (v.91)
·
Mesruk b. El-Ecda (v.63)
·
El-Hemadani (v.90)
Yukarıda belirtilen tabiin
müfessirleri tedvin hareketinin
başlatıcısı olmuşlardır. Hocaları olan sahabelerden öğrendikleri ilim ve
tefsiri yazıya geçirmeye çalışmışlardır. Bu açıdan tefsirin tedvini hadis
tedvininden önce başlar. Hatta ilk tedvin edilen ilim tefsirdir. ( kuran ve
Bağlam, Ah. Nedim Serinsu). Tefsir tedvini ihtiyaca binaen başlamıştır. Bu
dönemdeki olumsuz gelişmeler, Abbasi yönetimin desteği, ilimlerin artık yazıya
geçilmesi, bütün ilimler de bir tedvin hareketini zorunlu olarak başlatır.
Çünkü ilim artık Medine’de küçük bir çevrede ve şifahi değildi, çok geniş
coğrafyalarda özelikle Arap olmaya mevaliler tarafından öğreniliyor ve
öğretiliyordu. En önemli hususlardan birisi de tefsir ve diğer ilimlerde
bölünmeler, gruplaşmalar ve mezhepleşmeler başlamıştı. Sahabe devrindeki
ittifak artık yerini ihtilaflara bırakmıştı. Bu nedenle her ekol kendi
görüşlerini ortaya koyabilmek için tedvin hareketine başlamıştır. Ayrıca yeni
bölgelerde, sorulan sorulara cevap vermek için tabiler ayetlerin detaylarına
inmeye başladılar. İsrailiyyat rivayetleri bu boşluğu çok iyi bir şekilde doldurmuştur.
Sahabe ve tabiinden yapılan rivayetler tefsir ilmi olarak anılmıştır.
Bu rivayetlerde bulunmayan konular ortamın ilim kültür ve şartlarına uygun
olarak çözümlenmiştir. Bununla birlikte tefsir anlayışı da değişir. Sahabenin
gerekli gördüğü yerde kuran ayetlerini açıklama yöntemi, bütüncül bir kuran anlayışına
kendini bırakmıştır. Bu aynı zamanda tabiindeki zihniyet değişikliğinin
de bir göstergesidir. Çünkü sahabe zamanındaki canlı ve bütüncül dünya görüşü
artık kalmamıştır. Ekoller bu dünya görüşünü parçalamışlardır. Bu nedenle her ekol kendi içinde bütüncül bir
kuran anlayışı geliştirme ihtiyacı duymuşlardır. Mesela Medine ekolü Rivayet
ağırlıklı bir yöntem kullanmış ve bunun dışına çıkmamıştır. Ancak Irak gibi
uzak bölgelerde müfessirler REY yöntemini
tercih etmişlerdir. Çünkü yeni sorunlarla başa çıkmanın başka bir yolu da
yoktu. Her ekol kendi yöntemi ve görüşleri için müstakil tefsir kitapları
oluşturur. Ancak kuranın tam (bütün) bir tefsiri henüz yazılmamıştır. Bu
dönemde yazılan tefsirler tartışılan konular üzerinde yoğunlaştığı için daha
çok SORUNLAR TEFSİRİ olarak adlandırılabilir.
Tefsir ilminde yaşanan olaylar aynı
şekilde FIKIH ilminde de
yaşanmıştır. Dönemin sosyal ve siyasi olayları aynı tarzda ve çizgide fıkhı da
etkilemiştir.
Bu dönemde kendilerini oluşturan
fırkalar (Harici, Şia..) kendi fıkıh sistemlerini de oluşturmaya başladılar.
Bunlara tepki olarak ehlisünnet adı altındaki grup kendi içinde hem
sistemleşmeye gitmiş ve hem de ehli
Hadis ve ehli Rey grubu olarak kutuplaşmaya başlamıştır. Devlet
yönetiminde şura iptal edildiği için de, iktidar hangi grubu desteklemişse o
grup ön plana çıkmıştır. Bu da gruplar arsındaki gerginliği ve çatışmayı
artırmıştır. Bu dönemin en hâkim unsurları Mevali fakihlerdi. Uzak bölgelerde
yetişen bu âlimler Rey ile hükmederler. Hadise çok fazla dikkat etmezler ancak
sünnete itibar ederlerdi. Bunun sebebi bu dönemde UYDURMA hadislerin
ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle hadis fıkhın güvenilir bir kaynağı olarak görülmemiştir.
Ehli hadis ise hadise (rivayetlere) bağlı kalmış daha sonraki dönemlerde devam
edecek olan hadis hareketini başlatmışlardır.
Dönemin en önemli iki ekolü:
1-
Medine ekolü (Ehli Hadis): Hz.Aişe,
Abdullah b.Ömer;
- Said el
Müseyyib başkanlığında yedi Medine imamı
2-
Kufe ekolü ( Ehli Rey): Hz.Ali, Abdullah İbni Mesud, Musal el-Eşari;
- Alkame,
İbrahim Nehai, Said b.Cubeyr, Mesruk
Daha öncede belirtildiği gibi fitneden sonra (
Sıffın- Cemel savaşları, hakem olayı) fırkalar ortaya çıkar ve gelişmelerini bu
dönemde sürdürürler. Tabiin döneminin göze çarpan en önemli olayı şüphesiz HADİS UYDURMACILIĞI dır. Bahsedilen bu fırkalar kendi taraftarlarını haklı
çıkarmak ve görüşlerini ispat etmek için hadis uydurmaya başlarlar. Hadis
erbabı da bu yıkımın önüne geçebilmek için İSNAD tenkidini başlatır, cerh ve tadil yöntemini geliştirir. Böylece hadisler
senedleriyle birlikte toplanıp yazıya geçirilmeye başlanır. Fıkıh ve tefsirde
olduğu gibi hadisçilerde TEDVİN dönemini başlatarak ilim mirasını
korumaya çalışmışlardır.
Bu dönemin önemli muhaddisleri
tefsirdeki silsilenin aynısıdır. Said b.Cübeyr, Said el-Müseyyeb, Katade, Ata,
Sihab ez-Zuhri, İbni İshak, Hasan Basri, İbrahim en-Nehai, Evzai vs. dir. Bu âlimler
sahabeden hadis, tefsir, fıkıh, kelam tedris ettikleri için hepsinin
kuşaklara aktarımında kavşak noktası olmuşlardır.
Bu dönemin en etkin kutuplaşması Rey ve Hadis eksenli tartışmalardır.
Özellikle fıkıh alanında, daha önce belirtilen Rey ehli ve hadis ehli
arasındaki tartışmalar kitaplar kaleme alınarak daha sonraki asırlarda da devam
etmiştir.
Yine bu dönemde gelişen çok önemli
bir olay da hadis tedvininin devlet
eliyle RESMİ OLARAK başlatılmasıdır.
Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz (v.101) ilk kez devlet eli ile hadis
yazılımını başlatır ve bunun için bir genelge yayınlayarak valilere gönderir.
Dönemin ünlü hadisçisi ZÜHRİ (v.124) yi hadis yazımı ve tedvini için resmi olarak görevlendirir. Bu nedenle
İmam Zuhri tarihte ilk hadis tedvini yapan kişi olarak geçer. Ömer bin
Abdulazizin hadis tedvini başlatmasının birkaç sebebi vardır. Birincisi; hadis âlimleri
ölmüştü ve ilim yok olmaya başlamıştı. İkincisi; sahih hadislerin yerini
uydurma hadisler ve batıl fikirler doldurmaya başlamıştı. Üçüncüsü; kaderiye
fırkasına karşı çok şiddetli mücadele başlamıştı ve hadisler bu mücadelenin baş
aktörleri idi. Zühri bunun için “er-redd ale’l mutezile” risalesini yazar.
Mutezilenin/ kaderiyenin aşırı akılcılığı yıpratılmaya ve Emevi saltanatına
karşı muhalefeti bastırılmaya çalışılır. Dördüncüsü; fakihler kıyas ile
hükmettikleri için bu konuda çok sayıda fetva ortaya çıkmıştı. Fakihler ise
genel bir metod ortaya koyamamışlardı. Bu nedenle hukuk sisteminde
karışıklıklar ortaya çıkmıştı. Bu olumsuzluğu kaldırmak ve hukukun birliğini tesis etmek istemişti. Beşincisi; hukuktaki
(fıkıh) düzensizlik devlet yapısına da yansıyordu. Devlette kanun ve
uygulamalarda düzensizlik ve bölgelere göre farklılıklar baş göstermişti. Bu
durumu düzenleyip yasal bir birliği ( bir nevi anayasa ) oluşturmak düşüncesi
ile hareket etmiştir. Çünkü bu dönemde devlet yasama yapmıyordu. Yasama işi
bireysel çalışan veya devletin görevlendirdiği fakihlerin yetkisindeydi. Devlet
genelde yürütme işine bakıyordu.
Bu döneme biz MÜÇTEHİT İmamlar dönemi de diyebiliriz. Bu
dönem siyasi olarak Abbasiler dönemidir. Abbasilerin yumuşak tavırları ilim
adamları ve devletin arasını iyileştirir ve devletin desteği ve teşviki ile TASNİF dönemi
başlar ve gelişir. Fıkıhta üç büyük mezhep oluşur ve sistemleşir. Hadisçiler
fıkıhtaki ehli rey ekolüne karşı tepki ve reaksiyon olarak kendi fıkıhlarını,
yine fıkıhçıların tasnifini ve bablarını aynen taklit etmek üzere oluşturmaya başlarlar.
Bu dönemde yabancı düşünce ve felsefeler İslam dünyasını karıştırmaya başlar.
Mecusiler ve Maniheizm bu konuda çok ileri gider, geniş bir kamuoyu oluşturur
ve Abbasi devletinin dolayısı ile İslam dininin varlığını tehdit eder bir
duruma gelir. Bunlara ZINDIKLAR denir. Zındıklar ile kendi yöntemlerinde
mücadeleyi MUTEZİLE kelamcıları yapar. Akli yöntemi kullanarak karşı hareket
başlatırlar. Ancak daha sonra kendileri de Akli fıkıh ve sünnet anlayışını
geliştirirler. Hatta sünneti inkâr eder konuma gelirler. Ehli hadis mutezileye
de saldırır ve çok çetin bir mücadeleye girişir. Dolayısı ile bu dönem ehli hadisin (HADİSÇİLERİN), EHLİ REY
(fıkıhçılar) ve kelamcılar (MUTEZİLE) ile mücadele ve reaksiyon dönemidir.
Bu nedenle ilimlerdeki TASNİF hareketi; öncelikle İslam dışı akımlarla
mücadele, ikinci olarak ta – hadisçilerin- fıkıhçılar ve kelamcılar ve de
tefsirciler ile olan mücadelesinin bir açılımıdır. Hadisçiler bu tasnif işini
belirtilen sebepten dolayı “imana hizmet” olarak görürler.
Tasnif işlemini sürdürenler
MEVALİLER olmuştur. Çünkü Araplar yazıda ve gramerde çok geri kalmışlardır.
Araplar kitabeti Fars ve Rumlardan öğrenirler. Bu nedenle tasnif işlemi uzak
merkezlerdeki Mevalilerce yürütülür. Medine’de ilk tasnif işini yapan İBNİ
CÜREYC (80-150) in bile Rum asıllı olduğu ve isminin Rumca GEORGES den gelmesi
çok ilginçtir. İbni Cüreycden başka tasnif işlemini yürütenlerde olmuştur.
Ancak genelde ilk hadis tasnif edenin İbni Cüreyc olduğu kabul görmüştür.
Ayrıca İmam Malik (v.179 ) MUVATTA yazımı başlatılır. Bitirince halife 4000
dinar verir. İmam Malik MUVATTA yı
bablara ayırır. Konulara göre tasnif eder. Tasnif dönemini iki ölümde inceleye
biliriz.
a) Tebvib: konulara bölme b) Tasnif:
Sınıflandırma
Hadisi ilk
tebvib edenler yani ilk BAB’çılar; Rabi
b. Es-Sabih (v.160) ve Said b. Ebi Arabi (v.156) dir. İlk hadis tasnifçisi ise
ibni Cüreyc (80-150) dir.
Bablar konulara göre toplandıktan
sonra tasnif işlemi kendiliğinden ve doğal olarak gelir. Çünkü malzeme bu
bablarda toplanmıştır ancak karışıktır ve kullanışsızdır. Tasnifçile malzemeyi
sadece düzenler, sistemleştirir ve kullanışlı hale getirir.
Hadisçiler
tasnifi 1- RAVİ’lere göre
2- KONULARINA göre
yapmışlardır. Bu bağlamda ibni cüreyc, kitabu s-Sünen, kitab ul menasık ve
kitabut- tefsiri kaleme alır. Bu dönemde yazılan ilk kitaplar,
1-
Camii – mamur b. Raşid
2-
Kitabul menasık – said b. Ebi Arube ( Kataden,
Niyet)
3-
El cami – Rabi b. Hab. El BASİR dir.
Tasnif dönemi tedvin dönemine
dayanır. Aslında bu iki dönem iç içedir. Bu nedenle tedvin dönemini ve ikinci
kuşak tabiinleri ( hadisçi olması bağlamında ) şöyle belirtebiliriz.
Said el-Münebbih (v.101), ibni Şirin
(v.110), el- Haccac (v.160), Malik b Enes (v.170) Ali b. Mübarek (v.189), Vaki
b. El- Cerrah ( v.197), İbn Uyeyne (v.189) , Abbas b. Mehdi (v.198)
Bu ikinci
kuşak tabiinler tedvin hareketinin temelidir. Tasnif hareketleri bunların
üzerine kurulur.
Ancak hadis tasnifinden önce FKIH
çoktan tasnif edilmiştir. Fıkıh tasnifini KUFE ekolünün imamlarından İbrahim
En-Nehai’nin zeki talebesi İmam Azam Ebu Hanife (v.150) fıkhı ilk kez sistematik hale getirip tasnif
yapmış kişidir. Daha sonra gelen hadisçiler, hadis tasnifinde Ebu Hanife’nin
tasnifini ve konu bölümlemelerini taklit
etmişlerdir. Böylece bu dönemdeki, iki fıkıh ekolü oluşmuştur. Birincisi ehli Kufe;
İmam Azam Ebu Hanife, fıkıh kaynaklarını Kuran, Sünnet, İcma, Kıyas (rey)
olarak belirler. Hadislere, çok aşırı derecede uydurma karıştığı için temkinli
yaklaşır. Kıyas yöntemini kullanarak İÇTİHAD eder. REY ekolünün temsilcisi
unvanını alır. Fıkıhta ilk kavramları ve tanıları da Ebu Hanife oluşturur. Farz, Vacip, Sünnet, Mendup vs
kavramları tanımlar. İçtihatlarında sünnetin genel ilkelerine dayanır.
Haberi Vahitlere itibar etmez. İSTİHSAN kavramını geliştirir. Ve
hukukun kaynaklarını koyar. En önemlisi FARAZİ hukuku geliştirir. Teorik
problemler üretir ve cevaplar arar. Bu şekilde 70.000 konuda içtihat ettiği
söylenir. Bu sırada hadisçilerin en ünlüsü Suriyede el Evzai ( v.157) dir.
Evzai fıkıhtaki Rey ekolüne eleştiriler yöneltir. Sünneti reddettiklerini
söyler. Hadisiçi Evzai ve Hanefi fıkıhçıları arasında tartışılan en önemli konu
SÜNNETİN TANIMI ve fıkıh kaynakları ve
yöntemidir. İçtihat ve rey ile geliştirirler. Hadisi direk almazlar, içinde
sünneti ararlar. Nebevi sünnete ( Genel İlkelere) ulaşarak REY ile İÇTİHAT
ederler. İmam Yusuf bu nedenle ŞAZZ hadisi reddeder. Şazz hadis genel sünnet
içinde tek başına kalmış hadistir, bu nedenle itibar edilmez der. Bu ortamda
İmam Malik de hadise karşı MEDİNE UGULAMASI (icması) nı savunur. Kendisi de
Medine uygulamasının genel ilkelerinden hareketle REYini söyler. ‘Bize göre sünnet’ , ‘Bizim yanımızda sünnet’
şudur gibi kalıpları kullanır. Ebu Hanife de sünnete (genel ilkelere) dayalı hür düşünce (REY) yöntemini
geliştirir. Evzai’nin hadisi ezberlediğini ancak içindeki sünneti anlamadığı
için, Müslümanların maslahatını bilmediğini söyler. İmamı Malikte sünneti
hadise üstün tutar ve Medine uygulamasını ( Medine Sünnetini) ispat için hadis
ileri sürer. Ebu Yusuf ta ilk kez hadis karşıtı hadis ileri sürer.
Bu anlamda Hadis SENTETİKTİR. Birden fazla sünnet olabileceği gibi, hiç sünnet
olmayabilir de. Fıkıhla ilgili olabileceği gibi, tefsir ve kelamla da ilgili
olabilir. Bu nedenle fakihler hadisçileri;
1- yaratıcı düşünceyi öldürmek ve 2-
Uydurma Hadisler konusunda uyarırlar. Ancak Rey ehli bölgelere ve özelliklere
göre içtihat ettiği için ihtilaflar ve görüş ayrılıkları artar, uygulamada
düzensizlikler ve eşitsizlikler ortaya çıkar. Yabancı düşünce ve akımlar ve Mutezile
ile mücadele eden hadisçiler fıkıhtaki
Rey ekolü ile birlik ve beraberliği bozdukları, ümmeti parçaladığı ve hadisi
reddettikleri için mücadeleye girişir. Ancak hadisçiler sistematik olamadıkları
için fazla varlık gösteremezler. Tam bu sırada imdatlarına İMAM ŞAFİİ (v.204)
yetişir.
İmam Şafi dönemi Harun Reşidin (
170-193 ) halife olduğu dönemdir. Hem ilimler hem de devlet ALTIN AĞINI yaşar.
Hadisçilerin Harun Reşit döneminde itibarı artar, mutezile kelamcıları gözden
düşer. Çünkü hadis ehline halk nezdinde çok itibar ediliyordu. Hadisçiler de
çok büyük bir kamuoyu oluşturdular. Ayrıca
hadisçilerin inanç ve amelde BİRLİĞİ oluşturma istekleri, devletin politikaları
ile tam örtüşmüştür. Kelamcılar gözden düşer ve hatta hapsedilir. Bu arada
devletin resmi mezhebi HANİFİLİK tir. Ebu Yusuf (v.192) devletin Baş kadısı
olarak atanır ve Kitab Ul-Haraç yazdırılır. Harun Reşit imam Yusuf ve İmam
Maliki huzurunda tartışma yaptırır. İmam Şafiyi de Bağdat’tan kendi yanına
getirir ve bu tartışmalara katar. Harun Reşit hadisçilerin gönlünü almak için
halkın eğitimini onlara bırakır. Hukukun yönetimi hala fakihlerin elindedir.
İmam Şafi fıkıh (hukuk) kaynakları
ve yöntemi konusunda Reyciler ile tartışır. KIYASI sınırlandırır, hadisi
icmanın önüne alır. KURAN, HADİS, İCMA, KIYAS yöntemini değişmez bir sıra ile
uygular. İlke olarak Hadisin lafzına
dayanmayı koyar. İlk kez hadisi destekleyen hadis nakleder. ( Fazlurrahman,
Metodoloji anlayışı)
Tek ravili olsa bile hadisi İCMA ya
tercih eder. İmam Şafi Kum da HADİSİ İLK DEFA HUKUKUN TEMELİ olarak koyar.
Sünneti donuklaştırır ve hadiste sabitler. Fazlurrahmanın dediği gibi HADİS
ŞAMPİYONU olur. İstihsan ve Mesalihi Mürseleyi, Medine Halkının icmaını
reddeder. Hadis rey ehline karşı zafer kazanır. Bunun sebebi Şafiinin İcmaya
inanmamasıdır. İcmanın imkânsızlığını savunur. Fakihler arasında icma ve
ittifak yok sadece ihtilaf var diyordu. Tabiî ki Şafinin asıl amacı ehlisünnet
ve’l cemaat oluşturma kampanyasının hadis temelli oluşturulmasıdır. Bunun için
tek bir UNİTER ( tek biçimli) bir topluma geçmesi ve BİRLİĞİN TESİSİ. Şafii
şunu iddia eder: Hadis, temeli
olan RİVAYET KAYNAKLARI ile aktarılabilir.
İmam Şafi
1-
Aklı sınırlar, kıyasın şartlarını
belirler,
2-
İcma’yı sınırlayarak zararsız bir
hale getirir.
3-
Sünneti hadisle sabitleyerek
dondurur.
Böylece yaşayan sünneti ve hür
düşünceyi yok eder. Geçici bir birlik sağlanır ama bu uzun sürmez.
Şafiden sonra tartışmalar daha da derinleşerek devam eder. Bu nedenle imama
Şafii bir dönüm noktası olmuştur. Er -Risalesi kendinden sonra da
tartışılmıştır.
Şafi hadisçilerin ( Ehli Hadis) ,
REY ehline karşı sözcüsü ve kurtarıcısı olmuştur. Şafii ile birlikte FIKHUL HADİS gelmiştir. Ancak Şafii
KELAMİ konulara hiç girmemiştir. Bu boşluğu da daha sonraki hadisçiler
dolduracaklar Hadisçilik konusunda çok aşırı noktalara gidecektir. Hatta Ahmet B. Hanbel (v.241) Şafii bile
kıyası kabul ettiği içi eleştirecektir.
Bu dönemin tefsircileri de fıkhın
ağırlığından dolayı Ahkâmla uğraşırlar. Fakat tefsir rivayeti kullansa da daha
çok dirayet olarak gelişir. Ancak hadis kitaplarında tefsir için bablar açılır.
Özet olarak Ebu Hanife’ye göre hadis,
ilk nesillerden nakledilen rivayettir ve değerlendirmeye açık, tarihi bir
malzemedir. İçinde sünnet aranır.
İmam Şafiye
göre hadis sünnettir. Sünnet olması için sübutu
yeterlidir. Kabul ve itaat edilmesi zorunlu, dini bir delildir.
Şafiden sonraki bu dönem hadisin
gelişim dönemi olur. Ehli Rey ve Ehli Hadis çatışmaları ile mutezile ve
hadisçilerin çatışmaları doruk noktaya ulaşır. Hadis kitaplarının tasnifi altın
çağını yaşarken, fıkıhçılara ve kelamcılara karşı, kendi görüşlerini
sistematize yapmak isteyen hadisçiler, devletin de desteğini alarak, fıkh’ul
hadis ve fıkh’ul kelamı oluşturur. Böylece hadisçi bakış açısı, dünya görüşü ve
paradigmasını oluştururlar. Bu hadisçi hareketi Sünni paradigmanın oluşumunu ve
özellikle Ahmet İbni Hanbel ile SELEFİYYE ekolünün ortaya çıkışını sağlar. Daha
sonra hadis yazımı ve hadis RIHLELERİ ( seyahatleri) başlar ve Buhari, Müslim
gibi şahıslar ve sünenler yazılarak Kütüb-ü Sitte Külliyatı oluşturulur. Eşari
ve Maturidi kelamının sistemleşmesiyle de Sünni doktrin son şeklini alır. Bu dönemle birlikte yaratıcı faaliyet sona
erer ve İslam düşünce tarihinde DURAKLAMA VE
GERİLEME DÖNEMİ BAŞLAR.
Ahmet b. Hanbel Mutezile kelamını
reddeder. Metod olarak KURAN ve HADİSİ ortaya koyar. Bu bakımdan bütün mezhepleri de reddeder. Maliki, Şafii ve
Hanefileri ehli rey olarak görür ve hiç birini kabul etmez. Bunların
metotlarından uzak durulmasını tavsiye eder. İmamı Şafii ve İmam Malik “rey
değişkendir ve itikadi sahada kullanılmaz, ancak fıkıhta kıyas ile içtihat
edilir” derler. Ahmet b. Hanbel ise “rey hiçbir sahada kullanılmaz” der. Bu nedenle kıyası kabul eden Şafii ve Maliki
eleştirir. “ Amelde bile zayıf hadis Ebu Hanifenin reyinden hayırlıdır”
der.
Ahmet b. Hanbel kendi kelam, fıkıh, tefsir ve
sünnet anlayışını ortaya koymak ve Selefi Paradigmayı oluşturmak için MÜSNED
isimli hadis kitabını yazar. Böylece
bütün ilimleri HADİS ile çözeceğini iddia eder. Ona göre ilim rivayettir
(İLİM=RİVAYET) , DİN ise ASAR dır. Bu nedenle
Hanbel Kıyas, İstihsan, Maslahat, Medine İcmaını toptan reddeder.
Daha önceden hadisçi rivayet
eder, fakih yorumlardı. Şimdi ise
hadisçi hem rivayet eder hem de yorumlar. Bu fıkhi hadis oluşumuna işaret eder.
Artık fıkhın kaynağı hadistir. Ve bütün fıkıh hadis içindedir.
Ahmet b. Hanbelden sonra her ne
kadar kendisi sert ve radikal bir tutum sergilese de, daha sonraki hadisçiler
daha yumuşak bir tavır sergilemişlerdir. Hadis sistematiğini tamamlamışlar,
isnad ve rical ilimleri ile hadis usulunu tasnif edip kullanıma sunmuşlardır.
Bu dönemde tefsir hareketleri de
devam etmiştir. Ancak dönemin olaylarından tefsir de etkilenmiştir. Tartışılan
konular fıkıh ve fıkıh usulü olması nedeniyle yazılan tefsir kitapları da,
fıkıhla ilgili olmuştur. Böylece AHKÂM tefsirleri ortaya çıkmıştır. Birçok
fıkıh ve kelamdaki tartışmalar ve suçlamalar tefsire de yansımıştır. REY
eksenli tefsirler yerilmiştir. RİVAYET tefsirleri önem kazanmıştır. Rey
tefsirleri de Hadisçilerin saldırısına uğramışlardır. Çünkü Tefsirde
israiliyyat rivayetleri artmıştır, aktarılan hadislerin senedleri bırakılmış ve
söylenmemiştir. Bu nedenle yine Ahmet b. Hanbel “üç şeyin aslı yoktur. Tefsir, melahim ve megazi” diyerek REY
tefsirini ve hatta rivayet tefsirini kötülemiştir. Ve tefsircilere
saldırmıştır. Bu konuda daha da ileri giderek Mukatil b. Süleymanın tefsirini
tefsiri için “ baştan sona kadar yalan” demiştir. Hâlbuki Mukatil ilk tam
tefsiri yazan, tefsiri ilk telif eden kişi olarak tarihe geçmiştir. İmam Şafii
bile Mükatili övmüştür. Zaten Ahmet b. Hanbel Şafii bile eleştirmiş ondan hadis
almamıştır. Kıyası ve Reyi kabul ettiği için Şafiyi yermiştir. Bu selefi ekol tefsirde aklı kaldırır.
Hadisi temel alır. Mesela müteşabihler konusunda akli yorum yapmaz ve
zahiri olarak da almaz. Sadece konuşmaz ve keyfiyeti bilinmez ( bila- keyfe),
iman etmek gereklidir” der. Sonuçta akla karşı nakli, tevile karşı taklidi,
dirayete karşı rivayeti kabul ederek kendi tefsir anlayışını ortaya koyar ve
hadis kitaplarında TEFSİR bölümü bab olarak ayrılır.
Şafiden sonraki bu GELİŞİM DÖNEMİNİ iki dönem
olarak inceleyebiliriz. Birinci dönem buraya kadar anlatmış olduğumuz
dönemdir. Bu birinci dönemde FIKIHTA dört mezhep
oluşmuş (Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbelî) ve oluşumlarını tamamlamıştır. TEFSİRDE, ahkâm tefsiri dönemi başlamış ve
rivayet tefsiri tasnif edilmiştir. HADİSTE ehli hadis
paradigması oluşturulmuş, fıkh’ul hadis dönemi başlamış ve hadisin ALTIN KİTAPLARI yazılmıştır. Yani kütüb’ü- sitte
külliyatı oluşmuştur. Buhari (v.194), Müslim (v.206), Ebu Davud (v.202),
Tirmizi (v.209), ibni Mace (v.209), Nesai (v.205).B unlar SAHİHLER, SÜNENLER ve
MÜSNEDLER adı ile anılarak hadiste RİVAYET DÖNEMİ KAPANMIŞTIR.
Gelişim
döneminin ikinci aşaması, Mutezileye karşı geliştiren kelam ekollerinin
gelişimidir. Bu ekoller EŞARİ ve MATURİDİ ekolleridir.
İslam
toplumunda siyasi fırkaların ve görüş ayrılıklarının temeli iman ve mümin
tanımı ve insan iradesinin özgürlüğü gibi iki temel konudur. Bu konulardaki
ayrılıklar ümmeti parçaladı. Ancak Sünni doktrin bunları bir orta yolda
birleştirerek birliği yeniden sağladı. Selefi hadisçiler mutezileyi tarihten
silince yeni kelami ekoller bu Sünni paradigmanın yansıtıcısı oldular. Mesela Hasan
El-Eşari (v.330) Mutezili
Cübbaiden ayrılarak Eşari ekolünü kurdu.
İlahi adalet beşeri terimlerle
tanımlanamaz dedi. Fiiller konusunda KESB
nazariyesini kurdu ve kazanmayı insan iradesine bağladı. İlahi iradeyi
insan özgürlüğü ile uzlaştırma konusunda, Kesb yetisini yaratan Allahtır,
kazanan ve sorumlu olan insandır diyerek uzlaştırmaya gitti. İlahi sıfatlarda,
sıfatlar Allahın ne aynısıdır ne de ayrısıdır dedi. Böylece TEŞBİHTEN ve aşırı
TENZİHTEN kaçındı. Kuran mahlûk değil, ezeli bir sıfattır dedi. Mutezilenin Allahın iradesini
sınırlandırmasını reddetti ve tabiatta da katı bir nedenselliği onaylamadı.
Ahmet b. Hanbelin bu konudaki görüşünden ayrılmak istemedi ve Allahın mutlak
iradesini tekrar ortaya koydu. Bu nedenle tabiatta yaratmaya ve Allahın
iradesine yer açan ATOMCU görüşü
savundu.
İkinci ekol Maturidilik, İmam
Maturidi (v.333) tarafından geliştirildi. Eşariliğe çok benzer ancak bazı
noktalarda ayrılır. Mesela kötü fiiller Allahın rızası değildir ve İnsan
fiillerinde hürdür der. İmanın artıp eksileceğini söylerler ama fiille ortadan
kalmayacağını kabul eder. Böylece fiillerin zahirini fıkha ve batınını
incelemek sufizme kalır.
Bu kelam ekollerinin oluşmasından sonra Sünni görüş
üçe bölünür.
Birincisi eski Medine
ehlinin görüşünün devamı olan HADİS EHLİ görüşleri.
Bunlar İmam Şafinin ZAHİR teorisini alıp benimserler. İkincisi Ahmet b. Hanbelin izinden gidip kelam ve Eşariyi
reddederler. İbni Teymiyye bunun devam ettiricisidir. Bu radikal ruha SELEFİYE denir. Üçüncüsü Eşari ve Maturidi kelamlarının
devamı olan, Gazali, Fahruddin Razi, Nesefi ile devam eden hem rey, hem de
hadisi (rivayeti) kullanan grup. Bunlar EHLİ SÜNNET KELEMCILARI dır.
Kelamcılardan sonra, Sufizm ve kelam felsefi bir boyut kazanarak devam eder. (İslam,
F.Rahman)
Ehlisünnet paradigmasını kısaca şöyle
değerlendirebiliriz: 1- Ayrı uçlar bir
araya getirilmiştir. 2- Orta yol tespit edilir ve sıkıca sarılınılır. 3- Cemaat yok olmaktan kurtarılır. 4- Paradigma
gelişince muhteşem bir sosyal denge kurulur. Ancak diğer yandan bu paradigma 1)
kendini nebevi/yaşayan sünnetin tek yorumu görür ve Allahın iradesinin tek
tezahürü sayar. 2-) Bu nedenle KUTSALLIK ve DEĞİŞMEZLİĞE bürünür. 3-) Yaşayan
sünnetin yaratıcı faaliyeti ortadan kalkar. 4-) İslam Kültürü gelişmeye
başladığı sırada TIKANIR 5-) Bu yüzden kurulan bu SOSYAL DENGE çok kısa ömürlü
olur ve bozulmaya başlar. (Tarih Boyuna metodoloji sorunu, F.Rahman)
Önceki dönemde, yani gelişim döneminde, fıkıh alanında dört
büyük mezhep oluşmuş, hadis alanında selefiye görüşü Ahmet b. Hanbel ile ortaya
çıkmış ve kütüb-ü sitte yazıya geçirilerek tamamlanmış, kelam alanında mutezile
ekolünün hadisçiler tarafından siyaseten ortadan kaldırılması sonucunda EŞARİ
ve MATURİDİ kelam okulları oluşmuş ve sitematiğini tamamlamıştı. Böylece
günümüze kadar gelecek olan SÜNNİ PARADİGMA / DÜNYA GÖRÜŞÜ son halini almıştır.
Bunlardan sonraki gelişmeler ancak bu paradigmanın taklidi, açılımı veya özeti
şeklinde olmuştur. Çünkü İslam düşünce sistemi paradigmanın oluşumu ile
tamamlanmış, içtihat kapısı kapanmış, canlı ve dinamik olan yaşayan sünnet
kalkarak yerini Hadise bırakmış ve neticede yaratıcı ve akli düşünce son
bulmuştur.
Duraklama döneminde fıkıh konusunda
çok fazla bir ilerleme olmaz. Sadece mezhep kavgaları başlar. Mezhep
taassubunun doruğa ulaştığı bir dönem olur. Mezhep imamlarının eserleri şerh
edilir. Mezheple ilgili kitaplar yazılır. İçtihat ancak mezhep içinde olur.
Mutlak müçtehidin şartları öyle ağırlaştırılır ki ulaşmak neredeyse imkânsız
olur. Bundan sonraki dönemler, Osmanlı da dâhil, fıkıhta okullaşma ve
kurumlaşma dönemi olur. Siyasi otoriteler fıkıh okulları kurarlar. Müfti ve
kadı yetiştirirler, müftüler hukuk danışmanı, kadılar ise yargıçlık görevini
yaparlar. Siyasi otorite hangi mezhebi desteklerse o mezhep resmi hale gelir ve
yayılır gelişir. İlk dönem olan şerhler döneminde yetişen fıkıhçılar şunlardır.
Hanefi
fıkıhçıları: Kerhi (v.260), El-Cessas (v.270), Semerkandi
(v.373), Cürcani (v.393), Bağdadi (v.424), seymeri( v.436), Serahsi (v.490),
Bezdavi (v.400), Saffar (v.427), Kasani (v.387), Fergani (v.590), Merginani
(v.543)
Maliki fıkıhçıları:
El-Endülisi(v.326), Kureyşi (v.314), Abdulberr (v.380), Kayrevani (v.386),
el-Ezdi (…), el-Ebheri (v.395), Mearifi (v.403), el- Maliki (v.422), el-Baki
(v.484), el-Kurtubi ( v. 525), el- Avfi (v.581), ibn Rüşd (v.595), es- Sadi (
v.620)
Şafii
fıkıhçıları: el-Harzemi
(v.340), en- Nisaburi (540), Dareki (v.375), Saymari (v.286),
Esfarayini(v.401), el-Maverdi (v.350), eş-Şirazi (v.476), İmamul Haremeyn
el-Cüveyni (v.487), el-Gazali(v.450), el-Iraki(v.596), er-Reffii (623),
en-Nevevi (651)
Zahiri Fıkıfçı: İbn Hazm
Şerh döneminin isimlerini
zikrettiğimiz fıkıhçıları, fıkıhta taklit döneminin temsilcileri
olmuşlardır. Bu fıkıhçılar mezhepler arası münazara ve tartışmalara çok önem
verdiler. Kendi mezheplerini savundular. Ancak bu dönemin önemli bir gelişmesi
usul-ü fıkıh konusunun sistemleşmesi olmuştur. Her mezhep mensubu kendi mezhep
imamlarının görüşlerini iyi anlamış bunları detaylı bir şekilde izah etmiş ve
imamların kitaplarını şerh etmişlerdir.
Kısaca bu dönem fıkhının özellikleri şöyledir.
1-
Taklit ruhunun yerleşmesi,
2-
Münazara ve Mücadelenin
yaygınlaşması,
3-
Mezhep
taassubunun başlaması ( İslam Hukuk Tarihi, M.El- Hudari)
Duraklamanın ikinci dönemi haşiyeler dönemidir. Bu dönem siyasi olarak 657 den başlayıp
Türklerin iktidar olduğu ve özellikle OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN hakim olduğu
dönemdir. Yedi asırdan fazla süren bu dönem âlimlerin TAKLİT prensibine
sımsıkı sarıldıkları bir dönemdir. Bir
kaç kişi hariç mezhep içi içtihat seviyesine ulaşan bile çok azdır. Bu dönemin âlimleri mütekaddimin âlimleri ile
irtibatı kesmiştir. Sadece bu dönemde yazılan kitaplar okunmuştur. Bu nedenle
fıkıh gerilemiş neredeyse yok olmuştur. Fıkıhta gerilemenin iki sebebi vardır.
1-
Farklı bölgelerde oturan İslam âlimleri
arasındaki irtibat kopar.
2-
Âlimlerin temel eserlerle (
Mütekaddimin kaynaklarla ) ve sonraki asırlarla irtibatları kopar.
Bu dönemde eğitim sistemi MEDRESELER şeklinde
yürütülmüştür. Ancak buralarda ilk orta ve yüksek eğitimde basitten zora doğru
olmak üzere sadece ait olunan mezheple ilgili kitaplar ve şerhleri
okutulmuştur. Bu dönemde yazılan eserlerin ortak noktası HAŞİYELERDİR. Şerh
dönemindeki büyük imamlar yoktur. Âlimler ancak kitapları küçük notlar yani
haşiyeler almakla yetinirler. Sonuç olarak duraklama döneminde Fıkıh ilmi inişe
geçmiş, şerh döneminde çok zayıflamış haşiyeler döneminde yok olmaya yüz
tutmuştur. ( İslam Hukuk Tarihi, M.El-
Hudari)
Duraklama döneminde HADİS ilimleri de
aynı gelişmeleri yaşamıştır. Tabiî ki bu gelişmeler İslam dünyasının siyasi
olarak parçalanma ve gerileme olaylarından etkilenmiştir. İlimler de sosyal ve
siyasi gerilemeye paralel bir çizgi izlemiştir.
Hadis kitapları, kütüb-ü sitte
oluşunca, hadiste rivayet dönemi sona ermiştir. Mevcut kitapları korumak ve
öğretmek dönemi başlamıştır. Bu amaçla hadis eğitim merkezleri kurulur. Bu
okullara DARUL- HADİS denir.
Fıkıhtaki gibi önemli bir gelişme
Hadis Usulünün tamamlanmasıdır. İlk hadis usulü telif eden Ramehürmuzidir.
(v.369) Diğer hadis usulcüleri Neysaburi
(v.405), Kadı İyaz (v.544), ibn Salah (v.643), an-Nevevi (676), İbn Hacer
El-Askalani (v.852), Sehavi (v.903) ve özellikle büyük imam ES-SUYUTİ ( v.911-r.
1505) dir. Hadis Usulü, mevcut malumatın
sistemleştirilmesinden ibarettir. Hadis olarak orijinal herhangi bir kitap
yazılmamıştır. Bu dönem hadiste ŞERH dönemidir. Mukaddim kitaplar bu
dönemde sadece şerh edilir. Kütübü sittedeki hadisler açıklanır. Ciltler dolusu
açıklayıcı yazılar yazılır.
Dönemin en önemli ŞARİHLERİ Hattabi
(v.388) ve İbn Hacer (v.852) dir. Özellikle ibn Hacer Buhari üzerine yazdığı
şerhler ile ün yapmıştır.
Şerh döneminde usul kitapları ve
bazı biyografiler de yazılır. Dönemin en önemli okulları SELÇUKLU
MEDRESELERİDİR. Buralarda yetişen en önemli hadisçiler şunlardır:
Bağdadi,
Abdilberr, Baci, Bağavi, Kadı İyaz, İbni Asakir, eş-Silefi, İbnul Cezvi, İbn Salah, Nevevi, Ez-Zehebi(v.748),
Iraki, el-Ayni, es-Sahavi, SUYUTİ (v.911) (Hadis Tarihine Kısa Bakış,
ilitam yayınları)
Hadis ilminin ikinci dönemi yani HAŞİYELER döneminde fıkıh ilminde
yaşanan olayların benzerinin yaşandığı dönemdir. Orijinal eserler yazılmadığı
gibi hadis şerhleri bile çok fazla yazılmamıştır. Sadece önceki dönemin kuru
bir tekrarı niteliğinde eserler ortaya çıkmıştır.
Bu dönemden bir önceki dönemde hadis
alanında Mısır ve Suriye merkez idi. Haşiyeler dönemi ise tamamen Osmanlı
dönemi olup merkezin İstanbul ve Anadolu’ya kaydığı dönemdir. Ayrıca bu dönemde
Şah VELİYULLAH DEHLEVİ nin çalışmaları ile HİNT-PAKİSTAN ALT KITASINDA medreseler
oluşturulmuş fıkıh ve hadis çalışmaları yapılmıştır. Yine bu dönemin ortak
özelliği kitapların kısaltılarak MUHTASARLARIN yazılması
ve kitaplara küçük notların düşülerek haşiyelerin
oluşturulmasıdır. Ancak Osmanlı döneminin en güzel tarafı ilimlerin KURUMLAŞMASIDIR. Avrupa,
Balkanlar, Asya, Orta doğuda medreseler kurulmuş ve buralara resmi hocalar
tayin edilmiştir.
H.737( m.1331) de İznik Medresesi
kurulmuş Davud el-Kayseri (v.754) buraya hoca olarak atanmıştır. Osmanlı
döneminde medrese hocaları ve yetişen hadis ve fıkıh âlimlerini şöylece
sıralayabiliriz:
İbni Melek (v.797), Molla Gürani
(v.893), et- Tusi, Semerkandi, Fehrettin el- ACEMİ (v.865), Tarihçi MAKRİZİ (v.869),
Tokatlı Molla Lütfi, Münavi (v.1051), er-Razi (1094), ünlü Tacül Arus
sözlüğünün yazarı meşhur Murtaza ez-ZEBİDİ(1732), İbn
Kemal (940), Birgivi Mahmut Efendi (v.981), el-Kevseri (1371) ve meşhur hadisçi
GAYTİ (v.984), İsmail el-ACLUNİ (1162) meşhur kırk Hadisin yazarı, Yusuf
Efendizade Abdullah (1167), yine meşhur Ramuz El-Ehadis yazarı GÜMÜŞHANEVİ (1877),
meşhur Safranbolulu Ahmet Şakir (1315) talebeleri Erzurumlu Musa Kazım- Mahmud
Esat- İzmirli İsmail Hakkı (İlmi Kelam yazarı,v.1924)
Osmanlı döneminde kurumlaşma bütün
ilimleri kapsamıştır. Yine bu dönemde tasavvuf- hadis kaynaşması ve
birlikteliği yaşanmıştır. Hâlbuki aşağıda belirteceğimiz gibi, bu şerh ve
haşiyeler döneminde en önemli gelişmeler kelam, felsefe ve tasavvufta olmuş,
hadisçiler telif döneminde olduğu gibi yine bu üç ilme saldırmışlardır. Ancak
bu sefer fazla başarılı olamamışlardır. Hatta çok eleştirdikleri tasavvufu
Sünnileştirerek kendi bünyelerine çekmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemin
başlarında, tefsirde kendi gelişimini oluşturmaya başlamıştır. Bu zamana kadar
gelen tefsirler ve rivayetler tefsir kitaplarında toplanmışlardır. Bütüncül
tefsir kitaplarının yazıldığı bu dönemde genel ağırlık DİRAYET
tefsirindedir. En önemli müfessir TABERİ (v.330)
dir. Taberi Zahir teorisini geliştirmiş ve kendisine gelen bütün rivayetleri
toplamıştır. İkinci müfessir Ebi
Hatimdir.(v.927). Taberiye benzer bir tefsir yazmıştır. Bunlar rivayetleri
tarif ederken kendi görüşlerini de aktarmışlardır. Diğer müfessirler
Semerkandi, Vahidi (v.408), Bağavi, ibni Atiye(546), İbni Kesir (v.774), Suyuti
(v.911) ve El Kasimi’dir. Bu müfessirler tefsir rivayetlerini toplamışlardır.
Daha sonrakiler daha çok dirayet ağırlıklı tefsir yazmışlardır. İçinde
bulundukları sosyal sınıflar ve bilimsel malumattan etkilenirler. Mezhepler ve
gruplar kendi görüşlerini desteklemek için tefsir yazmışlardır. Sünni,
Mutezili, Şii, Harici, Fıkhi, Felsefi, Filolojik, Tasavvufi tefsirler
yazılmıştır.
Dirayet müfessirlerini
şöyle
sıralayabiliriz: Havrani, Tusi, Zemahşeri (v.538), Tabresi, Fahrettin Razi
(v.606), Kurtubi (v.631), Beydavi (v.635), Nesefi (v.710), İbni Hazin (v.740),
Endülüsi, Şibrini, Ebussuud (v.977), Alusi (v.1270)
Bu dirayetçi müfessirler belli
mezheplere sahip olsalar da kendi görüşlerine göre tefsir tanzim etmişlerdir. Mesela Fahrettin Razi, kelami, fıkhi, hadis,
felsefe, matematik, sosyal, tarihi bütün bilgilerini tefsirde kullanmıştır.
Filolojik
tefsirler: Meanil Kuran, Garib ul- Kuran ve İcaz ul- Kuran tarzı tefsirlerdir.
Sağleb, El-Ferra, Ebu Ubeyde, Ahfeş, İbn Kuteybe.
Fıkhi
Tefsirler: Bunlar Ahkâm tefsirleridir. Tahavi (v.321), Cassas (v.370) Ebu Bekir el-Arabî
(v.543)
İlmi
Tefsirler: el-İskenderani (v.1306) Bilimi baz alan tefsirler.
Felsefi
Tefsirler: ibni Sina
Tasavvufi
tefsirler: Bunlar işari tefsir türüdür. Muhyiddin Arabî, Gazali (v.505), Tusteri,
Sülemi (v.459) Kureyşi(v.465)
Tefsir İlmi, dönemin ilmi
gelişmelerine göre bir seyir izlemiştir. Rivayetler bitip şerh dönemi
başlayınca ve mezhepler oluşunca, tefsirde rivayet ve dirayet olarak ayrılmış,
dirayet tefsirleri bilimsel branşlara göre ve mezheplerin görüşlerine göre
oluşmuştur.
Şerh ve haşiyeler dönemi fıkıh,
hadis ve tefsir ilimleri açısından gerileme dönemi olmuş, içtihat kapısının
kapanması ile yaratıcı düşünce sona ermiştir. Ancak bu dönemde bu ilimlere
tepki olarak gelişen başka ilimleri görmekteyiz. Felsefe, tasavvuf ve kelam
değişik bir gelişme çizgisi oluşturmuştur.
Sonuç olarak; Şerh ve
Haşiyeler döneminde tefsir, hadis ve Fıkıh ilimleri oluşumlarını tamamlamış,
medreseler sistemiyle okullaşıp kurumlaşırken, kendilerine tepki olarak
gelişen, sufizm, felsefe ve kelamı yumuşatarak zararsız hale getirmişler, suni
paradigmanın oluşum hizmetinde kullanmışlardır. Özellikle haşiyeler döneminin
yaşandığı Osmanlı dönemi kendine kadar oluşan SUNNİ PARADİGMANIN dünya
görüşünün tamamen koruyuculuğunu
yapmış, bilgi birikimini resmi kurumlar ile Avrupa, Balkanlar, Afrika, Orta
Asya gibi uzak ülkelere taşımışlardır.
İlk başlangıcın da – Hz. Peygamber
döneminde İslam İlimleri bütüncül bir halde ve bütüncül bir dünya görüşünün
unsurları idiler. Bu ilim sahabelerle tabiinler aynen aktarılır. Ancak
tabiinler döneminde CANLI ve bütüncül bu İLİM, tarihsel bir zorunluluk ile
rivayete dönüşür, kaybolan bütünlüğün yerini ayrışmamış bir haldeki ilimler
alır. Fıkıh, tefsir, hadis, kelam, bu bütüncül dünya görüşünden ayrılır ve
bağımsız bilgi haline gelirler. Ancak 3. yüzyılda imam Şafii, fıkıh bilimindeki
özgür düşünce ( içtihat) ile ortaya
çıkan çok fazla ayrılık ve ihtilafları görerek yargı ve yasamada birliği
sağlamak ve parçalanan ümmetin siyasi birliğini yeniden oluşturmak amacı ile
yöntem arayışına gider. Bu arayışın sonucunda Hadisi şampiyon ilan eder ve
fıkhın temeline koyar. Böylece Kuran, sünnet ve içtihat olan İslami
metodolojiyi Kuran, hadis, içtihat eksenine oturtur. Hadis senet ile
aktarıldığından sabit idi ve birliği sağlamaya yapı itibariyle müsait idi.
Böylece kaynaktaki birlik içtihatlardaki
ve yasmadaki birliği de sağlayacaktı. Ancak durum hiç de Şafii’nin
düşündüğü gibi olmadı. Ne hadis bu birliği sağladı ne de tartışmalar son buldu.
Aksine daha derinden devam etti. Ayrıca imam Şafii tarafından yaratıcı ve
gelişen sünnet sürecine ( yaşayan sünnet) darbe vuruldu. İslam ilimleri tam
gelişeceği dönemde tıkanıp kaldı. Bu dönem yöntem tartışmalarına İ.Şafii
tarafından yapılan 1. eleştiri dönemidir.
Bu eleştirirler sonucu, dört mezhep (Hanefi, Maliki, Şafii, Hanbeli) kelami
ekoller ( Eşari,Mutezili, Maturidi,Zahiri), Tefsir ekolleri (rivayet, dirayet)
oluşumunu hemen tamamlama yoluna gitmiştir. Hadis kitapları (sünenler ve
sahihler) oluşturulmuş ve tasnif süreci tamamlanmıştır.
Bu dönemin oluşum sürecinin
temelinde iki unsur yatar. Birincisi tabiin döneminde başlayan ve Arap olmayan
adına MEVALİ denilen
Müslüman âlimlerin çıkması ve ilim ve kültür sahibi olan mevalinin REY ekolünü
benimsemesi. İkincisi, Tabiin ve Şafii döneminde fetihlerle genişleyen İslam
coğrafyasında ortaya çıkan yabancı unsurlardır. Geniş coğrafyalardaki eski ve
büyük medeniyetler (İran, Hint, Bizans, Habeş, Mısır, İskenderiye, Endülüs…)
kendi ilim ve bilimsel sürecini tamamlamış ve bilim geleneğini oluşturmuştu.
Ancak Araplar daha önce hiçbir ilim geleneğine sahip olamamışlardı. Bu nedenle
karşılaştıkları bu büyük medeniyetlerin sistemleri ve kültürleri karşısında
yetersiz kaldılar ve bocalama geçirdiler. Önceleri bu medeniyetlerin yönetim
sistemlerini aynen alıp taklit ettiler. Daha sonra bunu özümsemeye çalıştılar.
Ancak bu medeniyetlerin etkisinden kurtulamadılar. Bunların ortaya koyduğu
sistemle bilgisel alanda çok fazla hesaplaşmaya giremediler. Büyük
medeniyetlerin etki ve baskısı İslam toplumunu hem çok karıştırdı hem de
geliştirdi. Bu baskı karşısında İslam toplumu korumacı bir tutum benimsedi. Kaybolmasından korkulan İslam
ilimleri tasnife tabi tutuldu ve hadis olarak senetle aktarılmaya başlandı.
Ancak bu esnada İslam toplumu çok büyük bir yanlışa düştü. Bu medeniyetlerdeki bilim ve
akli yapıyı eleştirerek alma yerine akla ve bilime saldırarak yok etme yoluna
gitti. Akla karşı takınılan bu yanlış tutum olaya çözüm getirmediği
gibi İslam toplumunu hemen her alanda temel yanlışlara sürükledi. Siyasi ve
ahlaki çözülme ve yozlaşmaya neden oldu.
Sonuçta determinizmin kucağına
düşüldü. Aslında Sünni paradigma İslam ilimlerinin kendi içinde gelişmekte olan
akli yönteme (ehl-i rey) de insafsızca saldırdı. Hadisçi hareketi denen bu
oluşum sonuçta Sünni paradigmayı oluşturdu ve hâkim söylemi korudu. Ancak
determinizmin ( cebriye) sözcülüğünü yapmaktan ve İslam toplumunun bilimsel
gelişmesini tıkamaktan başka çok fazla bir işe yaramadı. 1. eleştiri döneminden
( şafi dönemi) sonra ikinci eleştiri
diye nitelendirdiğimiz Gazali dönemi gelir.
Bu dönemde yöntemlerini oluşturan
İslam ilimleri, mantık, felsefe, matematik, fizik, kimya,… gibi ilimlerle
çeviriler sonucu tanıştı ve kendisini bilimsel olarak sistematize etmeye,
bilimsel yöntemlerini kurmaya başladı. Ancak bu bilimsel ve akli gelişme ikinci
defa İmam Gazali ile eleştiriye tabi tutuldu. İmam Gazali bilimleri sınıfladı
ve sistematize etti. Akla ve felsefeye saldırdı ve felsefeyi dışladı. Ancak
Aristo mantığını kabul etti ve kelamın ve fıkhın temel yöntemi olarak tespit
etti. Gazali sonrasında felsefi ve akli bilimler şekil değiştirerek gelişti.
Felsefi kelam ve felsefi sufizm oluştu. Varoluşçu felsefe bu ilimler aracılığı
altında gelişti. Tefsir ilmi de Gazaliden sonra boyut değiştirdi. Fahruddin
Razi tefsirinde her türlü ilmini ve bilgisini kullandı. Tefsirin alanı ve yöntemi çok değişti ve gelişti. İmam Gazali
özünde Eşari idi. Bu nedenle felsefenin bilgi teorisine ve nedensellik
anlayışına saldırdı. İslam toplumunda Gazaliden sonra Allahın yaratıcılığına
yer açmak, yani imkan tanımak için, nedenselliği reddeden Atomcu Varlık
Nazariyesi geliştirildi. Ancak 2.kez Gazalinin akla ve akli bilimlere (
felsefeye) saldırısı Sünni paradigmayı bilimsel yönteme taşıdı ve SİSTEMATİZE yaptı. Böylece İslami bilimsel yöntem oluşmuş oldu. Bu
dönemden sonra bilimlerde herhangi bir gelişme olmadı. ŞERHLER döneminde
yığılmış, bir dağ gibi bekleyen İslam ilimleri ancak ŞERH edilmiştir. Bu
dönemde büyük şarihler çıkmıştır. Ancak yöntem ve sistem anlayışı aynı
kalmıştır.
Son dönem HAŞİYELER dönemi tam bir Osmanlı dönemidir. Bu dönemin hâkim karakteri kurumsallaşmadır. Hemen her alanda kurumsallaşmaya gidilmiş ve bilimler de bundan nasibini almıştır. Bilimlerin öğrenilmesi ve öğretilmesi için okullar kurulmuş ve dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Ancak Gazalinin akla ikinci saldırısından sonra İslam ilimleri doğa ilimlerden ayrılmıştır ve ilimler, rivayet ilimleri (tefsir, fıkıh, kelam, sufizm…)ve akli ilimler (mantık, felsefe, matematik, fizik, kimya…) olarak ikili bir yapıya bürünmüştür. Osmanlı medreseleri bu ikili yapının koruması ve aynen aktarılmasından ibarettir. Gazalinin algılayan akıl (kalp) ve ifade eden akılı (rasyonel akıl) ikiye ayırmasından sonra İslam toplumu bu ikili ayrımı hep bünyesinde taşıdı, birleştirme imkânı bulamadı. Aslında bu bir nevi bilgide laiklik idi. Yani akıl-nakil, din-dünya bilgisi. Bu temel ve çok yanlış ayırım, hem toplumsal sahada hem de bilgisel sahada İslam ümmetini yirminci yüzyıla taşıdı.
Son olarak usul ilimlerinin tanımları yapılarak makale sonlandırılacaktır.
1- TEFSİR
USULÜ: Kur’an’ın
i’cazı, lafzı, anlamı, nasih-mensuh’u, muhkem-müteşabih’i, ‘amm ve hassı vb
konularda Kur’an’ın anlaşılmasında yardımcı olan Kur’an ilimleridir. Arapça ’da
‘Ulûmu’l-Kur’ân’ denilen bu ilimlere
Türkçemizde “Kur’an ilimleri” diye
ifade edilmektedir. Ulûm, ilim kelimesinin çoğulu olup lügatte; bilmek
ve anlamak, ıstılahta ise meseleleri delilleriyle idrak etmek anlamına
gelmektedir. Bu tanıma göre Kur’an ilimleri: inişi, tertibi, toplanması,
yazılması, okunması, tefsiri, icâzı, nâsihi, mensûhu, muhkemi, müteşabihi,
‘amm, hasın anlaşılması ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’an ile ilgili olan ilimlerdir. Kur
‘ani ilimler, Kur’an’ın açıklanıp anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu
ilimlerin sayısı hakkında, Zerkeşî 47 sayısını verirken, Suyûtî bu sayıyı biraz
daha artırmıştır. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi, IV. hicrî asrın başlarında
kullanılmaya başlanmıştır.
Belli başlı Kur’an
İlimleri:
a- Kur’an’ın Lafzıyla İlgili İlimler; Üslûbu’l-Kur’ân,
Mübhemâtu’l-Kur’ân, Garibu’l-Kur’ân, Vücûh ve Nezâir, Aksâmu’l-Kur’ân vb.
b- Kur’an’ın
Anlamıyla İlgili İlimler:
Müteşâbihu’l-Kur’ân, Hurûf-I Mukattaa, İ’câzu’l-Kur’ân, Müşkilu’l-Kur’ân,
Münâsebâtu’l-Kur’ân, Fezâilu’l-Kur’ân, Kısasu’l-Kur’ân, Esbâbu’n-Nüzûl,
Nâsih-Mensûh,
2- FIKIH
USULÜ: Fıkhın
üzerine kurulu olduğu kurallardır. Fıkıh ise; sözlükte ‘anlamak, anlayış’
demektir. İslâm fakihleri ve usulcülerin kullanımında fıkıh; “Tafsili delillerden istinbat edilmiş amelle
ilgili Şer’î hükümleri bilmektir.”
Fıkıh usulü; icmâli delilleri ve bunların Şer’î
hükümlere delâlet yönlerini kapsadığı gibi, istidlalde bulunulanın durumunu
-tafsili açıdan değil de genel açıdan- yani içtihad bilgisini de kapsar. Yani
Fıkıh Usulü; fıkhın mutlak emir, mutlak nehiy, Nebi (sav)’in fiili,
sahabenin icmâsı ve kıyas gibi tayin edilmemiş haldeki icmâli delilleridir.
Keza Fıkıh usulü, bir disiplin olarak fıkıh ilminden farklıdır. Çünkü
helal-haram, sahih-batıl, fasit gibi hükümleri mükellefin fillerinin
oluşturduğu anlayışı Fıkıh ilmi belirlerken, Fıkıh Usulü’nun konusunu ise;
Şer’î hükümleri istinbat etmeleri bakımından vahye dayalı deliller oluşturur.
3- HADİS USULÜ: (İlmi Usuli’l-Hadis); Hadis
İlminin Dirayetü’l-hadis diye bilinen koludur. Hadis ilminin diğer kolunun adı
da Rivayetü’l-hadistir. Hadis’in sözlük anlamı ‘yeni’dir. Eski demek olan
kadim’in zıddıdır. Hadis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de söz ve haber anlamlarında
kullanılmıştır.
Hadisin
terim anlamı, söz, fiil,
takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her
şeyin yazılı metinleri demektir. Çok özel ve dar anlamda peygamber sözüne de
hadis denir. Hadisin çoğulu ehadis’dir. Hadis usulü ilmi de hadis ilminin
dayandığı prensipler, hadis teknolojisi demektir. Bu bilim dalına başlangıçta
Mustalahu’l-hadis de denilmiştir. Usul konularını anlatmak için Ulumu’l-hadis
ifadesinin kullanıldığı da olmuştur. Kısacası, Hadis Usulü, kabul ve red
yönünden hadisin sened ve metnini inceleyen ilim dalıdır.
Hadislerin
tedvini, doğrudan Allah tarafından korunma altına alınmamış olması bu mirasın
sahipleri olan Müslümanlar tarafından artı bir çaba gerektirmiştir. Bütün bir
gayretin harcanması sonucu ümmete has “isnad” ilmi gelişmiş oldu. Delil
olarak hadis külliyatı ve onunla ilgili kaleme alınmış eserler
gösterilebilir. Hadis Külliyatının tefsir ve fıkha dair rivayetleri kapsaması
onun önce yazıldığının bir ispatıdır. Ancak Tefsir ilmi, Kur’an’la doğrudan
alakalı olması ve ilk önce Kur’an’ın kendi kendisini tefsir etmesi sonra da
Peygamber (sav)’in Kur’an’ı tefsir etmesi bir vakıa olduğundan zamansal olarak
Hadis ilminden önce başladığı anlaşılmaktadır. Fıkıh ilmi ise hicrî II. asrın
sonu ve üçüncü asrın başında tedvin döneminin tamamlamıştır. Dolayısıyla
Tefsir ve Hadis ilimleri gibi Fıkıh ilmi de Hz. Peygamber (sav)’in yaşayan
sünnetinin ve ilahi vahyin hayattaki uygulaması olması nedeniyle vahyin nüzul
süreciyle var olmuş bir disiplin olmakla Tefsir ve hadis ilimlerinden sonra
üçüncü sırayı almaktadır.
Tarih ve Usul
Mukayeseli Okunması
ADI VE SOYADI: Turhan YOLDAŞ
ÖĞRENCİ NO: 14922720
DÖNEM:
2014-2015
BAHAR DÖNEMİ
PROĞRAM:
DOKTORA
Tefsir,
Hadis ve Fıkıh Tarihinin Mukayeseli Okuması
Kur'an'ı Kerim Yüce Allah tarafından bütün
insanlara gönderilen ilahi bir kitiaptır. Şüphesiz Kur'an'ı kerim insanların
yaşamaları için insanlara yol göstermiştir. Kur'an'ı Kerim Arap bir
içerisinde Arapça olarak inmiş, belağat ve fesahatıyla bütün insanları aciz
bırakmıştır. Bütün insanlar bir araya gelip, başka varlıklar de onlara yardım
etseler onun bir sürenin veya bir ayetin benzerini meydana getiremezler.
Kur'an'ı kerim insanların akli, bedeni ruhi, ictimai, ekonomi, siyasi ve
hayatın her alanında insana çözüm getirmiştir.
Kur'an'ı Kerim bir mucize olarak Hz. Muhammed'e
şifahi olarak Yüce Allah tarafın dan inmiş, Hz. Muhammed onu vahiy
katiplerine yazdırmıştır. İlk zamanlarda deri parçalarına, kemik
parçalarına, tahta parçalarına ve taşlara yazıldı. Hadisler onunla karışmasın
diye Hz. Muhammed hadislerin yazımına izin vermedi. Kur'an'ı Kerim Hz. Ebu
Bekir bir araya getirilip mushaf şekline getirildi. Sahabeler Kur'an'ın
manasını ve bazı ayetlerin tefsirini birbirine nakl etmişlerdir.
Hz. Muhammed'de zaman zaman bazı ayetlerin manalarını sahabelere anlatmıştır. Ve
Hz. Muhammed zamanından itibaren Kur'an'ı Kerim tefsir edilmeye başlandı.
Kimine
göre Hz. Muhammed Kur'an'ın çoğunu kimine göre de Kur'an'ın azını tefsir etmiştir.
Hz. Muhammed ister Kur'an'ın azını ister Kur'an'ın çoğunu tefsir etsin, gerçek
o ki Kur'an'ı Kerim'i ilk tefsir eden Hz. Muhammed'dir. Sahabeler de Kur'an'ın
tefsirine önem verdiler, sahabelerden meşhur mufesirler oldular. Onlardan sonra
tabiin ve etbai tabiin döneminde de aynı şekilde Kur'an'ı Kerim'in tefsir
çalışmalarına devam edildi.
