Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


HADİS, TEFSİR, FIKIH TARİHİ MÜTALAASI

20922776 – ESRA USTA

DOKTORA - BAHAR DÖNEMİ

A-    HADİS TARİHİ

Hz. Muhammed’in söz, fiil ve takrirleri olarak ifade edilen ve sünnetin müteradifi olan Hadis ilmi hicri III. asrın sonunda bütün konularıyla teşekkül etmiştir. Usul, kaide, tabir ve tarifleri ise hicri I. asrın sonunda hadis imamlarınca kullanılmıştır. Hicri II. asırda münakaşa edilmesi hayli erken dönemde hadis ilminin teşekkül ettiğini gösterir.

Bir diğer konu hadislerin yazılması meselesidir. İlk dönemde hadislerin yazılmasına karşı olan tutumun sebebi hadislerin Kur’ân-ı Kerim ile karışma ihtimaline karşı tedbir almaktır. Lakin bu tehlike ortadan kalktıktan sonra hadislerin yazıyla tespit edilmesi vuku bulmuştur. Ardından ilk yazılı hadisler ve hadis sahifeleri ortaya çıkmıştır. Ali b. Ebi Talib’in Sahifesi ve Abdullah b. Abbas’ın Sahifesi ilk yazılı hadis eserlerine örnektir.

Hadislerin ilk kaynağı sahabe olarak kabul edilmektedir. Sahabe devrinde hadislerin yazılması ihtiyacı zuhur etmiştir. Bunun sebeplerinden biri İslam ülkelerinin genişlemesidir. Bu genişlemeyle birlikte Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır ilim merkezi olmuştur. Bazı âlimler hadis toplamak ve onların rivayet haklarını almak amacıyla seyahat etmişler ve bu harekete hadis tarihinde “Rıhle fi talebi’l-Hadis” denilmiştir.

Hadis ilminin teşekkülü ve bunu hazırlayan sebepler olarak toplumdaki siyasi durum ve Cebriye, Kaderiye, Mürcie ve Mutezile gibi itikadi mezheplerin zuhur etmesi sonucunda Hadiste vaz‘ (uydurma) hareketleri gündeme gelmiştir. Hadislerin tetkiki için “Cerh ve Ta’dil” faaliyetleri doğmuş ve hadislerde isnad tatbiki yapılmıştır. Ardından hadislerin tedvini ve tasnifi yapılmaya başlanmıştır. Hadis tarihinde hadislerin tasnifinin altın çağı “Kütüb-ü Sitte Devri” olarak adlandırılmaktadır.

 

B-    TEFSİR TARİHİ

Tefsir kelimesinin “açmak, açıklamak, beyan etmek” anlamına gelen fe-se-ra veya “üzeri kapalı olan bir şeyi açmak, açıklamak” anlamına gelen se-fe-ra kökünden müştak olduğu görüşü ulema arasında hâkimdir. Tefsir, Kur’ân-ı Kerimdeki ayetlerin açıklanması, anlamı kapalı, muğlak, mücmel, müphem olan ayetlerin Arap dili ve tarihi veriye dayanarak açıklanması faaliyetidir. Tefsir faaliyeti Hz. Peygamber dönemiyle başlatılır. Nebinin Kur’an’ın ne kadarını tefsir ettiği konusunda farklı görüşler vardır. İbn Teymiyye, Hz. Peygamberin Kur’ân’ın tamamını tefsir ettiğini ifade ederken ekseri ulema onun çok az sayıda ayeti tefsir ettiği görüşündedir. Hz. Peygamber döneminde tefsirin iki temel kaynağı bulunmaktadır: Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Sahabe devrinde tefsire olan ihtiyaç az da olsa artmıştır. Bu dönemde tefsirin kaynakları genişlemiştir. Kur’ân’ın Kur’ân’la, Hz. Peygamberin sünnetiyle, içtihad-reyle ve Ehl-i Kitab’a müracaat ederek tefsir faaliyeti devam etmiştir. Bu dönemde de bazı kelimelerin tefsirleri yapılmıştır. Tabiun döneminde ise İslam topraklarının genişlemesiyle birlikte yeni Müslüman olanların Kur’ânı okuma ve anlama ihtiyacı hasıl olmuştur. Bu sebeple onun kıraatı, noktalanma-harekelenmesi ve Arap gramerinin tespiti faaliyetlerine girişilmiştir. Bu dönemde tefsirin kaynakları Kur’ân’ın Kur’ân’la, Hz. Peygamberin sünnetiyle, içtihad-reyle ve İsrailiyyat rivayetlerdir. Bu dönemde Ehl-i Kitab’a müracaat daha da artarak tefsir faaliyeti devam etmiştir. Etbeu Tabiin döneminde ise Kur’ânın tam tefsirine dair çalışmalar telif edilmiştir. Ve bu dönemde tefsir tedvin edilmeye başlayarak tam tefsir eserleri yazılmaya başlamıştır.

Tefsir ilmi, kaynak ve yöntem tercihleri çerçevesinde rivayet ve dirayet ağırlıklı tefsirler olarak iki kısma ayrılmaktadır. Rivayet ağırlıklı tefsirlerde Hz. Peygamber, sahabe ve tabiundan nakledilen tefsir rivayetleri kullanılarak ayetler açıklanmıştır. Bunun yanında rivayetler arası tercihlerde müfessirler kendi dirayetlerini de kullanmışlardır. Dirayet ağırlıklı tefsirlerde Hz. Peygamber, sahabe ve tabiundan nakledilen tefsir rivayetlerinin yanında dilbilimsel analizler, edebi sanatlar hakkında açıklamalar ve tarihi veri kullanılarak ayetler açıklanmıştır. Bunun yanında tefsir ekolleri klasik ve çağdaş olarak ikiye ayrılmıştır. Klasik tefsir ekolleri, Mezhebî, Fıkhî ve İşarî tefsir ekolleridir. Çağdaş tefsir ekolleri ise Konulu, Bilimsel/İlmî ve İçtimai tefsir ekolleridir.      

 

C-    FIKIH TARİHİ

Derin anlayış anlamına gelen “fıkıh-tefakkuh” kelimesini Ebû Hanîfe ıstılahî olarak “Kişinin leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir.” şeklinde açıklamıştır. İmam Şâfiî’nin tarifiyle fıkıh “Dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir.” Fıkıh ilminin konuları ibadat, muamelât ve ukâbâttır. Fıkıh, dinin pratiğe dönük tarafını ifade eder ve Allah-insan, insan-insan arasındaki ilişkileri düzenler. Fıkıh, ibadetler, temizlik, abdest, aile hayatı, içtimai ilişkiler, toplumsal düzen için gerekenler, örf, maslahat gibi pek çok alanda düzenlemeler yaparak insanların ihtiyaçlarına ve sorunlarına yönelik cevaplar aramış ve hala da aramaktadır.

Hz. Peygamber Dönemi, Mekkî ve Medenî olarak ayrılan ve ilk dönemde tevhid akidesinin ikinci dönemde ise ahkâmın yerleşmesi hedeflenmiştir. Vahyin yanında Hz. Peygamber de teşriin kaynağıdır. Zaman zaman ise sahabenin içtihatlarına başvurulmuştur. Hükümlerde tedricilik ve ibaha göz önüne alınmıştır. Sahabe Dönemi Hz. Peygamberin vefatıyla başlayıp hicri birinci asrın sonuna kadar olan zamanı kapsar. İslam hukukunun kaynakları genişleyerek Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamberin sünneti ve sahabe içtihatları olmuştur. Ahkâmda insanların maslahatları öncelenmiştir. İslam fütuhatının artmasıyla sorunlar ve sorular da artmıştır. Siyasi ve ideolojik ayrılıklar her mezhebin kendi fıkhi görüşünü oluşturmasına kadar varmıştır.

Tedvin ve Müçtehit İmamlar Dönemi İslâm Hukukunun kemal çağıdır. İslam topraklarının genişlemesiyle farklı milletler İslam devletinin çatısı altında idare edilmeye başlamıştır. Mezhebi gruplaşmalar ve ameli/itikadi sorunlara çözüm ihtiyacı giderek artmıştır. Bu dönemde teşriin kaynakları Kur’an-ı Kerim, Sünnet, icma ve kıyasla içtihat ve istinbattır. Taklit Dönemi ise İslam hukukunun duraklama devridir. Hicri IV. asrın ortalarında başlar ve günümüze kadar uzanır. Bu dönemde içtihat faaliyetleri durmuştur. İslam ülkeleri bölünmüş, haçlı seferleri vuku bulmuş, Müslümanlar bölünmüş, mezhebi ayrılıklar artmıştır. Son asırda girişilen teşri hareketlerinde halkın maslahatı öncelenmiş ve yeni teşrii faaliyetleri ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğunda Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adıyla bir kanun hazırlanmıştır.

 

D-    HADİS, TEFSİR, FIKIH TARİHİ MÜTALAASI

Nüzul asrında herhangi bir olay veya sorun yaşandıktan sonra çözümü için Hz. Peygamber’e müracaat edilirdi. O da öncelikle konuya cevap olarak inecek bir vahiy beklerdi. Konuyla ilgili ayet inzal olunmadığında ise içtihad eder ve sahabenin görüşünü sorardı. Hadis ilminin bu resimdeki görevi yaşanan olayların bağlamıyla ilgili rivayetleri aktarmaktır. Tefsir ilminin vazifesi ise -gerektiği yerde- nakledilen hadis rivayetlerine dayanarak ayetlerin gerçek manalarını araştırmaktır. Fıkıh ilmininki ise pratiğe dönük soru(n)lara nakledilen nasslardan direkt veya endirekt çözümleri arayarak insanların hayatını kolaylaştırmaktır. Hadis ve Tefsir ilimleri deskriptif yani tasvirî ilimler olup nakledilen veriyi olduğu gibi ortaya koymayı hedefler. Fıkıh ilmi ise normatif olup, pratik hayatın kolaylaştırılması ve sorunlara çözüm üretilmesini sağlar. Bunu yaparken de tasvirî ilimlerin verisine ihtiyaç duyar.

Tefsir ilminin başlangıçta Hadis ilminin bir cüzü olduğu hususunda görüşler bulunmakla birlikte bu görüşün aksini savunanlar da olmuştur. Prof. Dr. Fuat Sezgin, hadislerin tedvininin erken dönemde başladığını, hicri II. asrın ortalarında hadis materyallerinin tasnif edilmeye başladığını ve hicri III. asrın ise hadis edebiyatının kemal çağı olduğunu ifade etmiştir. Buhari’nin kaynakları çalışmasında Sezgin, İmam Buhari’nin (h.256) el-Câmiu’s-Sahîh el- Muhtasar min Umûri Rasulullah eserini kendinden önceki yazılı kaynaklara müracaatla telif ettiğini beyan etmiştir. Buhari’nin, Ebu Ubeyde Mamer b. el-Müsenna’nın (h.209) Mecâzul-Kur’ân’ı ve Ferra’nın (h.207) Meânil- Kur’ân’ından yararlandığını ve Sahih’inde bunlardan bolca nakilde bulunduğunu ifade etmiştir. Buhari, bu eserinde aktardığı filolojik malzemeyi yoğun olarak “kitab at-tafsir” babında nakletmiştir.

Osman Keskinoğlu, tefsiri ilk tedvin eden kişinin Mücahid (h.103), ilk hadis kitabını tedvin edenin ise Zuhri (h.124) olduğunu ifade etmiştir. Emeviler zamanında ilmin nüvesinin tefsir ve hadis olduğunu, Tefsir ve Hadis ilimlerinin birlikte geliştiğini ve bu iki ilmin diğer İslami ilimlerin çekirdeğini oluşturduğunu beyan etmiştir.

Mustafa Karagöz “‘Başlangıçta Tefsir Hadisin Bir Bölümüydü’ İddiasının Kaynağı ve Değeri” adlı tebliğinde Tefsir ilminin Hadis ilminden bir cüz olmadığına dair şu argümanları ortaya koymuştur:

1-      Sahabe arasında tefsirle uğraşanlar vardı. İbn Abbas (h.68) Kur’ân ayetlerinden bazılarının lügavi tefsirlerini yapmış ve şiirle istişhad etmiştir. İbn Abbas’a ait olan Garibu’l-Kur’ân ve Mesailu Nafi b. el-Ezrak eserleri buna örnektir.

2-      İlimlerin ilk dönemlerdeki mahiyeti. İlk dönemde rivayetler kitabetle değil sözlü olarak nakledilmiştir. Zehebi (h.748) daha önce hafızalardaki rivayetlerin sözlü olarak sistematik olmayan bir şekilde aktarılırken Hicri 143 senesinde ulemanın hadis, fıkıh ve tefsirin tedvinine başladığını ifade etmiştir. İlimlerin zuhurunda öncelik-sonralık yok, eşzamanlılık vardır. Dini ilimler aynı kaynaktan besleniyor ve rivayetle naklediliyordu.

3-      Buhari’nin kaynakları arasında tefsir kitaplarının bulunması. Buhari’nin Sahih’inde Abdullah b. Abbas ve Mücahid’den gelen rivayetleri aktarması, Ferra ve Ebu Ubeyde’den filolojik tefsir malzemesini aktarması onun kendinden önce telif edilen tefsir eserlerinden yararlanarak hadis eserini yazdığını anlatmaktadır. 

