tarih ve usül üzerine
Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemlerini inceleyen bilim dalı. Sözlükte "kök, esas, kaide" anlamındaki asl kelimesinin çoğulu usûlün fıkh kelimesine izâfe edilmesiyle oluşturulan ve temel İslâmî ilimlerden biri olan usûlü'l-fıkh "icmâlî delilleri ve fıkıh istinbatına ulaştıran kaideleri bilmek" şeklinde tanımlanır.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra bir yandan vahyin kesilmesi dolayısıyla yeni şer‘î-amelî meselelerle ilgili ictihadların vahyin denetiminden geçme imkânının kalmaması, diğer yandan müslümanların yeni kültür ve medeniyet çevreleriyle bir arada yaşamak durumunda kalmaları sebebiyle dinî-hukukî alanla ilgili amelî meselelerde nitelik ve nicelik yönünden büyük artış ve çeşitlilik meydana gelmesi ictihad faaliyetinin yeni bir ivme kazanmasını kaçınılmaz kılmıştır.
Tâbiîn döneminde durum değişmiş, entelektüel odak noktaları belirginleşmeye başlamıştı. Dinî meselelerle ilgili kaynak ve yöntem bilgisi konusunda sahâbe devrinde oluşmaya başlayan farklı anlayış ve eğilimleri belirtmek için "ehl-i Hicâz" ve "ehl-i Irâk" şeklindeki coğrafî adlandırma yanında "ehl-i eser" ve "ehl-i re'y" şeklinde soyut bir anlatıma yönelme ekolleşme sürecinin hızlandığının açık bir göstergesiydi.
Başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme bağlarken dayanılacak iki ana kaynağın Kur'ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber'in sünneti olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamakla beraber bu çerçevede ortaya konan çabalar bakımından sünnet malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu. Zira Kur'an'ın Resûl-i Ekrem'in sağlığında yazıya geçirilmesi, Hz. Ebû Bekir döneminde bir heyet tarafından mushaf şekline getirilmesi ve Hz. Osman devrinde yine bir heyet tarafından Resûlullah'tan işitilen okunuş biçimlerine (kıraat) imkân verecek, böyle olmayanları ayıklayacak mushaf çoğaltma çalışmasının gerçekleştirilmesi ve bütün bölgelerde İslâm ümmetinin üzerinde birleştiği mushafların esas alınmasıyla bu kaynakla ilgili ciddi ihtilâflar yaşanması önlenmişti. Sünnetin tesbiti ve tedvîni ise geniş zamana yayıldığından Hz. Peygamber'e nisbet edilen söz ve uygulamalara ilişkin rivayetlerin sağlamlığı konusu fıkhî hükümlerin kaynakları açısından önemli bir sorun teşkil ediyordu. Medine'de yaşayan sahâbe âlimleri, Resûl-i Ekrem'e atfen yapılan rivayetlerin tereddüt uyandırması halinde bunların kabulü konusunda belirli kriterlere göre ayıklama yapmakla beraber hadis uydurma hareketinin de etkisiyle, Resûlullah'ın yaşadığı Hicaz bölgesinin uzağında kalan Irak bölgesindeki âlimlerin hadis rivayetlerine karşı daha temkinli davranması bu konuda özel bir tavrın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Başından beri İslâm muhitinde Kur'an ve Sünnet bağlayıcı kaynak kabul edilse de fıkıh ilminin teşekkül döneminde müctehidlerin bu kaynakları anlama çabası yanında ikinci kaynağın sıhhatiyle ilgili sorgulamalara da yoğunlaşması kaçınılmaz olmuştur. Bu arada kaynak sınırlaması çerçevesinde sahâbî kavil ve tatbikatının da özel bir önem taşıdığını belirtmek gerekir.
İctihadda belirli fıkhî telakkilerin ve metotların benimsendiğinin açıklanması bir yandan akademik düzeyde safların belirginleşmesine yol açarken diğer yandan geniş kitlelerin dinî ve hukukî hayatını düzenli ve istikrarlı biçimde sürdürebilmesinin teminatını oluşturuyordu. Böylece sözü edilen entelektüel odak noktaları etrafında meydana gelen kümeleşmeler, mensubiyet duygu ve düşüncesinin de etkisiyle belirli bir fakihe nisbetle anılmaya başlandı. Bu da fıkıh mezheplerinin teşekkülü demekti.
Usûl-i Fıkıh Yazımında Temel Eğilimler. Bazı kaynaklarda, II. (VIII.) yüzyılda bilhassa Hanefî mezhebi imamlarınca fıkıh usulü kitaplarının veya bazı usul meselelerine dair risâlelerin kaleme alındığına dair ifadeler yer alsa da günümüze ulaşan ilk fıkıh usulü eseri Şâfiî'nin er-Risâle'sidir. Bu eserin önemli bir bölümü sünnetin ve bilhassa haber-i vâhidin dinî bilgi kaynağı olduğunun ispatına ayrılmış, bunun yanında beyan, icmâ, kıyas, istihsan gibi usul bahisleri ele alınmıştır.
) Fukaha Metodu. Fıkıh usulünü bir mezhebe sıkı biçimde bağlı ve fürû hükümleriyle doğrudan irtibatlı şekilde ele alan, kuralları belirlemede tümevarıma ağırlık veren fukaha metodu en çok Hanefîler'le özdeşleştirilir. Kerhî'ye ait er-Risâle fi'l-uśûl, Hanefî âlimlerinden günümüze ulaşan usule dair ilk çalışma olarak zikredilse de eser bazı genel kaideler içeren bir risâleden ibarettir. Hanefî usulünün ilk kapsamlı örneği Cessâs'ın el-Fuśûl fi'l-uśûl (Uśûlü'l-fıķh) adlı eseridir ve fukaha metodunun kurucu metinlerinden biri kabul edilir.
) Mütekellimîn Metodu. Usul konularıyla kelâm ilke ve mezhepleri arasında ilgi kurma özelliğiyle öne çıktığı için bu isimle anılan ve tümdengelime ağırlık veren mütekellimîn metoduna göre fıkıh usulü eserlerinin kaleme alınmasındaki en önemli etkenlerden biri, bunların yazıldığı dönemde İslâm ilim çevrelerinin hâkim çoğunluğunu oluşturan ehl-i hadîs ile Eş‘arîler tarafından Mu‘tezile'nin sapkın bir ekol sayılarak dışlanması, Sünnî ilkelerin büyük ölçüde tesbit edilmesi ve buna bağlı olarak birçoğu kelâm ilkeleriyle yakından alâkalı olan fıkıh usulü ilkelerinin gözden geçirilmesine gerek duyulmasıdır. Bu dönemde Hanefîler'ce -Ebû Mansûr el-Mâtürîdî'nin vefatından iki yüzyıl sonra- Mâtürîdîliğin inşa edilmesi de bu gerekliliğin bir sonucudur. Esasen fıkıh usulü eserlerinin fıkıh veya kelâm mezheplerine bağlı olarak yazılması birbirini dışlayan değil genellikle beraber bulunan iki olgudur.
Müteahhirîn Dönemi Yazım Metodu. VI. (XII.) ve özellikle VII. (XIII.) asırdan itibaren usul kitaplarının fıkıh ve kelâm mezhepleriyle ilgisi belli ölçüde devam etmekle birlikte kelâm ilminin felsefîleşmesine paralel şekilde, giderek felsefî ve mantıkî kavram ve düşünce unsurları usul eserlerinde ağırlık kazanmaya başlamış, İslâm düşüncesinde teorik alanlar için ortak bir ilim dili olarak geliştirilen felsefe-mantık dili fıkıh usulü kitaplarının da yazım dili haline gelmiştir.
Ca‘feriyye'nin fıkıh usulü alanında diğer mezheplerden farklı yaklaşımlarının en önemlisi mâsum imam anlayışına bağlı olarak delil tasavvurunda kendini gösterir. Ca‘ferî usulünün tarih boyunca Mu‘tezilî ve Sünnî usulünde geliştirilen kavram ve düşüncelerle etkileşim içinde bulunduğu, bunun yanı sıra deliller ve fıkhî hükümlerin elde ediliş metotları hususunda kendine mahsus farklılıkları ilgili eserlerde yansıttığı söylenebilir.
XX. yüzyılın başlarından itibaren bazı yönleriyle klasik tarzdan farklılaşan modern bir fıkıh usulü yazımının başladığı görülür. Muhammed el-Hudarî'nin Uśûlü'l-fıķh adlı kitabının öncülük ettiği bu tarzdaki eserlerin genel özellikleri klasik metinlerdeki bol terimli yoğun üslûbu basitleştirmek, delillere ve metotlara dair farklı usul ekollerinin anlayış ve kabullerini kaynaştırıp birleştirmek, geniş tartışmalara fazla dalmadan usul ilminin temel meselelerini genel bir çerçeve içinde sunmaktır.
İctihad bahislerinin usûl-i fıkıh içerisinde müstakil bir yere sahip bulunduğunu kabul edenler yanında bunun tamamlayıcı, ikincil öneme sahip bir bahis olduğunu söyleyenler de vardır. Muahhar dönemde bu ikinci eğilimin hâkim duruma geldiği söylenebilir. Bu eğilimi benimseyen âlimlerin bir kısmı konuyu kıyas bahsinin bir tamamlayıcısı şeklinde ele almış, bir kısmı da eserlerinin hâtime bölümlerinde yer vermiştir. Taklid bahsiyle ilgili olarak da taklidin ictihadın mukabili olduğu için mi, yoksa müctehidin delillerden hüküm çıkarması gibi mukallit de müctehidin sözünden hüküm elde ettiği için mi bu ilim içerisinde yer aldığı tartışma konusudur ve âlimlerin genel kanaatine göre birincisi daha doğrudur.
İlimler Arasındaki Yeri. Fıkıh usulü birçok ilmin sonuçlarından yararlandığı için İslâm âlimleri tarafından değişik açılardan yapılan ilimlerle ilgili bazı tasniflerinin kesişim alanlarında yer alır ve bu yönü onu diğer birçok ilimden farklı kılan özellikler arasında sayılır. Meselâ bu tasniflerin en meşhuru olan, ilimlerin kaynağını ve elde ediliş yollarını esas alan aklî-naklî ayırımı içindeki durumu böyledir. Gazzâlî'nin ifade ettiği, sonraki birçok usulcü tarafından benimsenen yaklaşıma göre diğer İslâmî ilimlerin genellikle tek taraflı olmasına mukabil fıkıh usulü hem aklî hem naklî ilkeleri bünyesinde toplamış, naklî yönü de bulunan aklî bir ilimdir. Yine ilimlerden beklenen amaçları esas alan nazarî-amelî ilim ayırımı açısından bakıldığında fıkıh usulünün amelî netice vermesi beklenen nazarî bir ilim olduğu görülür. İlimlerin -bizzat gaye olup olmama esasına dayanan- âlî-âlî (عالي - آلي) şeklindeki taksimine göre bazı âlimler fıkıh usulünü fıkhî sonuçlar veren bir alet ilmi, bazıları ise şer‘î ilimlerin en ileri noktası şeklinde değerlendirmiş; bir alet ilmi olarak görenler onun daha çok fıkhî hükümler elde etme amacını vurgulamış, böylece metodolojik açıdan fıkha temel teşkil etmesine rağmen amaç yönünden tâbi bir ilim konumunda bulunduğunu düşünmüşlerdir. Özellikle İslâm dininin geniş coğrafyalara yayıldığı ve müslümanların diğer medeniyetlerin birikimiyle karşılaştığı zamanlarda daha da önem kazanan, İslâm muhitinin kendi ürünü olup olmama esasına dayanan şer‘î-felsefî (yabancı) ilimler ayırımı bakımından fıkıh usulünün şer‘î ilimlerin en önemlileri arasında yer aldığı kabul edilir. Ancak zamanla felsefî kavram, metot ve yaklaşımlardan yoğun biçimde etkilenip yapı açısından bir dönüşüm geçirdiği dikkate alınarak felsefî / felsefîleşmiş bir şer‘î ilim olduğu da söylenebilir.
Usûl-i Fıkha Yöneltilen Eleştiriler. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı'daki gelişmeler karşısında İslâm dünyasının zayıf duruma düşmesinin sebepleri üzerine yoğunlaşan müslüman aydınların bir kısmı genellikle İslâmî ilimler tasavvuruna, özellikle de klasik fıkıh ve usul anlayışına eleştiriler yöneltmiş, asırlar boyunca müslüman âlimlerin lafızlarla ve kelâmî ayrıntılarla uğraşıp şeriatla insan hayatı arasındaki sıkı ilişkiyi ve şeriatın maksatlarını ihmal ettiklerini söylemiştir. Aynı yüzyılın sonlarından itibaren bütün unsurlarıyla birlikte modernleşmenin müslüman ülkeler üzerindeki siyasal, ekonomik ve entelektüel etkisine paralel olarak İslâm düşüncesi, İslâmî ilimler ve bu arada fıkıh usulü hakkında farklı ve yeni düşünceler, eleştiriler ortaya konmuştur. İslâmî ilimlerin ve bilhassa fıkhın yeniden yapılandırılması ve modernleştirilmesi (tecdid, inşâ ve ihyâ) projesinde teorik açıdan ana işlev fıkıh usulüne verilmiş, bu ilimlerin metodolojik temeli olan fıkıh usulünün bazı unsurlarının yenilenmesi veya değiştirilmesi durumunda yeni ve çağdaş bir fıkıh üretmenin mümkün hale geleceği varsayımına dayanan yeni fıkıh usulü söylemleri sıkça dile getirilmiş, bu açıdan ictihadın işlevsel duruma getirilmesi özel önem taşıdığından mezhepleri ve mezhep bağlılığını bir yana bırakıp mezhepler arası geçişleri ve telfiki esas alan bir yaklaşım güç kazanmıştır.