İlk önce ilimler rivayet şeklindeydi, ilk üç
dönem(sahabe tabiin etbai tabiin) hadis ilmi için seferler yapılıp, Hz. Muhammed'den rivayet
edilen hadislere ulaşılmaya çalışıldı. Ondan sonra hadisler tedvin edildi. İlk
başlarda tefsir ilmi hadisin bir babı olarak tedvin edildi, çünkü ilimler iç içe
olup, birbirinden bağımsız değildi. Kur'an ilmi ve Hz. Muhammed'din onu
açıklaması olan sünneti ve bu ikisinden zuhur eden fıkıhi konular iç içeydi. İlk
başlarda tefsir hadis ile beraber yazılıp, tefsir hadisin bir babı olarak kayda
geçti. Daha sonraki dönemlerde tefsir bağımsız oldu. İlk başlarda tefsir
rivayet şeklindeydi, daha sonra gramer ve belağat ilimleri gelişti, bunlara
bağlı olarak dirayet tefsiri de gelişmeye başladı, tefsir ilmi rivayet dirayet
olarak ortaya çıktı. Rivayet tefsiri rivayetlere dayanan bir tefsir çeşididir,
dirayet tefsiri ise hem rivayet hem de dirayet ilmine dayanan bir tefsir
çeşididir.
İlk başlarda sahabe ve tabiinler Kur'an ve
hadislerden anladıklarıyla amel ediyorlardı, Kur’an ve hadisten
zuhur eden meseleler fıkıh meselelerdir. Sonra İslam çoğrafyası genişlendi,
meseleler çoğaldı, herşey Kur'an ve hadiste açık değildi, müçtehid imamlar
ortaya çıkıp sorunlara çözü getirmeye çalıştılar, ilk önce Kitab'a sonra
sünnete baktılar, bunlarda bulmadıkları meselere çözüm getirmeye çalıştılar. Bunun
neticesinde kıyasa başvurup, içtihat yaptılar, buna bağlı olarak bazı ilkeler
genişletip, usulu'l- Fıkıh ilmi ortaya çıktı, bunların neticesinde büyük
mezhepler ortaya çıktı ve fıkıh ilmi de bağımsız olup, ayrı olarak tedvin
edildi. Kelam ve akaid gibi ilimlerde bağımsız oludular. Netice itibariyle
her bir bilim için bazı kaideler ve usuller konuldu. Tefsir için Ulumu'l-Kur'an
genişletildi, bu ilim içerisinde muhkem- muteşabih, nasih-mensuh, mekki-medeni,
siyak-sibak, açık-kapalı gibi kavram ve lafızlar genişletildi. Hadis için de
ulumu'l-Hadis genişletildi, fıkıh ilmi için de usulu'l-fıkıh ilmi genişletildi,
fıkıh ilmi Kur'an ve sunnete dayanıp, onlardan zuhur eden ameli konulardır.
Tefsir, hadis ve fıkıh ilk önce birbiriyle ilişki, sonra diğer bilim
dallarıyla ilişki içerisinde var olmuş ve hala birbirine katkı
sağlamaktadırlar.
Yukarda ki bilgilere baktığımızda ilk
dönemlerde tefsir, hadis ve fıkıh iç içeydi, bir âlim aynı zamanda hem
mufesir hem muhadis hem de fakih idi. Sonradan bu ilimler birbirinden bağımsız
oldular. Buradaki bağımsızlık tam olarak birbirinden bağımsız ve ayrı birer
ilimler anlamına gelmez, bunlar birbirine bağlı ilimlerdir, bunlar aynı
kaynaktan beslenip, farklı bir ihtiyacın tezahüründe oluştuğunu görmekteyiz,
her üçü de aslında bu anlamda birbiriyle ilişkili olduğu göz ardı edilmeyecek
bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.
Özet olarak bu ilimlerin usul kaidelerin gelişmesi: Usul ilmi, Hükmü tek
başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey diye tarif
edilmiştir. Buna göre genel olarak usul, herhangi bir ilim dalıyla alakalı
bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve
metotlar demektir.
Fıkıh usulü, hadis usulünden önce tedvin edilmiş, sebebi; ilk iki asır
içerisinde, fakihler ve hadisçiler şeklinde belirgin bir ayırımın bulunmamasına
bağlanabilir. Nitekim bu asırlarda, hadisleri toplama gayretinde olanların
çoğunun, aynı zamanda bunları fıkıh alanında değerlendirme gayretini ve
endişesini taşıdıkları görülmektedir. İlk tedvin edilen hadis mecmualarını,
fıkıh bapları esasına göre düzenlenen "Musannaf'ların oluşturması, bunun en
açık delilidir. Dolayısıyla bu dönemde hadis usulüyle ilgili müstakil eserlerin
yazılmamış olması ve fıkıh usulünün hadis usulünden daha önce derlenmiş olması,
tarihi gelişmelere uygundur. Fıkıh usulü de sonradan tedvin edilmiş bir
ilimdir.
Tefsir usulü ilmi de, Hicri ikinci asırdan
itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimlerindendir. Bilindiği gibi Kur’an
ilimleri ilk dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh, garibu’l Kur’an vb. Belli
alanlarda kaleme alınıyordu. Bu durum giderek ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı
konularını bir araya toplayan kapsamlı eserlerin yazılmasına da zemin
hazırladı. Böylece erken dönemden itibaren tefsir usulü niteliğinde eserler
meydana getirilmiş oldu. Sahabe devrinde tefsir denilince daha çok akla tevkifi
beyanlar geliyordu. Yani bu söz onların yanında, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri gibi veya Allah’ın elçisinin
açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavram olarak anlaşılıyordu.
Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu
iken sonraları muhtevası biraz daha genişletilerek sahabe açıklamalarını da
içine almaya başlamıştır.
Netice de, Konuları itibarı ile Kur’an ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp
inceleyen söz konusu ilimlerin gayesi, O’nun anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
‘’Usul ilmi’’ olarak adlandırılan bu esas ve kaideler, geliştirilmesi ve
genişletilmesi düşünülen her ilmin bir anlamda planı konumundadır. Belli kaide
ve esasları önceden tespit etmeden bir bilgiyi düzene koymak da mümkün
değildir.
Saygılarımla..
2014-2015 Doktora Bahar Yarıyılı
Zeliha ÇİFTÇİ
Öğrenci No: 13922757
Kur’an
İlimleri
Kur'an
ilimleri (Ulumü'I-Kur'an) tamlaması esas itibariyle Kur'an'la doğrudan ilgili
olan disiplinleri kapsar. Kur'an-ı Kerim'le alakası olmayan. Fakat kendisinden
Kur'an'ın yorumunda dolaylı olarak yararlanılan ilimlerin Kur'an ilmi sayılıp
sayılmayacağı hususu tartışılmıştır. Kur'an ilimleri Kur'an'ın vahyi, nüzulü,
yazımı, okunması, tertibi, toplanması, çoğaltılması, hattı, kıraati, tefsiri,
i'cazı, nasih ve mensuhu, i'rabı, dil, üslup ve belagatı, ayet ve surelerinin
birbiriyle ilgisi, muhkem ve müteşabihi hakkındaki disiplinleri kapsar. Kur’an
ilimleri, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla Kur’an’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler
vardır. Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, Suyûtî
sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini genişleterek biraz daha çoğaltmıştır.
Kur’an
ilimleri konularında ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın
bütün ilimlerini toplayıcı kapsamdaki eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk
eser Zerkeşî’nin ‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli
eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında
kullanılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak
VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.[1]
Hadis
İlimleri
Hadisler,
ikinci asrın başlangıcından itibaren tedvin edilmeye başlamış olmakla beraber,
bunların tedvininde hadis imamlarının göz önünde bulundurdukları usûl ve
kâideler, henüz kitaplaşmış değildi. Hatta tedvinden sonra kazanmış olduğu
Usulü'l-Hadis veya Mustalahil-Hadis tabirleri bile,
üçüncü asır hadis imamları arasında bilinmiyordu. Hâdîs rivayetiyle bu
rivayetin şartlarından, çeşitlerinden, ravilerin şart ve ahvalinden,
merviyyatın sınıflarından bahseden Usulü’l Hadis veya Mustalahu'l-Hadis, ilk
defa IV. asırda tedvin edilmiştir.[2]
Ulûmü’l-hadîs,
hadis ilmine dair çeşitli konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla
beraber bu ilim içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis
tedvîn ve tasnif faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken
dönem muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani
dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen
ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik
olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve mensûhuhu,
fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîs ilimleridir. Son ikisi hadis ilimleri
arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit
etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna
ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise isnadda veya metinde yer alan ve
hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken
dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiştir.
Fıkıh Usulü
Fıkıh
usulünün içeriği dört bölümde şöylece özetlenebilir: 1.Edilletü’l-ahkâm: Bu
bağlamda edille genellikle, kitap gibi ana kaynakların yanı sıra şer‘u men
kablenâ gibi tâlî kaynaklarla tâlî kaynak görevi yüklenen kıyas gibi metotları
ve sedd-i zerâyi‘ gibi prensipleri topluca ifade eden bir kavram olarak
düşünülmüştür. 2. Hüküm bahisleri: Hüküm teorisi diye
nitelenebilecek bu bölüm de dört başlık içerir: a) Hüküm ve
kısımları: Hükmün tanımı ve hükümlerle ilgili terminoloji; b) Hükme
konu fiiller/mahkûm fîh: Bir fiilin yükümlülüğe konu olmasıyla ilgili şartlar
ve hükmün koruduğu hakkın aidiyeti, sorumluluk ve hak teorilerine esas teşkil
edecek ilke, tahlil ve açıklamalar; c) Hükme muhatap olan
kişi/mükellef/mahkûm aleyh: Hak sahipliğinin ve yükümlülüğün temelini oluşturan
nitelikler ehliyet teorisi. d)Hükmün menşe anlamında kaynağı /
hüküm koyma yetkisi/hâkim: Kelâm ilminde yer alan hüsün-kubuh tartışmasının
uzantısı niteliğindeki bu konunun fıkıh ve fıkıh usulü açısından önem taşıyan
yönü, kendisine dinî bildirim ulaşmamış kişilerin dinen yükümlü sayılıp
sayılmayacağının ve gerek dinî bildirim bulunmayan durumlarda gerekse dinî
bildirimlerin gerekçe ve amaçlarını kavramada aklın rolünün belirlenmesine ışık
tutmasıdır. 3. Hüküm istinbat metotları: Nasların yorumuyla
ilgili kurallar, deliller arasındaki zıt ilişkiler ve zıtlığı (teâruz) giderme
yolları. Esasen yorum sınırını aşan hüküm çıkarma metotları (özellikle kıyas ve
istislâh) bu bölüme uygun düşmekle birlikte bunlar genellikle
“edilletü’l-ahkâm” kapsamında ele alınmıştır. Makasıdü’ş-şerîa konusu yeni
eserlerde ayrı bir başlık altında bu bölüm içinde incelenir; klasik fıkıh usulü
eserlerinde ise değişik bahisler arasına serpiştirilerek işlenmiştir. 4.İctihad
ve taklid: Fıkıh usulü açısından bu bölümün en önemli kısmı, müctehidde
aranacak özellikler ve bununla yakın ilişkisi bulunan ictihadın bölünüp
bölünemeyeceği konusudur.
Sonuç ve
Değerlendirme
Tefsir,
hadis, fıkıh ilimlerini ve usullerini incelediğimizde aslında hepsinin aynı
kaynaktan ve dönemden çıktığını, birbirlerini desteklediklerini ve daha sonraki
asırlarda disiplin haline gelerek birbirlerinden ayrıldıklarını görüyoruz.
Sünnet
tefsir kaynağı olarak Kur’anî ayetlerle ilgili özel malzemeleri ihtiva eder.
Kur’an’ı anlamak için ilk ve en yüksek otorite olmasıyla Hz. Peygamber, sahabîlerinin
sorularına cevap vermek amacıyla Kur’an ayetlerinin mahiyetini açıklayan
çeşitli ifadeler kullanmıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın ilk müfessiri Hz.
Peygamber’dir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashab da bu bilgileri tâbiîne
aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde
gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir.
Allah’ın
Rasulü Hz. Muhammed’in hareketleri, sözleri, hüküm ve davranışlarından oluşan
sünneti; ashab ikinci nesil Müslümanlara ve onlar da üçüncü ve dördüncü
nesillere aktarmıştır. Bu bilginin bazıları bazı sahabi tarafından en başından
beri yazılmış, fakat büyük kısmı bütün ümmetin uyguladığı ve rivayetle de
hafızalara işlenen pratiklerle elde tutulmuştur. Sünnet normatifliğini
Kur’an’dan almıştır. Doğrudan Kur’anî emirle bütün Müslümanlar peygambere itaat
etmeye, onun sözünü dinlemeye ve örneğini izlemeye mecbur tutuldu.
Fıkıh ilmine
gelince; başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme bağlarken dayanılacak
iki ana kaynağın Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber’in sünneti olduğu hususunda
görüş birliği vardır. Bu çerçevede ortaya konan çabalar bakımından sünnet
malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu. Sonuç olarak diyebiliriz
ki İslam’ın geliştirdiği usul ilimleri, şüphesiz ki, onun en büyük başarılarından
biridir.
Kitap Özetleri Murat Kayalık
14922718
Doktora
Prof. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usûlü, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2008, s.360; Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usûlü, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2009, s.200; İbn’ül-Emîn Mahmud Esad, Fıkıh Usûlü, Yasin Yayınevi, İstanbul 2008, s.307.
I-Prof. Dr. Muhsin Demirci: Tefsir Usûlü.
Tefsîr:
Fe-Se-Ra: “Bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak, üzeri örtülü bir şeyi açmak, aydınlatmak.”
Se-Fe-Ra: “Kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak, ortaya çıkarmak, müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir.”
Usûl:
A-Sa-Le: “Temel, esas, dayanak, kök, kaide, delil, hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey.”
“Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar.”
Kaynaklar:
Hâris-i Muhâsibî (ö.243/ 857): “el-Akl ve Fehmu’l-Kur’ân”, Hûfî (ö.430/1038): “el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân”, Ibnu’l-Cevzî (ö.597/1200): “Fünûnu’l-efnân”, Tûfî (ö.716/1316): “el-Iksîr fi kavâidi’t-tefsîr”, İbnu Teymiyye (ö.728/1327): “Mukaddime fî usûli’t-tefsîr”, Zerkeşî (ö.794/1392): “el-Burhân fî ‘ulûmi’l-Kur’ân”, Kâfiyecî (ö.879/1478): “et-Teysîr fî kavâidi ‘ilmi’t-tefsîr”, Suyûtî (ö.911/1505): “el-İtkân fî ‘ulûmi’l-Kur’ân”, Dihlevî (ö.1176/1764): “el-Fevzu’l-kebîr fî usûli’t-tefsîr”.
Tefsir mukaddimeleri:
Taberî (ö.310/922): “Câmiu’l-beyân ‘an te’vîli’l-Kur’ân”, Râğib-i Isfehânî (ö.502/1108): “Mukaddimetu’t-tefsîr”, Ibn Atiyye (ö.543/1148): “Mukaddime”, Kurtubî (ö.671/1272): “el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân”, Neysâbûrî (ö.727/1326): “Ğarâibu’l-Kur’ân ve rağâibu’l-furkân”, Ibn Cüzey-i Kelbî (ö.741/1340): “Kitâbu’t-teshîl”, ebû Hayyân (ö.745/1344): “el-Bahru’l-muhît”, ebû’s-Senâ (ö.749/1348): “Envâru’l-hakâiki’r-Rabbâniyye”, Ibn Kesîr (ö.774/1372): “Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm”, Âlûsî (ö.1270/1853): “Rûhu’l-me’âni”, Kâsimî (ö.1332/1914): “Mehâsinu’t-te’vîl”.
Tâli kaynaklar:
Zerkânî (ö.1367/1948): “Menâhilu’l-irfân fî ulûmi’l-Kur’ân”, Zehebî (ö.1399/1978): “et-Tefsîr ve’l-müfessirûn”, Subhî Sâlih (ö.1399/1978): “Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân”, Mennâu’l-Kattân (ö.?): “Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân”, Ebû Şuhbe (ö.?): “el-Medhal li dirâseti’l-Kur’âni’l-kerîm”, Sâbûnî (ö.?): “et-Tibyân fî ulûmi’l-Kur’ân”.
Bursalı Mehmet Tahir Efendi: “Delilu’t-tefasir”, Bergamalı Cevdet Bey: “Tefsir Tarihi”, İsmail Hakkı İzmirli: “Tarih-i Kur’an”, Ömer Rıza Doğrul: “Kur’an nedir?”, Ömer Nasuhi Bilmen: “Büyük Tefsir Tarihi”, Osman Keskioğlu: “Kur’an Tarihi”, Muhammed Hamidullah: “Kur’an Tarihi”, İsmail Cerrahoğlu: “Tefsir usulü”, Mehmet Sofuoğlu: “Tefsire giriş”, Ali Turgut: “Tefsir usulü ve Kaynakları”, Abdurrahman Çetin: “Kur’an İlimleri ve Kur’an-ı Kerim Tarihi”, Suat Yıldırım: “Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine giriş”, Mehmet Soysaldı: “Nüzulünden günümüze Kur’an ilimleri ve tarihi”, Ömer Dumlu: “Kur’an tefsirinde yöntem”, Muhsin Demirci: “Kur’an Tarihi”,
İgnaz Goldziher: “Die Richuntgen der İslamichen Koranauslegung, Rudi Peret: “Kur’an üzerine makaleler”, T.Nöldeke-F.Schwally: “Kur’an Tarihi”, Jacques Jomier: “The Bible and the Koran”, Arthur Jeffery: “The Foreıgn Vocabulary of the Quran”, H.Hirschfeld: “New Researches into the Composition and Exegesis of the Quran”, Wansbrough: “Qoranic Studies: Sources and Methods of Scriptural İnterpretation”.
Kur’an lafzı:
Şâfiî: “kökü yoktur özel bir isimdir.” (Tevrat ve İncil gibi)
Karîne-Karâin: “delil, burhan.”
Eşarî: (Ka-Ra-Ne fiili) = “bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek.”
Katâde: (el-KaR’u) = “toplamak.” (Fa’lân vezninde)
Lihyânî: (KaRâ’e fiili) = “okudu.” (İsm-i meful’e nakledilmiş)
(KaRâ’e fiili) = “dışarı çıkarıp attı.”
Zerkeşî: (el-KaR’u) = “hayız kanının rahimden çıkması?”
Terim manası:
“Hz.Peygamber’e (sav) vahiy yoluyla indirilip, Mushaflara yazılan, tevatüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen muciz bir kelam.”
Ulûmu’l-Kur’ân: Kur’ân İlimleri:
Zerkeşî: Kur’an ilimleri 47 tanedir.
Suyûtî: + astronomi, geometri, tıp ve benzeri ilimler.
Ebû Bekr b. Arabî: “Kur’an’da yer alan her kelimenin zâhir, bâtın, had (helal-haram) ve matla’ (va’d-va’id) olarak dört anlamı vardır."
Kur’an’ın lafzıyla ilgili ilimler:
*Üslubu’l-Kur’an: “Kur’an’ın muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir.” (Kur’an’ın ses nizamındaki ahenk, Lafız ve mana dengesi, Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi, Beyan tarzının çeşitliliği)
*Mübhematu’l-Kur’an: “İnsan, melek ve cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil de ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesidir.” (İfade zenginliği sağlamak, Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek, Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, Fail meşhur olduğu için açıklama cihetine gitmemek, Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması.)
*Garibu’l-Kur’an: “Az kullanılması sebebiyle manası sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler.” (Arap şiiri, Ibn Abbas, Rumca/Süryanice/Berberice.)
*Vücuh ve Nezair: Vucüh: “Bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılmasıdır.” (el-Elfâzu’l-müştereke) Nezair: “Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesidir.” (el-Elfâzu’l-mutevâtıe)
(El-Hüdâ = Din, İman, Hz. Peygamber (sav), Kur’ân, Sünnet) (el-Azâb = Cehennem, Hutame, Nâr ve Cehîm) Yani: Vücûh manalarda, Nezâir ise lafızlarda söz konusudur.
*Aksamu’l-Kur’an: “Kur’an-ı Kerim’deki yeminler.” (İslamiyetten önceki Arapların sosyal hayatlarında yeminin çok büyük bir rolü vardı, Kasâme yemini, tekit maksadına yönelik, hakikatin vurgulanması! Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymak.)
Kur’an’ın anlamıyla ilgili ilimler:
*Müteşabihu’l-Kur’an: “Manaları bilinemeyen veya herhangi bir sebepten dolayı anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan ayet/kelime/harfler.”
(Bilinemezlik, Kapalılık, Farklı anlamlara müsait. Ğayb imtihan vesilesidir. İnsana acizliğini ve cehaletini gösterir ve Allah’ın kudret ve ilminin yüceliğini idrak ettirir.Bütün ayetler muhkem olsaydı tek bir görüş olurdu, mezhepler oluşmazdı.Kur’an’ı ezberlemek ve muhafaza etmek kolaylaşmıştır. Ayetleri anlamada meşakkat var, bu da daha fazla sevap demektir. Akli delillere başvurmaya mecbur kalındı, zihni faaliyetler durdurmamıştır. Alimin cahile olan üstünlüğü muhafaza edilmiştir, herkesin ilmi aynı olurdu böylece hiç bir fark olmazdı.)
*Huruf-ı Mukatta: “Kur’an’daki bazı surelerin başlarında yer alan harfler.”
(Kufelilere göre: bazıları ayet bazıları değil. Basralılara göre: hiçbiri ayet değil. Selef: Kur’an’ın sırlarındandır ve manaları insanlardan gizlenmiştir. Kur’an’ın özüdür. Halef: Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir. Allah (c.c.) bu harflere yemin ederek söze başlar. Başında bulundukları surelerin isimleridir. İnanmayanların dikkatini çekmek.)
*İ’cazu’l-Kur’an: “Kur’an’ın, bütün insanları kendi benzerini getirmekten aciz bırakması.” (Beşerüstü bir kitap oluşu, Muhaliflere meydan okuması, Benzerinin getirilememesi. İ’caz yönleri: Nazım ve telif, Ğaybi haberler içermesi, Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması, Fenni mucizelere işaret etmesi, Hz.Peygamber (sav) tarafından değiştirilmemesi.)
*Müşkilu’l-Kur’an: “Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar.” (İşkale yol açan sebepler: Mevzu ihtilafı, Hakikat ve mecaz imkanı, Fiilin isnadiyle meydana gelen, Zıt anlamlılığın sebep olduğu, Bir hakikatin farklı biçimlerde anlatımı. İşkali giderme yolları: Tevil ve telif ve Nesih)
*Münâsebetu’l-Kur’ân: “Ayet ve sureler arasındaki mana ilişkisi”.
*Fezâilu’l-Kur’ân: “Kur’an’ın yüceliği, üstünlüğü, meziyet ve şerefi”.
Tarih içerikli ilimler:
*Kısasu’l-Kur’an: “Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar.” (Gayeler: Hz.Muhammed’in (sav) nübüvvetini ispat etmek, Hz.Peygamber’i (sav) ve müminleri teselli etmek, Muhatapları düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak, İslam’ın evrenselliğini ortaya koymak, Semavi dinlerin esasta bir olduğnu beyan etmek.)
*Esbabu’n-nüzul: “Ayetlerin iniş sebepleri.” (İnzâl = top yekün indirme, Tenzîl = parça parça indirme)
*Nasih-Mensuh: “Şer’i bir hükmü, bir başka şer’i delille kaldırılması.” (Neshin şartları: Nasih ve mensuh konumunda bulunan naslar arasında anlam yönünden birbiriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması gerekir. Neshe konu olan nasların şer’i bir hüküm taşıması ve mensuh nassın ebedi olduğuna dair herhangi bir ifadenin yer almaması icap eder. Mensuh nassını önce, nasih sonra indirilmiş olacak. Neshe konu olan hükmün, iyilik veya kötülük vasfı taşıyan bir hüküm olmaması gerekir. İçerdiği hüküm açısından nasih durumunda olan nassın mutlaka mensuhun seviyesinde veya ondan daha üstün olması gereklidir.)
II-Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan: Hadis Usulü.
İlmu Usûli’i-Hadîs: Hadis Usûlü Bilimleri.
Hadis:
Sözlük: Yeni. Terim: Söz, fiil, takrir (onay), ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz.Peygamber’e izafe edilen her şey (in yazılı metinleri). Kur’an: Söz/Haber.
Usul:
Sözlük: Asıllar/Kökler/Kaynaklar. Terim: Yol, Yöntem, Nizam, Kaide, Düzen ve Metod. Bir ilmin asıl konusundan önce ögrenilmesi gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve teknikleri.
Hadis Usulü:
Sened ve metnin durumlarını anlamaya imkan veren birtakım kaideler ilmi.
Mütekaddimuna ait eserler:
1.el-Muhaddisu’l-fasıl beyne’r-ravi ve’l-va’i: Ebu Muhammed el-Hasen b. Abdirrahman b. Hallad er-Ramehürmuzi (v.360/971)
2.Ma’rifetu ulumi’l-hadis: Ebu Abdillah el-Hakim en-Neysaburi (v.405/1014)
3.el-Kifaye fi ilmi’r-rivaye: el-Hatib el-Bağdadi (v.463/1071)
(Müşterek özellikler: *Konular ‘Bab’ veya ‘Nev’i’lere ayrılarak değerlendirilmiştir. *Konular senedli bilgilerle işlenmiştir. *Usul konularının tamamına yer verilmemiştir.)
Müteahhiruna ait eserler:
1.el-İlma’ ila ma’rifeti usuli’r-rivaye ve takyidi’s-sema : Ebu’l-Fadl İyaz b. Musa el-Yahsubi Kadı İyaz (v.544/1149)
2.Ulumu’l-hadis : Ebu Amr Takiyyuddin Osman b. Abdirrahman eş-Şehrizuri İbni’s-Salah (v.643/1245)
-.Nuhbetü’l-fiker fi mustalahi ehli’i-eser : İbn Hacer el-Askalani (v.852/1448) Prof. Dr. Talat Koçyiğit (v.2011) tarafından Türkçeye tercüme edilmiş ve 1971’de Ankara’da basılmıştır.
3.Tedribu’r-ravi fi şerhi takribi’n-Nevevi : Celaleddin es-Suyuti (v.911/1505)
4.Kavaidu’t-tahdis min fünuni mustalahi’l-hadis : Şeyh Cemaleddin el-Kasımi (v.1332/1914)
5.Tevcihu’n-nazar ila ilmi’l-eser : Tahir el-Cezairi (v.1338/1920) Müsteşrik Goldziher (v.1921) tarafından almancaya tercüme edilmiştir.
-.Menhecu’n-nakd fi ulumi’l-hadis : Nureddin İtr.
(Müşterek özellikler: *Konular modern tarzda yani senedlerinden arındırılmış olarak incelenir. Sadece misal olarak verilen hadislerde sened görülür. *Konular tartışılır. *Gelişmelere de yer verilir.)
Türkçe hadis usûlü çalışmaları:
1.Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi (mukaddime);Ahmed Naim. 2.Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler; Tayyib Okiç.
3.Hadis Usulü; Hayreddin Karaman.
4.Hadis Usulü; Talat Koçyiğit.
5.Hadis Ricali; Ali Özek.
6.Hadis İlimleri ve Istılahları; Subhi Salih (trc. M. Yaşar Kandemir).
7.Hadis Istılahları; Talat Koçyiğit.
8.Nuhbetü’l-fiker şerhi; İbn Hacer (trc. T. Koçyiğit).
9.Sahabe ve Hadis Rivayeti; Nevzat Aşık.
10.Yeni Usul-i Hadis; Z. Ahmed et-Tehanevi (trc. İ. Canan).
11.Hadis 1-2; Ali Yardım.
12.Hadis Dersleri; Mucteba Uğur.
13.Anahatlarıyla Hadis; İsmail L. Çakan.
14.Hadis Istılahları Sözlüğü; Dr. Abdullah Aydınlı.
15.Hadis Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi; Dr. Ahmet Yücel.
16.Hadiste Rical Tenkidi; Dr. Emin Aşıkkutlu.
17.Hadis ilminde Tenkit Terimleri ve İlgili Çalışmalar; Ahmet Yücel.
18.Hadis Tenkidi; Salih Karacabey.
19.Alternatif Hadis Metodolojisi; Hayrı Kırbaşoğlu.
20.Hadiste Tespit Yöntemi; Abdullah Aydınlı.
21.Hadis Ravilerinin Güvenilirliği; Abdullah Kahraman.
22.Hadis Araştırma ve Tenkit Kılavuzu; S. Polat, H. Nazlıgül, S. Doğan.
Sünnet: Allah’ın kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda yapılmış yorumudur. Hadis: bu yorumun yazılı belgesidir.
Hadis lafzı:
Sözlük: Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her türlü haberler. Huddas: Bunları anlatanlar. Kur’an: Ahsenu’l-hadis = sözlerin en güzeli. Hadis: Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır. Dini literatür: 1-Önce Hz. Peygamber’in sözü, 2-Sonra da onun söz, fiil ve takrirleri. 3-Hatta Sahabe ve Tabiun söz ve fiilerine de (Mevkuf/Maktu’ kayıtlarıyla) hadis denilmektedir. (bu grup için Haber ve Eser kelimesi de kullanılmıştır).
Sünnet lafzı:
Sözlük: Yol ve gidişat. Hadis: yolun iyisine ve kötüsüne / Sünneti =Hz. Peygamberin yaşayış modeli, gidişatı. Kur’an: Sünnetullah = Yüce yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları / Sünnetu’l-evvelin = eskilerin örf-adet ve yaşayış tarzları. Usulcüler: Hz. Peygamber’in sözle veya fiille açıktan, gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tamamını anlatan terim. Hadisçiler: Hz. Peygamberin evsafı, ahlakı, peygamberlikten önceki ve sonraki her türlü yaşayışına yer verirler. Sarih (açık) takrir: Rasulullah’ın muttali olduğu herhamgi bir olay ya da sahabilere ait uygulamayı tasvib ve tasdik ettiğini açıkça belirtmesidir. Zımni takrir: Muttali olduğu herhangi bir olay karşısında Hz. Peygamber’in sükut buyurmasıdır.
Hadisin yapısı:
Sened (Tarik/Vech): Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin -Rasulullah’a kadar- sıralandığı kısım. Hadisi nakleden ravilerin isim zinciridir. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir. Ravi: Senedde yer alan her şahıs. İsnad: Sened zikretme, sözü Rasulullah’a iletmek. Rivayet lafızları: (حدثنا) ve (عن) gibi lafızlar. Rivayet: Ravilerin hadisleri nakletmesi. Merviyy: Rivayet ettikleri hadis. Senedin ibtidası: Senedin bize en yakın kısmı başlangıcı. Senedin müntehasi: Hadis metnine en yakın yeri sonu. Hümasi: Senedinde beş ravinin bulunduğu bir hadistir.
Kısaltmalar:
1. ( حدثنا)lafzı, çoğunlukla ( ثنا) ve ( نا) şeklinde kısaltılmaktadır. ( حدثني) lafzı da ( دثني) ve ( ثني) şeklinde kısaltılmaktadır. 2. ( ءاخبرنا) lafzı ( ءانا) şeklinde kısaıltılmıştır. Beyhaki bunu ( بنا) şeklinde kısaltmış fakat tutulmamıştır. 3. ( ءاخبرني) , ( ءانبءني) , ( ءانبئنا) ‘nın kısaltmaları yoktur. Zira bunlar öncekilere oranla daha az kullanılır. 4. ( عن) lafzı dışında kalan ( سمعت) , ( حدثنا) , ( ءاخبرنا) , ( حدثنا) ve ( ءانبئنا) gibi lafızların başında mutlaka bir ( قال) kelimesi bulunmaktadır. Çoğu kere yazılmaz fakat okurken orada yazılıymış gibi okunur. 5.Senedlerdeki ( ءانه) kelimesi de yazılmaz ama okunur. 6.Hadis senedleri arasında görülen ( ح) harfi de o noktada senedin değiştiğini gösterir ve ( حا) diye okunur. Bu kısaltma, hadisin birkaç senedini bir araya toplamak için kullanılır. Bazıları ( الحديث) veya ( تحويل) diye okurlar. Genellikle birleştirilen senedler arasında müşterek olan ilk ravi isminden sonra konur.
Metin: Senedin kendisinde son bulduğu sözlü kısımdır. Hins/Ism/Cürm: Kasden işlenmiş günahlar için kullanılır. Zenb: Herhangi yanlış bir iş için, kasdi olsun olmasın yanlışlıkla, sehven veya yanlış anlama sonucu yapılan hatalar için kullanılır. Mükaleme-i ilahiyye: Gaybi ve gayr-i maddi ilim vasıtalarının ortak adı.
Ali b. Ebi Talib: ‘Kazanan kazandığını adaba riayetle kazandı, kaybeden kaybettiğini edebi terketmekle kaybetti.’
Rivayet:
Kelime: Sulamak, taşımak ve nakletmek. Terim: Hadisin tahammül ve edası, eda siğalarından herhangi biri ile kaynağına isnadı. (Hadisin öğrenim ve öğretimi) Öğrenim: Haml, tahammül ve telakki. Öğretim: Nakl, eda ve tebliğ.
Adab:
Edeb’in çoğulu olarak herhangi bir meslek mensuplarının uyması ve uygulaması gerekli manevi kaide ve ilmi teknikler (metodlar).
Hadis öğrencinin adabi: 1. İyi niyet. 2. Hadis’i ehlinden almak. 3. Ögrendiğiyle amel etmek. 4. Hocaya saygı göstermek. 5. Arkadaşlarına yardımcı olmak. 6. Tedrici bir metodla çalışmak. 7. Hadis usulüne önem vermek.
Hadis Öğrenim ve Öğretim Yolları:
1. Sema: Hocanın, ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması; öğrencinin, hocadan bizzat duyarak bu rivayeti almasıdır. Topluluk içinde alınmışsa: haddesena fulan/ahberana/enbeana fulan/semi’na fulanen. Yalnız iken alınmışsa: haddeseni/ahbereni/enbeani fulan/semi’tu fulanen. İmla: Hocanın, ezberinden veya yazılı vesikadan okuyarak rivayet ettiği hadisleri yazdırmasıdır. İmla sistemi: Önceden belirlenmiş zaman ve yerlerde büyük kalabalıklara hadis rivayet edip yazdırmak. İmla meclisleri: Bu yerlere. Mümli: Hocaya. Müstemli: Bu meclislerde hadis yazan öğrenci. Emali: Bu yolla elde edilen rivayet metinlerinden oluşan kitaplar. Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان بتبليغ فلان / حدثنا فلان ءاملاء ).
2. Kıraat/Arz: Hocanın huzurunda talebe ezberinden veya elindeki kitaptan hadis okur. Hoca da ezberinden veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinlemesidir. Kullanılan Siğalar: ( قراءت على فلان و هو يسمع/ قرئ على فلان و ءانا ءاسمع/حدثنا فلان قرائة عليه ). İmam Müslim, ahberana lafzını özellikle bu yolla aldığı hadisleri rivayet ederken kullanmaya çalışmıştır.
3. İcazet: Hocanın, talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayete izin vermesidir. İbn Hazm, bu usule çok sert şekilde karşı çıkmakta ve bidat demektedir. Mücazun leh: Kendisine icazet verilen kişi. Muciz: İcazet veren kişi. 4. Münavele: Kendisinden nakl ve rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin vermesidir. Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان مناولة و ءاجازة
5. Kitabet: Huzurunda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için hocanın kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesidir. Kullanılan Siğalar: ( كتب ءالي فلان قال حدثنا فلان/ ءاخبرنا فلان مكاتبة- كتابة قال حدثنا فلان).
6. İ’lam: Hocanın, icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece benim rivayetim işte budur diye açıklamada bulunmasıdır.
7. Vasiyet: Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet izninden söz etmeksizin- kitabını öğrencilerden birine vasiyet etmesidir.
8. Vicade: Bir kimsenin yazma bir risale veya kitap bulmasıdır. Vacid: Bulan. Kullanılan Siğalar: ( وجدت بخط فلان ). Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicade’dir.
Tasnif devri/kütüb-i sitte öncesi rivayet mahsulleri:
1. Sahifeler: Abdullah b. Amr b. el-As; es-Sahifetu’s-Sadıka.
2. Cüzler: Cüz’u hadisi Ebi Bekr.
3. Erbeun: Nevevi; erbeun.
Tasnif devri rivayet mahsülleri:
1. Ale’r-rical: a) Müsned: Sahabilerin, müslüman olmaktaki önceliklerine, Hz. Peygambere yakınlık derecelerine ya da kabilelerine göre harf sırasına konularak ve onlardan gelen hadisler, konularına bakılmaksızın o ismin altına dercedilmesiyle oluşan kitap türü: Ahmed b. Hanbel; Musned. b) Mu’cem: Hadislerin, Sahabe, şuyuh veya beldelere göre ve çoğu kere alfabetik olarak sıralandığı eser: Taberani; Mu’cem. c) Etraf: Anahtar/kılavuz türü eser: Adbülğani en-Nablusi; Zehairu’l-mevaris fi’d-delaleti ala mevazı’ıl-hadis.
2. Ale’l-ebvab: a) Musannef: Sünen’lerin muhtevasına mevkuf ve maktu’ hadislerin ilavesiyle meydana getirilmiş kitap türüdür: İbn Ebi Şeybe; el-Musannef. b) Cami’: Akaid, ahkam, siyer, adab, tefsir gibi dinin bütün cephelerine dair konuların tamamını kapsayan kitap türüdür: Buhari/Muslim; el-Cami’. c) Sünen: Merfu’ nitelikli ahkam hadislerini fıkıh kitapları tertibi içinde ihtiva eden kitap türüdür: Ebu Davud/Nesai/İbn Mace/Tirmizi/Darimi; es-Sünen.
Ravi: Nakleden, taşıyan ve ileten. Ruvat: Nakledenler, Terim: Hadisi öğrenip eda terimlerinden biriyle kendisinden sonrakilere nakleden hadisçi.
Ravi’nin vasıfları:
1. Adalet: Raviyi takvaya yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir. a) Müslüman olmak. b) Büluğa ermiş olmak. c) Akıllı olmak. d) Takva sahibi olmak. e) Muruet (İnsani ve örfi meziyet ve geleneklere sahip ve saygılı yaşamak).
2. Zabt: Bellemek, duyduğunu duyduğu gibi rivayet edebilmektir. a) Uyanık olması. b) Ezberinden naklediyorsa, ezberlemiş olması. c) Kitaptan rivayet ediyorsa, kitabını iyi korumuş olması. d) Mana ile rivayet ediyorsa, manayı bozacak unsurları biliyor olması gereklidir.
Tabaka:
Sözlük: Herhangi bir vasıfta ortak olanlar. Terim: Yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran raviler grubudur. İhtiyaç duyulan noktalar: Doğum, vefat, öğrenciler, hocalar. Beş tabaka:
* Hz. Peygamber’in vefatı (h. 11)
1-Sahabe (h.110)
2-Tabiun (h.180)
3-Etbau’t-Tabiin (h.220)
4-Etbau etbaı’t-tabiin (h.260)
5-Etbau etbaı etbaı’t-tabiin (h.300)
Sahabiyi Tanıma Yolları:
1. Tevatür yolu.
2. Şöhret yolu.
3. Şehadet yolu.
4. İkrar yolu.
Muammerun: Uzun yaşayanlar. Muhadram/Muhadramun: Hem Cahiliyye devrinde yaşamış hem de İslam devrinde yaşamış olduğu halde Hz. Peygamberi görememiş ancak Sahabilerle görüşebilmiş olanlara Tabiilerden olmak üzere verilen isimdir. Muksirun: Binden fazla hadis rivayet etmiş olan Sahabiler:
1-Ebu Hureyre (58/672).
2-Abdullah b. Ömer (73/692).
3-Aişe bnt. Ebi Bekr (58/678).
4-Enes b. Malik (93/712).
5-Abdullah b. Abbas (68/687).
6-Cabir b. Abdillah (74/693).
7-Ebu Said el-Hudri (64/683).
(Abdullah b. Mesud ve Abdullah b. Amr b. el-As’ın da bine yakın rivayetleri vardır). Mukıllun: Binden az hadis rivayet etmiş olan Sahabiler. Tesebbüt: İhtiyatlı davranıp kesin kanaat edinmedikçe hadis rivayet etmemek prensibi. Rihle: İlim yolculuğu. Sahabilerin sayısı:40.000-120.000. Eserlerde tanıtılan: 10.000-12.000.
Cerh ve Ta’dil:
Cerh: Elle, aletle veya dille yaralamak. Istılah: Adalet veya zabt sıfatını ibtal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek. Ta’dil: Tezkiye etmek. Istılah: Ravinin adil ve zabıt olduğuna hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır.
Cerh ve ta’dil alimleri’nin taksimi:
1-Müteşeddid ( - )
2-Mütesahil ( Tirmizi/Hakim en-Neysaburi )
3-Mutavassıt ( Darekutni/İbn Adiy )
Ta’n noktaları (Metain-i aşere): En ağırından en hafifine göre:
1-Adalet vasfına yönelik:
a) Kizbu’r-ravi: ( 1 )
b) İttihamu’r-ravi bi’l-kizb: ( 2 )
c) Fısku’r-ravi: ( 5 )
d) Cehaletu’r-ravi: ( 8 )
e) Bid’atu’r-ravi: ( 9 )
2-Zabt vasfına yönelik:
a) Kesretu’l-galat: (rivayette çok yanlış yapması) ( 3 )
b) Fartu’l-gafle: (aşırı gafil ve kapılgan olması) ( 4 )
c) Vehm: (sened ve metinde, cerh ve ta’dilde hata yapması) ( 6 )
d) Muhalefetu’s-sikat: (zayıf ravi daha/güvenilir raviye muhalef etmesi) ( 7 )
e) Su’u’l-hıfz: (hafızanın pek parlak olmaması) ( 10 )
Cerc ve ta’dil sonucu raviler:
1-Muaddel: Ta’dil ve tezkiye edilmiş raviler. (Sikat) 2-Mecruh: Cerhedilmiş raviler. (Duafa) 1-Ma’ruf: Şahsı ve hali olumlu veya olumsuz olarak belirmiş olanlar. 2-Mechul-ayn: Sadece bir ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği kişi. (Rivayet kabul edilmez) Mechul -hal: Zahiri ve batıni nitelikleri bilinemeyen, iki veya daha çok kişinin kendisinden hadis rivayet ettiği ve fakat güvenilir olduğu belirtilmeyen ravidir. (Kabul veya reddedilir) Muhtelit: Ömrünün sonunda zihni iğtişaya uğrayan raviler. Vuhdan: Kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunduğu raviler.
Kabul veya red açısından hadisler:
1-Makbul: Ravisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir. 2-Merdud: Ravisinin doğruluğu kebul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek gerekmeyen hadistir.
Ravi sayısı açısından hadisler:
1-Mütevatir: Aklın, yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler topluluğunun, her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye dayanan hadistir. a-Lafzen: Bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan mütevatir hadis. b-Manen: Aralarında ortak bir nokta bulunan değişik hükümlerin, tevatüt şartlarını taşıyan raviler tarafından nakledilmesiyle ortaya çıkan ortak mana.
2-Ahad: Mütevatir hadis şartlarını taşımayan hadis/bir kişinin verdiği haber.
3-Meşhur: Tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı olmayan hadis.
Senedin müntehası açısından hadisler:
1-Kudsi: Ayet olmamak kaydıyla, Hz. Peygamber’in Allah Teala’ya nisbet ve izafe ettiği hadis.
2-Merfu’: Söz, fiil, takrir, fıtri veya ahlaki vasıf olarak, -senedi muttasıl veya munkatı’ olsun- açıkça veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Hz. Peygambere izafe edilen hadis. a-Saraheten (açık): Açık bir şekilde Hz. Peygambere’e izafe edilen hadistir. (Hadis içinde Rasulullah’a ait bir söz, bir fiil, bir takrir veya bir vasıftan söz ediliyor). b-Hükmen: Herhangi bir sahabinin, geçmiş peygamberler veya gelecekte cereyan edecek olaylar ya da işlenmesi halinde işleyene sevab yahut azab gerekecek konular gibi şahsi görüş ve kanaata dayanması mümkün olmayan mevzulara dair haberler. (İsrailiyat’tan olmaması gerekiyor)
3-Mevkuf: Sahabilerin söz, fiil ve takrirlerine dair –muttasıl veya munkatı- haberler.
4-Maktu’: Herhangi bir Tabii’ye izafe olunan söz, fiil veya takrirler.
*Munkatı’: Senedinde bir ravinin isminin hiç geçmediği veya kapalı olarak geçtiği hadisler ile, senedinden, sahabiden önce bir kişinin atlandığı veya peşpeşe olmamak şartıyla birden fazla ravinin atlanmış olduğu hadisler.
Sıhhat veya hüküm açısından hadisler:
1-Sahih: Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadistir. a-Sahih li zatihi: Sahih hadis, eğer bu sayılan sıhhat şartlarının tümüne en üst seviyede sahip olmasıdır. b-Sahih li gayrihi: Sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sıhhat derecesine çıkaracak bir başka rivayet (adıd) bulunan hadistir.
2-Hasen: Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadistir. a-Hasen li zatihi, b-Hasen li gayrihi.
3-Zayıf: Sahih ve Hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir.
Hadiste zayıflık sebepleri:
1-Senedde inkıta’: Senedden en azından bir ravinin düşmesidir. a-Mürsel: Tabii’nin, sahabiyi atlayarak Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadistir. b-Munkatı’: Senedi muttasıl olmayan hadistir. c-Mu’dal: Senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü hadistir. d-Muallak: Senedinin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç ravinin ya da müntehasına kadar senedin bütünüyle hazfolunduğu hadistir. e-Müdelles: Senede dahil bir ravinin ismini atlayarak, orada böyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde senedi sevkedilen hadistir.
2-Ravideki cerhi gerektiren hallere göre zayıf hadis çeşitleri. a-Mevzu’: Hz. Peygamber adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş ravinin rivayetidir. b-Metruk: Yalancılıkla itham edilmiş bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı (teferrüd ettiği) hadistir. c-Münker: Zayıf bir ravinin sika raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir/ Sika olsun olmasın ravisi tek kalan hadistir. d-Muallel: Görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhatı yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadistir. e-Müdreç: Hadisten olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir. f-Maklub: Sika ravilere muhalefet ya seneddeki ravi isimlerini ya da metnin bazı kelimelerini takdim-tehir ederek rivayet edilen hadistir. g-Muzdarib:Birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek sebep bulunamayan hadistir. h-Şaz: Sika bir ravinin mütabii olmaksızın tek başına rivayet ettiği hadis/ Sika bir ravinin diğer sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. ı-Musahhaf: Kelimenin yazılışı (hattı) bozulmaksızın nokta veya harekelerin değiştirilmesi ve böylece başka bir kelime haline getirilen hadistir. i-Muharref: Kelimesi hareke değişikliğine uğramış hadistir.
III-İbn’ül-Emin Mahmud Esad: Fıkıh Usulü.
Fıkıh Metodolojisi: Fıkhi meselelerin elde edilmesi için uyulması gereken kural ve araçları inceleyen bir ilim.
Usulü Fıkıh öğrenimin iki amacı: 1) Müçtehidle ilgili amaç: henüz bilinmeyen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta belirlendiği üzere ilgili kural ve amaçlarına bağlı olarak kaynağından çıkarıp keşfetmektir. 2) mukallitle ilgili amaç: Önceden bir müçtehid tarafından keşfedilmekle bilinen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta mukarrer bulunan kurallar ve araçlar uyarınca ispatlamaktır.
Hanefi geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri: 1-Fahru’l-İslam el-Pezdevi ve 2-Şemsü’l-Eimme es-Serahsi’nin kitapları. “el-Menar“ bu iki kitabın muhtasarıdır.
Mütekellim geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri: 1-Kadı Abdü’l-Cebbar; “el-Umed”, 2-Ebu’l-Hüseyin el-Basri; “el-Mutemed”, 3-Ebu’l Meali el-Cuveyni; “el-Burhan”, 4-Ebu Hamit el-Gazali; “el-Mustasfa”.
Usulü Fıkıh: Fıkıh ilminin asılları. Genel manası: Kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir. (Kelam/Ahlak/Fıkıh) Özel manası: Davranışla ilgili hükümleri tafsili delillerden bilmektir. Asıl: Delil = 1-Hem Sübutu, hem de delaleti kesin olur.(Mütevatir nass) 2-Sübutu zanni, delaleti kesin olur.(Kesin olan haberi vahidler) 3-Sübutu kesin, delaleti zanni olur.(Tevil edilmiş ayetler) 4-Hem sübutu, hem de delaleti zanni olur.(kesin olmayan haberi vahid)
Fıkıh ilminin asılları:
1-Kur’an, (Mutlak asıl)
2-Sünnet, (Mutlak asıl)
3-İcma, (Mutlak asıl)
4-Kıyas, (asıl / fer’)
*-Şer’u men kablena,
*-Örf,
*-İstishab,
*-İstihsan,
*-Zaruret.
Usulü Fıkhın konusu: Deliller ile hükümlerdir.
Usulü Fıkhın Gayesi: Şer’i hükümleri bilmek ve gereğiyle amel ederek dini ve dünyevi saadete kavuşmaktır.
Usulü Fıkıh iki maksıd ve bir hatime üzerine tertip edilmiştir: (Maksıd 1) *Delillerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:1-Kitap: Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammede indirilip, ondan tevatür yoluyla nakledilen Kur’an nazmıdır.
Lafız, hükümlerin bilinmesine yönelik durumları itibariyle dört kısımdır: a-Hass, b-Amm, c-Müşterek, d-Cemi Münekker.
Lafız, manaya delaleti yönüyle sekiz türlüdür. Dördü açıklık derecesine göredir: a-Zahir, b-Nass, c-Müfesser, d-Muhkem.
Diğer dördü de kapalılık derecesine göredir: a-Hafi, b-Müşkil, c-Mücmel, d-Müteşabih.
Lafız, manada kullanışı itibariyle dört türlüdür: a-Hakikat, b-Mecaz, c-Sarih, d-Kinaye.
Lafız, kastedilen mananın kendisinden anlaşılması itibariyle de dört türlüdür: a-İbaresiyle delalet eden, b-İşaretiyle delalet eden, c-Delaletiyle delalet eden, d-İktizasıyla delalet eden.
2-Sünnet: Hz. Peygamberden sadır olan kavl, fiil ve takrirler’dir.(söz/davranış/Onay)
3-İcma: Ümmeti Muhammed’den, aynı asırda gelen tüm müçtehitlerin şer’i bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir.
4-Kıyas: İki meseleden birinin illetinin dengi ikinci meselede bulunduğunda hükmün dengini rey ve içtihat yoluyla ikinci meselede ortaya çıkarmaktır.
Kıyasın rükünleri:
a-Asıl/Makisun aleyh.
b-Fer’/Makis.
c-Aslın hükmü/hükmü muaddi.
d-İllet/Cami.
(Maksıd 2) *Hükümlerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:
1-Hüküm:Mükelleflerin fiillerine iktiza (gereklilik), tahyir (serbestlik) veya vaz’ (ikş durum arasında sebep, şart, mani bağı kurma) yoluyla ilişen ilahi hitabın eseridir.
Mükellefin fiili, (1.taksim) Sıhhat itibariyle: 1-Sahih, 2-Batıl, 3-Fasit.
Mükellefin fiili, (2.taksim) İni’kad itibariyle: 1-Münakit, 2-Gayri münakit.
Mükellefin fiili, (3.taksim) Nefaz (geçerlilik) itibariyle: 1-Nafiz, 2-Gayri Nafiz. Mükellefin fiili, (4.taksim) Lüzum (Bağlayıcılık) itibariyle: 1-Lazım, 2-Gayri lazım.
Uhrevi maksatlar açısından fiil’in taksimi:
1-Azimet: kulların özürlerine dayalı olmaksızın ilk baştan meşru kılınan fiildir.
2-Ruhsat: Şer’i özürler üzerine ikinci derecede meşru kılınan fiildir.
Azimetin çeşitleri:
1-Farz, a) Kifaye, b) Ayn.
2-Vacip,
3-Sünnet, a) Hüda, b) Zevait.
4-Nafile,
5-Haram, a) Li aynihi, b) Li gayrihi.
6-Mekruh, a) Tenzihi, b) Tahrimi.
7-Mübah,
2-Hakim: Şer’i hükümlerin güzellik (husn) ve çirkinliğinde (kubh) mükellef üzerine hakim; gerek akıl ile kesb olmaksızın veya kesb olduktan sonra bilinen şeylerden olsun veya olmasın akıl değil, Şari olan Allah’tır.
3-Mahkumun bih: Şariin hitabının iliştiği fiildir. (Çeşitleri: 1-Yalın Allah hakları. 2-Yalın kulların hakları. 3-Allah’ın hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının baskın olduğu yer. 4-Kul hakkının Allah hakkına baskın olduğu yer.)
4-Mahkumun aleyh: Fiiline ilişen olarak şer’i hitabın geldiği mükelleftir.
Fiil ehliyetini zedeleyen arızalar: a) Semavi, b) Müktesep.
a-Semavi (bunlarda kulların kazanım ve seçimi yoktur):
1-Delilik (Cünun).
2-Küçüklük (Sığar).
3-Bunaklık (Ateh).
4-Unutma (Nisyan).
5-Uyku (Nevm).
6-Bayılma (İğma).
7-Kölelik (Rikk).
8-Hayız ve Nifas.
9-Hastalık (Maraz).
10-Ölüm (Mevt).
b-Müktesep (bunlarda kulun gerek kazanım yoluyla ve gerek (o arızayı meydana getiren sebepleri) ortadan kaldırmaması şeklinde bir etkisi bulunur):
1-Cehalet (Cehl).
2-Sarhoşluk (Sükr).
3-Şaka (Hezl).
4-Sefeh (Harcamalarda tedbirsizlik).
5-Yolculuk (Sefer).
6-Hata.
7-Zorlama (İkrah).
(Hâtime) *İçtihat hakkındadır:
İçtihat: her bir şer’i-fer’i hükmü delilinden istinbat konusunda daha ileri gitmekten aczini anlayıncaya dek gücünü tamamıyla sarf etmektir.
Müctehid mutlak olmanın şartları:
1-Kur’an’ı kerim’in hükümlerle ilgili olan bilgilerini, ayrıca lügavi ve şer’i manasını kısımlarıyla birlikte bünyesinde toplamaktır.
2-Sünnet’in hükümlerle ilgili olan bilgilerini –metin ve senet- olarak bünyesinde toplamaktır.
3-Hakkında İcma bulunan konuları bilmektir; ta ki içtihad ona aykırı olmasın.
4-Kıyası şartlarıyla, hükümleriyle, kısımlarıyla, makbul-merdut gibi yönleriyle bilmektir.
Tefsir usulü, hadis usulü ve fıkıh usulüne baktığımız zaman bunları birbirinden çok katı sınırlarla ayırmanın mümkün olmadığını ve birbirleri ile çok sıkı bir ilişki içerisinde olduklarını görürüz.
Öncelikle tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin usûllerinin gelişimi konusunda bir karşılaştırma yapalım; fıkıh ve hadis usûlüne göre tefsir usûlünün yazımının biraz daha geç bir döneme rastladığını görüyoruz. Zerkeşî (ö.794/1392), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an adlı tefsir usûlüne dair yazmış olduğu eserinin mukaddimesinde, kendisinden önceki alimlerin hadis metodolojisinde olduğu gibi Kur’an ilimlerinin bütün konularını ihtiva edecek tarzda bir eser yazmadıklarından söz ederek bu alandaki ihtiyaca cevap vermek gayesiyle bu kitabı telif ettiğini belirtir.1 Yani her ne kadar Suyûtî’nin hocası Muhammed el-Kâfiyeci (ö.879/1474) et-Teysir adlı eseri ile alanında bir ilk olduğunu söylese de tefsir usûlü alanında yazılan ilk eser el-Burhân’dır.
Hadis usûlünün bütün konularını içeren eserler ise H.4. asrın ikinci yarısından itibaren telif edilmeye başlanmıştır. Aslında bu da geç bir dönemdir. Bu kadar geç olma sebebi ise diğer şeylerden usûl çalışmalarına vakit bulunamamış olmasıdır. Yoksa ki H.2. ve 3. asır hadisçileri hadis ilminin çeşitli usul ve kaidelerini biliyorlardı. Buhari ve Müslim incelenirse bu gayet açık bir şekilde görülür. – Şüphesiz bu tefsir içinde böyledir.- Hatta onlardan önce gelmiş eş-Şâfiî(ö.204)’nin er-Risâle’sinin fıkıh usûlünden ziyade hadis usûlü ile ilgili bir kitap olduğunu söyleyen hadisçiler bile vardır.2
Şüphesiz bu kıyaslamada usûl alanında yazılan ilk çalışması en erken olan ilim fıkıhtır. Fıkıh alanında yapılan ilk çalışma er-Risâle’dir.
İslam ilimleri tarihinde cereyan eden tartışmalar da bize bu ilimlerin bütünlüğünü gösterir. Mesela; ‘Âhad haber ile amel edilir mi, ilim ifade eder mi’ gibi tartışmalar mezheb imamları beyninde cereyan etmiştir. Bu tartışma hadisin alanına mı girer yoksa fıkhın mı? İçerik olarak bir hadis tartışması özelliği gösterir, diğer taraftan fıkhın da konusuna girer.
1Suat Yıldırım, “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an” , DİA c.VI. s.434.
2Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV yay., Ankara 2007 s.265.
Abdulkadir Demir
Doktora 14922701
Usuller Okuması Hülasası:
Fıkıh Usulü
İslam Hukuku Metodolojisi, Fıkıh Usulü
Prof. Muhammed Ebu Zehra
Çeviren: Prof. Dr. Abdulkadir Şener Fecr Yayınları,
Ankara, 2013
Özet:
Eser önsöz, giriş ve dört bölüm ile ekler bölümünden
oluşmuştur. En sona bibliyografya, terim sözlüğü ve indeks konulmuştur. Toplam
384 sayfadır.
Eseri çeviren, çevirenin notları bölümünde
fıkıh-usul kelimelerinin anlamlarına değindikten sonra fıkıh usulünü bilmenin
gereğinden bahsetmiş ve tercüme edilen eser ve çeviri hakkında kısa bir bilgi
verilmiştir.
Önsözde hamdele ve salveleden sonra fıkıh usulünün
ne olduğu konusunda kısa bir bilgi verilmiştir. Kısaca, hükümlerin istinbatında
başvurulan metodları açıklayan bir ilim olarak tanımlanmıştır.
Giriş bölümünde fıkıh usulünün tarifi, konusu ve
tarihçesi açıklanmıştır. Önce fıkıh ve usul kelimeleri açıklanmış, ardından da
fıkıh usulü terkibine yer verilmiştir. Fıkıh usulünün konusu belirtildikten
sonra fıkıh kaideleri ile fıkıh usulü arasındaki farklara yer verilmiştir.
Kısaca fıkıh usulü bir metot, fıkıh kaideleri bir benzer hükümler
koleksiyonudur denilmiştir. Fıkıh usulünün doğuşu başlığında usulün fıkıhla birlikte
doğduğu bilgisine yer verilmiş, ardından fıkıh usulü serüveni kısaca
anlatılmıştır. Şafiinin fıkıh usulü ve Şiilerin bu konudaki çalışmalarına yer
verilerek bugün de bu tür çalışmaların yapılması gerektiği vurgulanmıştır.
Şafii’den sonra fıkıh usulünün durumu başlığı altında Şafii’den sonra Fıkıh
Usulünün çeşitli alanlarda geliştiği ifade edilerek bunun daha çok iki alanda
(bir mezhebe bağlı olarak ya da bir mezhebe bağlı olmaksızın) olduğu
vurgulanmaştır. Bu konuda Şafiilerin veya mütekellimlerin usulü, Hanefilerin
usulü ve bu usüllerin ana ilkeleri hakkında bilgiler verilmiştir.
Birinci Bölümde şer’i hüküm ve kısımları başlığı
altında hüküm nedir sorusunun cevabı verilmiş, Şari’in hitabı ve hükümleri
belirtilmiş ve konu ile ilgili bazı terimler açıklanmıştır. Şer’i hükmün çeşidi
olarak teklifi hüküm ve vaz’i hüküm açıklanmıştır. Daha sonra Teklifi hüküm ve
kısımları söz konusu edilerek vacip, vacibin kısımları,mendup, haram ve haramın
kısımları, mekruh, mübah kavramları tahlil edilmiştir. Ruhsat ve azimet
konusunda da ruhsat ve azimetin tanımları yapılarak örnekler verildikten sonra
ruhsat konusu biraz daha genişçe ele alınmıştır. Vaz’i hükümlerin kısımları
başlığında ise sebep, şart ve mani’ kelimeleri açıklanmış, örnekler
verilmiştir. Şatibi’nin ruhsatları başlı başına mani’lerden bir kısım olarak
kabul ettiği ve bunlara günahı kaldıran mani’ler adını verdiği bilgisine yer
verilmiştir. Sıhhat, fesat ve butlan konusuna gelince, şer’i hükümlerin mutlaka
bu vasıflardan birini aldığı ifade edilerek kavramlar açıklanmış ve
örneklendirilmiştir.
İkinci bölüm hakim ve hükümlerin kaynakları
(deliller) konusuna ayrılmıştır. Bu bölümde hakim konu edilmiştir. İslama göre
gerçek hakim, hüküm koyucu Allah’tır. Ancak aklın rolü burada nedir, ne
olmalıdır gibi sorulara cevaplar aranmış, bu konuda takip edilecek yol tarif
edilmiştir. Kitap, sünnet, kıyas, istihsan, maslahatlar gibi konulara yer
verilmiştir. İyilik ve kötülüğün akılla bilinip bilinemeyeceği (hüsün ve kubuh)
meselesi tartışılmıştır. Konuyla ilgili yer alan üç görüş (mutezililerin
görüşü, eş’arilerin görüşü ve maturidilerin görüşü) dile getirilerek örnekler
verilmiştir. Aklın bu alandaki yeri konusunda uzun tartışmalara yer verilmiş,
ekollerin görüşleri değerlendirilmiş ve sonuçta fakihlerin çoğunluğuna göre
akıl kendiliğinden hüküm koyamaz ve teklifler ileri süremez denilmiştir. Fıkhın
bütün kaynakları nass’lara (kitap ve sünnet) irca edilebilir. Sonuçta bütün
kaynaklar nass’lardan doğmuş ve bunların ışığından faydalanmıştır ifadesiyle
konu noktalanmıştır. Ardından bu kaynakların (delillerin) açıklanmasına
geçilmiştir. Bu konuda birinci kaynak olan Kur’an’ın tarifi ve nüzulü konusuna
yer verilmiştir. Burada onun kalbe yerleştirilmesi ve parça parça indirilmesi
üzerinde durulmuş ve onun tevatür yoluyla gelişi açıklanmıştır. Daha sonra
Kur’anın icazı ve bazı özellikleri üzerinde durularak, onun Arapça olduğu,
lafız ve mana itibariyle kur’an olduğu ifade edilmiştir. Kur’anın içine aldığı hükümler konusunda
ibadetlere, kefaretlere, muamelata, aileyi tanzim eden hükümlere, cezai
hükümlere, idare edenle idare edilenler arasındaki ilişkilere, Müslüman gayri
Müslim ilişkilerine değinilerek konular örneklerle açıklanmıştır. İkinci kaynak
olarak Sünnet ele alınmış ve sünnetten maksadın hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri
olduğu ifade edilmiştir. Daha sonra sünnet rivayet ve senet bakamından
değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Kitaba göre sünnetin yeri konusunda sünnetin
kitabın yardımcısı, açıklayıcısı ve tamamlayıcısı olduğu vurgulanmıştır. Peygamberin
fiillerinin değerlendirilmesinde de İslam bilginlerinin görüşleri çerçevesinde
onun fiillerinin, şeriatı açıklamak için yaptığı işler, sadece peygambere
mahsus olan durumlar, insanlık icabı yapmış olduğu işler şeklinde
gruplandırıldığını görüyoruz.