Bu bilgiler Tefsir ilminin Hadis ilminin bir cüzü olmadığını, bu iki ilmin iç içe olup birlikte ilerlediğini göstermektedir.

Ayrıca muhaddislerin çoğunun aynı zamanda fukaha ve müfessir olması, hem ahkâma taalluk eden ayetleri hem de Kur’ân’ın diğer ayetlerini tefsir etmeleri, birçok İslami ilim dallarında eserler vermeleri onların çok yönlü kişiliğe sahip olduklarını ve Hadis, Tefsir, Fıkıh ilimlerinin birlikte geliştiğini göstermektedir. Örneğin günümüze ulaşan en eski tam tefsir eserinin yazarı Mukâtil b. Süleyman (h.150) hem ayetlerin vücuh ve nezairine dair bir usul kitabı telif etmiş, hem bir Kur’ân tefsiri yazmış hem de ilk fıkhi tefsiri telif etmiştir. O, bu eserlerinde hem hadis rivayetlerini nakletmiş hem israiliyata yer vermiş hem de kendi dirayetini ortaya koymuştur.

Ebu Hanife (h.150) Fıkhu’l-Ekber, Mukâtil b. Süleyman (h.150) Tefsiru Mukâtil b. Süleyman, Tefsiru Hamse Mie Aye Min el-Kurân, el-Vücuh ven-Nezâir, Halil b. Ahmed (h. 175) Kitâbu’l-Ayn, İmam Malik (h.179) Muvatta, İman Şafii (h. 207) er-Risale eserlerini yaklaşık olarak aynı dönemlerde telif etmiştir. Bunun yanında Hasan-ı Basri (H.110) hem mütekellim hem mutasavvıf hem de müfessirdir. Mukâtil b. Süleyman hem hadis hem fıkıh hem de tefsirde mümessildir. Süfyan es-Sevri (h.161) hem tefsir alanında öne çıkmış bir müfessir hem de bir fıkıh mezhebinin kurucusudur.

Ansiklopedik âlim olan bu şahsiyetler Kur’ân’ı bir bütün olarak anlayabilmek için Kur’ân’la ilgili ilimlere temayüz etmişlerdir. Hadis bilgisi olmaksızın Fıkıh, Fıkıh bilgisi olmaksızın da Tefsir faaliyeti yapılamayacağının farkında olan erken dönem uleması İslami ilimlere temayüz ettikten sonra Kur’ân’ı bir bütün olarak anlamışlar ve bilginin bütünlüğüyle ilim tahsilini gerçekleştirmişlerdir. Bütün bunlar ilk dönemlerde bilginin parçalanamaz bir bütün olduğunu ve Hadis, Tefsir, Fıkıh ilimlerinin birlikte, eş zamanlı geliştiğini göstermektedir.

Netice itibariyle Hadis, Tefsir ve Fıkıh ilimleri aynı kaynaktan –Kur’ân-ı Kerim- beslenen ırmaklar gibidir. Hepsi bir ihtiyaca binaen ortaya çıkmıştır. Bu ilimlerin ancak disiplinlerarası çalışmalar vasıtasıyla insanları “sahih anlama ve doğru yaşama” yönlendirebileceği anlaşılmıştır. 

Yararlanılan Kaynaklar:

Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu.

Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit.

Hallâf, Abdulvahhab, İslam Teşrii Tarihi (Çev. Doç. Dr. Talat Koçyiğit).