Tefsir usûlü'ne ilişkin ilk eserler, ilk önce tefsirlerin mukaddimeleri şeklinde olmak üzere zamanla müstakilleşerek ulaşabildiğimiz kadarıyla H. III. asırda kaleme alınmış olmalıdır. Aynı zamanda meşhur bir mutasavvıf olan Hâris el-Muhâsibî (ö.243/857)'nin "el-Akl ve Fehmu'l Kur'ân" adlı eseri bu sahadaki ilk müstakil çalışma olarak takdim edilmektedir. Daha sonraları Ali İbn İbrahim el-Hûfi (ö.430/1038) tarafından kaleme alınan "el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân"ına bu sahadaki ilk eserdir diyenler de vardır.
. Kur'an'ı doğru anlamak ve tefsir etmek için en önemli şart, onun Allah kelâmı olduğunu ve kendisine özgü bir yapısının bulunduğunu kabul etmektir. Kur'an'a beşer kelâmı gibi yaklaşma onu anlamanın ve doğru tefsir etmenin önündeki en önemli engeldir. Allah Kur'an'ı, vasıfları yine bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de ortaya konan müttakiler için hidayet rehberi olarak göndermiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/2-4; Âl-i İmrân 3/138; el-Mâide 5/15-16; en-Nahl 16/102; Fussılet 41/44). Takvâ ise insanın kalbinde Allah, melek, kitap, peygamber, kader ve âhiret inancı ile kökleşir. Bunlara ve diğer hususlara inanmayan kişinin Kur'an tefsirindeki nasibi sınırlıdır. Nitekim bir âyette, "Allah'ın âyetlerine iman etmeyenleri Allah hidayete erdirmez; onlar için acıklı bir azap vardır" buyurulurken (en-Nahl 16/104) bir başka âyette kâfirin Kur'an karşısındaki durumu sağırlık ve körlük olarak tasvir edilir: "Eğer biz Kur'an'ı Arapça dışında bir dille gönderseydik derlerdi ki: ‘Keşke onun âyetleri -Araplar'ın anlayacağı şekilde- ayrıntılı biçimde açıklansaydı! Dil yabancı, muhatap Arap! Böyle şey olur mu?' De ki: Kur'an iman edenler için hidayet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin kulaklarında ağırlıklar vardır. Kur'an onlar için bir körlüktür (onlara kapalı gelir) (Fussılet 41/44). Süfyân b. Uyeyne, "Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştırırım. O kibirlenenler her türlü mûcizeyi görseler bile yine onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler o yolu tutmazlar; fakat sapıklık yolunu görseler o yola girerler. Öyle! Çünkü onlar âyetlerimizi yalan saymayı âdet haline getirmiş ve onlardan gafil olagelmiştir" meâlindeki âyette (el-A‘râf 7/146) yer alan, "Âyetlerimden uzaklaştırırım" ifadesini, "Onlardan Kur'an'ı anlama yeteneğini çeker alırım" şeklinde yorumlamıştır. Dolayısıyla Allah'a ve Kur'an'a inanmayan kimseler ya da müslüman olmasına rağmen İslâm dışı bir hayat yaşayanlar Kur'an'ın derinliğine inemez, Kur'an'ın sırlarını keşfedemezler (Zerkeşî, I, 97-99; Süyûtî, II, 1212-1213). Kur'an'ı tefsir etme niyeti taşıyan kişi için öngörülen ibadet hayatı çağdaş müfessirlerden Emîn Ahsen Islâhî tarafından "Allah'a teslimiyet" başlığı altında ele alınmış ve inancı hayatına yansımayan kimselerin Kur'an'ı tefsir edemeyeceği bildirilmiştir (Mebâdî, s. 19-21).
Allah'ın insanla konuşması, ona bilgiler ulaştırması, isteklerini bildirmesi ancak vahiy yoluyla ve diğer bazı yollarla olduğuna göre (eş-Şûrâ 42/51) O'nun muradını bunlar dışında bir yöntemle anlamak mümkün değildir. Şu halde Kur'an'ın, mahiyeti itibariyle insanın nüfuz edebileceği bir nitelikte olması gerekir. Cenâb-ı Hak insanla ilişkisini insanın şartlarına göre oluşturmuştur. Bu da iki yolla ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri meleklerdir. Allah özellikle Cebrâil vasıtasıyla insanla münasebet kurmuş, bir yandan vahyini insanlara ulaştırmış (en-Nahl 16/102-103), öte yandan bunu nasıl anlayıp uygulayacakları konusunda onlara rehberlik yapmıştır. Rivayete göre Cebrâil, Kur'an vahyi dışındaki maksatlar için de Resûl-i Ekrem'e geliyor ve ona Kur'an dışında bilgiler ulaştırıyordu. Ayrıca Resûlullah kendisine Kur'an'la birlikte onun bir mislinin daha verildiğini söylemiştir (Ebû Dâvûd, "Sünnet", 5). İkinci tebliğ vasıtası özel olarak seçilen insanlardır. Allah, diğer insanlara göre üstün niteliklere sahip elçileriyle ve genelde vahiy meleği vasıtasıyla, bazan da doğrudan bilgiler aktarmış ve onlara isteklerini bildirmiştir. Kur'an'ın anlaşılmasını murat eden Cenâb-ı Hak onu anlaşılır kılmış, bazı âyetleri diğerleriyle açıklamış, insanların anlamakta zorluk çekecekleri hususları Cebrâil ve Peygamber vasıtasıyla izah etmiştir. Nitekim Hz. Âişe'den gelen bir rivayete göre Cebrâil, Resûlullah'a
Kur'an'ın tefsirini de öğretmekteydi (Taberî, I, 79, 83; İbn Kesîr, I, 18). Kur'an tefsirinde bu yapıyı benimsemeyen bir yaklaşım daha başından hükümsüzdür. Zira vahyin ulaştırılmasında kendisine güvenilen kişiye onun yorumunda ve uygulamasında da güvenilmesi aklın gereğidir
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem'in kendisi için, "Allahım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te'vili öğret" şeklinde dua ettiği (Müsned, I, 214, 269, 314; Buhârî, "Ǿİlim", 17, "Vuđûǿ", 10; Müslim, "Feżâǿilü'ś-śaĥâbe", 138) İbn Abbas'a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır
Tefsir Çeşitleri. Birçok ilim dalında olduğu gibi tefsirde de metodik ve tematik çeşitlenmelerin ve farklılaşmanın gerçekleştiği görülmektedir. Bu farklılaşma Resûl-i Ekrem zamanında olmakla birlikte esas itibariyle II. (VIII.) yüzyılın sonlarında dikkat çekmeye başlamıştır. Tedvin dönemine kadar ortaya çıkan bazı eserler bulunduğu gibi tedvin döneminden sonra farklı başlıklar altında değerlendirilebilecek çeşitlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Tefsirler, Kur'an âyetlerini yorumlamadaki yönteme ve yaklaşım biçimine göre taksime tâbi tutabileceği gibi işledikleri konulara göre de bölümlenebilir. Bunların bir kısmı birden fazla başlık altına girebilir. Meselâ bir tefsire bir yandan mezhebî (meselâ Şiî) denirken öte yandan dirâyet tefsiri demek mümkündür. Sosyal tefsir kategorisi içinde yer alan bir tefsirin hem dirâyet hem rivayet yöntemlerini birlikte kullanması da mümkündür. Esasen konuya eleştirel biçimde bakıldığında tefsiri bölümlemenin teorik anlamda bazı sakıncaları olduğu görülür. Zira Kur'an bir gaye için gelmiştir, asıl gayesine göre anlaşılmalı ve o yolda tefsir edilmeye çalışılmalıdır. Aksi takdirde tercih edilecek tefsir yöntemlerinin Kur'an'ın bu yönünü gölgede bırakması, onun amacı dışında bir sonuca ulaşılması söz konusu olabilir. Kur'an tefsirindeki en önemli prensip Kur'an'a ön yargısız yaklaşılması ve onun götürdüğü istikametin takip edilmesidir
Usûl olmadan vusûl olmaz...
Bir işi, bir fiili îfa ederken, belli bir takım bilgi birikimleri ve geçmiş zamanın yaşanmışlık bileşkesi, bizlere önce bir harita çizer ve çizilmiş bu haritada gideceğimiz yerleri, ve hedefleri işaretler. En kısa en rahat yolu veya en temiz dinlenme yerlerini bu sayede buluruz. Keskin virajları, bozuk yolları bize gösterir, biz de tedbirimizi alırız ve böylelikle varacağımız yere ulaşırız.
Tıpkı bunun gibi ilim sahasında da usul ilimleri, bizi istediğimiz verilere ulaştırır. Belli bir ilmi alanda daha önceki tecrübeler ve ulaşılan ön veriler, birikim sağlamaya yardımcı olur ve yapılması gerekenler ve asla yapılmayacaklar nelerdir bizim için açıklığa kavuşur.
Konuyu daraltırsak, tefsir için usul adına lâzım olanlar bu ilmin ve özetle Kuran'ın anlaşılmasında sahih olanı yanlış olandan ayıran aletlerdir. Bu şekilde olmayan her adım, bizi Kuran'ı anlamaya değil, aksine yanlış anlaşılarak onun anlamında gidilen yolda vahim hatalar yapılmasına sebebiyet verebilir.
Başta dil bilgisi olmadan, Kuran ilimleri olmadan, rivayet bilgileri, dilin imkânları, gelenek içerisinde gelişen anlaşılma faaliyetleri göz önünde bulundurmadan yapılacak her türlü yorum, doğru sonuçlara ulaştırma ihtimali olsa da, karanlıkta elmas toplamaya benzer. Elmas ararken cam parçalarıyla elimizi de yaralayabiliriz.
Yararlanılan kaynaklar:
DIA'nin usûl-u fıkh ve tefsir maddeleri.
Gülhan Maden
17922733
Doktora
Bilgi ,''bir iş veya konu hakkında bilinen şey, mâlûmât, ilim''anlamlarını ifade eden bir kavramdır . Bilginin bütünlüğü kavramı ise, bir elektronik ticaret terimi olarak ''bilginin saklanması veya iletilmesi sırasında içeriğinin herhangi bir şekilde değişikliğe uğramamış olması durumu''nu ifade ederken, sosyal bilimler , özellikle din bilimleri açısından ise ''bir konuda hakîkî bilgiye ulaşmak için o konuyla ilgili bütün verileri dikkate alma ve elde edilen bilgiyi diğer bilgiler arasında olması gereken yere koyma '' anlamına gelmektedir. Bu yönüyle bilginin bütünlüğü bir metodu değil , bir tutum ve yaklaşımı ifade etmektedir .
Bir konuyla ilgili gerçek bilgiyi elde etmek isteyen bir kimse , öncelikle bilginin bir bütün olduğunu bilmeli ve konuya bütüncül yaklaşabilmelidir . Aksi takdirde körlerin fil tarifi örneğinde olduğu gibi , elde edilen bulgular eksik ve hatta yanlış olmaktan kurtulamayacaktır . Örneğin İslami bir meseleyi ele alan araştırmacı, konuyla ilgili bir ya da birkaç âyet veya hadis üzerinden değerlendirme yapıp diğerlerini göz önünde bulundurmasa , tarih boyunca o konu üzerindeki görüşleri dikkate almasa, tefsir , hadis ve fıkıh külliyatından bîhaber bir şekilde konuyu yorumlasa , isabet etme olasılığı ne kadar da azdır; hatta belki de hiç yoktur . Bu tıpkı bir yap-boz tahtasındaki bir ya da birkaç parçaya bakarak resmin bütünü hakkında yorum yapmak gibidir. Bu yorumun asla bütünü görerek yapılacak açıklamalar kadar hakikati yansıtması beklenemez .
İslam aleminin tarih boyunca ortaya koyduğu bütün ilimler İslami ilimleri oluşturmakla birlikte ,bu kavram söylendiğinde ilk akla gelen ilimler hiç şüphe yok ki tefsir, hadis ve fıkıhtır. Bu ilimlerin tarihi incelendiğinde görülecektir ki , İslami bilgi bir bütündür ve çeşitli adlar altında ortaya çıkmış olan İslami ilimler bu bütünün ayrılmaz birer parçası , belki de farklı cephelerden görünümlerinden ibarettirler. Her biri de kendi cephelerinden hakikati yansıtmak için ortaya çıkmışlardır. Yani gayeleri ortaktır ki o da insanları hakikatle buluşturmaktır.
Hz. Peygamber dönemine bakıldığında görülecektir ki bilginin bütünlüğü Onun şahsında gerçek anlamda tezahür etmiştir . Zira o en iyi müfessir, en bilgili fakih ve gerçek muhaddistir. Yani Hz . Peygamber hayatta iken tefsir, hadis ve fıkıh - henüz teşekkül etmiş birer ilim halinde olmamakla birlikte - vardır ve oluşum evresindedir . Aynı zamanda henüz birbirinden ayrılmamış gerçek bir bütünlük arz etmektedirler . Tıpkı anne karnındaki üçüzler gibi oluşmaya devam etmektedirler. Fakat bu ilimlerin birbirinden ayrılması ve her birine ayrı bir isim verilmesi için zamana ihtiyaç vardır . Tabiri caizse doğum gerçekleştiğinde adları da konacak ve her biri kendi rotasında gelişmeye ve büyümeye devam edecektir .
Hz. Peygamber döneminde bilginin bütünlüğü sadece Hz. Muhammed için değil, aynı zamanda bilgin sahabiler için de söz konusudur. Her ne kadar tefsir , hadis veyafıkıh alanında daha yetkin sahabilerden söz etmek mümkünse de ,örneğin tefsir alanında önde olan bir sahabinin aynı zamanda fıkıh tarihinde de ismi geçmekte , ya da hadis yazan sahabiler arasında adına rastlanabilmektedir . Bu da o dönemde, İslami ilimlerin henüz ayrı ayrı teşekkül etmemesinin bir sonucudur .