Nass’lardan hüküm çıkarma konusunda şeriatın her
türlü istinbatının iki kısma ayrıldığı, nass’lar ve nass olmayanlar olduğu
ifade edilmiştir. Ancak sonuçta nass olmayanların da nass’lardan çıkarıldığı
düşüncesine yer verilerek mesele teke (nass olanlar) indirilmiştir. Bu konuda
yani nass’lardan hüküm çıkarma metodunun iki türlü olduğu bunların lafzi
metodlar ve manevi metodlar olduğu açıklanmıştır. Daha sonra lafzi metodlar
üzerinde durulmuştur. Şu dört kaidenin önemine vurgu yapılmıştır: Açıklık ve
delalet bakımından lafızlar, delalet yolları, şumül bakımından lafızlar, teklif
sıygalara. Bu kaideler ayrıntılı olarak açıklanmış ve örneklendirilmiştir. Açık
lafızlar, zahir, nass, müfesser, muhkem kısımlarına ayrılmış, açık olmayan
lafızlar da hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih olarak kısımlarına ayrılmış ve
açıklanmıştır. Daha sonra zahir ve nassın te’vil kabul edebileceği görüşünden
hareketle te’vil konusuna yer verilmiş, te’vilin nasıl ve hangi konularda
olabileceği açıklanarak konu ifade edilmiştir. Lafzi metodlardan ikicisi olarak
delalet yolları üzerinde durulmuş, ibarenin delaleti, nass’ın işareti, nass’ın
delaleti, iktizanın delaleti üzerinde durularak konu açıklanmıştır. Delaletin
mertebeleri, mefhumun delaleti, mefhumi muhalefet konuları da bu çerçevede
değerlendirilmiştir. Sonra üçüncü olarak şümul bakımından lafızlar ele alınmış,
amm ve hass’ın tarifi yapılmış, amm’ın delaleti, amm’ın tahsisi, hass ile
amm’ın çatışması gibi konular ele alınarak örneklerle açıklanmıştır. Daha sonra
Kur’an ve Hadislerdeki müşterek lafızlara yer verilmiş ve mutlak ve mukayyed
açıklanmıştır. Dördüncü olarak teklif sıygaları değerlendirilmiştir. Bu konuda
emir, nehiy ve nesih meselelerine yer verilmiştir. Özellikle nesih meselesiyle
ilgili olarak oldukça geniş bilgilere ve örneklere yer verilerek konu Kur’an ve
sünnet açısından incelenmiştir.
Delillerden üçüncüsü olarak icma’ konusu
incelenmiştir. İcma’ın aslında nass’lara dayandığı ve kuvvet ve huccet olma
bakımından nass’lardan sonra geldiği ifade edilmiştir. İcma’ın imkanı, hüccet
oluşu, mertebeleri, icma’ yetkisi olanlar, icma’ın senedi, icma’ın neshi,
icma’ın sübutü gibi alt başlıklarla konu değerlendirilmiştir.
Delillerden dördüncüsü olarak sahabilerin fetvaları
konusu değerlendirilmiştir. Burada sahabilerin fetvalarının nasslardan sonra
yer alan yer’i hüccettir denilmiştir. Sahabenin fetvası şu şekilde gerçekleşmiş
olabilir. Peygamberden işitmiştir, peygamberden işitenden işitmşitir, kur’andan
böyle anlamıştır. Beşinci delil olarak Kıyas konusunda önce kıyasın tanımı
yapılmıştır. Ortak illet konusunda dikkat çekilmiştir. Kıyasın hüccet oluşu
konusunda da açıklamalar yapılmış ve kıyasın rükünleri , asıl, fer’ hüküm,
ortak illet olarak ifade edilmiştir. Daha sonra kıyasın kısımları ve dereceleri
anlatılmıştır. Kıyasın hikmete dayandırılması, kıyas ve nasslar, cezada kıyas
ve beşeri kanunların kıyas ile tefsiri başlıkları ele alınarak incelenmiştir.
Altıncı delil olarak istihsan konusu ele alınmıştır.
Bunu hanifilerle birlikte Malikilerin de kabul ettiği ifade edilmiştir. Daha
sona istihsanın kısımları anlatılmıştır. Yedinci delil olarak örf, (urf) konusu
incelenmiştir. Örf önce sahih ve fasid diye ikiye ayrılmış, sonra da sahih örf
amm ve hass olarak iki grupta değerlendirilmiştir. Sekizinci delil mesalihi
mürsele konusu ele alınmış, İslam hukukunun bütün hükümleri insanların
maslahatlarını ön plana aldığı ve islamda muteber olan maslahatların beş tane
olduğu belirtilerek bunların canın, malın, neslin, aklın, dinin korunması
olduğu vurgulanmıştır. Mesalihi mürseleyi en çok imam Malik savunmuştur.
Dokuzuncu delil olarak zerayi ele alınmıştır. Bu delil maliki ve hanbelide yanı
şekilde yer alırken diğer iki mezhepte farklı şekillerde yer almıştır. Zerayi
vesile anlamına gelir, haram veya helale vasıta olan şeyler diye
tanımlanmıştır. Hz. Peygamber faize yol açar veya faiz yerine geçer diye
borçlunun alacaklıya hediye vermesini yasaklamıştır. Daha sonra istıshab konusu
incelenmiştir. Bu kelime sözlükte beraberce bulunan veya beraber olmanın devam
etmesi diye tanımlanmıştır. Terim olarak ise bir şeyin değiştiğini gösteren bir
delil bulunmadığı sürece o şeyin aynen kalmasıdır diye tarif edilmiştir. Onuncu
delil olarak da Önceki Şeriatlar konu edinilmiştir. Bu konuda semavi
şeriatların hepsi birdir. O da Allah’a kulluk etmektir. Bazı ibadet şekilleri
ya da ameli şeylerde değişiklik olabilir. Önceki şeriatlara ait olan şeylerin
hüccet olabilmesi için bazı şartlar vardır. Onlar, İslami kaynaklarla
öğrenilmiş olmalıdır, neshedildiğine dair bir hüküm bulunmamalıdır, önceki
şeriatlarda olduğu gibi islamda da geçerli olduğuna dair İslami bir nass ile
sabit olmalı. Bu bölüm deliller arasında çatışma başlığı ile genel bir
değerlendirme yapılarak sona ermiştir. Buraya kaadar bahsedilenlerin hepsinin
amacı şariin hükmünü bilme vasıtaları olmalarıdır. Normal koşullarda nasslar
arasında bir çatışma düşünülemez. Ancak müctehid bazen iki nass arasında
çatışma var zannedebilir. Ya da nasslardan birisinin sübutu vehme dayanır.
Gerçekte bir çatışma söz konusu değildir.
Üçüncü bölümde Mükelleflerin fiilleri (mahkum-i fih
veya mahkum-i aleyh) şeri hükmün konusu veya taalluk ettiği şeydir. Muhkum-i
fih, bizzat emir, nehiy ve ibanat konusu olan fiillerdir. Fiil kulun kudreti
dahilinde olmalıdır. Mustahil (imkansız olan) şeyleri Allah’ın teklif edip
etmeyeceği konusunda usulcüler ihtilafa düşmüşlerdir.
Dördüncü bölümde Mükellefler konusu ele alınmıştır.
Bu da mahkum-i aleyh denilen şeyin karşılığıdır. Teklifin esasını akıl ve idrak
teşkil eder. Ehliyet, vücub ehliyeti, eda ehliyeti, ehliyete arız olan haller
konuları ile mesele incelenmiştir. Daha sonra da ehliyete arız olan haller (semavi arızalar, semavi olmayan arızalar)den
bahsedilmiştir.
Kitabın sonunda ekler bölümünde hükümlerin amaçları,
muteber olan maslahatlar, ictihad, ictihadın dereceleri, ictihadın bölünmesi,
ifta ve müftide aranan şartlar başlıklarıyla bazı konular hakkında yeni
değerlendirmelere değinilmiştir.
Hadis Usulü
Hadis Usulü, (İlmü Mustalahi’l Hadis)
Prof. Dr. Talat Koçyiğit
İlmi Yayınları, Ankara, basım yılı yok.
Özet:
Toplam 172 sayfadan
oluşan eser önsöz ve 6 bölümden oluşmuştur. Önsözde İslam dininin oluşumu ve
özellikle hicri birinci asırda yaşanan olaylar nedeniyle hem Kur’an’ın hem de
hadislerin kaydı için çalışmalar başladığından bahsedilmiş, bu konuda kısa kısa
örnekler ve isimler sıralanmıştır.
Birinci bölümde sünnet
ve hadis konuları incelenmiş, tanımları yapılmış, söz fiil ve takrir hakkında
bilgi verilmiş, sünnetin İslam dinindeki yerine değinilmiştir. Arap yazısı ve
sahabelerin yazı bilgisi, hadislerin yazılması, sahabenin hadis yazmaktan men
edilmesi ve ilk yazılan hadisler ile ilgili bilgiler, hadis yazan sahabe
isimleri ve bunlar hakkında bilgiler verilmiştir. Abdullah ibn Amr, Cabir ibn
Abdullah, Ebu Hureyre, Ali b. Ebi Talip, Semure İbn Cundep, Enes ibn Malik gibi
sahabelerden bahsedilmiştir. Bu konuda dikkat çeken bir nokta olarak Ahmet bin
Hanbel’e ait olan şu notu düşmekte yarar görülmüştür. “Sünnet Kur’an ilminin
öğrenilmesinde yegane vasıtadır. Sünnet olmaksızın Kur’an ilmini öğrenmeye
kalkışanlar dalalete düşerler. Bu bakımdan sünnetin yok olması Kur’an ilminin
yok olması demektir.”
İkinci bölümde hadis
ravileri incelenmiş, bölüm, sahabiler, tabiiler, hadis ravilerinde aranan
şartlar, hadis ravilerinin cerh ve tadili, hadis ravilerinin adap ve erkanı
gibi konulardan oluşturulmuştur. Önce sahabenin tanımı yapılarak, tabakaları (
oniki tabakadan bahsedilmiş) ve sayıları ( bu konuda 100 bin, 60 bin,10 bin
gibi rakamlar ifade edilmiş ancak kesin bir bilginin olmadığı) hakkında bilgi
verilmiştir. Burada en son sahabenin hicri 100 veya 110 senesinde vefat ettiği
belirtilerek bu tarihten sonra kendisinin sahabi olduğunu iddia edenlere
inanılmamamsı gerektiği ifade edilmiştir. Sahabilerin adaleti hakkında bilgi
verildikten sonra sahabiler rivayet ettikleri hadis bakımından
guruplandırılmıştır. Daha sonra tabiiler ve onların tabakaları hakkında
bilgiler verilmiş, sayılarının sayılamayacak kadar çok olduğu belirtilmiş, tabiinin
tanımı yapılmış ve bazı meşhur tabiiler tanıtılmıştır. Mekke, Medine, Kufe,
Basra, Şam ve Yemen’de yaşamış ve orada vefat etmiş bazı tabiiler şöyle
tanıtılmıştır. Ez-Zühri, Said b. Müseyyeb, Said ibni Cübeyr v.b. Daha sonra
muhadramun (cahiliye ve İslam devirlerini idrak ettikleri halde hz. Peygamberle
sahbeti olmayanlar, ki bunların sayıları 20 kadar veya daha fazla) ve etbaut
tabiin hakkında bilgiler verilmiştir. Hadis ravilerinde aranan şartlar
bölümünde(imam şafinin uzun bir şartlar listesi verilmiştir), ravinin adaleti,
ravinin Müslüman olması, ravinin zabıt olması, ravinin akıl ve baliğ olması
gibi konular incelenmiştir. Hadis ravilerinin cerh ve tadili başlığı altında
cerh ve tadilin lüzumuna değinilmiş, cerh ve tadilin bir ravide birleşmesi,
cerhin sebeplerinin açıklanması, cerhe sebep teşkil eden haller(fasık ve sefih
olanlar, yalancı olanlar, zındıklar, bidat ehlinden olanlar, çok hata yapanlar,
telkine maruz kalanlar, hayatlarının sonlarına doğru ihtilata maruz kalanlar),
cerh ve tadilde kullanılan tabirler (sika, mutkin, sadık, la be’se bihi,
salihul hadis; leyyinül hadis, leyse bi kaviyyin,daifül hadis, metrukul hadis),
konuları özet olarak işlenmiştir. Hadis ravilerinin adap ve erkanı başlığı
altında hadis ravilerinin riayet ettikleri hususlar anlatıldıktan sonra ravi
açısından hadis rivayetinin başlangıç ve bitiş zamanı ile ilgili olarak bilgi
verilmiştir. Bu konuda belli bir yaş belirlenmemiş, temyiz durumu esas
alınmıştır.
Üçüncü bölümde
hadislerin alınması yani tahammülü’l hadis konusuna yer verilmiştir. Bu konuda
yapılan seyahatlerden ve hadis alma usullerinden bahsedilmiştir. (Hadis almaya
tahammül, hadis rivayetine de eda denmiştir.) Sema(semi’tu, haddesena,
ahberana, enbeena..), kıraat (…kıraaten aleyh…), icazet, münavele, mükatebe,
i’lam, vasiyye, vicade gibi yöntemler açıklanmıştır. Hadis rivayetleri ve
şartları konusunda ise, hadis rivayetinde bazı müteferri hükümler açıklanmış ve
hadislerin mana üzere rivayet edilmesi konusuna yer verilmiştir. Daha sonra
isnad konusuna değinilmiştir. İsnadın tarifi yapılmış, değeri anlatılmış ve
hadis rivayetinde ilk isnat tatbikine yer verilmiş ve isnat çeşitleri
açıklanmıştır.
Dördüncü bölüm kitabın
en uzun ve geniş bölümü olarak yer almaktadır. Hadislerin taksimi konusunda
önce bu konudaki farklı görüşlere yer verilmiş sonra da hadislerin taksimi
teker teker açıklanmıştır. Bunlar; mütevatir hadisler, sahih hadisler, hasen
hadisler, zayıf hadislerdir. Daha sonra bu hadis türleri kendi içlerinde ele
alınarak incelenmiştir. Önce mütevatir hadisin tanımı yapılmış ve kısımları
izah edilmiştir. Sonra sahih hadislerin tanımı yapılmış, kısımları (sahih
lizatihi, sahih ligayrihi), izah edilmiş ve bu alanın en önemli iki kaynağı
olan Buhari ve Müslim hakkında bilgi verilerek sahih hadislerin taksimi buhari
ve müslimin rivayetlerine göre anlatılmıştır. Ardından da mücerred sahihin ilk
müellifleri hakkında bilgi verilmiştir. Hasen hadisler konusunda da önce hasen
hadisin tanımı yapılmış, sonra kısımları (hasen lizatihi, hasen ligayrihi) hakkında
bilgi verilmiş daha sonra da hasen hadisler yönünden Tirmizi’nin Camii
değerlendirilmiştir. Zayıf hadisler konusunda ise daha geniş bilgiler yer
almıştır. Önce zayıf hadisin tanımı ve kısımları anlatılmıştır. Zayıf, mürsel,
münkatı’, mu’dal, müdelles, muallel, mustarib, maklub, şaz, münker, metruk,
mevkuf, maktu’ hadislerin tanımları yapılarak örnekler verilmiştir. Daha sonra
sahih, hasen ve zayıf hadisler arasındaki müşterek hadis nevilerine yer
verilmiştir. Bu çerçevede müsnet, merfu, muttasıl, muanan, muenen, muallak,
mudrac, meşhur, müstefiz, garip, aziz, musahhaf, müselsel, ali, nazil, fert,
mutabi’, şahid hadisler açıklanarak örnekler verilmiştir. Burada şu bilgi
önemli olarak girişte yer almıştır. Bütün hadisler sahih olsun, hasen veya
zayıf olsun, metin ve isnatlarına göre müşterek isimler alırlar. Bu isimlerden
herhangi birinin bir hadise atfedilmesi, o hadisin sıhhati veya zafiyeti
üzerinde hiçbir tesir icra etmez.)
Beşinci bölümde mevzu
hadisler konusu ele alınmıştır. Mevzu hadisin tanımı yapılarak ortaya çıkışı
hakkında bilgi verilerek bunun sebepleri üzerinde durulmuştur. Bu konuda İslam
düşmanlığı, cinsiyet, mezhep, kabile kavgaları, va’z ve hikayeler, halife ve
emirlere yaklaşma arzusu, halkı hayırlı işlere yöneltme arzusu gibi gerekçelere
yer verilerek bunlar örneklerle açıklanmıştır. Daha sonra mevzu hadisinin
bilinme yöntemleri ve teknikleri hakkında bilgi verilmiştir. Konuyla ilgili
olarak bizzat ravinin itirafı, ravide bulunan karineler ve metinde bulunan
karineler yoluyla bunun bilinmesine örnekler verilerek açıklama getirilmiştir.
Altıncı bölümde Hadis
İlminin Diğer Bazı Meseleleri başlığı altında nasih, mensuh, muhteliful hadis,
ilelul hadis, ravilerin tarihi, ravilerin isim, künye ve lakabları gibi
konulara yer verilmiştir. Nasih mensuh konusunda neshin tanımı yapılarak
hadiste nesh meselesi açıklanmıştır. Muhtelifül hadis konusunda da önce konunun
tanımı yapılmış, sonra da muhtelifül hadisin kısımları açıklanmıştır. İlelül
Hadis konusunda ise illetin tanımı yapılarak çeşitleri hakkında bilgi
verilmiştir. Ravilerin tarihi başlığında ise vefayat kitaplarına yer
verilmiştir. Ravilerin isim, künye ve lakabları konusunda da künyesiyle şöhret
kazanan raviler, isimleriyle şöhret kazanan raviler, lakablar, mu’telif ve
muhtelif, müttefik ve müfterik, muteşabih gibi konular değerlendirilerek
örnekler verilmiştir.
Konuların sonunda sonuç
sayılabilecek bir bölümde hadisçilerin Hz. Peygamberin hadislerini korumak ve
gelecek nesillere aktarmak hususunda nasıl bir gayret gösterdiklerine vurgu
yapılmış, bütün bu çalışmaların Allah’ın lütfu ve inayeti ile başarıldığı
belirtilerek konu sonlandırılmıştır.
Kitabın sonunda ise
bibliyografya ve indeks yer almıştır.
Tefsir Usulü
Tefsir Usulü (İlmi
Usuli’t Tefsir)
Prof. Dr. İsmail
Cerrahoğlu
Ankara, 1979
Özet:
Eser önsöz ve girişten
sonra üç bölüm halinde kaleme alınmıştır. Birinci bölümde Kur’an Tarihi, ikinci
bölümde Kur’ani ilimler, üçüncü bölümde de tefsir tarihi konuları
incelenmiştir. Sonunda da bibliyografya ve indeks yer almıştır. Eser toplamda
352 sayfadan ibarettir.
Önsözde tefsir usulü
ile ilgili olarak bu işin ne zaman başladığı konusundaki bir soruyla konuya
başlanılmış ve tefsir ilminin başladığı ilk devirlerden itibaren basit de olsa
bazı tefsir usulü tabirlerine rastlandığı bilgisine yer verilmiş, daha sonra da
bu ilmin tedvin edildiği ve müstakil eserler verildiği ifade edilmiştir. Örnek
olarak da Zerkeşi’nin el-Bürhan’ı, İbn Teymiye’nin Mukaddime fi usulit
tefsir’i, Zerkani’nin Menahilül irfan’ı, Suphi Salih’in Mabahis fi Ulumil
Kur’an’ı söz konusu edilmiştir.
Bu alanda Türkçe’de
yazılan eser sayısının çık yetersiz olduğundan bahisle böyle bir esere duyulan
ihtiyaç dile getirilmiş ve eserin oluşumu ile ilgili bilgiler verilmiştir. Her
konunun sonunda o konu ile ilgili kaynaklara yer verilmeye çalışıldığı ifade
edilmiştir.
Giriş bölümünde
İslamiyetten önce Araplar, komşuları ve dini durumları hakkında bilgi
verilmiştir. Göçebe oluşları, putperest oluşları, Kabe’nin mukaddes bir belde
olarak tanınması, içlerinde muvahhitlerin yani haniflerin de bulunduğu,
yaşadıkları bölge ve konum itibariyle kabileciliğin yaygın olduğu, bu nedenle
neseb ilmine önem verildiği, kehanetin yaygın olduğu, yazının ticari düşünceyle
ortaya çıktığı ve çok fazla kullanılmadığı, komşularından çok etkilendikleri,
Mecusilik, Yahudilik, Hristiyanlık gibi dinlerden etkilendikleri ve
mensuplarının bulunduğu bilgisi paylaşılmış, onların İslamiyet gelinceye kadar
siyasette, idarede, din ve ahlakta tam
bir karışıklık içerisinde oldukları ifade edilerek İslamiyetin Araplara dil,
kültür ve diğer alanlarda pek çok şey kazandırdığı vurgulanmıştır.
Birinci bölümde Kur’an
Tarihi başlığı altında önce Kur’an’ın anlamı, tarifi ve diğer isimlerinden
bahsedilmiştir. Kur’an kelimesinin anlamı konusunda dört ya da beş çeşit
tanımdan bahsedilmiş, sonra da tarifine geçilmiştir. Birkaç türlü tanımına yer
verildikten sonra Mushaf kelimesine yer verilmiştir. Kur’anı Kerim’in diğer
isimleri konusunda da kitap, ümmül kitap, Furkan, mesani gibi isimlere yer
verilmiştir. Sonra vahiy konusu ele alınmış, o da iki çeşit olarak
incelenmiştir. İlahi vahiy, gayri ilahi vahiy.İlahi vahiy beş grupta ele
alınmış ve sonra hakiki vahiy üzerinde durulmuştur. Daha sonra vahyin
başlangıcı, keyfiyeti ve geliş şekilleri anlatılmıştır. Yedi çeşit vahiy geliş
şekline yer verilmiştir. Vahiy esnasında görülen haller, vahiylere ait bazı
terimler, vahiy katipleri, vahyin yazıldığı malzeme bu konunun diğer başlıkları
olarak yer almıştır. Ayet başlığında da ayet kelimesinin anlamı, ayetlerin
tertibi, ilk ve son nazil olan ayetler açıklanmış sonra da sure konusuna
geçilmiştir. Surenin anlamı, surelerin tertibi, isimleri, mekki ve medeni
sureler, bunları bilmenin faydaları, bunlar arasındaki farklar hakkında bilgi
verilmiştir. Kur’anı Kerim’in yazı ile tesbiti, cem ve teksiri başlığı altında
önce onun yazı ile tesbitine yer verilmiş, sonra da cem, hıfz ve kari
kelimelerinin anlamları açıklanmıştır.Daha sonra da asrı saadette Kur’anın
cemi, hz. Ebu Bekir zamanında cemi, hz. Osman zamanında istinsahı ve teksiri
anlatılmış ve o döneme ait çeşitli Mushaf örnekleri verilmiştir. Ardından
Kur’anı Kerim’in harekelenmesi ve noktalanması konusu ele alınmış, bu konuda
çok tartışmanın yaşandığı ancak bir ihtiyaç sonucu doğduğu ve çeşitli
zamanlarda çeşitli kişilerin çalışmalarıyla geliştiği ifade edilmiştir.
Kur’anın yedi harf üzere nazil olması ve kıraati meselesinde yedi harfin
lafızdaki bir değişiklik olduğu, manada ise bir değişikliğin olmadığı ve bunun
belirli yerlerinde olduğu, tamamında olmadığı bilgisine yer verilmiştir. Kıraat
meselesinde ise bunun özellikle müsteşrikler tarafından çok istismar edildiği
ifade edilerek kıraatlerin iki kategoride ele alınabileceği, onların da
mütevatir ve şaz kıraatler olduğu anlatılmış bu konuda örnekler verilmiştir.
İkinci bölümde Kur’ani
İlimler ele alınmıştır. Bundan maksadın tefsir ilmiyle alakalı olanlar olduğu
belirtildikten sonra Esbabı Nüzul (Nüzul sebepleri) konusuna yer verilmiştir.
Bu mevzuun en zor meselelerden biri olduğu belirtilerek bazı çalışma ve
eserlerden bahsedilmiştir. Daha sonra nasih ve mensuh meselesi incelenmiştir. Nesih
kelimesinin anlamı verilerek ilgili ayetlerden örnekler sunulmuştur. Ardından
da neshin başlıca meseleleri incelenmiş, onun caiz olup olmayacağı, bu konudaki
ayetlerin sayısı ve konuyla ilgili eserlerden örnekler verilmiştir. Muhkem ve
Müteşabih konusunda da önce bu kelimelerden ne anlaşıldığı ifade edilmiş
özellikle müteşabih üzerinde durulmuştur. Bunların bazı hikmetlerinden
bahsedilmiştir. Daha sonra da hurufu mukatta’a’dan bahsedilmiş, bunların hangi
surelerde yer aldığı, nasıl okundukları ve
anlamları üzerinde durularak, hz. Peygamberden bu konuda bir haberin yer
aldığı bilgisine yer verilerek daha sonra alimlerin ve ariflerin bu konudaki
yorumlarına yer verilmiştir. Surelerin başlangıçları konusunda sureler ilk
ayetlerine ya da ilk kelimelerine göre ya da bazı durumlar açısından çeşitli
tasnife tabi tutularak listeler verilmiştir. Garibül Kur’an konusunda da
Kur’an’da yer alan bir takım anlaşılması zor ve başka dillerden ya da
lehçelerden girmiş olan kelimeler üzerinde durulmuş, konuyla ilgili örnekler
verilmiştir. Uslubül Kur’an konusunda ise Kur’anın, üslübu sayesinde çok kısa
denecek bir zaman diliminde insanlığı dalmış olduğu bataklıktan kurtardığı ve
onlara iki alemin saadet yollarını
gösterdiği ifade edilmiştir. Kur’anın üslübunun insanların telif ettikleri
kitapların üsluplarına benzemediği gibi diğer münzel kitaplarınki ile de aynı
olmadığı düşüncesine yer verilmiştir. Dost düşman, arap olan olmayan, Müslim,
gayri Müslim herkesin onun üslubundan etkilendiği belirtilerek bu durumun
Arapçaya da pek çok şey kazandırdığı belirtilmiştir.
Kur’anın Eşsizliği yani
İcazı konusunda onun icazının pek çok yönlerde tecelli ettiği belirtilerek onun
icazını sadece dil, üslub ve fesahatında aramanın hata olacağı ifade edilmiş,
ihtiva ettiği ilimler, kevni ilimlerdeki yeri, islah siyaseti, gaybi haberleri,
ona benzer bir kitap meydana getirilemeyişi, beşerin ihtiyaçlarını karşılama
gibi yönlerinin onun icazını oluşturduğundan bahsedilmiştir. Kur’anda yer alan
yeminler konusu incelendikten sonra kıssalar ve tekrarlara geçilmiştir.
Ardından emsalül kur’an denilen Kur’andaki meseller konusu ele alınmıştır.
Bunların çeşitlerinden, gayesinden bahsedilerek örnekler verilmiştir. Hakikat
ve mecaz konusunda kelimelerin Kur’anda hem hakiki hem de mecazi anlamlarında
kullanıldıklarından bahsedilmiş, özellikle mecaz alanındaki farklı görüşlere
yer verilmiş, mecazın iki çeşidinden bahsedilmiştir. Müşkilül Kur’an ile ilgili
olarak da ayetler arasında ihtilaf veya tenakuz gibi görünen keyfiyete yer
verilmiş, ancak Allah’ın kitabında böyle bir şeyin olmadığı ifade edilerek
konuya açıklık getirilmiştir. Bu konuda tercih kaidelerinin oluşturulduğundan
bahisle hangi durumda nasıl davranılacağı bir takım kurallarla izah edilmiştir.
Mümel ve Mübeyyen konusunda Kur’an’da bazı ayetlerin manasının kapalı
olduğundan bahsedilmiş, bazı alimlerin bunu kabul etmediğinden söz edilmiş
ancak bu konuda yapılan değerlendirmelere yer verilerek mücmelin nasıl meydana
geldiği (iki zıt anlamın birleşmesi, zamirin mercii, atıf ve istinaf, lafzın
garabeti, lafzın çok kullanılmaması, takdim-tehir v.b.) konusunda örnekler
verilmiştir. Daha sonra da mübeyyen konusu açıklığa kavuşturulmuştur. Vücuh
(bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile diğer ayette ifade ettiği
mananın aynı olmaması) ve nezair (çeşitli bir çok kelimenin aynı manayı ifade
etmesi) konusunda da örnekler verilerek konu izah edilmiştir. Kur’an’daki
müphemler konusuna gelince ismi açık olarak Kur’anda zikredilmeyip ismi
mevsuller veya zamirlerle ifade edilen, ne olduğu tam olarak anlaşılmayan
şeyler acaba niçin Kur’anda yer almıştır sorusuna cevap verilirken İslam
bilginlerinin görüşleri çerçevesinde konu örneklerle açıklanmıştır. Halkul Kur’an
başlığı altında Kur’anın mahluk olmadığı, ehli sünnet alimlerinin bu konuda
ittifak halinde olduğu belirtildikten sonra diğer mezhep ve ekollerdeki
değerlendirmelere yer verilmiş, bu meyanda alınan mesafeden ve gelinen
aşamalardan bahsedilmiştir. Özellikle halife Me’mun zamanında yapılan
çalışmalardan ve devletin olaya müdahalesinden, Mutezililikten bahsedilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de hitaplar başlığında ise önce hitaplar üçe ayrılarak
incelenmiş, hazreti peygambere olan hitaplar, başkasına yapılan hitaplar, bir
de her ikisine birden yapılan hitaplar. Sonra da ayetler bu konuda bir tasnife
tutularak otuzüç çeşit hitap şekli belirlenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Sual ve
Cevapları bölümünde de konu onüç bölümde ele alınmıştır. Bunlardan bazıları;
sualin hemen akabinde cevap, munfasıl cevap, sualle cevabın ayrı ayrı surelerde
oluşu, bir suale iki cevap, mahzuf cevap, vakte mevkuf cevap, nehiy cevabı
gibi… Fedailül Kur’an başlığı altında da Kur’an’ın faziletlerinden bahsedilmiş
bu konudaki hadislerden örnekler verilmiştir. Ayetler ve sureler arasındaki
tenasüb ve insicam konusunda da bu konunun alimler arasında dikkatle üzerinde
durulan konulardan biri olduğu ifade edildikten sonra bu alanın en mühim
alimlerinden biri olarak Fahruddin er-Razi’den söz edilmiştir. Kur’an’daki
tenasüb ve insicamın hem ayetler arasında hem de sureler arasında olduğundan
bahsedilerek örnekler verilmiştir.
Üçüncü bölüm tefsir
tarihine ayrılmıştır. Öncelikle Kur’anı Kerim’in tefsirine duyulan ihtiyaçtan
bahsedilerek, İlahi kitapların sonuncusu olan Kur’anın Müslümanlar tarafından
hata tüm insanlar tarafından anlaşılıp ona bağlanabilmek için mutlak surette
tefsir ve izah edilmesi gerekir deniler konuya vurgu yapılmıştır. Hz.
Muhammed’in asıl görevinin tebliğ ve teybin olduğu belirtilerek tefsir ve
te’vil kelimelerinin anlamı üzerinde durulmuştur. Daha sonra tefsir ve terceme
arasındaki farklar açıklanmıştır. Kur’anın bütün dünya dillerine tercümesinin
ehil kişilerce yapılması gereğine vurgu yapıldıktan sonra Kur’anı Kerim’in doğu
ve batı dillerindeki tercümeleri konusuna yer verilmiş ve Türkçeye altış
dolayında terceme yapıldığı ifade edilmiştir. Daha sonra Kur’anı Kerim
tefsirinde ihtilaf sebepleri konusu incelenmiştir. Bu konuda kıraat
ihtilafları, i’rab yönünden ihtilaflar, umum, husus, hakikat, mecaz gibi
yaklaşık on başlık belirlenmiştir. Tefsir çeşitleri başlığında da rivayet ve
dirayet tefsirleri açıklanmış ve örnekler verilmiştir. Hz. Peygamberin
tefsirdeki yerinden bahsedilmiş ve örnekler verilmiştir. Ardından sahabenin
tefsirdeki yerine vurgu yapılarak örnekler verilmiştir. Özellikle Abdullah ibn
Mesut ve Abdullah ibn Abbas’tan bahsedilmiştir. Tabiunun tefsirdeki yeri
başlığı altında bu dönemin Arap olmayan unsurların Müslüman olmalarıyla
birlikte bir takım sorunların ortaya çıktığından bahsedilerek, mevali denilen
kişilerin tefsire olan katkılarından bahsedilmiş ve israiliyat konusuna yer
verilmiştir. Daha sonra tabiun dönemine ait bazı müfessirler hakkında (Said b.
Cübeyr, Mücahid b. Cebr, İkrime gibi) bilgiler verilmiştir. Etbaut tabiinin
tefsirdeki yerine gelince bu dönemin müstakil eserlerin verilmeye başlandığı,
dini ilimlerin disiplin haline geldiği anlatılarak dönemin müfessirlerinden
örnekler verilmiştir.
Zamanımıza kadar tefsir
hareketlerine kısa bir bakış başlığı altında İslamiyetin başlangıcından
zamanımıza kadar tefsirin tekamülünü takip edebilmek için asırlar boyunca
yazılmış yüzlerce hatta binlerce tefsirin tetkik etmek gerektiği ifade edilmiş
ve hz. Peygamber döneminden başlayarak günümüze kadar genel bir bilgi verilmiştir.
Asrımızdaki tefsir haraketleri konusunda da dört çeşit tefsirden
bahsedilmiştir. (Mezhebi tefsirler, ilhadi tefsirler, ilmi tefsirler,
içtimai-edebi tefsirler)
Sonuçta, harici
tesirlere lüzum kalmadan, İslam’ın kendi bünyesi içinde doğan, Kur’anı Kerim’in
tefsiri ilmi, bütün teferruatıyla zamanlarındaki ilmi ve kültürel faaliyetleri
aksettiren bir ayna vazifesini görmüştür. Bu konuda bugüne kadar yapılanlar ve
ona duyulan ihtiyaç bundan sonra da devam edecektir denilerek konu
tamamlanmıştır.
TEFSİR TARİHİ, İSLAM HUKUK TARİHİ VE HADİS TARİHİ KİTAPLARININ HULASASI
Abdulalim DEMİR
Tefsir doktora öğrencisi
Öğrenci No:149 227 50
İslam ilimleri kuralları bakımından bir bütündür. Hepsinin dayandığı yegâne kaynak kuran ve Peygamber efendimizin sünneti uygulaması ve yaşadığı çağdır. Bütün ilimler birbirinden bir şekilde faydalanmaktadır.
Hulasasını yaptığım tefsir tarihi İsmail cerrahoğlu, İslam hukuk tarihi; hayrettin karaman, Hadis tarihi Talat Koçyiğit hocalarımıza aittir.
İncelemeye aldığımız tefsir tarihi, İslam hukuk tarihi ve hadis tarihi konulara başlarken ilk önce kelimelerin sözlük ve terim anlamlarını vererek başlamaktadırlar.
Tefsir tarihine başlayan hocamız ilk önce tefsir, Te’vil ve tercüme kavramlarına açıklı getirmekte ve aralarındaki farklılıklara işaret etmektedir.
Tefsir kelimesi “Fesr veya taklib tarikiyle “Sefr” köklerinden “Tef’il” vezninde bir masdardır. Fesr, beyân etmek, keşfetmek, izhâr etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak gibi mânâlarda kullanılmaktadır. Bu mânâlardan istifade edilerek “Fesr” lügatte tabibin hastalığı teşhis için bakmış olduğu az suya denir.
Tefsir kelimesinin taklîb tarikiyle türeyebileceğini söylediğimiz “Sefr” kökü, çeşitli anlamlara gelirse de, bu kelimenin Araplar arasında, kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak ve açmak gibi mânâlarda kullanıldığı görülür. Mesela (kadın yüzünü açtı) yani yüzündeki örtüyü; kaldırdı manasınadır.
“Fesr” veya “Sefr” kelimelerinin her ikisi de keşif manasınadır. “Sefr” kelimesinde zahirî maddî bir keşif, “Fesr” kelimesinde ise manevî bir keşif görürüz ve bunlardan gelen tefil babı ise mânâyı keşif ve izhârdır”, demektedir.
Tefsir kelimesi ıstılah olarak “Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” şeklinde tarif edilir. Fakat bu kapalılık kelâmın sahibinden bir beyâna muhtaç olur. Onun için hakiki tefsir Allah ve Resûlü'nün beyânı ile yapılandır.
Tefsir ve Terceme Arasındaki Farklara hocamız şu şekilde değinmektedir
a. Terceme kelimesi bir “Bâb”a ünvân koymak mânâsına gelir.
b. Bir kimsenin hayatını anlatması mânâsında kullanılır. Dilimizde kullandığımız terceme-i hâl bu anlamdadır.
c. Kendisine ulaşılmayan kişiye sözü tebliğ etmek,
d. Bir sözü söylendiği dilde tefsir etmeye de terceme denir. Mesela İbn Abbas hakkında “O, Kur'ân'ın tercümanıdır” denilmesi bu mânâdadır.
e. Bir sözü kendi dilinden başka bir dile tefsir edip açıklamaya da terceme denir.
f. Sözü bir dilden diğer bir dile nakletmeye terceme, bu sözü nakledene de tercüman denir. Bu gün kullandığımız terceme kelimesi buradaki mânâya tahsis edilmiş gibidir.
Hayrettin karaman Hukuk'un Tarifini, Fıkıhın Mânası, Mefhûm ve Şûmûlü şu şekilde açıklamaktadır:
Hukuk: "Hukuk, cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddî icbar kuvvetinde bulan kaideler manzûmesidir."
Fıkıh: Faqîh,
mütefaqqıh gibi kelimelerin de aslı olan "fıqh"ın lûgat mânası
anlamak, kavramak, idrak etmektir. Aynı mânayı ifade eden kelimelerden fıkh'ın
farkı, buradaki anlayışın sathî değil, derinliğine olması ve söyleyenin
maksadını da içine almasıdır.
Mefhûm
ve Şûmûlü: Fıkıh kelimesi islâm’ın ilk devirlerinden zamanımıza kadar
birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli
tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş
ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve
sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de
-bu devrede- aynı mânaya gelmektedir.
Talat Koçyiğit hocamızda hadisi şu şekilde açıklayarak eserine başlamaktadır:
Lügat yönünden kadim (eski) in zıddı cedtd (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. "Bu söze inanmayanların ardından üzülerek neredeyse kendini mahvedeceksin" mealindeki Kur'ân âyetinde gördüğümüz "hadîs" kelimesi, söz veya haber manâsında kullanılmış ve bununla Kur'ânı Kerîm kaydedilmiştir.
Her üç erserde konularını götürüp hz. Peygamber devrine dayandırmaktadırlar. Bu da bizlere İslam ilimlerinin peygamber devri tam bilinmeden öğrenilemeyeceğini göstermektedir.
İsmail cerrahoğlu hocamız hz. Peygamber döneminde tefsirin yapıldığını belirtip konu ile ilgili olarak şu bilgileri bizlerle paylaşmaktadır:
Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm, ümmî olan Hz. Peygamber'e Arap dili ve üslûbu ile nazil olmuştur. O da nazil olan bu vahyin garaz ve maksadını tabi olarak anlıyordu. Hz. Peygamberi, Kur'ân tefsirine sevkeden en mühim âmil, şüphesiz İslâmiyetin kendi emridir. Kur'ân, kendisi üzerinde düşünmeyi istemiş, kapalı olan bir âyet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve tebyinle mükellef kılmıştır. Kısacası, Kur'ân kendinin anlaşılmasını, açıklanmasını, tefsir edilmesini, uygulanmasını istemiştir. Bu bakımdan İslâm'da tefsir hareketi, bizzat İslâm'ın kendi bünyesinden doğmuştur. Onun için Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki mühim kaynağı, Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Muhammed’in kendisi olmuştur.
Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, beşer olarak Kur'ân tefsirinde salâhiyet sahibi olan kişi şüphesiz Hz. Peygamber'dir. O halde Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağı peygamberin sünneti olacaktır. Sünnet, Kur'ân'ın umûm ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer hususlarını izah eder.
Hazreti Peygamberin Tefsirdeki Metodunu Hz. Peygamber'i Kur'ân tefsirine sevk eden en mühim âmil, İslâmiyet’in kendisine olan emridir. O, tebyin ve tebliğle mükelleftir. Bu iş, onun için peygamberlik vazifesinin gereğidir. Kur'ân'ın Kur'ân ile tefsirinden sonra, Kur'ân'ın en mühim tefsir kaynağının Hz. Peygamberin sünnetidir. Sünnet, Kur'ân'ın umumunu ve hususunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu beyân eder. Kısacası, sünnet, Kur'ân'da gelen bir hususu, ona uygun olarak te'kid, mücmeli beyân, ammı tahsis, mutlakı takyid, müşkili tavzih eder.
“Tefsir: 1- Ana dilleri olması sebebiyle Arapların bildiği, 2- herkesin bildiği 3- Âlimlerin bileceği, 4- Allah'tan gayrı kimsenin bilemeyeceği tefsir” olmak üzere dört vecih üzerinedir.
Hz. Peygamber devrinde fıkıh, usul ve furu’ konularını işleyen hayrettin karaman her konuyu kendi özelinde Mekke ve Medine dönemleri içersinde inceleyip alt başlıklara ayırarak konunun anlaşılmasına katkı sağlamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh
devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre
içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir.
Hz. Peygamber devrini fârık
vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.
Mekke
Devri: Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini
tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13
yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur. Bu
devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına
yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine
oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir
karakter arz etmektedir.
Medine
Devri: Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası
onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı;
"Medînetü'n-Nebî" adıyla İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu.
Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî
hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek
ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile,
miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve
devletlerarası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
Hz. Peygamber (sav)
Döneminde Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli
a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler
oluyor, yahut da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevk eden
problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nâzil oluyor veya hüküm ve mâna Hz.
Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle hüküm açıklıyordu (Sünnet). Bazı
durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu. Âyetlerin nüzûl
sebeplerinden (esbâbu'n-nüzûl) bahseden kitaplarda hüküm gerektiren birçok
hâdise nakledilmiştir.
b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual
veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide
vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir
ediyordu. İslâm sadece duyulan ihtiyaçları karşılamak için değil, yeni bir fert,
cemiyet ve devlet yaratmak için gelmiştir. Şûrâ, zekât nisabları, âile ve ceza
hukuku ile alâkalı bazı kâideler bu kısım içinde yer alır.
2- Hz. Peygamber (sav)
Döneminde Fıkhı'nın Özellikleri:
a) Tedricilik
aa) Zaman içindeki tedrîcilik: Bundan
maksad hükümlerin bir an ve zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde arka
arkaya gelmiş olmasıdır.
ab) Hükümler içindeki tedrîcilik: Mükellefiyetler
hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve intibak
kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: Namaz önce sabah ve akşam
iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur. Zekâtın miktarı önce
sınırlandırılmamış, herkesin istek ve gücüne bırakılmış, sonra miktarlar sabit
ve mecburî hâle getirilmiştir. İçki (şarap) önce yasaklanmamış, sadece zararlı
olduğu bildirilmiş, sonra sarhoş iken namaz kılmak menedilmiş, en sonunda da
kesin olarak yasaklanmıştır.
b) Kolaylık: Bu devir hükümlerinde
göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Teâlâ'nın
kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği açıkça
ifade edilmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.) de: "Kolaylaştırın, güçleştirmeyin;
sevdirin, nefret ettirmeyin" buyurmuş, ümmetine güçlük olmasın diye bazı
hususları emretmemiştir.
c) Nesih: Nesih, daha sonra gelen
bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı âyet ve
hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk müslümanları
tedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır. Bu konu aşağıda
ele alınacaktır.
Hz. Peygamber Döneminde Usûl kaideleri günümüzdeki gibi konulmamışsa da genel olarak fakihler şu yolun takib edildiği verilen hükümlerden çıkarmaktadırlar: 1. Kur'ân-ı Kerîm 2. Sünnet 3. İcmâ 4.Kıyâs 5.İstidlâl
Hz. Peygamber Devrinde Fürû (İbâdet ve Hukuk)
Mekke
Dönemi: 1. Namaz 2. temizlik Gusül, abdest ve necasetten tahâret 3. Cuma namazı
Medîne
Dönemini yıl yıl ele alan Hayrettin karaman hocamız o yıllarda ibadet ve hukula
ilgili gerçekleşen konulara değinmektedir
Birinci yıl: 1. Hutbe 2. Ezân 3. Nikâh4. Cihad 5. Belediye nizamı
İkinci yıl: 1. Oruç 2. Bayram namazları3. Fıtır sadakası 4. Kurban 5. Zekât 6. Kıblenin değiştirilmesi 7. Ganîmetler ve taksîmi
Üçüncü
yıl: 1. Miras hükümleri 2. Boşanma
Dördüncü yıl 1. Yolculukta namazın kısaltılması ve korkulu durumlarda namaz 2. Recm cezası 3. Arâzî ıktâ'ı4. Teyemmüm ile ilgili tamamlayıcı hükümler ve ay tutulması sebebiyle namaz Bunlar da dördüncü yılda meşrû kılınan ahkâm arasındadır. 5. İffete iftira cezası (haddu'l-kazf) 6. Örtünme ve İstizân 7. Hac ve umre
Beşinci yıl: 1. Yağmur duâsı namazı 2. Îlâ
Altıncı
yıl: 1. Anlaşma kaideleri 2. Hac ve
umre yolunda engellenme 3. Alkollü içkilerin ve şans
oyunlarının yasaklanması 4. Zıhâr 5. Vakıf 6. Isyân ve
haydutluğun cezâsı
Yedinci yıl: 1. Bazı yiyeceklerin yasaklanması 2. Zirâî ortaklık
Sekizinci yıl: 1. Mekke'nin kutsîliği ve dokunulmazlığı 2. Kısâs 3. Alkollü içki satışının yasaklanması 4. Müddetli evlenmenin yasaklanması 5. Hukuk karşısında eşitliğin ilânı 6. Kabir ziyaretine izin verilmesi
Dokuzuncu yıl: 1. Çıplak tavâfın yasaklanması 2. Mulâ'ane
Onuncu
yıl: 1. İnsan haklarının ilânı 2. Vasıyet, neseb, nafaka ve
borçla ilgili hükümler 3. Cezanın
şahsîliği prensibi 4.
Vasıyetin üçte birle sınırlandırılması 5. Faizin yasaklanması ve
akitlerin serbest bırakılması
Hadislerin Yazılması İle İlgili Hususlar
1. Hadis kitabetinin yasaklanması İlk devirde, Hazreti Peygamberden iştilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, bu devirde sahabenin yazı bilgisi, buna imkân vermiyecek derecede kıttı. Maamafih ilk devirdeki yazı durumu, hadis tedvinini engelleyen bir âmil sayılmasa bile, nübüvvetin başlangıcından itibaren, Hazreti Peygamberin, dinin şerh ve izahı mahiyetinde olan bütün konuşmalarını kâğıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemikler ve lâvha halindeki taşlar üzerine yazmanın, sonra da bunları muhafaza etmenin güçlüğü, hadis tedvinini engelleyebilecek ilk âmillerden sayılmak icabeder. Bununla beraber, daha Hazreti Peygamber hayatta iken, hadîs yazmağa teşebbüs eden ve iktidarları nisbetinde saftı/eler vücûda getiren sana-bîler de yok değildir. İşin güçlüğüne rağmen bu sahîfelerin meydana çıkarılması bile, ilk devirde hadîsin kazandığı değeri göstermeğe yeter bir delil sayılmalıdır.
a. Yazı: bu devirde Arap yazısı henüz tam manisiyle gelişmiş değildir. Diğer taraftan, az yazı bilenlerin de hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz. Hazreti Peygamber bu gibi kimselere hadîs yazmayı yasaklamıştır. İzinle ilgili hadîsler ise iyi yazı bilenler içindir. Hazreti Peygamber bu gibi kimselerin hadis yazmalarına izin vermiştir.
b. Kurânla karışma tehlikesi: Hadîs kitabetinin yasaklanmasında en mühim sebeb, hadîs sahîfeleriyle Kur'ân sahîfelerinin karışması tehlikesidir. El-Hatîbu'I-Bağdadî, kenuyle ilgili olarak sahabe vr tâbi'undan gelen kitabetin leh ve aleyhindeki haberleri sıraladıktan sonra, hadîs yazmanın yasaklanmasına, Arapların çoğunun fakîh olmamalarını, Kur'ân âyetleriyle diğer elfazı birbirinden ayırt edememlerini, Kur'ana idhal edilecek her hangi bir lafzı Allah kelâmı zannetmek tehlikesine maruz bulunmalarını belli başlı sebepler olarak ileri sürer. El-Hatîb'in bu görüşü, genellikle üzerinde ittifak edilen bir görüş olarak tezahür eder.
3.Yasağın Kaldırılması: Hazret i Peygamberin, hadislerin yazılmasıyla ilgili müsadesi hakkında çeşitli haberler vardır. El-Buhârî tarafından nakledilen bir haberden öğrendiğimize göre, Huzâ'ahlar, Mekke'nin fethi sırasında, daha önceleri Öldürülen bir Huzâ'alıya karşılık Benû Leyg'ten birini öldürmüşlerdi. Bu hâdise Hz. Peygambere haber verilince hayvanına binmiş mekkelilere hitaben, Mekke şehrinde adam öldürmenin, hatta dikenini kesmenin, yitirilmiş malına el uzatmanın kendisi için bile haram kılındığına dair bir hutbe irad etmiştir. Hutbeyi dinleyenlerden Ebü Şah isminde bir Yemenli, Hazreti Peygambere başvurarak hutbenin kendisi için, yazılmasını istemiş, Hazreti Peygamber de ""Ebü Şah için hutbeyi yazınız" demiştir.
Hazreti Peygamberin diplomatik mektupları
1. Yeni anlaşmalar veya daha önce yapılmış anlaşmaların yenilenmesi;
2. İslâm'a davet;
3. Memur tayinleri, vazifelerinin tesbiti ve bu vazifelerin ifasında davranış şekilleri;
4. Arazî ve bu arazilerin gelirlerinden atıyyeler;
5. Eman ve tavsiye mektupları;
6. Bazı kimseler hakkında istisna teşkil eden hükümlerin tesbiti;
7. Hazreti Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili bazı müteferrikât
5. Hadis sahîfeleri olan sahabeleri şu şekilde sırlayabiliriz:1. Abdullah îbn cAmr îbn’il-Aş’ın sahîfesi 2. Câbir İbn Abdillahhn Sahîfesi 3. Ali Îbn Ebi Tâlib’in Sahîfesi 4. Samura İbn Cundeb’in sahîfesi5. Ebü Hureyre'nın Sahîfesi 6. Abdullah İbn Âbbâs'ın sahifesi 7. Abdullah îbn Ömer ibni’l- Hattab’ın sahifesi
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabe için tefsirin dört kaynağı bulunduğunu bulunmaktaydı: a- Kur'ân-ı Kerîm. b- Hz. Peygamber. c- İctihad ve re'y. d- Diğer İlâhî kitaplar ve Ehl-İ Kitab'a müracaat.
Sahabenin Tefsir İlmindeki Yeri Hz. Peygamber'den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem zevatı tefsir sahasında iki husus yüceltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları; ikincisi ise, hâdise ve sebebleri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi.
Sahabenin Tefsirdeki Metodunu Şu Birkaç Maddede Özetleyebiliriz:
a- Sahabe asrında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir.
b- Sahabe, Kur'an'ı tamamen sıra ile tefsir etmemiştir.
c- Aralarındaki ihtilaf tezat ihtilafı değil, nev'i ihtilafıdır.
d- İcmâiî mânâ ile iktifa edilmiştir.
e- Ahkâm ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır.
5- Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
Ali b. Ebi Talib (ö. 40/661), Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652), Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664), Zeyd b. Sabit (ö. 45/665) ve Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
Sahâbe Devri (Fıkhın Gelişme Çağı)
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi
sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı
karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.)
intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe
neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır.
Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya
Emevîlerin sonuna kadar devam eder. Gerek râşid halîfeler gerekse Emevîler
devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir.
Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve
irtidâd hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam
ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve
Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da
genişletmiştir. Üçüncü halîfenin şehid edilmesi üzerine Hz. Ali'ye bey'at
edilmişse de Şam vâlisi Muâviye, azilden kurtulmak için, şehid halifenin kan
dâvasını bahane ederek Hz. Ali'ye beyat etmemiş, bu davranış Müslümanları iç
savaşlara sürüklemiştir. Mezkûr çalkantılar içinde, başta siyâsî iken sonraları
itikad ve fıkha da tesir eden iki grup (mezheb) doğmuştur: Şîa ve Havâric.
Haricîler (Havâric):
Haricîlere göre hilâfet ve otorite bir aile veya şahısta olmamalıdır, otorite ümmete ait olmalı, hür iradeleri ile halîfeyi ümmet seçmeli, ümmetin âlim ve zeki kişileri onu kontrol etmelidir, halîfe seçilen kişi bundan imtina edemez ve işi hakeme havale eyleyemez. Gelişerek bir mezheb halini alan hâricilikte günah kişileri İslâm'dan çıkarır, zulme ve günaha sapan devlet başkanına karşı ısyan etmek ve onu makamından uzaklaştırmak ümmetin görevidir. Karşı oldukları guruplara bağlı şahısların rivayet ettikleri hadisler kabul edilmez.
Şî'a:
Şîa kelimesi taraftar mânasına gelmektedir. İlk ihtilâfta Hz. Alî'nin tarafını tutanlara bu isim verilmiş, sonraları, Hz. Alî ve ailesini merkez edinerek aşırı inanç ve düşünceler geliştiren kişilerin mezhebi şî'a, bu mezhebe bağlı olan şahıs ise şî’a diye anılır olmuştur. Şî'aya göre başından beri hilâfet Hz. Alî'nin hakkı idi, sahâbe ona bu hakkı vermedi, bazılarına göre Hz. Alî'de peygamberlik de vardır. Sapıklığı daha ileri noktalara götüren şîî guruplar da mevcuttur. Genellikle bu mezhebde, ancak ehl-i beyt kanalından gelen hadîslere itibar edilir, senedinde ehl-i beytten birinin bulunmadığı hadîs mûteber değildir...
Cumhûr:
Cumhûr, çoğunluk demektir. Burada cumhûrdan maksat, aşırı uçlara sapmayan; dini, Hz. Peygamber ve râşid halîfelerin geliştirdikleri usûl içinde anlayan, hadîsleri, guruplara göre değil, metinlerine ve rivayet eden şahısların objektif vasıflarına göre değerlendiren ve her asırda orta yolu, gerçek İslâm anlayışını temsil eden Müslümanlardır. Bunlar başlangıçta hem Hz. Alî'nin, hem de Muâviye'nin yanında bulunuyorlardı. Hz. Hasan'dan sonra devlet başkanlığı Muâviye'ye geçince genellikle onun tarafında bulundular.
Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Hâlbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu. Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında istişâreye başvuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu.
Sahâbe Devrinde İhtilâf Nedenleri
a) Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri
b) Hadisi sağlam bir kaynaktan elde etmemiş olmak
c) Farklı anlamaları: Âyetler, hadîsler söz, fiil ve takrîrdir. Bunların mânası ve hükümlerinin kesin veya ihtiyarî oluşu bazı mesele ve durumlarda müctehidlerin anlayışına bırakılmıştır. Anlayış beşerîdir; bunda farklılık olması tabîîdir.
d) Yanılma veya unutmaları: Sözü tesbit etme veya anlama konusunda hatâlar vâki olduğu gibi bazı hüküm ve kaidelerin unutulması da farklı ictihad ve reylere sebep teşkil etmiştir:
e) Birbirlerine aykırı görünen nas ve hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri: Birkaç defa yasaklanıp serbest bırakılan müt'a nikâhı için nihâî hüküm konusunda İbn Abbâs "bu, duruma bağlıdır, zarûret olursa mübah olur" derken cumhur "devamlı olarak haramdır" hükmünü benimsemişlerdir.
Fıkıh Bakımından Devrin Özellikleri
a. İslâm ülkesinin sınırları
genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye
başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya
çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.
b. Daha sonraki devre
nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe
fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler,
henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler,
bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.
c. Bilhassa ilk dört halîfe
zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre
yürütülüyordu. Halîfeler, sahâbenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor,
yeni hadiseleri danışma meclisine (şûrâya) getiriyor, gerektiği kadar tartışıp
inceledikten sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahâbe devrinde görüş
ayrılığı yok denecek kadar azdır; hâlbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime
uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma
terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz
tutmuştur.
d. Kitâb ve Sünnet'in
gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin
anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha
uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların
otoritesi, sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim
bulunuyordu.
e. Bilhassa Hz. Osmân
zamanına kadar şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği
için büyük sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu
sebeple yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu).
Az sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat
gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği
bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları,
hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler
karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız
hale geldi.
"Sahabî, Hazreti Peygambere mü'min olarak mülâki olan, sahih görüşe göre, araya irtidad devri girmiş olasa bile, müslüman olarak Ölen kimseye denir. Mülâki olmaktan maksat, mucâleset (birarada oturmak), mumâşât (beraber yürümek), birbiriyle konuşmamalar bile birinin diğerine kavuşması gibi tabirlerden daha umumî gelen bir kelimedir.
Tabiîler Devrinde Tefsirin Yeri ve Metodları
Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş’in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi “Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar. Başkanlar, her zaman hüner, sanaat ve bunlarla İlgili olan şeylerle uğraşmaktan çekinmişlerdir” Hele Emeviler devrindeki Arap milliyetçiliği ve Arapların kendilerini idareci olarak görmeleri sebebiyle, ilimle meşguliyet onlar için bir zillet addediliyordu. Kureyş'ten bir zat, Sibeveyh’in Kitab'ını okuyan Attab b. Esid oğullarından bir gence, yazıklar olsun size, ilmi ihtiyaç ve zilletle tahsil etmek, onunla geçinmek istiyorsunuz, demişti. Böylece ilimle iştigal Arapların dışındaki bir gruba intikal etmiş, bunlara da umumi bir isim olarak “Mevali” denmiştir. Bu grubun ilim hareketlerindeki rolü küçümsenemeyecek kadar mühimdir. Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onlardan ekseriya Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tabiilerdir ki, bunların çoğu mevali idi. Mevali’nin durumu, efendilerinin cemiyetteki durumlarına bağlı idi. Tüccar olan sahabinin mevlâsının tüccar, âlim olan sahabinin mevlâsının alim olduğunu görmekteyiz. Mesela, Abdullah b. Ömer’in mevlâsı Nafi’ (ö. 117/735); İbn Abbas'ın mevlası İkrime, alim idiler. O zamanda İslam'da revaç bulan ilim ve maarif, Kur'ân'ın hıfz ve tefsiri, hadislerin isnad ve hıfzından ibaretti. Bunlarla meşgul olan huffaz, kurra ve muhaddisler, fukaha ve müfes-sirlerin ekserisi mevâliden idi. Tefsirde temayüz eden İkrime, İbn Abbas'ın; Ata b. Ebi Rabah (ö. 115/733) Benü Fihr’in; Ebu'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim (ö. 128/745) Hâkim b. Hizam'ın mevlâsı idi. Kufe'de Sa'id b. Cübeyr (ö. 94/713) Benu Valibe mevlâsı; Basra'da, el-Hasen b. Yesar (ö. 110/ 728) Zeyd b. Sabit’in mevlâsı idi. Mu'cemu'i-Buldan sahibi Yakut el-Hamevi, Horasan maddesinde, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den şöyle bir haber nakletmektedir: “Abadile (İbn Abbas, İbnu'z-Zübeyr, Abdullah b. Amr b. el-As, İbn Ömer) vefat ettikten sonra fıkıh, bütün beldelerde mevalide idi. Mekke ehlinin fakihi Ata b. E,oi Rabah, Yemen ehlinin Tavus (ö. 106/724), Yemame ehlinin Yahya b. Ebi Kesir (ö. 129/746), Basra ehlinin el-Hasen el-Basri, Küfe ehlinin İbrahim en-Nehai (ö. 95/713-14) Şam ehlinin Mekhul (ö. 113/ 731), Horasan ehlinin fakihi ise Ata el-Horasani (ö. 133/750) idi ki, bunların hepsi mevali idiler. Bu arada yalnız Medine ehlinin fakihi olan Sa'id b. el-Müseyyeb, Kureyş'tendi”.
Re'y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıklarını teyid için, Kur'ân'daki tedebbür ayetlerine ve Hz. Peygamberin sözlerine istinad ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak olsaydı, bugünkü dini ahkamın pek çoğunun batıl olması lazım gelirdi. Kur'ân'ı re'y ile tefsir edenler, şöyle bir yol takip etmişlerdir: Onlar Kur'ân'dan manalar taleb ediyorlar, eğer onu Kur'ân'da bulamazlarsa, sünnete müracaat ediyorlar veyahutta sebebi nüzule şahid olan sahabeye soruyorlardı. Eğer talep ettikleri manayı Kur'ân'da, sünnette ve sahabede bulamıyorlarsa, o zaman müfred lafızların, Hz. Peygamber zamanındaki kullanılışı nazari dikkate alınarak, lügat iştikak ve sarfına müracaat ediyorlardı. Bunlardan başka, terkiblerin i'rabı, belâgati hakiki mananın mecaza hamli, kelâmın siyakı yapılan re'y ile tefsirin içtimaiyat tarih ve kainat kanunlarına mutabakatı, yapılan izah tarzının, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine uygunluğunu göz önünde bulunduruyorlardı. Fakat müfessirlerin birçoğu, bu gibi hususlardan pek çoğunu ihmal etmişlerdir. Hatta ileride, fırkalara göre tefsir bahsinde daha açık görüleceği gibi, Kur'ân'da umumi olan âyetlerin, gelişi güzel tahsisine tabiilerin tevessül ettiği görülmektedir
Umumî olarak İsrâiliyât denilen haberleri üç kısımda mütalaa edebiliriz:
a. Sıhhati bilinip, Kitaba muvafık olanlar. Bunlar makbul olan haberlerdir.
b. Yalan olduğu bilinip, kitaba muhalif olanlar ki bunların rivayeti asla tecviz edilemez.
c. Sıhhatini tam olarak bilmediğimiz, bu bakımdan ne kabul ne de yalanlayabildiğimiz rivayetlerdir. İslâmî tefsirdeki ihtilaflar bu tür haberlerde ortaya çıkmaktadır.
Emeviler
Devrinin Genel Özellikleri
1- Hadis Rivâyeti:
a) Kur'ân-ı Kerîm'in yerleşmesi, eğitim ve öğretiminin yayılması.
b) Hadîsler arasına, uydurma olanların sokulmasından çekinmesi.
2- Nazarî Fıkıh:
Medine'de: Saîd b. el-Müseyyeb,
Urve b. ez-Zübeyr (v. 97/712), el-Qâsim b. Muhammed (v. 102/720), Hârice b.
Zeyd (v. 100/718), Ebû-Bekr b. Abdurrahman (v. 94/713), Süleyman b. Yesâr (v.
107/725); Mekke'de: Atâ b. Ebî Rebâh (v. 115-713), Mücâhid (v. 100/718), İkrime
(v. 150/767), Süfyân b. Uyeyne (v. 198/813);Basra'da: Hasenü'l-Basrî (v.
110/728), Muhammed b. Sîrîn (v. 110/728) Katâde (v. 118/736); Kûfe'de: Alqame
b. Quays (v. 62/682) Şurayh b. el-Hâris (v. 78/679),
Mesrûk b.
el-Ecda' (v. 63/683), Abdurrahman b. ebî-Leylâ (v. 148/765), İbrahîmü'n-Nehâ'î
(96/714), Saîd b. Cübeyr (v. 95/714), Hammâd b. Ebî-Süleyman (v. 120/738); Şam'da:
Mekhûl (v. 116/734), Ömer b. Abdülaziz (v. 101/720), Ebû-İdris el-Halvânî; Mısır'da:
el-Leys b. Sa'd (v. 175/791).