0 Yorum - Yorum Yaz

Tarih Mütalaası    02.04.2021

Atiye AKBAŞ
20922775
FIKIH TARİHİ
‘Teşri tarihi' de denmiştir. Tarih ilminin İslam fıkhına bakan yönüdür. Fıkıh tarihini bilmek, sahabi-i kiramdan tabiine ve onlardan da asrımıza kadar geçen süre içerisinde bu alanda ne gibi faaliyetlerde bulunulduğu hakkında malumat sahibi olmayı sağlar. Mezheplerin kuruluş ve gelişimi, usul ve esasları hakkında bu yolla bilgi edinilir.
Tevbe suresi 112. ayette yer alan ‘tefakkuh' kelimesinin kökü ‘fıkıh'tır. Fıkıh kelimesi sözlükte; ‘bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak' anlamlarına gelir.
Müfessirlere göre, ayetti, mü'minlerin -kabiliyet ve mizaçlarını göz önünde bulundururak - alanlar belirleyip faaliyet göstermeleri emredilmiktedir. Dolayısıyla ayetti ‘fi'd-din' kaydına dahil olan her bir alanda faaliyet göstermek mü'minler üzerine farz-ı kifayedir.
Fıkıh kelimesi, ıstılah manasında kullanımı yaygınlaşmadan önce itikadi konuları ihtiva eden ilmi tarif için de kullanılmıştır. Kişinin ebediyetinin en çok etkileyecek alan olması bakımından akaid ilmine ‘fıkhu'l-ekber' denilmiştir.
İlimlerin henüz tasnif edilmediği dönemde ‘fakih' yerine ‘kurra' olarak adlandırılan kimselerin İslam beldelerine Kur'an muallimi olarak gönderildikleri ve fetva vazifesini de yürüttükleri görülmektedir.
Fıkıh ilmi müstakil bir disiplin şekline geldikten sonra ‘Dinin füruuna, ameli hayata ait bilgi ve hükümleri ihtiva eden' bir ilmin adı olmuştur. Istılah anlamı; ‘Şer'i ameli hükümleri tafsili delilerine dayalı olarak bilmektir.' Şeklinde tanımlanmaktadır. Şer'i hükümler; bu tanımda ibadat, muamelat ve ukubata hasredilmiştir.
Asr-ı saadet döneminde fıkıh:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), peygamberliğinden önce, Hazreti İbrahim'in dininden kalan hükümlere tabi olan ve kendilerine ‘hanif'lerdendi. Bi'setle birlikte, Peygamber Efendimiz'e (s.a.v.) Kur'an ve hikmet yani hadislerin yanında, nassları derinden anlama ve kavrama kabiliyeti de indirildi.
Peygamberimiz (s.a.v.), birçok konuda Kur'an ve sünnet ile hükmettiği gibi, bazı konularda da Kur'an ve sünnetten çıkadığı esaslarla hükmetti.
Peygamberimizin (s.a.v.), cahiliye hukuku üzerine tahakkümü ibka, ıslah ve ilga olarak üç şekilde olduğundan bahsedilir.
Asr-ı saadet döneminde fıkhın kaynakları Kur'an, Sünnet ve ictihad idi.
Peygamberimizin dönemi Mekke ve Medine dönemleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Mekke döneminde tevhid akidesine yönelik ayetler, helal ve harama yönelik temel hükümler, nefsin ve malın muhafazası noktasında bazı yasaklar, namazın farz kılınması; Medine döneminde ise ahkam ayetleri, münafıklar ve ehli kitap ile ilgili ayetler, ibadat, cihad, talak, miras ve ganimet mallarıyla ilgili hükümler nazil olmuştur.
Yine bu iki dönemin belirgin farkları bulunmaktadır. Mekke döneminde inen ayetler, cahiliye toplumuna seslendiği ve İslam'ın tebliğinin ilk dönemi olması, Medine döneminde hitabın Müslüman bir topluluğa olması nedeniyle farklılık göstermiştir. Mekki dönemi bu itibarla genel olarak; lafız ve mana yönüyle kısa ve veciz, hitabı umumi, iman esaslarına davetin ağırlıklı olması, genel ilke ve kurallar koyması, geçmiş peygamberlerin kıssalarından bahsetmesi; Medine dönemi ise; Müslümanlara yönelik ahkâmın inmesi, fıkhi hükümlere dair ayetlerin inzali ve hitabın hususi olması özelliklerini taşımaktadır.
Sünnetin Teşri'i Şekilleri:
Kur'an'da sabit olmuş hükümleri teyit eder. Kur'an'ın mücmelini beyan, umumunu tahsis, mutlağını takyid eder. Kur'an'da açıkça yer almayan birtakım hükümler koyar.
Fıkıh ve İçtihad:
Her şeyden önce, fıkhi ihtilafların tabii olduğu, bölünme şeklinde anlaşılmaması gerektiği ifade edilmiş ve bunun en önemli nedeninin ayetlerin farklı şekilde anlaşılmaya müsait yapısı olduğu ifade edilmiştir. ‘Müctehedun fih' alan olarak ifade edilen ve içtihada açık olan ihtilaf alanı, Allah'ın ümmet-i Muhammed'e olan merhametinin bir tezahürüdür.
Şer'i nassların yapısının fıkhi ihtilaflara etkisi:
Delaleti zanni olan naslarda söz konusudur. Aynı kelimelerin Arap kabileleri arasında iki farklı anlımda kullanılması gibi farklılıklar; mezhep farklılıklarının temelini oluşturmuştur.
Bu tip ihtilafların meşruiyetini gösterir nitelikte ‘Beni Kurayza'ya varmadıkça sakın kimse ikindi namazını kılmasın' emri zikredilmiştir. Nassın zahirini alan da maksadın ilgili mevkie ulaşmak gerektiği şeklinde anlayanlar da Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından aynı şekilde kabulle karşılanmıştır.
Bu rivayet bize fıkhi ihtilafların hem meşruiyetini hem de Peygamberimiz henüz vefat etmeden ortaya çıktığını göstermektedir.
Peygamber (s.a.v.) den sonraki dönemde ümmetin ihtilafının vahyin onayına sunulması gibi bir imkan ortadan kalkmış oldu. Bu Peygamber ile sonraki dönemleri ayıran en önemli husustur. Sahabe arasında bu yeni dönemde ilk ihtilaf halifenin kim olacağı konusunda yaşanmıştır. Zaman zaman başka hususlarda da ihtilaflar olsa da bunlar ayrılık sebebi haline getirilmemiştir. Ayrışmaların yaşandığı bazı durumları mezheplerin birbirine bakış açısında temel kabul etmek doğru bir bakış açısı sayılmamıştır.
Sahabe döneminde fıkıh ve kaynakları:
Halifenin seçimi konusundaki ihtilaftan sonra Kur'an'ın cem edilmesi konusunda bir ihtilaf yaşanmıştır. Kısa sürede çözüme ulaştırılmıştır.
Hazreti Ebu Bekir döneminde bir konuda hüküm verilirken evvela Kur'an'a başvuruldu. Kur'an'da hükmü bulunamadıysa Sünnete başvuruldu. Bu iki esasla çözülemediyse sahabilere ilgili konuda Peygamber(s.a.v.) den herhangi bir şey işiten olup olmadığı sorularak çözüm arandı. Hazreti Ebu Bekir döneminden itibaren sahabenin icmaı hüccet olarak kabul edildi ve aynı kabul, sonraki raşit halifeler devrinde de sürdürüldü. İlerleyen asırlarda da bu anlayışın dışına çıkılmadı.
Hazreti Ömer de hüküm verirken önce Kur'an'a sonra Sünnete başvurmuş, bu ikisinde bulamadığı durumlarda Hazreti Ebu Bekir'in tatbikatını sormuş, varsa ona tabi olmuştur. Orda da bulamadığı durumlarda, sahabenin fakihlerini toplayıp şuranın ictihadına göre hükmetmiştir.
Hazreti Ömer döneminde sahabilerin İslam merkezlerine gönderilmesiyle birlikte fıkıh ekolleri de oluşmaya başladı.
Sahabe devrinde fıkhi ihtilaflar ve sebepleri:
-Fetva verme konusunda sahabenin büyükleri ve küçüklerinin tavrı birbirinden farklılık arz ediyordu. Ömer, Ali, Abdullah ibni Mes'ud gibi sahabenin büyüklerinden olanların re'y tavrı benimsemeleri daha fazla fetva vermelerine vesile olmuş, genç sahabiler çekimser davranarak daha çok hadis ekolünün temsilcileri olmuşlardır.
-Nasların delaletini algılama konusundaki farklılık
-Sünnet bilgisi konusundaki farklılık
Fakihler bu ihtilafların büyük bir kısmını efdaliyet açısından görüş ayrılığı olarak değerlendirdiklerini ve bu vesileyle aralarında herhangi bir ayrılığın yaşanmadığını hatta farklı kavillere göre amel edenlerin birbirlerine uyarak namaz kıldıklarını da hatırlatmak gerekir.
Hazreti Osman'ın şehadetine kadar ciddi bir ihtilaf yaşanmamıştır. Fakat onun şahadetine müteakip öncelikli olarak onun katillerine kısas mı uygulanacağı yoksa halife mi seçileceği konusu çok derin bir ihtilafa sebep oldu. Cemel vakası, Sıffin muharebesi, hakem olayı, Haricilerin hurucu ve her iki grubu da tekfir etmeleriyle neticelenmiştir. Bu dönemden itibaren Rafiziler ortaya çıkmıştır.
Bu yoğun ayrışma kendilerini meşrulaştırma amacıyla hadis uydurma faaliyetleri görülmüştür.
Sahabe döneminde Medine başta olmak üzere, Mısır, Şam, Kuzey Afrika ve Kufe'ye yerleşen sahabiler buralarda fıkhi ekollerin temellerini oluşturmuştur.
Tabiun döneminde fıkıh ve kuruluş
İlmini sahabeden alan tabiin fakihlerinin mezheplerin oluşmasında tesiri çok büyüktür.
Medine, Mekke, küfe, Şam, Basra ve Mısır gibi bölgelere ortaya çıkmış olan fıhki yapı, o bölgede yaşayan insanların sorunları, düşünce yapıları, kültürleri ve ihtiyaçları doğrultusunda gelişti.
Hicaz bölgesi dışarıya kapalı olduğundan farklı düşünce akımlarının etkisinde kalmıyordu. Kufe'de, Hicaz'ın durumuna mukabil farklı inanış ve düşüncede toplulukların olması Kur'an ve Sünnette direk olarak cevaplanmamış bir takım sorular doğurduğundan bu bölgede re'y öne çıktı ve aynı zamanda fıkhın ciddi şekilde gelişmesini sağladı. Ehl-i re'y terkibi, nassları bir kenara bırakıp aykırı bir şekilde şahsi görüş belirtmek değil, nasslar üzerinde akıl mekanizmasını harekete geçirmektir. Sahabenin de re'ye başvurduğu ittifakla kabul edilmiştir. Ehl-i re'yin hadisleri bırakıp kendi görüşleriyle hüküm verdikleri iddiasında bulundukları bölgede yoğun bir şekilde hadis uyduran grupların olması ve terk edile hadislerin kabul şartlarını sağlamaması gibi durumlar söz konusudur.Ehl-i re'y Kufe, Horosan ve Basra gibi benzer merkezlerde yoğunlaşırken, ehl-i hadis Hicaz, Taif, Yemen, Mısır ve Şam'da yoğunlaşmıştır.
Tabiin devrinde fikhın kaynakları
Kur'an ve Sünnet'e ek olarak sahabenin icmâ ve ittifakı, icmâ bulunamayan yerde bir sahabenin görüşünü tercih etmişlerdir. Hocaları silsilesinde bulunan sahabinin görüşünü tercih şeklinde gelişmiştir. Kalan konularda ise ictihat etmişlerdir.
Mezheplerin ortaya çıkışı:
İctihadlar bütününün kurumsal bir yapıya bürünerek mezhep şeklinde ortaya çıkması, imamların içtihatlarının, ravileri yoluyla derlenerek bir araya getirilmesi, yani tedvin edilmesi yoluyla oluşmuştur.
Tedvin faaliyeti
Fıkhın tedvinin başlangıcını Peygamber devrine kadar götürmek mümkündür. Kur'an'ın ceminden sonra en önemli toplama faaliyeti olarak sayılabilecek, tedvin denildiğinde akla evvela Ömer ibnü Abdilaziz'in talimatıyla İbni Şihab ez-Zühri'nin başkanlığındaki komisyonun gerçekleştirdiği hadis tedvini gelir.
Mezheplerin yayılması ve insanlar tarafından benimsenmesi konusunda önemli etkenler arasında, mezhebin müntesipbulduğu halkın yapısı, akli ve kültürel birikimi yer alır. Bu doğrultuda kolektif ictihad bütünlüğüne sahip Hanefi mezhebi, karmaşık problemlerin olduğu Kufe gibi bir bölgede kısa sürede yoğun bir yayılım göstermiştir.
Mezhep imamları birbirlerinden istifade etmişlerdir. Birbirleriyle görüşmüş bazısı bazısının talebesi olmuştur.
Müntesibi bulunmayan mezhepler ve imamları
Günümüzde adlarını saydığımız 4 mezheple amel etme konusunda ümmetin icmaı miladi 9. Asırda vaki olmuştur. Bundan evvel amel edilen mezhep sayısı fazla olduğu gibi, ictihad yoğunluğuna rağmen etrafında mezhep teşekkül etmemiş müctehidlerin sayısı da fazlaydı.
Mezhebe tabi olmanın zarureti
Fıkhi ihtilafların varlığı ve herkesin İslami ilimleri aynı seviyede tahsil edebilmesinin mümkün olmayışı belli bir kesimin alimlere bağlılığını gerekli kılmıştır. İnsanlar bu ilmi elde etme açısından müctehid ya da mukallid olmak üzere iki sınıftır. Hak katında doğruya isabet edememiş müçtehidin hatası mazur olduğu gibi ona uyan mukallid de bu amelinde mazurdur. Dolayısıyla amellerin makbul sayılması için en azından bir müçtehidin içtihadına uygun düşmesi şarttır.
Fıkhi mezheplere bakış açısı da müctehidlerin hata ihtimalini göz önünde bulundurarak gelişmiştir.
Maliki Mezhebi
Maliki mezhebinin usulü, Kur'an, Sünnet, icma, kıyas, istihsan, sahabe kavli ve Medine ehlinin amelini hüccet kabul etmektedir. Haber-i vahidi kabulde bir takım şartları vardır. Medine'den sonra, Kuzey Afrika, Katar, Bahreyn gibi ülkelerde yaygındır.
Şafii Mezhebi
İmam Şafii ortaya bir usul eseri (er-Risale) koymuştur. İctihad usulü, Kur2an, Sünnet ve sahabe kavli ve kıyastır. Öncelikle Mısır'da Irak ve Horosan'da yayılmıştır. Günümüzde, Endonezya ve Malezya başta olmak üzere pek çok ülkede bu mezhep geniş topluluklar arasında yayılmıştır.
Hanbeli Mezhebi
İctihad usulünde, Kur'an, Sünnet, sahabe kavli, tabiin kavli ve kıyastır.
Hanbeli mezhebi içinde ‘Selefiler' olarak tanınan grup idari ve siyasi gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Kendilerini ehl-i hadise nispet etseler de dini nassların sadece zahirine tutunmaktadırlar.
Hanefi mezhebi
Bu mezhep İmam-ı Azam Ebu Hanife2nin talebelerinin de mezhepte görüş bildiren müctehidler olması bakımından diğer mezheplerden farklıdır. Meselenin bazen günlerce müzakere edildikten sonra hükme bağlandığı şura kimliğine sahip bir yapıdır. Usüllerinin tespitinde füru' dan yararlanılmıştır.
Hanefi mezhebi, Türkiye, Balkanlar, Bosna-Hersek, Ukrayna, Kırım, Azebaycan, Kafkasya, Ofa, Ural, Sibirya, Türkistan, Çin, Japonya, Afganistan, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde yaygındır.
Günümüz Fıkıh Çalışmaları
Kolektif İctihad ve Fıkıh Kurulları
Bu tür çalışmalar genellikle panel, çalıştay ve kongre tarzında gerçekleştirilmekte, üzerinde ittifak edilen ya da çoğunluğun kabul ettiği kararlar kabul edilmiştir. Kolektif ictihad kapsamında muhtelif İslam devletlerinde ikamet eden alimlerin bir araya gelmesiyle gerçekleşen beynelminel toplantılar söz konusu olduğu gibi, bazı devletler tarafından tesis edilmiş kurullar da vardır.
Hadis Tarihi
Hazreti Peygamber ve Ashabı Devrinde Hadis
Hadis kelimesi ıstılah olarak Peygamberimiz (s.a.v.)'in söz, fiil ve takririne ıtlak olmuştur. Farklı kullanımları olsa da bu çalışmada bu ayrıntılara yer verilmemiştir.
Hadisin Değeri
İslam teşriinde hadis Kur'an'dan sonra ikinci ilk kaynaktır. Fıkıh açısından değeri hadisin aynı sahadaki değeri demektir. Bu değer Peygamber (s.a.v.)'in risalet göreviyle ortaya çıkmış ve yine bu görevin değeri nispetinde yükseklik kazanmıştır.
İndirilen ve tatbiki istenen bazı ayetler mücmel bazıları mutlak olarak nazil olduğu için takyid, tahdis, ve beyanı olmadıkça anlaşılması ve tatbiki mümkün olmayan birçok hüküm bulunmaktadır. Bunların beyanı için yine hadislere başvurmaktan başka çare yoktur.
Hz. Peygamberin dinin çeşitli meselelerine taalluk eden ictihadları, çok defa ilahi ilhamın neticesidir. Bu bakımdan bunları ittiba yönünden Kur'an'la sabit olmuş diğer ahkamdan ayırt etmek mümkün değildir. Her ne kadar kaynağı ilah ilham olmayan bazı söz ve ictihadlar da mevcut idiyse de Hz. Peygamber'in bunlardaki isabeti vahiy yoluyla teyit edilmiştir. Bu itibarla ilham-ı ilahiden sadır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile ilham-ı ilahiden sadır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında tefrik yapmaya mahal yoktur.
Hadisin Sahabe Tarafından Rivayeti
Hadislerin toplanması Peygamber (s.a.v.) döneminde başlamıştır. Ne varki bu iş o dönemde yalnız hafızaya tevdi edilmiş idi.
O dönemde hasıl olan tereddütlerde Peygamber (s.a.v.)'e başvurup doğrusunu öğrenmek imkanı mevcuttu. Yine hadisler üzerinde tahrif ve vaz' hareketlerine, Hz. Peygamber döneminde rastlanmaz.
"İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni, kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanetçiler lanet eder." (Bakara, 159) Sahabe sünnetin de bu ayet kapsamında olduğunu anlamış ve büyük bir titizlikle topladığı hadisleri rivayet etmekten geri durmamıştır. Aynı şekilde Peygamberimiz de sahabeyi hadis rivayetine teşvik etmiştir.
Hadislerin yazılması
Hadis kitabetinin yasaklanması
Hz. Peygamber hayatta iken başlayan hadis kitabetini, hadis yazmaya izin verilmeyen dönem ve ruhsat verilen ikinci dönem olarak iki kısımda ele almak gerekir.
Yazının herkes tarafından tam bilinmemesi, Kur'an ile karışma tehlikesi gibi sebeplerden dolayı ilk dönemde yasaklandığı düşünülmektedir.
İlk yazılı hadisler arasında Hz. Peygamberin diplomatik mektupları, sadakat hadisleri ve sahabenin sahifeleri yer almaktadır.
Hadisin ilk kaynağı sahabe
Istılah olarak Peygamber (s.a.v.)'i gören her Müslümana sahabi denir. Ancak sahabe arasında derece farkları vardır. Onu (s.a.v.) kısa bir süre görenler dahi sahabi olarak isimlendirilmekle birlikte ilk Müslüman olanlar, hayatının tamamını onun yanında geçirenler, gazvelere iştirak edenler gibi bir çok üstünlük sebebiyle derece farkları oluşmuştur. İslam uleması bu fark nedeniyle sahabeyi tabakalara ayırmıştır. Sayıları 100 bin civarında olduğu söylenen sahabenin hadis tarihi açısından hadisleri toplayan ve rivayet eden kısmı önemlidir. Hadis rivayet eden takriben 1300 sahabi ismi zikredilmiştir. Bunlardan yalnız 7 sahabi muksirun adıyla anılmışlardır.
Sahabenin adaleti
Hz. Peygamberden rivayet olunan hadislerin sıhhatini garanti altında bulunduran diğer bir husus da sahabenin adalet vasfına sahip olmasıdır. Kur'an ve hadisteki sahabenin faziletine dair nasslar başka birine onları ta'dil etmek hususunda en küçük bir ihtiyaç bırakmamıştır.
Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra yaşanan fitne olaylarından sonra ortaya çıkan ayrışmalar itikadi alana da sıçramış ve İslam'a uymayan yeni fırka ve mezhepler ortaya çıkmış ve bu gruplar içerisinde sahabeyi kötüleyen kimseler olmuştur.
Sahabe devrinde hadislerin yayılması
Hz Peygamber vefat ettiği zaman Arap Yarımadası İslam devleti hudutları içerisine kamilen girmiş bulunuyordu. Sonrasında İslam devletinin hudutları kısa bir zamanda fetihlerle genişledi. İstanbul'a sefer düzenlenmiş, Çin hududuna gelinmiş, Afrika sahillerinden İspanyanın fethi için harekete geçilmiştir. Bu fetih hareketleri özellikle genç sahabenin çoğunlukla hayatta olduğu dönemde yapılmıştır. Fetihlerden sonra sahabe bu İslam beldelerine yerleşmiştir. Fethedilen yerlerde ilim ve ibadet merkezleri kurmuşlardır. Bu dönemde Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır ilim merkezleri haline gelmiştir.
Hadislerin yayılması ve "er-rıhle fi talebi'l-hadis"
İlim merkezlerine yerleşen sahabenin her birinin farklı kendine has bir ilmi şahsiyeti ve kurulan medreselerde farklı etkiler vardı. Bunun başlıca sebebi ise bütün sahabenin hadisleri ya da dine taalluk eden bütün meseleleri aynı derecede bilmemeleri idi. Bu ise tabii olarak şu neticeyi doğurmuştur: Bir sahabi hangi ülkeye göç edip yerleşmişse o ülkede yalnız o sahabi tarafından bilinen ve rivayet edilen hadisler tanınmış, fakat o ülkeye uğramayan sahabilerin hadisleri orada meçhul kakmıştır. Hadis tarihinde rastlanan "Irak ehlinin hadisi", "Şam ehlinin hadisi", "Mısır ehlinin hadisi" tabirlerinin delalet ettiği mana budur.
Değişik hadislerin değişik ülkelere yayılması, teşrii görevin ifasında farklı neticeler doğurmuştur. Sahabe devri teşriinin başlıca üç kaynağı vardı: Kur'an, sünnet ve sahabe içtihadı. İctihad Peygamber(s.a.v.) tarafından sahabeye yüklenmiş en önemli görevlerdendi. Öncesinde Medine'de toplanıp karar verilirken bu salahiyete sahip sahabiler ya ferden yahut da daha çok sahabenin bulunduğu yerlerde cemaat halinde yapmak durumunda kaldılar. Bu suretle, Müslüman ülkelerin her birinden, orada bulunan sahabi sayısı nispetinde, hakkında nass bulunmayan meselelerde veya nassların tefsir ve izahı ile ilgili fetvalar sadır olmaya başladı. Bunun neticesi olarak da sahabe arasında sadır olan bu ahkam ile ilgili ihtilaflar zuhur etti. Bu ihtilafların sebebi olarak: Nassların zanni delaleti, sahabenin yaşadığı çevrelerin farklı olması nedeniyle mesalih ve ihtiyacın farklı olması, hadislerin müracaat edilecek bir şekilde müştereken tedvin edilmemiş olması sayılabilir.
Bu durum önce küçük çapta olsa da bir hareketi başlattı. O da bir ülkede yaşayan bir sahabinin bilmediği bir hadisi onu bilen fakat başka bir ülkede yaşayan sahabiden öğrenmek için onun yanına seyahat etmesidir. Bu hareket Peygamber döneminde Medine'den uzakta yaşayanlarla başlamış sahabe döneminde devam etmiş sonraki tabakalarda giderek artmış ve hadis toplamanın başta gelen şartlarından olmuştur.
Hadis İlminin teşekkülü ve buna hazırlayan sebepler