Hz . Peygamberin vefatından sonra sahabe döneminde de bilginin bütünlüğü belli oranda devam etmiştir. Yavaş yavaş belli alanlarda ihtisaslaşmanın zaruret haline gelmesinden sonra, - ki bu sahabe döneminin sonu ,tabiin döneminin başına tekabül etmektedir - tefsir, hadis ve fıkıh halkalarının daha belirgin bir şekilde birbirinden ayrıldığı görülür . Bu da zamanla bilgi birikiminin artmasıyla doğru orantılıdır . Zaman ilerledikçe suya düşen bir damlanın oluşturduğu halkalar gibi mâlûmât da çoğalmış ve önceleri bir kişinin taşıyabileceği , kaldırabileceği, halledebileceği kadar iken , sonraları bir kişinin boyunu aşmış ve belli bir alanda ihtisaslaşma ortaya çıkmıştır. Fakat bu durum bilginin bütünlüğüne zarar vermemiştir. Bir kişinin pekçok alanda uzman olması artık imkansız olmakla birlikte, İslam alimlerinin büyük çoğunluğunun kendi ihtisas alanına ek olarak, bilginin bütünlüğünü koruyacak kadar diğer alanlara da hâkim oldukları görülür .Bunun istisnaları da elbette vardır ama onların İslam ilim tarihinde diğerleri kadar parlamadıkları da bir gerçektir .
Tefsir , hadis ve fıkıh tarihi mütalaasından sonra yine görülmüştür ki , İslami ilimler rastgele değil, belli bir formda ve ihtiyaca göre ortaya çıkmışlardır. Örneğin hadis tarihinde tedvin, tasnif , cerh ve ta'dil gibi faaliyetlerin hep ihtiyaca binaen ortaya çıktığı görülür .Aynı şekilde fıkıh tarihinde kıyas , istihsan, maslahat gibi kaynaklar ile mezheplerin oluşum serüveni tarih içinde doğal bir seyir olarak ve ihtiyaç doğrultusunda ortaya çıkmışlardır .Tefsir tarihinden bunun örneği ise, rivayet ve dirayet tefsirlerinin oluşum evresidir. Yine gerek fıkhî , gerek işari, gerekse toplumsal tefsirlerin ortaya çıkması hep bir ihtiyacın sonucu olmuştur .
Netice olarak, tefsir ve hadisten bağımsız bir fıkıh düşünülemeyeceği gibi , hadis ve fıkıhtan bağımsız bir tefsir ilmi de düşünülemez. Aynı şey belli oranda hadis ilmi için de söz konusudur. Bu ilimler, ihtisaslaştıkları alan ve konu itibariyle birbirinden ayrı olmakla birlikte kaynak ve gaye bakımından aynı düzlemde yer almaktadırlar. Tarih boyunca da ayrı kulvarlarda ama aynı hedefe doğru yan yana ilerlemiş olan bu ilim dalları bilginin bütünlüğünü mütekâmil manada ortaya koymuşlardır . Bu anlamda diğer ilimlere örneklik teşkil ettikleri söylenebilir. Bu üç bilim dalı arasındaki âhenk ve bütünlük diğer bütün bilim dalları arasında gerçekleşip de her türlü bilgi, hakikatin yapısını yansıtacak şekilde birbirleriyle ilişki ve iletişim içinde olduklarında, hakikatin kayıp yanlarının keşfedilmesi hiç de zor olmayacaktır .
KAYNAKÇA :
Koçyiğit, Talât , Hadis Tarihi , Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997.
Demirci , Muhsin ,Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesiİlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1998.
Karaman, Hayrettin, Anahatlarıyla İslam Hukuku, Ensar Neşriyat ,İstanbul 1986.
Rukiye Çelep
18922719 - Doktora
TEFSİR TARİHİ
Kur’an tefsiri Hz. Peygamber ile başlamıştır.
Dolayısıyla Kur’ân’ın ilk hâfızı ve ilk tebliğcisi olan Hz. Muhammed aynı
zamanda onun ilk müfessiridir. Hz. Peygamber’in tefsiri vahye dayalı olduğu
için en doğru, en isabetli ve en güvenilir bir tefsirdir. Çünkü Peygamberimiz
ya kendisine bildirilen manalarla ya da kendi bilgi birikimiyle Kur’an’ı tefsir
ediyordu. İçtihatta bulunarak yaptığı tefsire gelince, şayet bu noktada bir
isabetsizlik söz konusu olursa, o zaman yeni bir vahiyle bu husus da tashih
ediliyordu. Bu da esasen onun şahsi tecrübesine dayalı tefsirinin Allah’ın
onayından geçmesi anlamına geliyordu. Yani bu çerçevedeki tefsiri de vahye
dayalı bir tefsir demekti. Bu bakımdan en doğru ve en güvenilir tefsir Peygamber’in
tefsiridir. Bundan dolayı Peygamberimiz’in tefsiri bağlayıcı kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber’in tefsiri özellikle Kur’ân’da hükmü belirtilmeyen konularda
yaptığı içtihatlarda mutlak olarak bağlayıcıdır. Ancak Hz. Peygamber sözlü
olarak Kur’ân’ın tamamını tefsir etmiş değildi. Çünkü Kur’ân’ın önemli bir
kısmı (muhkem âyetler) ilk muhataplar tarafından anlaşılıyordu. Bu yüzden o,
sadece mutlak, mücmel, müteşâbih ve mübhem âyetleri zaman zaman ihtiyaç
oranında tefsir etmişti. Sözlü sünnetle (hadis) tefsir noktasında durum böyle
olmakla beraber, Allah Resulü yaşantı itibariyle Kur’ân’ı esas aldığı için,
fiilî sünnet anlamında Kur’ân’ın tamamının Peygamber tarafından tefsir edildiği
de söylenebilir.
Hz. Peygamber’den sonra Kur’ân tefsiri
görevini üstlenen sahâbiler özellikle Kur’ân’ın mübhem âyetlerini açıklamışlar,
gaybî konularda Hz. Peygamber’den öğrendiklerini nakletmişler, vahiy döneminde
yaşadıkları için âyetlerin nüzûl sebepleriyle ilgili müşâhedelerini aktarmışlar
ve Kur’ân âyetleri arasında gerçekleştiği ifade edilen nesih konusunda
aydınlatıcı bilgiler vermişlerdir. Esasen bu hususlarda akıl yürütme ve yorum
yapma imkânı olmadığı için onların bu alandaki nakilleri, İslâm bilginlerinin
ekserisi tarafından bağlayıcı olarak görülmüştür.
Sözlü nakil döneminde Kur’ân tefsirine önemli
katkı sağlayan bir kuşak da hiç kuşkusuz tâbiîlerdir. Bu kuşak Kur’ân tefsirinde
ya doğrudan ashaptan nakilde bulunmuş ya da kendi öznel tecrübeleriyle âyetleri
açıklamıştır. Her iki durumda da tâbiûn âlimlerinin ittifak ettikleri hususlar
kendilerinden sonrakiler için güvenilir bilgi olarak kabul edilip nakledilmiş;
ihtilaf ettikleri ise tercihe konu olmuştur. Tâbiûnun ileri gelen müfessirleri,
bazı sahâbiler tarafından oluşturulan ekollerde/mekteplerde yetişerek tefsire dair
rivâyetleri, sözlü nakil döneminin bir geleneği olarak nakletmişlerdir.
Yaklaşık bir buçuk asır süren sözlü nakil
döneminin ardından Hz. Peygamber’in hadislerini toplamak üzere değişik İslâm
beldelerini dolaşan bazı muhaddisler, hadislerle birlikte tefsir rivâyetlerini
de toplayıp yazıya geçirmişler, böylece tefsire ait birikim ilk olarak hadis
ilmiyle birlikte tedvîn edilmiştir. Bu döneme etbâu’t-tâbiîn dönemi adı
verilmektedir. Buraya kadar hadiscilerin nezâretinde meydana gelen tefsir
faaliyeti, bundan sonra gerçek sahiplerinin eliyle istiklaline
kavuşturulmuştur. Söz konusu merhale, filolojik bir mahiyet arzetmiş olsa da
Kur’ân tefsirinin müstakil olarak yazıya geçirildiği en önemli bir merhaledir.
Her kitabı okuyup anlamanın ve yorumlamanın
bir yöntemi bulunmaktadır. Yöntem
bireyi hata yapmaktan ve keyfi davranmaktan korur. Rivâyet ve dirâyet tefsir
yöntemlerindeki temel esaslar ile Tefsir Usulü türü eserlerde belirtilen diğer
ilkeler Kur’ân’ın sağlıklı olarak anlaşılıp tefsir edilmesine yardımcı olurlar.
İçerik itibariyle zengin bir muhtevaya sahip
olan Kur’ân’ı tefsir eden âlimler, onun farklı yönlerini ön plana çıkaran tefsir çalışmaları yapmışlardır. Genel olarak tefsirlerinde rivâyet ve dirâyet adıyla bilinen iki temel yöntemi
kullanmışlardır. Rivâyet tefsir metodunda âyetler, Kur’ân, Hz. Peygamber’in
hadisleri, sahabe ve tâbiîn kavilleri ile tefsir edilmektedir. Rivâyet tefsiri başlangıçta hadis ilminin bir dalı olarak ortaya çıkmış, sonradan müstakil ilim haline gelerek varlığını sürdürmüştür. Dirâyet tefsiri ise müfessirin dil, edebiyat, tarih,
mantık ve müsbet bilim gibi alanlara kendi bilgi birikimini de katarak Kur’ân’ı
tefsir etmesi olarak tanımlanabilir. Bu ekol, başlangıçta yoktur ve daha önceki dönemlerde olmayan çeşitli meselelerin ortaya çıkmasıyla beraber başlamış, bir anlamdaihtiyaçtan doğmuştur.
Rivâyet tefsir ekolüne, zayıf ve uydurma
haberler ihtiva etmesi, isnatlarıdüşürmesi ve israiliyat haberlerine sıkça yer vermesi gibi yönlerden
eleştiriler yöneltilmiştir. Sağlıklı bir dirâyet tefsiri ise rivâyet tefsirinin
malzemelerini de dikkate almak durumundadır. Bu yüzden salt kişisel görüş veya
keyfi yaklaşım ile Kur’ân’ı tefsir etmek hoş karşılanmamış, makbul sayılmamıştır.
Rivâyet tefsiri alanına mensup en önemli tefsir,
Taberî’nin Câmiu’l-Beyân adlı eseridir. Buna karşın Taberî tefsirinde aklî
muhakeme, tercihte bulunma, değerlendirme yapma gibi bazı dirâyet nitelikleri
de bulunmaktadır. Bu yüzden Taberî tefsiri için “rivâyet alanında bir dirâyet”
şeklindeki tespit mümkün görünmektedir. Dirâyet tefsiri alanının en önemli tefsirleri
arasında ise Fahreddîn Râzî’nin Mefâtihu’l-Gayb ile Zemahşerî’nin Keşşâf adlı
tefsirlerini saymak mümkündür. Bu tefsirler de rivâyet tefsirinin temel
esaslarından yararlanmış, bu esaslara karşı kayıtsız kalmamışlardır. Bu
özelliklerinden dolayı da çok değerli ve önemli görülmüşlerdir.
Daha sonra ortaya çıkan Klasik tefsir ekolleri
ise, 19. yüzyıl öncesi tefsir ekollerdir. Üç çeşittir: İşari, Mezhebî ve Fıkhî.
Mezhebî ekoller de üç çeşittir: Mutezilî, Şîî ve Hâricî ekol. Mutezile tefsir
ekolü, akla yoğun şekilde önem veren ve Kur’ân tefsirinde kendi mezhebî
görüşleri doğrultusunda yorum yapan bir ekoldür. Şîa (imâmiye) ekolü, imâmet
doktrininden dolayı Şîî imâmların yaptığı tefsirleri sahih gören ekoldür.
Hâricîye ekolü ise sadece Kur’ân metninin lafız düzeyini önemseyen ve âyetleri
kendi mezhebi doğrultusunda tefsir eden ekoldür. İşârî tefsir ekolü ise, keşf
ve ilham yoluyla elde ettikleri ledünni ilimle Kur’ân âyetlerinin bâtınî yönünü
tefsir eden sufi bir ekoldür. Fıkhî tefsir ekolü ise, sadece Kur’an’daki ahkâm
âyetlerini tefsir eden ekoldür. Çağdaş tefsir ekolleri, 19. yüzyıl sonrası sistemleşen
tefsir ekolleridir. Konulu, İctimâî ve Bilimsel olmak üzere üç çeşittir. Konulu
tefsir ekolü, Kur’ân’daki bir konuyu gayesine uygun bir şekilde bütüncül olarak
ortaya koymayı hedefleyen bir ekoldür. İctimâî tefsir ekolü, Kur’ân’ın mesajını
doğrudan anlatmayı ve ictimâî hayatta meydana gelen problemlere Kur’ân
çerçevesinde çözmeyi amaçlayan bir ekoldür. Bilimsel tefsir ekolü ise
Kur’ân’daki kevnî âyetleri pozitif ilimlerin verileriyle tefsir eden bir
ekoldür.
HADİS TARİHİ
Hadis tarihi, hadisin Peygamberimiz (s.a.v)
döneminden günümüze kadar geçirdiği serüveni, hadisle ilgili yapılan her türlü
çalışmayı zaman ve mekân düzleminde, sebep sonuç ilişkiler içinde, yani Tarih
biliminin ölçütleri doğrultusunda ele alır.
Hz. Peygamber döneminde hadislerle ilgili
olarak yapılan çalışmalara baktığımızda, sahabenin hadisleri duyup öğrenmesi, Müzakere
etmesi, Ezberlemesi, Peygamberimiz (s.a.v.) izin verdikten sonra hadisleri
yazmaları ve Hz. Peygamberin devlet başkanı olarak yazdırması bu dönemdeki
hadis ile ilgili durumun tespitidir.
Sahabe döneminde hadislerin ezberlendiği,
sözlü olarak nakledildiği ve ezber yapabilmek için yazıldığı görülmektedir.
Ancak Hadis çalışmalarının ilmi boyut kazanması Tabiin dönemi yapılan çalışmalar
sayesinde olmuştur. Tabiun döneminde hadislerin ezberlenmesi ve nakledilmesinin
yanı sıra yazarak kayıt altına alma, isnat sisteminin oluşturulması ve Rıhle
adı verilen hadis toplama yolculukları dikkat çekmektedir.
Hadis genel olarak Tesbit dönemi, Tedvin dönemi
ve Tasnif dönemi şeklinde üç dönemde ele alınmaktadır. Hadis
tarihinde bu faaliyetlerin sürdürüldüğü döneme mütekaddimun dönemi
denir. “Tesbit” kelimesi, sabitleme, kaydetme, bağlama, sağlama, alma
anlamlarına gelir. Bu dönemde hadislerin sözlü ve yazılı olarak öğretilmesi,
öğrenilmesi, halk arasında yayılması, böylece hafızalarda ve değişik yazı
malzemeleri üzerine kaydedilip koruma altına alınması söz konusudur. Bu dönem yaklaşık
hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir.
Bu dönem, hadislerin kitaplar içinde toplandığı
dönemdir ve hicri 1. asrın sonlarından 2. asrın ilk çeyreğine kadar süren bir
zaman dilimini ifade eder. Halife Ömer b. Abdülaziz döneminde devlet eliyle
başlayan bir dönemi ifade eden tedvin sürecinde hadisler yazılı hale getirilip
kitaplaştırıldı. Bu dönemin önemli isimlerine baktığımızda İbn Şihab ez-Zührî
ilk Hadisleri tedvin eden kimse olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde hadisler
rast gele bir şekilde toplanmıştır.
Tasnif dönemi, hadis tarihi açısından önemli
bir merhale olarak ifade edilebilir. Bu dönemde hadisler, konu, râvi ve sıhhat
bakımından sınıflandırılarak müstakil eserler aracılığıyla kitaplaştırıldığı
görülmektedir. Bu döneme ait kabul görmüş önemli hadis eserlerine baktığımızda Buhârî
ve Müslim’in oluşturduğu Sahih’ler öne çıkan eserler arasında sayılabilir.
Tedvin ilk üç asırda büyük ölçüde tamamlanmış,
tasnif faaliyetleri ise yeni ve farklı bir takım türler meydana getirmek
suretiyle hızlı bir şekilde gelişmiş ve devam etmiştir. İlk üç asırda derlenen
hadisler ve yazılan eserler, 4. asırdan itibaren bir yandan okunup rivayet edilirken,
diğer yandan sened, râvi, rivayet, metin ve içerik açısından incelenmeye başlanmıştır.
Bu incelemeler neticesinde çok farklı yeni birtakım çalışmaların ortaya çıktığı
bilinmektedir. Bu çalışmaların önemlilerinden birisi şerh çalışmalarıdır. Hadis
terimi olarak şerh, “bir hadisin veya bir hadis kitabında yer alan rivayetlerin
kelime ve kavramlarını açıklamak, anlaşılması zor yerlerini izah etmek,
i‘rabını belirtmek, hadisten çıkan hükümlere yer vermek” gibi anlamlarda
kullanılır.
Sonraki dönemlerde çok yaygınlaşan bir telif
türü de Kırk Hadis derlemeleridir. Kırk hadisler, Kütüb-i Sitte’den ve diğer
hadis kitaplarından bir konuya veya çeşitli konulara dair kırk hadisi bir araya
getirmek suretiyle oluşturulmaktadır.
Tasnif dönemi ve sonrasında siyasi, sosyal,
hukukî ve ahlaki bütün konuları içeren hacimli hadis kitapları
yazılmıştır. Bazı âlimler bu kitaplardan
özellikle ahlak ve âdâb konularını içeren, günlük hayatında samimi, ihlâslı ve
takvâ sahibi bir mümin olarak yaşamak isteyenlere rehber vazifesi gören ve
cehennemden koruyup cennete teşvik eden hadisleri seçerek çeşitli kitaplar
yazmışlardır.
FIKIH TARİHİ
Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun
durumunu ele alırken Mekke ve Medine safhalarının özelliklerini göz önüne almak
gerekmektedir. Mekke’de geçen hicretten önceki on üç yıl zarfında tebliğ edilen
esaslar ağırlıklı olarak, Allah’ın birliği, Peygamberlik müessesesi, Ahiret
hayatı gibi temel inanç ilkelerinin yerleştirilmesine yönelik olmuştur. Bu
Dönemde Hukukun Kaynakları Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun temel
kaynağı vahiydir. Dolayısıyla İslam Hukuku’nun ilk kaynağını Kur’ân, fıkıh terminolojisindeki
ifadesiyle Kitâp oluşturmaktadır. Bunun yanında Hz. Peygamber’in Sünnet’i yer
almaktadır. Sünnet, Hz. Peygamber’in ahkâm ayetlerinin anlaşılması ve
uygulanması ile ilgili söz, eylem ve onaylamalarını içerdiği gibi, Kur’ân’da
temas edilmeyen konuları hükme bağlayan tasarruflarını da kapsamaktadır. İslam
hukuku terminolojisinde, Kitâb ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nas
terimi de kullanılmaktadır. Bu anlamda kullanılan nas teriminin yanında İslam
Hukuku’nun kaynaklarını ifade etmek için kullanılan diğer temel terim ise içtihattır.
İslam hukukunun oluşum süreci açısından sahabe
döneminden bahsettiğimizde, dört halife dönemini ve kısmen Emevî idaresini
kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Özellikle ilk iki halife dönemindeki
uygulamalar, İslam hukuk düşüncesinin gelişimi açısından ayrı bir önem
taşımaktadır. Hz. Ebu Bekir (ö. 13/634) ve Hz. Ömer (ö. 23/644) dönemlerinde içtihat
niteliğini haiz olan sahabilerin çoğunlukla Medine’de bulunması, bazı konularda
istişare ile geniş tabanlı bir karara ulaşılmasını kolaylaştırmıştır. Hatta bu
konuya ayrı önem verdiği anlaşılan Hz. Ömer’in belli başlı hukukçu sahabileri
Medine’de ikamete mecbur tuttuğuna dair rivayetler de vardır. Daha sonraki
dönemlerde ise çeşitli bölgelere yerleşen sahabiler sahip oldukları nas
birikimi ve içtihat yaklaşımını kendilerine öğrencilik eden tabiûn nesli
hukukçularına aktarmışlardır. İleriki aşamalarda muhtelif bölgelerde belirli
fakih sahabileri üstat olarak kabul eden ekolleşmeler görülecektir. Bu anlamda
çeşitli bölgelerde farklı sahabilerin öne çıktığı görülmektedir. Örnek olarak
Mekke’de İbn Abbas (ö. 68/687), Kûfe’de Abdullah b. Mesud (ö.32/653), Medine’de
Zeyd b. Sabit (ö.45/655) ve İbn Ömer (ö.74/693) gibi fakih sahabiler gerek
fetva hususunda gerekse fıkhi birikimin aktarılmasında önemli rol
oynamışlardır.
Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer
bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın dönemini ifade
etmektedir. Bu dönemin önemli bir bölümü Emeviler’in iktidarda olduğu zaman
dilimine tekabül ettiği için, kimi yazarlarca “Emeviler Dönemi” olarak da
adlandırılmıştır. İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi, farklı sosyal
çevreye ve etnik kimliğe mensup birçok insanın İslam’la tanışması tabiûn
döneminde fıkhi faaliyetin canlı bir şekilde icra edilmesinin sebepleri
arasında yer almaktadır. Zira yeni Müslüman olanlara İslam dininin uygulamaya
yönelik boyutlarını öğretmek fıkıh disiplini çerçevesinde gerçekleşmektedir.
Muhtemelen, İslam dininin emirlerini öğrenmek, bu arada Müslüman toplum arasında
statü edinebilmek gibi saiklerle çok sayıda Arap asıllı olmayan mühtedinin
fıkıh ilminde uzmanlaştığı dikkat çekmektedir. Nitekim tabiûn dönemi fıkıh
hareketleri içerisinde “mevâlî” adı verilen, Arap kökenli olmayan âlimler
önemli bir rol oynamıştır. Bu dönemde sahabe neslinin öğrencisi olan
hukukçular, hocalarından aldıkları birikim ve kavrayışla İslam hukuku
çalışmalarını sürdürmüştür. Dolayısıyla çeşitli bölgelerde hukuki faaliyeti
yönlendiren sahabe dönemi hukukçularından sonra aynı rolü tabiûn nesline mensup
öğrencileri üstlenmiştir. Bu bağlamda Medine’de Said b. Müseyyib (ö. 94/712),
Mekke’de Atâ (ö. 114/732) ve İkrime (ö. 150/767), Kûfe’de Alkame b. Kays (ö.
62/682), İbrahim en-Nehaî (ö. 96/714) ve Said b. Cübeyr (ö. 95/714) ilk akla
gelen isimler içerisinde yer almaktadır. Emevilerin dini hassasiyet ve ilim
adamları ile nispeten mesafeli olan durumu, İslam hukuku alanındaki
faaliyetlerin tamamen hukukçuların şahsi gayret ve inisiyatifi ile yürümesine
zemin hazırlamıştır.
Müçtehit imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın
başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan zaman dilimi
kastedilmektedir. İslam hukukunun oluşum sürecinde oldukça önemli merhalelere
sahne olan bu dönem için “fıkhın altın çağı”, “tedvin dönemi” gibi nitelemeler
de kullanılmaktadır. Bu dönemde fıkıhla ilgili çalışmaların oldukça ilgi
gördüğü ve desteklendiği anlaşılmaktadır. Müçtehit imamlar döneminde fıkıh
çalışmalarının yoğunluğunun ve itibarının artmasını, buna bağlı olarak
sistemleştirme ve ekolleşmenin gerçekleşmesini açıklamak amacıyla bazı
faktörler üzerinde durulmuştur.
İslam hukuk tarihi ile ilgili literatürde bu
dönemin hicri IV. asrın ortalarından itibaren başlayıp, kanunlaştırma
hareketleri ve yenileşme arayışlarının yaşandığı on dokuzuncu yüzyılın
sonlarına kadar sürdüğü ifade edilmektedir. Hukuki faaliyetin mezhep
yapılanması içerisinde sürdüğü bu dönem kimi yazarlarca “taklit” dönemi olarak
adlandırılmaktadır. Usul terminolojisinde, “delilini bilmeksizin bir başkasının
görüşüyle amel etmek” anlamında kullanılan taklit, içtihat yeterliliği
olmayanların, müçtehitlerin görüşlerine uymasını deyimlemektedir. Ancak “taklit
dönemi” nitelemesinde bu kavrama olumsuz bir içerik yüklendiği de dikkatten
kaçmamaktadır. Bu dönemi de kendi içerisinde ikiye ayıranlar vardır: Hicri IV.
asrın ortalarından Bağdat’ın Moğollar tarafından ele geçirilmesine (1258) kadar
olan dönem ve Bağdat’ın düşüşünden Mecellenin hazırlanışına (1869) kadar olan
dönem. Bu yazarlara göre ilk dönemde mezhep doktrinini, dayandığı deliller ve
metodolojik esaslar çerçevesinde izah eden eserler kaleme alınmış olmakla
beraber, ikinci dönem fıkhî faaliyetin tamamen metin-şerh-hâşiye çizgisinde
seyrettiği bir duraklama ve gerileme dönemidir. İlgili söylemin bünyesinde,
kısmen ideolojik ögeler taşıyan, abartılı unsurlar barındırdığı dikkatten
kaçmamaktadır.
İslam hukuk tarihi literatüründe bu dönemin
Mecelle’nin hazırlanışı ile başladığı ve günümüzde de sürdüğü ifade
edilmektedir. Bu döneme “canlanma” ve “uyanış” dönemi adı da verilmektedir. Bu
yaklaşımın gerekçesi, kanunlaştırma hareketleri ile birlikte hukukî faaliyetin
bir mezhebin görüşleri ile sınırlı olamayacağı, dört mezhebin görüşlerinden,
hatta dört mezhep dışında kalan müçtehitlerin ve ekollerin görüşlerinden de
istifade edilebileceği düşüncesinin yerleşmesidir. Bu bakımdan kimi yazarların,
Mecellenin hazırlanışı bağlamında İbn Şübrüme (ö. 144/761) gibi dört mezhebin
dışında yer alan hukukçulara yapılan atıfları “dört mezhebin taklidi çizgisinde
açılan ilk gedik” olarak nitelemeleri oldukça dikkat çekicidir. İlgili bakış
açısına göre kanunlaştırma esnasında dört mezhepten, hatta görüşleri İslam
hukuk literatüründe kaydedilmiş bütün müçtehitlerin yaklaşımlarından istifade
edilmesi hukukî düşüncede canlanmayı ve yenileşmeyi temsil etmektedir. Bu
çizginin bir ileri aşamasını ise toplumun ihtiyaçları gerektirdiği takdirde,
daha önce İslam hukuk literatüründe kaydedilmemiş olsa bile Kur’ân ve sahih Sünnetle
çatışmayan her türlü düzenlemenin yapılabilmesi oluşturmaktadır.
Kısa adıyla Mecelle olarak bilinen Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliye 1869-1876 yılları arasında hazırlanmış, 1851 maddelik bir
kanundur. Esas itibarıyla eşya, borçlar ve yargılama hukukuyla ilgili kısımları
kapsamaktadır. İslam hukukunda kanunlaştırma hareketinin ilk örneğidir.
Mecelle’nin akabinde İslam hukukuna dayalı ikinci bir kanun olarak 1917 yılında
yürürlüğe giren Hukuk-ı Aile Kararnamesi verilebilir. Hukuk-ı Aile Kararnamesi
dayandığı kaynaklar açısından, ilk kanun olan Mecelle’den farklı bir nitelik
taşımaktadır. Bu kanunun dikkat çekici özelliği, hazırlanışı esnasında Hanefî
mezhebi dışındaki diğer mezheplerin, hatta görüşleri kurumsal anlamda
mezhepleşememiş müçtehitlerin içtihatlarından da yararlanılmış olmasıdır.
Günümüzde İslam hukuku ile alakalı, gerek
ülkemizde, gerek İslam dünyasında, gerekse Batı ülkelerinde önemli sayıda
akademik çalışma yapılmaktadır. Bunların bir kısmının kültür ve hukuk tarihi,
bir kısmının karşılaştırmalı hukuk, bir kısmının ise metodoloji ile ilgili
olduğu ifade edilebilir. Dolayısıyla İslam hukukunun yoğun bir akademik ilgiyle
karşılaştığını söyleyebiliriz.
Tarihsel süreçte birbirine paralel olarak
gelişimini sürdüren ve zamanla sistemleşerek müstakil birer ilim dalı haline
gelen Tefsir, Hadis ve Fıkıh; günümüz şartlarında bilginin bütünlüğü
çerçevesinde ele alınmalıdır. Her ne kadar bağımız disiplinler olarak ifade
edilse de İslami ilimler birbirinden ayrı değerlendirilemez. Ortaya çıkan yeni
meseleler, mutlaka disiplinler arası bir metot izlenerek bilginin bütünlüğü
çerçevesinde değerlendirilerek çözüme kavuşturulmalıdır.
HÜSEYİN YILDIRIM DOKTORA ÖĞRENCİSİ
NO:17922734
TEFSİR, HADİS VE FIKIH USULLERİNİN
MÜTALAASI VE BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Tefsir;
Tefsir kelimesi ڧسر ve taklip tarikiyle سڧر kökünden gelen
tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından benzerlikler taşır
(ortaya çıkarma anlamı) Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri
örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen
anlamı ortaya çıkarmaktır. Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki
murad-ı ilahîyi ortaya koymak demektir. Ashab döneminde tefsir lafzı Allah ve
Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken daha sonraları sahâbe
açıklamalarını da içine almaya başladı. Çünkü onlar Kur’ân’ın inişine şahit
olmuşlar, hükümlerle sebepler arasındaki münasebeti iyi kavramışlardı.
Usûl; Asl kelimesinin çoğuludur. Sözlükte:
temel, esas, dayanak ve kök manasına gelir ayrıca kâide ve delil anlamları da
vardır. Terim olarak: hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine
bina edildiği şey Usûl= herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli
bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlardır.
Tefsir
Usûlü; bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması
bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl
kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir. Bu ilim dalı Kur’an
ayetlerinin değişik özelliklerini yansıtan çeşitli ilim dalları, Kur’an’daki
edebi sanatlar, genel prensipler ve ayetlerin tefsiri ile ilgili hususlarda
ihtiyaç duyulan birtakım kaide ve esaslar üzerinde durmaktadır. Nasıl plansız
olarak herhangi bir üretimi gerçekleştirmek mümkün değilse, belli kaide ve
esasları önceden tespit etmeden bir bilgiyi düzene koymak da mümkün değildir. Kur’an’ın
sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usulü ilmine ihtiyaç
vardır. İşte bu ilmin gayesi de öncelikle kendi alanına giren hususları tespit
edip ortaya koymak, sonra da bu dokümanları, Kur’an’ın mana ve maksatlarının
anlaşılmasında yardımcı bir unsur olarak kullanmaktır.
Mütalaa;
Yapılan
tanımlardan anlaşıldığına göre tefsir usulü ilmi bizlere aslında Kur’an’ın
anlaşılması veya nasıl anlaşılması gerektiği hususunda bir yöntem belirlemesi
gerekmektedir. Tedvin döneminden itibaren gerek ana kaynaklara gerekse tali
kaynaklara baktığımızda bu bilgiler mecmuası bizlere bir usulden ve metoddan
ziyade daha çok bilgiler topluluğu sunmaktadır. Bu bilgiler elbette olmazsa
olmaz bilgilerdir, Kur’an’ın anlaşılmasında önemli bir yeri vardır ama asla ve
asla müstakil bir anlama usul ve metodoloji bilgisi değildir. Bu alanda
yazılmış ana kaynakların isimlerinden de aslında bu durum anlaşılmaktadır.
Nitekim Zerkeşî’nin “el-Burhân fî Ulûmi’l’-Kur’an”ı, Suyûtî’nin “el-Itkân fî
Ulûmi’l-Kur’an”ı gibi Kur’an İlimleri alanında yazılmış eserler, Kur’an’ın anlaşılması için gerekli olan
bilgileri bize sunmaktadırlar. Belki 8. Asır alimlerinden Necmeddin Tûfî usul
alanındaki probleme işaret ederek Kur’an’ın anlaşılması için bir metodolojiye
ihtiyaç olduğunu dile getirmiş ve bu alanda “el-İksîr fî İlmi’t-Tefsîr” adlı
esrini yazmıştır. Şurası da bir gerçek ki tali kaynak müellifi kıymeti
hocalarımız da yazmış oldukları tefsir usulü eserleri için genelde yaptıkları
çalışmaların Kur’an’ın anlaşılması istikametinde müstakil bir yöntem ortaya
koyma iddiası taşımadıklarını ifade etmişlerdir.
Hadis;
Hadis
kelimesi lügat açısından ‘haber, söz’ ve eskinin zıttı olan ‘yeni’ anlamlarına
gelir. Nitekim yüce Allah(c.c) “Bu söze inanmayanların ardından üzülerek
kendini mahvedeceksin”(Kehf Suresi 18/6) mealindeki ayette hadis kelimesini
söz, haber anlamında kullanmıştır. “Sonradan ortaya çıkan şeylerden sakınınız
çünkü sonradan ortaya çıkan her şey bid’at, her bid’at da sapıklıktır”( Hâkim, Müstedrek,
İlim, 332. ) şeklindeki hadis-i şerifte de Hz. Peygamber hadis kelimesini yeni,
sonradan türeyen şey anlamında kullanmıştır. Kavram olarak hadis; söz, fiil,
takrir, yaratılış veya huyla ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamber’e izafe
edilen her şeydir. Sahabe ve tabiuna atfedilen sözlere de kullanılır.
Hadis
Usûlü; Birçok tarifi yapılmakla birlikte hadis usulü ilmi,
kabul ve red yönünden ravi ile mervinin (rivayet edilen hadisin) durumunun
bilinmesidir. Hadis usulü konularının kitaplara geçirilerek müstakil eserler
yazılması geç tarihlere rastlar. İlk dönemlerde hadis usulü kitap
mukaddimelerinde veya konu içerisinde ele alınmıştır.
Mütalaa;
İslam
ümmetini önceki ümmetlerden ayıran en önemli özelliklerinden bir tanesi,
kendilerine gönderilen kitapla birlikte bu kitabın ilk elden yorumu olan Hz.
Peygamber'in yaşantısını da sahih biçimde muhafaza etmeyi başarmış olmasıdır.
Hz. Peygamber’in öncelikli görevi elbette ki yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’i
muhataplarına ulaştırmaktır. (Tebliğ) Fakat Hz. Peygamber’in dini hayattaki
rolü bundan çok daha fazladır. Hz. Peygamber’in dini yaşama biçimi olan sünnet,
İslam tarihi boyunca, âlimler tarafından dinin en önemli iki kaynağından biri
olarak değerlendirilmiş ve Kur'ân-ı Kerim'de anlaşılamayan bir âyetle
karşılaşılması durumunda ilk olarak Hz. Peygamber'in bu konuda bir
açıklamasının olup olmadığı araştırılmış, yani Kur'ân'ın ilk müfessiri olarak sünnete
yer verilmiştir. (Tebyin) Sünnetin Kur'ân-ı Kerim'i açıklamak dışındaki ikinci
vazifesi ise Kur’an’da yer almayan emir ve yasakları doğrudan belirlemesidir.
Sünnet, İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu tarafından, dini hüküm vaz’ edebilme
salahiyeti açısından Kur'ân gibi müstakil bir delil kabul edilmiştir. (Teşri’) Aslında
sadece bu gerçek bile Sünnet'in dindeki yerini açıklamaya yetmektedir. Eğer
Sünnetin dinde değer ifade eden bir yeri olmasa ve din sadece Kur'ân-ı
Kerim'den ibaret bulunsaydı, İslam dini son derece kısır, çok dar bir alanı
kapsayan, hayatın her alanına hitap etmekten uzak ve kısa zaman içinde yok
olmaya mahkûm biçimde ortaya çıkmış olurdu. Oysa dine, hayatın her alanına
hitap etme salahiyetini ve iddiasını kazandıran husus, bizzat bu hayatın içinde
yer alan, her türlü problemle yüzleşen ve onlara çözüm üreten Hz. Peygamber'in
tüm yaşamının bir hülasası olan Sünnettir. Bununla birlikte ilk dönemlerden
itibaren sünnetin dindeki yeri bir takım kimseler tarafından tartışmaya
açılmıştır. Müslümanların kahir çoğunluğu sünneti dinde teşri kaynağı olarak
kabul ederken, azınlık bir grup buna itiraz etmişlerdir. Elimizdeki Hadis Usulü
çalışmaları hadislerin daha çok sıhhat durumlarıyla alakalıdır. Hadis dediğimiz
kaynak, metin ve senetten oluşmakta ve usul ilmi de daha çok senet kısmıyla ilgilenmiştir.
Bu tabii ki elimizdeki hazine kadar değerli bir miratır. Ancak hadisin metnine
dair anlamaya yönelik usul ve metodoloji eksikliği vardır bu konuda kolektif bir
şekilde çalışmaya anlama ve toplumun problemlerini çözecek şekilde bir usul
bilgisine bir yönteme ihtiyaç duyulmaktadır.
Fıkıh;
Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i delillerden
istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Bir başka anlatımla, müctehidlerin,
her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan
çıkardıkları hükümlere fıkıh denir. Fıkıh ilminin bir dalı füru’
(Furuu’l-fıkıh: Tatbiki hukuk), diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh: Nazari
hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir.
Müctehidin tafsili şer’i delillerden şer’i ameli hükümleri çıkarması, mutlaka
kendisine yol gösterecek belli başlı kurallara ve prensiplere uymasını
gerektirir. Bu gerçeği gözönüne alan İslam bilginleri, İslam hukukuna candan
hizmet aşkıyla, müctehidlerin hüküm istinbatında takip ettikleri metodları
açıklamak üzere özel bir çalışma yapmışlardır. Bu çalışma ile güdülen başlıca
iki gaye şunlardır: 1) İctihad şartlarını taşıyanlar, öncekilerin yaptığı gibi
ictihad edip karşılaşılan fıkhi olaylara hüküm bağlayabilecekler, 2) İctihad
şartlarını taşımayanlar ise, müctehidlerin hükümlere varırken dayandıkları
delilleri ve o delillerden bu hükümlere nasıl ulaştıklarını öğrenerek, onlardan
nakledilen hükümleri gönül huzuru içinde kabullenmiş olacaklardı. İşte bu
düşüncelerden hareketle, onlar, hakkında ister özel nass bulunsun ister bulunmasın,
delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden
hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları ortaya koydular. İslam
bilginleri, bu arada delillerden hüküm çıkaracak kişi yani “müctehid” ile
ilgili kurallardan söz ettiler, ictihadı, ictihadın şartlarını ve hükümlerini,
taklidi ve taklidin hükümlerini açıkladılar. Bütün bu kurallara ve sözü edilen
hususlarla ilgili incelemelere topluca “Usulu’l-fıkıh” adını verdiler. Fıkıh
kelimesi lugatta bir şeyi bilmek, anlamak manasına gelir. Kur’an’da fıkıh
kelimesi mutlak ilim için değil, ince anlayış, keskin idrak ve konuşanın
gayesini anlamak manalarında kullanılmıştır. Şu halde fıkıh bir şeyin künhüne
vakıf olarak ve deliliyle birlikte bilmek anlamına gelmektedir. Hanefiler
Fıkıh’ı ıstılahta “Kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i
hükümleri bir meleke halinde bilmesidir” şeklinde, Şafiiler ise, “Şer’i-ameli
hükümleri yani ibadet, muamelat ve ukubat’a ait hükümleri, tafsili
delillerinden çıkararak bilmektir” şeklinde tarif etmişlerdir. Bu iki tarifin
lafızları farklı olmakla birlikte, aynı manayı ifade etmektedirler. Çünkü
Hanefiler bilmek (marifet) tabirinden “delilinden çıkararak bilme, meleke ve
iktidarı” manasını kastetmişlerdir. Fıkh’ın şu şekilde de tarifi yapılmıştır:
“Fıkıh, ibadet, ukubat ve muamelata ait şer’i hükümlerin hey’et-i
umumiyesidir.” Şer’i hükümleri, delillerinden çıkararak bilen alime fakih denir
ki, müctehid demektir. İctihad ve istinbat melekesine malik olmayan bir kişiye,
ne kadar çok fıkhi meseleyi öğrenmiş ve ezberlemiş olsa da fakih (hukukçu)
denmez. Bu kişilere alim denir. Alim başka fakih başkadır. Aralarında fark
vardır. Her fakih alimdir, fakat her alim fakih değildir. Ancak bu kişilere
mecazi olarak fakih denir.
FıkıhUsûlü;
Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili
delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.
Fıkıh ilminin diğer dalı olan usulu’l-fıkıh, bir isim tamlaması (izafet
terkibi)dir. Bu ilme, bazen tamlamanın başına ilim sözü eklenerek ilmu usulu’l-fıkh
denildiği gibi, bazen de fıkıh lafzı çıkarılarak sadece ilmu’l-usul denir.
Bugün fıkıh usulü tabirinin karşılığı olarak İslam Hukuk Felsefesi, İslam Hukuk
Metodolojisi, İslam Hukuk Usulü, İslam Teşri’ Usulü, İslam Hukuku Nazariyatı
gibi terimlerin kullanıldığını görmekteyiz. Bu tamlamada usul kelimesinin delil
anlamında kullanıldığını kabul etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli
bir şekilde deliller üzerine oturtulmuş, bina edilmiştir. Buna göre
Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha mahsus deliller” “fıkhın kökleri”
“hukukun kökleri” demektir. Ancak Fıkıh usulü bir ilim dalı olarak ıstılahta
terkib manasından daha farklı ve daha geniş konuları ihtiva etmektedir. Çünkü
fıkıh usulü ilminde fıkhi delillerden bahsedildiği gibi, şer’i hükümlerden,
istinbat kaidelerinden ve benzeri konularından da bahsedilir. Fıkıh usulü iki
şekilde tarif edilebilir: Fıkıh usulü: 1) “Şer’i hükümlerin, tafsili
delillerden çıkarılmasını (istinbatını) mümkün kılan kaideleri ve icmali
delilleri öğreten bir ilimdir. 2) “İstinbat kaideleri ve icmali delillerdir.”
Şu halde bu ilim bize bir takım kaideler öğretecek biz de bir mesele hakkında
anlamak, öğrenmek istediğimiz şer’i hükmü, o kaideler yardımıyla özel
delillerinden çıkaracağız. Mesela ben namazın farz olup olmadığını bilmiyorum.
Bilmek istediğim bu mechule Mantık ve Usul ilimlerinde “Matlub-i haberi” adı
verilir. Bunun için önce şer’i delillerden Kitab’a bakar ve “namazı dosdoğru
kılınız” (Bakara: 2/43) ayetindeki emri görürüm. Fıkıh usulü kaideleri arasında
“vücuba mani bir karine bulunmadıkça emir siygası, vücub ifade eder” kaidesi
bulunur. Ben bu usul kaidesini kullanır ve bir mantık kıyası kurarak namazın
farz olduğu hükmüne şöyle varırım: Matlub-i Haberi: Namaz farzdır. Küçük
önerme: Çünkü Allah “namazı dosdoğru kılınız” ayetiyle namazı emretmiştir.
Büyük önerme: Allah’ın yapılmasını kesin olarak istediği (emrettiği) her şey
farzdır. Netice: O halde namaz da farzdır. Ben zinanın haram olup olmadığını
bilmiyorum. Bunu öğrenmek istiyorum. Şer’i delillerden Kitab’a baktığım zaman
“Zinaya yaklaşmayın” (İsra: 17/32) ayetindeki nehyi görürüm. Fıkıh usulü
kaideleri arasında “Haram kılmayı engelleyici bir karine bulunmadıkça nehiy
sıygası hürmet ifade eder” kaidesi bulunur. Ben bu usul kaidesini uygulayarak
zinaya yaklaşmanın haram olduğu hükmüne şöyle varırım: Matlub-i Haberi: Zina
haramdır. Küçük önerme: Çünkü Allah “Zinaya yaklaşmayın” ayetiyle zinaya
yaklaşmayı yasaklamıştır. Büyük önerme: Allah’ın kesin olarak yasakladığı her
şey, haramdır. Netice: O halde zina da haramdır. Aynı şekilde bu ilim bize
kitap, sünnet, icma, kıyas gibi icmali deliller hakkında da bir takım bilgiler
öğretecek biz de bu bilgiler yardımıyla icmali delillerin hüccetliklerini,
kendileriyle istidlal ederken mertebelerinin ne olduğunu ve bu delilleri
ilgilendiren her türlü hususları öğreneceğiz
İşte bir kişi, istinbat kaidelerini ve icmali
delilleri bu ilmin yardımıyla öğrenir ve naslardan hüküm çıkarma melekesini
elde ederek müctehid mertebesine ulaşır. Fıkıh ilmi usûlü, metodolojisi.
Usûlü'l-Fıkıh; sözlükte, usûl ve fıkıh kelimelerinden meydana gelmiş bir
terkiptir. Usûl, "asl" kelimesinin çoğuludur. "Kökler, asıllar,
üzerine bir şey bina edilen şey" manalarınadır. Sözlükte, anlayış anlamına
gelen fıkıh ise, din ıstılahında; "Tafsîlî delillerden çıkarılmış olan
şer'î-amelî hükümleri bilmektir" şeklinde tarif edilir. Buna göre
usulü'l-fıkıh sözlükte; fıkhın asılları, fıkhın delilleri manasına gelmektedir.
Usulü'l-fıkıh, ıstılahta "Müctehidin, şer'î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensiplerdir" diye
tarif edilmektedir. Bu tariflerden anlaşıldığı üzere usûlü'l-fıkıh bir
metodoloji ilmidir. Metotlarını belirlediği ilim ise fıkıhtır. O halde bu ilim
fıkıh metodolojisi ilmi demektir. Bilindiği gibi, İslâmî hükümlerin alındığı
kaynaklar temelde ikidir. Bunlar Kur'ân ve Hadistir. Fakat her meseleye ait
hüküm Kur'ân ve Hadiste her zaman aynıyla mevcut ve açık değildir. Ya da Kur'ân
ve Hadisteki lâfızlar, emir, nehy, hass, âm v.s gibi değişik biçimlerde varid
olmuştur. Karşısına amelî bir problem çıkan müctehid, bu problemin dînî hükmünü
ortaya koymak için Kur'ân'ı ve Hadisi araştırır. O mesele ile ilgili olan âyet
veya hadisin ne tür bir kalıpta olduğunu araştırır. Mesela lafız emir kalıbı
ile gelmişse, emrin vücup ifade ettiğini bildiren usûl kaidesini göz önüne
alarak o hükmün farz olduğuna hükmeder. Cevabını açıkça bulamazsa, hükmü açıkça
belirlenen benzer problemlere kıyasla, dinin temel ilkelerini göz önüne alarak
ve daha başka temel kaidelerden yararlanarak bu problemleri çözüme kavuşturur.
İşte müctehidin hüküm çıkarabilmek için yararlandığı kaideleri tesbit eden ve
içeren ilme usûlü'l-fıkıh (fıkıh usûlü) denilir. Demek oluyor ki; usulü'l
fıkıh; müctehidin, Kur'ân ve Hadisten hüküm çıkarabilmek için ihtiyaç duyduğu
kural ve kaidelerden meydana gelen bir ilimdir.
Mütalaa;
Tefsir
ve hadis ilimleri İslam’ın iki ana kaynağı olan Kur’an ve Sünneti ana inceleme
konusu yapmışlardır. Yani bu ilim dallarında kaynak, üzerinde inceleme ve
değerlendirilme yapılan değerler Kur’an ve Sünnettir. Fıkıh ilminde ise Kur’an
ve Sünnetin tamamı incelenmez, hüküm çıkarmada kullanılacak ayet ve hadisler
incelenir. Aslında ayet ve hadisler üzerinde kafa yorup problemlere çare bulma
işinin gerçek adıdır fıkıh. Bu üç ilim dalının da aslında gayesi ortaktır,
ancak kendi içlerinde müstakil olarak oluşturmuş oldukları usuller ve
metodoloji ise sadece belki kendi disiplinlerine ışık tutuyor ancak yine her
çağda yaşayan Müslüman toplumların problemlerini çözemiyor. Geçmiş alimlerin
hepsine müteşekkiriz bu birikimlerden asla vazgeçmeyeceğiz lakin reel hayatta Müslümanların
sorunları eldeki mevcut metodoloji ile çözülemiyorsa muasır alimler artık
sahaya inmeli bu toplumun problemlerine çare olacak metotlar geliştirmeli yeni
bir dil kullanmalıdırlar. Doktora derslerimizde Ahmet Nedim SERİNSU hocamızın
her zaman vurgu yaptığı gibi gerçekten aslında kolektif akla ihtiyacımız var ve
en önemlisi de bilgilerin bütünlüğüne ihtiyacımız var. Tüm bilim dallarının
pozitif bilimler ve dini ilimler hepsinin de amacı insanoğluna hizmet değil mi
insanın dünya hayatındaki ve ileriki aşamada ahiret hayatındaki mutluluk temel
gaye değil mi? Din de aslında insan için var olduğuna göre dini ilimler de
insana hizmet etmektedir. Tüm bilimler kendi verilerini diğer bilimlerin
hizmetine sunmalı ve toplumun problemlerinin çözümünde birbirlerini
desteklemelidirler. Ben burada sadece dini ilimler tefsir, hadis, fıkıh, tarih
vs. kastetmiyorum. Diğer bilimler ile dini ilimler ilişkiye girmeli veri
paylaşımında bulunmalı ortak metodolojiler oluşturulmalı ve böylelikle toplumun
yani insanların ihtiyaçları giderilmeye çalışılmalıdır.
KAYNAKÇA
1. İ.Lütfi Çakan, Hadis Usulü, İFAV, İstanbul,
1989.
2. Talat
KOÇYİĞİT, Hadis Usulü, TDV Yay., Ankara, 1998.
3. İsmail
CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü, Elif Ofset Tesisleri Bsm., Ankara, 1979.
4. Muhsin
DEMİRCİ, Tefsir Usulü, İFAV, İstanbul, 2003.
5. Zekiyyüddin
ŞA’BAN, İslam Hukuk İlminin Esasları ( Usûlü’l-Fıkh), Notlar Ekleyerek Tercüme
Eden İbrahim Kafi DÖNMEZ, TDV Yay., Ankara, 1999.
6. Abdurrahman
AKKUŞ- Manisa Eğitim Merkezi Öğretim Görevlisi SÖZLEŞMELİ İMAM-HATİPLER MESLEĞE
HAZIRLIK EĞİTİM PROGRAMI HADİS DERS NOTLARI.
7. https://d1.islamhouse.com/data/tr/ih_books/tk_osol_fekh.pdf.
genel değerlendirme:
İnceleme ve okuma fırsatını bulduğum tefsir usülü ve fıkıh usülü eserlerinden genel olarak önemli kazanımlar elde ettim. Öncelikle Tefsir usülü için konuşursak, okuduğum ilk eserlerde rastlamış olduğum, tefsir ilminin, standart bir usülünden bahsedilemeyerek ve ilgili eserlerdeki "Kur'an ilimleri" babının da sadece teknik bilgiler vermekle iktifa edilerek, Kur'an'a ne şekilde yaklaşılacağına dair "usül" oluşturmadığı yönünden eleştrilmektedir. Ancak "hali hazırda bu ilimlere vakıf olmayan alelade bir okur veya yorumcu için bir usülsüzlükten bahsedilebilir. Ancak Kur'an ilimlerini ahz etmiş bu ilimlere vakıf birisi için kendiliğinden bir usül zaten oluşmaktadır" düşüncesini taşıyorum. Söz gelimi nasih-mensuh, muhkem muteşabih bilen esab-ı nuzülden haberdar bir okur veya yorumcu zaten kendiliğinden (ilmi ahlakın bir gereği olarak) bunun bir usüle yol açtığını görebilecektir. Keyfi veya aşırı yorumlardan kaçınacak ve anlam-insan ilişkisini görebilecektir.
Fıkıh usülü eserlerinin okunması da işte yukarıda tefsir usülü ile ulaşılması mümkğn olan anlamdan belli yol ve yöntem takip ederek, şimdi şu an yaşanmakta olan hayata ve topluma yönelmiş "anlayış ve hüküm" çıkarma faaliyetinin anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu eylem beşeri bir faaliyettir ve beşeri alan elbette tartışmanın odaklanılması gerekilen noktasıdır. Yani içtihad alanıdır. Bunu tarih içerisinde anlayan gören ve metodlarını ortaya koyan islam alimleri olmuştur. Kendi zamanlarının gereği olan bu vazifeyi yerine getirirken zaman ve mekan olgusu değiştikçe içtihadlarını değiştirebilmişler, yanlışlanabilmişlerdir. Bazen de kendi varoluşlarını aşarak evrensel değerler üretebilmişlerdir. Tarihi açıdan bize düşen ise kendi gerçekliğimizin farkına varıp, özümüzü (islamı) de muhafaza gayretleriyle, yeniden hayatı ve Kur'an'ı ve Rivayetleri okuyarak çözümler ve mesajlar üretebilmeliyiz.
FIKIH TARİHİ ŞAMİL AŞBAY 18922721
FIKHIN
DÖNEMLERİ
1.
VAHİY DÖNEMİ
Bu
dönemde hüküm koyma vahiy yoluyladır. Sünnet de Kuran’ı açıklamakta ve Hz.
Peygamber çeşitli konularda ictihat yapmaktadır.
2.
SAHABE / HULEFAİ RAŞİDİN
DÖNEMİ
Bu
dönemde de Kur’ân esastır. Ashab Kur’ân yorumunda bazı ayrılıklara
düşmüşlerdir. Örneğin dedenin mirasta baba gibi kabul edilip edilmeyeceği
ihtilaf konusu olmuştur.
Hadis
rivayeti bu dönemde çok yaygın değildir. Ashab bazen birbirinin hadisini reddederdi.
Ebu Hureyre cenaze taşıyan abdest alsın diye hadis rivayet etti İbn Abbâs bunu kabul etmedi. Uykudan uyandıktan
sonra elini kaba daldırmadan önce yıkasın hadisiyle Hz. Âişe amel
etmemiştir.
Hz.
Ömer kıtlık yılında hırsızın elini kesmedi. Can maldan ileridir dedi. Hz. Ömer
zamanına kadar üç talak bir sayılırdı.
3.
TÂBİİN DÖNEMİ
Bu
dönemde Müslümanlar birçok yerlere dağılmışlar ve çeşitli kültürlerle temasa
geçmişlerdir. Bundan dolayı Müslümanlar başlıca üç fırkaya (Harici, Şia, Ehli
Sünnet) ayrılmışlar ve dine kendi bulundukları zâviyeden bakmışlardır.
4.
MÜCTEHİTLER DÖNEMİ (H.100-350)
Fıkıh
bu dönemde son derece gelişmiştir. Müctehitler ve büyük imamlar bu dönemde
yetişmiştir. Her imam kendine göre bir hukuk sistemi kurarak meseleleri
çözmüştür. Bu dönemde kimsenin reyi baskı altına alınmamıştır. Bir mesele
ortaya atılır, onun hakkında her müctehit kanaatini ortaya koyardı.Mesela
hadis, insanın mevcut olmayan malının satımını yasaklamaktaydı. Ama bazı fukaha
örfle bu nassı tahsis ederek bu duruma
cevaz vermiştir.
Hicaz
uleması yeni hadiselerle karşılaşmıyorladı. O yüzden hicaz uleması reyi çok
kullanmamıştır. Fakat Irak uleması farklı bir medeniyette yaşadıkları için yeni
meselelerle karşılaşıyorladı. Bu yüzden Irakta rey ve kıyas ile hüküm verme
etkindir.İmam Azam ve İmam Malik istihsanı kullanırken, İmam Şafii İstihsanı
inkar etmekteydi.
5.
HİCRİ 350-656 YILLARI ARASI DÖNEM (TAKLİT DÖNEMİ)
Bu
dönemde ictihat kapısı kapanmış, İslam
ülkeleri küçük devletlere bölünmüş, haçlı seferleri yaşanmış, Müslümanlar
arasında bölünmeler yaşanmış, mezhep münakaşaları artmış, herkes kendini haklı
çıkarmaya çalışmıştır.
Bu
dönemde üç şey yapılmıştır.
·
Ahkamın
illet ve sebepleri araştırılmıştır.
·
Çeşitli
hükümler arasından uygun olanı
seçilmiştir.
·
Mezhepler
müdafaa edilmiştir.
6.
SON DÖNEM / DURAKLAMA DÖNEMİ
GERİLEMENİN
SEBEPLERİ:
·
Ulemanın
ufuk açıcı kitaplardan beslenmemesi
·
Ulema
arasında fikir birliği kalmaması.
·
Medreselerde
kavaid ve irab tartışmalarıyla vakit öldürülmesi.
·
Medreselerde
müspet ilimlere yer verilmemesi.
Genel
olarak fıkıh tarihine baktığımızda Kur’ân’a bütüncül yaklaşımın olduğu dönemin
taklit dönemine kadar olan dönem olduğunu görmekteyiz. Bütünle ilgilenmeyen
ulema, tikel konularla fıkhın alanını daraltmış ve gerileme dönemine girmiştir.
TEFSİR TARİHİ
Kur’ân
bir defada nazil olmadığı için , Kuran’da kullanılan bazı
terimlerin/kavramların ne olduğunun anlaşılamamasından dolayı tefsir ilmi
meydana gelmiştir. Örneğin Sahabe orta namazın ne olduğunu Hz. Peygambere
sormuş ve öğrenmiştir. Böylelikle Kur’ân’ın anlaşılmasında rivayet önemli bir
yer almıştır.
Tefsir
tarihi boyunca Abdullah b. Abbas, Yahya b. Sellam, Taberi, Buhari, Zemahşeri,
Razi, Beyzavi, Alusi, Muhammed Abduh gibi isimler ön plana çıkmış ve hepsi Kur’ân’ı
kendi zaviyesinden, bağlı bulunduğu kültürden kopmadan yorumlamışlardır. Bu
durumu şöyle örnekleyebiliriz:
Yahya
b. Sellam ictihadi-nakli metot izlemiş, Taberi ise dirayeti tefsirinde daha
fazla kullanmış tefsir ilmini hadis ilminin kapsamından çıkarmıştır. Zemahşeri
mutezili görüşlerin etkisinde kalmış ehli sünneti karalamak, yermek , dil
uzatmak suretiyle ehli sünnete çok sert
davranmıştır. Muhammed Abduh’a baktığımız zaman ise onun tefsirinin ıslahçı bir
yönü olduğunu görmekteyiz. Ona göre Müslümanlar Kuran’ın ruhundan
uzaklaşmışlardır. O da tefsiriyle Müslümanları ilk asra döndürmek istemektedir.
HADİS
TARİHİ
Hadis
tarihine baktığımızda Hz. Muhammed’in hadis yazımını yasakladığı ve hadis yazımını
serbest bıraktığı ile ilgili bilgiler görmekteyiz. Hadis yazımının yasak
olmasının sebebi yazıyı az bilenler için ve eğer hadis yazılırsa Kur’ân’la
karışır endişesidir. Yani bu yasaktaki
amaç dini Kur’ân’ı daha iyi anlamaktır. Nitekim hadis yazılmış, hadis
sahifeleri oluşmuştur.
İslam
ülkeleri genişlemeye başlayıp, siyasi/ mezhebi bölünmeler artınca; ırk, belde
taassubu oluşunca bir takım hadisler
uydurulmuştur. Bundan dolayı cerh ve ta’dil hareketi doğmuş hangi hadis sahih,
hangi hadis uydurma incelenmeye başlanmıştır. Bu bağlamda Muhammed b. Sirin’in Bu
ilim dindir dinini kimden aldığına dikkat et sözü önemlidir.
Hadis
kitabetinden sonra; H.1. asrın sonu H.II. asrın başlarında hadislerin
tedvin edilmesi gerekli görülmüştür. H.II. asıra gelindiğinde ise hadis
eserleri konularına göre siyer, câmi, sünen olarak sınıflandırılmaya
başlanmıştır.
H.II.
asırda hadisçilerle mutezile kelamcıları arasında ortaya çıkan görüş
ayrılıkları hadisçileri tedvin ve tasnif faaliyetine yönlendirmiştir. Örneğin Sahihul
Buhari’de ki iman, tevhit, kader, kitap ve sünnete sarılma gibi bölümler İslam
dinini mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak için ele
alınmıştır.
GENEL DEĞERLENDİRME
·
Hadis,
Fıkıh, Tefsir tarihini okuduğumuzda bu ilimlerin amacının Kur’ân’ı anlamak
olduğunu görmekteyiz.
·
Bağlamdan
uzaklaşmak, bütünü görememek tikel konularla uğraşmak durgunluk meydana
getirmiştir.
·
Ulema
kendi kültür, coğrafya, aldıkları eğitim, mensup oldukları mezhepten kopmadan dini
anlamaya çalışmışlardır.
KAYNAKLAR
·
Anahatlarıyla
Tefsir Tarihi eş-Şeyh Muhammed el- Fazıl İbn Âşur (Çev.
Bahattin Dartma/ Ömer Pakiş ) Rağbet Yay. İstanbul 2007
·
Hadis
Tarihi Prof. Dr. Talât Koçyiğit TDV
Yay. Ankara, 2009
·
Fıkıh
Tarihi ve İslam Hukuku Osman
Keskioğlu Müftüoğlu Yay. Ankara 1969
Tefsir
tarihi:
Kuran son
vahiy olması ve Allah’ın , Kuran henüz bir kitap halini almamışken ona el-Kitap adını vermesi Kur’an’ın zımnen
yazılmasını da istediğini
göstermektedir. Hz. Peygamber’in vefatından hemen önce Kur’an- Kerim tamam olmuştu. Hz. Peygamber nazil olan ayetlerin nerelere konulacağını dahi söylemişti.
Vefatından sonra dağınık olan
bu vahiy malzemesinin bir araya getirilmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber bu
konuda yönlendirme ve işaretlerde
bulunuyordu.
Yani Kur’an
vahiyle beraber doğmuştur. Kur’an nazil olmaya başlayınca sahabenin bir takım soru ve merakını gidermek
üzere açıklamalarda bulunan peygamber tefsiri tarihinin müessisidir.
Tefsir
Usulü ise:
Usûl: “Herhangi bir
ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlara” denir.
Tefsir Usûlü bir ilim olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve
yöntemler ortaya koymakta ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler vermektedir
İslamî
literatürün erken dönemde teşekkül edip gelişen çizgisini, tefsir – hadis –
fıkıh tarihleri mukayesesiyle incelediğimizde, çağdaş döneme etki eden bir
yanılgının farkına varmaktayız; İslam’ı kemikleşmiş bir yapı olarak algılama. İslam
geleneği sağlam bir metodolojiye sahiptir. Ahlakî özünün bir tarafa
bırakılmasıyla güncel şartlarda işlevsiz bir hukuk sisteminden ibaret
zannedilen bu geleneğin köklerinin, nuzul dönemi insanını ve onların da
ardından gelenleri nasıl inşa ettiğini okumalarımız sonucunda görebilmekteyiz.
Kur’ân-ı Kerîm,
inişinden bu yana pek çok ilmin ilham kaynağı olmuştur. Onun ışığı altında
birçok ilim doğmuş, İslâm medeniyeti vücut bulmuştur. Muhtelif isimlerle
karşımıza çıkan disiplinlerin aslı tek kaynağa, cehdi ortak amaca ulaşmaktadır.
Bu disiplinlere bakışta bütüncü bir yaklaşım edinmek, bizleri konu hakkında
daha sağlıklı fikir yürütmeye götürecektir.
İslâmî
ilimlerin gelişim tarihini ele aldığımızda, her parçanın birbirine benzediğini
ve benzer süreçlerle bütünü meydana getirdiğini görmekteyiz. Bu bağlamda İslâmî
fikir tarihi nuzul asrı dikkate alınarak okunduğunda, ihtilafların nasıl bir
sistem doğurduğu da dikkat çeker. Tarihin tekerrür ettiği,
kitap-sünnet-icma-kıyas dengesinin bir tecrübeler silsilesi üzerine kurulduğu
farkedilir. Bugün yaşanan sorun ve sorgulamalar temelde asırlar öncesinin
aynalığını yapar ve bizleri “tarihten ders almak gerektiği” sonucuna götürür.
Hicretin ilk
asrı bir uyum, sağlamlaştırma ve değişim devridir. Nuzul asrını incelediğimizde
Mekkî dönemde amelî kanunların va’z edilmediğini, o dönemde buna henüz ihtiyaç
duyulmadığını görmekteyiz. Önceliği inanç inşası izlerken, Medine döneminde
amelî hükümler ayrıntı kazanmıştır. Kur’ân-ı
Kerîm dinin özünü içermektedir. Onun açıklayıcısı ve uygulayıcısı Hz. Peygamber
hem vahiy vasıtasıyla hem de kendi söz ve davranışlarıyla Müslümanların tek
rehberi olmuştur. O, halkın eğitimine büyük ehemmiyet vermiş; çoğu kez “Allah
beni bir öğretici olarak gönderdi” buyurmuştur. Bu sebeple vefatını izleyen
dönemde hadis büyük önem teşkil
etmiştir.
Hz. Peygamber
hayatta olduğu müddetçe de hadis
ashab arasında aktarılmış, müzakere edilmiştir. Zamanla okuma-yazmayı öğrenen
bazı genç sahabîler yazı ile kayıt tutmuştur. Hz. Peygamber’in hayatta oluşu ve
vahyin devam edişi hadisin karşılaşabileceği tüm tehlikelere karşı kalkan
olmuştur. Hz. Peygamber de ashabı hadis rivayetine teşvik etmiştir.
İlk yıllarda
yazı bilenler az, yazı malzemeleri kısıtlıydı. Hadislerin Kur’ân’a karışması
ihtimali göz önünde bulundurularak kitabete izin verilmemiştir. İslâmiyetin
yayılmasıyla yazı bilenler çoğalmıştır. Son zamanlarda Hz. Peygamber hadislerin
kitabetine karşı çıkmamış, hafızasında tutamayanlara kitabeti tavsiye etmiştir.
Vahiy süreci
boyunca Hz. Peygamber inananlara sadece nassları öğretmekle kalmamış, aynı
zamanda onlara hayatın bütün alanlarında kendi kanunlarını da öğretmiştir. İlk
asırdan itibaren başkent ve eyaletlerin idare merkezlerine hakimler atanmıştır.
Örneğin Hz. Muʿāz̠ bin Cebel Yemen’e
kadı olarak gönderilmiştir.
İlk vahiy
tecrübesinden itibaren metinlerin ezberlenmesi, yazılarak kaydedilmesi;
ilerleyen dönemlerde de bu faaliyetlerin ehliyetli hocalar gözetiminde
yapılması; İslâm’ın orijinal öğretisinin hiçbir değişikliğe uğramadan
başlangıçtan günümüze kadar gelmesine vesile olmuştur.
Hz. Peygamber’in
vefatıyla geriye Kur’ân kalmış, nebinin canlı rehberliği kesilmiştir. İlk dört
halife yeni durumlara Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in kendilerine öğrettiği
ilkeler ışığında kendi hükümlerini uygulayarak çözüm üretmişlerdir. Böylece
sünnetteki hayata dair hassas dengeyi korumaya çalışmışlardır. Fütuhat
hareketleri ile birlikte İslâm devletinin sınırlarının genişlemesi ile, Hz.
Peygamber fethedilen bölgelere muallim sahabîlerin gönderildiği bilinmektedir.
Bu uygulama ilerleyen dönemlerde de devam ettirilmiştir.
Ashabın
önceleri re’y temelli tefsirden kaçındıklarını görmekteyiz. Zira, İlk Muallim’in tedrisinden geçenler
hayattadır ve düzgün konuşma alışkanlıklarını muhafaza etmektedirler. Mesajı
anlayabilmekte ve anlayamadıklarını soracak kimseleri bulabilmektedirler.
Kur’ân ile karışır diye, telif hareketine sıcak bakmamaktadırlar. Hicrî birinci
asrın sonlarından itibaren Kur’ân ile ilgili ilimler müstakil olarak ele alınmıştır.
İlimler, hicrî ikinci asra kadar ashabdan tabiûna talim yoluyla şifahî
aktarılmıştır.
Sahabe
döneminde bilgiler rivayet yoluyla devamlı olarak kendilerinden sonraki
nesillere öğretilmekteydi. Bu öğrenci yetiştirme geleneğini örnek alan
muteahhirûnun çalışmaları ile zamanla ekoller oluşmuştur. İlim faaliyetlerine
eş zamanlı olarak, Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’ân cem edilmiş, Hz. Osman
döneminde çoğaltılmış ve Hz. Ali sonrasında noktalama, harekeleme işlemleri
yapılmıştır.
Sahabe
tefsirinin ana karakteristiği, Hz. Peygamer’in tefsirini naklen ve
ictihadlarıyla yaptıkları yorumlardan ibaretti denilebilir. Ancak Kur’ân’ın
anlaşılma zarureti fetihlerle
birlikte artınca, sahabe önceleri çekingen davrandıkları Kur’ân’ı tefsir işine
yönelmişlerdir. İslam fütühatı, farklı kültürlerden insanların müslüman
olmasına sebep olmuştur. Bu insanlar ne Arapça biliyorlardı ne de Kur’ân’ın nuzul
ortamından, şartlarından ve sebeplerinden haberdar idiler. Arap diline,
gramerine ve kültürüne, nuzul ortamına müşahade etmiş olmaları sebebiyle,
birtakım özel bilgileri kendilerinde toplayan bilgin sahabiler, bu boşluğu doldurma
çabası içerisinde olmuştur. Sahabeyi ise onlardan ilim alan tabiîler izlemiştir.
Kur’ân-ı
Kerîm’i anlama çabaları sürecinde, tedvin faaliyeti bir ihtiyaç sonucu ortaya
çıkmıştır. Tüm ilimlerin gayesi aynı olduğundan; ileride tefsir, fıkıh, hadis,
kelam gibi isimlerle adlandırılacak bu ilimler, birbirine geçmiş haldedir.
Tedvinin amacı, Kur’ân’ın anlaşılmasına katkıda bulunmak, hadisleri tespit
etmek, Kur’ân ve hadislerin manalarını açıklamaktır. Bu amaçları
gerçekleştirmek için araç ilimler tedvin edilmiştir. Kur’ân’ı yaşanan hayata
uyarlamak, ahkamını somutlaştırmak için bu çaba verilmiştir. Her alim kendi
ilmî ve fikrî düzeyinde, elde ettiği bilgiler ışığında, fıtrî bir tavırla Kur’an’a yaklaşmıştır.
Tedvin
döneminde öncelikle hadis mecmualarının
oluştuğu bilinmektedir. Hadis mecmuaları tefsirlerden önce telif edilmiş ve bu
eserlerin bir bâbı da tefsire ait olmuştur. Bu durumu muteakkip, çoğunluğunu
rivayet tefsirlerinin oluşturduğu ilk tefsirler yazılmaya başlanmıştır.
Sarfedilen
bunca çabanın ana hedefi, nuzul ortamını sonraki nesillere nakletmek ve
açıklamaktır. Böylece o dönemin sosyal, iktisadî ve siyasî yapısını, o dönem
insanının zihnini oluşturan kavramları tanımış ve tespit etmiş olmakla Kur’ân’ı
anlama çabalarında yeni boyutlar elde etmenin mümkün olabileceği düşünülmüş
olabilir. Nihayetinde insan, varlık koşulları açısından aynı insandır.
Zamanla zuhur
eden sorunların çözümü Kur’ân ve hadiste net olarak bulunamayınca, ictihad
ihtiyacı doğmuştur. Dört halife döneminde fethedilen bölgelere ilk olarak ilim
ve ibadet merkezi olan mescitler inşa edilmiştir. Mekke medresesinde, tefsir ve
fetva sahasında otorite olan Hz. İbn Abbâs, aynı zamanda muksirûndandı.
Talebelerinden üçü tefsir ve hadis sahalarında meşhur olmuşlardır: Tefsir rivayetlerini aktaran Mucāhid İbn Cebr ve fakihlerden ʿAṭāʾ İbn Ebī Rabāḥ ile Ṭāvūs İbn Keysān.
Bir sahabi
hangi ülkeye göç etmişse, orada yalnız onun tarafından aktarılan hadisler meşhur olmuş, o ülkeye
uğramayan sahabilerin hadisleri meçhul kalmıştır. Irak ehlinin hadisi, Şam
ehlinin hadisi, Mısır ehlinin hadisi ayrımı bundan kaynaklanmaktadır. Bu durum
teşrii görevinin ifasında farklılıklar doğurmuştur. Sahabe devrinde hadisler
tedvin ve neşredilmediğinden, aynı mesele hakkında farklı ülkelerde farklı
hükümler veriliyordu. Bu durum, Hz. Peygamber’in hadislerini ve ortaya çıkan
farklı hükümleri öğrenmek amacıyla gerçekleştirilen sahabe rıhlelerine sebep
olmuştur. Rıhle geleneği gelecek asırlarda da devam ettirilmiştir.
Hadis vaz’ı Peygamber döneminde başlamamıştır.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in aldığı tedbirler sonucu, o devirlerde de vaz’a
rastlanmamıştır. Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile sonuçlanan ihtilaflarda Abdullah İbn Sebe’nin büyük payı
vardı. Hz. Ali devri tartışmaları sonucunda ise iki zıt tefrika oluştu: Hz.
Ali’yi tekfir eden ḥavāric ve ulûhiyetini iddia eden rāfıḍa. Sahabe asrının sonunda murcie ve ḳaderiyye; tabiûn asrının başında cehmiyye ve mumes̠s̠ile fırkaları oluştu. Sahabe
döneminde bunların hiçbiri olmamıştı.
Bu ihtilafların
zuhurunda, İslâm’ın farklı kültür coğrafyalarına yayılmasının büyük etkisi
olmuştur. Özellikle Şi’a fırkası, hadis vaz’ının başlamasında başlıca amil
olmuştur. Çünkü her fırka kendi siyasî görüşlerini doğrulayacak dinî nasslara
ihtiyaç duymuştur. Şi’a ve havaric hilafet meselesinden dolayı Emevîler’e karşı
mücadeleye girişti. Bu durum, Emevîlerin ırkçı siyasetinden usanan
toplulukların da isyanına sebep oldu ve sonuç olarak Abbasî devleti kuruldu.
Siyasî
ihtilaflar, itikadî ihtilaflar, İslâm düşmanlığı, ırk taassubu, hikayeciler ve
va’izlerin anlatımları, terġīb ve terḥīb gibi meseleler hadis tedvini
ihtiyacını doğurmuştur. Hadis vaz’ı ve beşerî zafiyetler, bu ilmin zuhuruna sebep
olmuştur. İmam Şafi’î sahih hadisin şartlarını ve ravinin ta’dili için gerekli
ilkeleri ortaya koymuştur. Zamanla hadis usulü kaideleri belirlenmiştir.
Cerh ve ta’dil
hareketi; İkinci asrın başlarından itibaren sistemli bir şekle girmiştir.
Hadislerin ve ravilerin güvenilirlikleri tespit edilmeye başlanmıştır. Bu
hareketin temel ilkeleri Mustalaḥu’l-ḥadīs̠ ilminin doğuşunu hazırlamıştır.
Tedvin ve tasnif faaliyeti, hadis tarihinde birbiri arkasından başlamıştır.
Ancak her ikisi de ayrı faaliyetlerdir. Sistemli toplama faaliyeti, sahabe
devrinden sonra (1. asrın sonu-2. asrın başı) başlamıştır.
Kitabet, çok
sayıda hadisin hıfzını ve hatırlanmasını kolaylaştırmaktaydı. Fakat ‘hadisler
ehil olmayanların eline geçer’ kaygısıyla çoğu alim sahifelerini yakmıştır. Tedvin
devrinin başlangıcında hadisler birbiri ardına gelişi güzel yazılmıştır. Ancak
bu sistemde hadislerin bulunması zor oluyordu.
İkinci asırda
hadisçiler ve mu’tezile kelamcıları arasında şiddetli tartışmalar çıkmıştır. 3.
asır tartışmaların en yoğun dönemi olmuştur. Hadisçiler, kelamcıların Yunan
felsefesi kaynaklı fikirlerinden korunmak için sıkı bir tedvin faaliyetine
girişmiştir. Meydana getirilen kitaplarda mu’tezile ve diğer mezheplerin
görüşlerini çürütecek rivayetlerin toplanmasına özen gösterilmiştir.
Kutub-u
Sitte’nin oluşması sebebiyle, hicretin üçüncü asrı hadisin altın çağı olarak
görülmektedir. Genel kanaate göre bu asırda tedvin adına uzun bir yol
katedilmiş ve ilerleyen asırlara yapacak fazla bir şey kalmamıştır. Yeni
eserler oluşturulsa da, ilmin gelişmesine üçüncü asır çalışmaları kaynaklık
etmiştir. Bu tedvin şekli sonucu, Kutub-i Sitte dışında kalan rivayetlere
itibar azalmıştır.
Hükümler
tarihini ele aldığımızda, eski gelenek ve uygulamaları değiştirmek zorunda olan
buyruklar, hakimlerin bilgisine ulaştığı ölçüde aşamalı olarak devreye
girmiştir. Ancak onlara iletilmeyen vakalar da çoktu. Kanunun bilinmemesi
durumunda taraflar kendilerine uygun gelen şekilde hareket ediyorlardı.
Hz.
Peygamber’in vefatının ardından eski bir uygulamayı yürürlükten kaldırabilen
ilahi vahiyler kesilmiş oldu. Müslüman toplumu Hz. Peygamber tarafından kurulan
yasama ve kanun geliştirme imkanlarıyla yetinmek zorunda kaldı. Onun koyduğu
kanunları detaylandırmak icab etti. Yeni verilecek hükümlerde başlıca karar
amillerinden biri “Kur’ân’ın bildirdikleri yasaktır, geri kalanları meşrûdur”
ilkesi olmuştur.
Hicrî ikinci
asrın başlarından itibaren hukukçular tarafından kaleme alınmış bazı özel kanun
derlemeleri günümüze ulaşmıştır.
Hakimlerin ve
hukukçuların görüş hürriyetine, merkezî otorite tarafından müdahale edilmemesi
bu ilmin hızla gelişmesine imkan sağlamıştır. Ancak bu, fikir ayrılıklarını da
beraberinde getirmiştir. Çözüm için Ebû Hanife bir hukuk akademisi kurmuş,
burada hukuk uzmanları ile birlikte kanunlar derlenip düstur haline getirilmeye
başlanmıştır. Aynı tarihlerde İmam Mâlik ve Evzâî de benzer çalışmalar ortaya
koymuşlardır.
Hukuk ilminin
gelişmesi ve Hadis’in derlenmesi, birbirinden habersiz, hemen hemen aynı
dönemde ve birbirine paralel olarak tamamlanmıştır. İmam Şafiî, Ebu Hanife’nin
vefatına yakın bir ara doğmuştur.
Karşılıklı
hücumlar, hukukçuları hadis hakkında daha fazla bilgi edinmeye sevkederken,
Hadis uzmanlarını da, onlardan kanunlar çıkarmak maksadıyla, Hz. Peygamber ile
ilgili verileri düzene koymaya sevketmiştir. İmam Şafiî hem hadiste hem de
hukukta uzmanlaşmış ve iki disiplinin
sentezini ortaya koymuştur.
Ebu Hanife,
Malik, Şafiî, Cafer-i Sadık gibi pek çok hukukçu arkalarında kendi isimleriyle
adlandırılan hukuk okullarını bırakmışlardır. Bu okulların talebeleri,
günümüzde de İslâm’daki bazı alt grupları oluşturmaktadır. Mezhepleri
arasındaki farklar ise, hukukçular açısından o dönemde sorun teşkil etmemiştir.
Sonraki asırlarda örneğin Şafiîlerin İmam Şafiî’nin görüşünden uzaklaşıp bazı
hususlarda Mâlik’in veya Ebu Hanife’nin görüşünü benimsedikleri görülmüş, bunun
tam tersi durumlar da yaşanmıştır.
İslâm hukuku
bir devletin, egemen bir topluluğun kanunu olarak başlamış ve topluluğun bütün
ihtiyaçlarına cevap vermeye devam etmiştir. Bu hukukun zaman ve mekanın icaplarına uyan ve gelişmeye bağlı bazı üstün
özellikleri vardır. Bugün dahi o dinamizmini kaybetmemiştir. Her devirde hem ifrat ve tefrite meyilli,
hem de bağımsız düşünceli insanlara rastlanır. Bu, insanlık halidir. Efdal olan
orta yoldur.
Bugün üzerimize
düşen; Mekke’de en başarılı örneğini gördüğümüz insan inşa etme sürecini devam
ettirmektir. İnsanı insan yapan, geliştiren, güzelleştiren, yaşanan hayata
dokunan İslam’ı tercih etmektir. Meramımızı anlatacak durulukta ve müsbet
kelimelerle, etkin düşünceler üretmektir.
KAYNAKÇA
BAĞCI, Musa H. Hadis Tarihi (H. İlk Üç Asır). Ankara:
Ankara Okulu Yayınları, 2009.
DEMİRCİ,
Muhsin. Tefsir Tarihi. İstanbul:
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2014.
FAZLUR-RAHMAN. İslâm. (çev. Mehmet Aydın-Mehmet Dağ),
Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2014.
HALLÂF,
Abdulvahhâb. İslâm Teşrîi Tarihi,
(çev. Talât Koçyiğit). Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 1970.
HAMİDULLAH,
Muhammed. İslâm’a Giriş. İstanbul:
Beyan Yayınları, 2014.
KARAMAN,
Hayreddin. İslâm Hukuk Tarihi.
İstanbul: İz Yayınları, 2014.
KOÇYİĞİT,
Talât. Hadis Tarihi. Ankara: Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977.
SERİNSU, Ahmed
Nedim. Kur’ân ve Bağlam. İstanbul:
Şûle Yayınları, 2008.
SEZGİN, M.
Fuad. Buhârî’nin Kaynakları. Ankara:
Otto Yayınları, 2012.
CERRAHOĞLU,
İsmail. Kur’anın Tefsirinin Doğuşu ve
Buna Hız Veren Amiller. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 1968.