Mevzu (uydurma) hadîs: Başla İslâm dinine kasdedenler olmak üzere, mensub oldukları siyasi fırka ve hizibleri, fıkhî mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam veya hükümdarları medhetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescitlerde va'zettikleri cemaatın teveccühüne nail olmak, halkın dinî emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyla din düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis râvilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygambere iftira ile isnâd ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir.”
3- Tefsir Medreseleri Ve Müfessir Tabiîler
Mekke Medresesi: Bu medresenin kurucusu ve başkanı, tefsir ümindeki kabiliyet ve bilgisi müsellem olan Abdullah b. Abbas'tır. Talebeleri tabiilerdir. Onlara Allah'ın kitabını tefsir eder, mânâ yönünden müşkil olan kısımları açıklardı. Ondan işittiklerini talebeleri, daha sonrakilere nakletmişlerdir. Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Mücâhid (ö. 103/721), İkrime (ö. 105/ 723), Ata b. Ebî Rabah (ö. 114/732) ve Tâvûs b. Keysan (ö. 106/724) gibi daha pek çok kişi onun tefsirdeki talebeleri arasında yer almaktadır.
Medine Medresesi: Bu devirde sahabe her ne kadar çeşitli şehirlere ve bölgelere dağılmış ise de, pek çok sahabe Medine'de kalmış, oradaki gençlere Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmişlerdir. Medine'de de bir tefsir medresesi teşekkül etmiş, pek çok tabiî orada talebelik yapmıştır. Bu medresenin başında Ubeyy b. Ka'b'ın bulunduğunu söyleyebiliriz. En meşhur talebeleri, Ebû'l-Âliye er-Riyâhi (ö. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurezî (ö.118/736), ve Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753) dir. Onların bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı da bir vasıta ile Ubeyy b. Ka'b'dan tefsir aldılar.
Irak Medresesi: Bu bölgeye pek çok sahabi gelmiş ve Iraklılar onlardan İslâmî ilimleri ve tefsiri almışsa da, bu medresenin ilk üstatlık payesi Abdullah b. Mes'ud'a verilmiştir. Onun tefsir ve tefsir rivayetleriyle meşgul olan bir kişi oluşu, buna sebep olmuştur. Hz. Ömer devrinde, Ammar b. Yâsir Kûfe'ye vali olarak gönderildiğinde, onunla birlikte Abdulah b. Mes'ud da muallim ve vezir olarak gönderilmişti. Bu medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerinden bir kaçını zikredelim: Alkame b. Kays (ö. 62/682), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Mürre el-Hemadânî (ö. 90/ 709), Âmir eş-Şa'bî (ö.103/721) el-Hasen el-Basrî (ö 110/728), Katâde b. Diâme (ö. 117/735), İbrahim Neha'î (ö 95/714) gibi daha pek çok ünlü alim İbn Mes'ud'dan ilim almışlardır.
4- Sahabe Tefsiri İle Tabiîlerin Tefsirinin Mukayesesi
a. Sahabe devrinde' Kur'ân'ın bütününün tefsiri yapılmadı. Onlar ancak, zor olan âyetlerin tefsirini yaptılar; iniş sebeplerine vâkıf oldukları âyetlerin iniş sebeplerini anlatmak suretiyle, hükümle sebepler arasında münasebet tesis ederek âyetleri açıklığa kavuşturdular. Tabiîler devrinde ise, tefsir hareketi, Kur'ân'ın bütün âyetlerine teşmil edilir duruma gelmeye başlamıştır.
b. Sahabe devrinde Kur'ân'ın manâlarını anlayışta ihtilaflar çok değildi. Tabiîler devrinde ise, ihtilaflar çoğalmıştır.
c. Sahabe, âyetler için icmâlî bilgilerle yetinirken, daha sonra her âyet ve her kelime için tefsirler yapılmaya başlanmıştır.
d. Âyetler etrafında mezhep ihtilafları hemen hemen hiç yoktu. Halbuki daha sonraki devirde, âyetler etrafındaki mezhebi ithilaflar, çoğalmıştır. Meselâ, Hasen et-Basrî ve Katâde’nin tefsirlerinde görülen kader meselesi etrafındaki münakaşalar bunun açık örneğidir.
e. Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir. Bu devreden sonra tefsirin tedvini başlamıştır,
f. İlk devirde tefsir, hadis ilmi içerisinde mütaala edilmiştir. Daha sonra ise, tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılmışsa da, müstakil kitaplar da telif edilmiştir.
g. İlk devirde kitap ehline müracaat azdır. Bundan sonraki devrede kitap ehline müracaat çoğalacaktır. İsrâilîyattan pek çok şey tefsire girmiştir. Bu da kitap ehlinden İslâm'a girenlerin çokluğundan ve tabiîlerin onlardan kolaylıkla dinleyebilmeğinden ve onlardan almış olmalarındandır.
Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesin Nedenleri
a) Bundan önceki maddede zikredilen
davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve
hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak
ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn
devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn
fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece
meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad
etmeleri. Böylece boşama, yeminler, adaklar, azad gibi konularda vukuu çok
nâdir hadiseler üzerinde dahi durulmuş, ictihad edilmiştir. Bu yolu ilk açan
Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve mâlikîler de onlara uymuşlardır.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir
Fukahânın
İhtilâfının nedenleri
a)
Kitap ve sünette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsîri.
b) Sözün hakikat veya mecâzî mânaya
çekilebilmesi.
c) Aynı mevzûdaki âyet ve hadislerin bir araya
getirilerek farklı şekillerde değerlendirilmesi ve telifi.
d) Hadîsle alâkalı sebepler:
Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi, sıhhat ölçüsü, tam veya kısmen
zaptı yorumu, çelişen delillerle uzlaştırılması...
e) İctihad bilgi, usûl ve gücünün
farklılığı,
f) Tabîi ve ictimâî çevrenin tesiri.
Aşağıdaki Sebepler, Muayyen
Mezheblerin Doğması Sonucunu Yol Açmıştır.
a) Daha önceki müctehidler gerektikçe
dağınık meseleler üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün
konularını ictihad alanlarına dahil etmeleri.
b) Bu ictihadların tedvin
edilerek kitaplarda toplanması ve bu sâyede bir müctehidin, çeşitli konulardaki
ictihadlarının kolayca öğrenilmesi imkânının doğması.
c)
Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının
karşılıklı, sözlü ve yazılı münâkaşa ve münâzaraları.
d) Bu münakaşa ve
münâzaraların, müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın
doğmasına ve telîf edilmesine sebep olması.
Hadis İlminin Teşekkülü Ve Bunu Hazırlayan Sebepler
Seçimle işbaşına gelmiş ilk dört halîfenin devri, emevîlerin babadan oğula intikal eden halifelik idaresiyle sona erince, İslâm devleti, yeni bir idarî sistemle karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Ancak halîfeye istibdad ruhunu telkin eden bu veraset sistemi, çeşitli unsurların idareye karşı giriştikleri şiddetli mücadele neticesinde el değiştirerek emevilerden abbasilere geçti. Bu neticeyi sağlayan unsurların başında, daha önce temas ettiğimiz şîa ve ha-varic fırkalarının Emevî idaresine karşı besledikleri şiddetli husumet geliyordu. Şîa, imamet ve hilâfette ehl-i beytin ve dolayısıyle 'Ali ve evlâdının emevîlerce gasbedilmiş haklarını müdafa ediyor ve her ne şekilde oluna olsun bu hakkı ele geçirmeğe çalışıyordu. Haricîler ise, bugünün ifadesiyle cumhuriyetçi idiler ve halîfenin, hiç bir kabile ve sülâle gözetmeksizin, müslüman-lar arasından lâyık olan birisinin seçilmek suretiyle işbaşına getirilmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı.
2. ilhad hareketlerine iki örnek: Zındıklar, Râvendiyye
3. itikadî mezhebler: Cebriyye Kaderiye Murci’e Mutezile
Hadîs Vaz'ında Gelişmeler ve Sebepleri
1. Siyasî ihtilâflar
Şî'îler, istisnasız, hilâfetin 'Ali ve oğullarının hakkı olduğu halde, bu hakkın emevîler tarafından gaabedildiği görüşüne sahip bulundukları için, birinci asrın ikinci yarısında hadîs vaz'ı genellikle bu görüşün teyid ve takviyesi için işletilmiştir.
2. itikadî ihtilâflar
Birinci asırda şîa eliyle başlayan vazc hareketi, bu asrın sonunda ve ikinci asnn başlarında belirmeğe başlayan itikadı ihtilâflarla ve bu ihtilâfların neticesinde ortaya çıkan akaid mezhebleriyle süratini artırmış, bidayette siyasî mahiyet taşıyan mevzu (uydurma) hadîslere, birinci asrın sonlarından itibaren çeşitli mezheplerin akaide müteallik görüşlerini aksettiren hadîsler de eklenmeğe başlamıştır. Siyasî mezheblerde olduğu gibi, itikadı mezheb-lerde de asıl kaynak dinî nasslar olduğu için, bu mezhebler, hayatiyetlerini ancak bu çeşit nasslara sahip oldukları takdirde devam ettirebilmişler, aksi halde bir varlık göstermeden yokolup gitmişlerdir. Ancak şurasınıda hatırdan uzak tutmamak gerekir ki, bu çeşit mezheblcrin çoğu, itikadı konularda çıkan görüş ayrılıklarının bir neticesi olarak neşet etmiştir.
3. islam düşmanlığı
Siyasi ve itikadî ihtilâfların sebep olduğu hadîs vazı, ikinci asırda büyük bir süratle gelişirken, ban çevrelerde İslâm'a karşı beslenen kin ve nefret duygulan da, onu yıkmağa matuf bir takım sinsi faaliyetlerin giderek yoğunlaştırılmasına sebep olmuştur. Bu faaliyetlerde yine hadîs vazı birinci planda yer alıyordu.
4. Irk, belde ve mezhep taassubu
Daha önceki bahislerimizde de temas ettiğimiz gibi, İslâm'ın araplar arasında zuhur etmesi ve ilk anda yine onlar arasında yayılması dolayısıyla gerek devlet işleri ve gerekse ilmî faaliyet, bidayette yalnız Araplara münhasır kalmış ve yalnız onlar tarafından tedvir edilmiştir. Fetihlerin başladığı ve giderek genişlediği şuralarda Hazreti Peygamber, fethedilen yerlere yine Arap olan ashabından ilmine güvendiği kimseleri muallim olarak göndermiş ve onlar vasıtasıyle halkın Kur'ân ve Sünnet ahkâmını öğrenmesini sağlamıştır. Hazreti Peygamberin vefatından sonraki devirlerde, bazı sahabflerin muallim olarak gönderilmeleri işi yine devam etti; fakat fetihlerin çok daha genişlemiş olması dolayısiyle, ilim öğrenme işi, artık Araplara inhisar eden bir iş olmaktan çıkmış, Arap olmayan müslümanlara da intikal etmişti.
5. Hikâyeciler ve vâ'ızler
Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına doğru ortaya çıkan ve "kuşşâş" (hikâye anlatanlar) denilen bazı kimseler, cami ve mescidlerde oturmayı ve çevrelerinde halka teşkil eden cemaata va'z ve nasihatta bulunmayı âdet haline getirmişlerdi. Ancak bunların bir kısmını, va(z ve nasîhattan ziyade, halkın nazarında kazanacakları yüksek mertebe ve şöhret ilgilendiriyor ve varlarını, kendilerini bu gayeye ulaştıracak bir şekilde hazırlıyorlardı. Bunlar, şöhrete giden yolun, halkın dinî hislerini galeyana getirmek suretiyle tutulabileceğini bildikleri için, onları coşturacak şekilde va'zediyorlar, bazan da hazin konuşmalarla onları uzun uzun ağlatıyorlardı. Halk üzerinde en çok tesir eden vaczlar, cennet ve cehennem lasvirleriyle, buraların sonsuz nimetlerini veya azablarını ihtiva eden konuşmalardı. Her ne kadar Kur'ânı Kerîmde ve Hazreti Peygamberden rivayet edilen sahih hadîslerde, cennet ve cehennem hakkında bir müslümana yetecek kadar bilgi verilmiş ise de, bu vâızler, bunlarla iktifa etmiyorlar, halkı daha çok ümidle neşelendirmek yahut onlara daha çok hüzün ve korku verip ağal&tmak için daha bol ve değişik malzemeye ihtiyaç duyuyorladı. Bu ihtiyacı gidermek için hadîs, inandırıcı olmak yönünden de eşsiz bir hazine teşkil ediyordu. Ancak mevcut olan sahîh hadîsler işlenmiş ve halk tarafından artık öğrenilmiş olduğu için, tesirlerini de yitirmişlerdi. Bu sebeple vâizler, yeni hadîsler uydurmayı» mesleklerinde başarılı olmanın başlıca çaresi olarak gördüler.
6. Tergîb ve terhîb
Müslümanları ibadet ve itaate teşvik etmek, günah ve kötülüklerden sakındırmak için zaman zaman iyi niyetten hadisler uydurulmuşsada bunlar tasvib edilmemiş ve hadis uzmanları tarafından tesbit edilip hadisin dışına çıkarılmıştır.
Fıkhî Tefsirler, Fırka Tefsirleri Tasavvufi tefsirler, felsefi tefsirler: Mu'tezile Şia Hâriciler
İslâm'ın ilk devrinde tasavvuf kelimesi bahis konusu olmadığı gibi, bu adla anılan bir zümre de yoktur. Bu isim ne zaman ortaya çıkarsa çıksın, tasavvufu bir rûh hayatı kabul edecek olursak, zühd ve takva hareketinin, aşırı olmamak üzere, Peygamber ve sahabe devrinde mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Onlardan bir kısmı “İhsan” derecesine nail olmak için dünyevî nimetlerden kendilerini mahrum etmeye ve meşakkatlare katlanmaya başladılar. Onlara göre ihsan, imân ve İslâm derecelerinin üstünde idi.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, feyiz kaynağından uzaklaşıldıkça, nasıl imanda bir zayıflama meydana gelmişse, devrin siyasî olaylarının tesiri ile zühd ve takvada da aşırı bir durum meydana gelmiş olabilir. Hele bunlara, kökü İslâmî olmayan yabancı -bilhassa Yeni Eflâtunculuk ve Hind- tesirleri eklenince, İslâmiyette din ile mümkün mertebe uzlaştırılmaya zorlanan bir tasavvuf hareketini görmemek mümkün değildir. Yabancı tesirlerle bu zühd hareketi felsefeleşmiş, burada makamlar ve dereceler meydana getirilmiştir, ilk mutasavvıflar imkân nisbetinde şeriatı iltizam etmişlerse de, sonradan gelenlerin bazıları masiyet ve küfre kadar varmışlardır. Meselâ, Hallâc'ın haccı inkâr ile itham olunması bu türdendir.
Tabiîler devrinden itibaren, İslâm devletinin genişlemesi ve çeşitli ırk, din, dil ve kültürlere sahip insanların İslâm cemiyeti içine girmiş olması sebebi ile fikrî hareketlerde bir gelişme olmuş, çeşitli ilimlerle uğraşılmaya başlanmış, bu işlerle uğraşanlara, uğraştıkları işlere uygun isimler verilmiştir. Tefsir ilmi ile meşgul olanlara müfessir, hadisle meşgul olanlara muhaddis, kelâm ve fıkıhla meşgul olanlara mütekellim ve fakîh denildiği gibi, dünyadan yüz çevirip nefislerini Allah'a yönelten, riyazet yoluyla ruhi kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan kimselerin yoluna da “Tasavvuf” adı verildi ve bu isim ikinci yüzyılın başından itibaren yaygınlık kazanmaya başladı.
Tasavvuf sahasında pek çok tefsir te'lif edilmiştir. Bunların ilki, Ebû Muhammed Sehl b. Abdillah et-Tüsterî (ö. 283/986)nin “Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim'dir. Bu sahada meşhur olan diğer tasavvûfi tefsirlerden, Ebû Abdirrahmân Muhammed b. Musa es-Sülemî (ö. 412/1021)nin “Hakâiku't-Tefsir”inin, Muhammed el-Kuşeyrî’nin (ö. 465/1072) “Latâifu'l-İşârât bi Tefsiri'l-Kur'ân” ini, Ebû Muhammed Ruzbehân'ın “Arâisu'i-Beyân fi Hakâiki'l-Kur'ân”ın, Necmuddin Dâye’nin “Te'vilâtu'n-Necmiyye” sini, Ni’metullah Nahcivânî’nin “el-Fevâtihu'l-İlâhiyye ve'l-Mefatihu'l-Gaybiyye” sini, İsmail Hakkı Bursavî’nin “Ruhu'l-Beyân” ını sayabiliriz.
Bâtın mânânın da sahih olması için şu dört şarttan hâlî olmaması gerekir:
1- Bâtın mânânın Kur'ân lâfzının zahir mânâsına aykırı olmaması,
2- Başka bir yerde bu mânânın doğruluğunu teyid eden şer'î bir şahidin bulunmaması,
3- Verilen bu mânâya, şer'i veya aklî bir muarızın bulunmaması,
4- Verilen bâtın mânânın tek mânâ olduğu ileri sürülmemesi.
İslâm'da felsefe hareketi Abbasîler devrinde terceme faaliyeti ile başlamıştır. Abbasîler bu iş için, Yahudi, Hıristiyan, İranlı, Hindli ve Sâbiîlerden olan kişileri kullandılar. Bunlar, geçmiş araştırmalarına bağlı olarak, Yunan, Hind, Yahudi, Iran ve diğer felsefî görüşleri, Arap diline neklettiler. Bu eserler, Araplar arasında yayıldı. Şüphe yok ki Araplar daha önce böyle birşey görmemişlerdi. Bu yeni görüşlerle, dinleri, düşünüş tarzları ve yaşantıları ile olan farklılığı müşahede etmeye başladılar. Şunu da ifade etmek gerekir ki bir asırdan fazla devam eden terceme faaliyetleri sırasında orijinalitesi ve kendine hâs özellikleri olan bir feylesof da yetişmemiştir. Fakat, İslâm'ın ilk asrının sonlarından veya ikinci asırdan itibaren gelişmeye başlamış olan kelâm mektebleri, bu terceme hareketleri neticesinde felsefeleşmeye yönelmişti. Bu hareket, dağınık ve karışık bir halde bulunan tasavvuf hareketinin de sistemleşmesinde mühim bir rol oynayacaktır.
İslâm'da ilk önce IV. asrın başlarından itibaren “Tabiat Felsefesi” adıyla anılan felsefî cereyanları görmekteyiz. Bu hareketler, terceme ve tabiat felsefesinin tasavvufla da karışmasından sonra ansiklopedik bir mektep haline geldi. Bundan sonra İslâm felsefesinin iki mektebe ayrıldığını görüyoruz. Biri, Eflatun ve Aristo felsefelerini uzlaştıran ve bunları yeni Eflâtuncu tefsirlerle tamamlayan “Meşşâi” mektebi, diğeri ise Yeni Eflâtuncu felsefeyi, tasavvufla meczederek ona yeni bir tavır veren ve hamle yaptıran “İşrâkî” mektebidir. Bu iki büyük hareketin hâricinde, İslâm şüphecileri, kelâmla mücâdele veya her ikisini telif eden müstakil feylesoflara da rastlanır.
İslâm felsefesi, Yunan felsefesinin terceme ve tenkidi ile başlamış, fakat kendi başına hiç bir zaman bir orjinalliğe ulaşmamıştır. Daha doğrusu İslâm felsefesi, Yunan felsefesi ile İslâm dini akidesinin muhtelif şekillerde te'lifi teşebbüslerinden ibaret kalmış olmasına rağmen, Yunan ve İskenderiye felsefelerini inkişaf ettirerek, çeşitli yönlerden, onları renklendirmiştir. Din ve felsefedeki muhtelif mezhep ve meslekleri birleştirme gayretini üstlenirken, bazı cihetlerde karışık ve içinden çıkılmaz durumlar da meydana geldiği unutulmamalıdır. Bu sebepten dolayı, bu felsefeyi kabul edenlerle ona hücum edenlerin haklı olduğu yönler vardır. İslâm felsefesinin te'lifci ve tam bir sistematikten mahrum oluşu, onun orijinalliğinden şüphe edenlere hak verdireceği gibi, bu sahada yazılan eserlerin, tercemeleri yapılıp, Batı Hıristiyan dünyasındaki tesirleri derin bir şekilde incelenecek olursa, onun değeri kendiliğinden ortaya çıkar. Kısacası, İslâm felsefesi tam bir orjinalliğe sahip değilse de, eski felsefelerin bozulmuş bir tekrarı ve basit bir İktitafı da değildir. Şüphesiz onun kendine hâs bir özelliği vardır.
Terceme hareketlerinden sonra, o güne kadar İslâm dîni içerisinde teşekkül eden her türlü grup, görüşlerini savunabilmek için, felsefeden yardım istemiştir. Onlar, vahiy ile aklın, hikmet ile akîdenin hakikatte birbirlerine zıt olamayacağı noktasından hareket ederek, yabancı olan felsefeyi din ile uzlaştırmaya gayret sarfettiler. II. asırdan itibaren gelişecek olan fırkalar, terceme hareketleri neticesinde giren felsefî nazariyelerden istifade edeceklerdir. Bilhassa Mutezile Yunan hikmetine itimâd etmiş ve bir ara bunların sultası bütün islâm maarifinde kendini göstermişti. Genellikle dînî nasslar ve şer'î hakikatler te'vil edilerek, felsefî görüşlerle uygunluğu sağlanmaya çalışılıyordu. Bu durumda nasslar ve hakikatler, yeni görüşlere boyun eğmiş oluyordu. Artık dînî nasslar ve dînî hakikatler, felsefî görüşlerle açıklanıyordu. Bu bir nevî felsefî görüşlerin, din ve nassları hükmü altına aiması demektir ki bu durum din için belki de te'vil yolundan daha tehlikeli idi.
Gayelerini tahakkuk ettirmek isteyen gayrı samimi kimseler veya fırkalar, âdeta dîni ve Kur'ân'ı, felsefî görüşlerine hizmet eder duruma getirmek istediler. Hâlbuki islâm'da aslolan din veya Kur'ân'dır. Her şeyin ona yönelmesi gerekir. Gelişen insan akliyatını ve aklın dindeki rolünü göz önünde bulunduran Ebû Bekr el-Bâkillâni (ö. 403 /1012), İmâmu'l-Haremeyn (ö. 478/1085), İmam el-Gazâli (ö. 505 /1111) ve daha sonra Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1209) gibi şahsiyetler, din ile hikmeti birleştirmeye gayret etmiş, kısacası felsefeyi, hikmeti, dine hizmet edecek duruma getirmişlerdir. Onlar, Kur'ân'daki hikmetleri açık bir şekilde ortaya koymak suretiyle, insanları dinin veya Kur'ân'ın menbaına doğru sevketmişlerdir. Onlara göre Kur'ânî hikmet, diğer hikmetlerin, felsefelerin ve kelâmî yolların en sağlamıdır.
Hareket noktaları ve temayülleri itibariyle felsefeler çok çeşitlidir. Müslüman âlimler de bu çeşitli felsefî görüşleri tek bir mebdede toplayamamışlardır. Onların bazılarını kabul ederken, bazılarını da reddetmişlerdir. Tabi bütün kabul ve reddedilen görüşler Kur'ân tefsirinde de kendini göstermiştir. Bazı kimseler kabul edilen görüşleri tefsirlerinde kullanmış, din ile uygun olan görüşlerle Kur'ân'ı açıklamaya çalışmış, bazıları da felsefî nezariyelerden uzaklaşarak, din ve akıl ışığında yürüyerek Kur'ân'ı tefsir etmişlerdi. Fahruddin er-Râzi, tefsirini bu yol üzerine yapmıştır. Başka bir grub ise, Kur'ân-ı Kerîm'i, doğru ve yanlış olduğuna bakmaksızın felsefî görüş ve nazariyelere göre tefsir ettiler. Kur'ân'a bu görüşler açısından baktılar. Felsefî tefsirler başlığı altında bizi asıl meşgul edecek olan bu son grubun tefsirleridir. Onlar Kur'ân-ı Kerîm’in belki tümünü tefsir etmediler, ama bazı âyetleri felsefî görüşler açısından tefsir ederek talim ve terbiyenin menbaı, dinin aslı olan Kur'ân-ı Kerîm'i, bu görüşlerine hizmet eder duruma getirdiler. Hâkim olması lâzım gelen Kur'ân'! mahkûm durumuna soktular. Kur'ân'ın bazı âyetlerini felsefî görüşler açısından tefsir edenlerden İhvânu's-Safa'yı, Farabî ve İbn Sina'yı buna örnek verebiliriz.
İhvânu's-Safâ, Saflık (safvet) kardeşleri adıyla kurulmuş, doğuşu ve gelişmesi biraz meçhul kalmış, islâm'ı yıkmak için çalışan, memnun olmayanların teşkil ettiği, fikrî ve siyasî bir cemiyettir. Güya kendileri Müslümanları taassuba düşmekten korumak, tabiat ilimleri zihniyetini hâkim kılmak ve bir münevverler ahlâkı tesis edebilmek maksadı ile Milâdî X. asırda (hicri 360 senelerinde) Basra'da “İhvânu's-Safa” adıyla bir cemiyet kurmuşlardır. Yine onlara göre, Şeriat bir takım bâtıl itikatlarla bozulmuştur. Bozulan bu Şeriatı felsefe ve ilim yoluyla temizlemek lâzımdır. Hiçbir ilme düşman ve hiçbir mezhebe karşı mütaassıb olmadıklarından, karargahları, mevcut iktidara karşı olanların toplandığı bir karargâh olmuştur. Fakat bunların eserleri ve fikriyatları iyi ve derin bir şekilde tetkik edildiğinde müfrid Şiî daha doğrusu Bâtınî İsmâilî temayüllü, dînî, felsefî siyasî bir cemiyet olduğu görülür.
Karışık ve tumturaklı bir hitabet üslûbu ile yazılmış ve tekrarlarla dolu olan 52 adedi bulan risalelerinin bütünü, dışarıdan bakıldığında bir ilimler ansiklopedisi gibi görülür. Bu risalelerden 14 tanesi riyaziye ve mantık, 17 tanesi tabiî ilimler ve ilm-i nefs, 10 tanesi metafizik ve 11 tanesi de tasavvuf, ilm-i nücûm ve sihirden bahsetmektedir. Bu risalelerin muhtevası, tamamen muhtelif fikirler ve neviler içerisinden, hoşlarına gidenler seçilmiş ve onları bir araya toplamış (eklektik) bir mecmuadır. Matematikte Pisagor'a, mantıkta Aristo'ya, Metafizikte Eflatunculara, ahlâkta Sokrat'a, din felsefesinde de Farabî'ye bağlı idiler. Mehazları, Kur'ân'dan başka, Yunan ve Hind felsefesi ve ilimdi.
İhvânu's-Safâ, metafizikte, sudur ve urûç nazariyesine dayanır. Bu da dünyanın ilâhî menşei ve ruhun Allah'a dönüş akidesini teşkil eder. Nasıl kelimeler konuşanın ağzından çıkmakta, ışık güneşten sudur etmekte ise, dünya da Allah'tan feyezan etmektedir. Bu feyezanda madde her türlü şer ve noksanın esası olarak görülmektedir. Ferdî ruhlar âlemşümul ruhun bir parçasıdır. Nasıl âlemşümul rûh, kıyamet günü Allah'a dönecekse, ferdî ruhlar da, bedenin fena bulmasıyla, öylece âlemşümul ruha döneceklerdir. Onlara göre dünya kuruldu kurulalı, ortaya çıkan bütün dinler, bu hikmete uymak mecburiyetindedirler. Bütün felsefelerin ve bütün dinlerin gayesi, insanlarca mümkün olduğu nisbette, ruhun Allah'a müşabih olmasıdır. Şeriatı manevî (ruhî) bir şekilde tefsir edebilmek için Kur'ân'ı mecazî yollarla tefsir etmişlerdir. Genellikle usulleri eklektik olduğundan, bilgi nazariyesinde, mutasavvıflarla, bâtınî ve tabiîyyunu birleştirirler. Bilginin duyularla başladığını söylemekle, tabîiyyun ve bir kısım Mutezile ile beraber olurlar. Hakikatin, ancak nefsi temizleme yoluyla başladığını söylemekle mutasavvıflarla birleşirler. İnsanın hakikatlere ulaşmak için dâima bir “Mürşid” e muhtaç olduğunu söyledikleri için İmâmîliğe ve Bâtınîliğe meylediyorlardı.
İhvânu's-Safâ’ınn, metafizik ve din felsefesine âit görüşleri hakkında birkaç örnek verelim: Meselâ, onlar cenneti, gök tabakaları âlemi, cehennemi de ayın tabakası altında açıklarlar. Bu da dünya âlemidir. Mücerred nefsin ve arzularının istediği gökler âlemîne (cennete), şu ağır ve kesif cesetle ulaşılması mümkün olmaz derler ve bu sözlerine ilâve olarak, nefis şu cüsseden ayrıldığında (yani cesetsiz olarak çıkarsa) gök âleminde (cennette) onun fiillerinin kötülüğünden sorulmaz ve göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zaman içinde işi bitmiş olur, demektedirler. Cesetle veya cismânî zinetle çıkanlara göklerin kapıları açılmaz, onlar cennete giremezler, ayın gök tabakasının altında (cehennemde) kalırlar...
Din felsefesinde, Farabî maddeyi ezelî olarak kabul eder. Ruhun bedenden sonra vücûda geldiğini söyler. Ölümden sonra ferdî ruhun devamını reddeder. Görüldüğü gibi Farâbî’nin din felsefesi ile dînin nassları arasında esaslı ayrılıklar vardır. O, İslâm dünyasında, kelâm ilminin oldukça kuvvetli olduğu bir döneminde yaşadığı için bu ayrılıkları te'vile mecbur olmuştur. Buradan da, daha sonra gelen kelâmcıtarın şiddetli hücumlarına uğrayan onun din felsefesi meydana çıkmıştır.
Tedvin faaliyeti beş kategoride gerçekleşmiştir: a) Sünnet b) Fıkıh c) Kanun d) Fıkıh Usûlü e) Istılahlar:
Hadiste Cerh Ve Ta'dîl Hareketinin Doğuşu
1. Cerh ve ta'dile yol açan âmiller: Hadîs vazı, Beşerî zafiyetler
2. Hadîste isnad tatbiki: Hadîs vaz'ına karşı cerh ve ta(dîl hareketiyle birlikte başladığına şüphe bulunmayan isnad, İslâm'a hâs olan ve râvi isimlerini zikretmek suretiyle haberin ilk kaynağına kadar inmek imkânını veren bir rivayet sistemidir. İsnadın başlangıcı ile ilgili olarak bize oldukça açık ve kesin bir tarih veren Muhammed İbn Şîrîn'in sözlerini burada tekrar zikretmekte fayda, vardır. Hicretin 110 senesinde vefat eden bu tanınmış tâbi'î imamdan, hadîs râvilerinin sorulup, güvenilir olanlarından hadîs'akndığını belirten şu sözler nakledilmiştir: "İlk zamanlar isnad sormuyorlardı; ne zaman ki fitne zuhur etti; bize kendilerinden rivayet ettiğiniz kimselerin isimlerini söyleyin, demeğe başladılar. Bu suretle ehl-i sünnetten olanlara bakıyorlar ve hadîslerini ah* yorlar; ehl-i bid'attan olanlara bakıyorlar, onların hadîslerini de terkediyorlardı" İbn Sirîn'in bu sözünü kısa bir cümle ile özetlemek gerekirse diyebiliriz ki, "isnad, fitne zuhur ettikten sonra kullanılmağa başlamıştır".
3.Hadislerin Tedvin Ve Tasnifi: Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manâsına gelir. Yazılı sahîfeleri biraraya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, bu manâda tedvinin tam karşılığıdır Sahîfelerin, kitabı vücuda getiren, yahut başka bir ifade ile, tedvini yapan kimse tarafından yazılmış olması şart değildir. Bununla beraber, kendi yazdığı sahîfelerle bir kitap vücuda getirebileceği gibi, başkaları tarafından yazılmış sahîfeleri de biraraya getirebilir, yani tedvîn edebilir.
Tasnif kelimesi ise, diğerlerinden daha farklı bir manâya sahiptir. Eğer hadîsleri tedvin eden kimse (mudevvin), kitabını meydana getirirken, onları konularına göre sınıflandırır ve meselâ salâtla ilgili olanlarını bir bölümde, zekâtla ilgili olanlarını ayrı bir bölümde zikrederse, "musannaf" denilen bir eser vücuda getirmiş olur ki, onun yapmış olduğu bu iş, hadîsleri konularına göre "tasnif" etmekten ibarettir. Hadîs tarikinde tasnif de tedvinden sonra başlamıştır.
4.Hadis tedvininin başlangıcı: Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sahîfeler vücuda getirdiklerini bitiyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başladığı anlaşılmaktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakkamla tesbit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkin değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahiyettedir. İbn Şihâb ez-Zuhri (50-124) "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" kimsedir.
5. ilk hadîs eserleri
İkinci asırda telif ve tasnif edilen hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkindir: a) Siyer ve mağazî kitapları; b) Sünen kitapları; c) Câmi'ler; d) Musannaflar; e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
Birinci hicrî asırda, müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasî ihtilâfların giderek itikada dönüştüğü ve tslâmî inanç üzerinde» yahut hiç olmazsa, ilk müslümanlann akaidini teşkil eden bir takım meselelerde cidal ve münakaşalara sebep olduğu, önceki bahislerimizde yeterince açıklanmış; bu cidal ve münkakaşalann ise, zamanla, mürci'e, mutezile, kaderiyye, cebriyye gibi çeşitli akaid mezheblerinin doğmasına yol açtığı gösterilerek bunlar hakkında lüzumlu bilgi verilmişti. İşte bu akaid mezheplerinin doğuşuna sebep olan cidal ve münakaşalar, ayni zamanda, "Kelâm" adı verilen yeni bir ilmin de başlıca kaynağı olmuştur.
Mutezilenin, başta sahabe olmak üzere hadîsle meşgul olan ve onu sırf dinin bir kaynağı olduğu için nakleden hadîsçileri, hiç bir kayda tabi olmadan itham etmeleri, prensiplerine ve felsefe ile terbiye ettikleri akıllarına aykırı düşen hadîslerin yalan olduğunu iddia edebilemek için başvurulmuş bir çare olarak görülür. Nitekim bu husus, Ahmed Emin tarafından da tesbit edilmiş ve şöyle denilmiştir: "Bu mezhebin mutezilenin akla tanımış olduğu tam hakimiyetten neşet eden bir yanı da, prensiplerini vazedip onlara gerçek bir îmanla bağlandıktan sonra, bu prensiplere aykırı düşen âyetleri tevil, hadîsleri ise inkâr etmeleri ve bunları büyük bir cür'et ve öaranatla yapmalarıdır. Bu sebeple onların hadîs karşısındaki mevkileri, çok defa, onun sıhhatinden şüphe, bazan da inkar edenlerin mevkiidir. Çünkü onlar, akıl üzerinde hadîsin değil, hadîs üzerinde aklın hükmünü kabul ederler"
Mutezilenin hadîsler karşısındaki bu tutumunu, meşhur mutezile imamlarından el-Câhız'ın, kendisi gibi bir mutezile imamı olan en-Nazzâm hakkındaki şu sözleri de teyid eder: "Eğer en-Nazzâm'ın aklı, hadîsle rivayet olunan hakikati kabul etmezse, hadîsi garîp bir şiddetle inkâr eder. Meselâ kedilerin medhi, köpeklerin de zemmi hakkında ve birincisini ikincisine tafdil eden birçok hadîs nakledilmiştir. İslâm'da kedi sevilir; artığı temizdir. Köpek ise mekruhtur; artığı da pistir. Bununla beraber en-Nazzâm, aklına dayanır; hadîsçilere hitap ederek şöyle der: Kediyi köpeğe tercih edîp Peygamberden köpeğin Öldürülmesi, kedilerin ise bakılıp terbiye edilmesiyle ilgili hadîsler rivayet ettiniz. Bununla beraber kedinin bütün faydası fareleri yemesinden ibaret. Halbuki o, sesi ve. güzelliği için beslediğiniz kuşlarınızı da yer. Evinizdeki zararlarından dolayı affınıza mazhar olsa bile, komşunuzun evindeki zararlarından dolayı onu affedemezsiniz. Bunlara ilâveten kedi, akrep, yılan, çeşitli pis böcek ve haşaratla bir çok zehirli şeyleri yediği halde, siz kalkıp kedinin artığı temiz, köpeğinki ise pis diyorsunuz. Köpeğin faydaları sayılamayacak kadar çok olduğu halde, bununla yetinmeyip söylediklerinizi Peygamberinize izafe ediyorsunuz.
El-Câhız'ın bu sözlerinden açıkça anlaşılıyor ki, eîi-Nazzâm'ın aklı, kedi ile köpeği sadece menfeat yönünden mukayese ettikten ve köpeğin kediye nis-betle daha çok faydalı olduğu kanaatına vardıktan sonra, Hazreti Peygamberden nakledilen ve sahîh olduklarında şüphe bulunmayan kadislerin şeriat yönünden sebeb-i vürûdundaki hikmetini araştırmak lüzumunu hissetmeden reddetmiş, sonra da hadîsçilere hitaben "söylediklerinizi Peygamberinize izafe ediyorsunuz" diyerek unları yalancılıkla itham etmiştir. Bugün bile sokaklarda başıboş dolaşan kedilerden çok köpeklerin toplanıp öldürüldüğü düşünülürse, asırlarca önce Hazreti Peygamberin köpekler hakkında söylediği sözleri, mutezile imamı en-Nazzâm'ın hangi akli muhakeme ile reddettiğini araştırmak, her halde lüzumsuz bir iş olmasa gerektir.
Mutezile kelâmcılannın, prensiplerine aykırı düşen hadîsleri reddetmek için râvileri kötülemelerini ve yalancılıkla itham etmelerini, ashnda, daha Önce de açıkladığımız gibi, Cemel vak'asına karışmış bazı sahabîleri nasıl fâsik olmakla itham ettiklerini gördükten sonra, aşırı bir çür'et saymamak gerekir. Hattâ meşhur bir mutezile imamı olan Şumâme Îbnu'l-Esras'ın Cuma günü namaza giden müslümanları işaret ederek "bak şu öküzlere, bak şu eşeklere" demesi, sonra da Hazreti Peygamberi kasdederek "bu Ârab halkı ne hale sokut" diye ilâve etmen yanında, hadîsçilerin yalancılıkla itham edilmeleri çok daha hafif kalmaktadır. Bütün bunlar, mutezilenin, sahîh olduğunu bilseler bile, Hazreti Peygamberden gelen bir! hadîse tâbi olmayacak kadar dinî kayıddan uzak, buna mukabil kendi umdelerine sıkı sıkıya bağlı bir mezheb olduğunu gösterir.
Aslında bir hadîsçinin kötülenmesi, daha doğrusu, hadîs ilmindeki kendine has tabiri ile zayıf ve kusurlu taraflarının ortaya konulmak suretiyle cerh edilmesi, garîb karşılanmaması gereken bir husustur. Hadîsçilerin bizzat kendileri de bu konu üzerinde titizlikle durmuşlar ve kendi meslektaşlarını hiç çekinmeden Geriletmişlerdir. Bu faaliyetin bir neticesi olarak meydana getirilen rical kitapları ve bilhassa bu kitapların zu'afâya tahsis olunanları, bunun en açık delillerinden birini teşkil eder. Ancak, hadîsçilerin kendi meslektaşlarını cerhetmeleriyle mutezile kelâmcılarmın hadîsçileri kötülemeleri arasında gaye ve maksad yönünden belirli bir fark vardır ve bu fark, amel ve itikadın meydana getirdiği tslâm şeriatının temelini teşkil eden sünnetin özüne müteallik bir anlayıştan İleri gelir. Hadîsçiler, daha önce de açıkladığımız gibi, sahih olan sünneti tesbit etmek, zayıf ve uydurma olanından ayırmak gayesiyle râvilerin cerhini zarurî görmüş ve bununla ilgili usûl ve kaideleri geliştirme gayretine girişmiş iken, mutezile kelâmcılan, meşgul olmağa başladıkları felsefenin ışığı altında, İslâm akaidine başka bir yon verme arzusuna kapılmış; bu arzunun gerçekleştirilmesi işinde sünnet veya hadîsin lüzumsuzluğunu ve hattâ onun kendi prensiplerine çok defa aykırı düştüğünü görerek onu bertaraf etme çarelerine başvurmuşlardır. Nitekim bu çareler de, bazan haber-i âhâdın ve hattâ mutevatirin delil olma keyfiyetini reddetmek, bazan da, bütün hadîsçileri kütülemek ve yalancılıkla itham etmek şeklinde tezahür etmiştir.
Hazreti Peygmaberden, Allah Ta'alâmn sıfatlarını isbat eden sayısız hadîs nakledilmiş olmasına ve bu hadîslerin Kur'ânı Kerîmde yer alan sıfat âyetlerini teyid ve tafsil edici bir mahiyeti bulunmasına rağmen, mutezile kelâmcılan, aynı çarelere başvurarak bu hadîsleri reddetmiş, Kur'ân âyetlerini ise, kendi felsefî görüşleri doğrultusunda tevil etme cihetine gitmişlerdir. Keza kaderle ilgili olarak ve kaderi isbat eden bir çok hadîs aynı şekilde reddedilmiş, kaderin nefyi babında Hazreti Peygamberden tek bir hadîs nakledilmemiş olmasına rağmen, mutezile kelâmcılan, felsefî görüşlerine uygun olarak kaderi inkâr etmekte tereddüt göstermemişlerdir.
Allah Ta'âlânın âhırette mü'minler tarafından görüleceği, muhtelif hadîslerde açık bir dille ifade edilmiş, buna karşılık görülmesinin imkânsız olduğuna delâlet eden tek bir hadîs vârid olmamış iken, mutezile kelâmcıları, prensiplerine aykırı olduğu için, ru'yet hadîslerini red, Kur'ân âyetlerini de garîb bir biçimde tevîl etmişler ve ru'yetin imkânsız olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna benzer daha pek çok Örneklerinin gösterilmesi mümkün olan mutezilî faaliyetlerin en dikkat çekici olanı, ^alku'l-Kur'ân inancında, takip ettikleri yoldur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Kuranı Kerîmin mahlûk veya gayri mahlûk olduğunu gösteren hiç bir dinî nass ve müslümanlar arasında bu konuda yerleşmiş her hangi bir inanç mevcûd değilken, mutezile kelâmcılan, b^alku'l-Kur'ânı bir akide konusu yapmışlar ve müslümanları bu akideyi ikrar etmeğe zorlamışlardır. Bu hâdise, muhatabın hadîsçiler olması yönünden hadîs tarihinde ve İslâm fikir hayatında önemli bir yer işgal eder.
İkinci asrın ilk yansı ortalarında zuhur eden ve giderek geliştikten sonra, üçüncü asrın yine ilk yansında tamamiyle kuvvetten düşen mutezile ile, onun eliyle ortaya çıkan Kelâm ilmi hakkında Özet halinde vermeğe çalıştığımı* bilgi, bize şu gerçeği göstermiştir ki, mezheb, kuruluş gayesi itibariyle hadisi ve hadîsçileri hedef olarak seçmemiş olsa bile, müdafaa etmeğe çalıştığı prensipler yönünden, hadîs ve hadîsçilerle ters düşmüş; bunun neticesinde» iki taraf arasında ithamlara varan sert tartışmalar çıkmış, hattâ mezhep mensuplarının Halîfe el-Me'müu vasıtasıyle sultayı ele geçirmelerinden sonra, karşı tarafın tehdit ve işkencelerle imha edilmeği cihetine bile gidilmiştir.
Mutezile imamları, iyi veya kötü davranışlarını, aklî ve felsefî görüşlerini halka telkin edebilmek gayesiyle plânlarken, hadîsçilerln de sünnete dayalı inançlarını yaymak için gayret göstermiş olmalarım tabii karşılamak gerekir. Aslında hadîsçilerin dinî konularda sahip oldukları inanç, mutezileden farklı olarak, Kur'ân ve hadîste buldukları nassların ifade ettikleri manâdır; çünkü nassm sıhhati onlar için sabit olduktan sonra, o nass mutlak surette inanç hâsıl eder. Bu bakımdan hadîsçiler için yapılması gereken ilk is., her biri bir amel veya bir inancı gerektiren hadîs metinlerinin rivayeti ve daha kolay istifade edilmesi için kitaplarda biraraya getirilmesidir. Halbuki mutezileye göre durum farklıdır. Onlar için nassın sıhhati, manâsının prensiplerine uygun olarak gelmesi halinde değer ifade eder. Aksi halde nassuı sıhhatini ve dolayısiyle nassı inkâr etmekte tereddüt göstermezler.
Rivayet ve Dirayet Yönünden Tefsirler
Bu tefsir çeşidine “me'sûr” veya “menkûl” tefsir adı da verilir. Bu nevi tefsir, Kur'ân'ın Kur'ân ile Kur'ân'ın, Hz. Peygamber’in sünnetiyle tefsirini veya sahabenin âyetler hakında Allah'ın muradını beyân etmeye matuf nakillerini ihtiva eder. Bu konuda tabiilerden gelen sözleri ulemânın bazısı, rivayet tefsiri içerisine sokmuş, bazısı ise bundan imtina etmişlerdir.
Rivayet Devri: Hz. Peygamber ashabına Kur'ân'ın mânâlarından zor gelen yerleri beyân etmiştir. Sâhâbe de bu rivayetleri kendilerinden sonra gelen tabiilere nakletmişlerdir. Sahabe, Hz. Peygamber'den nakilleri ile birlikte kendi re'y ve içtihadlarına cevap verecek kadar tefsir etmişlerdi. Daha sonra gelen tabiiler, ellerinde Hz. Peygamber’in ve sahabenin tefsir haberleri olmasına rağmen bunlara kendi re'y ve içtihadlarını da ilave ettiler. Çünkü Hz. Peygamber ve sahabe asrından uzaklaştıkça müşkiller ve kapalılıklar çoğalmakta idi. Bunları açıklamak için tefsire ihtiyaç vardı. Tabiilerden sonra gelenler için kapalılık ve muğlaklık daha fazla artınca, bunları gidermek İçin tefsirdeki bu ziyâdelikler daha da arttı. Tefsirdeki bu ziyâdelikler ve fazlalıklar tabakadan tabakaya artmış, tefsirler de giderek kabarmıştır. Her tabaka bu tefsir haberlerini kendilerinden sonra gelenlere nakletti. Bir taraftan da bu haberler tedvin edilmeye başladıktan sonra, tefsir rivayetleri eserlerde toplanmaya başlandı.
Tedvîn Devri: Bir araya getirmek, toplamak, cemetmek mânâlarına gelen tedvin kelimesi, ıstılahta ise, ilk devrinden itibaren gelen tefsir rivayetlerini muntazam bir şekilde bir kitapta toplamaktır. Bu tabiri, tefsire âit haberlerin yazılması anlamına gelen tefsir kitabeti ile karıştırmamak lâzımdır.
Tedvin devrine kadar tefsirin muntazam bir şekli yoktur. Tefsire dâir haberler muhtelif hadis babları içerisinde, Hz. Peygamber, Sahabe ve tabiilerden nakledilip yazılmakta idi. Şunu da unutmamak lazım ki bu devirde, ilimler şahsî olarak, onu ortaya koyana nispet edilmekteydi. Bu bakımdan cem' ile tedvini de birbirine karıştırmamak lâzımdır. İslâm'ın başlangıcında “cem”, “hıfz” ve “kar'u” kelimeleri birbirinin yerine kullanılmışsa da, daha sonraki devirlerde bunlar ayrı ayrı ıstılahî mânâlar ifade etmişlerdir.
Bu tefsir nevine “Re'y” veya “Aklî” tefsir de denilir. Dirayet tefsiri, sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada bahsettiğimiz “Re'y” den maksat ictihad'tır. Bu tefsir nev'i bir zarurete, bir maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. İslâm'ın ilk devirlerinde Müslüman Araplar, Arap, yarımadasında iken dillerinin selikasına hâkimdiler. Zamanla fetihler neticesinde hudutlar genişleyip, yabancı milletler ve onların kültürleriyle karışınca Arapların lisan melekeleri za'fa uğradı. Arap dilini korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Hele Arap olmayan Müslümanların bu dili öğrenmesi Arapça'nın gramerinin bilinmesine bağlı idi. Kur'ân da Arap dili ile inmiş bulunduğundan, onun anlaşılması da bazı ilimlere ihtiyaç göstermekte idi. Zamanla İslam ülkesi geliştikçe muhtelif ilimler ilerledi, felsefî fikirler geliştikçe ve çeşitli mezhepler ortaya çıktıkça, tefsirlerde de, bu hususlara dâir bilgiler verilmeye başlandı.
Re'y tefsirinin câiz oîmamasi hususunda başlangıçta münakaşalar yapılmış, bazıları buna cevaz vermez İken, bazıları da uygun görmüşlerdir. Kısaca re'y veya dirayet tefsiri ikiye ayrılır, biri mezmumdur, câiz değildir. Diğeri ise, memdûhdur ve caizdir. Re'y ile tefsir yapmaya girişenler, yaptıklarını teyid için, Kur'ân'daki tedebbür âyetlerine ve Hz. Peygamber’in sözlerine istinâd ettiler. Eğer re'y ile tefsir yapılamayacak olsaydı, bugünkü dini hükümlerin çoğuna vâkıf olamazdık. Kur'ân'ı memdûh re'y ile tefsir edenler, şöyle bir yol takip etmişlerdir: Onlar, Kur'ân'dan mânâlar taleb ediyor, eğer onu Kur'ân'da bulamazlarsa sünnete müracaat ediyor, taleb ettikleri manayı, Kur'ân'da, sünnette ve sahabede bulamıyoriarsa, o zaman müfred lafızların, Peygamber zamanındaki kullanılışı nazarı dikkate alınarak, lügat, ıstılah ve sarfına müracaat ediliyordu. Bunlardan başka terkiplerin i'rabı, belagatı, hakiki mananın mecaz üzerine tahmili, kelâmın siyakı, yapılan re'y ile tefsirin, içtimaiyat, târih ve kâinat kanunlarına mutabakatı, yapılan izah tarzının Peygamber’in söz fiil ve takrirlerine uygunluğu göz önünde bulunduruluyordu. Fakat dirayet tefsircileri bu hususlardan birçoğunu ihmai etmişlerdir.
Günümüzdeki Tefsir Hareketleri
1- İlhâdi Tefsirler2- Mezhebî Tefsirler. 3- İlmî Tefsirler. 4- İçtîmâi-Edebi Tefsirler.
İçtimâi-edebî tefsir yolunun sâlikleri, tefsire mezhepler görüşünden uzak bir nazarla baktılar ve İslâm'da mevcut olan mezheplerden hiçbirinin tesiri altında kalmamaya gayret ettiler. Onlar, Kur'ân-ı Kerim'i mezhepler için bir vasıta kılmadılar. Kur'ân'ı kendisine muvafık bir şekilde te'vil ettiler. İsraili rivayetler üzerinde tenkitçi bir tavır takınarak, eskilerin tefsirlerinde olduğu gibi, yalan ve hurafe olan şeyleri, tefsirlerine kaydetmediler. Daha doğrusu Kur'ân-ı Kerim tefsirini bu gibi şeylerden temizlemeyi hedef edindiler. Kur'ân tefsirinde bol miktarda kullanılan zayıf ve mevzu haberleri kullanmaktan çekindiler. İsrîliyat ve mevzu hadisler hususunda gaflete düşmedikleri gibi, Kur'ân'ın müphemlerini tayin ve gaybi şeyler hakkında sahih şer'i nasslardan bilinenlerden gayrısına cür'et etmediler. Onlar iman mebdei üzerinde durdular; fakat onun tafsilat ve cüz'iyatı üzerinde durmaktan çekindiler.
Bu ekol mensupları, tefsiri ilim ve fen ıstılahlarının tesirinden de uzak-laştırmışlardır. Onlara göre, Kur'ân'ın böyle bir ilmî tefsire ihtiyacı yoktur. Yine bu medrese, Kur'ân'ı içtimâi-edebî bir metodla tefsir etmişler, onun belagatını, i'cazını ve manalarını, meramını açıklamışlar, kendisinde bulunan oluş ve içtimâi nizam kanunlarını izah etmişlerdir. Münasip olan yerlerde, İslâm milletinin müşkillerine ve bütün milletlerin sıkıntılarına deva olabilecek esaslara, Kur'ân'ın işaret ettiğini, dünya ve ahiret hayırlarını bünyesinde topladığını açıklamışlardır. Sağlam, nazariyelere dayanan, ilmîn ispat ettiği şeylerin, Kur'an'a mutabakatı üzerinde durmuşlardır. Tasvip edilebilecek bütün bu hususlar, okuyucuları teşvik ve cezbedici bir üslupla kaleme alınmıştır.
Akla çok geniş bir hürriyet bahşeden bu ekol, Kur'ân'daki bazı şer'i hakikatleri te'vile yönelmiştir. Bazen hakikatten mecaza ve temsile gitmişlerdir.
Mutezile'den iktibas ettikleri bu geniş akü hürriyet sebebiyle bazen Kur'ân'ın lafızlarının manalarını, Kur'ân'ın nüzulü esnasında, Araplarca bilinmeyen bir şekilde nakletmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'den sonra en mutemed kitap olan, Buhari’nin ve Müslim’in sahihlerinden rivayet ettikleri bazı hadisleri zayıf veya mevzu olarak görmüşlerdir. Sahihliği sabit olan âhad haberleri, bilhassa akâid konusunda, kabul etmemişlerdir. Halbuki ehlisünnet, haber-i ahadla amel etmenin lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir. Sahih olduğu tayin edilen âhad haber, dinde hüccet olarak kabul edilmektedir. Bu haberlerin yakin ifade edip etmediği konusunda mezhepler arasında çeşitli görüşler varsa da Mutezile onu her haliyle kabul etmemektedir.
Asrımızda zuhur eden bu yeni tefsir şeklinin önderi şüphesiz ki Muhammed Abduh'tur. 1849 senesinde orta halli bir aile arasında neşet eden Abduh, okuma ve yazmayı babasının evinde öğrenmeye başladı. Sonra Kur'ân'i ezberlemek için “Dârul'-Huffaz”a devam etti ve iki senede Kur'ân'ı ezberledi. Daha sonra Tanta'daki Mescidu'l-Ahmedi'ye, Kur'ân tecvidi ve Arap dili kaidelerini öğrenmek için devam etti. Fakat buradaki tedrisat usulünden memnun oimayan Abduh, memleketine dönmüş, yine zorla aynı yere gönderilmiş, birçok maceradan sonra 1282/1866 Mart ayında Ezher'e gelmiştir. Ezher'de de talebenin şerh, haşiye ve taliklerden ibaret donmuş bir tedrisat içinde olduğunu görmüştür. Kendi ifadesine göre “Ezher ehli indinde ilimden maksat, bir şeyi araştırmak, mukayese ve tecrübe etmek değil, ancak geçmişlerin terkettiği sahih haberleri nakletmekten ibaretti” Muhammed Abduh, Ezher'de çok yönlü bir öğrenim görmüş, Şeyh Dervişten tasavvuf, Şeyh Tavil'den felsefe, Şeyh Besyuni'den edeb dersleri almıştır. Bunların tesiri ve kendi mizacında bulunan milleti donukluktan kurtaracak ıslah fikri iie harekete geçti. Kur'ân'ın daima geçmiş Müslümanları hidâyete sevkettiği noktasından hareketle, onun hali hazır ve gelecek insanlar için bir kurtuluş rehberi olacağını düşünerek, Kur'ân tefsirine önem vermeye başladı. Tesfir hususundaki görüşleri, Müslümanların istifade ettiği İlâhî bir fetih, dini bir uyanış, şer'i bir ihtilal, asrımızda ıslah ve gelişmeye tesir eden en büyük amil oldu. Bu bakımdan tefsir, onun en çok meşgul olduğu saha oldu. Ona göre bu saha, saadetin anahtarı idi.
Girişeceği ıslah hareketinde ve Müslümanları donukluktan kurtarmak için, başlangıçta, sağlam ve sahih bir şekilde Allah'ın kelâmının anlaşılması ilmi olan tesfir ilmîne önem verdiğini söylemiştik. Abduh üzerinde, İslâm âleminde fikir hürriyetini neşreden ilk ıslah hareketçilerinden sayılan Cemâleddin Afgani’nin tesiri de büyük olmuştur. Abduh tahsil hayatında İnsanlardan kaçarak tam bir zühd hayatına bürünmek tehlikesi içinde iken, dayısı Şeyh Derviş’in ve Afgani’nin tesiri ile bundan kurtulmuştur.
2, Hadîs eserleri ve müellifleri
İslâm tarihinin ilk ve temel kaynağını teşkil eden ve birinci asrın ikinci yarısından itibaren telifine başlanan siyer ve znağazîler, üçüncü asırda da ehemmiyetini muhafaza etmiştir. Bu asrın başlarında vefat eden Ebü Abdüllah Muhammed tbn 'Ömer el-Vâkıdî (ö. 207) Şam, Mısır, Irâk ve Afrika gibi çeşitli ülkelerin fethi ile ilgili olarak telif ettiği eserler yanında, KitâbuH-Mağâzi ve Kitâbu's-Sîre adlı eserleriyle de şöhret kazanmış ve bu sahanın büyük üstadlarından biri sayılmıştır.
Ebü Dâvüd Süleyman b. Dâvüd b. Cârüd et-Tayâlisi (Ö. 203, 204) ye nisbet edilmiş ve ilk defa Musned tasnif eden kimsenin o olduğu ileri sürülmüştür.
Fıkıh bâblarma göre tasnif edilmiş ahkâm hadîslerini ihtiva eden ve Sünen denilen kitapların ikinci asrın başlarından itibaren telif edilmeğe başlandığını daha önce zikretmiştik. Bu çeşit kitapların tasnifi üçüncü asırda da devam etmiş ve bu asrın ikinci yarısında, hadîs tarihinin en meşhur Sunen'leri ortaya çıkmıştır. Altı sahih hadîs kitabı (Kutub-i Sitte)nın dördünü teşkil eden Sunenler ve müellifleri hakkında ayrıca bilgi vermeden önce, üçüncü asırda tasnif edilen Sunen'lerin musannif isimlerine işaretle iktifa edeceğiz. en-Nesâ'i ve Sunen'i Ebu-Davud Ve Sunen’i ibn Mâce ve Sunen’i
Fıkıh konulan yanında diğer konuları da içine alan Câmi'ler, üçüncü asırda da tasnif edilmiş; bilhassa el-Buhârl ve Müslim'in -Camileri ile bu asır, hadîs tarihinin altın çağı olmuştur. Ebü Bekr CABDURRAZZÂK Ibn Hemmâm Ibn Nâfi1 el-Hımyerî nin, Ebü 'Abdillah Muhammed ibn tsmâil ibn Muğîre el-Buçarî el-Cu'fi (Ö. 256) nin, Ebu'l-Huseyn Müslim Ibnu'l-Haccâc el-Kuşeyrî en-Neysâbürî (Ö. 261) nin Camileri bu asırda tasnif edilmiş eserlerdir. Burada, Kutub-i Sîtte'ye vücûd veren el-Buhâri ve Müslimi de zikredebiliriz.
Cüz, tek bir sahabînin veya daha sonrakilerden bir hadîsçinin hadîslerini toplayan kitaplardır. Bazan, belirli bir konuya tahsis edilmiş hadîsleri ihtiva eden mecmualara da cüz denilmiştir. Cüz'ler daha ziyade Üçüncü asırdan itibaren ortaya çıkmağa başlamış ve binlerce cüz telif edilmiştir. Nîsâbür'un tanınmış muhaddislerinden hafız Ebü Hâzim 'Ömer İbn Ahmed el-Abdevî (Ö. 417) "kendi elimle, her bir şeyhten bin cüz olmak üzere on şeyhten 10 bin cüz yazdım." demiştir ki, bu sözden, tahmin edilemeyecek kadar çok sayıda cüz telif edildiğini anlamak mümkündir.
Üçüncü asrın ikinci yansından sonra, bilhassa el-Buhârî ve Müslim'in Şahiferlerinin hadîs tarihinde şöhret kazanmağa başlaması üzerine, bazı mısannıflar, mesailerini bu iki kitaba göre düzenlemeğe ve onları asıl kabul ederek onların çerçevesi içinde yeni eserler tasnif etmeye başlamışlardır Bu çeşit eserlerin ilk ortaya çıkanları Mustahreclerdir. İstihraç, bir hadîs imamının, kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadîsin bir başka isnadını arayıp bulmak ve hadîsi o isnadla. Mustahrec adı verilen kitapta nakletmektir. Bu ikinci isnad, şüphesiz, o hadîsi Mustahrec sahibine ulaştıran isnaddır. Bu suretle mustahric, Sahih sahibi ile, onun şeyhinde, yahut daha üstündeki bir şeyhte hattâ bazan sahabîde birleşir. Eğer hadîs mustahrice ualşmamışsa, yahut ulaşmış olsa bile isnadı zayıf ise, mustahric, ya o hadîsi terkeder, yahutta Sahih sahibinin isnadı ile nakleder.
İncelemeye aldığımız tefsir tarihi, İslam hukuk tarihi ve hadis tarihi kitaplarından da yola çıkarak İslam ilimlerinin bir bütün olduğunu bir şekilde birbirlerinden beslendiklerini, alanların tarihi bilinmeden alanın anlaşılamayacağını görmüş olduk.
Tefsir, fıkıh ve hadisi iyi anlamak için ilk üç asrı çok iyi bilmemiz gerekir. İlk üç asır İslam dini ve ilimlerinin teşekkülü açısından son derece önemlidir. Tefsir, fıkıh ve hadis kavramları bu asırlarda teşekkül edilmiştir.
Celaleddin GÜL
DOKTORA (ÖĞRENCİ NO: 14922708)
2014/2015 BAHAR DÖNEMİ
FIKIH USULÜ
Fıkıh Usulü: Müctehidin
hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve içeren ilme
usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir.
Ahkam-Hükümler: “Ahkam”
kelimesi “hüküm” kelimesinin çoğuludur. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun
olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir.
Şer’i Hükümler: Ameli
hükümler: Namazın, zekatın, orucun, haccın farz olduğu, zinanın, içkinin, kumarın,
ribanın haram olduğu, alım-satım, rehin, vakıf vb. hukuki muamelelerin caiz
olduğu, normal şartlarda yemenin içmenin eğlenmenin mübah olduğu, borcu
yazmanın, alış verişi şahitler huzurunda yapmanın mendup olduğu, güneşin doğuşu
ve batışı esnasında namaz kılmanın, sünnetleri ve adab-ı şer’iyyeyi terketmenin
mekruh olduğu gibi insanlar tarafından ortaya konan fiillerle ilgili
hükümlerdir. İtikadi hükümler: Allah, melekler, kitaplar, nebi ve resuller,
kader, ahiret gününde gerçekleşecek olaylarla ilgili hükümlerdir. Ahlaki
hükümler: Yalan söylememek, doğruluğa sarılmak, sözünde durmak, emanete
hıyanetlik etmemek gibi ruhun tezkiyesi ve tehzibi ile ilgili hükümlerdir.
Fıkıh Usulünün Konusu: Usûlü'l-fıkhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir.
Kur’an’ın Muhteviyatı:
Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı
hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır. İbadetler:
Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve
diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Keffâretler de temelde ibadet
niteliğindedir. Muâmeleler: Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî
konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya
devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.
HADİS USÛLÜ: Hadis: Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e isnad edilen söz, fiil, takrîr ya da niteliktir.
Haber: Hadis anlamındadır.
Haberin Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e de, başkasına da isnad edilen
rivayet olduğu da söylenmiştir. Bu durumda haber hadisten daha genel ve
kapsamlı olur.