Hadis ilminin teşekkülünde hicri 2. asırda toplumun özelliği önemli bir yer almaktadır. Karmaşık siyasi durum, ilhad hareketleri, Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie, Mutezile gibi farklı itikadi mezhepler, siyasi ihtilaflar, islam düşmanlığı, ırk, belde ve mezhep taassubu, hikayeciler ve vaizler, tergib ve terhib, beşeri zaafiyetler gibi bir çok nedenle uydurma hadisler, senet ve metinde işkaller ortaya çıkmış sonucunda da cerh ve ta'dil hareketi ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ağzından çıkmış olanla zayıf ve uydurma hadisi birbirinden ayırmak gayesinde ilk olarak sahih hadisin özelliklerini bilme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Sahihin tarifi daha sonra tedvin edilen eserlerde bulunsa da alimlerin zihninde bu asırda ortaya çıktığını düşünmek yanlış olmasa gerek. Yine cerh ve ta'dil hareketinin sonucu olarak hadiste isnad tatbiki ortaya çıkmıştır.
İslama has olan ve ravi isimlerini zikretmek suretiyle haberin ilk kaynağına kadar inmek imkanını veren bir rivayet sistemidir. İsnad ilk fitne zuhur ettikten sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Hadislerin tedvin ve tasnifi
Cem etmek toplamak, yazılı sahifeleri iki kapak arasında toplamak tedvinin karşılığıdır. Peygamber (s.a.v.)'in hayatında bazı sahabilerin onun hadislerini yazarak sahife adı verilen küçük çapta kitaplar meydana getirdiklerini görmüştük. Kitabet, tedvin ve tasnif kelimeleri ayrı ayrı dönemlerde hadis toplama işine verilen isimler olduğu görülür. Kitabet Peygamber ve sahabe döneminde hadis yazma işine delalet etmektedir. Kendi yazdıkları haricinde başkalarının yazdığı hadisleri toplama manasında tedvin bu dönemlerde yapılmamıştır.
Tedvin, muhtelif sahabiler tarafından yazılmış olan ya da rivayet edilmiş olan hadisleri yazıp bir kitapta toplamak manasına geldiği için kitabete göre daha geniş ve sistemli bir iştir. Tasnif kelimesi ise eğer tedvin eden kimse hadisleri hadisleri konularına göre sınıflandırırsa kullanılmıştır.
Hadis tedvininin başlangıcı
Kesin bir tarih verilememekle birlikte birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında başladığı anlaşılmaktadır. İbn Şihab ez-Zühri (50-124) hadisleri ilk tedvin eden kimse olarak görülür. Bu tedvin faaliytine Emevi halifesi Ömer ibn Abdilaziz resmi bir hüviyet kazandırmıştır. Hadisin yok olması tehlikesine karşı hadisler toplanmıştır.
Asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı ise hicri ikinci asrın ilk yarısına rastlar. Hadislerin birbiri ardına sıralanmasıyla belli bir konuda aranan hadislerin bulunması konusunda yaşanacak zorluk hemen fark edilmiş ve akabinde tasnif hareketi başlamıştır.
İlk hadis eserleri, çoğu günümüze ulaşmamakla birlikte, siyer ve megazi, sünen kitapları, camier, musannaflar, belirli bir konuya tahsis edilmiş olanlar olmak üzere beş grupta toplanabilmektedir.
Tasnifin altın çağı: Kütüb-ü sitte devri
Hicri 3. asırda Mutezile'nin zuhuru ve Yunan felsefesi ile meşgul olamaya başlanması, İslam dinini bu felsefenin ışığında izah etmeye kalkışmasıo zamana kadar hakim olan İslam akaidini ters yüz etti. Yeni inançlar ihdas ettiler. Hadisçiler de bu inançları benimsesin diye tehdit edildiler, işkenceye tabi tutuldular. Kur'an'a ve hadise dayanan inançlarını terk etsinler diye de haberleri yalanlandı, kendileri yalancılıkla itham edildi. Hiçbir kayda tabi olmadan prensiplerine ve felsefe ile terbiye ettikleri akıllarına aykırı düşen hadislerin yalan olduğunu iddia ettiler. İkici asırda ortaya çıkan ve üçüncü asırda en şiddetli şeklini alan bu görüş ayrılığı, hadisçilerini Hz. Peygamber'in sünnetine dayalı amel ve itikadı, tahripkar felsefelerden korumak için yoğun bir tedvin ve tasnif faaliyetine girişmelerine neden olmuştur. Bu suretle meydana getirilen kitaplarda, sıhhatleri tespit edilmiş, gerek Mutezile gerekse diğer mezheplerin görüşlerini çürütecek hadislerin bir araya getirilmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Buhari ve Müslim'in Sahihlerinde, İbni Mace'nin Sünen'inde bu özellik açıkça görülmektedir.
Kütüb-ü sitte'nin zuhuru dolayısıyla hicretin üçüncü asrını, hadis tasnifinin altın çağı olarak tavsif ederken, bu asırda tasnife hız veren amillerin başında, Matezile ve benzeri mezheplerin zuhurunu, kelam ilminin doğuşunu ve kelamcılarla hadisçiler arasında ortaya çıkan mücadeleyi zikretmiş bulunuyoruz. Her ne kadar hiçbir hadis kitabı tüm sahihleri toplama iddiasıyla yazılmamaış olsa da topladığı hadisler arasına mevzu olanları karıştırmamaya dikkat ettiği için vücuda gelen hadislere güven içinde müracaat etmek imkan hasıl olmuştur. Hadis hafızı büyük imamların çoğunluğu bu asırda yaşamış, hadislerin asnadlarına, isnadların illetlerinei ricalin cerh ve ta'dil yönünden mertebesine vakıf meşhur üstatlar yine bu asırda yetişmiş ve sahih hadis mecmuaları bu asırda vücut bulmuştur. Daha sonraki asırlarda telif edilen rical tarihi gibi eserlerin bilgi kaynağı yine bu asır olmuştur.
Tefsir Tarihi
Kur'an'ın inzali ve kitaplaşma süreci
Yirmi üç senede tedricen inen ayetler hem hıfz hem de yazım yoluyla tespit edilmeye başlanmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hem Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ etmek hem de gelecek kuşaklara intikalini sağlamak görevini üstlenmişti. Bir taraftan Kur'an'ı tebliğ ediyor bir yandan da okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Vahiy katiplerine yazdırılan Kur'an metinleri Allah Resulünün evinde muhafaza ediliyordu. Kur'an yazımı ve kıraatiyle ilgili faaliyetler Kur'an vahyinin tamamını kapsamaktadır. Vahyin devam etmesi, vahiy güvencesi olan zatın hayatta olması gibi çeşitli sebeplerden Kur'an Peygamberimiz döneminde iki kapak arasına toplanmamıştır. Fakat tilavet yönüyle tam ve mükemmel şekilde toplanmıştır. Hz. Ebu Bekir döneminde Mushaf esas otorite ve teminat olması açısından zayi olmasından korkularak, hıfz ve kitabet şahitliğinde ümmetin icmaına mazhar olabilecek niteliklere sahip olarak toplanmıştır. Yine başka bir tehdit sonucunda Hz. Osman döneminde, kıraat ihtilaflarının çoğalması nedeniyle çoğaltılmış ve çeşitli İslam merkezlerine gönderilmiştir.
Tefsirin doğuşu ve gelişmesi (sözlü nakil dönemi)
Hz. Peygamberin tefsiri
Her ne kadar ilk muhataplar ana dillerinden dolayı Kur'an'ı genel çerçevede anlama imkanına sahip iseler de bir kısım müteşabih, mücmel ve bunun gibi diğer kısımları anlamakta sıkıntı çekiyorlardı. Hz. Peygamber(s.a.v.) de hem anlamadıkları ayetleri açıklamış hem de tafsilatı Kur'an'da geçmeyen ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini göstermiştir.
Hz. Peygamberi (s.a.v.)'in Kur'an'ı tefsir ederken bir ayeti okuyup açıklamasını yapma, ashabına soru sorma veya kendisine sorulan bir soru, bir sözünü delillendirmek gibi vesilelerle tefsir yapmıştır.
Peygamberimizin tefsir yöntemi, ayeti ayetle tefsiri, mücmelin tebyini, mübhemin tavzihi, mutlakın takyidi, müşkilin te'lifi, garip kelimeleri açıklaması, kıraat ile tefsiri, vakıf ile tefsiri şeklinde olmuştur. Bu yöntemlerle sınırlı olmamakla birlikte en çok dikkat çekenleri bunlardır.
Hz. Peygamber'in Kur'an'ın ne kadarını tefsir ettiği ihtilaflı bir konudur. Bu konuda ki ihtilaf dörde ayrılmıştır. Kur'an'ın tamamı, çoğu, yarısı ve yarısından azının Peygamber (sav) tarafından tefsir edildiği şeklinde. Sahih olarak nakledilenler ışığında, Peygamber (sav) ashabına Kur'an manalarından çoğunu açıklamış olduğunu görüyoruz. Kur'an'ın tamamını da tefsir etmemiştir çünkü Kur'an'da Allah'ın ilmi ile örttüğü yerler, sadece alimlerin bilebildiği yerler ve Arapların dil bilgilerinden dolayı anladıkları yerler ve hiç kimsenin cehaletiyle mazur olamayacağı apaçık yerler vardır.
Sünnetin Kur'an karşısındaki fonksiyonu ve değeri
Kur'an-ı Kerim, İslam dininin ana kaynağıdır. Kur'an temel alınmadan hiçbir dini hüküm ortaya konulamaz. Onu referans alma zorunluluğu vardır. Sünnet ise, Kur'an'ın açıklayıcısıdır. Delil olma noktasında sünnet kitapla aynı seviyede mütalaa edilmiştir.
Dinde ikinci kaynaktır. Bu sıralama zaruri bir sıralamadır, önemsizliğinden dolayı değildir. Sünnet olmadan tefsir yapmak mümkün değildir
Hz. Peygamber (s.a.v) tebliğ ve tebyinle mükelleftir. Tebliğ, peygamberliğin esaslarından biridir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de gerek Hz. Muhammed'e ve gerekse diğer peygamberlere ait tebliğ emirleri pek çoktur. Hz. Peygamber'in tebliğ edeceği şeyi, herkesten iyi bileceğinde şüphe yoktur. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim tefsiri denilince, ilk olarak akla Hz. Peygamber gelir. Sünnet, Kur'an'ın yaşanmış bir tefsiri, İslam'ın pratik ve örnek bir tatbikidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v), tefsir olunmuş bir Kur'an ve yaşayan bir İslamdı. Nitekim Sahabe Hz.Aişe validemize Hz. Peygamber'in ahlakı nasıldı diye sordukların da, Hz. Aişe onlara; "siz Kur'an okumuyor musunuz? Rasulullah'ın ahlakı, Kur'an'ın kendisiydi" buyurmuştur.
Kur'an-ı Kerim'in en önemli tefsir kaynağı Hz.Peygamber'in sünnetidir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, Yahya b. Ebi Kesir, sünnet Kur'an'a kâdîdir, Kitab ise sünnete kâdî değildir, demiştir. Bu söz Ahmed b.Hanbel'e söylendiğinde, "bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sünnet, kitabı tefsir ve tebyin eder derim" demiştir.
İmam Şafi'î (ô. 204/819-20), Sünnetin Kur'an karşısındaki tutumunu şöyle açıklar: "Resulullah'ın (s.a.v.) Sünnetlerinin Kur'an karşısında iki tutumu vardır. Birincisi, Kur'an'ın açıkça ifade ettikleri karşısındaki tutumudur. Bu hususta Resulullah (s.a.v.), Yüce Allah'ın indirdiğine olduğu gibi uyar. İkincisi ise, mücmeller karşısındaki tutumudur. Burada Resulullah (s.a.v.), Allah'ın mücmelden ne kastettiğini onun adına açıklar. Umumi mi, yoksa hususi mi, nasıl farz kılındığını ve kulların bunu nasıl yapmalarını istediğini izah eder. Her iki şekilde de Resulullah (s.a.v.) Allah'ın Kitabı'na tabi olmuştur." Yine Şafii şöyle der: "Yukarıda anlattığımız üzere, Allah'ın insanlara, peygamberine itaati farz kılması ve dini hususunda peygamberine vermiş olduğu makamı açıklaması göstermiştir ki, Allah'ın Kitabı'nda nass ile farz kılınan şeylerin tefsiri aşağıdaki şekillerden birine girmektedir:
1. Te'kid: Kur'an'ın Hükümlerine Paralel Hükümler Getiren Sünnet: Sünnet, bazen herhangi bir konuda bir açıklama ve detay vermeksizin, Kur'an'ın hükümlerine paralel hükümler getirir, Kur'an'daki hükümleri tekit eder, pekiştirir.
2. Tefsir: Kur'an'ın Hükümlerini Açıklayan Sünnet: Kur'an'ı açıklayan sünnet, Kur'an'daki mutlakı takyid, umumu tahsis, mücmeli tafsil eder, müphemi açıklar ve pratik örneklerini ortaya koyar.
3. Teşri: Kur'an'da Yer Almayan Konularda Müstakil Hüküm Koyan Sünnet: Yüce Allah, Hz. Peygamber'e izaha muhtaç Kur'an ayetlerini açıklama yetkisini verdiği gibi, aynı şekilde ona Kur'an'da olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir. Nitekim O, bazı konularda önce vahiy beklemiş, gelmeyince kendi içtihatlarına göre veya Kur'an dışında aldığı bir vahiy ile hüküm vermiştir. Onun bu hükümleri hiç şüphesiz vahiy kontrolü altındaydı.
Sahabe tefsiri
Eğer bir ayetin tefsiri ne Kur'an'da ne de sünnette bulanmaz ise onlardan sonra tefsirin aranması gereken yer sahabe kavlidir, yani tefsir için ana başvuru kaynaklarının üçüncüsüdür. Bu konuda tafsilat ise şu şekilde irdelenmiştir :
Akla mecal olmayan nüzul sebebi gibi rivayetlerde sahabe kavlinin hükmü merfudur ve onu reddetmek ittifak ile caiz değildir, başka tefsirler ile eşit sayılmaz. Diğer alanlardaki tefsirleri ise mevkuftur. Bu tefsir hakkında alimlerin iki görüşü vardır. Birincisi sahabenin kendi içtihadı ile yaptığı tefsirin diğer müçtehitlerin tefsiri gibi olduğu görüşüdür.
İkinci görüş ise hükmü mevkuf olan sahabe sözlerinin üzerinde icmâ‘ edilen bir konu ise, icmâ‘nın varlığından dolayı alınmasının gerekli olduğunu, icmâ‘nın söz konusu olmadığı yerlerde ise sahabe kavlinin öne geçtikleri özelliklerinden dolayı diğerlerinin tefsirinden öncelikli olması ve hükmün onlara bırakılması şeklindedir. Çünkü vahyin inişine şahit olan indiği zamanki şartları en iyi bilen, anlayamadıkları meseleleri Peygamber (s.a.v.)'e soran kişilerdir. Çoğunluğu saf Arap olduğundan Arapça inen bu Kur'an'ı lügat açısından en iyi anlayacak olan kendileridir. Tam bir anlayış ve sahih ilim kendilerine verilmiştir
Bununla birlikte selef-i sâlihînin tefsirdeki ihtilaflarının mahiyeti ve sebepleri incelenmiştir. Ahkâmdaki ihtilaflarına oranla tefsirdeki ihtilaflarının daha az olduğu ve bir zıtlık, çelişki ihtilafından çok çeşitlilik ihtilafı olduğuna vurgu yapılmıştır. Bununla beraber onların, tefsirde de az da olsa gerçekten birtakım ihtilafları mevcuttur. Delilin gizliliği nedeniyle gözden kaçması, işitmemiş olmaları, nassı anlamada yanlışlık yapmaları ve daha kuvvetli muhalif bir delilin varlığı kanaatine sahip olmaları gibi sebeplerle ihtilaf etmişlerdir.
Tabiin tefsiri
Tâbiînin en önemli tefsir kaynakları Kur'an, sünnet, sahabi kavli, dil ve içtihattır. Eğer tâbiîn kavli nüzul sebebi, yaratılışın başlangıcı gibi geçmiş zamanın haberleri, peygamberlerin halleri, gelecekten haberler, kıyamet günü halleri gibi akla mecal olmayan konularda ise hükmen Peygamber (s.a.v.)'e isnat edilir. Tâbiîn ile arasında başka bir kişi zikredilmemiş ise mürsel hadistir. Tâbiîn âlimlerin imamlarından ve sahabeden aldığı bilinen bir kişi ise ve tâbiîne isnadı sahih ise makbuldür. Tâbiîn kavli akla mecal olan alanlarda ya da dilde meşhur olan ise, ilmi bir asılla çarpışmıyor ve İsrailiyattan değilse cumhurun görüşü kabul etmek ve başkalarının görüşlerinden üstün tutmak yönündedir çünkü tâbiîn dil ehline, saf olan asra ve sahabeden nakletmeye daha yakındırlar.
Tâbiîn döneminde ders aldıkları sahabeler önderliğinde Mekke, Medine ve Irak medreseleri doğmuştur.
Fıkıh ve hadis tarihinde mütalaa edildiği gibi İslam devletinin sınırları genişledikçe çeşitli merkezlere yerleşen sahabe oraları ilim merkezleri haline getirmiştir. Bu medreselerin hocaları sahabiler öğrencileri tabiiler idi. Bu beldelerde daha öncede anlatıldığı gibi fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilaflar baş göstermiş ve her grup kendi görüşünün haklılığını ispat için öncelikle Kur'an'a sarılmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak bir takım yanlış te'viller ortaya çıkmıştır. Kur'an'ın doğru bir şekilde tefsirinin yapılmasına şiddetle ihtiyaç duyulmuştur. İşte bunun zamanın tefsir medreseleri üstlenmiştir. Tabiin dönemine denk gelen bu tefsir faaliyetinin belirgin nitelikleri şöyledir: Sahabe tefsiri kendilerine manası kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmış iken, bu dönemde Kur'an'ın bütünü tefsir edilmeye başlanmıştı. Görüşlerin delillendirilmesi için, bazı kelime ve tabirlerin izahına geniş yer verilmiştir. Geniş fıkhi izahlar, tarihi bilgilere yer verilmiştir. Şiirle istişhad metoduyla bazı garip kelimelerin izahı da bu dönemin özelliklerindendir. İsrailiyat bu dönemde tefsire girmiştir. Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmiş değildir. Şifahi olarak yapılan rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.
Tefsirin tedvini
Tedvin asrı tebe-i tabiin dönemine denk gelmektedir.
Tedvinin bu döneme kadar gecikmesiyle ilgili Peygamberimizin döneminde Kur'an'dan başka bir şeyin yazılmasına izin verilmemesi, daha sonra verilen izinde sahabenin yok olacak endişesiyle ilk olarak hadisleri yazması, ilk muhatapların ümmi bir topluluk olması ve yazıdan ziyade hafızaya güveniyor olmaları, yazı malzemelerine ulaşmakta zorluk çekilmesi nedenleri sıralanabilir.
Tefsir ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin edilmiştir. Maksat öncelikle hadis ilmini tedvin etmek iken tefsire dair rivayetleride topladıkları hadis eserlerinin içerisinde bir bölüm olarak kaydetmişlerdir. Tabiatıyla bu nakiller Kur'an'ın tamamını ihtiva edecek nitelikte değildi. Çünkü ne Peygamberimiz zamanında ne de sahabe döneminde Kur'an ayet ayet tefsir edilmemiş idi.
Hadislerin bir bölümü olarak tedvin edilen tefsir, çok kısa bir süre sonra müstakil bir ilim haline getirildi. Öyle anlaşılıyor ki bu bir zaruretin sonucuydu. Çünkü tabiun döneminin sonlarına kadar sözlü nakil yoluyla gelen tefsir rivayetlerinin yanında, tefekkür edilen alanların genişlemesi, daha önce mevcut olmayan bir takım hadiselerin yaşanması akli tefsir de ortaya çıkmaya/artmaya başlamıştı. Nakil yoluyla gelen tefsir kadar akli tefsirin de kayıt altına alınarak korunması amaçlanmıştır.
Tedvin dönemi tefsirinin özellikler: bu dönemde yazılan eserlerin ortak özelliği dilbilimsel tefsirin ağırlıklı olmasıdır. Bu tefsirler öncelikle garip, müşkil, mübhem ve mücmel kelimelerin Arap dilindeki anlamlarına, etimolojik alan içerisinde değişik formlarına ve irab durumlarına yer vermişlerdir. Eski arap şiiriyle istişhad etmişlerdir. Nüzul sebepleri, kıraaatı ve neshi gibi konuların da ele alındığı bu tefsirlerde ayet ve sura tertibine riayet edildiği gibi, her ayete yer verilmemiş, bir ayet sonraki dönemlerdeki gibi her yönüyle izah konusu edilmemiştir. Bu tefsirler genellikle garibu'l-Kur'an, mean'i-Kur'an, mecazu'l-Kur'an, müskilü'l-Kur'an, irabu'l-Kur'an adıyla kaleme alınmışlardır. Verlığını hicri 4. Asra kadar devam ettiren bu gelenek sonra yerini geniş hacimli riayet ve dirayet tefsirlerine bırakmıştır.
Sonuç
Üç tarih de yaklaşık aynı dönemlere ayrılmıştır; Peygamberimiz dönemi, sahabe dönemi, tabiin dönemi, bu dönemler sözlü rivayet özelliği taşımaktadır, daha sonra da tedvin dönemi gelmektedir.
Her üç alanda da İslam devletinin genişlemesi sahabenin Medine'den göç edip farklı bölgelerde ilim merkezleri kurması, bu merkezlerin sosyolojik durumları ve oralara giden sahabenin özellikleri farklı ekollerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Hicaz bölgesinde sahabe sayısının ve hadislerin çok oluşu doğal olarak hadise daha çok ağırlık veren yaklaşımlar (ehl-i hadis, rivayet tefsiri, Maliki ve Hanbeli mezhebi gibi), sahih hadislerin daha az ve mevzu hadisle karşılaşma ihtimalinin yüksel olduğu yerlerde ehli rey ve dirayet tefsiri ağırlıklı gelişim göstermiştir. Elbetteki bu isimlendirmeler ekseriyet metodu ifade içindir. Modern dönemlerdeki bir yanlış anlamanın tersine, birbirlerinin yöntem ve kaynaklarından tamamen yoksun, birbirlerine karşı yaklaşımlar değildir. Bu ihtilaflar İslam ümmetine Allah'ın bir rahmeti, İslam kaynağının zenginliği ve evrenselliğine birer örnektir.
Tedvin dönemlerinde okuma yazma oranın artması ve yazı malzemelerine ulaşma imkanlarının çoğalmasının yanı sıra ne zaman İslam ümmeti bir fitne ile karşılaşsa dinin temel kaynaklarını zayi edecek fikri tehlikeler ile karşılaşmış ve bu tehlike ilmi gayreti ve sahih hadis ve tefsiri kaydederek koruma ve müdafaa etme girişimlerini arttırmıştır. İnanç esaslarını savunma ihtiyacı hasıl olduğunda kelamın ortaya çıkışı gibi felsefenin hadisler üzerine tahakküm girişiminde, hadis metinlerinin sıhhati bu yolla belirlenmeye çalışıldığında isnad ilmi ve sahih hadis tedvini zirveye ulaşmıştır.
Usul açısından ise İslam'ın bu temel alanları birbirinden ayrıştırılamaz vaziyette içiçedir. Misal olarak bir ayetin zanni veya kat'i delalet özelliği, açıklamasına duyulan ihtiyaç derecesi ve hangi yönden açıklanacağı, o ayet hakkında bir hadisin bulunup bulunmaması, tefsir ve hadis alanının bu sonuçları fıkhi bir hükmü şekillendirebilmektedir. Bu alanlara bir bütünün farklı yüzleri denilebilir. Hem her iki alan diğer üçüncünün sonuçlarına kaynaklık eder, hem bu sonuçtan etkilenir, hem de birinin tarihi diğerinin usül ve gelişimini etkilemiş aslında birbirinden hiç ayrılmamıştır. Kur'an ve hadisi tek bir çizgide ve tek bir bakışla görebilen ve fıkıh usulünde selika sahibi bir akıl müctehid olabilmiştir.

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


بسم الله الرحمن الرحيم

 

PROF.  DR. AHMET NEDİM SERİNSU

ESBABUL NUZUL 2. dönem

 


ABDULRAHİMŞERİF
 

20922780

 

تاريخ التفسير والحديث والفقه:

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام الأتمان لأكملان على من جاء معلما للبشرية جمعاء وعلى آله وصحبه وسلم أما بعد:

 

 تعود نشأة هذه العلوم الشريفة التفسير والفقه والحديث الى عهد النبي صلى الله عليه وسلم اذا اردنا ان نتحدث عن تارخ تطبيقها فهي بدأت مع نزول القرآن الكريم واحتياج الصحابة رضوان الله عليهم لبيان ما أشكل عليهم فهمها باستثناء الحديث الذي بدأ متأخرا وإن كان بعض الصحابة  يسألون بعضهم عما تحدث به النبي صلى الله عليه وسلم في أثناء غيابهم كما ان يفعل سيدنا عمر بن الخطاب رضي الله عنه يتناوب هو جار له للسماع من رسول الله صلى الله عليه وسلم فتعتبر هذه الروايات فيما بين الصحابة من نوع نقل الحديث المبكر في عصر الصحابة أما بالنسبة للفقه فكان التشريع في عهد النبي صلى الله عليه وسلم ينزل تباعا فكلما استجد أمر للصحابة رضوان الله عليهم اذا كان عندهم علم بشيء من عند رسول الله صلى الله عليه وسلم من آية أو حديث أو تفسير آية  قاموا به واذا اختلفوا فيما بينهم بأمر فقهي يسألون النبي صلى الله عليه وسلم فيما اختلفوا عليه فيحكم لهم بالحكم الصحيح كما فعل الصحابة عندما كانوا في سرية وشُج (جُرح)رأس قائد السرية وفي الصباح التالي أصابته الجنابة فسأل أصحابه ماذا يفعل وهل يحق له الترخص بالتيمم بدل الغسل فقالوا لا نجد لك رخصة بالتيمم مع وجوود الماء فاغتسل فمات فلما عادوا الى المدينة قال صلى الله عليه وسلم قتلوه قتلهم الله فتعتبر هذه الأحداث المروية أيضا من أوائل المناقشات الفقهية في عهد النبي صلى الله عليه وسلم وكذلك كان الحال بالنسبة للتفسير فقد كان يسأل الصحابة عن معنى الآيات أو الكلمات الواردة في السور التي لم يفهموا معناها ومغزاها فيسألون النبي صلى الله عليه وسلم فيجيبهم على مسألتهم مما علمه الله. ولكن هذه العلوم في عصر النبي صلى الله عليه وسلم إنما كانت مرويا تُروى عن النبي صلى الله عليه وسلم  فجميعها يندرج تحت اسم الحديث بشكل عام أو اسم السنّة لأنها جميعها من هدي المصطفى صلى الله عليه وسلم.