Kudsi hadis: Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'in yüce Rabbinden yaptığı rivayettir. Aynı zamanda
buna Rabbanî hadis ve ilâhî hadis de denilir.
Bize Naklediliş Yolları
İtibariyle Haberin Kısımları
Mütevatir: Adeten yalan
söylemek üzere birbirleriyle anlaşmaları imkânsız bir topluluğun rivayet ettiği
ve maddi bir şeye isnad ettikleri rivayettir.
Mana yoluyla hadis rivayeti:
Kendisinden hadis rivayet edilenin kullandığı lafızlardan başka lafızlar
kullanarak hadisi nakletmek demektir. Ancak üç şartla caizdir:
Dil ve kendisinden rivayette
bulunulanın maksadı açısından hadisin anlamını bilmesi.
Ravinin hadisin anlamını
ezberlemiş olmakla birlikte lafzını unutması sebebiyle bunu gerektiren bir
zorunluluğun bulunması.
Lafzın zikir ve benzeri hadislerde olduğu gibi
telaffuzları ile ibadet olunan türden olmaması.
Mevzu (Uydurma) Rivayetler
Mevzu: Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem aleyhine yalan olarak uydurulmuş hadistir.
Hükmü: Böyle bir rivayeti
ancak ondan sakındırmak maksadıyla uydurma olduğu açıklanarak zikretmek caiz
olur. Hadisin uydurma olduğu bir kaç yolla bilinebilir. Bazıları:
Hadisi uyduranın bunu itiraf etmesi
Cerh ve Ta’dîl
Cerh: Ravinin, rivayetinin
reddedilmesini gereken bir niteliğe sahip olduğunu tesbit etmek yahut kabul
edilmesini gerektiren bir niteliğe sahip olmadığını belirterek, rivayetinin
reddedilmesini gerektirecek şekilde sözkonusu edilmesidir.
Tadilin kabul edilmesi için
dört şart aranır: Tadil yapanın adaletli olması gerekir, fâsık bir kimsenin
tadili kabul edilmez. Uyanık olması gerekir. Dış görünüşe aldanan gafil
kimsenin tadili kabul edilmez. Adalet sebeplerini bilen bir kimse tarafından
yapılmalıdır..
Haberin, Kendisine İzafet Edildiği Kimse Bakımından Kısımları
Haber kendisine izafet edildiği
kimse itibariyle üç kısma ayrılır: merfû’, mevkûf ve maktû’. Merfû’: Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e izafe edilendir. Mevkûf: Sahabiye izafe edilmekle
birlikte merfû’ hükmü sabit olmayan rivayettir Maktû’: Tabiîye ve ondan sonra
gelenlerden birisine izafe edilendir.
Ashab-ı Kiramdan En Son Vefat
Eden Kişileri Bilmenin Faydaları: Bu nihai tarihten sonra ölen bir kimseden
sahabi olduğu iddia etse de kabul edilmez. Bu son tarihten önce temyiz yaşına
erişmeyen kimsenin ashab-ı kiramdan rivayet ettiği hadisler munkatı’dır.
İsnâd: Sened de denilir.
Hadisi bize nakleden hadisin ravileridir. İsnâd, âlî ve nâzil olmak üzere iki
kısımdır: Âlî isnad, Sıhhate daha yakın olandır, nâzil isnâd da bunun aksidir.
Hadis tahammülü: Hadisi,
kendisinden rivayet ettiği şahıstan alması demektir. Üç şartı vardır:Temyiz:
Hitabı anlamak, ona doğru cevap vermek demektir. Çoğunlukla yedi yaşı
tamamlanınca gerçekleşir.Akıl: Deli ve bunağın hadis alması sahih değildir.Mâni
(tahammüle engel) hususlardan uzak olmak: Aşırı derecede uyuklamak yahut fazla
gürültü ya da çokça meşgul eden bir durum sözkonusu iken hadis tahammülü sahih
olmaz.
TEFSİR USULÜ
Kur'an-ı Kerim: Sözlükte
Kur’ân "kaf, ra ve elif" kökünden; okumak ya da toplamak anlamında
bir mastardır. Şer'î bir terim olarak Kur’ân; yüce Allah'ın Rasûlü ve
peygamberlerinin sonuncusu Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'e indirilmiş
bulunan, Fatiha sûresi ile başlayıp, Nâs sûresiyle biten yüce Allah'ın
kelâmıdır.
Kur’ân'ın Nüzûlü: Kur’ân ilk
olarak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e ramazan ayında, kadir gecesinde
nazil oldu. Kur’ân Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem efendimize ilk
indirilmeye başladığında ilim ehlince meşhur olan görüşe göre kırk yaşında idi.
Yüce Allah'tan Kur’ân-ı Kerim'i Rasûlullah’a indiren ise şerefli melekler
arasından mukarreb meleklerden birisi olan Cebrail Aleyhisselam'dır:
Kur’ân'ın Tertibi: Kur’ân'ın
tertibi mushaflarda yazılı, kalplerde ezberlenmiş olduğu şekilde ardı arkasına
okunması demektir. Bu tertip üç çeşittir: Kelimelerin tertibidir. Herbir
kelimenin âyetteki yerinde olması demektir. Âyetlerin tertibidir. Bu da herbir
âyetin surenin o âyete ait olan yerinde olması demektir. Sûrelerin tertibidir.
Herbir sûrenin mushaftaki yerini alması demektir.
Tefsir: Sözlükte
"fesr" kökünden gelmekte olup, örtülü olan bir şeyin üstünü açmak
demektir. Terim olarak; Kur’ân-ı Kerim'in anlamlarını açıklamak demektir.
Muhkem ve Müteşabih: Muhkemlik
ve müteşabihlik bakımından Kur'ân-ı Kerim üç çeşittir: Yüce Allah'ın Kur’ân'ın
bütünü için bir nitelik olarak sözkonusu ettiği genel muhkemlik. Kur’ân-ı
Kerim'in tümüne nitelik olan genel müteşabihliktir. Kur’ân âyetlerinin bir
bölümüne mahsus muhkemlik ile bir diğer bölümüne mahsus müteşâbihliktir.
FIKIH USULU
Sözlükte
“kök, esas, kaide” anlamındaki asl kelimesinin çoğulu usûlün fıkh kelimesine
izâfe edilmesiyle oluşturulan ve temel İslâmî ilimlerden biri olan usûlü’l-fıkh
“icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek” şeklinde
tanımlanır. İcmâlî deliller dinî hükümlerin meşruiyet kaynağını teşkil eden delillere
toplu bakışı, fıkıh istinbatına ulaştıran kaideler de bu delillerden fıkhî
hükümlerin çıkarılmasında izlenecek metotları (menhec-menâhic) ifade eder.
Ayrıca usûl-i fıkhın amacı, delillerden hüküm elde etme yollarının bilinmesi,
usul faaliyetiyle ulaşılmak istenen sonuç da şer‘î hüküm olduğundan hüküm
kavramının incelenmesi ve buna ilişkin temel meselelere ait teorinin ortaya
konulmasını usul ilmi üstlenmiş, belirli kaynaklardan belirli yöntemlerle hüküm
elde edecek kişiyle (müctehid) ilgili meseleler de fıkıh usulünde genellikle
ele alınan ana konulardan biri olmuştur (usûl-i fıkhın tanımlarından örnekler
ve analizi için bk. Köksal, Fıkıh Usûlünün Mahiyeti, s. 89-97). Fakihin kaynak
ve yöntem bilgisi mahiyetindeki usûl-i fıkıh İslâm ilimleri içinde çok önemli
bir yer tutar.
Fıkıh Usûlü'nün Istilâhî
Tarifi: Şer'î hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbitını)
mümkün kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir.
Fıkıh Usûlünün Konusu, Şer'î hükümler ve şer'î delillerdir.
Gayesi ise, şer'î delillerden şer'î hükümlerin nasıl çıkarılacağını
öğretmektir.
ŞER’İ DELİLLER
Peygamberimize indirilmiş, mushaflarda yazılı, ondan tevatüren nakledilmiş, okunması ile ibadet edilen, beşerin benzerini getirmekten âciz kaldığı nazm-ı celildir,”Kur'ân hem mana ve hem de lafız ciheti ile mu'cize'dir. O'nun sadece manasına Kur'ân denmez. Bu sebeple O'nun tefsir ve tercemesi, Kur'ân yerine kâim olamaz ve tefsir ve tercemesi ile ibadet yapılamaz. Kur'ân, hükümleri açıklarken kendisine has bir üslûb kullanmıştır. Şöyle ki," güzel fiillerin yapılmasını teşvik etmiş, hatta emretmiştir. Farz, vacip hükümlerine karşı çıkılmasını yasaklamıştır.
Kur'ân'ın Hükümleri Beyânı (Açıklaması) Tafsili olarak (Tam ve açıkça olarak) veya İcmali olarak (Kısa ve öz olarak)tır. Kur'ân-ı Kerîm, insan hayatının bütün safhaları için hüküm koymuştur, Kur'ân-ı Kerîm de bulunan hükümleri üç ana başlık altında toplayabiliriz:
1. İtikadı hükümler: Bunlar Kelâm ilminin konusudur.
2. Ahlâkî hükümler: Bunlar Ahlâk ilminin konusudur.
3. Amelî-fıkhî hükümler: Bunlar, fıkıh ve Fıkıh Usûlü ilimlerinin konusudur. Amelî-fıkhî hükümlerle ilgili 500 ayet bulunduğu ifade edilmektedir. Amelî-fıkhî hükümleri iki başlık altında inceleyebiliriz:
a. İbâdetler:Bu hükümlerin gayesi, ferdin Rabbi ile olan münasebetlerini düzenlemektir.
b. Muamelat:Bunlar ibadetlerin dışında kalan ameli-fıkhı hükümlerdir.Bugünkü hukuki tabirle Hususi Hukuk, Umumi Hukuk çerçevesine giren hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümlerin gayesi, ferdin fert ile ferdin cemiyet ile yahut cemiyetin cemiyet ile olan münasebetlerini düzenlemektir.
Usûlcülere göre sünnet, peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrir (tasvîb)leridir. Bütün İslâm bilginleri, Sünnet'i, Kur'ân"dan sonra bir teşrî kaynağı olarak kabul etmişler ve bu konuda bazı âyet ve hadisleri delil olarak göstermişlerdir. Ayrıca, İcmâ'nın ve aklî delillerin de Sünnet'in bir teşrî kaynağı olduğunu gösterdiğini ilâve etmişlerdir. Sünnet, Kur'an'ın müphem ve mücmellerini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder.Kur'an'da asılları sabit olan konuların hükümlerini tamamlayıcı mahiyette açıklamalarda bulunu. Kur'an'da olmayan bir kısım hükümleri açıklar.
İcmâ Istılahta "Hz. Peygamber (s.a.s.)in vefatından sonra herhangi bir asırda İslam müctehidlerinin amelî bir meselenin şer’î hükmü üzerinde, ittifak etmeleridir" şeklinde tarif edilmiştir. İcmâ; bir kısım şer'î hükümlerde, yani dinî işlerde câridir; ibâdetlerde ve hukuki meselelerde icmâ cereyen eder. İtikat konularında ise icmâ sabit olmaz; bunlarda nakil geçerlidir. Aynı şekilde aklî konularla dinî olmayan konularda da icmâ tahakkuk etmez. İcmanın olabilmesi için bütün müctehidlerin ittifakının olması ve bir asrın geçmesi gerekir. İcmanın dayanağına gelince, müctehidlerin bir hadise hakkında ittifak etmeleri, mücerret reylerine müs-tenid olmayıp yine şer'î bir delile müstenid bulunur. Bu delil, haber-i vâhid veya kıyas olabilir. îcmâ ile bu deliler kuvvet bulur, artık asıl delil, icmâ olmuş olur, hüküm icmâ'a izafe edilir. Usûlcüler, icmâ'ın senedinin, ictihâd yahut kıyas olup olamayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerin çoğunluğu, buna cevaz vermiştir. Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî gibi âlimler ise bunu tecvîz etmemişlerdir. Mutezilî İbrahim Nazzâm, Şîa'dan bazı fakîhler, îcmâ'ın vukûnun imkânsızlığına kânî olmuşlardır. Yine Mutezilî İbrahim Nazzâm, Râfızîlerin ekserisi, İcmâ'ın bir hüccet olduğunu da kabul etmemişlerdir.İcmâ'ın bir hüccet olduğu, âyetler, hadisler ve aklî delillerle sabittir. İcmâ, iki yolla tahakkuk eder.Azimet veya Ruhsat. Azimet yolu ile mün'akıd olan icmâ'a "Sarîh icmâ" "Kavlî icmâ", "Amelî icmâ" ruhsat yoluyla mün'akıd olanına da, "Sükûtî icmâ" denir. Kavlî icmâ: Bir mesele hakkında bir asırdaki müctehidlerin birden hüküm verip onunla hepsinin aynı veçhiyle amel ettikleri icmâ'dır. Bu türlü icmâ, fakîh-lerin bütünü tarafından ittifakla hüccet kabul edilmiştir. Sükûtî icmâ ise: Bir mesele hakkında bu müctehidlerin bir kısmı hüküm verdiği halde veya onunla amel ettiği halde diğer bir kısmının ona vakıf olduğu ve kâfi derecede düşünme zamanı geçtiği halde sükût ettikleri icmâ'dır. Hanefîler sükûtî icmâ'ı hüccet olarak kabul ederler. İmâm Şafii ise, bu şekilde mün'akid olan icmâ'ı hüccet kabul etmez.
Istılahta kıyas "iki bilinen şeyden birinin nassla sabit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı diğerinde de ictihâd ile izhâr etmektir" diye tarif edilmiştir. Kıyas muzhir bir hüccettir. Kur'ân ve sünnet ise müsbit bir hüccettir. Bir mes'elenin şer'î hükmünü kıyas yoluyla istihraç edebilmek için o hususta nass ile sabit olan şer'î hükmün bulunması gerekir. Kıyasın ictihad ile münasebeti vardır. îctihâd'ın sahası kıyas'dan daha geniştir. Hatta ictihâd, kıyası da içerisine almaktadır. Kıyas yapılırken şu yöntemler kullanılır.Tahkîku'l-Menât: Nasda ifade edilen illetin, yeri bulunarak tatbik edilmesi.Tenkîhu'l-Menât: İllet araştırılırken onunla ilgisi bulunmayan vasıfların ayıklanması.Tahrîcu'l-Menât: İllet'in istinbât yoluyla ortaya çıkarılması. Kıyas, müctehidlerin cumhuruna göre bir şer'î hücettir. Bunun bir hüccet olduğu Kur'ân, Sünnet ve akılla sabittir. Bazı fakîhler, kıyası şer'î bir hüccet kabul etmezler. îmâmiyye, Râfiziyye, Hâriciyye ve Zâhiriyye mezhepleri kıyas'ı inkâr etmişlerdir. Kıyasın rükünleri dörttür. el-Asl. Buna el-Makîs aleyh denir. Hükmü hakkında nass bulunan şeydir. el-Fer. Buna el-Makîs denir. Hükmü hakkında nass bulunmayan şeydir. Hükmü'I-Asl. Hakkında nas bulunan aslın hükmüdür ki, bu hüküm sonradan fer'e verilir. el-İllet. İllet asıl hükmün, bina edildiği vasıftır. İllet, asılda hükmün üzerine bina kılındığı bir vasıftır. İllet Zahir, Mazbut, Münasib ve Ğayru Kasir olmalıdır.
İstihsan lügatta bir şeyi güzel saymak manasına gelmektedir. Istılahta müçtehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf veya maşlaha gibi bir delile dayanak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir. İstihsân'ı hüccet olarak en çok Hanefîler kullanmışlardır, İmâm Mâlik'in de İstihsân, ilmin onda dokuzudur" dediği rivayet edilir. Hanefîler, istihsân delilini çok kullandıkları için Şâfiîlerin tenkitlerine maruz kalmışlardır.
Musahabe birlikte olmak ve ayrılmamak demektir. Usulcülerin dilinde ise "Mazide sabit olup sonradan değiştiği bilinmeyen bir şeyin, hali hazırda da aynen kalmasına hükmetmektir. İstishâb, delil bulunmayan yerlerde hüccet olur. Bütün mezhepler istishâb deliline dayanarak istinbâtta bulmuşlardır.
Mesalih-i Mürsele, hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren, fakat muteber veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalardır. Zarurî Maslahat, nefsi, malı, aklı, dini, nesli muhafaza maslahatıdır. Hâcî maslahat insanların zaruret derecesine varmayan ihtiyaçları dolayısıyla olan maslahattır. Bey'bi'l-vefa, istisna, selem gibi akitler bu ihtiyaçları gidermek maksadıyla tecvîz edilmiştir. Tahsini Maslahatlar, bir zaruret, bir ihtiyaçtan dolayı olmayıp mücerred güzeli, en uygununu seçmek cinsinden olan, bir hükmün varlığını yokluğuna tercih eden maslahattır. Muaşeret kaideleri gibi. Mesalihi Mürseleyi teoride sadece Malikiler kabul ediyor gibi görünse de aslında her dört mezhepte pratikte bunu kabul etmişlerdir. Buna hüküm bina etmişlerdir.
Fakîhler, genellikle örf ile âdeti aynı manada kullanırlar ve şu şekilde tarif ederler: "İnsanlar arasında alışkanlıkla yapılagelen ve aklı selim yanında güzel kabul edilen şeydir." Fâsid Örf, Kitâb ve Sünnet'e aykırı düşen örf ve âdete, Sahîh Örf, Dine ve akla aykırı olmayan âdete, Umûmî Örf, bütün bölgelerde insanların üzerinde birleştikleri örf, Husûsî Örf, herhangi bir bölge, ülke veya topluluğa has olan örf, Kavli Örf, bir topluluğun herhangi bir kelimeyi veya bir cümleyi alışkanlık halinde devamlı olarak sözlük manasından başka bir manada kullanmaları, Ameli Örf, herhangi bir topluluğun bir işi, bir hareketi belli bir şekilde devamlı olarak yapmaları manasına gelir. Fakîhler, örf ve âdeti, hükümlerin dayandığı, istinbât kaynaklarından biri olarak kabul etmişlerdir.
Fakîhler, Sahâbî kavli'nin hüccet olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Bu konudaki görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
-Sahâbî kavli mutlak olarak hüccet değildir. Gazâlî, Fahreddin er-Râzî, İbn Hâcİb, Âmidî, Beyzâvî, Şevkânî gibi bilginler bu görüşü savunmaktadırlar.
- Sahâbî Kavli, kıyas ve akıl ile bilinsin bilinmesin mutlak olarak hüccettir, îmâm Mâlik, Pezdevî, Serahsî, Ebü Bekir el-Cassâs ve Hanefîlerden bir grub müctehid bu g0rüşü kabul etmektedirler.
-Sahâbî kavli, kıyas ile bilinmeyen yerde bir hüccettir. Ebû Zeyd ed-Debûsî, Kerhî ve Hanefîlerden bazı âlimler bu görüştedirler.
10-Şer’u Men Kablena- Geçmiş Ümmetlerin Şeriatı
İslâm dini kendisinden önce gelen dinlerde yer alan ibâdet, ceza ve muamelât ile ilgili hükümlerin bir kısmım neshetmiş, bir kısmını aynen veya değiştirerek almıştır. Bir kısmını ise alıp almadığım açıklamamıştır. Fâkihler, son kısımdaki hükümlerin bize nispetle hüccet olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Geçmiş şeriatlar denince bu kısım kasdedilir. Hanefî, Şafiî ve Mâliki fakîhlerinden bazıları bunların bizim tarafımızdan uyulup tatbik edilmesi gereken hükümler olduğunu kabul etmişlerdir.
Zerâyi'in Manası Ve Mahiyeti:Zerâyi' "vesile" anlamına gelen zerîa'ın çoğuludur.Istılahta zerâyi:Helale ve harama götüren ve onlara vasıta olan şeylerdir" diye tarif edilir. Kötülüğe giden yollan kapamak gerekir ki buna seddü'z-zerâyi denir. Hayra giden yolları da açmak gerekir ki buna da fethu'z-zerâyi denir. Seddü'z-zerâyi'i, Mâlikîler ile Hanbelîler hüccet olarak kabul ederken, Ha-nefîler ve Şâfiîler bunu bir hüccet olarak benimsemezler.
ŞER’İ DELİLLERDEN ÇIKARILAN HÜKÜMLER
Hüküm
Fıkıh ilminde hüküm, kaza (kadâ) manasına kullanıldığı gibi "bir şey üzerine terettüp eden eser ve netice" manasında da kullanılmaktadır. Hüküm teklîfî ve vaz'î olmak üzere iki kısma ayrılır.
Teklifi hüküm
Mükellefin fiillerine taalluk eden hitapların birer eseridir. Bu hükümler bir işin yapılmasını veya yapılmamasını talep etmeyi veya iki şey arasında yapıp yapmamada muhayyer kılmayı gerektirir. Teklifi Hüküm talebin olumlu-olumsuz oluşu ve bağlayıcı olup olmaması açısından şu hususlara ayrılmıştır: Vâcib, Mendûb, Haram, Mekruh, Mubah.
Vâcib, Cumhur fakîhlere göre farz ile aynı manadadır. Hanefîler ise vâcib ile farzı aynı manada kabul etmezler. Cumhura göre farz anlamında olan vâcib, şer'an yapılması kesin olarak istenen fiil olup onu terk eden günah işlemiş olur. Hanefîler farzı vâcib ile eş anlamda görmezler, fakat sözlük bakımından aynı anlama geldiğini kabul ederler. Hanefîler, farz ile vâcib'in kesin olarak yapılması gerektiğinde Cumhur fukaha ile birleşirler. Ancak Hanefilere göre farz, kat'î bir delil ile, vâcib de zannî bir delil ile sabit olmuştur.
Mendûb, Şâri'in kesin olmayarak yapılmasını istediği iştir, veya failine yaptığı zaman mükâfat verilen, terk edildiği zaman ceza gerekmeyen şeydir. Mendûb'a nafile, sünnet, tatavvu, müstehab, fazilet, ihsan adları da verilmiştir.
1. Sünnet-i Müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)'in, devam ettirdiği, fakat edası farz ve vacib olmadığına işaret buyurduğu sünnetlerdir.
2. Sünnet-İ Gayr-ı müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)'in kesintili olarak devam ettirdiği sünnetleridir.
3. Peygamber (s.a.s.)'imizin bir kısım işleri daha vardır ki, onlar da mendûp içerisinde mütalaa olunur. Peygamber (s.a.s.)'in giyimi gibi. Sünnet, dinde farz ve vâcib olmaksızın yapılması istenen bir fiil ve harekettir. Buna mesnûn ve sünnet-i müekkede de denir. Sünnet-i gayr-i müekkedeye de müstehab ve mendup isimleri verilir. Müstehab, Yapılması tercih edilmekle birlikte terki hakkında men' bulunmayan ve dinde daima yapılmayan bir fiil ve harekettir. Buna mendûb, âdâb, tatavvu, sünnet-i gayr-i müekkede de denir.
Haram, Haram Şâri'in yapılmamasını kesin olarak istediği şeydir. Buna muharrem ve mahzur da denir. Fakîhlerin cumhuruna göre ister kat'î, isterse zannî delille olsun bir şeyin yapılmaması muhataptan istenirse o haram olur. Hanefîler ise haramın sabit olması için kat'î bir delile dayanmasını şart koşarlar. Haramlığı zannî bir delil ile sabit olan bir şeye tahrîmen mekruh adını verirler. Haram Li’aynihi (Bizzat kendisinden dolayı haram); Haram Li’gayrihi: (Başkası dolayısıyla haram). Mekruh ise fakîhlerin çoğunluğuna göre, Şâri'in yapılmasını kesin olmayarak istediği şeydir. Hanefîlere göre mekruh, Şâri'in zannî bir delille yapılmamasını istediği şeydir. Hanefîler mekrûh'u iki kısma ayırırlar. Tahrîmen mekruh, Bu İmâm Muhammed'e göre haram hükmündedir. Tenzîhen mekruh. Fakîhlerin çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse kınanmaz. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan kaçınanlar ise övülür.
Mübâh, mükellefin yapıp yapmamada muhayyer olduğu bir şeydir ve kendisine helâl, caiz de denir. Yeme, içme ve benzeri gibi. Bunun yapılmasında sevap ve terkedilmesinde kınama yoktur. Mubah liaynihi, Mubah ligayrihi diye ikiye ayrılır.
Azîmet, Fıkıh usûlü ilminde şöyle tarif edilir: "Meşakkat, zaruret gibi arızi bir özre bağlı olmaksızın baştan konan aslî hükümlerdir". Bu tarife göre azîmet; farz, vâcib, haram, mekruh, mendûb, mubah gibi bütün teklifî hükümleri içine alır.
Ruhsat, lügatta kolaylık manasına gelir. Fıkıh usûlü ilminde, meşakkat, zaruret gibi bir özre bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve hafifletilmiş olarak sonradan (ikinci defa) konmuş hükme, ruhsat denir.
Bir şeyi, başka bir şeye sebep, şart, illet, alâmet, rükün, mâni' kılmayı gerektiren bir hükümdür. Vaz'î Hükmün Kısımları, Rükün, İllet, Sebep, Şart, Alâmet, Manî’dir. Rükun, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsurdur. İllet, Fakîhler, hükmün varlığı, kendisine nisbet ve izafet edilen, başka bir ifade ile, hükmün dayandığı şeye illet derler. Sebep, hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren, ona ulaştıran bir yol ve vasıtadır. Şart, hükmün varlığı ona dayanır. Onun bulunmaması, hükmün de bulunmamasını gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün bulunmasını gerektirmez. Şart ile sebeb ve illet arasındaki fark da işte budur. Alâmet, Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve açıklayan şeydir. Manî, Vaz'î hükümlerden manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı şer'î bir iştir.
Mükellef Olmanın Şartları
Akıl, Teklifleri anlayacak derecede akıl ve zekâ bulunması, Ehliyet, Kendisine yapılan tekliflere ehil olması. Istılahta "şahsın ilzam (borçlandırma, borç altına sokma) ve iltizâm (borçlanma, borç altına girme)'a selâhiyetli olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir. Ehliyet iki çeşittir. Vücûp ehliyeti, bir insanın lehine ve aleyhine ait meşru hakların vâcib (sabit) olmasına selâhiyetli (elverişli) bulunmasıdır" diye tarif edilir. Eksik ve Tam olarak iki kısımdır. Edâ ehliyeti, insanın kendisinden şer'an muteber olabilecek şekilde fiillerin südûruna selâhiyetli bulunmasıdır şeklinde tarif edilir. Bu da eksik ve tam olarak iki kısımdır. Ehliyet şu durumlarda ortadan kalkar. Semavî Arızalar: (Gayrı İradi Arızalar) Semavî arızalar, insanın kazanmasıyla, irade ve ihtiyarıyla olmaksızın meydana gelen arızalardır. Bu arızalar çocukluk (sığar), delilik (cünûn) bunama (ateh), bayılma (iğmâ), uyku (nevm), unutma (nisyan) aybaşı hali (hayız), lohusalık (nifas), ölüm hastalığı (marazu'1-mevt), ölüm (mevt), kölelik (rıkk)dır. Bu arızalardan bir kısmı, mesela ölüm gibi, vucûb ehliyetini, bir kısmı, mesela uyku, bayılma eda ehliyetini ortadan kaldırır.
Mükteseb Arızala: Bunlar, insanın kesb, ihtiyar ve iradesiyle meydana gelen arızalardır. Bunlar; bilmemek (cehl), sarhoşluk (sekr), şaka (hezl), hata, ikrah, sefahat, yolculuk (sefer)dir.
Tearuzu Edille: Istılahta, eşit kuvvette iki şer'i delilden birinin, bir mesele hakkında bir anda gerektirdiği hükmün, diğer bir delilin aynı mesele hakkında gerektirdiği hükme aykırı olmasına "tearuz" denmektedir.
İslâm âlimleri, şer'î deliller arasında tearuzun caiz ve vâki olup olmadığı konusunda değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Fakîhlerin bu konudaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz. Şer'î deliller arasında tearuz caiz ve vâki değildir. Şer'î deliller arasında tearuz hem caiz, hem de vâkidir. Kat'î deliller arasında tearuz caiz ve vâki değilse de, zannî deliller arasında caiz ve vâkidir. Tearuzu gidermenin yolları ise, Fukaha mesleğinin tearuzu giderirken uyguladıkları usuller, Nesh, Tercih, Cem' ve tevfîk, Tesâkut (terk). Mütekellimin mesleğinin tearuzu giderme yolları ise, Cem' ve tevfik, Tercih, Nesh, Tesakuttur.
HADİS USULU
Usulül Hadis Ulûmü’l-hadîs, mustalahu’l-hadîs aynı anlamda kullanılan bir terimdir. İlim kelimesi âyet ve hadislerde çokça geçmekle birlikte çoğulu olan “ulûm” Kur'an'da ve hadis külliyatında yer almamaktadır. İlk asırlarda ilim kelimesiyle daha çok hadisin kastedildiğine dair bir çok örnek vardır. Bu anlamda mustalahu’l-hadîs, usûl-i hadîs veya ulûmü’lhadîs başlıkları altında teşekkül eden literatürle birlikte hadis ilmi konusu, meseleleri ve kaideleri belirlenmiş müstakil bir disiplin haline gelmiştir. Ancak her ilmin bir konusu, ilkeleri ve amacının bulunması gerektiği göz önüne alındığında ulûmü’l-hadîs başlığı altında yer alan ilimlerin büyük çoğunluğunun müstakil birer disiplin değil hadise dair birtakım mesele ve kaidelerden meydana gelen konu başlıkları olduğu söylenebilir. Hadislerin rivayeti, derlenmesi, sahihinin zayıfından ayırt edilmesi, cerh ve ta‘dîl yönünden râvilerin durumu, hadislerdeki garîb kelimelerin, nâsih ve mensuh rivayetlerin açıklanması, birbiriyle ihtilâflı hadislerin izahı, mâna yönünden hadislerin şerhi ve onlardan çıkarılacak hükümlerin tespiti gibi daha birçok ilim konusu ulûmü’l-hadîsin kapsamına girer. Hadis ilimlerini belirleyen Hâkim en-Nîsâbûrî elli iki, bunları geliştiren İbnü’s-Salâh altmış beş ilimden bahseder. Her ikisi de hadis ilimlerini “nev‘”şeklinde ifade etmiştir. Ulûmü’l-hadîs, hadis ilmine dair çeşitli konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla beraber bu ilim içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis tedvîn ve tasnif faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken dönem muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve ,fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîsil imleridir. Son ikisi hadis ilimleri arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise isnadda veya metinde yer alan ve hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiş, ancak İbn Receb el-Hanbelî’nin kaleme almasından sonra müstakil bir disiplin haline gelmiştir. İsnada ilişkin ilimlerle birlikte hadislerde yer alan garîb kelime ve ifadeleri izah etmeyi amaçlayan garîbü’l-hadîs ile, anlam bakımından birbiriyle çelişkili gibi görünen rivayetleri uzlaştırmayı hedefleyen muhtelifü’l-hadîs ilimleri II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllarda ilk ürünlerini vermiştir. Nâsih ve mensuh ilmi ise daha çok muhtelifü’l-hadîsle birlikte değerlendirilmiştir. Fıkhü’l-hadîs hadisleri anlamayı, hadislerden hareketle Hz.Peygamber’in amacını kavramayı konu edinen ilim dalıdır. Fıkhü’l-hadîsten bir ilim olarak ilk söz eden Hâkim en-Nîsâbûrî’dir. Esbâbü vürûdi’l-hadîs hadislerin hangi sebep, vesile veya durum dolayısıyla söylendiğini araştıran ilim dalıdır. Kur’an’ı anlamada esbâb-ı nüzûl bilgisi ne kadar önemliyse hadisleri anlamada da esbâb-ı vürûd o derece önemlidir. Bununla birlikte hadis tarihinde esbâbü vürûdi’l-hadîsin diğer ilim dalları gibi müstakil bir disiplin haline geldiğini söylemek zordur. Bu ilmin müstakil bir disiplin haline gelmesi için hadis ve sünnetin hangi olay üzerine söylendiğini ve ortaya konduğunu sadece hadis kitaplarındaki rivayetlerle değil tarih, coğrafya, sosyoloji ve psikolojiden yararlanarak ilmî yöntemlerle tahlil etmek gerekir. Ayrıca sünnetin yerelliği ve evrenselliği, zaman ve mekân boyutu, örfî olup olmadığı, hangilerinin hâs ve âm olduğu gibi hususlar da bu ilim tarafından tesbit edilmelidir. Bu ilim, Hz. Peygamber’in bir sözü hangi vesile ile söylediği yanında bu sözü hangi ilkeyi göz önünde bulundurarak söylediğini de ele almalıdır. Şimdi Hadis Usulünün tanımı ve temel başlıklarını kısaca vererek genel bir çerçeveyi şu şekilde çizebiliriz.
Hadis Usûlü, Kabul ve ret yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usûl ve kaideler ilmidir.
Senedin Müntehası Açısından Hadis Çeşitleri:
1-Merfu Hadis: Hz. Peygamber'e izafe edilen söz, fiil, takrîr veya sıfat a merfû hadis denir.
2-Mevkuf Hadis: Sahabeye isnad edilen hadislerdir.
3-Maktu Hadis: Tabiî veya tabiîden daha aşağıdakine izafe edilen söz veya fiile maktu hadis denir
4-Kutsi Hadis: Resûlüllah'ın Rabb'ine (azze ve celle)isnâd ederek söyleyip, Hz. Peygamber'den bize nakledilen hadise denir.
Ravi Sayısı Açısından Hadis Çeşitleri:
1-Mütevatir: Yalan üzere birleşmeleri âdeten mümkün olmayan kalabalık bir grup tarafından rivayet edilen habere mütevâtir haber denir. Kesin ilim ifade eder. Mütevâtir haber lafzı ve mânevî olmak üzere iki kısma ayrılır.
2-Ahad: Mütevâtir haber şartlarını taşımayan habere âhâd haber denilir. Âhâd haber nazarî ilim ifade eder. Rivayet Edenlerin Sayısına Göre Meşhur, Azîz, Garîb olarak üçe ayrılır.
a. Meşhur: Tevatür derecesine çıkmaksızın -her tabakada- en az üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği hadise meşhur hadis denir.
b. Azîz: Senedinin her tabakasında râvî sayısının ikiden az olmadığı hadis demektir.
c. Garîb: Bir râvinin, rivayetinde tek kaldığı hadis demektir.
Kabul ve Red Açısından Hadis Çeşitleri:
1- Makbul Hadis: Yüksek seviyede doğruluk vasfına sahip olan bir habercinin verdiği habere makbul haber denir. Böyle bir haberi hükme mesned olarak kullanmak ve onunla amel etmek vaciptir. Sahîh li-zâtihi, Sahîh li-gayrihi Hasen li-zâtihi Hasen li-gayrihi kısımlarına ayrılır
2- Merdûd Hadis: Yüksek seviyede doğruluk vasfına sahip olmayan bir habercinin verdiği habere de merdûd haber denir. Böyle bir haber hükme mesned olamaz, onunla amel de edilmez. Bu hadisin ret sebebi ya senedinin muttasıl olmaması, ya ravinin adalet ve zabt kusurları, yada hadisin şaz veya illetli olmasıdır. Senedin muttasıl olmaması, keyfiyetine göre Muallak, Munkatı, Mu’dal, Müdelles, Mürsel-i Hafi, Muan’an, ve Müennen kısımlarına ayrılır. Eğer hadis ravideki adaletle ilgili bir sorun nedeniyle kabul görmemişse, bu da Mevzu, Metrük, Münker, Mübhem ve Bid’a başlıkları altında incelenir. Eğer problem ravinin zaptı yönünde ise bu hadis Müdrec, Maklub, Muzdarip, Musahhaf, Muharref kısımlarında ele alınır. Bir de hadis şaz olması nedeniyle reddedilebilir. Şaz olması demek sika bir ravinin daha sikaya veya sikalara muhalefet etmesidir. Ayrıca görünürde sahih olup gizli bir illeti olan ve erbabı tarafından anlaşılabilen hadisler de muallel hadis babında ele alınır. Bu saydığımız hadisler merdud olan hadislerdir.
Hadiste Ta’n Sebepleri
Hadis terminolojisinde hadis ravileri çok sıkı kriterlere tabi tutulmuş, ravilerin sika olup olmadığı ile ilgili bazı kurallar konularak bu denetim yapılmıştır. Ravilerle ilgili olarak iki yönlü bir eleştiri sistemi oluşmuştur. Bunlar ya ravinin adaleti ya da zabtı noktasında olmuştur. Ravi’nin adaleti, onun kişiliğine tekabül eden özellikleri, zabtı, onun zihni melekelerine tekabül eden özellikleri anlamındadır. Ravi’nin adaleti, Kizbur Ravi,(ravinin yalancı olması), İttihamur Ravi bi’l Kizb (ravinin yalancılıkla itham edilmiş olması), Fisku’r Ravi(ravinin günah işleyen biri olması), Cehaletü’r Ravi(ravinin tanınmayan biri olması), Bidatü’r Ravi(ravinin bidat ehlinden olması)’dır. Ravinin Zabtı ile ilgili olarak, Kesretü’l Galat(çok yanlış yapması), Fertü’l Gaflet(ravinin bir şeye kendini çabuk kaptıran biri olması), Vehm, Muhalefetü’s Sikat(güvenilir ravilere muhalefet etmesi), Su’ü’l Hıfz(kötü hafızaya sahip olması)
Kaynaklar:
1-Prof.Dr. İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü.
2-Prof. Dr. Fahrettin ATAR, Fıkıh Usulü,
3-Yeni Hadis Usûlü (Teysîru Mustalahi'l-Hadîs) Dr.Mahmud TAHHAN.
4-Prof.Dr.Zekiyyüddin ŞABAN, İslam Hukuk İlminin Esasları, Çev. Prof.Dr.İbrahim Kafi DÖNMEZ.
5-İslam Ansiklopedisi, TDV.
6- Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi
7-Prof.Dr.Halis ALBAYRAK, Tefsir Usulü.
8- Prof.Dr. Ahmet Nedim SERİNSU, Kur’an ve Bağlam.
Ad Soyad : Ensar YILMAZ
Program : Doktora
Öğrenci No : 14922712
Ödev : Usüller Mütalaası.
TEFSİR USULÜ
FIKIH USULU
Sözlükte
“kök, esas, kaide” anlamındaki asl kelimesinin çoğulu usûlün fıkh kelimesine
izâfe edilmesiyle oluşturulan ve temel İslâmî ilimlerden biri olan usûlü’l-fıkh
“icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek” şeklinde
tanımlanır. İcmâlî deliller dinî hükümlerin meşruiyet kaynağını teşkil eden
delillere toplu bakışı, fıkıh istinbatına ulaştıran kaideler de bu delillerden
fıkhî hükümlerin çıkarılmasında izlenecek metotları (menhec-menâhic) ifade
eder. Ayrıca usûl-i fıkhın amacı, delillerden hüküm elde etme yollarının
bilinmesi, usul faaliyetiyle ulaşılmak istenen sonuç da şer‘î hüküm olduğundan
hüküm kavramının incelenmesi ve buna ilişkin temel meselelere ait teorinin
ortaya konulmasını usul ilmi üstlenmiş, belirli kaynaklardan belirli
yöntemlerle hüküm elde edecek kişiyle (müctehid) ilgili meseleler de fıkıh
usulünde genellikle ele alınan ana konulardan biri olmuştur (usûl-i fıkhın
tanımlarından örnekler ve analizi için bk. Köksal, Fıkıh Usûlünün Mahiyeti, s.
89-97). Fakihin kaynak ve yöntem bilgisi mahiyetindeki usûl-i fıkıh İslâm
ilimleri içinde çok önemli bir yer tutar.
Fıkıh Usûlü'nün Istilâhî
Tarifi: Şer'î hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbitını) mümkün
kılan kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Fıkıh Usûlünün Konusu,
Şer'î hükümler ve şer'î delillerdir. Gayesi ise, şer'î
delillerden şer'î hükümlerin nasıl çıkarılacağını öğretmektir.
ŞER’İ DELİLLER
Peygamberimize indirilmiş, mushaflarda yazılı, ondan tevatüren nakledilmiş, okunması ile ibadet edilen, beşerin benzerini getirmekten âciz kaldığı nazm-ı celildir,”Kur'ân hem mana ve hem de lafız ciheti ile mu'cize'dir. O'nun sadece manasına Kur'ân denmez. Bu sebeple O'nun tefsir ve tercemesi, Kur'ân yerine kâim olamaz ve tefsir ve tercemesi ile ibadet yapılamaz. Kur'ân, hükümleri açıklarken kendisine has bir üslûb kullanmıştır. Şöyle ki," güzel fiillerin yapılmasını teşvik etmiş, hatta emretmiştir. Farz, vacip hükümlerine karşı çıkılmasını yasaklamıştır.
Kur'ân'ın Hükümleri Beyânı (Açıklaması) Tafsili olarak (Tam ve açıkça olarak) veya İcmali olarak (Kısa ve öz olarak)tır. Kur'ân-ı Kerîm, insan hayatının bütün safhaları için hüküm koymuştur, Kur'ân-ı Kerîm de bulunan hükümleri üç ana başlık altında toplayabiliriz:
1. İtikadı hükümler: Bunlar Kelâm ilminin konusudur.
2. Ahlâkî hükümler: Bunlar Ahlâk ilminin konusudur.
3. Amelî-fıkhî hükümler: Bunlar, fıkıh ve Fıkıh Usûlü ilimlerinin konusudur. Amelî-fıkhî hükümlerle ilgili 500 ayet bulunduğu ifade edilmektedir. Amelî-fıkhî hükümleri iki başlık altında inceleyebiliriz:
a. İbâdetler:Bu hükümlerin gayesi, ferdin Rabbi ile olan münasebetlerini düzenlemektir.
b. Muamelat:Bunlar ibadetlerin dışında kalan ameli-fıkhı hükümlerdir.Bugünkü hukuki tabirle Hususi Hukuk, Umumi Hukuk çerçevesine giren hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümlerin gayesi, ferdin fert ile ferdin cemiyet ile yahut cemiyetin cemiyet ile olan münasebetlerini düzenlemektir.
Usûlcülere göre sünnet, peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrir (tasvîb)leridir. Bütün İslâm bilginleri, Sünnet'i, Kur'ân"dan sonra bir teşrî kaynağı olarak kabul etmişler ve bu konuda bazı âyet ve hadisleri delil olarak göstermişlerdir. Ayrıca, İcmâ'nın ve aklî delillerin de Sünnet'in bir teşrî kaynağı olduğunu gösterdiğini ilâve etmişlerdir. Sünnet, Kur'an'ın müphem ve mücmellerini açıklar, umumi hükümlerini tahsis eder.Kur'an'da asılları sabit olan konuların hükümlerini tamamlayıcı mahiyette açıklamalarda bulunu. Kur'an'da olmayan bir kısım hükümleri açıklar.
İcmâ Istılahta "Hz. Peygamber (s.a.s.)in vefatından sonra herhangi bir asırda İslam müctehidlerinin amelî bir meselenin şer’î hükmü üzerinde, ittifak etmeleridir" şeklinde tarif edilmiştir. İcmâ; bir kısım şer'î hükümlerde, yani dinî işlerde câridir; ibâdetlerde ve hukuki meselelerde icmâ cereyen eder. İtikat konularında ise icmâ sabit olmaz; bunlarda nakil geçerlidir. Aynı şekilde aklî konularla dinî olmayan konularda da icmâ tahakkuk etmez. İcmanın olabilmesi için bütün müctehidlerin ittifakının olması ve bir asrın geçmesi gerekir. İcmanın dayanağına gelince, müctehidlerin bir hadise hakkında ittifak etmeleri, mücerret reylerine müs-tenid olmayıp yine şer'î bir delile müstenid bulunur. Bu delil, haber-i vâhid veya kıyas olabilir. îcmâ ile bu deliler kuvvet bulur, artık asıl delil, icmâ olmuş olur, hüküm icmâ'a izafe edilir. Usûlcüler, icmâ'ın senedinin, ictihâd yahut kıyas olup olamayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Âlimlerin çoğunluğu, buna cevaz vermiştir. Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr et-Taberî gibi âlimler ise bunu tecvîz etmemişlerdir. Mutezilî İbrahim Nazzâm, Şîa'dan bazı fakîhler, îcmâ'ın vukûnun imkânsızlığına kânî olmuşlardır. Yine Mutezilî İbrahim Nazzâm, Râfızîlerin ekserisi, İcmâ'ın bir hüccet olduğunu da kabul etmemişlerdir.İcmâ'ın bir hüccet olduğu, âyetler, hadisler ve aklî delillerle sabittir. İcmâ, iki yolla tahakkuk eder.Azimet veya Ruhsat. Azimet yolu ile mün'akıd olan icmâ'a "Sarîh icmâ" "Kavlî icmâ", "Amelî icmâ" ruhsat yoluyla mün'akıd olanına da, "Sükûtî icmâ" denir. Kavlî icmâ: Bir mesele hakkında bir asırdaki müctehidlerin birden hüküm verip onunla hepsinin aynı veçhiyle amel ettikleri icmâ'dır. Bu türlü icmâ, fakîh-lerin bütünü tarafından ittifakla hüccet kabul edilmiştir. Sükûtî icmâ ise: Bir mesele hakkında bu müctehidlerin bir kısmı hüküm verdiği halde veya onunla amel ettiği halde diğer bir kısmının ona vakıf olduğu ve kâfi derecede düşünme zamanı geçtiği halde sükût ettikleri icmâ'dır. Hanefîler sükûtî icmâ'ı hüccet olarak kabul ederler. İmâm Şafii ise, bu şekilde mün'akid olan icmâ'ı hüccet kabul etmez.
Istılahta kıyas "iki bilinen şeyden birinin nassla sabit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı diğerinde de ictihâd ile izhâr etmektir" diye tarif edilmiştir. Kıyas muzhir bir hüccettir. Kur'ân ve sünnet ise müsbit bir hüccettir. Bir mes'elenin şer'î hükmünü kıyas yoluyla istihraç edebilmek için o hususta nass ile sabit olan şer'î hükmün bulunması gerekir. Kıyasın ictihad ile münasebeti vardır. îctihâd'ın sahası kıyas'dan daha geniştir. Hatta ictihâd, kıyası da içerisine almaktadır. Kıyas yapılırken şu yöntemler kullanılır.Tahkîku'l-Menât: Nasda ifade edilen illetin, yeri bulunarak tatbik edilmesi.Tenkîhu'l-Menât: İllet araştırılırken onunla ilgisi bulunmayan vasıfların ayıklanması.Tahrîcu'l-Menât: İllet'in istinbât yoluyla ortaya çıkarılması. Kıyas, müctehidlerin cumhuruna göre bir şer'î hücettir. Bunun bir hüccet olduğu Kur'ân, Sünnet ve akılla sabittir. Bazı fakîhler, kıyası şer'î bir hüccet kabul etmezler. îmâmiyye, Râfiziyye, Hâriciyye ve Zâhiriyye mezhepleri kıyas'ı inkâr etmişlerdir. Kıyasın rükünleri dörttür. el-Asl. Buna el-Makîs aleyh denir. Hükmü hakkında nass bulunan şeydir. el-Fer. Buna el-Makîs denir. Hükmü hakkında nass bulunmayan şeydir. Hükmü'I-Asl. Hakkında nas bulunan aslın hükmüdür ki, bu hüküm sonradan fer'e verilir. el-İllet. İllet asıl hükmün, bina edildiği vasıftır. İllet, asılda hükmün üzerine bina kılındığı bir vasıftır. İllet Zahir, Mazbut, Münasib ve Ğayru Kasir olmalıdır.
İstihsan lügatta bir şeyi güzel saymak manasına gelmektedir. Istılahta müçtehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf veya maşlaha gibi bir delile dayanak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir. İstihsân'ı hüccet olarak en çok Hanefîler kullanmışlardır, İmâm Mâlik'in de İstihsân, ilmin onda dokuzudur" dediği rivayet edilir. Hanefîler, istihsân delilini çok kullandıkları için Şâfiîlerin tenkitlerine maruz kalmışlardır.
Musahabe birlikte olmak ve ayrılmamak demektir. Usulcülerin dilinde ise "Mazide sabit olup sonradan değiştiği bilinmeyen bir şeyin, hali hazırda da aynen kalmasına hükmetmektir. İstishâb, delil bulunmayan yerlerde hüccet olur. Bütün mezhepler istishâb deliline dayanarak istinbâtta bulmuşlardır.
Mesalih-i Mürsele, hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya onlardan bir zararı gideren, fakat muteber veya geçersiz sayıldığına dair belirli bir delil bulunmayan manalardır. Zarurî Maslahat, nefsi, malı, aklı, dini, nesli muhafaza maslahatıdır. Hâcî maslahat insanların zaruret derecesine varmayan ihtiyaçları dolayısıyla olan maslahattır. Bey'bi'l-vefa, istisna, selem gibi akitler bu ihtiyaçları gidermek maksadıyla tecvîz edilmiştir. Tahsini Maslahatlar, bir zaruret, bir ihtiyaçtan dolayı olmayıp mücerred güzeli, en uygununu seçmek cinsinden olan, bir hükmün varlığını yokluğuna tercih eden maslahattır. Muaşeret kaideleri gibi. Mesalihi Mürseleyi teoride sadece Malikiler kabul ediyor gibi görünse de aslında her dört mezhepte pratikte bunu kabul etmişlerdir. Buna hüküm bina etmişlerdir.
Fakîhler, genellikle örf ile âdeti aynı manada kullanırlar ve şu şekilde tarif ederler: "İnsanlar arasında alışkanlıkla yapılagelen ve aklı selim yanında güzel kabul edilen şeydir." Fâsid Örf, Kitâb ve Sünnet'e aykırı düşen örf ve âdete, Sahîh Örf, Dine ve akla aykırı olmayan âdete, Umûmî Örf, bütün bölgelerde insanların üzerinde birleştikleri örf, Husûsî Örf, herhangi bir bölge, ülke veya topluluğa has olan örf, Kavli Örf, bir topluluğun herhangi bir kelimeyi veya bir cümleyi alışkanlık halinde devamlı olarak sözlük manasından başka bir manada kullanmaları, Ameli Örf, herhangi bir topluluğun bir işi, bir hareketi belli bir şekilde devamlı olarak yapmaları manasına gelir. Fakîhler, örf ve âdeti, hükümlerin dayandığı, istinbât kaynaklarından biri olarak kabul etmişlerdir.
Fakîhler, Sahâbî kavli'nin hüccet olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Bu konudaki görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
-Sahâbî kavli mutlak olarak hüccet değildir. Gazâlî, Fahreddin er-Râzî, İbn Hâcİb, Âmidî, Beyzâvî, Şevkânî gibi bilginler bu görüşü savunmaktadırlar.
- Sahâbî Kavli, kıyas ve akıl ile bilinsin bilinmesin mutlak olarak hüccettir, îmâm Mâlik, Pezdevî, Serahsî, Ebü Bekir el-Cassâs ve Hanefîlerden bir grub müctehid bu g0rüşü kabul etmektedirler.
-Sahâbî kavli, kıyas ile bilinmeyen yerde bir hüccettir. Ebû Zeyd ed-Debûsî, Kerhî ve Hanefîlerden bazı âlimler bu görüştedirler.
10-Şer’u Men Kablena- Geçmiş Ümmetlerin Şeriatı
İslâm dini kendisinden önce gelen dinlerde yer alan ibâdet, ceza ve muamelât ile ilgili hükümlerin bir kısmım neshetmiş, bir kısmını aynen veya değiştirerek almıştır. Bir kısmını ise alıp almadığım açıklamamıştır. Fâkihler, son kısımdaki hükümlerin bize nispetle hüccet olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Geçmiş şeriatlar denince bu kısım kasdedilir. Hanefî, Şafiî ve Mâliki fakîhlerinden bazıları bunların bizim tarafımızdan uyulup tatbik edilmesi gereken hükümler olduğunu kabul etmişlerdir.
Zerâyi'in Manası Ve Mahiyeti:Zerâyi' "vesile" anlamına gelen zerîa'ın çoğuludur.Istılahta zerâyi:Helale ve harama götüren ve onlara vasıta olan şeylerdir" diye tarif edilir. Kötülüğe giden yollan kapamak gerekir ki buna seddü'z-zerâyi denir. Hayra giden yolları da açmak gerekir ki buna da fethu'z-zerâyi denir. Seddü'z-zerâyi'i, Mâlikîler ile Hanbelîler hüccet olarak kabul ederken, Ha-nefîler ve Şâfiîler bunu bir hüccet olarak benimsemezler.
ŞER’İ DELİLLERDEN ÇIKARILAN HÜKÜMLER
Hüküm
Fıkıh ilminde hüküm, kaza (kadâ) manasına kullanıldığı gibi "bir şey üzerine terettüp eden eser ve netice" manasında da kullanılmaktadır. Hüküm teklîfî ve vaz'î olmak üzere iki kısma ayrılır.
Teklifi hüküm
Mükellefin fiillerine taalluk eden hitapların birer eseridir. Bu hükümler bir işin yapılmasını veya yapılmamasını talep etmeyi veya iki şey arasında yapıp yapmamada muhayyer kılmayı gerektirir. Teklifi Hüküm talebin olumlu-olumsuz oluşu ve bağlayıcı olup olmaması açısından şu hususlara ayrılmıştır: Vâcib, Mendûb, Haram, Mekruh, Mubah.
Vâcib, Cumhur fakîhlere göre farz ile aynı manadadır. Hanefîler ise vâcib ile farzı aynı manada kabul etmezler. Cumhura göre farz anlamında olan vâcib, şer'an yapılması kesin olarak istenen fiil olup onu terk eden günah işlemiş olur. Hanefîler farzı vâcib ile eş anlamda görmezler, fakat sözlük bakımından aynı anlama geldiğini kabul ederler. Hanefîler, farz ile vâcib'in kesin olarak yapılması gerektiğinde Cumhur fukaha ile birleşirler. Ancak Hanefilere göre farz, kat'î bir delil ile, vâcib de zannî bir delil ile sabit olmuştur.
Mendûb, Şâri'in kesin olmayarak yapılmasını istediği iştir, veya failine yaptığı zaman mükâfat verilen, terk edildiği zaman ceza gerekmeyen şeydir. Mendûb'a nafile, sünnet, tatavvu, müstehab, fazilet, ihsan adları da verilmiştir.
1. Sünnet-i Müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)'in, devam ettirdiği, fakat edası farz ve vacib olmadığına işaret buyurduğu sünnetlerdir.
2. Sünnet-İ Gayr-ı müekkede: Bunlar, Peygamber (s.a.s.)'in kesintili olarak devam ettirdiği sünnetleridir.
3. Peygamber (s.a.s.)'imizin bir kısım işleri daha vardır ki, onlar da mendûp içerisinde mütalaa olunur. Peygamber (s.a.s.)'in giyimi gibi. Sünnet, dinde farz ve vâcib olmaksızın yapılması istenen bir fiil ve harekettir. Buna mesnûn ve sünnet-i müekkede de denir. Sünnet-i gayr-i müekkedeye de müstehab ve mendup isimleri verilir. Müstehab, Yapılması tercih edilmekle birlikte terki hakkında men' bulunmayan ve dinde daima yapılmayan bir fiil ve harekettir. Buna mendûb, âdâb, tatavvu, sünnet-i gayr-i müekkede de denir.
Haram, Haram Şâri'in yapılmamasını kesin olarak istediği şeydir. Buna muharrem ve mahzur da denir. Fakîhlerin cumhuruna göre ister kat'î, isterse zannî delille olsun bir şeyin yapılmaması muhataptan istenirse o haram olur. Hanefîler ise haramın sabit olması için kat'î bir delile dayanmasını şart koşarlar. Haramlığı zannî bir delil ile sabit olan bir şeye tahrîmen mekruh adını verirler. Haram Li’aynihi (Bizzat kendisinden dolayı haram); Haram Li’gayrihi: (Başkası dolayısıyla haram). Mekruh ise fakîhlerin çoğunluğuna göre, Şâri'in yapılmasını kesin olmayarak istediği şeydir. Hanefîlere göre mekruh, Şâri'in zannî bir delille yapılmamasını istediği şeydir. Hanefîler mekrûh'u iki kısma ayırırlar. Tahrîmen mekruh, Bu İmâm Muhammed'e göre haram hükmündedir. Tenzîhen mekruh. Fakîhlerin çoğunluğuna göre mekruh işleyen kimse kınanmaz. Hanefîlere göre tahrîmen mekruhu işleyen kimse kınanır. Onlardan kaçınanlar ise övülür.
Mübâh, mükellefin yapıp yapmamada muhayyer olduğu bir şeydir ve kendisine helâl, caiz de denir. Yeme, içme ve benzeri gibi. Bunun yapılmasında sevap ve terkedilmesinde kınama yoktur. Mubah liaynihi, Mubah ligayrihi diye ikiye ayrılır.
Azîmet, Fıkıh usûlü ilminde şöyle tarif edilir: "Meşakkat, zaruret gibi arızi bir özre bağlı olmaksızın baştan konan aslî hükümlerdir". Bu tarife göre azîmet; farz, vâcib, haram, mekruh, mendûb, mubah gibi bütün teklifî hükümleri içine alır.
Ruhsat, lügatta kolaylık manasına gelir. Fıkıh usûlü ilminde, meşakkat, zaruret gibi bir özre bağlı olarak kullara azîmet hükmünü terketme imkânı veren ve hafifletilmiş olarak sonradan (ikinci defa) konmuş hükme, ruhsat denir.
Bir şeyi, başka bir şeye sebep, şart, illet, alâmet, rükün, mâni' kılmayı gerektiren bir hükümdür. Vaz'î Hükmün Kısımları, Rükün, İllet, Sebep, Şart, Alâmet, Manî’dir. Rükun, bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsurdur. İllet, Fakîhler, hükmün varlığı, kendisine nisbet ve izafet edilen, başka bir ifade ile, hükmün dayandığı şeye illet derler. Sebep, hükümde doğrudan doğruya müessir olmayıp, hükme götüren, ona ulaştıran bir yol ve vasıtadır. Şart, hükmün varlığı ona dayanır. Onun bulunmaması, hükmün de bulunmamasını gerektirir. Fakat şartın bulunması, hükmün bulunmasını gerektirmez. Şart ile sebeb ve illet arasındaki fark da işte budur. Alâmet, Hükmün varlığı kendisine bağlı olmayıp, sadece onu tarif ve açıklayan şeydir. Manî, Vaz'î hükümlerden manî, hüküm veya sebeple kasdedilen şeyin vücûduna engel ve aykırı şer'î bir iştir.
Mükellef Olmanın Şartları
Akıl, Teklifleri anlayacak derecede akıl ve zekâ bulunması, Ehliyet, Kendisine yapılan tekliflere ehil olması. Istılahta "şahsın ilzam (borçlandırma, borç altına sokma) ve iltizâm (borçlanma, borç altına girme)'a selâhiyetli olmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir. Ehliyet iki çeşittir. Vücûp ehliyeti, bir insanın lehine ve aleyhine ait meşru hakların vâcib (sabit) olmasına selâhiyetli (elverişli) bulunmasıdır" diye tarif edilir. Eksik ve Tam olarak iki kısımdır. Edâ ehliyeti, insanın kendisinden şer'an muteber olabilecek şekilde fiillerin südûruna selâhiyetli bulunmasıdır şeklinde tarif edilir. Bu da eksik ve tam olarak iki kısımdır. Ehliyet şu durumlarda ortadan kalkar. Semavî Arızalar: (Gayrı İradi Arızalar) Semavî arızalar, insanın kazanmasıyla, irade ve ihtiyarıyla olmaksızın meydana gelen arızalardır. Bu arızalar çocukluk (sığar), delilik (cünûn) bunama (ateh), bayılma (iğmâ), uyku (nevm), unutma (nisyan) aybaşı hali (hayız), lohusalık (nifas), ölüm hastalığı (marazu'1-mevt), ölüm (mevt), kölelik (rıkk)dır. Bu arızalardan bir kısmı, mesela ölüm gibi, vucûb ehliyetini, bir kısmı, mesela uyku, bayılma eda ehliyetini ortadan kaldırır.
Mükteseb Arızala: Bunlar, insanın kesb, ihtiyar ve iradesiyle meydana gelen arızalardır. Bunlar; bilmemek (cehl), sarhoşluk (sekr), şaka (hezl), hata, ikrah, sefahat, yolculuk (sefer)dir.
Tearuzu Edille: Istılahta, eşit kuvvette iki şer'i delilden birinin, bir mesele hakkında bir anda gerektirdiği hükmün, diğer bir delilin aynı mesele hakkında gerektirdiği hükme aykırı olmasına "tearuz" denmektedir.
İslâm âlimleri, şer'î deliller arasında tearuzun caiz ve vâki olup olmadığı konusunda değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Fakîhlerin bu konudaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz. Şer'î deliller arasında tearuz caiz ve vâki değildir. Şer'î deliller arasında tearuz hem caiz, hem de vâkidir. Kat'î deliller arasında tearuz caiz ve vâki değilse de, zannî deliller arasında caiz ve vâkidir. Tearuzu gidermenin yolları ise, Fukaha mesleğinin tearuzu giderirken uyguladıkları usuller, Nesh, Tercih, Cem' ve tevfîk, Tesâkut (terk). Mütekellimin mesleğinin tearuzu giderme yolları ise, Cem' ve tevfik, Tercih, Nesh, Tesakuttur.
HADİS USULU
Usulül Hadis Ulûmü’l-hadîs, mustalahu’l-hadîs aynı anlamda kullanılan bir terimdir. İlim kelimesi âyet ve hadislerde çokça geçmekle birlikte çoğulu olan “ulûm” Kur'an'da ve hadis külliyatında yer almamaktadır. İlk asırlarda ilim kelimesiyle daha çok hadisin kastedildiğine dair bir çok örnek vardır. Bu anlamda mustalahu’l-hadîs, usûl-i hadîs veya ulûmü’lhadîs başlıkları altında teşekkül eden literatürle birlikte hadis ilmi konusu, meseleleri ve kaideleri belirlenmiş müstakil bir disiplin haline gelmiştir. Ancak her ilmin bir konusu, ilkeleri ve amacının bulunması gerektiği göz önüne alındığında ulûmü’l-hadîs başlığı altında yer alan ilimlerin büyük çoğunluğunun müstakil birer disiplin değil hadise dair birtakım mesele ve kaidelerden meydana gelen konu başlıkları olduğu söylenebilir. Hadislerin rivayeti, derlenmesi, sahihinin zayıfından ayırt edilmesi, cerh ve ta‘dîl yönünden râvilerin durumu, hadislerdeki garîb kelimelerin, nâsih ve mensuh rivayetlerin açıklanması, birbiriyle ihtilâflı hadislerin izahı, mâna yönünden hadislerin şerhi ve onlardan çıkarılacak hükümlerin tespiti gibi daha birçok ilim konusu ulûmü’l-hadîsin kapsamına girer. Hadis ilimlerini belirleyen Hâkim en-Nîsâbûrî elli iki, bunları geliştiren İbnü’s-Salâh altmış beş ilimden bahseder. Her ikisi de hadis ilimlerini “nev‘”şeklinde ifade etmiştir. Ulûmü’l-hadîs, hadis ilmine dair çeşitli konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla beraber bu ilim içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis tedvîn ve tasnif faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken dönem muhaddislerince hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır. Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis metinlerini anlamaya yönelik olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs, nâsihu’l-hadîs ve ,fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîsil imleridir. Son ikisi hadis ilimleri arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin güvenilirliğini tesbit etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı ricâl eserleridir; buna ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise isnadda veya metinde yer alan ve hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen ilim dalı olup erken dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif edilmiş, ancak İbn Receb el-Hanbelî’nin kaleme almasından sonra müstakil bir disiplin haline gelmiştir. İsnada ilişkin ilimlerle birlikte hadislerde yer alan garîb kelime ve ifadeleri izah etmeyi amaçlayan garîbü’l-hadîs ile, anlam bakımından birbiriyle çelişkili gibi görünen rivayetleri uzlaştırmayı hedefleyen muhtelifü’l-hadîs ilimleri II (VIII) ve III. (IX.) yüzyıllarda ilk ürünlerini vermiştir. Nâsih ve mensuh ilmi ise daha çok muhtelifü’l-hadîsle birlikte değerlendirilmiştir. Fıkhü’l-hadîs hadisleri anlamayı, hadislerden hareketle Hz.Peygamber’in amacını kavramayı konu edinen ilim dalıdır. Fıkhü’l-hadîsten bir ilim olarak ilk söz eden Hâkim en-Nîsâbûrî’dir. Esbâbü vürûdi’l-hadîs hadislerin hangi sebep, vesile veya durum dolayısıyla söylendiğini araştıran ilim dalıdır. Kur’an’ı anlamada esbâb-ı nüzûl bilgisi ne kadar önemliyse hadisleri anlamada da esbâb-ı vürûd o derece önemlidir. Bununla birlikte hadis tarihinde esbâbü vürûdi’l-hadîsin diğer ilim dalları gibi müstakil bir disiplin haline geldiğini söylemek zordur. Bu ilmin müstakil bir disiplin haline gelmesi için hadis ve sünnetin hangi olay üzerine söylendiğini ve ortaya konduğunu sadece hadis kitaplarındaki rivayetlerle değil tarih, coğrafya, sosyoloji ve psikolojiden yararlanarak ilmî yöntemlerle tahlil etmek gerekir. Ayrıca sünnetin yerelliği ve evrenselliği, zaman ve mekân boyutu, örfî olup olmadığı, hangilerinin hâs ve âm olduğu gibi hususlar da bu ilim tarafından tesbit edilmelidir. Bu ilim, Hz. Peygamber’in bir sözü hangi vesile ile söylediği yanında bu sözü hangi ilkeyi göz önünde bulundurarak söylediğini de ele almalıdır. Şimdi Hadis Usulünün tanımı ve temel başlıklarını kısaca vererek genel bir çerçeveyi şu şekilde çizebiliriz.
Hadis Usûlü, Kabul ve ret yönünden senet ve metnin durumunu bildiren usûl ve kaideler ilmidir.
Senedin Müntehası Açısından Hadis Çeşitleri:
1-Merfu Hadis: Hz. Peygamber'e izafe edilen söz, fiil, takrîr veya sıfat a merfû hadis denir.
2-Mevkuf Hadis: Sahabeye isnad edilen hadislerdir.
3-Maktu Hadis: Tabiî veya tabiîden daha aşağıdakine izafe edilen söz veya fiile maktu hadis denir
4-Kutsi Hadis: Resûlüllah'ın Rabb'ine (azze ve celle)isnâd ederek söyleyip, Hz. Peygamber'den bize nakledilen hadise denir.
Ravi Sayısı Açısından Hadis Çeşitleri:
1-Mütevatir: Yalan üzere birleşmeleri âdeten mümkün olmayan kalabalık bir grup tarafından rivayet edilen habere mütevâtir haber denir. Kesin ilim ifade eder. Mütevâtir haber lafzı ve mânevî olmak üzere iki kısma ayrılır.
2-Ahad: Mütevâtir haber şartlarını taşımayan habere âhâd haber denilir. Âhâd haber nazarî ilim ifade eder. Rivayet Edenlerin Sayısına Göre Meşhur, Azîz, Garîb olarak üçe ayrılır.
a. Meşhur: Tevatür derecesine çıkmaksızın -her tabakada- en az üç ve daha fazla kişinin rivayet ettiği hadise meşhur hadis denir.
b. Azîz: Senedinin her tabakasında râvî sayısının ikiden az olmadığı hadis demektir.
c. Garîb: Bir râvinin, rivayetinde tek kaldığı hadis demektir.
Kabul ve Red Açısından Hadis Çeşitleri:
1- Makbul Hadis: Yüksek seviyede doğruluk vasfına sahip olan bir habercinin verdiği habere makbul haber denir. Böyle bir haberi hükme mesned olarak kullanmak ve onunla amel etmek vaciptir. Sahîh li-zâtihi, Sahîh li-gayrihi Hasen li-zâtihi Hasen li-gayrihi kısımlarına ayrılır
2- Merdûd Hadis: Yüksek seviyede doğruluk vasfına sahip olmayan bir habercinin verdiği habere de merdûd haber denir. Böyle bir haber hükme mesned olamaz, onunla amel de edilmez. Bu hadisin ret sebebi ya senedinin muttasıl olmaması, ya ravinin adalet ve zabt kusurları, yada hadisin şaz veya illetli olmasıdır. Senedin muttasıl olmaması, keyfiyetine göre Muallak, Munkatı, Mu’dal, Müdelles, Mürsel-i Hafi, Muan’an, ve Müennen kısımlarına ayrılır. Eğer hadis ravideki adaletle ilgili bir sorun nedeniyle kabul görmemişse, bu da Mevzu, Metrük, Münker, Mübhem ve Bid’a başlıkları altında incelenir. Eğer problem ravinin zaptı yönünde ise bu hadis Müdrec, Maklub, Muzdarip, Musahhaf, Muharref kısımlarında ele alınır. Bir de hadis şaz olması nedeniyle reddedilebilir. Şaz olması demek sika bir ravinin daha sikaya veya sikalara muhalefet etmesidir. Ayrıca görünürde sahih olup gizli bir illeti olan ve erbabı tarafından anlaşılabilen hadisler de muallel hadis babında ele alınır. Bu saydığımız hadisler merdud olan hadislerdir.
Hadiste Ta’n Sebepleri
Hadis terminolojisinde hadis ravileri çok sıkı kriterlere tabi tutulmuş, ravilerin sika olup olmadığı ile ilgili bazı kurallar konularak bu denetim yapılmıştır. Ravilerle ilgili olarak iki yönlü bir eleştiri sistemi oluşmuştur. Bunlar ya ravinin adaleti ya da zabtı noktasında olmuştur. Ravi’nin adaleti, onun kişiliğine tekabül eden özellikleri, zabtı, onun zihni melekelerine tekabül eden özellikleri anlamındadır. Ravi’nin adaleti, Kizbur Ravi,(ravinin yalancı olması), İttihamur Ravi bi’l Kizb (ravinin yalancılıkla itham edilmiş olması), Fisku’r Ravi(ravinin günah işleyen biri olması), Cehaletü’r Ravi(ravinin tanınmayan biri olması), Bidatü’r Ravi(ravinin bidat ehlinden olması)’dır. Ravinin Zabtı ile ilgili olarak, Kesretü’l Galat(çok yanlış yapması), Fertü’l Gaflet(ravinin bir şeye kendini çabuk kaptıran biri olması), Vehm, Muhalefetü’s Sikat(güvenilir ravilere muhalefet etmesi), Su’ü’l Hıfz(kötü hafızaya sahip olması)
Kaynaklar:
1-Prof.Dr. İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü.
2-Prof. Dr. Fahrettin ATAR, Fıkıh Usulü,
3-Yeni Hadis Usûlü (Teysîru Mustalahi'l-Hadîs) Dr.Mahmud TAHHAN.
4-Prof.Dr.Zekiyyüddin ŞABAN, İslam Hukuk İlminin Esasları, Çev. Prof.Dr.İbrahim Kafi DÖNMEZ.
5-İslam Ansiklopedisi, TDV.
6- Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi
7-Prof.Dr.Halis ALBAYRAK, Tefsir Usulü.
8- Prof.Dr. Ahmet Nedim SERİNSU, Kur’an ve Bağlam.
ŞERİF GEDİK
14922746
2015 BAHAR DÖNEMİ/DOKTORA
TEFSİR- FIKIH- HADİS TARİHLERİNİN HÜLASASI
Kuran
ilimlerine baktığımızda hiçbir ilim birden ortaya çıkmamış ve oluşum sürecini
kısa bir sürede tamamlamamıştır. Tefsir, fıkıh, hadis ilimlerine baktığımızda
bu ilimlerin birbirleriyle bir iletişim halinde olduğu ve zamanla ayrışarak
kendi metodolojilerini oluşturduklarını görmekteyiz. Bu ilimlerin temel
kaynakları Kuran ve sünnet olduğundan bu ilimlerin birbirlerinden etkilenmeleri
de gayet doğaldır. Biz bu ilimlerin
tarihi süreçlerini kısaca özetlemek istiyoruz.
TEFSİR
TARİHİ
VAHİY VE KUR’ÂN’IN
MUSHAFLAŞMA SÜRECİ
Sözlükte,
gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, bir şeyi başkasına intikal ettirmek,
elçi göndermek gibi manalara gelen vahiy terim olarak, Yüce Allah’ın insanlara
ulaştırılmasını istediği mesajlarını peygamberlerine, alışılmışın dışında gizli
bir yolla süratli bir şekilde bildirmesidir. İnsanların keyfiyetini bilemediği
vahiy olayı, Allah ile Resûlü arasında, çok kısa bir sürede hızlıca gerçekleşen
bir iletişim hâdisesidir.
Vahiy
Resûlullah’a ilk önce, Hirâ dağında Alak sûresinin ilk beş âyetinin inmesiyle
başlamış, sonra bir müddet kesilmiştir (fetret devri). Daha sonra Müddessir
sûresinin baş tarafının inmesiyle vahyin gelişi devam etmiştir. “Yüce Allah’ın
insanlara ulaştırılmasını istediği mesajlarını peygamberlerine, alışılmışın
dışında gizli bir yolla süratli bir şekilde bildirmesidir”.
Resûlullah’a
vahiy geldiği esnada onda bir takım sıra dışı haller meydana gelmiştir. Bu
nedenle müşrikler ona kâhin, şâir ve deli gibi menfî sıfatlar isnat
etmişlerdir. Bunun üzerine, onda bu tür olumsuz sıfatların olmadığına dair
âyetler inmiştir. Tıpkı müşrikler gibi müsteşrikler de vahiy esnasında görülen
bu olağan dışı hallerin, sara hastalığının belirtileri olduğunu iddia etmişlerdir.
Ancak bu iddianın da asılsız olduğu müspet ilimlerle ortaya çıkmıştır.
Önce
Levh-i Mahfûz’a, sonra toplu halde Beytu’l-İzze’ye, oradan da Resûlullah’a,
çeşitli hikmetlere binên 23 yılda peyderpey inen Kur’ân’ın âyet ve sûreleri,
başta kendisi olmak üzere ashâb tarafından hem ezberlenerek ve hem de çeşitli
yazı malzemeleriyle yazıya geçirilerek titizlikle korunmuştur. Böylece
Kur’ân’ın, indiği gibi bize kadar ulaşması sağlanmıştır.
Hz.
Osman döneminde, Kur’ân’ın kırâatı konusunda meydana gelen bir takım ihtilaflar
neticesinde Kur’ân, Hz. Ebû Bekir döneminde toplanan Mushaf esas alınıp
çoğaltılarak belli başlı şehirlere gönderilmiştir. Böylece Kur’ân’ın kırâatı
üzerinde birliktelik sağlanmıştır.
Sonra
Kur’ân’ın doğru olarak okunmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır. Ona, önce
hareke görevi yapacak, sonra, şekilleri birbirine benzeyen harfleri birbirlerinden
ayırmak için noktalar konmuştur. Üstelik, iltibası önlemek için, hareke yerine
konan noktalarla şekilleri birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak için
konan noktalar, farklı renklerde mürekkeple konmuştur. Daha sonra ise bu günkü
harekeler konarak bu konuya son şekil verilmiştir. Bu şekilde onun yanlış
okunmasının da önüne geçilmiştir.
TEFSİRİN DOĞUŞU HZ. PEYGAMBER
SAHABE VE TABİUN TEFSİR YÖNTEMİ
Kur’ân
tefsîri Hz. Peygamber ile başlamıştır. Dolayısıyla Kur’ân’ın ilk hâfızı ve ilk
tebliğcisi olan Hz. Muhammed aynı zamanda onun ilk müfessiridir. Hz.
Peygamber’in tefsîri vahye dayalı olduğu için en doğru, en isabetli ve en güvenilir
bir tefsîrdir. Çünkü Peygamberimiz ya kendisine bildirilen manalarla ya da
kendi bilgi birikimiyle Kur’ân’ı tefsîr ediyordu. Cebrâil tarafından kendisine
nakledilen anlamlara dayalı olarak yapmış olduğu tefsir zaten vahiydir.
Dolayısıyla güvenilirlik açısından burada herhangi bir problem yoktur. İçtihatta
bulunarak yaptığı tefsîre gelince, şayet bu noktada bir isabetsizlik söz konusu
olursa, o zaman yeni bir vahiyle bu husus da tashih ediliyordu. Bu da esasen
onun şahsi tecrübesine dayalı tefsirinin Allah’ın onayından geçmesi anlamına
geliyordu. Yani bu çerçevedeki tefsiri de vahye dayalı bir tefsîr demekti. Bu
bakımdan en doğru ve en güvenilir tefsîr Peygamber’in tefsîridir. Böyle olduğu
içindir ki Peygamberimizin tefsîri bağlayıcı kabul edilmiştir. Özellikle
Kur’ân’da hükmü belirtilmeyen konularda yaptığı ictihadlarda mutlak olarak
bağlayıcıdır. Ancak Hz. Peygamber sözlü olarak Kur’ân’ın tamamını tefsîr etmiş
değildi. Çünkü Kur’ân’ın önemli bir kısmı (muhkem âyetler) ilk muhataplar
tarafından anlaşılıyordu. Bu yüzden o, sadece mutlak, mücmel, müteşâbih ve
mübhem âyetleri zaman zaman ihtiyaç oranında tefsîr etmişti. Sözlü sünnetle
(hadis) tefsîr noktasında durum böyle olmakla beraber, Allah Resûlü yaşantı itibariyle
Kur’ân’ı esas aldığı için, fiilî sünnet anlamında Kur’ân’ın tamamının Peygamber
tarafından tefsîr edildiği de söylenebilir.
Sahâbenin
tefsîre katkılarının neler olduğunu listeleyebilmek Hz. Peygamber’den sonra
Kur’ân tefsîri görevini üstlenen sahâbiler bu alanda üzerlerine düşeni
fazlasıyla yapmışlardır. Özellikle Kur’ân’ın müphem âyetlerini açıklamışlar,
gaybî konularda Hz. Peygamber’den öğrendiklerini nakletmişler, vahiy döneminde
yaşadıkları için âyetlerin nüzûl sebepleriyle ilgili müşâhedelerini aktarmışlar
ve Kur’ân âyetleri arasında gerçekleştiği ifade edilen nesih konusunda
aydınlatıcı bilgiler vermişlerdir. Esasen bu hususlarda akıl yürütme ve yorum
yapma imkânı olmadığı için onların bu alandaki nakilleri, İslâm bilginlerinin
ekserisi tarafından bağlayıcı olarak görülmüştür. Söz konusu nitelikte olmayanlar
ise –ki onlara mevkuf haber denilmektedir- bağlayıcı değil etkileyicidir.
Tâbiiler
zamanında tefsîrin hangi düzeyde olduğunu tespit edebilmek Sözlü nakil
döneminde Kur’ân tefsîrine önemli katkı sağlayan bir kuşak da hiç kuşkusuz
tâbiîlerdir. Bu kuşak Kur’ân tefsîrinde ya doğrudan ashaptan nakilde bulunmuş
ya da kendi öznel tecrübeleriyle âyetleri açıklamıştır. Her iki durumda da
tâbiûn âlimlerinin ittifak ettikleri hususlar kendilerinden sonrakiler için
güvenilir bilgi olarak kabul edilip nakledilmiş; ihtilaf ettikleri ise tercihe
konu olmuştur. Tâbiûnun ileri gelen müfessirleri, bazı sahâbiler tarafından
oluşturulan ekollerde/mekteplerde yetişerek tefsîre dair rivâyetleri, sözlü
nakil döneminin bir geleneği olarak nakletmişlerdir.
HADİS TARİHİ
Hadis, Hz Peygamberden nakledilen söz, fiil ve
takrirlere denir.
HZ
PEYGAMBER VE ASHABI DEVRİNDE HADİS
Hazreti
Peygamber bir taraftan kendisine indirilenleri insanlara tebliğ etmekle, diğer
taraftan da tebliğ ettikleri arasında Müslümanlar için anlaşılması ve tatbik
edilmesi güç olanları açıklamakla görevlendirilmiştir.
Hazreti
Peygamberin, sahabeyi hadis rivayetine teşvik etmesi, gelecek nesillerin İslam’ı
kusursuz anlamaları gayesine matuftur. İslam’ın ilk kaynağını teşkil eden Kur’an’ı
Kerimden bazı ayetleri, Hazreti Peygamberin izahatı olmaksızın anlamak mümkün
değildir. Bu bakımdan hadis veya sünnet, Kur'an' Kerimin tefsiri olduğu
gibi", Hazreti Peygamber de ilk müfessir olarak kabul edilmiştir
Hazreti
Peygamberin, dinin çeşitli meselelerine taalluk eden içtihatları, çok defa
ilahi ilhamın bir neticesidir
Hazreti
Peygamber hayatta olduğu müddetçe hadis, sahabe arasında dolaşmış, müzakere ve
münakaşa edilmiştir. Hatta zaman ilerledikçe yeni yetişen genç sahabeler arasında
okuyup yazmayı öğrenenler çıkmış, yazı ile hafızalarındaki hadiseleri
perçinleme gayretine girişmişlerdir. Maamafih bu devirde, daha sonraki
devirlerde ortaya çıkan çeşitli tehlikeler hadis için henüz bahis konusu
değildir. Bir taraftan Hazreti Peygamberin hayatta oluşu, diğer taraftan
vahyin devam edişi, hadise musallat olabilecek tahrif, tashif ve uydurma gibi
her çeşit tehlikeye karşı en emin koruyuculuk görevi ifa etmiştir. Çünkü
Hazreti Peygamberin hayatta oluşu, sahabelere ondan işitmiş oldukları hadisleri
aralarında müzakere ederken hasıl olan tereddütlerde ona başvurmak ve sözün doğrusunu
öğrenmek imkanını sağlıyordu. Müzakere sırasında her hangi bir sahabi, Hazreti
Peygamberden işittiğini söylediği bir hadisin naklinde her hangi bir hataya düşmesi
halinde, o hadisi bilen diğer sahabilerin hemen itirazına uğruyor, eğer sözün
doğrusu üzerinde ittifak hasıl olmazsa Hazreti Peygambere müracaat ediliyordu.
HADİSLERİN YAZILMASI
İlk
devirde, Hazreti Peygamberden işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin
edilmediği, yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Hazreti
Peygamberin, dinin şerh ve izah" mahiyetinde olan bütün konuşmaların kağıt
yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemikler ve levha halindeki taşlar
üzerine yazmanın, sonra da bunları muhafaza etmenin güçlüğü, hadis tedvinini
engelleyebilecek ilk âmillerden sayılmak icab eder. Bununla beraber, daha
Hazreti Peygamber hayatta iken, hadis yazmağa teşebbüs eden ve iktidarları
nispetinde sahifeler vücuda getiren sahabeler de yok değildir.
Kaynaklar,
Hazreti Peygamber hayatta iken başlayan hadis kitabetini iki devre içerisinde
mütalâ ederler. Birincisi, hadis yazmak için kendisine müracaat eden
sahabilere, Hazreti Peygamberin izin vermediği devredir İkinci devrede ise bu
yasak ruhsata dönüşmüş ve hadis yazmak isteyen sahabelere, sahifelerini yazmağa
müsaade edilmiştir.
Sahifesi
olan bazı sahabeler Amr ibn As, Cabir ibn Abdillah, Hz Ali(ra), Ebu Hureyre(ra)
gibi
ER-RIHLE Fİ TALEBİ’L HADİS VE
HADİSLERİN YAYILMASI
Bir
sahabinin bilmediği veya Hazreti Peygamberden duymadığı bir hadisi öğrenmek
yahut bildiği halde sonradan tereddüde düştüğü bir kaç kelimesini yeniden
işiterek ondan emin olmak için her türlü yolculuk meşakkatini göze alarak uzak
bir ülkede ya şayan bir başka sahabinin yanına gittiğini gösteren enteresan
haberler vardır. Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadislerin
teyid ve teşvik için yapılan seyahatlar, bir taraftan hadisin daha geniş
ülkelere yayılmasını sağladığı gibi, diğer taraftan bir hadis metninin değişik
rivayet şekillerinin de ortaya çıkmasına vesile olmuştur; çünkü bir hadisçi, halen
yaşadığı şehirde kendi şeyhinden işittiği bir hadisi, bir başka yerde ve bir
başka şeyhten daha değişik bir şekilde işitmiş olabiliyordu. Bu ise, bir taraftan
hadisçiler arasında hadisle ilgili müzakere kapısını açarken, bir taraftan da
"fulan kimse hadisi bu şekilde rivayet etti; fulan kimse de şu şekil..."
ifadesinin tabii bir neticesi olarak isnad fikrinin yerleşip gelişmesinde başlıca
âmillerden birisi olmuştur.
HADİSLERİN TEDVİN VE TASNİFİ
Tedvin,
muhtelif sahabiler tarafından yazılmış olan sahifeleri bir arada toplayarak bir
kitap meydana getirmek manasına gelebileceği gibi, yine muhtelif sahabilerin
rivayet etmiş oldukları hadisleri yazıp bir kitapta toplamak manasına da gelir.
Buna göre tedvinin kitabete nazaran çok daha geniş ve sistemli bir toplama
faaliyetinden ibaret olduğu ve bu faaliyetin hadis tarihinde kitabetten sonra
başladığı anlaşılmaktadır.
Tasnif
kelimesi ise, diğerlerinden daha farklı bir manaya sahiptir. Eğer hadisleri
tedvin eden kimse (mudevvin), kitabını meydana getirirken, onları konularına
göre sınıflandırır ve mesela salâtla ilgili olanların bir bölümde, zekatla
ilgili olanların' ayrı bir bölümde zikrederse, "muşannef" denilen bir
eser vücuda getirmiş olur ki, onun yapmış olduğu bu iş, hadisleri konularına
göre "tasnif" etmekten ibarettir. Hadis tarihinde tasnif de tedvinden
sonra başlamıştır
İSLAM HUKUK TARİHİ
İslâm
Hukuku, bilinen tarih devirleri içinde uzun bir zaman ve yeryüzünün geniş bir
kısmında tatbik edilen bir hukuk sistemiydi. Bugün bütünüyle tatbik edildiği
bir ülke bulunmamasına rağmen, bazı ülkelerde cüz’î tatbikatına
rastlanmaktadır.
İslâm
hukuku, mîlâdın yedinci asrı başlarında Arabistan’da doğan, az bir zaman
zarfında geniş bir coğrafyaya yayılarak on dört asırdır varlık ve nüfuzunu
devam ettiren ilahî bir hukuk sistemidir. Kaynağını, Allah’ın gönderdiğine
inanılan mukaddes kitap Kur’an-ı kerîm ile peygamberi Hazret-i Muhammed’in söz,
fiil ve tasvipleri (sünneti) teşkil eder. İlahî menşeli olduğu için,
müeyyideleri de hem dünyevî ve hem de uhrevîdir. Aynı zamanda cihanşümul,
devamlı ve değişmez hükümler ihtivâ eder. İlahî menşeli oluşu, İslâm hukukunda
hiç beşerî bir katkının bulunmadığı mânâsına gelmez. Kur’an ve sünnetteki
prensipleri yorumlayıp açıklayarak hukukî norm hâline getirmek, hukukçuların
(müctehidlerin) salâhiyetindedir. Böylece her hukukçunun anlayışına göre İslâm
hukukunun farklı bir yorumu ortaya çıkmıştır. Bu hukuk ekollerine mezheb denir.
Kur’an-ı kerîmden ve Hazret-i Peygamber’in sünnetinden sonra hukuk kaynağı
olarak, hukukçuların üzerinde ittifak (icma’) ettiği hükümler; daha sonra da
münferid hukukçuların kıyasları gelir. Müctehid olmayanlar, bir müçtehidi
taklid eder, yani hareketlerini bir hukukçunun mezhebine göre tanzim eder.
HAZRET-İ
PEYGAMBER DEVRİ
İslâm
hukukunun teşekkül (teşri’) tarihinde en önemli devir Asr-ı Saadet veya Asr-ı
Nebevî de denilen vahy devridir. Çünki bu devir, İslâm hukukunun aslî
kaynakları olan Kur’an-ı kerîmin nâzil olduğu ve Hazret-i Peygamber’in
sünnetini izhar ederek bir takım emir ve nehyler (yasaklar) getirdiği bir
devirdir.
SAHÂBE-İ KİRAM DEVRİ
Takriben
bir asır kadar devam eden Sahâbe-i kirâm devri iki safhaya ayrılır: Hülefâ-yı
râşidîn ve sonraki Emevîler devri.
Sahâbe-i
kirâmın çoğu, İslâmiyetin hükümlerini yaymak için yeryüzüne dağılmışlar ve her
biri, gittikleri şehirlerde ders halkası kurarak talebe yetiştirmişlerdir
TÂBİÎN
VE TEBE-İ TÂBİÎN DEVRİ
Bu
devir Emevîlerin son devri ile Abbâsîlerin ilk asrını ihtivâ eder. Sahâbe-i
kirâmın talebesi olan Tâbiîn, Emevîler zamanından itibaren İslâm hukukunun
teşekkülünde söz sahibi olmaya başlamışlardır. Kur’an-ı kerîm ve hadîs-i şerif
ilimlerini tedris eylemişlerdir. Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn hukukçularının
ekserisi, mevâli denilen ve Arap aslından olmayan kimselerdir
Tâbiînun
meşhur hukukçuları: Said bin el-Müseyyeb, Ebû Bekr bin
Abdurrahman, Urve bin Zübeyr, Şa’bî, İbrahim
en-Nehaî, Kâdı Şüreyh, Ebi Leylâ, Yahya
bin Ya’mer el-Leysî,
HUKUKUN
TEDVÎNİ VE MEZHEBLER
Tâbiîn
ve Tebe-i tâbiîn devrindeki yüzlerce hukukçudan dört tanesinin mezhebi (hukukî
görüşleri) tedvîn edildiği için sonraki asırlara intikal edebilmiştir. Bunlar
Hanefî, Mâlikî, Şâfi’î ve Hanbelî mezhebleridir. Ancak İslâm hukuku dört
mezhebden ibaret değildi. Her hukukçunun, hatta Sahâbîlerin birer mezhebi, yani
hukuk ekolü vardı. Ancak bu mezhebler, tedvîn edilmediği veya tedvîn edilse
bile zamanla bağlıları da kalmadığı için günümüze intikal edememiştir. Bunların
talebelerinin çoğu zaten mutlak müctehid olduğu için, kendi mezheblerini
kurmuşlardır. Yukarıda ismi sayılan Tâbiîn hukukçularının ve sonra gelenlerden
Evzâî (157/773), Süfyan Sevrî (161/777), Leys bin Sa’d (175/791), Süfyan bin
Uyeyne (198/813) gibi hukukçuların kurmuş oldukları mezheblerin bağlıları
kalmamış ve günümüze intikal edememiştir. Bu hukukçuların bazı hukukî
görüşlerine, sonradan kaleme alınmış başka mezheblere ait kitaplarda rastlamak
mümkündür
TAKLİD
DEVRİ
Bu
devir, Abbâsî imparatorluğunun parlak günlerinden başlar; XIII/XIX asır
başlarına kadar sürer. Böylece çok uzun bir zaman periodunu ifade eder. İslâm
topraklarının en geniş sınırlara ulaştığı Abbâsî imparatorluğu zamanı, İslâm
tarihinde devlet ve hukuk müesseselerinin de kemale geldiği bir devredir
SAKİNA ÖNEN
13912744
DOKTORA
بسم الله الرحمن
الرحيم والحمد لله رب العالم والصلاة والسلام على اشرف الانبياء والمرسلين
شرف الله هذه الأمة
المحمدية وأكرمها فأنزل عليها كتابه ، خاتم الكتب السماوية. فكان هذا النزول
بواسطة جبريل عليه السلام يهبط به على قلب النبي صلى الله عليه وسلم ليبلغه وحي
الله وفي ذلك يقول الله جل وعلى :
" نزل به الروح الامين على قلبك من المنذرين بلسان عربي امين
".
وبدأ ينزل القرآن على
خاتم الأنبياء صلى الله عليه وسلم مفصلاً ، أن للقرآن ثلاثة تنزيلات :
الأول: إلى الوح
المحفوظ : " إنا أنزلناه في ليلة القدر ".
والثاني : إلى بيت
الغزة في السماء : روى الطبري عن ابن عباس رضي الله عنه قال : أنزل القرآن إلى
سماء الدنيا في ليلة القدر ، في شهر رمضان جملة واحدة ثم أنزل نجوما أي أجزاء
متفرقة . ولهذا كان التنزيل الثالث من السماء الى الدنيا متفرق في مدة ثلاثة
وعشرين سنة والدليل على ذلك في قوله تعالى : " وقرآنا فرقناه لتقرأه على
الناس متفرقا ". كيف كان تعريف هذاه القرآن.
تلقى النبي عليه الصلاة والسلام القرآن المجيد بواسطة
الوحي وقرر القراءة مع جبريل خوفا أن ينساه فأمره الله بالإنساط والسكوت عند قراءة
جبريل عليه السلام ، وطمأنه بأنه تعالى سيجعل هذا القرآن محفوظا في صدره لكي يقرأه
على الناس حتى يحفظوه ويجمعوه بعناية وترتيب .
ولجمع القرآن معنيان:
الحفظ والكتابة.
ولقوله تعالى :"إن علينا جمعه وقرآنه" يدل على جمع القرآن وحفظه والمعنى كتابته كله مع ترتيب الآيات والسور.
فالقرآن كله كتب في
عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم غير مجموع في مصحف واحد . فقد أغنى عن ذلك حفظ
الصحابة له في صدورهم كمان وفقهم عليها الرسول صلى الله عليه وسلم ونبههم الى
مواضيعها بتوقيف من الله.
قال الزركشي : وإنما
لم يكتب في عهد النبي صلى الله عليه وسلم لئلا يقضي الى تغييره في كل وقت فلهذا
تأخرت كتابته الى أن كمل نزول القرآن بموته صلى الله عليه وسلم .
يبدو أن تسمية القرآن " بالمصحف" نشأت على عهد أبي
بكر رضي الله عنه، فلما جمعوا القرآن
كتبوه على الورق ، فقال أبو بكر :التمسوا له إسما فقال بعضهم ( السفر ) وقال بعضهم ( المصحف ). فاجتمع رأيهم على
تسمية المصحف لأن السفر تسمية اليهود .
وكان كل ما يكتب يوضع
في بيت رسول الله صلى الله عليه وسلم ، وينسخ الكتاب لأنفسهم نسخة منه فتعاونت نسخ
هؤلاء الكتاب والصحف التي في بيت النبي صلى الله عليه وسلم مع حافظة الصحابة
والأميين وغير الأميين على حفظ القرآن وصيانته مصدقا لقوله تعالى :
"إنا نحن نزلنا الذكر وإنا له
لحافظون ".
حفظ القرآن :
أوتي حفظ القرآن لرسول
الله صلى الله عليه وسلم قبل الجميع فكان عليه السلام سيد الحُفاظ وأول الجُماع.
يذكر البخاري في صحيحه
أن عهد الحُفاظ في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم لا يزيد عن السبعة وأن
أسماؤهم لا توجد في رواية واحدة وإنما تُجمع في ثلاث روايات:
· الأولى: عن عبد الله ابن عمر ابن العاص سمع
رسول الله صلى الله عليه وسلم يقول: "خذو القرآن من أربعة : عبد الله ابن مسعود – سالم-
معاذ – أُبي ابن كعب.
· الثانية عن قُتادة: لقد سأل أنس ابن مالك على
جُمّاع القرآن في عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم فهم : أُبي ابن كعب - معاذ ابن جبل -
زيد ابن ثابت – أبو زيد.
· والثالثة من ثابت عن أنس: أبو الدرداء – معاذ - زيد ابن
ثابت – أبو زيد.
أما السعيد ابن عبيد
الملقب بالقارئ: لم يكن في روايات البخاري الثلاث ووجد في الإصابة لابن حجر.
5
تلاوات القرآن :
أما فيما يخص قراءة
القرآن اشتهر من الصحابة سبعة:
عثمان بن عفان – علي بن ابي طالب – أُبي ابن أبي كعب –
زيد ابن ثابت – عبد الله ابن مسعود – أبو الدرداء – أبو موسى الأشعري.
وكان بعض من الصحابة
طلاب أُبي ابن كعب منهم: أبو هريرة – ابن عباس – عبد الله ابن سائب – وكان ابن
عباس تلميذ زيد ابن ثابت أيضاً، وهكذا تكونت في العصر النبوي شبه مدرسة لتحفيظ
القرآن ودراسته، ويؤكد ابن الجزري (توفي 833 هجري) أن الاعتماد في نقل القرآن على
حفظ القلوب والصدور لا على خط المصاحف والكتب أشرف خصيصه من الله تعالى لهذه الأمة
والدليل على هذا يوجد في صحيح مسلم عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: "إن ربي
قال لي :" قم في قريش فأنذرهم ، فقلت له أي رب اذن
يثلغوا راسي حتى يدعوه خبزة " ( يشدخ الرأس ) فقال : اني مبتليك ومبتل بك ، و
منزل عليك كتاباً لا يغسله الماء تقرؤه نايماً ويقظاً ...... " الحديث .فيفهم من هذا الحديث أن القرآن يُقرأ عن ظهر قلب فلا يحتاج
جامعه إلى النظر في صحيفة كُتبت بالمِداد الذي ينطمس ويزول إذا غُسل بالماء.
كتابة القرآن :
اتخذ جمع القرآن
بالكتابة ثلاثة أشكال في ثلاثة عهود:
· عهد النبي صلى الله عليه وسلم،
· عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه ،
· وعهد عثمان بن عفان رضي الله عنه.
· أولاً عهد الرسول صلى الله عليه وسلم:
يوجد ما بين كتاب
الوحي: الخلفاء الأربعة – معاوية - زيد بن ثابت – أُبي بن كعب – خالد بن الوليد –
وثابت بن قيس.
كان النبي صلى الله
عليه وسلم يأمر بكتابة كل ما ينزل من القرآن حتى تظاهر الكتابة جمع القرآن في
الصدور، قال زيد بن ثابت: كُنا عند رسول الله صلى الله عليه وسلم نألف القرآن من
الرقاع (وقد تكون من جلد أو ورق ) كما كتب القرآن كذلك على الحجارة أو العسب (جريد
النخل) أو الاكتاف (عظم البعير أو الشاة) والخشب والجلد.
أما عن ترتيب الآيات
والبسملة فليس لأحد دخل في ترتيب آيات القرآن بعد أن وقف جبريل رسول الله صلى الله
عليه وسلم على ترتيبها ووقف النبي صلى الله عليه وسلم بدوره كتبة الوحي على ذلك.
أخرج أحمد بإسناد حسن
عن عثمان بن أبي العاص قال: كنت جالساً عند رسول الله صلى الله عليه وسلم لما قال:
"أتاني جبريل فأمرني أن أضع هذه الآيه هذا الموضع من هذه السورة: "إن الله يأمر بالعدل والإحسان
وإيتاء ذي القُربي" إلى آخرها.
كذلك كثيراً من
الأحاديث تصور رسول الله صلى الله عليه وسلم يُملي القرآن على كُتاب الوحي ويوقفهم
على ترتيب الآيات، والترتيب التوقيفي يظهر في خطبة الجمعة أو في قراءة القرآن وقت
الصلاة أو في وضع البسملة في أوائل الآيات.
ويقول الزركشي أن
ترتيب بعض السور ليس هو أمراً أوجبه الله بل أمر راجع إلى اجتهادهم واختيارهم
ولهذا كان لكل مصحف ترتيب وهو قول لا يجب أن يسلم على شكله لأن الصحابة اشتهدوا
بكتابة المصاحف كما كانو يسمعوا من النبي صلى الله عليه وسلم وذاك لأنفسهم فقط
ولمصاحفهم الخاصة ليس للناس حتى اجتمعت الأمة على ترتيب عثمان وتركوا مصاحفهم
الفردية .ولو كانوا يعتقدوا أن الأمر مفوض إلى اشتهادهم لاستمسكوا بترتيب مصاحفهم
.
· ثانياً جمع القرآن في عهد أبي بكر الصديق رضي الله عنه:
كُتب القرآن كله على
عهد رسول الله صلى الله عليه وسلم إلا أنه كان مفرق الآيات والسور وأول من جمعه في
صُحف مرتبة هو سيدنا أبو بكر. كان صلى الله عليه وسلم يأمر بكتابة القرآن ولكنه
كان مفرقاّ في الرقاء والأكتاف والعسب فجُمعت أوراقه في بيت الرسول صلى الله عليه
وسلم فجمعها وربطها بخيط حتى لا يضيع منها شيء .
في سنة 12 هجري كان
جمع أبي بكر للقرآن بعد موقعة اليمامة حيث استُشهد فيها سبعون من حُفاظ القرآن من
الصحابة فخاف عمر بن الخطاب أن يذهب كثيراً من القرآن فاقترح أبي بكر أن يجمع
القرآن، استنكر أبو بكر قائلاً: كيف نفعل ما لا يفعله رسول الله. ففكروا في هذا
الأمر حتى شرح الله صدر ابي بكر بذلك. فطلب أبو بكر من زيد بن ثابت أن يجمع القرآن
كما كان يكتب الوحي لرسول الله صلى الله عليه وسلم وقد قام زيد بعد أن أقنعه أبو
بكر بأنه شيء خير وشرح الله صدره كما مع أبو بكر وعمر ، فأجمعه من العسب وصدور
الرجال.
فأمر أبو بكر الجمع
فكان لا بد قبول الآيات من شاهدين: الحفظ والكتابة. فكانت الصحف عند أبي بكر حتى
توفاه الله ثم صارت عند عمر ثم حفصة بنت عمر. حيث ترك سيدنا عمر الخلافة شورى
للمسلمين فلم يكن عثمان هو الخليفة ليترك معه وكانت حفصة هي زوجة الرسول صلى الله
عليه وسلم وحافظة القرآن وتعلم القراءة والكتابة .
وقد قال علي ابن ابي طالب كرم الله وجهه : أعظم
الناس في المصاحف أجرا هو ابو بكر رحمه الله وهو اول من جمع الكتاب .
· ثالثاً جمع القرآن في عهد عثمان :
اتسعت الفتوحات
الإسلامية وتفرق المسلمون في الأقطار واشتهر في كل بلاد من البلدان الإسلامية
قراءة الصحابي الذي علمهم القرآن.
أهل الشام ابي بن كعب
- أهل الكوفة عبد الله بن مسعود- والآخرين ابن موسى الأشعري - وكان بينهم اختلاف
في حروف الأداء حتى كان يصل الأمر إلى النزاع والشقاق، فقرر أن يستنسخ أمير المؤمنين
مصاحف عديدة ويبعث إلى كل بلد مصحف منها، وأمر الناس بإحراق ما عداها.
اختار عثمان أربعة من
خيرة الصحابة وثُقاة الحُفاظ زيد بن ثابت – عبد الله بن الزبير – سعد بن العاص –
عبد الرحمن بن هشام – لهذا الجمع.......
· المصاحف العثمانية في طور التجويد والتحسين :
كانت المصاحف
العثمانية خالية من الشكل والنقط وضل الناس يقرؤون القرآن في مصحف عثمان بضع
وأربعين سنة حتى خلافة عبد الملك وكثرة التصحيفات وانتشرت في العراق .
فكانت القراءة في بعض
كلمات القرآن وحروفه تتغير بعد اختلاط الناس بغير العرب وبدأت العجمة تمس سلامة
لغتهم . ففي سنة 65 هجري خاف بعض رجال الحكم أن يتترق التحريف الى النص القرآني
اذا ضلت المصاحف غير مشكولة ولا منقوطة ، ففكرو بأحداث أشكال معينة تساعد على
القراءة الصحيحة ، وفي هذا المجال يذكر كل من عبد الله ابن زياد (توفي سنة 67)
والحجاج ابن يوسف الثقفي (توفي سنة 95)......
أما النص القرآني نفسه
فلا يتغير فيه شي لأنه مجموع في صدور العلماء ، يأخذه بعض عن بعض بالتلقي
والمشافهة ، وتحسين الرسم القرآني لم يتم دفعة واحدة .........
· تفسير نشأته وتطوره :
التفسير مر باطوار
كثيرة حتى صار الان بكثير من المؤلفات النبي صلى الله عليه وسلم هو اول شارح لكتاب
الله يبين للناس ما نزل على قلبه او ما اوحى اليه .
الصحابة كانو يجرؤون
على تفسير القران وهو عليه السلام معهم يتحمل هذا العبئ العظيم ويئديه حق الاداء
حتى فارقهم ولحق عليه السلام بالرفيق الاعلى.
المفسرون من الصحابة
كثيرون وأشهرهم عشرة :
الخلفاء الاربعة – ابن
مسعود –ابن عباس – ابي ابن كعب – زيد ابن ثابت – ابو موسى الاشعري – وعبد الله ابن
الزبر - . وكان ابن عباس أشهر وأقوى مفسر وشهد له رسول الله صلى الله عليه وسلم
بالعلم ودعى له :" اللهم فقهه في الدين وعلمه التأويل " وسماه ترجمان القرآن .
روي عن بعض المفسرين
من الصحابة مثل أبي هريرة وأنس ابن مالك وعبد الله ابن عمر وجابر ابن عبد الله
والسيدة عائشة أم المؤمنين إلا ما روي عنهم قليل بالنسبة الى العشرة السابقين.
فنشأت من مكة والمدينة المنورة والعراق طابقة من المفسرين .
أهل مكة كانو أعلم الناس
بالتفسير لأنهم أصحاب ابن عباس .
علماء التفسير من أهل
المدينة كمثل زيد ابن اسلم وفي الكوفة أصحاب ابن مسعود
أما التابعين فقد
جمعوا أقوال من تقدمهم وصنفوا التفاسير وكانو بذلك أرهاصا لابن جرير الطبري الذي
يوشك المفسرون جميعا من بعده أن يكونوا عالة عليه.
وكان من التفسير ما
يسمى:
· بالتفسير المأثور وهو يرجع الى الصحابة
والتابعين وتابعيهم
· والتفسير بالراي يعني بالتفكر
واجل التفاسير
بالمأثور هو تفسير ابي جرير الطبري ويسمى كتابه جامع البيان في تفسير القرآن ومن
خصائصه انه عرض فيه لأقوال الصحابة والتابعين .
وتفسير الشيخ ابن كثير
المتوفي سنة ( 744هـ) يقرب تفسير الطبري ويوافقه في بعض الأمور وكان تفسيره باسط في العبارة واضح
في الفكرة ودقيق في الإسناد .
لكن الصحيح في
الروايات قد اختلط بغير الصحيح (الدس على الإسلام من طوف اليهود والفرس وتشويه
تعاليمهم ).
فكان على المفسر
بالمأثور أن يدقق في تعبيره وأن يحترس في روايته ويحتاط كثيرا في ذكر الأسانيد.
والتفسير بالرأي قد
ينقسم إلى أربعة :
الأول: النقل عن رسول
الله صلى الله عليه وسلم مع الإنتباه بين الضعيف والموضوع.
الثاني : الأخذ بقول
الصحابي.
الثالث : الأخذ بمطلق
اللغة.
الرابع : الأخذ بما
يقتضيه الكلام ، ويدل عليه قانون الشرع وهذا هو النوع الذي دعى به النبي صلى الله
عليه وسلم ابن عباس في قوله : " اللهم فقهه في الدين وعلمه التاويل".
وأشهر التفاسير التى
تتوافر فيها هذه الشروط منهم تفسير الرازي المتوفي (606هـ) في كتابه "مفاتيح الغيب "، وتقسير البيضاوي المسى "أنوار
التنزيل وأسرار التأويل" ، وتفسير أبي السعود المسى " إرشاد العقل
السليم إلى مزايا القرآن الكريم "
الحديث النبوي
أو السنّة النبوية، عند أهل السنة والجماعة هو ما ورد عن الرسول محمد بن عبد الله من قول أو فعل أو تقرير أو
سيرة سواء قبل البعثة أو بعد الوحي والحديث
والسنة عند أهل السنة والجماعة هما المصدر الثاني من مصادر التشريع الإسلامي بعد القرآن
.وذلك أن الحديث خصوصا والسنة عموما يظهران لقواعد وأحكام الشريعة ونظمها ، وموضحان لبيانه
ومعانيه ودلالاته. كما جاء في سورة النجم :" وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى ."
فالحديث النبوي هو بمثابة القرآن في التشريع من حيث كونه وحياً أوحاه الله
للنبي ، والحديث والسنة مرادفان للقرآن في الحجية ووجوب العمل بهما ، حيث يستمد
منهما أصول العقيدة والأحكام المتعلقة بالعبادات والمعاملات بالإضافة إلى نظم الحياة من أخلاق
وآداب وتربية.
قد اهتم العلماء على مر
العصور بالحديث النبوي جمعا وتدوينا ودراسة وشرحا. كان الهدف الأساسي منها حفظ
الحديث والسنة ودفع الكذب عن النبي وتوضيح المقبول والمردود مما ورد عنه.
الفرق بين الحديث القدسي والنبوي
الفرق بين الحديث القدسي
والأحاديث النبوية الأخرى أن هذه نسبتها إلى النبي، وحكايتها عنه، وأما الحديث
القدسي فنسبته إلى الله، والنبي يحكيه ويرويه عنه، ولذلك قيدت بالقدس أو الإله،
فقيل : أحاديث قدسية أو إلهية، نسبة إلى الذات العلية، وقيدت الأخرى بالنبي .
فقيل فيها أحاديث نبوية نسبة إلى الرسول
صلى الله عليه وسلم، وإن كانت جميعها صادرة بوحي من الله عز وجل، لأن الرسول صلى
الله عليه وسلم لا يقول إلا الحق .
الأحاديث الواردة في التدوين
قد ورد النهي عن كتابة
الحديث في أحاديث مرفوعة وموقوفة، كما ورد الإذن بها صريحة عن النبي. فمن الأحاديث
الواردة في النهي ما رواه الإمام مسلم بن الحجاج في صحيحه، قال:
«حدثنا هداب بن
خالد الأزدي حدثنا همام عن زيد بن أسلم عن عطاء بن يسار عن أبي سعيد الخدري أن
رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: «لا تكتبوا عني ومن كتب عني غير القرآن فليمحه وحدثوا
عني ولا حرج»[124]»
وما رواه أحمد في مسنده قال حدثني إسحاق بن عيسى حدثنا عبد الرحمن بن زيد عن أبيه عن عطاء بن يسار عن
أبي هريرة قال: كنا قعودا نكتب ما نسمع من النبي صلى الله عليه وسلم فخرج علينا
فقال: «ما هذا تكتبون»؟ فقلنا: ما نسمع منك. فقال: «أكتاب مع كتاب الله»؟ فقلنا: ما نسمع. فقال: «اكتبوا كتاب الله، أمحضوا كتاب
الله، أكتاب غير كتاب الله. أمحضوا كتاب الله أو خلصوه». قال: فجمعنا ما كتبنا في
صعيد واحد ثم أحرقناه بالنار قلنا: أي رسول الله، أنتحدث عنك؟ قال: نعم، تحدثوا عني ولا حرج ومن كذب علي متعمدا فليتبوأ
مقعده من النار.
ومن الأحاديث الواردة في
إباحة الكتابة ما رواه أبو داود والحاكم والدارمي وأحمد وابن أبي شيبة عن عبد الله بن عمرو، قال:
كنت أكتب كل شيء أسمعه من
رسول الله صلى الله عليه وسلم أريد حفظه فنهتني قريش وقالوا: أتكتب كل شيء تسمعه
ورسول الله صلى الله عليه وسلم بشر يتكلم في الغضب والرضا؟ فأمسكت عن الكتاب فذكرت
ذلك لرسول الله صلى الله عليه وسلم فأومأ بأصبعه إلى فيه فقال اكتب فوالذي نفسي بيده ما يخرج
منه إلا حق
يقسم الأحاديث المضافة إلى
رسول الله صلى الله عليه وسلم قولا أو فعلا أو تقريرا أو صفة إلى ثلاثة أقسام :
·
الصحيح.
·
الحسن .
·
الضعيف.
·
أ- الحديث الصحيح.
·
وقد اشتمل التعريف على
هذه الشروط للحديث الصحيح ، وهي خمسة
نوضحها فيما يلي:
·
أولاً: اتصال السند : وهو
أن يكون كل واحد من رواة الحديث قد سمعه ممن فوقه.
·
ثانيا: عدالة رواته :
والعدالة ملكة تحمل صاحبها على التقوى، وتحجزه عن المعاصي والكذب وعما يخل
بالمروءة، والمراد بالمروءة عدم مخالفة العرف الصحيح.
·
ثالثا: الضبط : وهو أن
يحفظ كل واحد من الرواة الحديث إما في صدره وإما في كتابه ثم يستحضره عند الأداء.
·
رابعا: أن لا يكون الحديث
شاذاً، والشاذ هو ما رواه الثقة مخالفاً لمن هو أقوى منه.
·
خامسا: أن لا يكون الحديث
معللاً، والمعلل هو الحديث الذي اطلع فيه على علة خفية تقدح في صحته والظاهر
السلامة منها.
قال الإمام
المحدث الفقيه الولي الصالح النووي رحمه الله :-
وإذا قيل في حديث: إنه صحيح فمعناه ما ذكرنا، ولا يلزم أن يكون مقطوعا به في نفس
الأمر وكذلك إذا قيل: إنه غير صحيح، فمعناه لم يصح إسناده على هذا الوجه المُعتبر،
لا أنه كذب في نفس الأمر، وتتفاوت درجات الصحيح بحسب قوة شروطه،
·
ب - الحديث الحسن .
قال الإمام المحدث الفقيه اللغوي أبو سلمان الخطابي الشافعي
رحمه الله تعالى في تعريفه :
الحديث عند أهله ثلاثة أقسام: صحيح وحسن وضعيف، فالحسن ما عُرف مخرجه واشتهر
رجاله، وعليه مدار أكثر الحديث وهو الذي يقبله أكثر العلماء وتستعمله عامة
الفقهاء، وقال الإمام الكبير أبو عيسى الترمذي رحمه الله: الحسن الذي لا يكون في
إسناده من يُتهم ولا يكون حديثاً شاذاً ويُروى من غير وجه نحوه،
جـ - الضعيف.
وهو ما لم يجتمع فيه شروط الصحيح ولا شروط الحسن المتقدمة،
·
مباحث في علوم القرآن تاليف الدكتور صبحي صالح
·
علوم الحديث ومصتلحه الدكتور صبحي صالح
Hikmet
MAVİYILDIZ
14922748
Doktora
– 2015 Bahar Dönemi
TARİH MÜTALAASI
Tefsir, Kur’an’ın dil
bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin
bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Bu faaliyet,
önceleri şifahi bir tarzda hicri 2. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya
geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Tefsir kelimesi “fesera” veya “sefera”
köklerinden, tevil ise “a^l“ kökünden gelmektedir. İlki, keşf manasına gelirken tef’il babı ile manayı
keşif ve izhar anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, müşkil olan lafızdan
murat edilen şeyi keşfetmek anlamına gelir.
İkincisi ise rücu manasına gelirken tef’il babı ile açıklamak, beyan
etmek anlamlarına gelmektedir. Istılah olarak da zahiri mutabık olan manayı iki
ihtimalden birine reddetmek demektir. İlk dönemlerde tefsir kelimesi daha çok
muradı İahi budur anlamında rey içermeyen ve kesinlik arz eden ifadeler için
kullanılırken te’vil daha çok lafızdan kesinlik içermeyen ihtimallerden birini
tercih için kullanılmıştır. Bu yönüyle ilk dönemlerde tefsirden genellikle
kaçınılmış ve bunun yerine tev’il yapılmıştır. Tefsir hareketi daha çok Hazreti
Peygambere ve sahabenin Kur’anı açıklamaları ve ifadelerine hamledilmiştir.
Ancak daha sonraları bu iki kelimede birbirinin yerine kullanılır olmuştur.
Tefsir kavram olarak, İbn Manzur “Lisanu’l-arap” adlı Arapça
lügatinde, müşkül olan lafızdan kastedilen manayı keşfetmektir
şeklinde tanımlamaktadır. Daha genel anlamda, Arap dili ve belagati
ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri çevreleyen tarihsel şartları da dikkate
alarak, Allah’ın muradını kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır
şeklinde tanımlayabiliriz.
İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre naslardan hüküm
çıkarmada esas olan, te’vile gitmemektedir. Ancak, müteşabih
nasların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te’vil kaçınılmazdır.
Ancak, te’vile esas olan mananın, mecaz yoluyla da olsa lafzın kendisine
delalet ettiği manalardan olması gerekmektedir. Ayrıca, te’vil manası açık olan
bir nassa ters düşmemeli ve bir lafzın ilk anda akla gelen zahiri anlamından
başka manada yorumlanmasına imkân tanıyan şer’i bir delile
dayanmalıdır.
Te’vil; beyani, irfani ve burhani te’vil olmak üzere üç çeşittir. Te’vil,
delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih anlamı taşıdığı
için kesinlik ifade etmez. Ancak tefsire konu olan naslarda tek anlam bulunduğu
için onda kesinlik vardır. Diğer yandan, te’vil genellikle nasların içsel
manalarında, tefsir ise lafızlarda söz konusudur olup, te’vil genellikle akla
tefsir ise rivayete dayanmaktadır.
Allah Resulü, bir tarafından
tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahabeleri, Kur’an’ı
okuyamaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Hz. Peygamber, ashabı Kur’an’ı
ezberlemeye teşvik etmekle birlikte, onun yazıya geçirilmesin de emrediyordu.Hz. Peygamber, bir taraftan
kendisine vahyedilen Kur’an bölümlerini muhataplara okuyor, diğer tarftan da
manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu. Gerçi her ne
kadar ilk muhataplar, ana dilleri Arapça olduğu için Kur’an’ı genel çerçeve
itibariyle anlama imkânına sahip iseler de yinede onun bir kısım müteşabih
lafızlarını ve bazı ayrıntılarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı.
Dolayısıyla Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan bu insanların hem
anlamadıkları ayetlerin manalarını kendilerine açıklayacak, hem de bazı ameli
hükümlerin uygulanış biçimlerini gösterecek bir rehbere ihtiyaçları
vardı. İşte bütün bu hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz. Peygamberdi.
Hz.
Peygamber (sav) ashabına açıklamış olduğu Kur’an’ı hakikatler,
tamamen onları irşat maksadına yönelikti. Hz. Peygamber bazen bir ayeti
nüzulünü müteakip tebliğ maksadıyla okuyarak açıklar yahut kırat esnasında veya
hutbe irat ederken tefsir ederdi. Hz. Peygamberin zaman zaman herhangi bir ayet
hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çekerek
açıklamaktaydı. Hz. Peygamber bazen de, bir hükmü belirttikten sonra
yahut bir nasihatin ardından veya ashap için lüzumlu olan bir hususu beyan
ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka bir ayeti okur ve onu açıklardı.
Resülullah
(sav)‘a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir
açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen ayetleri
tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de tersi olur, açıklama
zarureti doğardı. O Zamanda
genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç kadar tefsir ederdi. Kur’an’ı açıklamaya
yönelik misyonu Mücmelin Tebyini, Müphemin Tavzihi ve
Mutlakın Takyidi şeklinde gerçekleşmişir.
Kur’an,
yaklaşık yirmi üç senelik bir zaman içinde Hz.Peygamber (sav)’e
vahyedilmiş ve bu yüzden tebliğ ve teşride olduğu gibi Kur’an’ın tefsirinde de
ilk muhatap Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla, tefsirin ortaya çıkış süreci
Hz.Peygamber ile başlamaktadır. Sonrasında ashab ve tabiün dönemlerinde
Müslüman âlimler Kur’an rehberliğinde tefsire özel bir yer verilmişlerdir.
Hz. Peygamber tarafından vahiy
kâtiplerine dikte ettirilen Kur’an metinleri muhafaza ediliyordu. Kur’an’ın
kitaben derlenmesi, bilindiği gibi Hz. Peygamber ‘in vefatından sonra
halifeliğe seçilen Hz. Ebu Bekr devrinde yapılmıştır. Hz. Osman
devrinde Zeyd b. Sabit başkanlığında oluşturulan bir heyet, beş sene kadar
süren titiz bir çalışmanın sonunda birkaç Kur’an nüshası yazıp,
çeşitli İslam beldelerine göndermek suretiyle söz konusu ihtilafları bertaraf
etmiş ve Kur’an’ı daha önceki ilahi kitapların başına gelen tahrif ve
tebdilden korumuştur.
Kur’an
tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin çok önemli bir yeri vardır. Çünkü
sahabiler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerini,
Arap örf ve adetlerini iyi biliyorlardı. Aynı zamanda Kur’an’ın nüzulüne
şahit idiler. Bu yüzden ayet ve surelerin hangi sebepten ötürü inzal edildiğini
biliyorlardı.
Sahabe
bir taraftan rivayetleri esas alarak diğer taraftanda kendi görüşlerine
yer vererek Kur’an’ı yorumlamışlardır. Kur’anı nakle bağlı kalarak tefsir
etme yuolunu tercih eden sahabiler, İslam’ın ilk günlerinden itibaren
özellikle müphem, mutlak, mücmel ve müteşabih nasları açıklama konusunda
oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsire karşı çıkmışlardır. O dönemde
bir kısım sahabi Kur’an ayetlerini yorumlama ve fetva verme noktasında çok
duyarlı hareket ederek, nasları kendi tercihleri doğrultusunda
anlamlandırmayı ilahi iradeye müdehale olarak telakki ediyor; bunun içinde
böyle bir müdehaleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı.
Sahabenin
Kur’an’a yaklaşımının ikinci önemli ayağı da tefsirde
re’yin kullanılamsıdır. Bu görüşü benimseyen sahabiler, herhangi bir
ayeti tefsir ederken öncelikle rivayet tefsir kaynaklarına müraacat ediyorlar;
şayet aradıklarını onlarda bulamazlarsa, o takdirde kendi re’yleriyle tefsir
ediyorlardı. Hz. Ebu Bekr (ö.13/634), Hz.Ömer (ö.23/634), Hz.Osman (ö.35/635),
Hz.Ali (ö.40/661), Abdullah b. Abbas (ö.68/687), Abdullah b. Mes’üd (ö.34/654),
Ubey b. Ka’b (ö.30/650), Zeyd b. Sabit (ö.45/665), Abdullah b. Zübeyr
(ö.73/692), Ebu Musa el-Eş’ari (ö.44/664) sahabe döneminin tefsirde öne çıkan
isimleridir.
Ashabın ardında
gelip din ve şeriat konusunda onların izinden giden tabiiler de sahabe gibi
tefsirde öncelikle Kur’an ve sünnete başvurmuşlardır. Ancak söz
konusu bu iki kaynakta nasları tefsir edecek yardımcı bir malzeme
bulamadıklarında, Kur’an’ı Kur’an’la ve rivayetlere dayanarak ya da akli
çıkarımlarda bulunarak tefsir yapmışlardır. Tabiiler Kur’an’ı, sahabilerden
devraldıkaları tefsir mirasına dayanarak rivayet yöntemiyle ve de dirayet
metodu kullanarak akli çıkarımlarla yorumluyorlardı.
İslam
topraklarının genişlemesiyle Mekke, Medine, Kufe gibi merkezlerde sahabenin
nezaretinde medreseler oluşturuldu. Bu merkezlerde tefsir faaliyetleri
başlamıştı. Mekke medresesinin başında Abdullah İbn Abbas(ö.68/687)
bulunuyordu. Özellikle müşkil lafızlar üzerinde duran ve Arap şiiriyle tefsir
etme yolunu tercih eden ibn Abbas’ın, tarihe geçmiş meşhur öğrencileri
vardır ki, bunlar: Mücahid b.Cebr (ö.103 /701), İkrime (ö.107/722), Said ibn
Cübeyr (ö.95/714), Tavus b. Keysan (ö.106/24) ve Ata b.Ebi Rabah’tır
(ö.114/732). Medine medresesinin başında Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamberin
sünnetiyle öğretmeye çalışan Ubey b. Ka’b (ö.30/650) bulunuyordu. Onun en
meşhur öğrencileri de Ebu’l Aliye (ö.90/709) ve Muhammed b. Ka’b el-Kurazi’dir
(ö.118/736). Kufe medresesinin kurucusu da Abdullah b. Mes’ud’dur (ö.32/652).
Bu medrese daha çok re’y ile tefsiri benimsemiş ve içtihadi hareketlerin
çekirdeği olmuştur. Bu mederesenin yetiştirdiği meşhur âlimler ise; Alkame b.
Kays (ö.61/681), Mesruk b.el-Ecda (ö.63/682), Müreretu’l Hemedani(ö.76/695) ve
Hasan el- Basri’dir (ö.110/728). Bunlar arasında Hasan el-Basri dirayet ile
tefsiri tercih ederken Katade daha çok nakilciliği ile öne çıkmaktadır.
Yukarıda sözünü edilen medreselerde yetişen tabiün müfessirlerinin ekseriyeti
mevalindendir. Sahabe döneminde icmali (külli) mana ile yetinme söz
konusu iken, tabiün döneminde daha ayrıntılara yer verilmiştir. Sahabe
tefsiri, kendilerine manası kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmışken, tabiiler
döneminde Kur’an’ın bütünü tefsir edilmeye başlamıştı. Diğer taraftan da ortaya
koyulan görüş ve iddaların delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirlerin
izahları yanında, geniş fıkhi açıklamalar, ayetlerden istinbat ve istidlal
yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgilere de yer vermişlerdir. Öte yandan,
şiirle işhad metoduyla bazı garip kelimeleri şerh ve izah etmek ve İsrailiyat
denilen gayr-i İslami bilgilerin kullanımı yine bu dönemin bir başka
özelliğidir.
Tefsir,
önceki dönemlerde sözlü nakil yoluyla aktarılmıştır. Bu sürecin ilk halkasında
Hz.Peygamber, ilk halkasında da vahyin nuzül ortamını müşhade eden ve meydana
gelen hadiseleri bizzat yaşayan sahabe vardır. Ashab bir taraftan
Hz.Peygamberden işittiklerini, müşahedelerini tabiilere nakletmişlerdir.
Tabilere şifahi olarak nakledilen bilgiler, onlardan sonra gelen tebe-i tabiin
nesline de aynı şekilde şifahi olarak nakledilmiştir. Ancak diğer dönemlere kıyasla
bu dönemde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bunda isnad zincirlerinin
nakledilmesi ve dil ilimlerinin genişlemesi de etkili olmuştur. Tedvin asrı
olarak bilinen tebe-i tabiin döneminde tefsire dair malzemeler yazıya
geçirilmeye başlanmıştır.
Günümüze
kadar ulaşabilen Kur’an’ın sure ve ayet tertibine göre en eski tefsiri Mukatil
b.Süleyman (ö.150/767) aittir. Ancak, ilk müfessir olarak Ali b. Ebi Talha
(ö.143/760) bilinir. Mukatil b.Süleyman Kur’an’ı başından sonunsa kadar mevcut
sure tertibine göre ele alarak bir yandan ayetlerin nuzül sebepleri ve nuzul
zamanları konusunda bilgiler vermiş; diğer yandan da kelimelerle ilgili
etimolojik açıklamalar ve nahvi tahliller yapmıştır. İlk müstakil tefsirlerden
olduğu ileri sürülen bir diğer tefsir de Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad
el-Ferra’nın (207/822) “Maani’l-Kur’an’ı” dır. Bu dönemin yine öne çıkan başlıca müfessirlerinden Süfyanu’s-Sevri,
tefsirinde Arap dilinin filololjik inceliklerine dayanan lügat,
kıraat gibi hususlar yanında nuzul sebepleri, nasih-mensüh ve
fıkıhla ilgili açıklamalara da da yer vermiştir. Yahya
b. Selam, Yahya b.Ziyad, Ebu Ubeyde Ma’mer b.el-Müsenna, Abdurrezzak b. Hemmam yine bu dönemin öne çıkan
başlıca müfessirlerindendir.
Tedvin
döneminde, Kur’an’ın açıklamasına yönelik olarak bu dönemde yazılan
eserlerin ortak özelliği dil bilimsel tefsirler olmalarıdır.
Söz konusu tefsirler, öncelikle garib, müşkil, mübhem ve mücmel
kelimelerin Arap dilndeki anlamlarına, etimolojik alan içerisindeki değişik
formlarına ve irab durumlarına yer vermişlerdir. Ayetlerin anlaşılmasında
anahtar konumunda olan sözcüklerin izahı için zaman zaman eski Arap şiiri
kullanılmış olup ayetlerin nüzul sebepleri, kıratı ve neshi
gibi konular da ele alınmıştır. Varlığını Hicri IV. Asra kadar devam ettiren
söz konusu tefsir geleneği bundan sonra yerini geniş hacimli rivayet ve dirayet
tefsirlerine bırakmıştır.
Genel
nitelikleri itibariyle tefsiri mevdi’i (konumlu) ve mevdu’i (konulu) şeklinde
iki kısma ayırabiliriz. Mevdi’i(konumlu) tefsir, herhangi bir müfessirin Kur’an’daki sure
ve ayet sıralamasını esas alarak her ayeti mevcut terkibe göre tefsir
etmesi demektir. Bu da metod olarak rivayet ve dirayet olarak iki türdür.
Rivayet
tefsiri, Kur’an’a, sünette ve selef âlimlerinden nakledilen sahih
rivayetlere dayanan tefsir demektir. Rivayet tefsirinin kaynaklarını Kur’an,
sünnet, sahabe sözleri, tabiün kavilleri, Arap dili ve belagatı, Arap şiiri ve ehl-i kitap kültürüdür. Rivayet
tefsirleri de, salt rivayet ve dirayetle karışık rivayet tefsirleri diye ikiye
ayrılır. Salt rivayet tefsirleri, sahabe ve tabiündan gelen
rivayetlere dayanan tefsirlerdir. Rivayet tefsir geleneğine göre kur’an’ı
tefsir eden bir hayli müfessir bulunmaktadır. Bunlar arasında en çok şöhrete ulaşanlar,
Taberi, Begavi, İbn Atiyye el-Endülüsi, İbnü’ Cevzi, İbn Kesir ve Süyuti, İbn
Munzir, İbn Ebi Hatim ve ibn Temiyye gibi zevattır.
İslam
coğrafyasının genişlemesi neticesi yeni gelişmelerin, felsefi fikirlerin ve
mezheplerin ortaya çıkması ile rivayet kaynakları yanında içtihada da ihtiyaç
duyulmaktaydı. Böylece dirayet tefsiri ortaya çıkmış oldu. Dirayet tefsiri, Müfessirin
yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimler yanında
kendi bilgi birikimi ve re’yine dayanarak yaptığı tefsir anlamına gelmektedir.
Kur’an’ın dirayete dayalı tefsiri konusunda sürekli bu tefsir türünün caiz olup
olmaması hususu tartışma konusu olmuştur. Ancak, akli istidlallerle tefsir
yaparken lügat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, me’ani, kıraat, usul’d-din
(kelam), usul-i fıkıh, esab-ı nüzul, nasih-mensüh vb. ilimlerin çok iyi
bilinmesi gerekmektedir. İmam Matüridi (ö.333/944), Razi (ö.606/1210),
Beyzavi (ö. 685/1286), Nesefi (ö.710/1310), Şirbini (ö.977/1570), Ebussud (Ö.
982/1574), Elmalı Hamdi Yazır (ö.1942) meşhur
dirayet müfessirlerinden başlıcalarıdır.
Mevdu’i
(konulu) tefsir, Kur’an’ın bütününü veya ondaki herhangi meseleyi araştırma
konusu yaparak ayetleri nüzul tarihine göre sıralayıp incelemek Kur’an’ın bakış
açısını tespit etmek anlamına gelemektedir. Hazreti Peygamber, Kur’an’ın
herhangi bir ayetini açıklarken zaman zaman bu yöntemi kullanmıştır.
Tedvin dönemini müteakip yıllarda ise, konulu tefsir yöntemi daha çok fıkhi
alanda görülmektedir. Konulu tefsir anlayışı, günümüzde de konu tefsirinde ve
tahlilli tefsirde en faydalı ve güvenli bir yöntem olduğu için devam
etmektedir. Yöntem olarak, öncelikle çalışılacak konunun sınırları ve hedefi
belirlenir. Konu bütünlüğünü sağlamak amacıyla bir araya getirilen Kur’ani
nasların tarihi bağlamları ele alınır. Ayetlerin siyak ve sibak ilişkileri ile
sünnet de göz önünde bulundurulmalıdır. Aynı şekilde sahabe, tabiün,
tebe-itabiin ve sonraki dil bilgilerinin söz ve tercihleri de yararlanılması
gereken tefsir malzemesidir.
Mezhebi
tefsir herhangi bir fırkaya ait Kur’an’i anlayışa denir. İslamın birinci
asrının sonlarından itibaren gerek dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya
çıkmaya başlayan bir takım itikadi mezhepler, tefsire hız veren amillerin başında
yer almıştır. Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen
Müslümanların mensup olduğu ehl-i sünnet mezhebinin tefsir anlayışının yanı
sıra mu’tezile mezhebinin de kendine göre tefsir anlayışı oluşmuştu. Mu’tezile âlimleri,
önce kendi tercihlerini ortaya koymuşlar, ardından da bunları delillendirme
cihetine giderek Kur’ani nasları te’vile koymuşlardır. Mu’tezile imamları,
Kur’an’ı tefsir ederken genellikle aklı ön plana çıkarmıştır. Bunun sebebi de
mümin inancını tevhid ve adalete aykırı olan her şeyden temizlemektir. Ebu
Müslim Muhammed b. Bahr el-İsfahani (ö.322/934), Kadı Abdulcebbar
(ö.415/1024), Ali b. et-Tahir, eş-Şerif el-Muratada (ö.436/1044), Zamşehri
(ö.538/1144) başlıca meşhur mu’tezile müfessirlerindendir.
Öte
yandan Şia’nın büyük çoğunluğu için söz konusu olan İmamiyye Şiası ya da diğer
adıyla Caferiye Mezhebine göre, Kur’an’ın hem zahiri hem de batıni manası
vardır. Esas kastedilen mana batıni manadır. Zira zahiri manalar, batıni
manaları muhafaza eden kılıf mesabesindedir. Yüce Allah Ku’an’ın zahirini
tevhid, nübüvet ve risalete çağırmaya hasrederken; batınını da imamet, velayet
ve bunlara bağlı olan şeylere hasretmiştir. Kummi, Tusi (ö.460/1068), Tabatabai
başlıca şii müfessirlerdendir.
Hariciler
ise, Kur’an’ın lafzına sarılan bir gruptur. Bu mezhebin takipçilerinde
mu’tezile ve şia gibi çaplı müfessir çıkmamıştır. Esasen fazla sayıda
tefsirleri de mevcut değildir. Haricilere isnad edilen en önemli müfessir
Muhammed b. Yusuf Itfiyyiş’tir (ö.1332/1914).
İşari
tefsir,’’ yalnız tasavvuf erbabına açılan bir takım gizli anlamlar ve işaretler
yoluyla Kur’an’ı açıklamak’’ demektir. Buna göre işari tefsir, sufinin
bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanmaktadır. Bu
tefsirin geçerli olması için, batıni anlamların lafızların zahiri anlamlarına
ters düşmemelidir. Yapılan işari yorumların isabetli olduğunu gösterecek bir
başka nas veya açık bir delilin bulunması gerekmektedir. Ayrıca bu yorumlara
muhalif şer’i veya akli bir karine bulunmamalıdır.
İşari
tefsir anlayışı hicri ikinci asırda ortaya çıkmış ve ilk temsilcileri arasında
el-Hasan el-Basri (ö.110/728), Ca’fer-i Sadık (ö.148/765) ve Abdullah b.
Mubarek(ö.181/797)’in isimleri sayılmaktadır. Ebu Abdirrahman es-Sülemi
(ö.412/1021), Gazali (ö.505/1111) ve Muhyiddin İbn Arabi (ö.638/1240) ile işari
tefsir zirve dönemlerini yakalamıştır.
Fıkhi
tefsir, Kur’an’ın ahkâmla ilgili ayetlerini ele alıp incelemekte ve
Müslümanların kendi dinlerini yaşamalarına imkân sağlayacak sonuçlar üretmektedir.
Fıkhi tefsir tefsir, İbadat, mualemet ve ukubatla iligili ayetlerin izahlarıyla
meşgul olup, bu alana ait ayetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir
hareketi olarak tanımlanabilir. Buna göre söz konusu tefsirin konusu
ahkâm ayetleridir. Yani müçdehitlerin hüküm çıkarmada içtihadlarırna konu
edindikleri Kur’an naslarıdır. İmam Şafi (ö.204/819), el-Tahavi (ö.321/933), el-Cassas
(ö.370/980), el-Kiya el-Herrasi (ö.504/1110), Ebu Bekr İbnu’l-Arabi (ö.543/1148), el-Kurtubi (671/1272) bu alanın başlıca önemli
isimlerindendir.
Nasların, bir takım fenni keşif ve nazariyetler
esas alınarak yapılan tefsirine ilmi tefsir, adı verilmiştir. İlmi tefsir
hareketi, dirayet tefsirinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Bu hareketi merkezi
bir düşünce etrafında ilk olarak ele alan İmam Gazzali’dir (ö.505/1111)’dir.
Gazzali’den sonra ilmi tefsir anlayışını tefsire ilk tatbik eden büyük müffesir
Fahruddin Razi (ö.606/1209) olmuştur. Onun ardından Ebu’l-Fadl el-Mursi
(ö.655/1257) ve Suyuti (ö.911/1505) ilmi tefsir anlayışını savunan âlimler
arasında yer almıştır. Bu asırda ise, Muhammed b. Ahmed el-İskenderani (ö.
1306/1888), Seyyid Abdurrahman el-Kevakibi (ö.1320/1902), Tantavi Cevheri
(ö.1359/1940) gibi zevat ilmi tefsirde ismi öne çıkanlardır.
İçtimai tefsir, Kur’an’ı yeni bir anlayışla ele
alarak, çağın toplumsal sorunlarını nasların ışığı alatında çözümlemeyi
hedefleyen bir tefsir çeşididir. İçtimai tefsir, 19. asrın sonlarında Mısırlı
Muhammed Abduh tarafından benimsenen bir yöntemdir. İçtimai tefsir ekolünün
Muhammed Abduh’tan sonra ikinci önemli temsilcisi Reşid Rıza
(ö.1354/1935)’dır. Yine Ahmed Mustafa el-Mereği (ö.1371/1952) bu ekolü devam
ettirenlerdendir. Seyyid Kutub da (ö.1386/1966) ekolün önemli temsilcilerinden
sayılmaktadır.
Modernist tefsir, vahyedilmiş bir inanç ve
ameller pratiği olan Kur'an'ı, yaşanılan çağın htiyaçlarını dikkate alarak
uygun yöntemlerle açıklamak demektir. İslam'ın ilk zamanlarındaki dinamizmini yeniden
hayata geçirerek, Müslümanların yaşantılarına arız olan durgunluğu, geriliği ve
zayıflığı ortadan kaldırmayı amaçlar. Ortay koyduğu yeni çözüm metodolojisi
ile klasik modernist yaklaşımı Neo-İslam Modernizmi adı altında yeni bir
seyir takip etmeye başlamıştır. Klasik modernist
müfessirlerin başında Seyyid Ahmed
Han(ö.1316/1898), Seyyid Emir Ali(ö.1347/1928) ve Muhammed Ebu Zeyd’i
sayabiliriz. Çağdaş modernist
tefsir tarihselci yaklaşımı benimser ve
temsicilerinin başında ise Fazlur Rahman, Roger Garaudy, Muhammed Arkoun, Hasan
Hanefi yer almaktadır.
Fıkıh, bir
şeyi iyice akletmek, derinlemesine kavramak anlamına gelir. Zaman içerisinde,
farklı bir anlam kazanarak, bir bütün olarak dini doğru biçimde anlama şeklinde
de kullanılmıştır. Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i
mecmuasıdır. Şer’i dini delillerden hüküm çıkarana fakih denir ki
bugünkü hukukçu karşılığıdır.
İmam-ı Azam, fıkhı “kişinin yararına ve zararına olan şeyleri bilmesi”
olarak anlar. Daha sonra takipçileri ise “gündelik davranışlarımıza
ilişkin yararlı ve zararlı olanı bilme” şeklinde de anlamışlardır. Böylece
inanç ve ahlâk konuları fıkıh tanımının dışında kalmıştır.
İmam Şafi ise fıkhı, “gündelik davranışlarımıza ilişkin dini hükümleri
sahip olunan meleke ile özel delillerinden çıkararak bilmek” olarak tarif
etmiştir. Bu tanıma göre fıkıh bir insana ait özelliktir
ve zamanla kazanılan meleke ile özel delillerden yapılan çıkarımlarla elde
edilen ilimdir. Fakih’te delillerden hareketle herhangi bir konuyla ilgili dini
hükmü ortaya koyabilme yeteneğine sahip kimsedir. Bu anlamda fıkıh ile içtihat,
fakih ile müçtehit eşanlamlıdır.
Mecelleye Göre fıkıh “Mesa’il-i
şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.” Dini hükümler için de fıkıh terimi kullanılır
olmuştur. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur: “Ahkam-ı şeriyyeyi ameliyyeyi
tafsilatlı bir surette delilleriyle bilmektir.” Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin
delillerden nasıl istinbat edildiği usl-u fıkhın konusudur.
Fıkhın asıl
konusunu kişinin iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın fiilerine ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır.
Dini hükümler, usul ve füru olmak üzere ikiye ayrılır. Usul itikat konularını
kapsar. Füru konuları ise dört kısma ayrılır: İbadat, muâmelat, ukubat, münekehât
ve müfârakât.
Fıkhın en ilgili olduğu ilim fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun
üzerine kuruludur. Fıkıh usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nisbetle mantık
ilminin tedvinini andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce,
tedvin olarak ise ondan sonradır. Fıkıh usulü; fıkhın temelleri, ilke
ve esasları; fıkhın kaynakları; fıkha ulaştıracak yol ve yöntemleri konularını
ele alır. Fıkıh
usulü dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu hükümlerin çıkarıldığı
kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve nihayet bu işi yapacak olan
müçtehit üzerinde durur.
Fıkıh, dini anlama ve yorumlama olarak Hz. Peygamberden beri
mevcuttu. Zira O, gelen vahiyleri açıklıyor, öğretiyor ve uygulamaya koyuyordu.
Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı. On üç yıl süren Mekke
döneminde
inen ayetler daha çok iman ve ahlak konularına dairdir. Ahkam konuları
daha ziyade hicretten sonra nazil oldu. Hicretten önce teşri edilen ayetler
akideyi korumak içindir. On yıl Medine dönemi teşri
tarihi açısından çok önemlidir. Bireysel alanda olduğu gibi kamusal alanda da
çok önemli düzenlemelere gidilmiş birçok alanda hükümler verilmiştir.
Hükümler tedrici olarak, zaman içinde peyder pey oluşturulma yoluna
gidilmiştir. Bu devirde teşri vahiy yoluyladır. Meydana
gelen hadiseleri ele alır. Olmamış şeyleri ele alarak hüküm vermez. Takdiri
hüküm yoktur. Hz
Peygamberin sünnetleri Kur’anı izah ederken, bazı konularda bizzat kendi rey ve
içtihadıyla hüküm vermiştir.
Hz. Peygamberin vefatından sonra fıkıh
faaliyetleri sahabe ve tabiin döneminde de devam etmiştir. Sahabe Hz. Ebubekir dönemi kısa sürmüş bir dönemdir. Bu dönemde namaz ve zekâtı kabul
etmeyenlerin başkaldırmaları ile mücadele edilmiştir. İrtidat hadiseleri
dediğimiz bu olayları Onun döneminde bastırılmıştır. Bu dönemde Müslümanlar
yabancı kültürlerle karşılaşmışlardır. Bunların bir kısmı Müslüman olmuş, bir
kısmı ise eski inancı üzerine yaşamaya devam etmişlerdir. Mekke ve Medine’nin yanı sıra Kufe ve Füstat gibi dini merkezler de
kurulmuştu. Bu dönemin en önemli fıkıh faaliyeti Şura
içtihadı olmuştur.
Hz Ömer, Medine’de ileri gelen sahabeleri dışarıya göndermemiştir. Önceden
hükmü bilinmeyen bir olay olduğunda bu içtihat ehliyeti olan sahabeleri toplar,
konuyu onlara açar, görüşlerini alır ve müzakere sonucu verilen kararı
uygulardı. Bu anlayış icmanın oluşmasına ve fıkhın temel kaynaklarından kabul
edilmesine zemin hazırlıyordu. Sahabeden Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah
ibni Mesut, Hz. Aişe, Zeyd ibni
Sabit, Abdullah ibni
Abbas, Abdullah ibni
Ömer fıkıh alanında meşhur olanlardı.
Hilafet
merkezli ihtilaflar sonrasında Müslümanlar üç fırkaya ayrıldılar: Harîciler, Şia
ve Ehl-i sünnet.
Ehl-i
sünnet dediğimiz mutedil fırka da fıkıh meselelerini inceleme ve çözme
konusunda takip ettikleri usule göre ikiye ayrıldılar. Bir
kısmı nassların illetlerini inceleyip kıyas yoluyla hükümler verme yolunu
tutmuşlardır. Bunlara ‘rey ehli’ denmiştir. Diğer kısmı
da sadece naslara bağlı kalmışlardır. Bunlara da ‘hadis ehli’ denmiştir.
Ehli hadisin merkezi Medine idi. Onu için bunlara
hicaz fukahası da denir. Ehli reyin merkezi Irak olduğu
için Irak fukahası olarak adlandırılırlar.
Kufeye
gelen ibni Mesud, Kufe’de özel meselelerle karşılaşmış ve bu problemlere sahip
olduğu ilimle cevaplar bulmaya çalışmıştır. Kufe ekolü Abdullah ibni Mesud’un açtığı yolda yürümüştür. İbn-i Mesud dini
faaliyetlerde rey ağırlıklı tefsir ve fıkıh mektebinin ve kıraat ilminin
temellerini atmıştır. Bu ekolün temsilcileri: İbn-i Mesut, Alkame b.
Kays en Nehai, İbrahim en Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman ve Ebu Hanife idi.
Kufe ekolü
ile eş zamanlı olarak medine merkezli hicaz bölgesinde ‘eser’ ağırlıklı bir
ekol oluşmaktaydı. Eser; Hz Peygamberin hadisleri ile sahabe ve
tabiinlerin fetvalarıdır. Bu zatların içinde bulunduğu
ortam Hz peygamberden miras kalan ortamdı ve şartlar ve ihtiyaçlar benzerlik
arz ediyordu. Bu sebepten çok fazla reye ihtiyaç duyulmamıştı. Bu ekolün temsilcileri; Şu'be, Ma'mer b. Raşit, el Leys b Sad,
Abdullah b. Mubarek, Ebu Avane ibn Lehia, Süfyan b. Uyeynedir. İmam Malik bu ekolde yetişmiş fakat rey’e de önem vermiştir.
Daha sonra bölge merkezli İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik ve
Ahmed ibn Hanbel gibi imamların yolunda, bölgesel mahiyette hukuk
ihtiyacını karşılamak üzere mezhebler ortaya çıkmıştır.
İmam Ebu Hanife, Kufe Rey Ekolünden
olup Hanefi Mezhebinin imamıdır. En önemli özelliği şuydu: a) Nassın
bulunmadığı yerde istihsan ve kıyasa dayalı rey içtihadına başvurması b) Sahih olduğu
kesin olarak bilinmeyen hadisler yerine içtihadın tercih edilmesidir.
İmam Malik’de ise kaynak sıralaması
kitap, sünnet, icma, kıyas şeklindedir. Ancak O, ahad yolla gelen hadislerde
(amel-i ehli Medine) Medine halkının uygulamasına ters düşmemek şartıyla delil
kabul eder, aksi halde kabul etmezdi. Mesalihi murseleyi dikkate alması
fıkhının karakterestik özelliklerindendir.
İmam Şafii’nin içtihat usulüne göre
ise; delillerden kitap ve mütevatir sünnet en önce gelir. Hem zahir hem batında
hakkı temsil eder. Sonra ahad sünnet(haber-i vahid)gelir. Sadece zahirde hakkı
temsil eder. Derece itibariyle daha sonra icma vardır. Sahabe fetvaları da
deliller arasındadır. Kıyas en son gelir. Kıyasın ahad da olsa haberden önce
esas alınması caiz olmaz. İstihsanı, maslahatla amel
etmeyi, ameli ehli medineyi sübjektif,
Zayıf karakterde oldukları ve sünnetin terkine yol açabileceği
gerekçesiyle delil kabul etmez.
İmam Ahmed büyük bir hadis âlimidir.
Ona göre esas alınması gereken kaynaklar kuran ve sünnettir. Ancak uydurma
olduğu sabit değilse sahih olmasa da kıyas ve reye tercih eder. Kıyasa zaruret
halinde girer. Buna mukabil, bir şeyin bulunduğu hal üzeri kalması ilkesi olan
istishab delilini çokça kullanır. Haram kılıcı bir delil olmadıkça eşyanın
mübah olması berayı zimmetin yani kişinin ispatlanmadıkça suçsuz ve borçsuz
olmasının asıl olması bu ilkenin sonucudur.
Şia ve Caferi Mezhebine gelince, Şianın
günümüze uzanan üç büyük fırkasından birinin Zeydiye olduğugörülür. Yemende
revactadır. Görüşleri Hanefi mezhebine çok yakındır. İkinci fırka
İsmailiyye koludur ve aşırılığa kaçmıştır. Şianın en büyük kolu, akaitte ve
fıkıhta Caferilerdir. İsna aşeriyye ve imamiyye adlarıyla da anılır. Delil
olarak kitap, sünnet, icma ve akıl kullanır. Sünnet ve icma delilleri
Sünnilerinkinden farklıdır. Sünnete Hz Peygamberin yanında masum olan on iki
imamın söz, fiil ve amelleri de dâhildir. İcma da onların icmasıdır. Her
şey onlara bildirildiği için reye ve kıyasa gerek yoktur.
Zahiriye Mezhebi yaklaşımlarının esası
kitap ve sünnetin zahirine dayanma anlayışıdır. Kaynakları ise Nass, İcma ve
bu ikisinden alınan delillerdir.
Hadis tarihi; Hadislerin kaynağı olan Hz. Peygamberle
başlayıp günümüze kadar devam eden yaklaşık 15 asırlık bir zaman dilimini
kapsamaktadır. Hadislerin naklinde ve hazreti peygambere aidiyetini
tespitte isnadın son derece önemli olduğunu düşünen ilk dönem âlimleri, raviler
arasındaki hoca talebe ilişkisi ve isnatların ittisalini araştırmada
sağlayacağı kolaylığı da dikkate alarak hadis tarihini sahabe, tabiin, tebei
tabiin şeklinde tabaka esaslı ayrıma tabi tutmuşlardır.
Bu
ayrıma göre yaklaşık ilk dört asırlık dönemi
mutekaddimun sonraki dönem için müteahhirun olarak isimlendirilmektedir.
Buna göre isnatlı bilgilerin bulunduğu ilk dönem mutekaddimun,
hadis ve hadis ilmi ile ilgili bilginin senetsiz olarak nakledildiği
dönem müteahhirun olarak kabul ediliyor.
Hadis tarihi rivayet dönemi ve nakil dönemlerinden oluşur. İlki,
Hz. Peygamberden yaklaşık hicri beşinci asrın sonlarına doğru olan zamanı
kapsıyor. İkincisi ise, 12 ve 18. Miladi asırlar arasını kapsar. Ayrıca
günümüze kadar olan dönem son dönem olarak adlandırılır.
Sahabeler
bir taraftan Hz. Peygamberden rivayette hataya düşmemek diğer taraftan da
yapılan hataları düzeltmek amacı ile bir kısım kurallar geliştirmişlerdir.
Hadis rivayetinde ihtiyatlı davranmışlar ve ilk defa duydukları Hz. Peygambere
ait bilgilerin doğruluğunu araştırmışlardır. Bunun yanında, az hadis rivayet
etmişler ve hatalı rivayetleri düzeltmişlerdir. Ayrıca, hadis müzakeresine önem
vermişlerdir.
Tabiin dönemi, yaklaşık 170 yıl sürmüştür. Miladi 651/796 Yılları
arası dönemdir. Tebeî Tabiin dönemi ise hicri 110/220
Yılları Arasını kapsar. Bu dönemde siyasi, sosyal, kültürel faliyetler ortaya çıktığı
için hadis rivayeti ile alakalı yeni bir takım kurallar koymak gerekli
olmuştur. İslam âlimleri hadis uydurma faaliyetlerini engellemek
Amacıyla bir takım tedbirler almışlardır.
İsnad faaliyetleri bu
çerçevede başlamıştır. İlk hadisi nakledene
ulaşıncaya kadar ravileri sırası ile zikretme Âlim ibni Şihab ez-Zuhrî (ö.124/742)
ile başlamıştır. Hicri birinci Asrın sonlarından itibaren isnadın yaygınlaşıp hadisin
ayrılmaz bir parçası olmaya başlaması ile senedde yer alan ravilerin
ehliyetleri açısından araştırılması zorunlu hale gelmiştir. Râvinin hadis
rivayetine ehil olmadığını, fısk, tedlis, yalancılık gibi ravide
olanı koymaya cerh, râvinin güvenilir olduğunu, hadis rivayet
edebileceğini tesbit etmeye de ta'dil denilmiştir.
Birinci
asırda hadisler genellikle şifahi olarak nakledilirken ikinci asırdan itibaren
yazılı olarak rivayet dönem başlamıştır.
Hicri
ikinci asır siyasi ve itikadi fırkaların yanında İslam düşüncesi ile
ilgili farklı ekollerin oluştuğu bir dönemdir. Bu dönem başta hadisin
sıhhatinin tesbit olmak üzere, hadisle ilgili farklı metot ve yaklaşımlara
sahip ehl-i hadis, ehl-i rey, Mutezile, Şia ile ehl-i zühd ve
tasavvufun ortaya çıktığı bir zamandır.
İslam
düşünce tarihi açısından en yoğun fikir tartışmalarının olduğu dönem hicri
üçüncü asırdır. Hadis tarihi açısından hicri üçüncü asır gelişme dönemi
olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde, ehl-i Hadise yöneltilen eleştirelere
cevaplar verilmiş, daha önce belirlenen hadis usulü kural ve ıstılahlarının bir
kısmı yazılı hale getirilmiş, hadis disiplinleri ile ilgili temel eserler
kaleme alınmıştır. Hicri ikinci asırda oluşan ekoller arasındaki ilgili
tartışmalar üçüncü asırda da devam etmiştir.
Hicri
ikinci asırda ortaya çıkan hadislerin sıhhatini tespit ve yorumlanmasıyla
ilgili ekoller arasındaki farklı yaklaşım ve tartışmalar üçüncü asırda eleştiri
ve cevap şeklinde yazılı olarak devam etmiş ve bu durum temel hadis
kitaplarının telifi ile hadis usulü ve ilimlerinin gelişmesinde etkili
olmuştur. Hicri üçüncü asır, Kütüb-i Sitte, Süneni Erbaa ve Kütüb-i
Erbaa diye isimlendirilen temel hadis kitaplarının yazıldığı
dönemdir. İkinci asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları
üçüncü asırda yazıya başlanmıştır. Nitekim İmam ŞâfiîAli B. Medine, İmam
Buhari, İmam Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud'un eserleri bu dönemde yazıldı.
Hicri dördüncü
ve beşinci yüzyıllar siyasi açıdan Abbasiler ile emirlikler veya Hanedanlıklar
dönemi olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde Endülüs döneminde Emirlikler
hâkimdir. İlmi ve fikri açıdan ise dördüncü ve beşinci asırlar İslami
ilimlerin tamamen teşekkül ettiği, mezheplerin kökleştiği, Batiniler ile Karmatilerin
önemli ölçüde etkili olduğu, İslam felsefesi ve tasavvufunun gelişmeye yüz
tuttuğu zengin bir kültür ortamı görünümündedir. Ehli hadis ile mutezile ve
ehli rey arasındaki tartışmaların devam ettiği ve ehli hadis lehine geliştiği
bu dönemde, hadis usulü eserlerinin yanısıra rivayet usulüne ait temel hadis eserleri
de telif edilmiş, ayrıca ilk dönem hadis kaynaklarına dayalı eserler
de yazılmaya başlanmıştır.
Hicri
dördüncü ve beşinci asırlarda Eş'ariyye ve Maturidiyye gibi ehli sünnet
mezheplerinin genel kabul görmesi ve yoğun olarak yöneltilen eleştiriler sonucunda
Mutezile giderek zayıflamıştır. Bu dönemde telif edilen ilk hadis usulü
eserleri hadisi savunma amaçlı kaleme alınmış, azımsanmayacak kısmı ilk defa
olmak üzere gerek ravilerin kimliği gerekse güvenilirliği ile ilgili daha
sonraki dönemlerde kaynak olarak kullanılan bir çok eser telif
edilmiştir. Bu dönemde müsnet ve mucem turu eserler kaleme alınmıştır.
Müstedrek ve müstahreç türü temel hadis kaynaklarını tamamlayıcı çalışmalar
yapılmış. İlk şerhler yazılmış onların ravi ve isnatlarındaki kopukluk ve
metinleri açısından eleştirilen eserler de bu dönemde yazılmıştır. Ayrıca temel
hadis kaynaklarının hadislerini bir araya toplayan cem' türü eserlerin ilk
örnekleri de bu dönemde telif edilmiştir.
Bu dönemin en temel özelliği rivayetin sona ermesi ve rivayet
döneminde telif edilen hadis kaynaklarının aktarılmasının başlamasıdır.
Camii, Sünen, müsnet, musannaf gibi temel hadis kitaplarının isnatları
oluşmaya başlamıştır. Dolayısıyla bu dönemde isnat hadisle değil
hadis kitaplarıyla ilgilidir. Özellikle darül hadislerin eğitim kurumu
olmasıyla kitap esaslı bir eğitime geçilmiş ve bu muhaddisler vasıtasıyla temel
hadis kitapları oluşan isnatlarıyla korunmuş ve sonraki
nesillere aktarılmıştır. Bu dönemde başta Buhari ve Müslimin “el camiius sahih”
leri olmak olmak üzere kütübi sitte otorite kazanmıştır.
Son dönem ile yaklaşık 13. asırdan günümüze kadar geçen süre
kastedilmektedir. Oryantalistlerin hadis tarihi usulü ve
literatürü hakkında yaptıkları çalışmalar ile gerek Batı'da gerekse İslam
dünyasında yapılan akademik araştırmaların bu dönemi öncekilerden ayırt eden
temel özellik olduğu söylenebilir. Oryantalistler özellikle hadis
literatüründe yer alan hadislerin Hazreti Peygambere aidiyeti ile sahih olan
hadisleri sahih olmayandan ayırt etmeye dair klasik metotların geçerliliğini
sorgulamaktaydı. Batılı devletlerin sömürgesinden kurtulan İslam
ülkelerinde kurulan üniversitelerde hadis tarihi
usulü literatürü hakkında yapılan akademik çalışmalarda bu dönemin
bir başka özelliğidir.
Son dönemlerde Hanefi mezhebine bağlı Diyobend geleneği ve mezhepleri
dışlayarak hadis merkezli ve dini metinleri lafzi yorumuyla ihya etmek isteyen
selefi karakterli ehli hadis ekolleri doğmuştur. Ayrıca, 19. yüzyılın
sonuna doğru ise ehli Hadisin katı nasçılığına tepki olarak ehli
Kur'an'ın ekolleri ortaya çıkmıştır. Pakistan'da ise ehli hadis, Diyobend
ve Fazlurrahman'ın temsil ettiği modernist ekolü ortaya çıkmıştır. Hindistan
ve Pakistan'da ehli Kur'an, Mısır'da ise Mahmut Eboue Reyya ve Muhammet Tevfik
Sıdkî hadisin otoritesini ve güvenilirliğini açıkça reddetmişlerdir. Ancak bu
görüşler genel kabul görmemiş marjinal olarak kalmıştır.
Son dönemin hadis ilmi açısından bir diğer özelliği de
hadislerin anlaşılmasıyla ilgili yapılan çalışmalardır. Özellikle Yusuf
el Kardavi bu husustaki çalışmalarıyla tanınmıştır.
Esasen tefsir, hadis, fıkıh gibi islami ilimlere genel olarak
baktığımızda, her birinin Kur’an’ın bir yönüyle anlaşılmasına yönelik ortaya
çıktığı görülmektedir. Zira Kur’an’da mücmel ya da mübhem bırakılan hususların
hadisler ile tamamlanması; yine Müslümanların sosyal ve bireysel olarak
hayatlarını düzene koymaya yönelik kurallar ile ibadet yaşamını düzenleyen
hususların yine Kur’an’dan ve akabinde sünnet ve icmadan çıkarılması; öte
yandan hadis ve fıkıh verilerinin yanı sıra siyer, tarih, Arapça gibi ilimlerin
verilerinden faydalanan tefsir ilminin bünyesinde barındırdığı bilgileri yine
Müslümanların itikadi ve ameli hayatlarında çok önemli bir yere sahip olan
kelam ve fıkıh gibi alanlara sunması; bu ilimlerin birbirleriyle olan sıkı
ilişkilerini göstermektedir.
Bu ilimlerin birbirleriyle çok yakın ve zaman zaman içiçe bir görüntü
sunmasının yanı sıra Hz. Peygamberden nakledilen bir kısım hadislerin Hz.
Peygamberin tefsir faaliyeti kapsamında olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sünnet
ve hadis bir anlamda tefsir işlevi de görmektedir. Hatta bir kısım hadis kitapları
içinde tefsir bir bab olarak da ele alınmıştır. Yine hicri ikinci asırdan
itibaren “ahkam’ul Kur’an” adıyla bir kısım fıkıh konularını ele alan tefsir
kitaplarının yazılması da fıkıh ve tefsirin nasıl içiçe olduğunun kanıtıdır.
Tefsir, fıkıh, hadis ilimlerinin tarihi seyirlerine bakıldığında, bu
ilimlerin Hz. Peygamber ve sahabe ile başladığı ve ilk dönemde tesis edilen ve
her bir ekolün başını sahabenin çektiği Mekke, Medine ve Kufe medreselerinden
neşet ettiği görülmektedir. Dolayısıyla kaynak olarak bir olan bu ilimler, daha
sonra ihtisas alanları haline gelmiştir. Ancak bu ihtisaslaşma, bu ilimleri
birbirlerinden bağımsız olarak koparmadığı gibi sürekli birbirlerine müdahil
olmuşlardır. Müfessirler aynı zamanda muhaddis ya da fakih olabiliyordu.
Dolayısıyla tefsir faaliyetinde bulunan âlim diğer ilimlere de hâkim idi.
Bu bakımdan, tefsir, fıkıh ve hadis ilimlerini birbirlerinden
bağımsız ve ayrı düşünmenin imkânı olmayacağı gibi bu ilimlerin birbirinden
kopuk olarak ortaya koyacakları eserler eksik olacaktır.
KAYNAKÇA:
1. Hassan, A.(1999).
İslam hukukunun Doğuşu ve Gelişimi. İstanbul
2. Erdoğan, Mehmet.(2009)Fıkıh
ilmine giriş. İstanbul
3. Yücel, Ahmet.(2014)
Hadis tarihi. İstanbul
4. Keskinoğlu, Osman.
(1979)Fıkıh tarihi ve İslam hukuku. Ankara
5.
Demirci, Muhsin. (2014) tefsir tarihi. İstanbul
Hikmet
MAVİYILDIZ
14922748
Doktora
– 2015 Bahar Dönemi
TARİH MÜTALAASI
Tefsir, Kur’an’ın dil
bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin
bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Bu faaliyet,
önceleri şifahi bir tarzda hicri 2. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya
geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Tefsir kelimesi “fesera” veya “sefera”
köklerinden, tevil ise “a^l“ kökünden gelmektedir. İlki, keşf manasına gelirken tef’il babı ile manayı
keşif ve izhar anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, müşkil olan lafızdan
murat edilen şeyi keşfetmek anlamına gelir.
İkincisi ise rücu manasına gelirken tef’il babı ile açıklamak, beyan
etmek anlamlarına gelmektedir. Istılah olarak da zahiri mutabık olan manayı iki
ihtimalden birine reddetmek demektir. İlk dönemlerde tefsir kelimesi daha çok
muradı İahi budur anlamında rey içermeyen ve kesinlik arz eden ifadeler için
kullanılırken te’vil daha çok lafızdan kesinlik içermeyen ihtimallerden birini
tercih için kullanılmıştır. Bu yönüyle ilk dönemlerde tefsirden genellikle
kaçınılmış ve bunun yerine tev’il yapılmıştır. Tefsir hareketi daha çok Hazreti
Peygambere ve sahabenin Kur’anı açıklamaları ve ifadelerine hamledilmiştir.
Ancak daha sonraları bu iki kelimede birbirinin yerine kullanılır olmuştur.
Tefsir kavram olarak, İbn Manzur “Lisanu’l-arap” adlı Arapça
lügatinde, müşkül olan lafızdan kastedilen manayı keşfetmektir
şeklinde tanımlamaktadır. Daha genel anlamda, Arap dili ve belagati
ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri çevreleyen tarihsel şartları da dikkate
alarak, Allah’ın muradını kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır
şeklinde tanımlayabiliriz.
İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre naslardan hüküm
çıkarmada esas olan, te’vile gitmemektedir. Ancak, müteşabih
nasların açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda da te’vil kaçınılmazdır.
Ancak, te’vile esas olan mananın, mecaz yoluyla da olsa lafzın kendisine
delalet ettiği manalardan olması gerekmektedir. Ayrıca, te’vil manası açık olan
bir nassa ters düşmemeli ve bir lafzın ilk anda akla gelen zahiri anlamından
başka manada yorumlanmasına imkân tanıyan şer’i bir delile
dayanmalıdır.
Te’vil; beyani, irfani ve burhani te’vil olmak üzere üç çeşittir. Te’vil,
delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih anlamı taşıdığı
için kesinlik ifade etmez. Ancak tefsire konu olan naslarda tek anlam bulunduğu
için onda kesinlik vardır. Diğer yandan, te’vil genellikle nasların içsel
manalarında, tefsir ise lafızlarda söz konusudur olup, te’vil genellikle akla
tefsir ise rivayete dayanmaktadır.
Allah Resulü, bir tarafından
tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahabeleri, Kur’an’ı
okuyamaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Hz. Peygamber, ashabı Kur’an’ı
ezberlemeye teşvik etmekle birlikte, onun yazıya geçirilmesin de emrediyordu.Hz. Peygamber, bir taraftan
kendisine vahyedilen Kur’an bölümlerini muhataplara okuyor, diğer tarftan da
manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu. Gerçi her ne
kadar ilk muhataplar, ana dilleri Arapça olduğu için Kur’an’ı genel çerçeve
itibariyle anlama imkânına sahip iseler de yinede onun bir kısım müteşabih
lafızlarını ve bazı ayrıntılarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı.
Dolayısıyla Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan bu insanların hem
anlamadıkları ayetlerin manalarını kendilerine açıklayacak, hem de bazı ameli
hükümlerin uygulanış biçimlerini gösterecek bir rehbere ihtiyaçları
vardı. İşte bütün bu hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz. Peygamberdi.
Hz.
Peygamber (sav) ashabına açıklamış olduğu Kur’an’ı hakikatler,
tamamen onları irşat maksadına yönelikti. Hz. Peygamber bazen bir ayeti
nüzulünü müteakip tebliğ maksadıyla okuyarak açıklar yahut kırat esnasında veya
hutbe irat ederken tefsir ederdi. Hz. Peygamberin zaman zaman herhangi bir ayet
hakkında soru sormak suretiyle muhatapların dikkatlerini çekerek
açıklamaktaydı. Hz. Peygamber bazen de, bir hükmü belirttikten sonra
yahut bir nasihatin ardından veya ashap için lüzumlu olan bir hususu beyan
ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka bir ayeti okur ve onu açıklardı.
Resülullah
(sav)‘a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir
açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen ayetleri
tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de tersi olur, açıklama
zarureti doğardı. O Zamanda
genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç kadar tefsir ederdi. Kur’an’ı açıklamaya
yönelik misyonu Mücmelin Tebyini, Müphemin Tavzihi ve
Mutlakın Takyidi şeklinde gerçekleşmişir.
Kur’an,
yaklaşık yirmi üç senelik bir zaman içinde Hz.Peygamber (sav)’e
vahyedilmiş ve bu yüzden tebliğ ve teşride olduğu gibi Kur’an’ın tefsirinde de
ilk muhatap Hz. Peygamberdir. Dolayısıyla, tefsirin ortaya çıkış süreci
Hz.Peygamber ile başlamaktadır. Sonrasında ashab ve tabiün dönemlerinde
Müslüman âlimler Kur’an rehberliğinde tefsire özel bir yer verilmişlerdir.
Hz. Peygamber tarafından vahiy
kâtiplerine dikte ettirilen Kur’an metinleri muhafaza ediliyordu. Kur’an’ın
kitaben derlenmesi, bilindiği gibi Hz. Peygamber ‘in vefatından sonra
halifeliğe seçilen Hz. Ebu Bekr devrinde yapılmıştır. Hz. Osman
devrinde Zeyd b. Sabit başkanlığında oluşturulan bir heyet, beş sene kadar
süren titiz bir çalışmanın sonunda birkaç Kur’an nüshası yazıp,
çeşitli İslam beldelerine göndermek suretiyle söz konusu ihtilafları bertaraf
etmiş ve Kur’an’ı daha önceki ilahi kitapların başına gelen tahrif ve
tebdilden korumuştur.
Kur’an
tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin çok önemli bir yeri vardır. Çünkü
sahabiler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerini,
Arap örf ve adetlerini iyi biliyorlardı. Aynı zamanda Kur’an’ın nüzulüne
şahit idiler. Bu yüzden ayet ve surelerin hangi sebepten ötürü inzal edildiğini
biliyorlardı.
Sahabe
bir taraftan rivayetleri esas alarak diğer taraftanda kendi görüşlerine
yer vererek Kur’an’ı yorumlamışlardır. Kur’anı nakle bağlı kalarak tefsir
etme yuolunu tercih eden sahabiler, İslam’ın ilk günlerinden itibaren
özellikle müphem, mutlak, mücmel ve müteşabih nasları açıklama konusunda
oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsire karşı çıkmışlardır. O dönemde
bir kısım sahabi Kur’an ayetlerini yorumlama ve fetva verme noktasında çok
duyarlı hareket ederek, nasları kendi tercihleri doğrultusunda
anlamlandırmayı ilahi iradeye müdehale olarak telakki ediyor; bunun içinde
böyle bir müdehaleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı.
Sahabenin
Kur’an’a yaklaşımının ikinci önemli ayağı da tefsirde
re’yin kullanılamsıdır. Bu görüşü benimseyen sahabiler, herhangi bir
ayeti tefsir ederken öncelikle rivayet tefsir kaynaklarına müraacat ediyorlar;
şayet aradıklarını onlarda bulamazlarsa, o takdirde kendi re’yleriyle tefsir
ediyorlardı. Hz. Ebu Bekr (ö.13/634), Hz.Ömer (ö.23/634), Hz.Osman (ö.35/635),
Hz.Ali (ö.40/661), Abdullah b. Abbas (ö.68/687), Abdullah b. Mes’üd (ö.34/654),
Ubey b. Ka’b (ö.30/650), Zeyd b. Sabit (ö.45/665), Abdullah b. Zübeyr
(ö.73/692), Ebu Musa el-Eş’ari (ö.44/664) sahabe döneminin tefsirde öne çıkan
isimleridir.
Ashabın ardında
gelip din ve şeriat konusunda onların izinden giden tabiiler de sahabe gibi
tefsirde öncelikle Kur’an ve sünnete başvurmuşlardır. Ancak söz
konusu bu iki kaynakta nasları tefsir edecek yardımcı bir malzeme
bulamadıklarında, Kur’an’ı Kur’an’la ve rivayetlere dayanarak ya da akli
çıkarımlarda bulunarak tefsir yapmışlardır. Tabiiler Kur’an’ı, sahabilerden
devraldıkaları tefsir mirasına dayanarak rivayet yöntemiyle ve de dirayet
metodu kullanarak akli çıkarımlarla yorumluyorlardı.
İslam
topraklarının genişlemesiyle Mekke, Medine, Kufe gibi merkezlerde sahabenin
nezaretinde medreseler oluşturuldu. Bu merkezlerde tefsir faaliyetleri
başlamıştı. Mekke medresesinin başında Abdullah İbn Abbas(ö.68/687)
bulunuyordu. Özellikle müşkil lafızlar üzerinde duran ve Arap şiiriyle tefsir
etme yolunu tercih eden ibn Abbas’ın, tarihe geçmiş meşhur öğrencileri
vardır ki, bunlar: Mücahid b.Cebr (ö.103 /701), İkrime (ö.107/722), Said ibn
Cübeyr (ö.95/714), Tavus b. Keysan (ö.106/24) ve Ata b.Ebi Rabah’tır
(ö.114/732). Medine medresesinin başında Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamberin
sünnetiyle öğretmeye çalışan Ubey b. Ka’b (ö.30/650) bulunuyordu. Onun en
meşhur öğrencileri de Ebu’l Aliye (ö.90/709) ve Muhammed b. Ka’b el-Kurazi’dir
(ö.118/736). Kufe medresesinin kurucusu da Abdullah b. Mes’ud’dur (ö.32/652).
Bu medrese daha çok re’y ile tefsiri benimsemiş ve içtihadi hareketlerin
çekirdeği olmuştur. Bu mederesenin yetiştirdiği meşhur âlimler ise; Alkame b.
Kays (ö.61/681), Mesruk b.el-Ecda (ö.63/682), Müreretu’l Hemedani(ö.76/695) ve
Hasan el- Basri’dir (ö.110/728). Bunlar arasında Hasan el-Basri dirayet ile
tefsiri tercih ederken Katade daha çok nakilciliği ile öne çıkmaktadır.
Yukarıda sözünü edilen medreselerde yetişen tabiün müfessirlerinin ekseriyeti
mevalindendir. Sahabe döneminde icmali (külli) mana ile yetinme söz
konusu iken, tabiün döneminde daha ayrıntılara yer verilmiştir. Sahabe
tefsiri, kendilerine manası kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmışken, tabiiler
döneminde Kur’an’ın bütünü tefsir edilmeye başlamıştı. Diğer taraftan da ortaya
koyulan görüş ve iddaların delillendirilmesi için bazı kelime ve tabirlerin
izahları yanında, geniş fıkhi açıklamalar, ayetlerden istinbat ve istidlal
yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgilere de yer vermişlerdir. Öte yandan,
şiirle işhad metoduyla bazı garip kelimeleri şerh ve izah etmek ve İsrailiyat
denilen gayr-i İslami bilgilerin kullanımı yine bu dönemin bir başka
özelliğidir.
Tefsir,
önceki dönemlerde sözlü nakil yoluyla aktarılmıştır. Bu sürecin ilk halkasında
Hz.Peygamber, ilk halkasında da vahyin nuzül ortamını müşhade eden ve meydana
gelen hadiseleri bizzat yaşayan sahabe vardır. Ashab bir taraftan
Hz.Peygamberden işittiklerini, müşahedelerini tabiilere nakletmişlerdir.
Tabilere şifahi olarak nakledilen bilgiler, onlardan sonra gelen tebe-i tabiin
nesline de aynı şekilde şifahi olarak nakledilmiştir. Ancak diğer dönemlere kıyasla
bu dönemde tefsir bir hayli genişlemiştir. Bunda isnad zincirlerinin
nakledilmesi ve dil ilimlerinin genişlemesi de etkili olmuştur. Tedvin asrı
olarak bilinen tebe-i tabiin döneminde tefsire dair malzemeler yazıya
geçirilmeye başlanmıştır.
Günümüze
kadar ulaşabilen Kur’an’ın sure ve ayet tertibine göre en eski tefsiri Mukatil
b.Süleyman (ö.150/767) aittir. Ancak, ilk müfessir olarak Ali b. Ebi Talha
(ö.143/760) bilinir. Mukatil b.Süleyman Kur’an’ı başından sonunsa kadar mevcut
sure tertibine göre ele alarak bir yandan ayetlerin nuzül sebepleri ve nuzul
zamanları konusunda bilgiler vermiş; diğer yandan da kelimelerle ilgili
etimolojik açıklamalar ve nahvi tahliller yapmıştır. İlk müstakil tefsirlerden
olduğu ileri sürülen bir diğer tefsir de Ebu Zekeriyya Yahya b. Ziyad
el-Ferra’nın (207/822) “Maani’l-Kur’an’ı” dır. Bu dönemin yine öne çıkan başlıca müfessirlerinden Süfyanu’s-Sevri,
tefsirinde Arap dilinin filololjik inceliklerine dayanan lügat,
kıraat gibi hususlar yanında nuzul sebepleri, nasih-mensüh ve
fıkıhla ilgili açıklamalara da da yer vermiştir. Yahya
b. Selam, Yahya b.Ziyad, Ebu Ubeyde Ma’mer b.el-Müsenna, Abdurrezzak b. Hemmam yine bu dönemin öne çıkan
başlıca müfessirlerindendir.
Tedvin
döneminde, Kur’an’ın açıklamasına yönelik olarak bu dönemde yazılan
eserlerin ortak özelliği dil bilimsel tefsirler olmalarıdır.
Söz konusu tefsirler, öncelikle garib, müşkil, mübhem ve mücmel
kelimelerin Arap dilndeki anlamlarına, etimolojik alan içerisindeki değişik
formlarına ve irab durumlarına yer vermişlerdir. Ayetlerin anlaşılmasında
anahtar konumunda olan sözcüklerin izahı için zaman zaman eski Arap şiiri
kullanılmış olup ayetlerin nüzul sebepleri, kıratı ve neshi
gibi konular da ele alınmıştır. Varlığını Hicri IV. Asra kadar devam ettiren
söz konusu tefsir geleneği bundan sonra yerini geniş hacimli rivayet ve dirayet
tefsirlerine bırakmıştır.
Genel
nitelikleri itibariyle tefsiri mevdi’i (konumlu) ve mevdu’i (konulu) şeklinde
iki kısma ayırabiliriz. Mevdi’i(konumlu) tefsir, herhangi bir müfessirin Kur’an’daki sure
ve ayet sıralamasını esas alarak her ayeti mevcut terkibe göre tefsir
etmesi demektir. Bu da metod olarak rivayet ve dirayet olarak iki türdür.
Rivayet
tefsiri, Kur’an’a, sünette ve selef âlimlerinden nakledilen sahih
rivayetlere dayanan tefsir demektir. Rivayet tefsirinin kaynaklarını Kur’an,
sünnet, sahabe sözleri, tabiün kavilleri, Arap dili ve belagatı, Arap şiiri ve ehl-i kitap kültürüdür. Rivayet
tefsirleri de, salt rivayet ve dirayetle karışık rivayet tefsirleri diye ikiye
ayrılır. Salt rivayet tefsirleri, sahabe ve tabiündan gelen
rivayetlere dayanan tefsirlerdir. Rivayet tefsir geleneğine göre kur’an’ı
tefsir eden bir hayli müfessir bulunmaktadır. Bunlar arasında en çok şöhrete ulaşanlar,
Taberi, Begavi, İbn Atiyye el-Endülüsi, İbnü’ Cevzi, İbn Kesir ve Süyuti, İbn
Munzir, İbn Ebi Hatim ve ibn Temiyye gibi zevattır.
İslam
coğrafyasının genişlemesi neticesi yeni gelişmelerin, felsefi fikirlerin ve
mezheplerin ortaya çıkması ile rivayet kaynakları yanında içtihada da ihtiyaç
duyulmaktaydı. Böylece dirayet tefsiri ortaya çıkmış oldu. Dirayet tefsiri, Müfessirin
yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve çeşitli ilimler yanında
kendi bilgi birikimi ve re’yine dayanarak yaptığı tefsir anlamına gelmektedir.
Kur’an’ın dirayete dayalı tefsiri konusunda sürekli bu tefsir türünün caiz olup
olmaması hususu tartışma konusu olmuştur. Ancak, akli istidlallerle tefsir
yaparken lügat, sarf, nahiv, iştikak, beyan, bedii, me’ani, kıraat, usul’d-din
(kelam), usul-i fıkıh, esab-ı nüzul, nasih-mensüh vb. ilimlerin çok iyi
bilinmesi gerekmektedir. İmam Matüridi (ö.333/944), Razi (ö.606/1210),
Beyzavi (ö. 685/1286), Nesefi (ö.710/1310), Şirbini (ö.977/1570), Ebussud (Ö.
982/1574), Elmalı Hamdi Yazır (ö.1942) meşhur
dirayet müfessirlerinden başlıcalarıdır.
Mevdu’i
(konulu) tefsir, Kur’an’ın bütününü veya ondaki herhangi meseleyi araştırma
konusu yaparak ayetleri nüzul tarihine göre sıralayıp incelemek Kur’an’ın bakış
açısını tespit etmek anlamına gelemektedir. Hazreti Peygamber, Kur’an’ın
herhangi bir ayetini açıklarken zaman zaman bu yöntemi kullanmıştır.
Tedvin dönemini müteakip yıllarda ise, konulu tefsir yöntemi daha çok fıkhi
alanda görülmektedir. Konulu tefsir anlayışı, günümüzde de konu tefsirinde ve
tahlilli tefsirde en faydalı ve güvenli bir yöntem olduğu için devam
etmektedir. Yöntem olarak, öncelikle çalışılacak konunun sınırları ve hedefi
belirlenir. Konu bütünlüğünü sağlamak amacıyla bir araya getirilen Kur’ani
nasların tarihi bağlamları ele alınır. Ayetlerin siyak ve sibak ilişkileri ile
sünnet de göz önünde bulundurulmalıdır. Aynı şekilde sahabe, tabiün,
tebe-itabiin ve sonraki dil bilgilerinin söz ve tercihleri de yararlanılması
gereken tefsir malzemesidir.
Mezhebi
tefsir herhangi bir fırkaya ait Kur’an’i anlayışa denir. İslamın birinci
asrının sonlarından itibaren gerek dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya
çıkmaya başlayan bir takım itikadi mezhepler, tefsire hız veren amillerin başında
yer almıştır. Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen
Müslümanların mensup olduğu ehl-i sünnet mezhebinin tefsir anlayışının yanı
sıra mu’tezile mezhebinin de kendine göre tefsir anlayışı oluşmuştu. Mu’tezile âlimleri,
önce kendi tercihlerini ortaya koymuşlar, ardından da bunları delillendirme
cihetine giderek Kur’ani nasları te’vile koymuşlardır. Mu’tezile imamları,
Kur’an’ı tefsir ederken genellikle aklı ön plana çıkarmıştır. Bunun sebebi de
mümin inancını tevhid ve adalete aykırı olan her şeyden temizlemektir. Ebu
Müslim Muhammed b. Bahr el-İsfahani (ö.322/934), Kadı Abdulcebbar
(ö.415/1024), Ali b. et-Tahir, eş-Şerif el-Muratada (ö.436/1044), Zamşehri
(ö.538/1144) başlıca meşhur mu’tezile müfessirlerindendir.
Öte
yandan Şia’nın büyük çoğunluğu için söz konusu olan İmamiyye Şiası ya da diğer
adıyla Caferiye Mezhebine göre, Kur’an’ın hem zahiri hem de batıni manası
vardır. Esas kastedilen mana batıni manadır. Zira zahiri manalar, batıni
manaları muhafaza eden kılıf mesabesindedir. Yüce Allah Ku’an’ın zahirini
tevhid, nübüvet ve risalete çağırmaya hasrederken; batınını da imamet, velayet
ve bunlara bağlı olan şeylere hasretmiştir. Kummi, Tusi (ö.460/1068), Tabatabai
başlıca şii müfessirlerdendir.
Hariciler
ise, Kur’an’ın lafzına sarılan bir gruptur. Bu mezhebin takipçilerinde
mu’tezile ve şia gibi çaplı müfessir çıkmamıştır. Esasen fazla sayıda
tefsirleri de mevcut değildir. Haricilere isnad edilen en önemli müfessir
Muhammed b. Yusuf Itfiyyiş’tir (ö.1332/1914).
İşari
tefsir,’’ yalnız tasavvuf erbabına açılan bir takım gizli anlamlar ve işaretler
yoluyla Kur’an’ı açıklamak’’ demektir. Buna göre işari tefsir, sufinin
bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham ve işaretlere dayanmaktadır. Bu
tefsirin geçerli olması için, batıni anlamların lafızların zahiri anlamlarına
ters düşmemelidir. Yapılan işari yorumların isabetli olduğunu gösterecek bir
başka nas veya açık bir delilin bulunması gerekmektedir. Ayrıca bu yorumlara
muhalif şer’i veya akli bir karine bulunmamalıdır.
İşari
tefsir anlayışı hicri ikinci asırda ortaya çıkmış ve ilk temsilcileri arasında
el-Hasan el-Basri (ö.110/728), Ca’fer-i Sadık (ö.148/765) ve Abdullah b.
Mubarek(ö.181/797)’in isimleri sayılmaktadır. Ebu Abdirrahman es-Sülemi
(ö.412/1021), Gazali (ö.505/1111) ve Muhyiddin İbn Arabi (ö.638/1240) ile işari
tefsir zirve dönemlerini yakalamıştır.
Fıkhi
tefsir, Kur’an’ın ahkâmla ilgili ayetlerini ele alıp incelemekte ve
Müslümanların kendi dinlerini yaşamalarına imkân sağlayacak sonuçlar üretmektedir.
Fıkhi tefsir tefsir, İbadat, mualemet ve ukubatla iligili ayetlerin izahlarıyla
meşgul olup, bu alana ait ayetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir
hareketi olarak tanımlanabilir. Buna göre söz konusu tefsirin konusu
ahkâm ayetleridir. Yani müçdehitlerin hüküm çıkarmada içtihadlarırna konu
edindikleri Kur’an naslarıdır. İmam Şafi (ö.204/819), el-Tahavi (ö.321/933), el-Cassas
(ö.370/980), el-Kiya el-Herrasi (ö.504/1110), Ebu Bekr İbnu’l-Arabi (ö.543/1148), el-Kurtubi (671/1272) bu alanın başlıca önemli
isimlerindendir.
Nasların, bir takım fenni keşif ve nazariyetler
esas alınarak yapılan tefsirine ilmi tefsir, adı verilmiştir. İlmi tefsir
hareketi, dirayet tefsirinin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. Bu hareketi merkezi
bir düşünce etrafında ilk olarak ele alan İmam Gazzali’dir (ö.505/1111)’dir.
Gazzali’den sonra ilmi tefsir anlayışını tefsire ilk tatbik eden büyük müffesir
Fahruddin Razi (ö.606/1209) olmuştur. Onun ardından Ebu’l-Fadl el-Mursi
(ö.655/1257) ve Suyuti (ö.911/1505) ilmi tefsir anlayışını savunan âlimler
arasında yer almıştır. Bu asırda ise, Muhammed b. Ahmed el-İskenderani (ö.
1306/1888), Seyyid Abdurrahman el-Kevakibi (ö.1320/1902), Tantavi Cevheri
(ö.1359/1940) gibi zevat ilmi tefsirde ismi öne çıkanlardır.
İçtimai tefsir, Kur’an’ı yeni bir anlayışla ele
alarak, çağın toplumsal sorunlarını nasların ışığı alatında çözümlemeyi
hedefleyen bir tefsir çeşididir. İçtimai tefsir, 19. asrın sonlarında Mısırlı
Muhammed Abduh tarafından benimsenen bir yöntemdir. İçtimai tefsir ekolünün
Muhammed Abduh’tan sonra ikinci önemli temsilcisi Reşid Rıza
(ö.1354/1935)’dır. Yine Ahmed Mustafa el-Mereği (ö.1371/1952) bu ekolü devam
ettirenlerdendir. Seyyid Kutub da (ö.1386/1966) ekolün önemli temsilcilerinden
sayılmaktadır.
Modernist tefsir, vahyedilmiş bir inanç ve
ameller pratiği olan Kur'an'ı, yaşanılan çağın htiyaçlarını dikkate alarak
uygun yöntemlerle açıklamak demektir. İslam'ın ilk zamanlarındaki dinamizmini yeniden
hayata geçirerek, Müslümanların yaşantılarına arız olan durgunluğu, geriliği ve
zayıflığı ortadan kaldırmayı amaçlar. Ortay koyduğu yeni çözüm metodolojisi
ile klasik modernist yaklaşımı Neo-İslam Modernizmi adı altında yeni bir
seyir takip etmeye başlamıştır. Klasik modernist
müfessirlerin başında Seyyid Ahmed
Han(ö.1316/1898), Seyyid Emir Ali(ö.1347/1928) ve Muhammed Ebu Zeyd’i
sayabiliriz. Çağdaş modernist
tefsir tarihselci yaklaşımı benimser ve
temsicilerinin başında ise Fazlur Rahman, Roger Garaudy, Muhammed Arkoun, Hasan
Hanefi yer almaktadır.
Fıkıh, bir
şeyi iyice akletmek, derinlemesine kavramak anlamına gelir. Zaman içerisinde,
farklı bir anlam kazanarak, bir bütün olarak dini doğru biçimde anlama şeklinde
de kullanılmıştır. Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin heyet-i
mecmuasıdır. Şer’i dini delillerden hüküm çıkarana fakih denir ki
bugünkü hukukçu karşılığıdır.
İmam-ı Azam, fıkhı “kişinin yararına ve zararına olan şeyleri bilmesi”
olarak anlar. Daha sonra takipçileri ise “gündelik davranışlarımıza
ilişkin yararlı ve zararlı olanı bilme” şeklinde de anlamışlardır. Böylece
inanç ve ahlâk konuları fıkıh tanımının dışında kalmıştır.
İmam Şafi ise fıkhı, “gündelik davranışlarımıza ilişkin dini hükümleri
sahip olunan meleke ile özel delillerinden çıkararak bilmek” olarak tarif
etmiştir. Bu tanıma göre fıkıh bir insana ait özelliktir
ve zamanla kazanılan meleke ile özel delillerden yapılan çıkarımlarla elde
edilen ilimdir. Fakih’te delillerden hareketle herhangi bir konuyla ilgili dini
hükmü ortaya koyabilme yeteneğine sahip kimsedir. Bu anlamda fıkıh ile içtihat,
fakih ile müçtehit eşanlamlıdır.
Mecelleye Göre fıkıh “Mesa’il-i
şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.” Dini hükümler için de fıkıh terimi kullanılır
olmuştur. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur: “Ahkam-ı şeriyyeyi ameliyyeyi
tafsilatlı bir surette delilleriyle bilmektir.” Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin
delillerden nasıl istinbat edildiği usl-u fıkhın konusudur.
Fıkhın asıl
konusunu kişinin iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın fiilerine ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır.
Dini hükümler, usul ve füru olmak üzere ikiye ayrılır. Usul itikat konularını
kapsar. Füru konuları ise dört kısma ayrılır: İbadat, muâmelat, ukubat, münekehât
ve müfârakât.
Fıkhın en ilgili olduğu ilim fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun
üzerine kuruludur. Fıkıh usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nisbetle mantık
ilminin tedvinini andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce,
tedvin olarak ise ondan sonradır. Fıkıh usulü; fıkhın temelleri, ilke
ve esasları; fıkhın kaynakları; fıkha ulaştıracak yol ve yöntemleri konularını
ele alır. Fıkıh
usulü dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu hükümlerin çıkarıldığı
kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve nihayet bu işi yapacak olan
müçtehit üzerinde durur.
Fıkıh, dini anlama ve yorumlama olarak Hz. Peygamberden beri
mevcuttu. Zira O, gelen vahiyleri açıklıyor, öğretiyor ve uygulamaya koyuyordu.
Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı. On üç yıl süren Mekke
döneminde
inen ayetler daha çok iman ve ahlak konularına dairdir. Ahkam konuları
daha ziyade hicretten sonra nazil oldu. Hicretten önce teşri edilen ayetler
akideyi korumak içindir. On yıl Medine dönemi teşri
tarihi açısından çok önemlidir. Bireysel alanda olduğu gibi kamusal alanda da
çok önemli düzenlemelere gidilmiş birçok alanda hükümler verilmiştir.
Hükümler tedrici olarak, zaman içinde peyder pey oluşturulma yoluna
gidilmiştir. Bu devirde teşri vahiy yoluyladır. Meydana
gelen hadiseleri ele alır. Olmamış şeyleri ele alarak hüküm vermez. Takdiri
hüküm yoktur. Hz
Peygamberin sünnetleri Kur’anı izah ederken, bazı konularda bizzat kendi rey ve
içtihadıyla hüküm vermiştir.
Hz. Peygamberin vefatından sonra fıkıh
faaliyetleri sahabe ve tabiin döneminde de devam etmiştir. Sahabe Hz. Ebubekir dönemi kısa sürmüş bir dönemdir. Bu dönemde namaz ve zekâtı kabul
etmeyenlerin başkaldırmaları ile mücadele edilmiştir. İrtidat hadiseleri
dediğimiz bu olayları Onun döneminde bastırılmıştır. Bu dönemde Müslümanlar
yabancı kültürlerle karşılaşmışlardır. Bunların bir kısmı Müslüman olmuş, bir
kısmı ise eski inancı üzerine yaşamaya devam etmişlerdir. Mekke ve Medine’nin yanı sıra Kufe ve Füstat gibi dini merkezler de
kurulmuştu. Bu dönemin en önemli fıkıh faaliyeti Şura
içtihadı olmuştur.
Hz Ömer, Medine’de ileri gelen sahabeleri dışarıya göndermemiştir. Önceden
hükmü bilinmeyen bir olay olduğunda bu içtihat ehliyeti olan sahabeleri toplar,
konuyu onlara açar, görüşlerini alır ve müzakere sonucu verilen kararı
uygulardı. Bu anlayış icmanın oluşmasına ve fıkhın temel kaynaklarından kabul
edilmesine zemin hazırlıyordu. Sahabeden Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah
ibni Mesut, Hz. Aişe, Zeyd ibni
Sabit, Abdullah ibni
Abbas, Abdullah ibni
Ömer fıkıh alanında meşhur olanlardı.
Hilafet
merkezli ihtilaflar sonrasında Müslümanlar üç fırkaya ayrıldılar: Harîciler, Şia
ve Ehl-i sünnet.
Ehl-i
sünnet dediğimiz mutedil fırka da fıkıh meselelerini inceleme ve çözme
konusunda takip ettikleri usule göre ikiye ayrıldılar. Bir
kısmı nassların illetlerini inceleyip kıyas yoluyla hükümler verme yolunu
tutmuşlardır. Bunlara ‘rey ehli’ denmiştir. Diğer kısmı
da sadece naslara bağlı kalmışlardır. Bunlara da ‘hadis ehli’ denmiştir.
Ehli hadisin merkezi Medine idi. Onu için bunlara
hicaz fukahası da denir. Ehli reyin merkezi Irak olduğu
için Irak fukahası olarak adlandırılırlar.
Kufeye
gelen ibni Mesud, Kufe’de özel meselelerle karşılaşmış ve bu problemlere sahip
olduğu ilimle cevaplar bulmaya çalışmıştır. Kufe ekolü Abdullah ibni Mesud’un açtığı yolda yürümüştür. İbn-i Mesud dini
faaliyetlerde rey ağırlıklı tefsir ve fıkıh mektebinin ve kıraat ilminin
temellerini atmıştır. Bu ekolün temsilcileri: İbn-i Mesut, Alkame b.
Kays en Nehai, İbrahim en Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman ve Ebu Hanife idi.
Kufe ekolü
ile eş zamanlı olarak medine merkezli hicaz bölgesinde ‘eser’ ağırlıklı bir
ekol oluşmaktaydı. Eser; Hz Peygamberin hadisleri ile sahabe ve
tabiinlerin fetvalarıdır. Bu zatların içinde bulunduğu
ortam Hz peygamberden miras kalan ortamdı ve şartlar ve ihtiyaçlar benzerlik
arz ediyordu. Bu sebepten çok fazla reye ihtiyaç duyulmamıştı. Bu ekolün temsilcileri; Şu'be, Ma'mer b. Raşit, el Leys b Sad,
Abdullah b. Mubarek, Ebu Avane ibn Lehia, Süfyan b. Uyeynedir. İmam Malik bu ekolde yetişmiş fakat rey’e de önem vermiştir.
Daha sonra bölge merkezli İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik ve
Ahmed ibn Hanbel gibi imamların yolunda, bölgesel mahiyette hukuk
ihtiyacını karşılamak üzere mezhebler ortaya çıkmıştır.
İmam Ebu Hanife, Kufe Rey Ekolünden
olup Hanefi Mezhebinin imamıdır. En önemli özelliği şuydu: a) Nassın
bulunmadığı yerde istihsan ve kıyasa dayalı rey içtihadına başvurması b) Sahih olduğu
kesin olarak bilinmeyen hadisler yerine içtihadın tercih edilmesidir.
İmam Malik’de ise kaynak sıralaması
kitap, sünnet, icma, kıyas şeklindedir. Ancak O, ahad yolla gelen hadislerde
(amel-i ehli Medine) Medine halkının uygulamasına ters düşmemek şartıyla delil
kabul eder, aksi halde kabul etmezdi. Mesalihi murseleyi dikkate alması
fıkhının karakterestik özelliklerindendir.
İmam Şafii’nin içtihat usulüne göre
ise; delillerden kitap ve mütevatir sünnet en önce gelir. Hem zahir hem batında
hakkı temsil eder. Sonra ahad sünnet(haber-i vahid)gelir. Sadece zahirde hakkı
temsil eder. Derece itibariyle daha sonra icma vardır. Sahabe fetvaları da
deliller arasındadır. Kıyas en son gelir. Kıyasın ahad da olsa haberden önce
esas alınması caiz olmaz. İstihsanı, maslahatla amel
etmeyi, ameli ehli medineyi sübjektif,
Zayıf karakterde oldukları ve sünnetin terkine yol açabileceği
gerekçesiyle delil kabul etmez.
İmam Ahmed büyük bir hadis âlimidir.
Ona göre esas alınması gereken kaynaklar kuran ve sünnettir. Ancak uydurma
olduğu sabit değilse sahih olmasa da kıyas ve reye tercih eder. Kıyasa zaruret
halinde girer. Buna mukabil, bir şeyin bulunduğu hal üzeri kalması ilkesi olan
istishab delilini çokça kullanır. Haram kılıcı bir delil olmadıkça eşyanın
mübah olması berayı zimmetin yani kişinin ispatlanmadıkça suçsuz ve borçsuz
olmasının asıl olması bu ilkenin sonucudur.
Şia ve Caferi Mezhebine gelince, Şianın
günümüze uzanan üç büyük fırkasından birinin Zeydiye olduğugörülür. Yemende
revactadır. Görüşleri Hanefi mezhebine çok yakındır. İkinci fırka
İsmailiyye koludur ve aşırılığa kaçmıştır. Şianın en büyük kolu, akaitte ve
fıkıhta Caferilerdir. İsna aşeriyye ve imamiyye adlarıyla da anılır. Delil
olarak kitap, sünnet, icma ve akıl kullanır. Sünnet ve icma delilleri
Sünnilerinkinden farklıdır. Sünnete Hz Peygamberin yanında masum olan on iki
imamın söz, fiil ve amelleri de dâhildir. İcma da onların icmasıdır. Her
şey onlara bildirildiği için reye ve kıyasa gerek yoktur.
Zahiriye Mezhebi yaklaşımlarının esası
kitap ve sünnetin zahirine dayanma anlayışıdır. Kaynakları ise Nass, İcma ve
bu ikisinden alınan delillerdir.
Hadis tarihi; Hadislerin kaynağı olan Hz. Peygamberle
başlayıp günümüze kadar devam eden yaklaşık 15 asırlık bir zaman dilimini
kapsamaktadır. Hadislerin naklinde ve hazreti peygambere aidiyetini
tespitte isnadın son derece önemli olduğunu düşünen ilk dönem âlimleri, raviler
arasındaki hoca talebe ilişkisi ve isnatların ittisalini araştırmada
sağlayacağı kolaylığı da dikkate alarak hadis tarihini sahabe, tabiin, tebei
tabiin şeklinde tabaka esaslı ayrıma tabi tutmuşlardır.
Bu
ayrıma göre yaklaşık ilk dört asırlık dönemi
mutekaddimun sonraki dönem için müteahhirun olarak isimlendirilmektedir.
Buna göre isnatlı bilgilerin bulunduğu ilk dönem mutekaddimun,
hadis ve hadis ilmi ile ilgili bilginin senetsiz olarak nakledildiği
dönem müteahhirun olarak kabul ediliyor.
Hadis tarihi rivayet dönemi ve nakil dönemlerinden oluşur. İlki,
Hz. Peygamberden yaklaşık hicri beşinci asrın sonlarına doğru olan zamanı
kapsıyor. İkincisi ise, 12 ve 18. Miladi asırlar arasını kapsar. Ayrıca
günümüze kadar olan dönem son dönem olarak adlandırılır.
Sahabeler
bir taraftan Hz. Peygamberden rivayette hataya düşmemek diğer taraftan da
yapılan hataları düzeltmek amacı ile bir kısım kurallar geliştirmişlerdir.
Hadis rivayetinde ihtiyatlı davranmışlar ve ilk defa duydukları Hz. Peygambere
ait bilgilerin doğruluğunu araştırmışlardır. Bunun yanında, az hadis rivayet
etmişler ve hatalı rivayetleri düzeltmişlerdir. Ayrıca, hadis müzakeresine önem
vermişlerdir.
Tabiin dönemi, yaklaşık 170 yıl sürmüştür. Miladi 651/796 Yılları
arası dönemdir. Tebeî Tabiin dönemi ise hicri 110/220
Yılları Arasını kapsar. Bu dönemde siyasi, sosyal, kültürel faliyetler ortaya çıktığı
için hadis rivayeti ile alakalı yeni bir takım kurallar koymak gerekli
olmuştur. İslam âlimleri hadis uydurma faaliyetlerini engellemek
Amacıyla bir takım tedbirler almışlardır.
İsnad faaliyetleri bu
çerçevede başlamıştır. İlk hadisi nakledene
ulaşıncaya kadar ravileri sırası ile zikretme Âlim ibni Şihab ez-Zuhrî (ö.124/742)
ile başlamıştır. Hicri birinci Asrın sonlarından itibaren isnadın yaygınlaşıp hadisin
ayrılmaz bir parçası olmaya başlaması ile senedde yer alan ravilerin
ehliyetleri açısından araştırılması zorunlu hale gelmiştir. Râvinin hadis
rivayetine ehil olmadığını, fısk, tedlis, yalancılık gibi ravide
olanı koymaya cerh, râvinin güvenilir olduğunu, hadis rivayet
edebileceğini tesbit etmeye de ta'dil denilmiştir.
Birinci
asırda hadisler genellikle şifahi olarak nakledilirken ikinci asırdan itibaren
yazılı olarak rivayet dönem başlamıştır.
Hicri
ikinci asır siyasi ve itikadi fırkaların yanında İslam düşüncesi ile
ilgili farklı ekollerin oluştuğu bir dönemdir. Bu dönem başta hadisin
sıhhatinin tesbit olmak üzere, hadisle ilgili farklı metot ve yaklaşımlara
sahip ehl-i hadis, ehl-i rey, Mutezile, Şia ile ehl-i zühd ve
tasavvufun ortaya çıktığı bir zamandır.
İslam
düşünce tarihi açısından en yoğun fikir tartışmalarının olduğu dönem hicri
üçüncü asırdır. Hadis tarihi açısından hicri üçüncü asır gelişme dönemi
olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde, ehl-i Hadise yöneltilen eleştirelere
cevaplar verilmiş, daha önce belirlenen hadis usulü kural ve ıstılahlarının bir
kısmı yazılı hale getirilmiş, hadis disiplinleri ile ilgili temel eserler
kaleme alınmıştır. Hicri ikinci asırda oluşan ekoller arasındaki ilgili
tartışmalar üçüncü asırda da devam etmiştir.
Hicri
ikinci asırda ortaya çıkan hadislerin sıhhatini tespit ve yorumlanmasıyla
ilgili ekoller arasındaki farklı yaklaşım ve tartışmalar üçüncü asırda eleştiri
ve cevap şeklinde yazılı olarak devam etmiş ve bu durum temel hadis
kitaplarının telifi ile hadis usulü ve ilimlerinin gelişmesinde etkili
olmuştur. Hicri üçüncü asır, Kütüb-i Sitte, Süneni Erbaa ve Kütüb-i
Erbaa diye isimlendirilen temel hadis kitaplarının yazıldığı
dönemdir. İkinci asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları
üçüncü asırda yazıya başlanmıştır. Nitekim İmam ŞâfiîAli B. Medine, İmam
Buhari, İmam Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud'un eserleri bu dönemde yazıldı.
Hicri dördüncü
ve beşinci yüzyıllar siyasi açıdan Abbasiler ile emirlikler veya Hanedanlıklar
dönemi olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde Endülüs döneminde Emirlikler
hâkimdir. İlmi ve fikri açıdan ise dördüncü ve beşinci asırlar İslami
ilimlerin tamamen teşekkül ettiği, mezheplerin kökleştiği, Batiniler ile Karmatilerin
önemli ölçüde etkili olduğu, İslam felsefesi ve tasavvufunun gelişmeye yüz
tuttuğu zengin bir kültür ortamı görünümündedir. Ehli hadis ile mutezile ve
ehli rey arasındaki tartışmaların devam ettiği ve ehli hadis lehine geliştiği
bu dönemde, hadis usulü eserlerinin yanısıra rivayet usulüne ait temel hadis eserleri
de telif edilmiş, ayrıca ilk dönem hadis kaynaklarına dayalı eserler
de yazılmaya başlanmıştır.
Hicri
dördüncü ve beşinci asırlarda Eş'ariyye ve Maturidiyye gibi ehli sünnet
mezheplerinin genel kabul görmesi ve yoğun olarak yöneltilen eleştiriler sonucunda
Mutezile giderek zayıflamıştır. Bu dönemde telif edilen ilk hadis usulü
eserleri hadisi savunma amaçlı kaleme alınmış, azımsanmayacak kısmı ilk defa
olmak üzere gerek ravilerin kimliği gerekse güvenilirliği ile ilgili daha
sonraki dönemlerde kaynak olarak kullanılan bir çok eser telif
edilmiştir. Bu dönemde müsnet ve mucem turu eserler kaleme alınmıştır.
Müstedrek ve müstahreç türü temel hadis kaynaklarını tamamlayıcı çalışmalar
yapılmış. İlk şerhler yazılmış onların ravi ve isnatlarındaki kopukluk ve
metinleri açısından eleştirilen eserler de bu dönemde yazılmıştır. Ayrıca temel
hadis kaynaklarının hadislerini bir araya toplayan cem' türü eserlerin ilk
örnekleri de bu dönemde telif edilmiştir.
Bu dönemin en temel özelliği rivayetin sona ermesi ve rivayet
döneminde telif edilen hadis kaynaklarının aktarılmasının başlamasıdır.
Camii, Sünen, müsnet, musannaf gibi temel hadis kitaplarının isnatları
oluşmaya başlamıştır. Dolayısıyla bu dönemde isnat hadisle değil
hadis kitaplarıyla ilgilidir. Özellikle darül hadislerin eğitim kurumu
olmasıyla kitap esaslı bir eğitime geçilmiş ve bu muhaddisler vasıtasıyla temel
hadis kitapları oluşan isnatlarıyla korunmuş ve sonraki
nesillere aktarılmıştır. Bu dönemde başta Buhari ve Müslimin “el camiius sahih”
leri olmak olmak üzere kütübi sitte otorite kazanmıştır.
Son dönem ile yaklaşık 13. asırdan günümüze kadar geçen süre
kastedilmektedir. Oryantalistlerin hadis tarihi usulü ve
literatürü hakkında yaptıkları çalışmalar ile gerek Batı'da gerekse İslam
dünyasında yapılan akademik araştırmaların bu dönemi öncekilerden ayırt eden
temel özellik olduğu söylenebilir. Oryantalistler özellikle hadis
literatüründe yer alan hadislerin Hazreti Peygambere aidiyeti ile sahih olan
hadisleri sahih olmayandan ayırt etmeye dair klasik metotların geçerliliğini
sorgulamaktaydı. Batılı devletlerin sömürgesinden kurtulan İslam
ülkelerinde kurulan üniversitelerde hadis tarihi
usulü literatürü hakkında yapılan akademik çalışmalarda bu dönemin
bir başka özelliğidir.
Son dönemlerde Hanefi mezhebine bağlı Diyobend geleneği ve mezhepleri
dışlayarak hadis merkezli ve dini metinleri lafzi yorumuyla ihya etmek isteyen
selefi karakterli ehli hadis ekolleri doğmuştur. Ayrıca, 19. yüzyılın
sonuna doğru ise ehli Hadisin katı nasçılığına tepki olarak ehli
Kur'an'ın ekolleri ortaya çıkmıştır. Pakistan'da ise ehli hadis, Diyobend
ve Fazlurrahman'ın temsil ettiği modernist ekolü ortaya çıkmıştır. Hindistan
ve Pakistan'da ehli Kur'an, Mısır'da ise Mahmut Eboue Reyya ve Muhammet Tevfik
Sıdkî hadisin otoritesini ve güvenilirliğini açıkça reddetmişlerdir. Ancak bu
görüşler genel kabul görmemiş marjinal olarak kalmıştır.
Son dönemin hadis ilmi açısından bir diğer özelliği de
hadislerin anlaşılmasıyla ilgili yapılan çalışmalardır. Özellikle Yusuf
el Kardavi bu husustaki çalışmalarıyla tanınmıştır.
Esasen tefsir, hadis, fıkıh gibi islami ilimlere genel olarak
baktığımızda, her birinin Kur’an’ın bir yönüyle anlaşılmasına yönelik ortaya
çıktığı görülmektedir. Zira Kur’an’da mücmel ya da mübhem bırakılan hususların
hadisler ile tamamlanması; yine Müslümanların sosyal ve bireysel olarak
hayatlarını düzene koymaya yönelik kurallar ile ibadet yaşamını düzenleyen
hususların yine Kur’an’dan ve akabinde sünnet ve icmadan çıkarılması; öte
yandan hadis ve fıkıh verilerinin yanı sıra siyer, tarih, Arapça gibi ilimlerin
verilerinden faydalanan tefsir ilminin bünyesinde barındırdığı bilgileri yine
Müslümanların itikadi ve ameli hayatlarında çok önemli bir yere sahip olan
kelam ve fıkıh gibi alanlara sunması; bu ilimlerin birbirleriyle olan sıkı
ilişkilerini göstermektedir.
Bu ilimlerin birbirleriyle çok yakın ve zaman zaman içiçe bir görüntü
sunmasının yanı sıra Hz. Peygamberden nakledilen bir kısım hadislerin Hz.
Peygamberin tefsir faaliyeti kapsamında olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sünnet
ve hadis bir anlamda tefsir işlevi de görmektedir. Hatta bir kısım hadis kitapları
içinde tefsir bir bab olarak da ele alınmıştır. Yine hicri ikinci asırdan
itibaren “ahkam’ul Kur’an” adıyla bir kısım fıkıh konularını ele alan tefsir
kitaplarının yazılması da fıkıh ve tefsirin nasıl içiçe olduğunun kanıtıdır.
Tefsir, fıkıh, hadis ilimlerinin tarihi seyirlerine bakıldığında, bu
ilimlerin Hz. Peygamber ve sahabe ile başladığı ve ilk dönemde tesis edilen ve
her bir ekolün başını sahabenin çektiği Mekke, Medine ve Kufe medreselerinden
neşet ettiği görülmektedir. Dolayısıyla kaynak olarak bir olan bu ilimler, daha
sonra ihtisas alanları haline gelmiştir. Ancak bu ihtisaslaşma, bu ilimleri
birbirlerinden bağımsız olarak koparmadığı gibi sürekli birbirlerine müdahil
olmuşlardır. Müfessirler aynı zamanda muhaddis ya da fakih olabiliyordu.
Dolayısıyla tefsir faaliyetinde bulunan âlim diğer ilimlere de hâkim idi.
Bu bakımdan, tefsir, fıkıh ve hadis ilimlerini birbirlerinden
bağımsız ve ayrı düşünmenin imkânı olmayacağı gibi bu ilimlerin birbirinden
kopuk olarak ortaya koyacakları eserler eksik olacaktır.
KAYNAKÇA:
1. Hassan, A.(1999).
İslam hukukunun Doğuşu ve Gelişimi. İstanbul
2. Erdoğan, Mehmet.(2009)Fıkıh
ilmine giriş. İstanbul
3. Yücel, Ahmet.(2014)
Hadis tarihi. İstanbul
4. Keskinoğlu, Osman.
(1979)Fıkıh tarihi ve İslam hukuku. Ankara
5.
Demirci, Muhsin. (2014) tefsir tarihi. İstanbul
Nazım Çetin, Doktora
Öğrenci No: 12912769
Mukayeseli Usûller Hülasası
HADİS TARİHİ VE USULÜ
Sünnet
Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş
halidir. Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onaylarıdır. Hadis, sünnetin söz
veya yazılı metin şeklinde dile getirilmiş, ifade edilmiş halidir. Hadis
öğrenim ve öğretim tarihi Hz. Peygamber'in peygamber oluşuyla başlar. Bu amaçla
Mekke döneminde Dâru'l-Erkâm denilen evi, Medine döneminde
ise başta Mescid-i Nebevî olmak üzere
Suffe'yi bir eğitim-öğretim merkezi olarak kullanmışlardır.
Hadis tarihi, hadis çalışmalarının ayırıcı
temel özelliğinden hareketle; Tesbît dönemi,Tedvîn dönemi ve Tasnîf dönemi
şeklinde dönemlere ayrılmıştır. Hadis tarihinde rivayet dönemi diye
adlandırılan döneme mütekaddimûn dönemi de denir.
Hadis
ilmi Şer'î ilimler denen İslâmî ilimlerin bir koludur. Hz. Peygamber'in
Sünnet'i bütün İslâmî ilimlerin temel konuları arasındadır. Hadis İlmi de Hz.
Peygamber'in Sünnet'ini konu edinir. Diğer İslâmî ilimler Sünnet'i kendi
açılarından ele alırlarken, Hadis İlmi, Sünnet'in sözlü ve yazılı ifadeleri
olan hadislerin sahih olup olmadıklarını, başka bir ifade ile gerçekten
Pey-gamber'e ait olup olmadıklarını belirlemeyi
amaçlar.
Hadis İlminin önemli alt dalları:
HadisTarihi, Hadis Usûlü, Ricâl, Ğarîbü'l-Hadîs, İlelü'l-Hadîs,
İhtilâfü'l-Hadîs, Esbâbü Vürûdi'l-Hadîs'tir.
Hadisler önce yazılı ve sözlü
olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmış(tesbît), sonra bunlar belli
kitaplar içinde bir ayaya toplanmış (tedvîn), ardından da bu kitaplardaki
hadislerin sınıflandırılması (tasnîf) yoluna gidilmiştir. Tesbît Döneminde hadislerin sözlü ve yazılı olarak
öğretilmesi, öğrenilmesi, halk arasında yayılması,
böylece hafızalarda ve değişik yazı malzemeleri üzerinde tespit edilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem
aşağı yukarı hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Yani sahâbe ile
büyük tâbiûnun yaşadığı dönemdir.
Tedvîn Dönemi, daha önce değişik
yazı malzemelerine kaydedilerek veya ezberlenerek
koruma altına alınmış olan hadislerin kitaplar (dîvânlar) içinde toplandığı dönemdir ve hicrî 1. asrın
sonlarından 2. asrın 1. veya 2. çeyreğine kadar süren bir zaman dilimini içine alır. Bu
dönemde yazılan eserlerden hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.
Tasnîf ise hadislerin râvî-lerine veya
konularına göre değişik şekillerde gruplandırılarak kitaplar meydana
getirilmesi anlamına gelir.
Tasnifin çok sayıda amacı içinde
öne çıkanlar üç tanedir: 1-Hadislerin korunması. 2- Kulanım kolaylığı. 3-
Sünnetin toplumda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanması.
Hadisleri konularına
göre gruplandıran kitap türleri: 1- Tek
bir konudaki hadisleri toplayan kitaplar
2-Dinin ana konularından birinde yazılmış kitaplar 3-Tartışma ve reddiye kitapları 4-Muvatta'lar
5- Sünenler 6- Câmî'ler 7-Musannefler'dir. Hadisleri râvîlerine göre gruplandıran kitap
türleri ise: 1-Müsnedler 2-Mu'cemler 3- Etrâf Kitapları'dır.
Hicrî ilk üç asırda telif edilen
hadis kitapları temel hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir.
Hadisler Hz. Peygamber'e ait oluşu
kesin olanla ihtimalli olanlar şeklinde iki ana kümeye ayrılır. Bunların
birinci kısmına mütevâtir ikinci kısmına haber-i vâhid denir. Hz. Peygamber'e
ait oluşları ihtimalli olan haber-i vâhidler de makbûl ve merdûd kısımlarından
oluşur. Birinci kısma sahîh ve hasen hadisler girer.
Mütevâtir hadis,
başından sonuna kadar her tabakada, yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen ve
âdeten mümkün olmayacak kadar çok râvînin rivayet ettiği hadistir.
Zayıf hadis, sahih hadisin tarifinde
zikredilen niteliklerden birini veya birkaçını taşımayan hadistir ve taşımadığı
niteliğe göre değişik isimler alır.
Zayıf hadisteki kusurlar râvîsinin adalet eksikliğinden veya hafızasının
zayıflığından kaynaklanabilir.
Mevzû hadis ise, Hz. Peygamber'e söylemediği
veya yapmadığı bir sözün veya fiilin nispet edilmesidir. Bu, bilerek, kasten
Allah Resûlü adına yalan uydurmaktır.
Mütevâtir haberin hem inanç (akâid) hem de
amelde kesin delil olduğu hususunda Ehl-i sünnet mezhepleri görüş
birliğindedirler. Haber-i vâhid'in ise, amelde delil olması hakkında ittifak
olmakla birlikte, akâid esaslarının tespitinde delil olması tartışmalıdır.
Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili
delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.[1] Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus
deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir.[2]
Fıkıh usulü iki şekilde tarif edilebilir:
Fıkıh usulü:
1)
“Şer’i hükümlerin, tafsili delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan
kaideleri ve icmali delilleri öğreten bir ilimdir. Veya,
2)
“İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”
İctihad melekesine sahip olan ve
hükümleri anlayıp delillerden istinbat etmek için bu kaideleri esas kabul eden
kişidir. [3]
Usûlü'l-fıkıhın
mevzuu kendisi ile küllî hükümlerin sübûtu açısından şer'î küllî delildir. Yani
usûlcü, meselâ kıyası ve onun hüccet oluşunu, âmmı ve onun kayıtlanışını, emri
ve delâletini kendisine konu edinir.
Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:
Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu
istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit
olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar:
“Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir”
demektedirler. [4]
Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap,
sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe
sözleri, önceki şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet,
müstehap, mübah, haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani,
sıhhat, fesat, butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları
(Hass,
amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye,
zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih,
ibarenin, işaretin, nassın, iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri,
delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid
vb.dir.
“Fıkıh”: “Tafsili delillerden istinbat edilen
şer’i-ameli hükümleri bilmek” veya “Tafsili delillerden istinbat edilen şer’i
hükümlerin toplamıdır.” diye tarif edilir. Bu manasıyla “fıkıh”, vacib, mendub, haram, mekruh, mübah olarak bilinen
hükmün bütün çeşitlerini, ferde veya aileye taalluk eden hükümleri ve vasiyet,
vakıf ve mirasa ait hükümleri içine alır.
Fakih, fer’i bir olayın hükmünü
tesbit etmek istediğinde, sözünü ettiğimiz usul kurallarını alır, o fer’i
olayla ilgili delile (cüz’i veya tafsili delile) uygular. Böylece o delilin
hangi şer’i hükme delalet ettiğini ortaya koyar. Tefsili delilleri incelemek ve usul
kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır. [5]
Usulcü
ise İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla
ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte
kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam
temellere oturtmaya çalışır. [6]
Mükelleflerin
fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için şer’i hükümleri o fiillere
tatbik etmektir. Bu sebeple fıkıh ilmi, insanlardan sadır olan söz ve
fiillerin, niza’ ve ihtilafların şer’i hükmünü öğrenmek için alimin, hakimin ve
müftinin müracaat kaynağıdır.
[7]
Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye,
kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î
hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Fıkıh Usulü ilminin asıl gayesi,
müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona
bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanını hazırlamaktır.
Fıkıh usulü ilmi, Kur’an ve
Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin tahsilinden elde
edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1-
Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün
lafızlarını, Arap dili kaidelerini öğrenir.
2-
Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve
arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana
bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm
istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet
ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3-
Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi
hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı
olarak çıktığını tesbit eder.
4-
Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri)
ne olduğunu öğrenir.
5-
Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi
teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler
çıkartabilir.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:
İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar
herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta
iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan
Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle
cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap
diline olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan
problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm
çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek Arapçaya
olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin
nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek
zorlanmamalarına sebep oluyordu.
Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Bu ilim zamanla
fıkıhtan ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk
eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un
eseri günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen
en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu
olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle adındaki bu eseri matbû olarak
elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme büyük itina göstermişler
ve sayılamayacak kadar eser vücuda getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel,
Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki
eserlerini yazdı.[8]
"Sana
Kur'ân'ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açtklayasın"[9] âyetlerinde de ifade
edildiği gibi Kur'ân'ın ilk tefsiri Hz. Peygamberce başlatılmıştır. O da bu
fonksiyonunu yerine getirmek için Kur'ân'da kapalı olan ve tefsirine ihtiyaç
hissedilen nassları açıklamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber, aralarında
bulunduğu sürece ashabın Kur'ân yorumuna fazla ihtiyaç duyulmamıştır. Ancak bir
taraftan, Hz. Peygamberin âhirete irtihâl etmesi sebebiyle onların vahye
dayanan bu masum kaynağa müracaat etme imkânlarının ortadan kalkmış olması
diğer taraftan da îslâmın geniş bir coğrafyaya yayılması nedeniyle daha
önce görülmeyen birtakım meselelerin ortaya çıkması ve bu coğrafyalarda
yaşayan insanların, mensup oldukları kültürlerin tesirinde kalarak bazı
fikirlerini Kur'ân'a dayandırma gayretleri ashabı, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmeye yöneltmiştir.[10] Böylece ashâb döneminde
başlayan tefsir hareketi daha sonraki devirlerde de genişleyerek devam
etmiştir. Tabii ki bütün bunların birtakım nedenleri vardır. Şöyle ki:
1. Kur'ân'm
bizzat kendisi yukarıda işaret ettiğimiz âyetlerde de görüldüğü gibi kendisinin
tefsir edilmesini istemektedir.
2. Kur'ân,
ilk muhatapların ıstılah olarak anlamını bilmedikleri "salât",
"zekât", "hac" ve benzeri birtakım kavramlara yeni mana ve
mefhumlar kazandırmıştır. Hicrî II. asırda "el-vücûh
ve'n-nezâir" adıyla müstakil bir ilmin ortaya çıkmasına sebep olan bu nevi
lafız ve kavramlar, Kur'ân tefsirine olan ihtiyacı da beraberinde getirmiştir.[11]
3. Kur'ân'da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte âyetler
olduğu gibi, manalarının anlaşılmasında hârici bir delile ihtiyaç gösteren
müphem, müşkil, mücmel ve mutlak âyetler de bulunmuktadır.[12] Dolayısıyla bu tarz nasslarm anlaşılması için de ihtisas ehlinin
tefsirine ihtiyaç vardır.
4. Kur'ân,
müminlerin şahsî ve toplumsal hayatlarını düzenlemek gayesiyle hukukî hükümler
koymuştur. Bu hükümleri ortaya çıkarmak, yalnızca Arapçayı bilmekle mümkün
değildir.[13]
O halde bu yönüyle de Kur'ân'm tefsiri gereklidir.
5. Kur'ân'da
mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebî sanatlar da mevcuttur. Tabii ki bu
tarz âyetler de, onları iyi bilenler tarafından izah edilmelidir.[14] Aksi halde söz konusu
sanatların delâletlerini anlamak zorlaşacaktır.
6. Kur'ân'da
ayrıca bilimsel hakikatler ve genel prensipler içeren âyetler de bulunmaktadır.
Elbette ki bunların da tefsiri gereklidir.[15]
Daha
önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen
Kur'ân bölümlerini lafız olarak tebliğ ediyor, diğer taraftan da manası
anlaşılmayan hususları tebliğ ediyordu.[16]
Bütün
hususlarda ashabın tek müracaat kaynağı Hz Peygamberdi. Bu yüzden Allah
Resulü (sav) aralarında bulunduğu müddetçe onlara yol gösteriyor ve meydana
gelen sorunlarını çözüyordu Hz. Peygamber'in vefatından sonra ise ashâb,
Kur'ân'ı anlama konusunda herhangi bir problemle karşılaştıkları zaman daha
çok tefsirde şöhret bulmuş kimselere soruyordu. Hatta bir kısım sahâbî de yine
bu donemde Hz. Peygamberden öğrendikleri bilgileri, kendi görüşleriyle
birleştirerek daha sonrakilere aktarıyorlardı. Ancak bu dönemde tefsirin nakli
henüz şifahi bir yolla gerçekleştiriliyor ve tefsir çalışmaları da Kur'ân'm
bazı garip kelimelerinin açıklamalarından ibaret görünüyordu. Tedvin dönemine
gelindiğinde ise, daha önceleri şifahi olarak nakledilen rivayetler derlenip
toparlanmış, garip lafızlarla ilgili bilgiler yanında, esbâbu'n-nüzûl,
nâsih-mensûh ve Kur'ân'ın ikâz yönüyle alakalı nakillere de yer verilmiştir.
Rivayet tefsiriyle birlikte zaman zaman insanların kendi görüş ve düşüncelerini
yansıtmaları sonucu dirayet tefsiri de yavaş yavaş kendisini göstermekle
beraber, özellikle fıkhî ve kelâmı mezheplerin ortaya çıkmalarının ardından
daha da hızlanmaya başlamıştır.[17]
Sonuç olarak ;
Hz.Peygamberin
âyetleri tefsir etmesi programlı bir takrir şeklinde olmayıp müteaddit
vesilelerle oluyordu.
Sahâbe Tefsiri kendilerine mânâsı
kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmışken;
Tabiiler Döneminde;
1-Kur’ân’ın bütünü tefsir edilmeye başlanmıştır.
2-Sahâbe’nin yaptığının aksine, ayetlerin
icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip kelimeler de tefsir edilmiştir.
Yukarıda açıklamaya
çalıştığımız ilimlerin tamamının çıkış
noktası Kur’ân-ı anlamak ve açıklamak
amacıyla ortaya çıkmıştır. Bütün bu ilimler Hz. Peygamber’in
açıklamalarıyla başlamıştır. Tefsire yönelik bütün bu gayretler hicrî II.
asırda yazıya geçirilerek tefsirin tedvini gerçekleştirilmiştir. Böylece
Kur'ân'ın nüzulü ile başlayan tefsir hareketi, tedvin ile yeni bir mecraya
girmiş, şifahî dönemde üzerinde durulmayan bir takım ayrıntılara tedvin
sebebiyle yer verilerek hem rivayet hem de dirayet tefsirinde bir zenginlik
meydana getirilmiştir. Elbetteki tefsire ait bütün bu gelişmelerin kaynağında
Hz. Peygamber'in açıklamaları söz konusudur. Sahabe vasıtasıyla nakil yoluyla
bize kadar gelmiştir. Günümüze gelinceye kadar her devirde alimlerimiz kendi
çağlarının sorunlarına çözüm bulmaya çalışmışlardır. Bizden sonra da bu şekilde
devam edecektir.
[1] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 24.
[2] Büyük Haydar Efendi: 9; Hamidullah, “İslam Hukukunun Kaynaklarına
Dair Yeni Bir Tetkik” ter: B. Davran, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi,
İstanbul, 1953, c.1, sayı: 1-4, s.64.
[3] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 11.
[4] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 12.
[5] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[6] Zekiyyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 27.
[7] Vehbe Zuhayli, Fıkıh Usulü, Risale Yayınları: 13.
[8] Bibliyoğrafya için bkz. Kâtip Çelebi, Keşfu'z-Zunûn, I,110 vd.; Taşköprülüzade Ahmet Efendi, Mevzûatu'l-Ulüm, I, 503 vd.
[9] en-Nahl 16/44.
[10] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 22-23.
[11] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, İstanbul 1990, s. 24.
[12] Bkz. Al-i İmrân 3/7.
[13] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, s. 18.
[14] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, s. 210.
[15] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 270-272.
[16] el-Mâide 5/67; en-Nahl 16/44.
[17] Geniş bilgi için bkz. Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 25-32.
Adı ve Soyadı: Mehmet UZUN
(Doktora Öğrencisi)
Dönemi :
2014-2015
Öğrenci No : 14922717
Konu : Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihinin Mukayeseli Okuması
Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihinin Mukayeseli Okuması
Kur'an'ı Kerim Yüce Allah tarafından bütün insanlara gönderilen ilahi bir kitiaptır. Şüphesiz Kur'an'ı kerim insanların yaşamaları için insanlara yol göstermiştir. Kur'an'ı Kerim Arap bir içerisinde Arapça olarak inmiş, belağat ve fesahatıyla bütün insanları aciz bırakmıştır. Bütün insanlar bir araya gelip, başka varlıklar de onlara yardım etseler onun bir sürenin veya bir ayetin benzerini meydana getiremezler. Kur'an'ı kerim insanların akli, bedeni ruhi, ictimai, ekonomi, siyasi ve hayatın her alanında insana çözüm getirmiştir.
Kur'an'ı Kerim bir mucize olarak Hz. Muhammed'e şifahi olarak Yüce Allah tarafın dan inmiş, Hz. Muhammed onu vahiy katiplerine yazdırmıştır. İlk zamanlarda deri parçalarına, kemik parçalarına, tahta parçalarına ve taşlara yazıldı. Hadisler onunla karışmasın diye Hz. Muhammed hadislerin yazımına izin vermedi. Kur'an'ı Kerim Hz. Ebu Bekir bir araya getirilip mushaf şekline getirildi. Sahabeler Kur'an'ın manasını ve bazı ayetlerin tefsirini birbirine nakl etmişlerdir. Hz. Muhammed'de zaman zaman bazı ayetlerin manalarını sahabelere anlatmıştır. Ve Hz. Muhammed zamanından itibaren Kur'an'ı Kerim tefsir edilmeye başlandı.
Kimine göre Hz. Muhammed Kur'an'ın çoğunu kimine göre de Kur'an'ın azını tefsir etmiştir. Hz. Muhammed ister Kur'an'ın azını ister Kur'an'ın çoğunu tefsir etsin, gerçek o ki Kur'an'ı Kerim'i ilk tefsir eden Hz. Muhammed'dir. Sahabeler de Kur'an'ın tefsirine önem verdiler, sahabelerden meşhur mufesirler oldular. Onlardan sonra tabiin ve etbai tabiin döneminde de aynı şekilde Kur'an'ı Kerim'in tefsir çalışmalarına devam edildi.
İlk önce ilimler rivayet şeklindeydi, ilk üç dönem(sahabe tabiin etbai tabiin) hadis ilmi için seferler yapılıp, Hz. Muhammed'den rivayet edilen hadislere ulaşılmaya çalışıldı. Ondan sonra hadisler tedvin edildi. İlk başlarda tefsir ilmi hadisin bir babı olarak tedvin edildi, çünkü ilimler iç içe olup, birbirinden bağımsız değildi. Kur'an ilmi ve Hz. Muhammed'din onu açıklaması olan sünneti ve bu ikisinden zuhur eden fıkıhi konular iç içeydi. İlk başlarda tefsir hadis ile beraber yazılıp, tefsir hadisin bir babı olarak kayda geçti. Daha sonraki dönemlerde tefsir bağımsız oldu. İlk başlarda tefsir rivayet şeklindeydi, daha sonra gramer ve belağat ilimleri gelişti, bunlara bağlı olarak dirayet tefsiri de gelişmeye başladı, tefsir ilmi rivayet dirayet olarak ortaya çıktı. Rivayet tefsiri rivayetlere dayanan bir tefsir çeşididir, dirayet tefsiri ise hem rivayet hem de dirayet ilmine dayanan bir tefsir çeşididir.
İlk başlarda sahabe ve tabiinler Kur'an ve hadislerden anladıklarıyla amel ediyorlardı, Kur’an ve hadisten zuhur eden meseleler fıkıh meselelerdir. Sonra İslam çoğrafyası genişlendi, meseleler çoğaldı, herşey Kur'an ve hadiste açık değildi, müçtehid imamlar ortaya çıkıp sorunlara çözü getirmeye çalıştılar, ilk önce Kitab'a sonra sünnete baktılar, bunlarda bulmadıkları meselere çözüm getirmeye çalıştılar. Bunun neticesinde kıyasa başvurup, içtihat yaptılar, buna bağlı olarak bazı ilkeler genişletip, usulu'l- Fıkıh ilmi ortaya çıktı, bunların neticesinde büyük mezhepler ortaya çıktı ve fıkıh ilmi de bağımsız olup, ayrı olarak tedvin edildi. Kelam ve akaid gibi ilimlerde bağımsız oludular. Netice itibariyle her bir bilim için bazı kaideler ve usuller konuldu. Tefsir için Ulumu'l-Kur'an genişletildi, bu ilim içerisinde muhkem- muteşabih, nasih-mensuh, mekki-medeni, siyak-sibak, açık-kapalı gibi kavram ve lafızlar genişletildi. Hadis için de ulumu'l-Hadis genişletildi, fıkıh ilmi için de usulu'l-fıkıh ilmi genişletildi, fıkıh ilmi Kur'an ve sunnete dayanıp, onlardan zuhur eden ameli konulardır. Tefsir, hadis ve fıkıh ilk önce birbiriyle ilişki, sonra diğer bilim dallarıyla ilişki içerisinde var olmuş ve hala birbirine katkı sağlamaktadırlar.
Yukarda ki bilgilere baktığımızda ilk dönemlerde tefsir, hadis ve fıkıh iç içeydi, bir âlim aynı zamanda hem mufesir hem muhadis hem de fakih idi. Sonradan bu ilimler birbirinden bağımsız oldular. Buradaki bağımsızlık tam olarak birbirinden bağımsız ve ayrı birer ilimler anlamına gelmez, bunlar birbirine bağlı ilimlerdir, bunlar aynı kaynaktan beslenip, farklı bir ihtiyacın tezahüründe oluştuğunu görmekteyiz, her üçü de aslında bu anlamda birbiriyle ilişkili olduğu göz ardı edilmeyecek bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.
Özet olarak bu ilimlerin usul kaidelerin gelişmesi: Usul ilmi, Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey diye tarif edilmiştir. Buna göre genel olarak usul, herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar demektir.
Fıkıh usulü, hadis usulünden önce tedvin edilmiş, sebebi; ilk iki asır içerisinde, fakihler ve hadisçiler şeklinde belirgin bir ayırımın bulunmamasına bağlanabilir. Nitekim bu asırlarda, hadisleri toplama gayretinde olanların çoğunun, aynı zamanda bunları fıkıh alanında değerlendirme gayretini ve endişesini taşıdıkları görülmektedir. İlk tedvin edilen hadis mecmualarını, fıkıh bapları esasına göre düzenlenen "Musannaf'ların oluşturması, bunun en açık delilidir. Dolayısıyla bu dönemde hadis usulüyle ilgili müstakil eserlerin yazılmamış olması ve fıkıh usulünün hadis usulünden daha önce derlenmiş olması, tarihi gelişmelere uygundur. Fıkıh usulü de sonradan tedvin edilmiş bir ilimdir.
Tefsir usulü ilmi de, Hicri ikinci asırdan itibaren tedvin edilmeye başlanan Kur’an ilimlerindendir. Bilindiği gibi Kur’an ilimleri ilk dönemlerde esbab-ı nüzul, nasih mensuh, garibu’l Kur’an vb. Belli alanlarda kaleme alınıyordu. Bu durum giderek ulumu’l-Kur’an’ın belli başlı konularını bir araya toplayan kapsamlı eserlerin yazılmasına da zemin hazırladı. Böylece erken dönemden itibaren tefsir usulü niteliğinde eserler meydana getirilmiş oldu. Sahabe devrinde tefsir denilince daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu. Yani bu söz onların yanında, Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri gibi veya Allah’ın elçisinin açıklamalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavram olarak anlaşılıyordu. Tefsir, ashap döneminde Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları muhtevası biraz daha genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya başlamıştır.
Netice de, Konuları itibarı ile Kur’an ayetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp inceleyen söz konusu ilimlerin gayesi, O’nun anlaşılmasına yardımcı olmaktır. ‘’Usul ilmi’’ olarak adlandırılan bu esas ve kaideler, geliştirilmesi ve genişletilmesi düşünülen her ilmin bir anlamda planı konumundadır. Belli kaide ve esasları önceden tespit etmeden bir bilgiyi düzene koymak da mümkün değildir.
Tefsir, Hadis ve Fıkıh Usullerinde Bilginin Bütünlüğü
Bu çalışmamızda tefsir, hadis ve fıkıh usulü okumalarımız neticesinde elde ettiğimiz ortak noktaları ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yaptıktan sonra bir değerlendirme bölümüyle ödevimizi noktalayacağız.
Bilginin bütünlüğü
Fıkıh usulünün temel kaynakları arasında bulunan Kur’an ve Sünnet aynı zamanda hüküm istinbatında başvurulması gereken ana öğelerdendir. Bir hükme varılacağı zaman ilk Kur’ân’a bakılır, eğer orada bulunamazsa Sünnet’e başvurulur.
Kur’ân-ı Kerîm, İslâm hukukunun temeli ve ilk kaynağıdır. Yüce Allah Kur’ân’ı her şeyin açıklayıcısı kılmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Sana bu kitabı her şey için bir açıklama, bir hidayet rehberi, bir rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”1 “Biz o Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.”2 Bu ve benzeri âyetler, Kur’ân’ın, bir hidayet rehberi ve insanların iç dünyalarındaki sıkıntıları için bir şifa kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Her şey için bir açıklama ihtiva etmiş olmasaydı, bu şekilde nitelendirilmezdi.
Şu var ki, Kur’ân’ın hükümleri açıklayışı –genellikle- icmâlîdir (: toplu tarzdadır), tafsîlî (: detaylandırılmış) değildir; küllîdir, cüz’î değildir. Kur’ân’ı inceleyenler, tüme varım yoluyla bu sonuca kolayca ulaşırlar. Meselâ, namaz, zekât ve hac farîzalarının hepsi Kitap’ta zikredilmiştir; fakat onda namaz rekâtlarının sayısı, namazda kırâatin nasıl olacağı, zekâtı verilmesi gereken mallar ve farz olan zekât miktarı, haccın nasıl ifa edileceği hakkında açıklamalar bulamayız. Bütün bu konularda başvurulacak kaynak Sünnet’tir. Aynı şekilde, alım-satım gibi muâmelât, kısâs, hadler vb. konulara da Kur’ân’da temas edilmiş, fakat bunların detaylarına ait hükümlere yer verilmemiş, bu detayları Sünnet açıklamıştır.3
Sünnet’te yer alan hükümleri inceleyip, Kur’ân-ı Kerîm’deki hükümlerle karşılaştırdığımızda, dört şekilden biri ile karşılaşırız:
Birinci şekil: Sünnet, Kur’ân’daki hükümlere tamı tamına uygun hükümler ihtiva eder. Bu durumda Sünnet’in hükmü, Kur’ân’ınkini teyit edici nitelikte kabul edilir ve aynı hüküm için iki delil bulunmuş olur: Birincisi, hükmü tesbit eden esas delil, ki bu Kur’ân nassıdır; ikincisi ise teyit edici delildir, bu da Sünnet nassıdır.
Meselâ, Hz. Peygamber’in “Bir müslümanın malı (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmaksızın helâl değildir”4 anlamındaki hadisi, Kur’ân-ı Kerîm’in “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya binaen yapılan ticaret olursa başka.”5 Meâlindeki âyetiyle getirdiği hükmün aynısını ifade etmektedir.
İkinci şekil: Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur’ân nasslarını açıklayıcı hükümler getirir. Bu da üç türlü olur:
Kitab’ın “mücmel” nasslarını tefsir eden veya “müşkil” lafızlarını açıklığa kavuşturan Sünnet. Meselâ, namaz vakitlerini ve rekâtlarını, namazda neyin nasıl okunacağını, zekâtı verilmesi gerekli olan ve olmayan malları, zekât miktarını ve zekâta ait nisap miktarlarını belirleyen hadisler bu türdendir. Çünkü bunlar, Kur’ân’da yer alan “Namazı kılın, zekâtı verin.”6 meâlindeki mücmel âyetten maksadın ne olduğunu açıklamış olmaktadır
Kur’ân-ı Kerîm’in “âmm” hükmünü “tahsîs” eden Sünnet. Hz. Peygamber’in şu hadisi bu duruma örnek olabilir: “Kadın; halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, akrabalık bağlarını koparmış olursunuz.”7 Bu hadis şu âyetin umumunu tahsîs etmiş olmaktadır: “Bunların (yukarıda sayılanların) dışındakiler size helâl kılındı.”8 Çünkü söz konusu âyette, bu hadiste geçenlerle ilgili bir yasak yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’in “mutlak”ını “takyid” eden Sünnet. Meselâ “Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin”9 meâlindeki âyette sağ mı yoksa sol elin mi kesileceği, yine elin nereden kesileceği belirtilmemiştir. İşte Sünnet mutlak tarzda yer alan bu hükmü, sağ elin kesilmesi ve bilekten kesme şeklinde kayıtlamıştır.
Üçüncü şekil: Sünnet, Kur’ân’da yer alan bazı hükümleri nesheder. Meselâ, Kur’ân’ın “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (:mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak Allah’tan korkanlar üzerine bir borçtur”10 meâlindeki âyetinin hükmü, “Vârise vasiyet yoktur”11 hadisi ile neshedilmiştir. Fakat bu, Kur’ân’ın Sünnet ile neshini kabul eden bir kısım bilginlere göredir.
Dördüncü şekil: Sünnet, Kur’ân’da hükmü bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Bu durum için pek çok örnek zikredilebilir. Bu nevi hükümlerden birkaç tanesini şöyle sayabiliriz: Seferî halde değilken de rehin sözleşmesinin yapılabileceği, bir tek şahit ile birlikte davacının yeminine dayanılarak hüküm verilebileceği, ninenin miras hakkında sahip olduğu, fıtır sadakasının ve vitir namazının vâcib oluşu, evlenme akdinde şahitlerin gerekliliği, şuf’a hakkının meşru bir hak olduğu, deniz hayvanlarının ölüsünün yenebileceği.
Şayet “Sünnet’e ait bu özellik, daha önce geçen “Allah’ın, Kur’ân’ı her şey için bir açıklma kıldığı” ifadesi ile nasıl bağdaşır?” denecek olursa, cevap şudur:
Kur’ân’ın her şeyi açıklayıcı bir kaynak olma niteliği ile, bazı hükümlerin Sünnet’te yer alıp Kur’ân’da yer almaması durumu arasında çelişki yoktur. Çünkü –daha önce belirttiğimiz gibi – Kur’ân’ın hükümleri açıklaması, hep “tafsil” (:detayları ile düzenleme) şeklinde olmamıştır. Bu açıklama kâh “tafsil” şeklinde kâh “icmâl” (:toplu tarzda) veya genel kural koyma şeklinde olmuştur. Kur’ân’ın koyduğu temel kurallardan biri de Sünnet’e uyma ve onun gerektirdiği şekilde amel etme mecburiyetidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Peygamber size ne vermişse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan sakının” buyrulmuştur. Hz. Peygamber’e itaatin gerekliliğini ve ona itaatin Allah’a itaat sayılacağını ifade eden daha pek çok âyet vardır.
Şu halde Allah Rasûlünün Sünnet’inde yer alan her hüküm, Kur’ân-ı Kerîm’de detayı ile bulunmasa bile, yine Kur’ân nassları içinde yer almış ve Kitap, o hükmü bu yolla açıklamış kabul edilir.12
Tefsir, hadis ve fıkıh usullerinin bir diğer ortak noktaları ise “nesh”’dir.
Nesih sözlükte, ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek, yazmak ve bir şeyi bir yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise, “şer’î bir hükmü, bir başka şer’î delille kaldırmak yahut mukaddem tarihli bir nassın hükmünü, muahhar tarihli bir nas ile değiştirmektir.
Görüldüğü gibi bu tanımlar sonuç itibariyle neshin, emir ve nehiyle ilgili hükümlerden bazılarının herhangi bir hikmete mebni olarak yürürlükten kaldırıp, yerine başka bir hükmün konulması anlamını ifade etmektedir. Hükmü kaldırılmış âyete “mensuh”, hükmü kaldıran âyete ise “nasih” denilmektedir.13
Hadis ilminde nesh, genellikle birbiriyle çelişkili gibi görünen hadîsler arasındaki ihtilâfı giderme yollarından biri olarak kullanılmaktadır. Hadîsler arasındaki ihtilâfı gidermede cem’ ve te’lîf ile tercih metotlarından biriyle, çözüm bulunamadığında ise nesh metoduna başvurulmaktadır.
Hadîsin mensuh olduğu bazen bizzat Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır. Bir hadîslerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım; fakat şimdi kabirleri ziyaret edebilirsiniz. Kurban etlerini üç günden fazla bekletmenizi de yasaklamıştım; fakat şimdi uygun gördüğünüz şekilde yiyebilirsiniz.”14 Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, cahiliye döneminden yeni çıkmaları sebebiyle doğabilecek sakıncaları önlemek amacıyla önceleri kabir ziyaretini yasaklamıştır. Zaman ilerleyip cahiliyyeden uzaklaşıp İslâm inançları iyice yerleşince, kabir ziyaretinin ahreti hatırlatacağı ve bunun faydalı olacağı düşüncesiyle izin vermiştir.15
İslâm hukukunda genel kural şudur: Bir delili ancak onun kuvvetinde veya ondan daha kuvvetli olan bir delil neshedebilir. Şayet delil tevâtür yoluyla sabit olmuş ise, kendisi gibi mütevâtir –veya Hanefîlere göre meşhûr- olmayan bir delil ile neshedilemez. Şayet âhâd haber ise, haber-i vâhid ile neshedebilir, çünkü onunla aynı kuvvetlidir; mütevâtir ve meşhûr haber ile de neshedebilir, çünkü her ikisi ondan kuvvetlidir. Delâleti kat’î olan bir delil de, ancak kendisi gibi delâleti kat’î bir delil ile neshedilebilir.
Buna göre, Kur’ân nassları, delâlet bakımından eşit olmaları halinde, birbirini neshedebilir. Çünkü sübüt bakımından aynı kuvvettedirler. Kur’ân nassı, mütevatir Sünnet ile de neshedilebilir, çünkü bu aynı kuvvettedir. Hanefîlere göre meşhûr Sünnet ile de neshedilebilir, zira bu da yaklaşık olarak aynı kuvvettedir. Âhâd Sünnet ise, bilginlerin tercihe şâyân görüşüne göre hiçbir Kur’ân nassını neshedemez. Çünkü kuvvetçe daha aşağı mertebededir. Aşağı mertebede olan üst mertebede olanı neshedemez.16
Değerlendirme
Yapmış olduğumuz bu okumalar neticesinde elde ettiğimiz sonuç, bu üç ayrı gibi görünen alanların aslında tek bir alanın üç farklı acıdan yansımaları oluşudur. Zira gerek Tefsir, Hadîs ve gerekse Fıkıh’ın amaçları bir olması hasebiyle, ki bu amaçta Kur’an’ı hayata aktarıp hayatı da Kur’an’la anlamlandırmaktır, bu alanlardan birinin göz ardı edilmesiyle işaret edilen gayeye ulaşılamayacağıdır.
Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihinde Bilginin Bütünlüğü
23 senelik bir uygulama süresi içinde tedricen indirilen Kur’ân vahyi, bir taraftan muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken diğer taraftan da, o toplumdan sonsuzluk âlemine uzanan hayat çizgisinde fert ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel prensipleri koymuştur. İşte bu ilahî kaynak, Hz. Peygamber’e inzâl edildiği andan itibaren hem hıfz hem de yazım yoluyla tespit edilmeye başlanmıştır1. Hz. Peygamber’e indirilen bu âyetlerin muhataplara aktarılması ve manası kapalı olan yerleri de açıklaması kendisine görev olarak Allah tarafından verilmiştir. Nitekim Kur’ân’da: ‘’Sana Kur’ân’ı gönderdik ki, insanlara indirileni onlara açıklayasın’’2 âyeti bu misyonu Hz. Peygamber’e yüklemiştir. Hz. Peygamber’in izahatı olmaksızın Kur’ân’ı anlamak mümkün değildir. Bu bakımdan hadis veya sünnet Kur’ân’ı Kerîm’in tefsiri olduğu gibi, Hz. Peygamber de ilk müfessir olarak kabul edilmiştir. Ahmed İbn Hanbel de ‘’sünnet Kur’ân’nın tefsiridir’’ demiştir3. Kurtubî ise tefsirinin mükaddimesinde, sünnetin Kur’ân karşısında iki fonksiyon icra ettiğini belirtmektedir. Bunlardan biri sünnetin, açıklanması gereken Kur’ânî nasları tefsir etmesidir ki, buna ‘’beyan’’, diğeri de bazen helal ve haram noktasında bazen de değişik konularda Kur’ân’da yer almayan bir hükmü koymasıdır ki, buna da ‘’teşrî’’ (hüküm koyma) fonksiyonu denilmektedir4. (Görüldüğü gibi) Hz. Peygamber'in Cebrail vasıtası ile almış olduğu vahyi muhataplara aktarması yanında, anlaşılmayan yerleri açıklaması ve gerektiği yerlerde de hüküm koyması kendisinden beklenmekteydi. Mesela namazın kılınmasını emreden âyetler mücmel olarak gelmiş, fakat rik’atlarının adedi, şekli ve vakitleri Kur’ân’da beyan edilmemiştir. İşte bu gibi meselelerde Hz. Peygamber’e başvurmaktan başka çare yoktur5. Bunun gibi vahyin hukuk nizamını tesisi üç şekilde oluyordu:
Bazı olay ve problemler çıkıyor ve Müslümanlar Hz. Peygamber’den çözüm istiyorlar. Bunun üzerine ya âyet iniyor ya da Hz. Peygamber sünnet ile müşkili hallediyor.
Bazı hallerde hiçbir problem veya soru sorulmadan Allah âyetlerle yeni hükümler vazediyor.
Çözüm bekleyen bir problem veya hadiseye rağmen vahiy gelmezse Resulullah içtihada başvuruyor, gerekli görürse ashâbı ile de istişare ediyordu6 .
Buraya kadar anlatılan kısımda Hz. Peygamber’in görevlerine işaret etmeye çalıştık. Hz. Peygamber’in yanında nüzul asrını müşahede eden arkadaşları da bu süreci yaşayarak gelecek nesillere titizlikle aktarmışlardır. Nâzil olan ayetlerin birçoğunun sebebi kendileri oldukları için bu karenin önemli yerini teşkil etmektedirler. Doğal olarak sahabeler arasında da derece farklılıkları vardı, kimileri risaletin başlangıcından sonuna kadar Hz. Peygamber’le birlikte olma şerefine nail olurken, kimileri ise birkaç defa görebilme bahtiyarlığına ermişlerdi. Bu yüzden bilhassa Râşid Halifeler döneminde genişleyen İslam topraklarına hem valilik hem de orada ikamet eden ve İslam’ı henüz yeni kabul etmiş olanlara dinlerini öğretecek kişilere ihtiyaç vardı. Doğal olarak bu bölgelere gönderilecek muallimler Hz. Peygamber’i yakından tanıma şerefine nail olup kendisinden almış oldukları ilmi aktarabilme kabiliyetine haiz olan arkadaşları olacaktı. Buralara gönderilen sahabeler Hz. Peygamber’den miras almış oldukları ilmi titizlikle aktarabilmek için bulundukları bölgelerde medreseler inşa ettiler. Bu medreseleri ve kuruculuğunda öne çıkan sahabeleri ve öğrencileri şöyle sıralayabiliriz:
Mekke: Abdullah İbn Abbâs (ö.68/687).
Mücâhid b. Cebr (ö.103/721)
İkrime (ö.104/722)
Sa’id b. Cübeyr (ö.95/714)
Tâvus b. Keysân (ö.106/724)
Atâ b. Ebî Rabâh (ö.114/732)
Medine: Ubey b. Ka’b (ö. 30/650).
Ebu’l-Âliye (ö.90/709)
Muhammed b. Ka’b el-Kurazî (ö.118/736)
Zeyd b. Eslem (ö.136/753)
Kufe: Abdullah b. Mes’ûd (ö.32/652).
Alkame b. Kays (ö.61/681)
Mesrûk b. El-Ecdâ (ö.63/682)
Esved b. Yezîd (ö.74/693)
Mürretu’l-Hemedânî (ö.76/695)
Âmiru’ş-Şa’bî (ö.109/728)
El-Hasan el-Basrî (ö.110/728)
Katâde b. Diâme (ö.117/735)
Bu sahabelerle birlikte Hz. Peygamber’den tefsir, hadis ve fıkıh alanında rivayet de bulunanlar da şunlardır; Hz. Ömer (ö.23), Hz. Ali (ö.40), Hz. Aişe (ö.56), Zeyd b. Sabit (ö.54), Abdullah b. Ömer (ö.73), Ebû Hüreyre (ö.59), Enes İbn Mâlik (ö.93), Cabir İbn Abdullah (ö.77) ve Ebu Sa’id el- Hudri’dir (ö.74). Bu medreselerde öğretmenler sahabeler, öğrenciler ise Tabiûn idi. Buralarda verilen ilim sözlü bir şekilde oluyordu.
Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile başlayan fitne hareketleri ve yeni fırkaların zuhuru ile kendisine dayanak arayan gruplar hadis uydurma faaliyetine giriştiler. Bu faaliyetleri önleyebilmek için H. 1. Asrın sonu H. 2. Asrın başında Emevî Halifesi Ömer b. Abdül-Aziz resmi bir fermanla dağınık olan rivayetlerin tedvin edilmesini istemişti. İşte bu asırda başlayan tedvin ve onu takip eden tasnif faaliyetleri önceden bir bütün halinde olan ilim mirasını tefsir, hadis ve fıkıh adları altında birbirinden ayırmıştır.
SONUÇ:
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber ve onun arkadaşları olan sahabiler devrinde ilim bir bütünlük arz ediyordu. Hz. Peygamber’in ‘’beyan’’ ve ‘’teşri’’ gibi iki önemli fonksiyonu vardı ki bunlar ilerde tefsir ve fıkıh olarak bizlere hadis yoluyla ulaşacak ilimlerin temelini oluşturacaktır. Bunun yanında sahabiler zamanında da ilmin bir bütün halinde olduğunu tefsir, hadis ve fıkıh alanında bizlere rivayet de bulunan sahabelerden anlıyoruz. Bu üç alanda da temayüz eden sahabeleri yukarıda zikretmiştik. Tabiûn devrine geldiğimizde ise yeni zuhur eden fırkalarla sapmalar başlamış ve şifahî yolla aktarılan ilim, tedvin ve akabinde tasnif edilmesiyle, tefsir, hadis ve fıkıh adı altına birbirinden ayrılmıştır. Ne kadar farklı isimler altında tasnif edilmiş olsalar da üçünü bir arada mütalaa etmeden Kur’ân’ı, Sünnet’i ve nuzül asrını doğru anlamak mümkün gözükmemektedir.