 فإذن وجود هذه العلوم في عصر النبي متأكد بما بينا أيدينا من روايات تثبت ذلك ولكن لم يكن شيْا مقيدا أو مكتوب سوى القرآن وبعض الصحابة كان يكتبون مع القرآن تفسير كما يروى عن ابن مسعود رضي الله عنه  لكن ابن مسعود هل كتب هذا في عهد النبي صلى الله عليه وسلم أم بعد ما انتقل النبي صلى الله عليه وسلم الى الرفيق الأعلى وأما الحديث فقدكان يكتب عبد الله بن عمرو بن العاص الحديث من النبي صلى الله عليه وسلم بالحديث الذي يرويه قال: كنتُ أَكْتبُ كلَّ شيءٍ أسمعُهُ مِن رسولِ اللَّهِ صلَّى اللَّهُ عليهِ وسلَّمَ أريدُ حفظَهُ فنَهَتني قُرَيْشٌ عن ذلِكَ وقالوا : تَكْتُبُ ورسولُ اللَّهِ صلَّى اللَّهُ عليهِ وسلَّمَ يقولُ في الغضَبِ والرِّضا فأمسَكْتُ حتَّى ذَكَرتُ ذلِكَ لرَسولِ اللَّهِ صلَّى اللَّهُ عليهِ وسلَّمَ فقالَ : اكتُب فوالَّذي نَفسي بيدِهِ ما خرجَ منهُ إلَّا حقٌّ (من فمه الشريف صلى الله عليه وسلم) فكتابات ابن مسعود سواء كانت في عهد النبي صبى الله عليه وسلم أو بعده وكتابة عبد الله بن عمرو رضي الله عنه سواء استمر بالكتابة أو توقف تعتبر تاريخيا أول أنواع الكتابة في هذه العلوم وأما كتابة الفقه فقد روى الإمام البخاري رحمه الله في صحيحه  عَنْ أَبِي جُحَيْفَةَ، قَالَ:قُلتُ لِعَلِيِّ بنِ أبِي طَالِبٍ: هلْ عِنْدَكُمْ كِتَابٌ؟ قَالَ: لَا، إلَّا كِتَابُ اللَّهِ، أوْ فَهْمٌ أُعْطِيَهُ رَجُلٌ مُسْلِمٌ، أوْ ما في هذِه الصَّحِيفَةِ. قَالَ: قُلتُ: فَما في هذِه الصَّحِيفَةِ؟ قَالَ: العَقْلُ، وفَكَاكُ الأسِيرِ، ولَا يُقْتَلُ مُسْلِمٌ بكَافِرٍ. فهذه الرواية الصحيحة تثبت أولى الكتابات الفقهية فهي كما بينها علي كرّم الله وجهه عبارة عن أحكام ففهية.

بهذا نصل لنتيجة أن العلوم الثلاثة كانت موجودة في عهد اتلنبي صلى الله عليه وسلم بشكل تطبيقي وهذا شيء مؤكد و بشكل كتاب وهو أيضا مروي عن الصحابة الكرام رضوان الله عليهم

وبعد انتقاله صلى الله عليه وسلم إلى حياة البرزخ وانقطع الوحي واكتمل الدين السماوي الذي سوف يستمر إلى قيام الساعة بدأ الصحابة وخاصة التي كانت أعمارهم صغيرة في حياة النبي صلى الله عليه وسلم يأخذون العلم من كبار الصحابة أمثال عبد الله بن عباس حيث كان يأتي البراء بن عازب رضي الله عنهم جميعا فيقبل عبد الله بن عباس يد البراء ويقبل البراء رأس عبدالله عندما كان يلتقيان ومن ثم قام عبدالله بن العباس وباقي الصحابة بنقلها للتابعين وخاصة بعد اتساع الرقعة الاسلامية في عهد عمر وعثمان رضي الله عنهم فقام الصحابة بعقد مجالس العلم في البلاد التي انتقلوا اليها.

 قال السيوطي في الإتقان : (( ولقد اشتهر بالتفسير من الصحابة : الخلفاء الأربعة، وابن مسعود، وابن عباس، و أبي بن كعب، وزيد بن ثابت، وأبو موسى الأشعري، وعبد الله بن زبير)).

وهناك من تكلم في التفسير من الصحابة غير هؤلاء: كانس بن مالك، وأبي هريرة، وعبد الله بن عمر، وجابر بن عبد الله، وعبد الله بن عمرو بن العاص، وعائشة، غير أن ما نقل عنهم في التفسير قليل جدا، ولم يكن لهم من الشهرة بالقول في القرآن ما  كان للعشرة المذكورين أولا. وأكثر من روى من هؤلاء العشرة، أربعة هم : عبد الله بن عباس، عبد الله بن مسعود، ثم علي بن أبي طالب، ثم أبي بن كعب، رضي الله عنهم جميعا وكان كل صحابي ينقل جميع ما سمعه وما تعلمه من حديث وفقه وتفسير  وأشهر ما كتب في هذه المرحلة مسائل نافع بن الأزرق لعبد الله بن عباس في تفسير كلمات القرآن وكان عبد الله بن عباس مع كل تفسير كلمة يحضر له شواهد من الشعر العربي ولكن هذا الكتاب المسمى مسائل نافع بن الأزرق بعض العلماء ذكر أن لا تصح نسبته جميعا لعبد الله بن عباس وإنما بعض منها.

وروى الأعمش عن أبى وائل قال: "استخلف علىّ عبد الله بن عباس على الموسم فقرأ فى خطبته سورة البقرة - وفى رواية: سورة النور - ففسرها تفسيراً لو سمعته الروم والترك والديلم لأسلموا" وكان علىّ بن أبى طالب يُثنى على تفسير ابن عباس ويقول: "كأنما ينظر إلى الغيب من سِتر رقيق".

وأما الحديث فقد عمد بعض الصحابة مبكرًا إلى تدوين الحديث وجمعه بعد وفاة النبي محمد كابن عباس الذي كان يدور على الصحابة ليسألهم، ويكتب ما يحدثونه به من أحاديث سمعوها من النبي محمد. بل وأراد عمر بن الخطاب أن يكتب الحديث، فاستشار الصحابة في ذلك، فأشاروا عليه أن يكتبها، إلا أنه تراجع خشية أن يُكبّ الناس عليه، ويتركوا القرآن.

أما الفقه فقد بدأ تدوينه بشكل صحف قليلة ككتاب أبي بكر الصديق في أمور الصدقات والزكوات ، وكتاب عمرو بن حزم في الديات، وصحيفة علي بن أبي طالب رضي الله عنه الذي فيه بعض أحكام الحرم وأحكام الديات وغيرها ، وقد كان يحتفظ بها في قراب سيفه ، وكتاب أنس بن مالك رضي الله عنه في سنة عمر  ، ومنسك جابر بن عبدالله في الحج  ، وكتاب الحسن بن علي في قول أبيه في خيار البيع  ، وكتاب زيد بن ثابت في فريضة الجد لعمر بن الخطاب رضي الله عنه  ، وهو أول من ألف في الفرائض ، وصحيفة عبدالله بن عمرو في المغازي ، وصحيفته الصادقة أيضا  ، وكتاب معاذ بن جبل في الصدقات.

وإن لم تكن هذه الكتابات شاملة وموسعة فإنها تعد النواة أو الأساس لنشأة العلوم التي نتحدث عنها ولتطورها فيما بعد.

ثم كما هو معلوم تطورت هذه العلوم في وسط القرن الثاني الهجري ليأخذ كل منها منهج معين ويختص فيما بعد كل عالم بمجال من مجالاتها معتمدين ومستندين في ذلك كله إلى معين واحد هو كتاب الله وسنة رسول الله صلى الله عليه وسلم.

المصادر:

الاتقان في علوم القرآن للسيوطي

التفسير والمفسرون محمد حسين الذهبي


0 Yorum - Yorum Yaz

Tarih Mütalaa    02.05.2021

Fatih BUBA                                                                           

20922736                                                                                                      Bahar 2021

 

Ödev: Bilginin bütünlüğü çerçevesinde Tarih Mütalaası

 

Bu yazı Tefsir tarihi, Hadis tarihi ve Fıkıh tarihi hakkında birer kitap baz alarak, bilginin bütünlüğü çerçevesinde yapılan bir değerlendirme denemesidir. Yazımızda temel aldığımız eserler şu şekildedir:

1.      İslam Teşrii Tarihi, Abdulvahhab Hallaf, çev.: Talat Koçyiğit, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1970.

2.      Tefsir Usûlü, İsmail Cerrahoğlu, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1976; özellikle III. Bölüm (Tefsir Tarihi) kullanılmıştır, s.210-320.

3.      Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit,  Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1977.

Ele aldığımız eserler birçok ortak noktalar içermektedir. Ele aldığımız konular iç içedir, dolayısıyla yazım planımızda bazı eksik noktaların bulunması muhtemeldir.

 

 

A)    İlimlerin tarifi

 

Her bir ilim için isminin anlamı ve konusu üzerinde durulmaktadır. Böylece ilgili ilmin kendi içinde ne ile meşgul olduğunu tanımlandığı gibi diğer ilimler arasındaki yeri de belirlenmiş olmaktadır. Önemli olan ise bunlar arasındaki irtibat ve farklılık noktalarını tespit edebilmektir. Biz burada sınırlı ilimlerden bahsetsek de diğer ilimlerle de bağ kurmak mümkündür. Mesela Talat Koçyiğitin eserinde Kelamın doğuşundan bahsettiğini görmekteyiz. Yine Hallaf, İmam Şafii gibi fakih kimliği dışında diğer alanlarda da otorite sahibi kişilerden bahsettiğini görmek mümkündür. Cerrahoğlu usulünde tarih ve kelamın çokça andığı Halku’l-Kur’an mevzusunu işlemektedir.

 

 

B)     Tarih ve isimler

 

Yazımız için ilham kaynağımız olan kıymetli yazarlarımız kendilerine kadar gelen alimleri eserlerinde ele almışlardır. Sadece bununla kalmayıp bazı dönemlerden bahsetmişlerdir. Bunların en öne çıkanlarının Hz. Peygamber devri ve sahabe devri olduğunu söylemek kolaydır. Bunun devamında tabiun ve ilime göre mesela fıkıhta içtihad devri gibi zaman aralıklarından bahsedilmiştir. İlimler kendilerini Hz. Peygamber’e dayandırma ihtiyacını duymaktadırlar. Aynı şekilde her bir dini grup kendini Kur’an’a veya Peygamber’e dayandıracağı gibi. Madem ilimlerin bir sürekliliği bulunmakta, tarihi süreçte bir kesinti kabul edilemeyeceğinden kronolojik ve konusal bir tertip kullanılmıştır. Bu minvalde eserlerde Abdullah b. Mesud, İbn Abbas gibi bazı isimlerin sürekli karşımıza çıktığını gözlemlemek mümkündür.

 

 

C)    Coğrafya ve şehirler

 

Coğrafyanın insanın kaderinde önemli bir yer teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Aslında tarihin dekorudur diyebiliriz. Her tarih kitabında olacağı gibi şehir isimleri zikredilmektedir. Yalnız önceki örnekte olduğu gibi belli başlı şehirlerin sürekli söz konusu edilecektir. Nitekim şahısların ve fikirlerin etkileşimini bazen bu şehirler omuzlarında taşımışlardır. Bu şehirlerin bütün bu tarih kitaplarında tekrar etmeleri bu tarihler arasında irtibat kurulabileceğine işaret eder. Bir sonraki kısımda görüleceği gibi ilim merkezlerinden ve rihlelerden bahsedilmektedir. Bazı şehirlerin bazı fikirlerle irtibatlandırıldığı bilinen bir husustur. Bu ideolojik akımların coğrafyayla ilgili olması ve insanların coğrafyadaki bazı bilgileri nakletmesi her ilmin içeriğini etkilemiştir.

 

 

D)    İnsan etkileyen ve etkilenen bir varlıktır

 

Tarih ve coğrafyanın aktörleri arasında insan en önemli yerlerden birine sahiptir. İnsanın etkisini fert ve toplum şeklinde görmek mümkündür. Her ne kadar bazı isimler öne çıksa da az bildiğimiz kahramanlar da mevcuttur. İnsanlar grup şeklinde yaşarlar ve onların kendi aralarında ve diğerlerine etkisi vardır. Maalesef veya iyi ki grupların olduğu yerde fikirler, fikirlerin olduğu yerde bir muhalefet ve ihtilaflar vardır. Bundan dolayı değerli kitaplarımızda tartışmaların olduğunu görmek mümkündür. Bu tartışmalar ideoloji oluşumlarına katkı sağlamışsa da bazen siyasete de yansıyacaktır. Bu minvalde temel aldığımız kitaplar mezhebi oluşumları gündeme getirmektedirler. Mezhep ve fırkaların rolü ihmal edilemez. Din, dil ve olayları fehm etme insanın ihtilaf edeceği konulardır. Yaptırımlar ve kötü davranışlar bir tarafa konulursa ihtilafın zenginlik olduğu yerler bulunmaktadır.

İnsan fırka ve tartışmalar dışında önemli faaliyetlerde de bulunmuştur. İlim yolculukları ve tedvin bunlar arasındadır. Ele aldığımız her alanda bir tedvin ve yolculuk söz konusudur. Bu tedvin ve yolculukların sunduğu ürünler her zaman aynı değiller fakat geldikleri mekan ve yazarları benzeşmektedir.

 

 

E)     Her ilim bazı konuları daha fazla öne çıkaracaktır

 

Bir ilmin bazı alanları diğer ilimlerle irtibata müsait olsa da daha ziyade içinde bulunduğu ilimle ele alınacaktır. Mesela Cerrahoğlu’nun ilmi tefsirden bahsettiğini görüyoruz. Bu konunun kökenleri farklı ilimleri bilen yazarlarda olsa da bugün daha ziyade Tefsir ilmiyle anılır. Cerh ve ta’dil konusu farklı türden eserlerde yer alabilir lakin onu doğurucu etkenler hadis ilminde daha derinlemesine ele alınmaktadır. Müctehid imam ve taklid gibi mevzular için aynı değerlendirmeyi yapmak mümkündür.

 

 

Sonuç olarak, araştırmacının elindeki malzeme aslında çoğu zaman farklı ilim dallarını ilgilendirmektedir. Ele alınan veriler arasındaki irtibatları doğru kurmak araştırmacıyı daha isabetli çıkarımlara götürecektir. Neticede Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin konuları ve amaçları tanım itibariyle farklı olsa da, onlar ortak bir alanın ilimleridir ve beraber değerlendirilmeleri gerekmektedir.

Bir başka husus İslami ilimlerin onlar dışındaki ilimlerle olan irtibatları konusudur. Bugün araştırmacı geniş bir bilgi yelpazesine sahiptir. Örneğin antropoloji gibi alanlara kolay bir şekilde erişebilmektedir. Yine psikoloji ilmi farklı değerlendirmeler sağlamaktadır. Dolayısıyla bilginin bütünlüğü denilirken bu ilimlerin önemini de vurgulamak gerekir.

İnsanoğlu ne kadar bilirse bilsin, bilgisi her zaman sınırlı olacaktır. Onun içindir ki araştırmacı bu yolda bütüncül bir yöntem seçmelidir.  


0 Yorum - Yorum Yaz


SELMA ÖMÜR

20922730 

İslamî ilimlerin başlangıcı 610 yılında Hira mağarasında Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahyin inzaliyle başlamaktadır. Bu tarihten itibaren İslamî yaşam prensiplerini öğreten Hz. Peygamber (s.a.v)’in söz, fiil ve takrirleri Müslümanlar tarafından dikkatlice incelenmiş, öğrenilmiş ve hataya geçirilmeye gayret edilmiştir. O’nun ahrete irtihalinden sonra Müslümanlar gündelik hayattaki sorunlarına çözümü Kitab ve Sünnet’e tutunmakta buldular. Bir yandan Sünnet’in kaynağını oluşturan hadisler toplanırken diğer yandan da,  Kur’ân-ı Kerîm daha iyi anlama çabaları devam etmiştir. Öte yandan da ulema eldeki malzeme ile yeni sorunlara yeni çözümler bulma girişimleri olmuştur. Böylece ilk nüvelerini erken dönemde gördüğümüz ilimler teşekkül etmeye başlamıştır.

TEFSİR TARİHİ

Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fe-se-ra kökünden türeyen tefsîr “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Fe-se-ra ile benzer anlamlar taşıyan se-fe-ra kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir.

Tefsirin birçok tanımı yapılmakla birlikte “sarf, nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl, nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih gibi Kur’ân ilimlerinden; hadis ve tarih gibi rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden yararlanılarak Kur’ân’ın mânalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını öğreten ilim” olarak tanımlamak mümkün olduğu gibi, “Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki muradını beşerin gücü oranında bulmaya yardımcı olan bir ilim dalı” şeklinde kısaca tarif edilebilinir.

Hz. Peygamber Dönemi: Tefsirin ilk merci bizâtihi Kur’ân’ın kendisidir. Zira bir yerde kapalı bırakılan bir ayet diğer bir yerde açıklanmıştır. Tefsirin ikinci kaynağı Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünnetidir. Ashabına anlamakta zorlandıkları ayetleri açıklamasıyla başlayan bu ilim, sahabe döneminde de aynı minval üzerinde devam etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizzat yaşantısı Kur’ân’ın bir tefsiridir düşüncesinden hareketle İbn Teymiyye O’nun Kur’ân’ın tamamını tefsir ettiğini söylerken, ulemanın ekserisi ashabın anlamakta zorlandığı ayetleri (ki bunlar da çok azdır) tefsir ettiği görüşündedirler.

Sahabe Dönemi: Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra sahabe artan ihtiyaca binaen ilk iki kaynakla beraber vahye şahit olmalarının kendilerine sağladığı bilgilerle içtihatlarda da bulunmuşlardır.

Tabiîn Dönemi: Sahabenin öğrencileri olan Tabiîn neslinde ise artık vahyin nüzulüne şahit olanların aralarında olmaması ve Kur’ân’la iki kapak arasında bir metin olarak karşılaşmaları onların Kur’ân’ı anlamalarını zorlaştıran unsurlar olarak sayabiliriz. Hatta Arap olmayanların Müslüman olması Kur’ân’ın okunuşlarında dahi anlamı bozacak derecede hataların yapılmasına sebep olmuştur. Bu sebeplerle bu dönem hem Kur’ân’ın harekeleme ve noktalanmasının yapıldığı hem de (konular hakkında detaylı bilgiler buldukları) israiliyyâta çokça yer verildiği tarihlerdir.

Tebe-i Tabiîn Dönemi: Üçüncü tabaka diyebileceğimiz tebe-i tabiîn neslinde ise tefsire ihtiyaç her zamankinden fazla olmuştur. Artık tefsirler ayet ya da sure bazında değil, Kur’ân’ın tamamına yönelik eserler kaleme alınmaya başlanmıştır. Bu eserler mahiyet olarak da birbirinden elbette farklıdır.

Tefsir eserleri rivayet ve dirayet olarak iki ana başlıkta toplanmıştır. Müfessirin kendisine gelen nakilleri derleyerek oluşturduğu eserler rivayet türü içinde değerlendirilirken, nakille birlikte ilmi ve içtihadi mülahazaların yer aldığı tefsirler de dirayet türü içinde değerlendirilmiştir. Her dirayet türü aynı mecrada değildir. Bazı tefsirler ayetleri Arap dilinin kaidelerine göre açıklarken, bazı tefsirlerde felsefi görüşler yer almıştır. Tefsirin ağırlıklı metoduna göre de lugavî, felsefî, mezhebî, ahkâm, edebî, içtimâî, bilimsel, konulu gibi isimlerle de verilmiştir.

 HADİS TARİHİ

Hz. Peygamber (s.a.v)’in söz, fiil, takrir ve yaratılış özelliklerini konu edinen ilimdir. İslamî gelenekte Kur’ân’dan sonraki ikinci kaynak olarak kabul edilmiştir. Zira hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine indirildiği, Kur’ân’ı herkesten iyi anlayan ve ayetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen bir peygamberin sözü olarak üstün bir değer ifade eder. Hz. Peygamber’in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygulanışını gösterdiği ilâhî emirlerin başında namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler gelir.

Kitabet ve Hıfz Dönemi: Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatta olduğu zamandan başlayıp hicri I. asrın sonlarına kadar devam eden dönemdir. Hadislerin yazımı meselesi hadislerin tespitinde önemli bir yer teşkil eder. Hz. Peygamber (s.a.v) hayattayken ondan hadis yazımında izin isteyen bazı sahabilere izin vermemesi, bazılarına da bizzat hadisleri yazdırması şeklinde iki farklı mecrada rivayetler gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’ân’la karışması, insanların Kur’ân’a olan ilgisinin hadislere kayması veya yazan kişinin yanlış yazabileceği korkusuyla hadis yazımını yasaklamıştır. Ancak bazı sahabenin hadis yazımına izin vermesi ve İslam ülkelerinde hadislerin bilinmesi ihtiyacına binaen hadisler yazılmıştır. Hadislerin gerek sahabe gerekse Tabiîn döneminden itibaren kayıt altına alındığı bilinmektedir.   Abdullah b. Amr b. el-As’ın es-Sahîfetü’s-Sâdıka’sı ve Abdurrezzâk b. Hemmâm’ın es-Sahîfetü’s-Sahîha’sı bu alanın ilk örneklerindendir. Ancak hadislerin ekserisi şifâhî olarak nakledildiği için bu dönemde hadis rıhleleri (yolculukları) önemli bir yer tutar. Ayrıca hadislerin ravilerinin yer aldığı, hadislerin güvenilirliğinin sağlanması için isnad sistemi de başka hiçbir millet tarafından oluşturulmamış bir usul tarihe damgasını vurmuştur

Tedvin Dönemi: Hicri I. asrın sonlarından II. asrın ortalarına kadarki devam eden dönemdir.  Genel olarak şifâhî kültürle aktarılan hadisler, Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan fitne olayları ve akabinde ortaya çıkan mezheplerin kendi menfaatleri doğrultusunda hadis uydurmaları, zihinlerdeki hadislerin unutulma kaygısı gibi sebeplerle hadislerin tedvinine başlanmıştır Hadislerin tedvini Halife Ömer b. Abdilazîz zamanında başlamıştır. Halife valilere, Medine halkına, tanınmış âlimlere ve bu arada Medine valisi ve kadısı Ebû Bekir b. Hazm’a gönderdiği yazıda âlimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu sebeple Hz. Peygamber’in hadislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir. Ashabın fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî, ulaşabildiği hadisleri derleyerek halifeye göndermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Halife bu işin resmi sorumluluğunu da ona vermiştir. Merfu‘, mevkûf ve maktu‘ nitelikli hadislerin hepsi tedvin aşamasında toplanmıştır.

Tasnif Dönemi: Bu dönem II. asrın ortalarından IV. asrın başlarına kadar olan süreyi içine alır. Artık yazılı kaynaklara aktarılan hadislerin, sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulunabilmesini sağlayacak usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Bu dönemde hadisler değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sistemler uygulanmıştır. En yaygını “ale’l-ebvâb” (konularına göre) ve “ale’r-ricâl” (ravilerine göre) sisteme göre olanlardır. Böylece ihtiyaç halinde aranılan hadise ulaşma imkânı kolaylaştırılmıştır. Kütüb-i sitte ismiyle malum olan ve Müslüman coğrafyada en sahih olarak kabul edilen bu eserler de hicri III. asır âlimlerinin kalemiyle günümüze aktarılmıştır.

FIKIH TARİHİ

Sözlükte “bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak” mânasına gelen fıkıh, genelde Kur’ân ve hadis merkezli dinî bilgiyi ve anlayışı ifade eden kavram olarak kullanılmıştır. Hicri II. asrın sonlarından itibaren İslâm’ın ferdî ve içtimaî hayata dair amelî hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu inceleyen bir ilim dalını ifade eden bir terim halini almaya başlamıştır. Ebu Hanife bu terimi “kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi” şeklinde anlatmıştır. İnsanların ameli-sosyal hayatlarına dönük olarak ibadet, ukubât ve muamelât konularını içerir.

Hz. Peygamber Dönemi: Bu dönem fıkıh dönemlerinin en önemlisidir. Çünkü vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Mekke döneminde inanç ve ibadet üzerinde durularak Medine dönemindeki ahkâmın temelleri atılmıştır diyebiliriz. Hz. Peygamber (s.a.v) sadece Kur’ân’ı tebliğ etmekle kalmamış, Kur’ân’da yer almayan bazı hükümler de koymuştur.  Bu açıdan O, Kur’ân’ın yanında ikinci teşri kaynağıdır. Kur’ân ve sünnetin yanı sıra az da olsa sahabenin içtihatları da bu dönemde varlığını bulmuştu. Fıkhın bu dönemdeki en belirgin özellikleri; tedrîcilik, kolaylık ve nesihtir.

Sahabe Dönemi: bu dönemindeki fıkhın kaynakları bakımından en önemli değişiklik vahyin sona ermesi, sahâbe içtihadının Hz. Peygamber’e arzı ve tasvibinin alınması imkânının ortadan kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh, Kitap ve Sünnet’in sınırlı nasları ile re’y içtihadına dayanmaktadır. Sahabelerin Hz. Peygamber (s.a.v) ile beraber geçirdikleri süre, vahye şahitlikleri, anlayış ve bilgi farklılıkları gibi sebeplerle bu dönem içtihatlarında farklılıklar da oluşmuştur. Bu dönemde (özellikle Emevilerin ilk zamanlarına tekabül eden yıllarda) bazı sahabenin fıkıh meselelerini tedvin ettiği de söylenmektedir.

Müçtehid İmamlar Dönemi: Sahâbe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tâbiîn fukahâsı arasında çok sayıda Arap olmayan kimse (mevâlî) vardır. Sahabenin öğrencileriyle başlayan bu dönemde, her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahâbeden aldıkları bilgiye, bunların ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi örf ve âdetlerine dayanarak birtakım fıkhî istidlâl ve ictihadlarda bulunmuş ve zaman zaman da diğer bölge fukahası ile ihtilâfa düşmüşlerdir. Ancak fıkıh tarihi bakımından en önemli ekolleşme Irak (Kûfe) ile Hicaz (Medine) fukahâsı arasında meydana gelmiştir. Farazi meseleler dahi gündeme getirilerek sorunlara fıkhî çözümler getirilmiştir. Mezheplerin temelleri atılmıştır. Fıkhın tedvini de yine bu dönemde sistematikleşmesi de yine bu dönemde vuku bulmuştur. Bu dönemde fıkhın kaynakları Kur’ân-ı Kerîm, Sünnet, icma ve kıyasla içtihat ve istinbattır.

Taklid Dönemi: Hicri IV. asrın ortalarında başlayan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye kadar devam eden fıkhın gerileme dönemidir. Fıkıhla meşgul olan âlimlerle halkın kendilerini, içtihadı terk ederek belli bir müçtehide bağlanma mecburiyetinde hissetmiş, müçtehitlerin re’y ve içtihatlarını vahiy gibi bağlayıcı telakki ederek taklit zihniyetine teslim olunmuştur. Daha önceki dönemlerde seyahatler yoluyla fakihler arasında kurulan bağlar ve ilişkiler bu devirde zayıflamış, her mezhep fıkıhçısı kendi kabuğuna çekilmiştir. Müçtehitlerin ve talebelerinin fakih yetiştiren kitaplarının okunması terk edilmiş, onların yerine hazır hüküm ve bilgileri delilsiz, tahlilsiz ve tartışmasız nakleden kitaplar okunur olmuştur.

Son Dönem (Kanunlaştırma Hareketi): Mecelle’den günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır. Bu dönemde fıkıh araştırma ve uygulamalarında önemli gelişmeler kaydedilmiştir.  Kanunlaştırma hareketi başlamıştır. Döneme ismini veren Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye kanunlaştırma hareketinin ilk önemli adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girilmiştir.

DEĞERLENDİRME

İslamî ilimleri tek başına oluşmuş disiplinler gibi telakki etmek tarihi yanlış okumak demektir. Zira bu ilimler eş zamanlı olarak birbirlerini tamamlayıcı ve destekleyici bir şekilde hem toplumun ihtiyaçlarına binaen hem de toplumun yapısını yansıtan ilimlerdir.

KAYNAKÇA

İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yay, 3. Baskı, Ankara 2005.

Talat Koçyiğit Hadis Tarihi,  Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1977

Hayreddin Karaman, “Fıkıh”, DİA , XIII, ss. 22-27 


0 Yorum - Yorum Yaz

Tarih Usül Mütalaası    15.06.2021

Mehmet Akif ÖZDEMİR
20922777
 
Tefsir, fıkıh ve hadis tarihinin başlangıcı Rasulullah hayatta iken nuzûl süreciyle başlar ve günümüze kadar devam eder. Bu disiplinlerin üçü de öğretmen-talebe ilişkisi ile ilk dönemden günümüze kadar gelişerek gelmiştir. Üç ilim de ilk dönemlerde şifahi ve rivayet yoluyla intikal ederken, kendi tedvin dönemlerinde yazıya geçirilmiştir.
Şifahi olmasının büyük önemi vardır. Nitekim yazının dezavantajları da çoktur. 

Bu disiplinlerin hepsi de İslâm’ın ana kaynağı olan Kurân’a ve ilk muhtaplarıyla (Rasul ve Ashab) arasındaki ilişkiye bağlı olarak gelişmiştir. Bununla beraber, zaman ve mekan değiştikçe sonraki nesillerin bu ilimlere yaklaşımı zorunlu olarak değişmiştir.

Kur’an ile Peygamber’in ilişkisi Sahabenin tefsir-hadis-fıkıh anlayışını teşkil etmiştir. Peygamber vefat edince kendilerine öğretmenlik görevi düşen Sahabe, gittikçe genişleyen İslam coğrafyasına muallim olarak tayin edilir ve müfessir-fakîh-muhaddis olarak eğitim verirler.Tabi’ûn neslini yetiştirdikten sonra, onlar da Tebe-i Tâbi’ûn kuşağını eğitmiştir. Dolayısıyla sonraki nesillerin metodolojisi Kur’an-Peygamber-Sahabe ilişkisini esas alarak geliştirilmiştir.

Hadis Tarihi
Hadis, Sünnet’in rivayet yoluyla naklidir. Sünnet ise kavlî, fiilî ve ikrarî olarak Peygamber’in İslâm hakkında bütün davranışlarını kapsamaktadır. Onun kavli, fiili ve ikrarı ise belirleyicidir. 

‘Onun hayatı Kuran’ olması bakımından, onun yolu/hayatı/sünneti, hem tefsire hem de fıkıha temel teşkil etmektedir. Hadisler de onun sünnetinin nakli olması bakımından, hem tefsiri hem de fıkhı içermektedir. 

Kendisine ulaşamayanlar olacağını bilmesi hasebiyle kendisinin yerini alacak iki şey bırakıyordu:
Kuran ve Sünnet. İlki sadırlarda ve satırlarda nakledilirken diğeri için de ‘Burada bulunanlar sözlerimi bulunmayanlara nakletsin’ şeklinde şifahi olarak nakledilmesine teşvik etmişti. Nitekim yazılsa da şifahi naklediliyordu. Buradan anlaşılıyor ki ilk dönemde yazılanlar nakil değil ezber içindi.

‘Benden Kur’an’dan başka hiçbir şey yazmayınız. Şayet Kur’an’dan başka bir şey yazmış kimse varsa onu imha etsin. Ancak, benden rivayet edebilirsiniz, bunda hiçbir sakınca yoktur. Bir de her kim bana bile bile bana isnad ederek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın.’

Bazılarına ise yazma izni verdiği de bilinmektedir. Belli ki bu yasak, Peygamber sözünün Allah kelamı ile karıştırılması endişesine dayanıyordu. Nitekim bu ortadan kalktıktan sonra zaman içerisinde hadisler (Sünnetin şifahi nakilleri) yazıya geçirilmiştir.

Ancak fitne olayları patlak verdikten sonra (h.35) bazı siyâsî ve itikâdi (havaric, rafiziyye) grupların kendi görüşlerine meşruiyyet kazandırmak için hadis uydurdukları görülünce tedbir olarak ‘isnad’ sistemi kullanılmaya başlamıştır. Burada hadisler artık bir usûlü iltizam etmeye başlamıştı. Cerh ve ta’dil ilminin hicri birinci asrın sonlarından yaygınlık kazandığını ise tabiun alimlerinden İsmail b. Uleyye (ö. 93/712) tarafından dillendirilmesi desteklemektedir.

Tefsir Tarihi

Gerek itikâdî, gerekse amelî ayetlerin tefsirini –mübeyyin göreviyle- Peygamber (s.a.v) verir, bazen ise ayân beyân olan nüzûl ortamı ayetin tefsiri olurdu. 

Bu açıdan sahabe, nüzul ortamını müşahede ettikleri için ayetlerin tefsirini (yani murâdullahını) en iyi bilenler, dolayısıyla müfessir idiler. 

Sahabe tefsir birikimini Tabi’ûn nesline (genelde şifahi) tefsir rivayetleri olarak teslim etmiştir. Bu dönemde ‘tefsir’: Ayetler ve iniş sebepleri arasındaki münasbeti bilmek/müşahede etmiş olmaktan ibaret idi. Dolayısıyla Sahabe’den öylece naklederler, kendileri tevil etmezlerdi. Aynı şekilde Tebe-i Tabi’ûn da tefsiri nakiller yoluyla yapmış aynı zamanda kitaplaştırmıştır.

Rivayet
Kuran’ı Kuran’la, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiûn sözleriyle açıklama şekline rivayet tefsiri denir. Bidayette rivayet etmek suretiyle başlayan bu tefsir metodu, Hz. Peygamber’den sahabeye, onlardan da tabiuna intikal etmiştir. Hicri ikinci asrın ortalarında başlayan ‘tedvin’ devri ile bu rivayetler eserlerde toplanmıştır. Aslen muhaddis olan kişiler ilk örnekleri hadis mecmualarının kitabu’t-tefsir bölümünde geçmektedir. Sonradan ise bunun üzerine müstakil tefsir eserleri telif edilmiştir (Taberi, Sa’lebi)

Tefsirin hadis ilmiyle olan münasebeti burada önem arzetmektedir. Nitekim tefsir, nüzul tarihi ile ilgili bilgileri veren tarih karakterli bilgilerden yararlanır. Hadis rivayetleri de ayetlerin indiği koşulları öğrenmek için tefsire kaynaklık yapmıştır. Özellikle nasih-mensuh, sebeb-i nuzul ve ayetlerin iniş sırası buradan elde edilmektedir.

Dirayet tefsiri
Arap yarımadasının dışına çıkıldığında hudutların genişlemesiyle yabancı kültürlerle temasa geçinçe Arapça lisanını korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Böylece ‘dirayet tefsiri’ tam anlamıyla başlamıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, rivayet tefsirinde amaç bilginin intikali olsa da, bu eserler müelliflerin dirayeti ve metodundan soyutlanamaması doğaldır. 

Fıkıh Tarihi
İlk dönemde İslam’ın genel hükümleri Kur’an ve Peygamber tarafından belirlendi. Yani nüzûl döneminde sorular (yes’elûneke) veya ihtilaflar doğrudan kendisine arz ediliyor, vahyedilen Kur’an’la veya Peygamber’in hüküm koymasıyla sabit oluyordu. Hükümleri öğrenen sahabesine aynı zamanda istinbat metodunu öğretiyordu. Nitekim Muaz’a (r.a.) Kuran, Sünnet ve ictihad metodunu vermişti.

Vahyin sona ermesi ve Peygamber’in (a.s) vefatı ile yargı artık en ehil olan kişilere geçmişti. Teşrî tarihi sürecini ve Peygamber’in sünnetini müşahede eden Sahabe istinbat etmek için Kur’an’a, Sünnete, ictihada başvuruyorlardı. Sonraki dönemde ise fütuhat ve İslam coğrafyasının genişlemesi ile önceden mevcut olmayan yeni durumlarla karşılaşıldı. Arap dili zayıflamaya başladı. Yeni bir olay gördükleri zaman, benzeri bir olayı Kur’an/Sünnetten bulup onun hükmünü diğerine hüküm çıkarırlardı. Kıyas edecek bir hüküm bulamayınca İslam’ın gözettiği maslahatı göz önünde bulundurarak hüküm verirlerdi. Eğitimden geçen Tabi’un nesli de böyle devam ettirdi. Ancak şartların gerektirmesiyle önü açılan ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hükük vermeye karşı tedbir alınması gerekliydi. Müctehid imamlar bu ilmi açıktan açığa bir metodolojiye göre yapmaya başladılar. Fıkıh ilminin kurallarını ilk kez müstakil bir eser halinde telif eden Muhammed b. İdris eş-Şafii’dir (h. 204). Fıkhın tedvin dönemi ise böylece başlamıştır. Bu bağlamda Şafii metoduna ‘mütekellimîn’ , Hanefilerin metoduna ise ‘hanefiyye’ denilmiştir.

Görüldüğü gibi sonraki dönemler fıkıh açısından Kur’an ve hadis birer kaynak teşkil etmektedir. Nitekim İlk muhatapların derin anlayış ve ince kavrayışını öğrenmek için bu iki kaynak zorunludur. Kuran’In öğrettiği değerlerin günümüze taşınması, tefsirin ortaya çıkardığı bu anlamların yorumlanması açısından fıkıh anlama faaliyetini kaldığı yerden devam ettirmiştir. İslam kültürünün bireysel ve kurumsal çerçevede işletilmesi için ahlak hukuk, siyaset vb alanlara dair temel Kur’ânî içerik ve değerlerin değişik zamanlara daha disiplinli bir şekilde taşınması ihiyacı söz konusuydu.

Kaynakça:
Ahmet Yücel, Hadis Tarihi
Tefsir usulu, İsmail Cerrahoğlu
İlitam Tefsir ilmi
Zekiyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları

0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi