Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

Mehmet Emin Kurt 19922730    31.10.2019

 

Mehmet Emin Kurt 19922730 Tefsir Doktora 1. sınıf  

TEFSİR, HADİS, FIKIH TARİHİ MÜTALAASI

            Tefsir Tarihi

            Kur’ân-ı Kerîm, Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’e vahyedilmiş, mushaflarda yazılmış, tevatürle aktarılmış, okunması ibadet olan, kendine has özellikleri içeren Allah sözüdür. Kur’ân, Arap şiir ve belagat üstatlarını hayrette bırakmıştır. Arap dilini bilen herkesi lafız yönünden veya anlam yönünden hayran bırakmıştır. Müslüman olmayanların Kur’ân’a hayranlıklarının örnekleri çoktur. Mesela Talhâ en-Nemerî, Müseyleme ile konuştuktan sonra “Andolsun sen yalancısın, Muhammed ise doğrudur. Fakat Rabia kabilesinin yalancısı, bana Mudar’ın doğrusundan daha sevimlidir.” demiştir.

            Tefsir, anlamında kapalılık olan bir sözden murat edilen şeyi keşfetmektir. Te’vil ise âyetin muhtemel anlamlarından birini seçmektir. Tercüme de bir sözün anlamını, diğer bir dilde onun dengi bir anlatımla aynen ifade etmektir. Nazım ve tertibinde aslına benzemesi gözetilen tercümeye lâfzî tercüme; nazım ve tertibinde aslına benzeme amacı güdülmeyen, metindeki anlam ve gayelerin ifade edilmesinin amaçlandığı tercüme ise tefsirî tercüme denir. Câhız (ö. 255/869) “Tercüman, bir filozofun sözlerini, tam anlamı, gerçek metodu ve diğer incelikleriyle hiçbir zaman nakledemez.” demiştir. Yine Hindistan’lı şair Rabindranat Tagore, doğrudan İngilizce yazdığı kitaplar dışında Hintçe kitaplarını İngilizce’ye çevirmemiş, “Hintçe yazdığım eserler, kendi fikirlerimi içerse de onları İngilizce’ye tercüme etmekten âcizim. Çünkü İngiliz dili, Hintçe için elverişli değildir.” demiştir. Kur’ân’ın da tam bir tercümesi yapılamayacağı için aslına yakın bir şekilde, biraz eksiğiyle ifade etmeye tercüme denmekten kaçınılmış ve meal denmiştir.

            Kur’ân âyetlerinin bir kısmı herkesin anlayabileceği bir şekilde muhkem, bir kısmı da anlayamayacağı şekilde müteşâbih idi. Müteşâbihin de bir kısmının manası bilinebilir, bir kısmını bilmeye imkân yoktur. Müteşâbih âyetlerin varlığının hikmeti insan aklının dondurulmaması, geniş bir fikir hürriyeti verilmesidir. Böylece Müslümanlar düşünmeye sevkedilmiştir.

            Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanında Kur’ân tefsirinin iki önemli kaynağı Kur’ân ve Hz. Muhammed’in kendisidir. Kur’ân’da bazen bir mesele bir yerde mücmel veya mübhem olarak ifade edilir, diğer yerde daha geniş ve açık ifade edilir. Bu Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiridir. Hz. Peygamber’e gelince mutlak olarak Kur’ân’ı en iyi bilen kişidir. Kur’ân onu tebliğ ve tebyinle görevlendirmiştir. Sünnet hem Kur’ân’daki mücmeli beyan eder, namaz vakitleri, zekat miktarı, hac menasiki vb... hem de Kur’ân’da olmayan bir hüküm getirir. Mesela Allah iki kardeşi aynı anda nikâhlamayı yasaklar, Hz. Peygamber’in hadisi ile de hala ve teyzeyi aynı anda nikâh altında tutmak yasaklanır. Peygamber’in tefsirine örnekler: Fâtiha Sûresi’nde “el-Mağdûbi aleyhim” Yahudiler, “ed-Dâllîn” Hıristiyanlar olduğunu Peygamberimiz açıklamıştır. “İmanlarına zulüm karıştırmazlar.” (En’âm:82) âyeti hakkında sorulan soru üzerine Allah Elçisi zulmün şirk olduğu açıklamasını yapmıştır. Kur’ân’ın ilk muhatapları, onun niyet ve maksadını anlayabiliyordu. Onlar derin kelâmî konularda da düşünmeye gerek duymuyorlardı. Allah Elçisi’nin gerekli bulduğu tefsir, soruya cevap vermesi, gerekli yerde kendi sorup cevap vermesi ya da hiç sormadan açıklaması şeklindeydi. Programlı bir ders faaliyeti yoktu. Tefsirlerinde sonraki tefsirlerdeki teferruat yoktu. Ve Hz. Muhammed, Kur’ân’ın hepsini değil gerektiği kadar açıkladı.

            Sahabe devrinde tefsirin kaynakları Kur’ân, Hz. Peygamber, eğer iki kaynakta bulamazlarsa içtihat ve rey, sahabe devrinin sonu ve tâbiûn devrinde diğer ilâhî kitaplar ve Ehl-i Kitâb’a müracaat. Eğer inançlarıyla uyuşuyor ise kabul ediyorlardı, ancak bu kaynağın sahası çok dardı. Sahabenin tefsirdeki değeri hem sarsılmaz imanlarından hem de nüzul sürecini görmelerinden gelir. Onlar âyetlerin maksatlarını anlayabiliyordu. İhtilaf azdı ve tefsirde değil hükümdeydi. Tefsirde şöhret kazanan sahabiler: Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbâs, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. ez-Zübeyr Hz. Âişe, Enes b. Mâlik...

            Fütuhattan sonra muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmi hareketlere başlamış ve onrardan ekseriya Arap olmayanlar ilim almıştı. İşte bunlar tâbiûndur ki onların çoğu mevali idi. Sahabe devrinde de rey ile tefsir vardı ama tâbiûn devrinde kendi reyiyle tefsir etme hareketi daha açık görüldü. Sahabe devrinde İslam’a girmeye başlayan İsrailiyat, tâbiûn ve sonraki dönemlerde Ehl-i Kitâb’dan İslam’a girenlerle geniş boyutlara ulaşmıştır. Yine tâbiûn, kitap ehlinden sahabeden daha çok aldı. İsrailiyatta rolleri olan bazı tâbiiler: Abdullah b. Selâm, Ka’bu’l-Ahbâr, Vehb b. Münebbih, Abdulmelîk b. Cüreyc. Cerh ve tadil ilmi geliştikçe İsrailiyat da azalmıştır.

            Hz. Peygamber ve sahabeden gelen tefsir Kur’ân’ın tüm âyetlerini içermez. Onlar kendilerinin veya muhataplarının anlayışına zor gelen konuları almışlardı. O devirden uzaklaştıkça zorluklar da çoğalmıştır. Müşkiller çoğaldıkça tefsir de genişlemiştir. Bu dönemde çeşitli ilim medreseleri kuruldu. Bu medreselerin öğretmenleri sahabe, öğrencileri tâbiûndur. Mekke Medresesi’nin kurucusu Abdullah b. Abbâs, öğrencileri Saîd b. Cübeyr, Mücâhid, İkrime, Atâ b. Ebî Rabah, Tâvûs b. Keysan... İbn Abbâs, öğrencilerine Kur’ân’ı tefsir eder, anlam yönünden müşkil kısımları açıklardı. Medine Medresesi’nin başında Ubey b. Ka’b vardı. Öğrencileri Ebu’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Ka’b el-Kurezî, Zeyd b. Eslem... Irak Medresesi’nin ilk üstadı Abdullah b. Mes’ûd idi. Hz. Ömer’in emriyle Kûfe’ye muallim gönderilmişti. İbn Mes’ûd, şer’î bir delil olmayan konuda rey ve kıyasla hüküm verme esasını getirmiştir. Bu medresenin tefsirde şöhret kazanan şahsiyetlere örnekler: Alkame b. Kays, Mesrûk b. el-Ecda, el-Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Âmir eş-Şa’bî, el-Hasen el-Basrî, Katâde b. Diâme...

            Sahabe devrinde Kur’ânın bütünün tefsiri yapılmadı, gereken yerde yapıldı, tâbiûn devrinde ise tüm âyetler tefsir kapsamına girdi. Sahabe devrinde ihtilaf çok değildi, tâbiûn devrinde ise çoğaldı. Sahabe, âyetler için icmali bilgilerle yetindi, tâbiiler devrinde ise her âyete, her kelimeye tefsirler yapılmaya başlandı. Sahabe devrinde mezhep ihtilafları hemen hemen hiç yoktu, tâbiiler devrinde ise mezhebî ihtilaflar çoğalmıştır. Sahabe döneminde tefsir tedvin edilmemiş, bu dönemden sonra tedvin başlamıştır. İlk devirde tefsir hadis ilmi içerisinde mütalaa edilmiş, daha sonra tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılsa da müstakil kitaplar da yazıldı. İlk devirde kitap ehline müracaat azdı, sonra arttı. Carra da Vaux, tefsirin hadisin bir dalı olduğunu söylemiştir. Ancak tefsir sadece rivayet düzleminde kalmamış, dirayet de önemli rol oynamıştır. Bu nedenle tefsire hadisin bir dalı olarak bakamayız, ancak doğuşu bakımından hadisin bir şubesi olabilir.

            Kur’ân’ı bir bütün olarak baştan sona ilk tefsir eden, şu anda elimizdeki delillere göre Mukâtil b. Süleymân’dır. (150)  İlk tefsirlerden çoğu kaybolmuş, bize kadar ulaşamamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin (310) tefsiri, bu eski tefsirleri koruyan tefsirler koleksiyonu sayılır. İlk tefsirlerden bazıları: Ali b. Ebî Talha’nın tefsir sahifesi, Mukâtil’in tefsiri, Süfyân es-Sevrî’nin tefsiri.

            Lugatçılar ve nahivciler, Kur’ân tefsirinde kelimelerin irap ve anlam bakımından güçlüklerini gidermeye, garib kelimelerin nahvî meselelerini cevaplandırmaya çalışmışlardır. Arap şiirine, garib kelimeleri içeren cümle, hikâye ve hadislere başvuruyorlardı. el-Ferrâ, Meâni’l-Kur’ân; Ebû Ubeyde, Mecâzu’l-Kur’ân; İbn Kuteybe, Te’vîlu Muşkili’l-Kur’ân dil tefsirlerinin örneklerdir. Fırka tefsirleri gittikleri yolun doğruluğunu göstermek için mezhebine uygun gelen âyetleri alıyor, uygun olmayanı ise tevil ediyordu. Bu müfessirler anlayışta tam bir istiklale sahip değillerdi. Tasavvufî (sûfî) tefsirler nazarî ve işârî olmak üzere ikiye ayrılır. Nazarî sûfî müfessirler Kur’ân’ı kendi anlayışlarına, görüşlerine uygun anlamlandırmışlardır. Muhyiddin İbnu’l-Arabî’de bunun örnekleri vardır. İşârî sûfî tefsir ise zahir anlamıyla bağdaştırılabilen, sülûk erbabının bilebileceği bir takım anlamlara, işaretlere göre Kur’ân’ın tefsir edilmesidir. et-Tüsterî (283), Ebû Abdirrahman es-Sülemî (412), Ebû Muhammed el-Kuşeyrî (465) İsmail Hakkı Bursavî tasavvufî tefsir yazanlardandır. Bâtınî mananın makbul olma şartları Kur’ân’ın zahirine aykırı olmaması, bu manaya şer’î ve akli muarızın bulunmaması, bu mananın tek mana oluşunun ileri sürülmemesidir. Felsefi tefsirlerde bazen din ve akla uyan felsefi görüşlerle Kur’ân açıklanmaya çalışılır, Fahruddîn er-Râzî tefsiri gibi... Bazen de felsefî düşünce esas alınarak Kur’ân açıklanır, İhvanu’s-Safâ, Farabî, İbn Sina’da olduğu gibi... Fıhkî tefsirler Kur’ân’ı amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konuyla alakalı âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan, bu hükümlerin nasıl uygulanacağını göstermeyi amaçlayan bir tefsir koludur. Ahkâm âyetlerinin sayısı hakkında tam bir birlik yoktur. 500 ile 1000 arasında değişmektedir. 500 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Mukâtil b. Süleymân, Yahyâ b. Âdem el-Emevî, eş-Şâfiî, Dâvûd ez-Zâhirî, et-Tahâvî, el-Cessâs, Ebû Bekr İbnu’l-Arabî, el-Kurtubî, es-Suyûtî, Muhammed Ali es-Sâbunî Ahkâmu’l-Kur’ân yazan âlimlerdendir.

            Tefsir rivayet yoluyla geldiği gibi rey ve içtihatla da yapılabilmektedir. Dirayet tefsiri içinde rivayet olabileceği gibi, aksi de mümkündür. Rivayet tefsiri Kur’ân’ın Kur’ân, sünnet ile tefsirini ve sahabe beyanlarını içerir. Tâbiilerin sözlerini ulemanın bazısı rivayet tefsirine almış bazısı almamıştır. Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Ebu’l-Leys es-Semerkandî, es-Sa’lebî, el-Begavî, İbn Atiyye, İbn Kesir, es-Suyûtî rivayet tefsiri yazanlardandır. Dirayet tefsiri sadece rivayetlerle sınırlı kalmayıp, dil edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirdir. Bu tefsir çeşidi bir zarurete, maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. Kur’ân’ı memduh reyle tefsir edenler Kur’ân’dan manalar talep ediyor, onda bulamazlarsa sünnet ve sahabeye müracaat ediyor, onlarda da bulamazlarsa dil, ilmi bilgiler ve reye dayanarak açıklıyorlardı. En meşhur dirayet tefsirlerinden bazıları: Fahruddîn er-Râzî, Kâdî el-Beydâvî, en-Nesefî, el-Hatîb eş-Şirbinî, Ebu’s-Su’ûd, el-Âlûsî tefsirleri...

            Günümüzdeki tefsir hareketleri genelde dirayet ve akli tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. İlhâdî tefsirler, İslam’ı yıkma amacıyla yazılan eserlerdir. Mezhebî tefsirler Kur’ân’ı kendilerini savunacak şekilde tefsir ve tevil etmişlerdir. İsmâîlîler, Bâbîler-Bahâiler, Ahmedîler-Kâdiyânîler yakın dönemde ortaya çıkan mezheplerdir. İlmî tefsir Kur’ân’daki ilmî ıstılahları açıklamaya, onlardan çeşitli ilimleri ve felsefî görüşleri çıkarmaya çalışır. İslam’ın ilk devirlerinden beri savunanları olan bu tefsir türü, günümüzde de çok kabul edilir. Muhammed b. Ahmed el-İskenderânî (1888), el-Kevâkibî (1902), Gazi Ahmet Muhtar Paşa (1918), Mustafa Sâdık er-Râfiî (1937), Abdülaziz İsmail (1942), Tantâvî el-Cevherî (1940)... ilmî tefsir yapan âlimlerdendir. Ebû Mûsâ eş-Şâtıbî (790), Reşid Rıza, Muhammed Mustafa el-Merâğî ve Zehebî bu tefsir türünü kabul etmeyenlerdendir. İçtimâi-Edebî tefsirler, tefsiri durgunluktan kurtarmayı, Kur’ân’ın hidayetinden insanları faydalandırmayı amaçlar. Bu tefsir türünü benimseyenler, mezheplerin görüşlerinden uzak bir bakışla bakarak, Kur’ân’ı mezhepler için bir vasıta kılmamayı amaçladılar. Günümüzdeki tefsirlerin çoğunun meylettiği bu tefsir türünün savunanları, âyetleri çok tevil etmekle, sahih kabul edilen hadislere tenkitçi yaklaşımları nedeniyle eleştirilmişlerdir. Bu yeni tefsir şeklinin önderi Muhammed Abduh’tur. (1905) Muhammed Reşid Rıza (1935), Muhammed Mustafa el-Merâğî, Abdullah Draz, Mahmud Şeltut... gibi zatlar da bu tefsir türünü kullanmışlardır.

 

            Hadis Tarihi

            Hadis Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir. Sünnetle aynı anlamdadır. İslam teşriinde sünnet Kur’ân’dan sonra ilk kaynaktır. Hz. Peygamber’in dinî meselelerdeki içtihatları çok defa ilâhî ilhamın sonucudur. Kendi içtihatlarıyla verdiği hükümler de vahiyle ya teyit, ya tashih edilmiştir. Bu itibarla ilham-ı ilâhîden sadır olan içtihad-ı nebevî ile ilham-ı ilâhîden sadır olmayan içtihad-ı nebevi arasında ayrım yapmaya mahal yoktur.

            Allah Elçisi sağ iken hadis, sahabe arasında dolaşmış, müzakere ve münakaşa edilmiştir. Hadislerin koruyucuları sahabedir. Hz. Peygamber, Kur’ân’la karıştırılması ihtimaliyle hadislerin yazılmasını evvela yasaklamıştı. Son zamanlarda bu tehlike geçince izin vermiştir. İlk yazılı hadisler: Hz. Muhammed’in diplomatik mektupları, insanlara dinî hükümleri öğretmek için gönderilen sadakat hadisleri, hadis sahifeleri (Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Hureyre...). Bu hadis vesikaları, hadis tedvinin başladığı h. 1. yy. sonu ve 2. yy. başından itibaren yazılanlara nispetle çok azdır. Ve hadis yazanlar giderek çoğalmıştır.

            Sahabî, Hz. Muhammed ile mümin olarak görüşen ve Müslüman olarak ölen kişiye denir. Hz. Peygamber’i kısa bir süre görenler de sahabîdir. Bu şerefe nail olmuşlardır. Ancak onu görenler arasında önce Müslüman olanlar ve bütün ömürlerini onun yanında geçirenler, onunla savaşlara katılanlar, onunla çalışanlar vardır. Bütün bunlarda derece farkı vardır. Tabakat yazarlarının, adlarını verebildikleri sahabî sayısı 10 bini geçmez. Toplam sahabî hakkında ise kesin bir sayı veremiyoruz, ancak farklı farklı verilen sayılardan 100 bin sahabînin yaşadığını kabul edebiliriz. Sahabe, Allah ve Elçisi tarafından övülmüştür. İslam ülkelerinin genişlemesi sebebiyle sahabenin yayılması ve Medine, Mekke, Kufe, Basra, Şam, Mısır gibi ilim merkezlerinde sahabe döneminde hadisler yayılmıştır. Sahabe döneminde ahkâm ile ilgili ihtilaflar çıktı. Bu ihtilafların sebepleri ahkâm âyetleri ve hadislerinde birden fazla anlam ihtimalin oluşu, teşrîye konu olan ihtiyaçların çeşitli oluşu, hadislerin henüz tedvin edilememesidir. Örn. Mısır’daki bir sahabî, bir konuda hadis ile hüküm verirken, Irak’taki bir sahabî, o hadisi bilmediği için aynı konuyu içtihadıyla çözüyordu. Böylece farklı hükümler ortaya çıkıyordu.

            Mevzu hadis Peygamberimize ait olmayıp ona aitmiş gibi gösterilen söze denir. Hadis uydurma faaliyetlerinin Şia’yla başladığı söylenebilir. Hz. Ali’nin hilafetinin vasiyetine dair birçok hadis uydurulmuştur. Aslen Yahudi olan Abdullah b. Sebe, bu fikirlerin yayılmasında önemli rol oynamıştır. Şia ve Haricilerin hilafet konusunda Emevilerle mücadeleleri, Emevilerin ırkçı politikalarından bezen gayri Arap Müslümanların düşmanlığı ile Emevi idaresi yüz yıl sürmeden hayat sahnesinden silinmiş, bu devletin çöküntüsü üzerine Abbasi Devleti kurulmuştur. İlk Abbasiler devri istikrarlı olmakla beraber mevalinin İslam’a aykırı eski inanç ve davranışlarına engel olamadılar. Daha ziyade Mecusilere zındık tabiri kullanılmıştır. Zındıklar, Emevi idaresinin sonlarında ortaya çıkmış, faaliyetlerini Abbasi döneminde yaygınlaştırmışlardır. Aynı dönemde buna benzer yanlış itikatlı başka gruplar da çıkmıştır. Cebriyye, Kaderiyye, Murcie ve Mutezile gibi itikadî mezhepler de vardır.

            H. 1. asrın ikinci yarısında hadis vaz’ı genelde Şia’nın hilafetin Hz. Ali ve oğullarının hakkı olduğu görüşünü teyit etmek için yapıldı. Emevi taraftarları da buna karşı boş durmamış, Muaviye’yi öven hadisler uydurmuşlardır. Daha sonra Abbasi taraftarları Abbas b. Abdilmuttalib’in Peygamber’in varisi olduğuna dair hadisler uydurdular. Onlara karşı da Abbas oğullarını kötüleyen hadisler uydurulmuştur. Görüldüğü gibi siyasi ihtilaflar hadis uydurmada önemli bir etkendir. İtikadî ihtilaflar da hadsi vaz’ına sebep olmuştur. Murcie, imanın artması ve eksilmesinin olmayacağına dair hadisler uydurmuş, Murcie’ye ve Kaderiye’ye karşı onları kötüleyen hadisler uydurulmuştur. Gerçek hadisçiler vaz’ına karşı çıkmışlardır. Hadis vaz’ını, kendilerinden farklı mezheplerin zararından daha tehlikeli gördükleri için fikirlerini desteklese de uydurma hadisleri şiddetle tenkit etmişlerdir. Kur’ân’ın mahlûk olduğunu savunanın kâfir olacağına dair uydurma hadis gibi... Hadis vaz’ı, kendi mezhepçilik ve ırkçılık için yapıldığı gibi İslam düşmanları tarafından da yapılmıştır. Yine insanları etkilemek isteyen kıssacılar, vaizlerce ve Müslümanları hayra yöneltmek, şerden uzaklaştırmak için ibadetler ve çeşitli konularda hadis uydurulmuştur.

            Hadis uydurmalarının artması ve hadisleri korumadaki beşeri zaafiyetler, cerh ve tadili başlatmıştır. Bu hareketin amacı, Hz. Muhammed’in ağzından çıkmış olan gerçek sözleri tespit etmektir. Ayrıca h. 110’da vefat eden ve tâbiûndan olan Muhammed b. Sîrîn, ilk zamanlarda isnadın sorulmadığını, fitne zuhur edince kimden rivayet ettiği sorusu sorulmaya başlamıştır. Bazı şeyler vardır ki yalnızca akılla bilinir. Mesela bir, ikinin yarısıdır. Bazı şeyler duyularla bilinir. Sözü işitmek gibi... Bazen görmeyen, işitmeyen kişi, gören ve işiten kişinin haber vermesiyle bilir. Haberin doğruluğu, haber verenlerin çokluğuyla veya başka delille bilinir. Hadisler haberdir. Hadislerin İslam dininde kaynak olduğunun bir delili de fikirlerini savunmak için hadis uyduranların bu kadar çok oluşudur. Hadislere hiç ihtiyaç olmadığını söyleyenler çıktığı gibi, sadece Kur’ân’da olanı söylüyorsa veya herkesçe biliniyorsa kabul edenler olmuştur. Bu şekilde hadisleri kısmen veya tamamen reddedenler olmuştur.

            Hz. Peygamber zamanında hadis tedvini olmamış, çok az hadisler yazılmıştır. Tedvin, çeşitli sahabîler tarafından hem yazılmış sahifelerin bir araya getirilmesi, hem de rivayet edilen hadislerin yazıp toplanmasıdır. Tasnif de kitaptaki sınıflandırmaya denir. Hadis tedvininin başlangıcı da h. 1. yy. sonu ile 2. yy. başlarıdır. Çünkü bazı haberlerde ilk müdevvinin İbn Şihâb ez-Zuhrî (50-124) olduğu geçer. Buradan hadis tedvininin başlangıç tarihlerini anlıyoruz. Asıl hadis eserlerinin ortaya çıkışı da 2. asrın ilk yarısından sonraki devreye rastlar. Hadisler bu dönemde ya konularına göre, ya da ravîlerine göre sınıflandırılmışlardır. 2. yüzyılda tasnif edilen hadis eserleri siyer ve meğazî kitapları; fıkıh baplarına göre tasnif edilmiş sunenler; sunenlerden çok daha çeşitli konularda hadisleri de içeren câmi’ler; fıkıh ahkâmıyla ilgili hadislerin sınıflandırıldığı musannaflar; belirli bir konuyla tahsis edilen kitaplar şeklinde beş gruba ayrılabilir.

            Tasnifin altın çağı h. 3. yy. Kutub-i Sitte devridir. 1. yüzyılda Müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasi ihtilaflar giderek itikada dönüşmüş, tartışmalar zamanla mürcie, mutezile, kaderiyye, cebriyye gibi çeşitli akaid mezheplerinin çıkmasına yol açmıştır. Akaidle ilgili sistemli münakaşalar ilk defa Mutezile tarafından başlatılmıştır. Mutezile ile ehl-i sunnet arasında kulların fiilleri, Allah’ın sıfatları, halku’l-Kur’ân gibi meselelerde ihtilaflar vardır. Hadisçileri hiçbir kayda tabi olmadan itham edenler olmuştur. Yine Abbasiler devrinde Mutezile olmayanlara mihne olayları olmuş, Mutezilî fikirler dayatılmıştır. İşte h. 3. yy. Mutezile ve benzeri mezheplerin, kelam ilminin ortaya çıkışı ile hadisçilerin mücadeleleri ile hadis tasnifi altın çağına ulaşmıştır. Kutub-i Sitte ortaya çıkmış, hadis ve sünnet müdafaa edilmiştir. Bu dönemde musned adıyla konulara göre değil de ravilere göre tasnif edilmiş hadis kitapları da ortaya çıkmıştır. Buhârî ve Muslim el-Câmiu’s-Sahîh; Nesâî, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve İbn Mâce Sunen; Ahmed b. Hanbel de Musned yazmıştır. Buhârî ve Muslim’in şöhret kazanması üzere bazı musannifler de bu iki kitabı asıl kabul ederek onların çerçevesi içinde yeni eserler tasnif etmeye başlamışlar, böylece istihrâclar ortaya çıkmıştır. İstihrâc, bir hadis imamının, kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadisin bir başka isnadını arayıp bulmak ve hadisi o isnadla mustahrec adındaki kitapta nakletmektir.

 

            Fıkıh Tarihi

            Hukuk “hak” kelimesinin çoğuludur. Hak, bir anlamda kaide, diğer bir anlamda salahiyet, iktidar ve bir anlamıyla da sosyal bilimlerden bir bilimi ifade eder. Hukuk mefhumu, cemiyette nizam tesis eden ve müeyyidesini amme vicdanının reaksiyonunda ve bu reaksiyona tercüman olan devletin maddî icbar kuvvetinde bulan kaideler bütünüdür.

            Fıkıh sözlükte anlamak, kavramaktır. Terim olarak Ebû Hanîfe “Kişinin leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir.” şeklinde, İmam Şâfiî de “Dinin ameli hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından alarak elde edilen bilgidir.” şeklinde tarif etmiştir. Fıkhın içine ibadat, muamelât ve ukâbât girer. Böylece hem günümüzdeki anlamıyla hukuk, hem de ibadetler fıkhın içindedir. Fıkıhsız ümmet, hayatını sürdüremez. Fıkıh, Allah ile kul arasındaki ilişkiyi düzenlemekle işe başlar. İbadetler, abdest, temizlik, aile hayatı, sosyal ilişkiler, toplum düzeni için gerekenler, örf, maslahat, dünya-ahiret hayatı vb... her alanda düzenlemeler getirmiş, insanların tüm ihtiyaçlarına cevap vermiştir.

            İslam’ın doğuşu sıralarında İran hukukunda ahali dört sınıfa ayrılmıştı: kahinler, asiller, çiftçiler ve zanaatkarlar. Bir sınıftan diğerine geçilebilirdi. Roma hukuku, devletle alakalı hukuk ve fertlerle alakalı hukuk olarak ayrılır. Umumi ve hususi ikiliği, hukuk taksiminde günümüze kadar gelmiştir. Roma hukuku, sadece Romalı vatandaşlara uygulanır, diğer milletler medeni kabul edilmez, hukuk dışı kabul edilir. Kendi örflerine göre düzenlenirler ve buna kavimler hukuku denir. Almanya, Fransa, İtalya, İsviçre ve Türkiye gibi ülkelerde hususi hukuk kaidelerin mühim bir kısmının kaynağı Roma hukukudur. 1940’a kadar Yunanistan’da Roma hukuku uygulanıyordu. Günümüzde hiçbir ülkede doğrudan uygulanmıyor. İsrail hukuku ve cahiliye devri Arap hukuku da vardı. Cahiliye Arap hukuku her zaman yazılı, düzenlenmiş kanunlara dayanmaz. Bazen örf, âdet ve gelenekler kanunların yerini alır. Evlilik hukukunda erkeğin çok hakları olup, kadınlar pek çok haktan mahrumdu. Mirasta hem kan hısımlığı, hem anlaşma hısımlığı söz konusuydu. Kısasta kan davası vardı. İslam Hukuku, diğer hukuk sistemleri ile karşılaştırıldığında orijinal olduğu görülür. Bununla birlikte pek çok ülkenin hukukunu etkilemiştir. Vahiy niteliği, onun en belli başlı karakterini oluşturur.

            Hz. Peygamber dönemi fıkhında tedric, kolaylık ve nesih vardır. Şeriat vazeden Allah’tır. Allah’ın hükmü, ya Kitâb’ı, ya Elçi’sinin sünneti, ya da bunlar üzerine düşünülerek içtihat ile bize intikal eder. Pek çok âlim 500 ahkâm âyetinin olduğunu söylemiştir. Sünnet hem Kur’ân’ın açıklamaya muhtaç olan âyetlerini açıklar, hem de müstakil hüküm koyar. Kur’ân âyetlerinin ve hadislerin kendi aralarında nesih vardır. Hatta hadislerle âyetlerin neshi de tartışılmıştır. Kitâb ve sünnette fıkıh hükümlerinin ifade şekilleri helaller ve haramlar için “Şu helaldir, şu size haram kılındı, farz kıldık, Allah hükmetti...”; kesin veya teşvik olarak istekler için “Allah emretti, emreder, günah ve kınama yoktur, Allah şundan hoşnut olur...” şeklindedir. İcma, herhangi bir yüzyıldaki müçtehitlerin tümünün bir fıkhî hükümde ittifak etmeleridir. Kıyas, hakkında Kur’ân ve sünnette nass olmayan bir fiil veya nesneye, aynı gerekçe, illet ve özelliği taşıyan aynı hükmü vermeye denir. İstidlal Kur’ân, sünnet, dil kuralları ve kıyas harici hüküm vermeye denir. Mantıkçıların kıyası, istishab (akıl ve hukukun varlık ve devamına delalet ettikleri şeyin var sayılması, delil yoksa hükmün de olmaması), önceki semavi dinlere ait hükümler, karşılaşılan iki delilden kuvvetli olanı tercih olan istihsan, nasslarda bulunamayıp, şeriatın maksadına uygun ise bu metodla hükme varmak olan ıstıslah.

            Allah Elçisi’nin içtihadı, Allah’ın kontrolü altındadır. Ashabın içtihadı da Elçi’ye arz edildikten sonra sünnet hükmüne geçer. Peygamberimiz, fayda ve zararı göz önüne alıp mukayese ederek karara varırdı: “Ümmetime güçlük çıkarmış olmasam, her namaz için misvak kullanmalarını isterdim.”. Peygamberimiz, ashabın Kur’ân ve sünnette bulamadıkları meselelerde görüşlerine göre hareket etmelerini onayladı. Mekke döneminde inanç, düşünce ve ahlak prensiplerine daha çok önem verilmiş, gelen âyetlerin çoğu bu konularla ilgili olmuştur. Ahkâm âyetleri daha çok Medine döneminde inmiştir. Peygamberimiz gelen davalarda bazen açık vahiyle hüküm vermiş, bazen de objektif delillere dayanmıştır. Ayrıca âyette borçların yazılması emredilmiş, o zamanında noterlik müessesesi çıkmıştır. Sahabe de Kur’ân ve sünnette bulamadıkları konularda içtihat yapmışlar, ittifak da ihtilaf da etmişlerdir. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, ihtilafı azaltmak için şura içtihadı yapmışlardır. Hayrettin Karaman’ın kanaatine göre sahabe ilmi olarak iki gruba ayrılabilir. Birinci grup, Kitâb ve sünnette yeterli bilgisi ve bunlarla uygulama yapabilecek olan müçtehitlerdir. İkinci grup da ikiye ayrılır: Birinci grup anlayışı, bilgisi olan, ancak müçtehit olmayan, ikinci grup da iki yönden yetersiz olan gruptur. En çok fetva veren sahabeler: Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mesud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sâbit, Hz. Aişe. Daha sonra Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Ebu Musa, Muaz b. Sad, Ebu Hureyre, Enes, Abdullah b. Amr...

            Sahabe, içtihatlarını kesin addetmemiştir. Bu dönemde nazari içtihat ve teşri başlamamıştır. Sahabe, zamanın, illetlerin değişmesiyle hükümlerin de değişmesini kabul etmiştir. Kitâb ve sünnetin izin verdiği bazı hususları, kötü sonuçların önlenmesi için yasaklamışlardır. Meşru nizamı ve hukuku korumak için bazı nassların zahirini terk edip genelleme yoluna gitmişlerdir. Bazı olayları Hz. Peygamber’in zamanındaki olaylara benzetmişler, bazı hükümleri de hayırlıdır, maslahattır diyerek benimsemişlerdir. Sahabe devrinde ihtilaf sebepleri: Görev ve çeşitli sebeplerle uzakta olan bazı sahabelerin bazı nassları bilmemeleri, hadisi sağlam kaynaktan elde etmemiş olmak, farklı anlama, yanılma veya unutma. Sahâbe fukahasına örnekler: Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân, Hz. Alî, Abdurrahmân b. Avf, Abdullah b. Mes’ûd, Zeyd b. Sâbit, Muâz b. Cebel, Ubey b. Ka’b, Ebû Mûsâ el-Eş’arî... O dönemde peygamberimiz zamanında olmayan meseleler ortaya çıkmış, sahâbe bunlar için içtihat yapmıştır. Ancak yeni meseleler ve hükümleri çok değildir.

            Fıkhın bugünkü anlamda kitaplarının yazılması sahâbe devrinin sonlarında başlamıştır. Bununla birlikte peygamberimiz hayattayken bazı sahâbîlere yazılı talimatlar vermiştir. Emevîler devrinde önce sahabe sonra tâbiûn nesli vardı. Hadis rivayeti de vaz’ı da başlamıştır. Yine dört halife zamanında devlet fıkha uyarken, burada fıkıh devlete uyuyrdu. Yöneticilere ikazların fayda vermediğini gören sahâbe ve tâbiûn, fıkıh hükümlerinin tespitine yönelmiştir. Konulara göre ilk sistematik fıkıh kitapları Emevîler döneminde yazılmıştır: örn. Süleym b. Kays el-Hilâlî (ö. 95), Katâde b. Diâme (ö. 118), Zeyd b. Alî (ö. 122)...

            Abbâsîler, davranış ve hükümde Emevîlerden daha fazla dine dayanma arzusu içindeydi. Bu döneme kadar âlimler soruları yanıtlıyor, ancak bunlara izafe edilen mezhepler yoktu. Bu dönemde dört mezhep ortaya çıktı. Ebû Hanîfe, çeşitli mezheplerden tarafsız âlimlerin tahkikatına göre hadis ilminde meşhur muhaddisler kadar mütehassıs değildir. Ancak içtihat şurasında bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hafızları vardır. İçtihadında üstatlarından öğrendiği dört bin hadis kullanmıştır. Kıyası kurallaştırmış, çok kullanmış ve henüz olmayan konularda da uygulamıştır. İstihsân yani daha kuvvetli bir sebeple kıyasın terki metodunu da kullanmıştır. Özellikle yemin, talak gibi konularda zor durumda kalanların sorunlarını hiyle ile çözerek şer’î kuralların çiğnenmesini önlemişlerdir. Zamanla bu metot çığırından çıkmış haramı helal yapmak, haksız mal kazancı vb. maksatlarıyla kullanılıştır.

            İmam Mâlik de istinbatlarında reye geniş yer vermiştir. Yine Mâlik, Medine amelini hükümlerine kaynak olarak görmüştür. İmam Şâfiî istihsânı delil ile olmayan keyfi hüküm diyerek kabul etmemiş, rey içtihadını ancak kıyas olarak görmüştür. İmam Ahmed, sâhabe ve sahâbî kavlini bulamazsa büyük tâbiûnun görüşlerini, kendi görüşüne tercih etmiştir. Yine istishâb adlı delil de ona nispet edilir. Önceden var olanı olduğu gibi bırakmak, önceden yok olanı yok kabul etmek. Dört mezhep imamı zaman zaman lafza değil, ruh ve manaya veya Kitâb ve sünnetin genel kaidelerine dayanarak nasların elfâzını aşmışlardır. Bu, nassın hükmünün dayanağı olan illetin değişmesiyle hükmün de değişmesidir. Farklı adlarla veya adı olmadan uygulanan bu prensibe maslahat denir. el-Hasenu’l-Basrî, Evzâî, Sevrî, el-Leys b. Sa’d, Taberî ve Zâhiriyye gibi mensubu kalmayan mezhepler çoktur. Havâric, Zeydiyye ve İmâmiyye gibi sünnî olmayan fıkıh mezhepleri de vardır. Mezhep imamlarının devlet büyükleriyle ilgisi, hac yolu üzerinde bulunmaları, medeniyet ve kültür seviyesine uygunlukları, itibarlı âlimler tarafından benimsenmesi gibi etkenler mezeplerin yayılmasına sebep olmuştur.

            Abbasîlerin sonu ve Selçuklular devrinde fıkıh ilmine taklit ruhu hâkim olmuş, müçtehitlerin görüşleri nas gibi kabul edilmiştir. Hatta nas ile mezhep çatıştığı zaman mezhep tercih edilmiştir. Yine o dönemde hükümdarlar medreselerde kendi mezheplerinin öğretilmesini sağlarlardı. Bu da taklidi yerleştirmiştir. Bunlarla birlikte münazaralar da o dönemde çok yaygın hâle gelmiştir. Mezhep taassubu kuvvetlenmiştir. Ve içtihat kapısı kapalı olarak görülmüştür. Mezhep imamlarının müçtehit öğrencilerinden sonra tedvin çağı başlamış, mezhep imamlarının görüşleri öğrencileri vasıtasıyla nakledilmiştir.

            Abbasî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Moğollar, insanları şahsi ve dini işlerde serbest bırakmışlardır. Müslüman halk da çeşitli fıkıh mezheplerini benimsemiş, fakihleriyle beraber taassupla peşlerinden gitmişlerdir. Fıkıhçılar arasında irtibatsızlık, selefin kitaplarına ilgisizlik, müçtehit yetiştirecek eserlerin yazılamaması, hîle ve tevilin artması dönemin özelliklerindendir. Özellikle Osmanlı’da kanunnameler ve yasaknameler yazılmıştır. Fıkıh görüşlerini toplayan eserler de çoktur.

            19. yy.da İslam milletlerini uyarmak, onlara kaybettikleri değerleri hatırlatmak, hürriyet ve istiklal mücadelelerini teşvik etmek için harekete geçilmiştir. Cemâleddîn Efgânî önemli İslam ülkelerini dolaşmış, buradaki siyasetçi ve aydınlarına etki etmiş, kurtuluş ve kalkına hareketlerinin başlaması veya hızlanmasında âmil olmuştur. Abduh, İkbal, Reşid Rıza, Şibli Numan, Akif, İzmirli gibi kişiler onun doğrudan ya da dolaylı öğrencileri arasındadır. Daha sonra Hallaf, Meraği, Ali el-Hafif, Ebu Zehra, Şeltut, Sibai nesli gelir. Bunların programları içinde içtihadın önemli bir yeri vardır. Gerektiğinde mezhepler arasında tercihler, gerektiğinde yeni içtihatlar yapmışlardır. Bu cereyan bizde Mecelle’nin tedvini sırasında tutmamış, Mecelle Hanefî mezhebinden ayrılmamıştır. Daha sonra Mecelle’nin tadilinde diğer mezheplerden görüşler alınır olmuştur. Bu dönemde Mecelle ile kanunlaştırma hareketi başlamıştır. İçtihadı teşvik eden bazı eski eserler tahkik ve neşredilmiştir. Dört mezhebin hükümlerini toplayan kamus ve ansiklopedi kitapları yazılmış, usul konularında da yeni çalışmalar yapılmıştır. Batı hukukuna karşı İslam hukuku savunulmuş, doğuda ve batıda İslam hukuku konularında konferanslar verilmiştir. Bazı Batı üniversitelerinde İslam hukuku kürsüleri kurulmuş, taraf ve tez olarak kabul edilmiştir. Osmanlı da dâhil Müslüman ülkelerde anayasalar yazılmış, İslam hukuku esas alınmış, batının kanunlarından da aynen veya düzeltilerek alıntılar olmuştur.

            Mecelle, Batı ülkelerinin azınlıkları bahane ederek Osmanlı’dan yeni kanunlar yapmak için zorlamaları, batı kanunları yanında şer’î hukukun da uygulanması gereken yerlerin olması vb. sebepleriyle medeni kanun olarak Mecelle yazıldı. Mecelle Cemiyeti, 1868-1899 yılları arasında faaliyet gösterdi. Cemiyette vazife alan ulema: Ahmed Cevdet Paşa, Ahmed Hilmi Efendi, Seyfeddin İsmail Efendi, Filibeli Halil Efendi... Mukaddimeyle başlayan Mecelle, konulara göre kitaplara ayrılmış, kitaplar da baplara ayrılmıştır. Fıkhın kaynaklarıyla içtihat, mezhep içtihatları arasında tercih, önceki tercihler ve fetvalara uymak eserin metodudur. Hanefi mezhebine fazla bağlı kalındığı için ihtiyaca cevap veren içtihatların göz ardı edilmesi, medeni hukukun aile, miras gibi diğer dallarını içermemesi, gereksiz tekrarların olması, güç anlaşılması gibi sebeplerle eleştirilmiş olsa da Türk Medeni Hukuku tedvini sahasında ileri bir adımdır. Daha sonra Mecelle’de tadil adıyla eklemeler, değişiklikler yapılmıştır.

            Kişilik ve eserleriyle iz bırakan, etki eden ve çığır açan son devir fakihlerinden bazıları: Leknevî, Mercânî, Kadri Paşa, Ömer Hilmi, Ahmed Cevdet Paşa, Azîmâbâdî, Muhammed Abduh, Ali Haydar Efendi, Reşîd Rıza, Ömer Nasuhi Bilmen...

            İslam Hukuku’nun bugünü ve geleceğine dair Fuat Köprülü özetle şunları söylemiştir: Fıkhın nasıl bir tekâmüle maruz kalacağını bilemeyiz. İçtihat kapısı açılarak günün sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına uygun yeni bir mecra açılacak mı? Yoksa fıkıhla alaka tam olarak kesilecek mi? Ancak ne olursa olsun fıkhın sistematik ve tarihi tetkikleri, hukuki önemini koruyacak, ilmî bir zaruret olarak kalacaktır. Her zaman araştırma konusu olacaktır. Fransız Mukayeseli Hukuk âlimi Rene David, hukukta batılılaşmanın İslam Hukuku’nun izlerini sileceği fikrinde değildir. Ona göre fıkıh ile batı hukuku arasında sentez olacağı beklenebilir. Hasen Hâmid Hassân ise tarafsız bir gözlemci olarak yaklaşan diğer iki yazardan farklı olarak İslam Hukuku’nun uygulanmasına gönül vermiş bir kişidir. Ona göre İslam Hukuku çağın ihtiyaçlarını karşılayabilir. İslam Hukuku, İslam ekonomisiyle birlikte işlenmeli, ele alınmalıdır. Yalnızca siyasi irade ve halkın isteği yeterli değildir. Âlimler, hâkimler ve diğer hukuk insanlarının katkıları şarttır. Bu, hem akademik araştırmalar hem de ilmi ve teknik çalışmalar ile gerçekleşecektir. İslam’a aykırı kanunların ayıklanması, İslamî ilkelere uygun yeni kanunlar ortaya koymak gereklidir. İslam Hukuku’nun amacı, inanan-inanmayan tüm insanların huzur, güven, barış ve özgürlüklerini sağlamak, mutlulukları için yardımlaşmak, haksızlık, korku, açlık ve cehaleti ortadan kaldırmaktır.

 

            GENEL DEĞERLENDİRME

            Tefsir, hadis ve fıkıh tarihlerini incelediğimizde görüyoruz ki bu ilimler, Hz. Peygamber zamanında ne kadar gerekmişse o kadar yapılmıştır ve sistemli değildir. Daha sonra bu ilimler ile iştigal artmış, 2 ve 3. yüzyıllarda hadis ve tefsir tedvin edilmiştir. Hadis ve tefsir rivayetlerinin tedvinleri aynı zamandadır. Tefsir ilmini, rivayetlere dayanma açısından hadis ilminin bir dalı olarak görenler olsa da sadece rivayet aktarımı ile sınırlı olmayıp, yorum da yapıldığı için gerçekte başlı başına bir ilimdir. Hz. Muhammed zamanında davet mektupları ve talimatlar yazıldığı için bunlar hem hadis hem de fıkıh metinlerinin ilki olmuştur. Kur’ân’daki farklı şekillerde yorumlamaya müsait olan âyetler ve Peygamber’in açıklamalarını gerektirenler tefsir ilmini gerekli kılmıştır. Hz. Muhammed, kendi döneminde gerekli olduğu kadar tefsir etmiş, sonra tefsir artarak devam etmiştir. Çünkü Peygamber’den uzaklaştıkça bağlamdan da uzaklaşılmış, dil değişmiştir. Hadisler, sahabenin zihninde olduğu için zihinlerde korunmuş, vefat edenleri arttıkça hadisler yazılmıştır. Çünkü yok olma tehlikesi geçirmiştir. Fıkıh kitapları da sahabe devrinin sonlarında yazılmaya başlanmıştır. Üç ilimde de önce zihinlerde koruma, daha sonra kitap telifi vardır.

            Hz. Muhammed zamanı fıkhında tedric, kolaylık ve nesih vardır. Dört mezhep imamının dördü de bazen lafza değil, manaya bakmışlar, illetin değişmesiyle hükmü de değiştirmişlerdir. Bu, hem Hz. Muhammed döneminde, hem de dört mezhep imamı döneminde insanların yararının ne kadar gözetildiğini gösterir. O dönemlerdeki Müslüman bilginlerin yeni çıkan sorunlara çözüm arayışları, günümüzdeki Müslümanlara örnek olmalıdır.

            Tefsir, hadis ve fıkıh, ilim olarak ortaya çıkıca âlimler genel olarak rey ekolü ve hadis ekolü olmak üzere iki gruba ayrılmışlardır. Genel tanıma göre hadis ekolü nassları yorumlamadan kabul eden, rey ekolü de nassları akli olarak ele alan, akla dayanarak da hüküm veren ekoldür. Ancak bu ekollerden olan âlimlerin tikel meselelere verdikleri hükümleri incelediğimizde görüyoruz ki âlimleri belli kalıplar, gruplar içinde toplamak pek mümkün değildir. Çünkü hadis ehlinden bir âlim tamamen reye dayalı hüküm verebiliyor, rey ehli bir âlim de örneğin bir hadisi yorumlamadan, olduğu gibi alıp hüküm verebiliyor. Mesela fıkıh tarihinde en dikkatimizi çeken Ahmed b. Hanbel’in maslahata dayanarak hüküm vermesidir. Ahmed b. Hanbel’in hadisleri en literal şekilde okuyan âlimlerin başında gelme gibi bir ünü vardır. Ancak bu gibi genellemelere katılmıyoruz. Zaten pek çok ilahiyatçı da âlimleri gruplara bölmenin zor olduğunu, âlimin bir özelliği aynı olsa diğer özelliğinin farklı olabileceği, dolayısıyla aslında her bir âlim kadar mezhebin olduğunu söyler. Bununla beraber istisnaları mümkün kabul edilerek mesela bir âlimin akla diğer âlimden daha fazla yetki verdiği, bir âlimin diğerinden daha fazla hadis metinlerine dayandığı söylenebilir.

            Tefsir, hadis ve fıkıh tarihlerini birlikte okuduğumuzda görüyoruz ki her bir ilim, gerekli olduğu için ortaya çıkmıştır. Hadis ilmi kaybolma ve uydurmaların artması tehlikesinden, tefsir ilmi Kur’ân’da farklı anlaşılma ihtimalleri olan âyetlerin oluşundan ortaya çıkmıştır. Ayrıca o dönemde ilimler günümüzdeki gibi ayrılmış değildi. Her âlim, her ilimle meşgul olur, bir veya birkaçında öne çıkardı.  Yine bu tarih okumalarında Müslümanlar içinde ileri görüşlü ve gayretli bilginler olduğunu görüyoruz. Yalnız kendilerini değil, kendilerinden sonrakileri de düşünerek tedvin yapmışlardır.

            Bu tarih okumalarında mezhep fikirlerinin Kur’ân’a onaylatıldığını ve mezhep fikirlerini destekleyen hadislerin uydurulduğunu; aynı zamanda tamamen âyetlerdeki doğru muradı araştıran, önyargısız müfessirleri, mezhebine uygun da olsa uydurma hadislere karşı çıkan muhaddisleri görüyoruz.

            Kur’ân’ın doğru anlaşılabilmesi için Hz. Peygamber, sahabe açıklamalarını, anlayışlarını bilmek gerekir. Bundan sonra âyetler günümüzdeki sorunları nasıl çözebilir diye düşünülmelidir. İslam’ın ikinci kaynağı olan sünnetin doğru tespiti için günümüzde hadis ile ilgili yeni araştırmalar yapılabilir. Fıkıh ilmi ise durağanlıktan kurtulmalıdır. Bu çağda elimizde kadim ulemamızın görüşleri, batı hukuku ve yepyeni sorunlar vardır. Kur’ân ve hadisleri doğru anlayıp, günümüze taşıyıp yeni sorunlara çözümler üretmek, Müslümanların ilk görevleri, dertleri olmalıdır. Klasik âlimlerimizin yorumlarından faydalanılmalı, gereken olduğu gibi alınmalı, alındığında sorunlar çözülmüyorsa zihniyetleri alarak yeni çözümler üretilmelidir. Unutulmamalıdır ki her âlim, öncekilerden yararlanıp yeni sorunlara yeni çözümler üretmiştir. Kadim ulemanın yolundan gitmek, onların içtihatlarını tamamen günümüze taşımak değil, zihniyetlerini almak, onlar gibi öncekilerden faydalanıp üretim de yapmaktır. Batı’ya gelince ne aşağılık hissiyle onları olduğu gibi almalı, ne de Müslüman olmadıkları için tamamen reddetmeliyiz. Eğer batının çözümleri günümüz sorunlarını gideriyor ve Kur’ân ve sünnetin ruhuna aykırılık teşkil etmiyorsa alınabilir. Veya daha iyisi düşünülerek yeni bir çözüm üretilebilir.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

Tefsir Tarihi, İsmail Cerrahoğlu;

Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit;

İslam Hukuk Tarihi, Hayreddin Karaman.


0 Yorum - Yorum Yaz

SAMİ SAKARYA 18922766    05.11.2019

Sami SAKARYA 18922766-2019-2020 Doktora Güz
Tefsir-Hadis-Fıkıh Tarihi Mütalaası

Tefsir, fıkıh ve hadis gibi temel İslami ilimler ilk doğdukları andan günümüze kadar hep aynı gaye etrafında gelişme göstermiştir. Bu ortak gaye ise hiç şüphesiz insanlığa gönderilen son kutsal kitap olan Kuran-ı Kerim’i doğru anlamak, ondaki hükümleri tatbik etmek ve bu sayede dünya ve ahiret saadetini temin edecek bir hayat sürmektir. Bu çerçevede Arap diliyle ve ilk muhatapların aşina olduğu bir üslup ile nazil olan bu kitap tenzilinden itibaren okunmuş, anlaşılmaya çalışılmış ve sorunların çözümünde hep başrolde olmuştur. Peygamber zamanında onun anlaşılması ve uygulanmasında herhangi bir sorun yaşanmazken onun ebedi âleme irtihaliyle hem Kuran’ın (elimizde metin olarak bulunuşu gibi) kendisinden kaynaklanan hem onu anlayanların insan olması hasebiyle insani zaaflardan kaynaklanan nedenlerle onun anlaşılması ve doğru şekilde yorumlanması da bir sorun haline gelmiştir. Farklı milletlerden insanların Müslüman olmasıyla Arapçanın safiyetini kaybetmesi ve yaşanan hayatla ile ilgili yeni ve muhtelif sorunların zuhur etmesiyle, özellikle sahabe sonrası döneminde mezheplerin de teşekkülü ile birlikte Kur’an etrafında birçok farklı anlayış ve yorum ortaya çıkmıştır. Hepsi de kendisinin haklılığını Kuran’a dayandırmış ve onu tek yetkili merci kabul etmişlerdir. Öte yandan tarihi ve mekânsal bağlamdan uzaklaşmak, ayrıntılara dalıp bütünü görememek, tikel konularla uğraşmak da bu farlılıkta önemli rol oynamıştır.

Tefsir ilmi bu anlama ve yorumlama faaliyetlerini temel bir disiplin ve kaideler bütünü içinde gerçekleştirmeye çalışırken, fıkıh ilmi daha çok O’nun pratik hayata yönelik beyanlarının anlaşılma ve yorumlanmasını kendisine vazife edinmiştir. Bu iki disiplin kendi yöntem ve delillerini belirlerken öncelikle Kur’an’a daha sonra da onun ilk müfessiri olan Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarına (sünnet-i nebevi) müracaat etmişlerdir. Dolayısıyla kutsal kitap etrafında yürütülen ilmi faaliyetler aynı temel hedef doğrultusunda birbirinden destek alarak yürütülmüştür. Tefsir hadis ve fıkıh gibi temel İslami disiplinlerin tarihi süreçteki seyrine baktığımızda bu gerçek açık şekilde görülmektedir. Bu bağlamda hepsi de bir bütünün temel sacayakları olarak görevlerini icra etmişlerdir. Hicri 2. asırdan itibaren ilimlerin tedvin ve tasnif edilmesiyle bütün bu ilimler kendisine özgü yöntemler geliştirmiş, muazzam bir literatür oluşturmuşlardır. Ancak bu gelişme her zaman aynı hız ve kalitede olmamış kimi zaman siyasi olaylar kimi zaman da yaşanan iktisadi ve sosyal problemler bu ilimleri de etkilemiş ve duraklama dönemleri yaşanmıştır. Duraklama dönemi olarak adlandırılan bu süreçte yeni eserler üretmek yerine önceki eserlerin yeniden yorumlanması, şerh edilmesi ya da haşiyeler yazılması yoluna gidilmiştir. Bu da ilk asırlardaki ilmi canlılığı ve dinamizmi sekteye uğratmıştır. Özellikle miladi 14.yy’den itibaren bu durgunluk kendini iyiden iyiye hissettirmiştir. Avrupa’da yaşanan bilimsel gelişmeler ve düşünce alanındaki (reform ve Rönesans hareketleri) ilerlemeler ve Müslüman toplumların bu gelişmelere ayak uyduramaması Müslüman âlimleri yeni arayış ve fikirlere itmiş ve İslami ilimlerin yeni anlayışlarla yeniden dizayn edilmesi gerektiği şeklinde yorumlar serdedilir olmuştur. Bu çerçevede yeniden Kur’an’a dönülmesi, kaynağı Batı olan ilmi yöntemlerle (tarihselcilik vs.) İslami disiplinlerin yeniden yorumlanması, sünnetin bağlayıcılığı gibi klasik dönemde hiç gündeme gelmeyen konular gündemi meşgul etmeye başlamıştır. Bu iddia sahiplerinden kimisi gerçekten iyi niyetle yola çıkmış ve Müslümanların yaşadığı sorunların ancak bu şekilde çözümlenebileceğine inanmışlardır. Ancak bu iyimserliği bütüne teşmil etmek çok doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilemez. Zira özellikle oryantalist olarak adlandırılan müsteşriklerce ya da onların tedrisatından geçen Müslüman ilim adamlarınca dillendirilen öyle iddialar var ki bunların dini (İslam’ı) ve temel esaslarını kökten yok etmeye ya da en azından yaşanan hayattan soyutlamaya dönük kasıtlı çabalar olduğu su götürmez bir gerçektir. Dolayısıyla bu tür iddia sahiplerinin eserlerini okurken son derece dikkatli olunmalıdır. Burada Müslüman kesime düşen temel görev kendi dininin temel sabitelerini güvenilir ve sağlam kaynaklardan doğru şekilde öğrenmek ve İslam’ın hakikati ve evrenselliği etrafında oluşturulacak şüphe ve itirazlara en makul yanıtları kati delilerle verebilecek şekilde kendisini geliştirmektir. Yaratıcının kullarından istediği de budur. Bu ise ancak bilginin bütünlüğü içerisinde bütün disiplinlerin kollektif çabasıyla meydana getirilebilecek bir şeydir. Sonuçta bu ilimlerin her birisi yöntem ya da kullandıkları deliller açısından farklılık arz etseler de nihai hedef olan Kur’an’ı anlama ve yaşama konusunda ortaktır. Sağlam bir hadis usulü altyapısı olmadan ayetleri anlamak ne kadar zor ise onlardan hüküm çıkarmak da bir o kadar müşkildir. Yine anı şekilde Kuran ayetlerinin rehberliğine başvurmadan da peygambere atfedilen hadislerin sıhhatini belirlemek mümkün değildir. Dolayısıyla biri birsiz olmaz hepsi de birbirine muhtaçtır. Bu ilimler tahsil edilirken ya da İslam adına söz söylenirken bu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır.


0 Yorum - Yorum Yaz


BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜYLE
MUKAYESELİ TARİHLER KIRAATİ HÜLASASI

Ayşe AYTEKİN

19922736

2019-2020 Akademik Yılı Tefsir Doktora Esbab-ı Nüzul 1 Dersi

Yüce Allah, insanların dünya ve ahirette mutlu ve huzurlu olmalarını sağlamak ÜZERE vahiy meleği Cebrail aracılığıYLA EMİRLERİNİ VE YASAKLARINI insanlara iletmeK GÖREVİYLE peygamberlerİNe vahiyler göndermiştir. Rehber niteliğinde olan bu ilahi mesajlar gönderildiği andan itibaren anlaşılmaya, yorumlanmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır. HZ. PEYGAMBER Yirmi üç senelik bir bilgilendirme, uygulama ve kemale erme süresi içinde tedricen indirilen son ilahi kelam olan Kur’an-ı Kerim, kendisinden önceki vahiyleri tasdik ederken nihai ve bağlayıcı özellikleri olması bakımından diğerlerinden ayrılmaktadır.

Kur’an-ı Kerim, insan hayatına ve kâinata ruh veren, anlam katan ve rehberlik eden ilahi bir kılavuzdur. Mana katmanları ile örülü bir dini metin olan bu klavuzun doğru anlaşılması insanlık ve dünya hayatı için elzemdir. Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması nüzulünden günümüze kadar devam eden bir süreç dahilinde ilmî çalışmalarla zenginleşen bir serüvene sahiptir. Son ilahi vahiy olan Kur’an, bir taraftan muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken diğer taraftan da o toplumdan sonsuzluk alemine uzanan hayat çizgisinde birey ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel prensipler, ahlaki normlar ve sosyal hayat için genel geçer bağlayıcılık niteliği taşıyan pek kıymetli tavsiyeler ve kurallar ortaya koymuştur. Nihai amacı Allah’ın iradesi doğrultusunda insanları iyileştirmek ve onlara mutlak yolu bildirmek olan Kur’an, kendi direktiflerini, emir ve yasaklarını beyan etmek için toplumun, daha geniş anlamda muhitin değer ve davranış biçimlerini, inanç motivasyonlarını ve toplumda meydana gelen ihtilaf ve problemleri dikkate almıştır. İşte bu ilahi kaynak, Hz. Peygamber’e inzal edildiği andan itibaren hem hıfz hem de yazım yoluyla tespit edilmeye başlanmıştı. Çünkü Hz. Peygamber’in asli görevi, vahiy kanalıyla gelen Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmek, aynı zamanda gelecek kuşaklara da intikalini sağlamak amacıyla onları korunabilecek bir hale getirmekti. Bu yüzden Allah Resulü, bir taraftan tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da sahabileri, Kur’an’ı okumaya ve ezberlemeye teşvik ediyordu. Ancak Hz. Peygamber nazil olan Kur’an vahyinin sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünkü onu ne kadar insan ezberlerse ezberlesin hafıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu olabilirdi. İşte bu yüzden Hz. Peygamber, ashabı Kur’an’ı ezberlemeye teşvik etmekle birlikte onun yazıya geçirilmesini de emrediyordu. Kaynaklarda kaydedilmiş bilgilere göre Hz. Peygamber tarafından vahiy katiplerine dikte ettirilen ve yazdırılan Kur’an metinleri, bizzat Allah Resulü tarafından tashih edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde ve himayesinde korunuyordu. Nitekim Hz. Ebu Bekir’in, Kur’an’ın toplanması esnasında Hz. Peygamber’in evinde çok sayıda yazılı metin bulup bunları iplerle birbirine bağlatmak suretiyle toplattığını gösteren rivayetler de bu hususu destekler mahiyettedir. Hz. Peygamber gelen vahiy metinlerini korunması adına vahiy katiplerine kaydettirmiş sonra da ashabına okumuş ve okutmuştu. Hz. Peygamber devrinde her ne kadar Kur’an’ı kitabeten derleme mümkün olmamışsa da tilaveten derleme tam ve mükemmel şekilde gerçekleştirilmiştir. Kur’an’ın kitap halinde derlenmesi Hz. Ebu Bekir devrinde yapılmıştır. Halife Hz. Ebu Bekir döneminde vuku bulan Yemâme savaşında Kur'an'ın nüzulüne tanık olmuş çok sayıda hafız sahabinin şehit olması üzerine, 633 yılında, Hz. Peygamber'in vahiy kâtiplerinden hafız sahabi Zeyd b. Sâbit'e, Hz. Peygamber'in yazdırdığı Kur'an metinlerini, diğer hafız sahabilerin şahitliğine de başvurarak bir mushaf haline getirme görevi verilmiştir. Zeyd b. Sabit, sahabilerle istişare ederek yaptığı titiz bir çalışma sonunda muhtelif malzemelere yazılmış olan Kur'an metinlerini mushaf haline getirmiştir. Kur'an metni tertip edilirken ayetlerin iniş sıraları veya konu bütünlüğü esas alınmamış, baştan beri Hz. Peygamber tarafından öğretilen tilâvet sırasına riayet edilmiştir. Fütuhat faaliyetinin sınır tanımadığı III. Halife Hz. Osman döneminde, İslam coğrafyasının genişlemesi dolayısıyla farklı bölgelerde Kur'an ayetlerinin farklı şekillerde okunması, özellikle ilk Müslümanlarla İslam'a yeni girenler arasında ihtilaflara sebep olmuştur. Kısmen henüz sessiz harfleri birbirinden ayıran noktaların ve sesli harfleri gösteren harekelerin bulunmadığı Arap yazısının o günkü yetersizliğinden, kısmen de mahallî lehçe farklılıklarından kaynaklanan bu kıraat ihtilafı, esasen Hz. Peygamber'in izin verdiği doğal bir durum olmasına rağmen, o günkü siyasî irade, muhtemel karışıklıkları gidermek amacıyla kıraat farklılıklarını en aza indirecek bir çalışma yapmayı öngörmüştür. Yine Zeyd b. Sâbit'in başkanlığını yaptığı bir komisyon, birkaç yıl süren çalışması sonucunda, biri hilâfet merkezinde kalmak, diğerleri farklı bölgelere gönderilmek üzere, Hz. Ebu Bekir döneminde toplanan Mushaf'a istinaden muayyen sayıda resmî mushaflar hazırlamış ve söz konusu ihtilafları bertaraf etmiş ve Kur’an’ı daha önceki ilahi kitapların başına gelen tahrif ve tebdilden korumuştur. Bugün elimizde bulunan mushaflar işte bu mushafa dayanmaktadır.

Kur’an-ı Kerîm ayetlerini açıklamayı ve yorumlamayı ifade eden terim, Kur’an ayetlerini yorumlama ilmi ve bu alandaki eserlerin ortak adı olan tefsir; sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türemiş ve “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’an-ı Kerim’in yorumu için fesr ve aynı anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir yaygınlık kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklub olduğu ve fesr ile benzer anlamlar taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer” de bu kökten gelmektedir. Kur’an gerek bireysel gerek toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön vermeyi esas almış, itikadi, ahlaki ve hukuki alanlarda getirmiş olduğu esaslarda her dönemde insanlığa yol göstermiştir. İşte bu sebeple söz konusu kitabın tefsir edilmesi elbette gereklidir. Tefsirin gerekliliği hususunda Nahl 16/44: “(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.’’ ayeti gereği Kur’an’ın tefsir edilmesi istenmektedir. Bir diğer önemli husus ise Kur’an’ın Arapça bir dille gönderilmiş olmasıdır. Eğer Kur’an Arapça dışındaki diğer dillere tercüme ve tefsir edilmezse o zaman onu sadece söz konusu dili bilenlerin okuma ve anlamaları mümkün olacak, aksi durumda ondan yararlanmak imkansızlaşacaktır. Oysa ki Kur’an hem Hz. Peygamber’e hem de onun şahsında ümmetin bütün alimlerine ilahi mesajın tebliğ sorumluluğunu yüklemektedir. Bu tebliğin muhatapları içerisinde inanmayan insan toplulukları olacaktır. Bu nedenle Kur’an’ın pek çok dile tercüme ve tefsir edilmesi gereklidir. Ayrıca Kur’an’da manaları kolayca anlaşılabilecek nitelikte ayetler olduğu gibi manalarının anlaşılmasında harici delile ihtiyaç gösteren müteşabih ayetler de bulunmaktadır. Bunun yanında ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirlerle işaret edilen şahısların kimler olduğu hususunu konu edinen müphem ayetler, zahiri itibariyle birbirine muhalif gibi görünen müşkil naslar, kısa ifadelerden ibaret olmaları sebebiyle lafzen delaletleri açık olmayan mücmel ifadeler de yer almaktadır. Bu nedenle söz konusu nitelikteki nasların tefsir edilmesi gerekmektedir. Bir diğer gereklilik ise Kur’an’da yer alan mecaz, kinaye, istiare ve teşbih gibi edebi sanatların sırf Arapça bilgisiyle kavranamayacağı hususudur. Bu sanatların yer aldığı nasları da tefsir etmek kaçınılmazdır. Bunlara ilave olarak, Kur’an’da yer alan bilimsel hakikatler içeren kevnî (kozmolojik) ayetlerin gelişen fennî keşiflerden istifade ederek tefsir edilmesi son derece mühimdir. Kur’an, Müminlerin şahsi ve toplumsal hayatlarını düzenlemek amacıyla hükümler koymuştur, bu hükümleri yalnızca dilsel analizle ortaya çıkarmak çok zordur. Bunun için onu öncelikle kendi bütünlüğü içerisinde ele almak, ardından da Hz. Peygamber’in sahih sünnetinden, ashabın şahsi tercihlerinden ve esbab-ı nüzul rivayetlerinden, kısacası ilk muhatapların kültüründen yararlanmak suretiyle tefsir etmek gereklidir. Hz. Peygamber bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’an’ın bölümlerini okuyor bir taraftan da manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ ediyordu. Her ne kadar ilk muhataplar ana dilleri nedeniyle genel çerçeveye hakim olsalar da yine de Kur’an’ın bir kısım müteşabih lafızlarını ve ayrıntılarını anlamakta güçlük çekiyorlardı. Ashabın bu konuda müracaat ettiği rehber Hz. Peygamber’di. Hz. Peygamber kimi zaman ayeti okuyarak, kimi zaman ashaba soru sorarak, kimi zaman sözünü delillendirmek maksadıyla, kimi zaman da sahabilerin soruları üzerine Kur’an’ı tefsir ediyordu. Hz. Peygamber’in tefsir ettiği nasların miktarı konusunda farklı görüşler yer alıyor, Gazali ve Suyuti gibi alimler Hz. Aişe (ra) naklettiği bir hadisi, “Hz. Peygamber, Cebrail’in kendisine öğrettiği belirli ayetlerden başka Kur’an’dan bir şey tefsir etmezdi.’’, delil alarak Hz. Peygamber’in Kur’an’daki nasların bir kısmını tefsir ettiğini ileri sürerken, Ibn Teymiyye ise Hz. Peygamber’in Kur’an’daki ayetlerde tebliğ sorumluluğu olduğu (Nahl 16/44), ayetlerde geçen “beyan’’ lafzının Kur’an’ın tamamını kapsıyor olması ve ashabın on ayet öğrenip manalarını kavrayıp onlarla amel etmedikçe, başka ayetlere geçmediklerini ifade eden rivayetleri delil göstererek Hz. Peygamber’in Kur’an’ın tamamını tefsir ettiğini ileri sürmüştür. Kur’an tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin çok önemli bir yeri vardır. Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerine hakim olmaları ve Arap örf ve adetlere sahip olmaları tefsir çalışmalarına fayda sağlamıştır. Ayrıca onların, eski medeniyetlerin ve felsefi akımların tesirinden uzak yaşamaları nedeniyle zihinlerinin berrak ve dillerinin fasih oluşu tefsir ilmi açısından son derece önemlidir. Yirmi üç sene boyunca Kur’an’ın inişine şahit olan ve bu esnada meydana gelen olayları bizzat yaşayan sahabiler hem ilim hem de iman konusunda belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Bu durum da onları, Hz. Peygamber’den sonra en güvenilir kaynak konumuna yüceltmiştir. Sahabe döneminden sonra geniş çaplı bir tefsir faaliyeti başlamıştır. Ancak bu döneme ait tefsirler günümüze kadar ulaşmamıştır. Günümüze ulaşan en eski tam tefsir ise, hicrî 150 yılında vefat eden Mukâtil b. Süleyman'a aittir. Ali b. Ebû Talha (ö. 143/760), Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778), Yahya b. Sellâm (ö.200/815) gibi hicrî II. yüzyılda yaşamış kişilerce telif edilen bu ilk dönem tefsirleri, genellikle Mushaf tertibini esas alarak, sırasıyla ayetler hakkındaki rivayetleri nakletmektedirler. Tefsir ilminin doğduğu ilk dönemlerde, bu faaliyetle hedeflenen, tevarüs olunan bilgilerin daha geniş kitlelere ve gelecek nesillere intikal ettirilmesiyle sınırlıydı. Tefsir ilminin Kur'an'ı açıklama görevini üstlenmesi ise daha sonraki bir gelişmedir. Bu çerçevede ilk tefsir çalışmaları, el-Ferrâ (ö. 207/822) ve Ebû Ubeyde (ö. 2510/825) gibi dilcilere aittir. Onlar, kelimelerin ve terkiplerin anlamlarını açıklamayı amaçladıkları için, hemen her ayet hakkında söyleyecek şey bulmuşlar ve açıklamalarını Mushaf tertibini esas almak suretiyle sunmuşlardır. Bu yazım geleneği, bugün minnet ve şükranla başvurduğumuz, değerli bilgiler içeren İbn Cerîr et-Taberî'nin (ö. 310/922) Câmi'u'l-Beyân an Te'vîli âyi'l -Kur’an'ı gibi eserlerin yazılmasına imkân vermiştir. Bu eserlerin "rivayet tefsiri" olarak adlandırılması, bunlarda rivayetin ağırlıklı yer tutmasından kaynaklanmaktadır; zira bu eserler naklin yanı sıra, uzun dinî tahlillere, israiliyyat ve kelami-fıkhî meseleler üzerine derin tartışmalara da yer vermektedirler. Aynı şekilde "dirayet tefsiri" olarak nitelenen eserler de, re'y ağırlıklı olmakla birlikte nakilden uzak kalmamışlardır. Gerek rivayet tefsiri gerekse dirayet tefsiri olarak değerlendirilen klasik tefsirlerde, Kur'an'ı baştan sona tefsir etmeyi amaçlayan ve Mushaf tertibini esas alan bir yöntem izlenmiştir. Klasik dönemlerde tefsir ilminin bir karakteri olarak oluşan Kur'an'ı baştan sona ve Mushaf tertibine göre tefsir etme geleneği, Derveze'nin sureleri nüzul sırasına göre tefsir ettiği et-Tefsîru'l- Hadîs'i gibi istisnalar dışında, modern zamanlara kadar yazılan bütün tefsirlerde hâkim olmuştur. Tefsir literatürü, bu karakteristik yapısına rağmen, farklı ölçütlere başvurmak suretiyle değişik başlıklar altında tasnif edilmeye elverişlidir. Müfessirlerin uzmanlık alanına, ilmî tutumuna veya mezhebi eğilimine göre tasnifler de yapılmıştır. Bu tasniflerden başlıcalarını zikretmek, tefsir literatürümüzün muhteva zenginliğini ve çok renkliliğini göstermesi bakımından önemlidir: Fıkhî tefsir, kelâmî tefsir, işârî tefsir, lugavî tefsir, felsefî tefsir, Şiî tefsir, ilmî tefsir, edebî tefsir, içtimaî tefsir bunlardan bazılarıdır. Gerek Hz. Peygamber, gerekse dört halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslam devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmıştı. Fethedilen her belde ve bölgeye İslam'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Resûlullah zamanında Muaz b. Cebel'in Yemen'e, Hz. Ömer döneminde de Abdullah b. Mes’ud' un Irak'a muallim olarak gönderilişi burada misâl olarak zikredilebilir. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan sahabe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı. İslam dininin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzide bilginleri, tedris halkalarını kuruyor ve etrafına toplanmış olan tâbiûndan öğrencilerine Kur'an'dan anladıkları ve Hz. Peygamber’den öğrendikleri tefsiri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları bir çok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'an'a sarılması, bazen yanlış ve bozuk tevillerle halkın yanıltılmaya çalışılması gibi nedenler, sahabeden bazılarının yaptığı üzere, Kur'an'ın tefsiri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mesuliyetinden korunmak gayesiyle tabiundan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur'an'ın ma'kul ve doğru bir şekilde tefsir edilmesine şiddetle ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabenin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur’an ve hadis tedris ediliyordu. Bu tedris neticesinde genel olarak "Mevali" adıyla anılan ve Arap olmayan kişiler sahabeden ilim almışlar ve özellikle tefsir alanında temayüz etmişlerdir. Tabiîler içinde tefsir ve fıkıhta öne çıkan Nâfi', İkrime, Atâ, Saîd b. Cübeyr ve Hasan Basrî gibi şahıslar, tefsirde meşhur sahabilerin mevâlisi olarak anılmaktadırlar. İşte bu ve benzeri kimseler, eski din ve kültürlerinin de belli ölçüde tesiri altında kalarak, İslamiyet’i Araplardan farklı bir biçimde anlamışlar, bu anlayış farkları yüzünden tefsirde önemli hareketlerin başlamasında etkin rol oynamışlardır. Bu faaliyetin tabî sonucu olarak, hocaları sahabiler, öğrencileri tabiîler olan mektepler oluşmuştu. Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tabiundan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu Mekke Medresesi, Medine Medresesi ve Kufe Medresesi bu ilim meclislerindendir. Tabiiler, Kur’an’ı bir taraftan sahabilerden devraldıkları tefsir mirasına dayanarak rivayet yöntemiyle aktarıyor, diğer taraftan da dirayet metodunu kullanarak akli çıkarımlarda bulunuyorlardı. Bu medreselerde sahabilerden öğrendikleri bu usulleri uyguluyorlardı. Dolayısıyla söz konusu medreseler tefsir tarihi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir.

İslami ilimler Müslümanların Kur’an’ı anlamak üzere geliştirmiş oldukları dini ilimlerdir. Tefsir, hadis, kelam, fıkıh, siyer, tarih ve ahlak ilimleri bu ilimler arasındadır. Örneğin; Fıkıh ilmi, Kur’an’ın  uygulama  ile  ilgili ayetlerini, kelam  ilmi  ise  itikadi  konularla ilgili ayetlerini incelemektedir. Bu ilim dalları ayetleri incelerken öncelikle  Hz. Peygamber’in  açıklama  ve  uygulamalarına başvururlar. Hadis ilmi de Hz. Peygambere ait olan söz, fiil ve takrirleri tespit ederek Kur’an’ın anlaşılmasında ilk ve en güvenilir  kaynak  olan  sünneti  ortaya  koymayı amaçlar. Bu özelliğiyle de Temel İslam Bilimleri için vazgeçilmez bir kaynak  olma özelliği taşır. Bununla birlikte Kur’an’ın doğru anlaşılması ve yorumlanmasında hadis ilmi, Kur’an’ı farklı yönleriyle inceleyen tüm İslam bilimlerini doğrudan etkileyen bir kaynak durumundadır.

Hz. Peygamberin hadisleri, Kur'an tefsirinde özellikle şu iki yönden öneme sahiptir: Birinci Yön: Kur’an-ı Kerim'de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir. Örneğin; Kur’an-ı Kerim'de, "namazın, vakitli olarak farz kılındığı" bildirilmiş, ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının sayılarını Hz. Peygamber açıklamış ve uygulamasını da yaparak Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da: "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber hac farz olduğu zaman da ashabına: "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin." buyurmuştur. Namaz, hac gibi diğer bazı ibadetler, işlenen suçlara verilecek cezalar ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar genel çerçeveleriyle ve öz olarak belirtilmiş, bunların genişçe açıklaması ise hadislere bırakılmıştır. Demek ki hadis, Kur’an-ı Kerim'in mücmel (kapalı, öz) ve genel olan hükümlerini izah edip açıklığa kavuşturmaktadır. İkinci Yön: Hadisler, aynı zamanda Kur'an'ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususileştirir. Örneğin; Kur'an, kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları açıkladıktan sonra: "... Bunlardan başkası size helal kılındı." buyurmuştur. Hz. Peygamber de: "Bir kadın; halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz." hadisi ile Kur'an'ın hükmünü tahsis etmiştir. Kur'an'ı insanlar için de en iyi ve en doğru anlayan Hz. Peygamber’dir. Kur’an-ı Kerim'i insanlara tebliğ edip öğretmekle görevli olan Hz. Peygamber bu görevinin gereği olarak, Allah'ın kelamını insanlara tebliğ edip öğretmiş, açıklamış ve içindeki ilahî hükümleri de hayatında uygulamıştır. Bu bakımdan onun hadisleri Kur'an'ın tefsirinde ikinci kaynak olmuştur.

Sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak" manasına gelen fıkıh kelimesi ilim, fehim gibi yakın anlamlı diğer kavramlara göre daha özel bir anlam taşımaktadır. Fakih de bir konuyu derinden kavrayan ve ince anlayış sahibi kimse demektir. Kur'an'da, hadiste ve İslam'ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı bu sözlük anlamı çerçevesinde kalmış olmakla birlikte, Kur'an ve hadisin İslam toplumunun iki temel bilgi kaynağı olması sebebiyle kelime genelde Kur'an ve hadis merkezli dini bilgiyi ve anlayışı ifade eden kavramlardan biri olarak kullanılmış, İslam toplumunda dini bilginin gelişip alt ilim dallarının oluşmasına paralel olarak daha sonra İslam'ın ferdi ve içtimai hayata dair ameli hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu inceleyen bir ilim dalını ifade eden bir terim halini almaya başlamıştır. Kelimenin terim anlamının netleşmesi ise daha ileriki dönem ve yüzyıllardadır. Fıkhın kaynağı ve fıkha tesir eden çevreler konusu araştırılırken doğuşla gelişmeyi ve buna bağlı olarak fıkhın devrelerini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Farklı iddialar bulunmakla beraber fıkhın doğuşunda, usul ve füru olarak ortaya çıkışında en önemli ve belirleyici kaynak vahiydir. Kur'an-ı Kerim ve kısmen de hadisler içinde ümmete intikal eden vahiy insan-Allah, fert-toplum arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde birinci kaynak olmuş, başka tesirler bu kaynağın süzgecinden geçtikten ve meşruiyet vasfını buradan aldıktan sonra İslami hayatı etkileyebilmiştir. Fıkhın ibadet, helal-haram konuları dışında kalan bölümleriyle bunlara dayalı kurumların İslam tarihi boyunca diğer kültür ve medeniyetlerden etkilenmiş olması ihtimal dahilindedir ve her ne kadar tartışmalı bir mesele haline gelmişse de bu durumun mevcudiyeti ihtimalden daha kuvvetlidir. Fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur'an'ın tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde, Kur’an-ı Kerim'in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde yapılan yorumlar fıkhî hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi, Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar veya İslam’ın amelî hükümlerini Kur’an’dan çıkarmayı amaçlar. Fıkıh ilmi bunu yaparken öncelikle Kur’an’ın uygulama ile ilgili ayetlerinin Hz. Peygamber tarafından nasıl hayata aktarıldığını  gösteren  hadis  ilminin  verilerine  bakmak  zorundadır.  Nitekim Kur’an’da yer almayan bir meselenin hükmünün hadiste aranması sahabe devrinden bu yana Müslümanlar arasında yerleşmiş bir uygulamadır. Hadisleri göz ardı ederek hüküm çıkarmaya çalışmak kabul görmemiştir. Bu nedenle fıkıh, başlangıçta sünnetin uygulamasına bağlı olarak gelişmiş, sonraki dönemlerde de onun kopmayan bir parçası olmuştur. Hz. Peygamber Kur’an’ın ilk ve en yetkin müfessiri olduğuna göre Kur’an-ı Kerim’in yorumu ile ilgilenen “tefsir ilmi”nin öncelikle başvuracağı kaynağın hadisler olması kaçınılmazdır. Bunun içindir ki başlangıçta “rivayet tefsiri”, ayetleri yalnızca hadislerle tefsir eden bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Hatta rivayet tefsiri müstakil bir ilim dalı hâline gelinceye kadar hadisin bir parçası olarak varlığını sürdürmüştür. Hadis ilminin kaynaklarından “cami” türündeki eserleri meydana getiren sekiz ana bölümden birinin “tefsir” olmasının sebebi de budur. Hadis ilmi, lügat çalışmalarından fıkha kadar uzanan ilmî ve edebî branşlara sadece kaynak olarak değil, aynı zamanda “usul/yöntem” bakımından da öncülük etmiştir. Hadis âlimlerinin sahih rivayetleri belirlemek için tespit ettikleri usul ve yöntemler, diğer İslam bilimleri tarafından farklı düzeylerde uygulanmıştır. Özellikle “isnat sistemi” hadisten alınmış ve diğer ilimlerde de kullanılmıştır. Bu nedenle hadis ilminin doğrudan ya da dolaylı etkilemediği hiçbir İslam bilim dalı yoktur. Hadis ilminin diğer İslam bilimleriyle olan ilişkisi tek yönlü bir ilişki değildir. Hadis ilmi bu bilim dallarının hemen hepsine kaynaklık etmekle birlikte kendisi de onlardan faydalanmaktadır.

Özet olarak, Tüm İslami ilimlerinin kaynağı ve hayatı anlamlandıran yegane ortak nokta Kur’an-ı Kerim’dir. Bu ilimlerin amacı Kur’an’ı doğru anlamak ve insanlara yol göstermek ve onların dünya ve ahiret hayatlarını iyi yönde şekillendirmek adına Kur’an merkezli bir yaşam oluşturmak ve adeta onlar için dengesinden ve doğruluğundan şüphe edilmeyecek nitelikte bir ölçü meydana getirmektir. Bu bağlamda vahiy nüzulünü takiben ortaya çıkmış ve sonraki dönemlerde de büyük bir ivme kazanarak gelişen tefsir ilmi Kur’an’ın anlaşılması nazariyesiyle önem arz etmektedir. Tefsirin işlevi, Kur’an naslarının ne anlama geldiğini ortaya çıkarmaktır ve bunu yaparken de hem Arap dilinden hem Hz. Peygamber ve onun ashabından yani hadis, siyer ve tarih ilminden yararlanmıştır. Tekrar vurgulamak gerekirse, tefsir ilmi sadece bu ilimlerden yararlanmakla kalmayıp aynı zamanda Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarında çok önemli bir yeri olan fıkıh ve kelama da malzeme sağlamıştır. Bu ilimler elde etmiş oldukları malzemeyi kendi yöntemleriyle işleyip, Kur’an naslarıyla ilgili anlama sürecini tefsirin bıraktığı yerden devam ettirip toplumsal hayata uyarlamışlar ve bu nedenle bu ilimlerin ürettiği sonuçlar bağlayıcı görülmüştür. Kısacası kelam, Müslüman toplum için inanç yönüyle bir çerçeve çizmekte, fıkıh ise kitap, sünnet, icma gibi kaynaklardan kıyas yoluyla elde ettiği neticeleri Müslümanların hayatlarında izleyecekleri ameli hükümler şeklinde düzenlemektedir. Görüldüğü üzere tüm dini ilimlerin kaynağı, işlevi, amacı ve gayesi ortaktır. Kur’an’ın doğru anlaşılması ve Kur’an eksenli bir hayat için altyapı hazırlamaya çalışan bu ilimler üzerlerine düşen görevleri yerine getirmeye ve insan hayatı için rehber ve ışık olmaya çalışmaktadırlar. Bu bağlamda oluşum, gelişim ve diğer teorik ve pratik süreçleriyle tüm İslamî ilimlerin teşekkül tarihini birlikte okumanın ve uygulama sahalarının sınırlarını ve genişliklerini anlamanın bilginin bütünlüğü açısından ne denli önemli olduğu anlaşılmaktadır.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Mouna Baker 19922734   Tefsir Doktora 1. sınıf  

Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihinin bütünlüğü

تكامل تاريخ التفسير و الحديث والفقه الإسلامي

كان العرب في الجاهلية أمة معروفة بالفصاحة و الخطابة وحفظ الأشعار و الأنساب يتفاخرون بفصاحتهم  وقوة حفظهم وفراستهم. ورغم وجود عادات سيئة عند العرب في ذلك الزمان كوأد البنات و التقرب إلى الله بعبادة الأصنام، إلا أنهم كانوا قوماً ذوي نخوة وشجاعة واعتزاز بقبيلتهم وأنسابهم. فجاء القرآن الكريم فيهم ليصلح شأنهم ويحملهم أمانة تبليغ القرآن العظيم إلى العالمين وذلك في بعثة النبي الأمي محمد صل الله عليه وسلم الذي تحدى فصاحة العرب بقرآن لا يستطيعوا أن يأتوا بمثله. فتحولت حميتهم القبلية إلى حمية لله ورسوله لا لصنم ولا قبيلة، وبذلك انتقلوا من الجهالة إلى النور و أوصلوا نور القرآن إلى الإنسانية جمعاء. فأخذوا عن الرسول صل الله عليه وسلم القرآن والسنة معا وتفقهوا في فهمها واجتهدوا وتشاوروا بعد وفاة الرسول في الحوادث المستجدة والمتغيرات التي واجهتهم،فتكاملت جهودهم في تفسير القرآن وفهم الأحاديث والعمل بالأحكام التي جاءت في التشريع الإسلامي قرآناً وسنةً. فكانوا خير صحابة للرسول وتابعين لدينه جزاهم الله عنا كل خير وأعاننا على متابعة المسيرة في تبليغ رسالته للعالمين.

لقد نزل القرآن الكريم في ثلاثة عشر عاماً على النبي الكريم منجماً يتتبع أحوال المسلمين ويجيب على تساؤلاتهم ويصوب أخطاءهم وينظم حياتهم بالتدرج في التحريم وفي التعبد. على سبيل المثال نزلت الصلاة في مكة ركعتين ثم تحولت إلى ركعات وأوقات محددة في المدينة و في البداية حرمت الصلاة بعد شرب الخمر ثم حرمت الخمر تحريما كاملا. من رحمة الله بعباده أن أرسل القرآن منجما كي يتحملوا امانته تدريجيا ولكي يعيشوا القرآن في حياتهم العملية فكانوا جيلا قرآنياً بحق تصدوا لحمل الرسالة وتحمل فهمها وتطبيقها عمليا. لقد سلك  الصحابة رضوان الله عليهم في حفظ القرآن أفضل السبل للفهم والتدبر فكانوا يقرؤون عشر آيات لا ينتقلون لما بعدها قبل ان يفهموها ويتفكروا فيها ثم يطبقونها تطبيقا عمليا في حياتهم. لقد عاشوا القرآن الكريم قبل أن يحفظوه في صدورهم. و قد كان محمد صل الله عليه وسلم معلمهم ومرشدهم في فهم ما غمض عليهم يشرح لهم تفاصيل أحكام الآيات ويبين لهم شكل الوضوء والصلاة بالفعل والقول في سنته الشريفة. حتى لتجدنهم يسألونه في أدق التفاصيل الحياتية وخصوصا في مجتمع المدينة المنورة حيث تم بناء الدولة الإسلامية وتشعبت القضايا المدنية والأحكام الفقهية المستمدة من كتاب الله وسنة رسوله الكريم. لقد كان نبينا محمد صل الله عليه وسلم قرآنا يمشي على الأرض وكانت الصحابة رضوان الله عليهم العين و الأذن التي تسجل حركاته وأقواله وما يخبرهم به من وحي القرآن الكريم. لقد كان عهد الصحابة تطبيق عمليا لما يسمى اليوم تفسير القرآن وكتب السنة وأحكام الفقه الإسلامي كلها مجتمعة.

أما عن عصر التدوين للقرآن والسنة النبوية وتفرع العلوم وتخصصها فقد ظهر كما تتبعه العلماء والمؤرخين لاحقا بعد وفاة الرسول صل الله عليه وسلم. لكن هذا لا ينفي أن الصحابة كانوا يكتبون الآيات والأحاديث متفرقة في أوراق النخيل و ألواح الخشب لكي يحفظوها ويتدبروها.لكن التدوين الكامل للقرآن تم بعد حروب الردة كما هو معلوم في أمهات الكتب. إن دراسة تاريخ التفسير وتاريخ الحديث و تاريخ الفقه تظهر تكاملهم منذ بداية نزول الوحي فقد فسر الرسول صل الله عليه وسلم الآيات القرآنية للصحابة بعد تبليغها لهم وحتى نزلت آيات مفسرة لآيات أخرى ومجيبة على أسئلة المسلمين في ذلك الزمان.  ومن خلال الاسلوب المتبع في حفظ أي الله في عهد الصحابة القائم على التطبيق لكل عشرة آيات  قبل الانتقال إلى غيرها، كان الصحابة يسألون عن الأحكام المتعلقة بهذه الآيات ويتفقهون فيها. وبذلك يكون تكامل التفسير والحديث والفقه مجموعا عندهم في ما يسمى الشريعة الإسلامية. ويمكننا تصوير هذا التكامل بين علوم الإسلام بتصوره كشجرة ربانية تتدلى من السماء عن طريق الوحي ليقطف ثمارها الإنسان الذي يمشي على الأرض شجرة جذورها في السماء و أوراقها تظل الأرض وتنعم البشرية بثمارها إلى يوم القيامة.

ويمكننا رسم الصورة بالكلمات فنتخيل السماء ملكوت الله الواسع موطنا  لجذور الوحي الإلهي وهو القرآن الكريم متمثلا بالآي والسور المنزلة على النبي الأمي محمد صل الله عليه وسلم و ما أوحي إليه بأحاديث قدسية أو أفعال و أقوال. و تمتد نحو الأرض ساق الشجرة المتمثلة باكتمال الوحي الإلهي و تبليغ كامل القرآن الكريم من السماء مع تفسيره بالقرآن وبالسنة فتصبح الساق قوية متماسكة كما كان جيل الصحابة رضوان الله عليهم جامعين لعلوم التفسير و الحديث والفقه في وعاء واحد في العصور الأولى. ثم بامتداد الاسلام إلى بلاد واسعة وامتزاج الحضارات وتقدم العصور بدأ العلم الاسلامي يتفرع إلى علوم القرآن كعلم التفسير وعلم الحديث وعلم الفقه بما يتفرع ع كل منها من فروع متعددة مثل علم رسم القرآن وعلم أمثال القرآن وعلم القراءات وفي علم الحديث نجد فروعا كعلم الإسناد وعلم الروايات وعلم الجرح والتعديل وغيرها. في حين تفرع علم الفقه الى علوم عديدة كعلم الفقه الفرضي والوضعي وعلم القانون وغيره مشكلا الأغصان المتدلية نحو الانسان لكي تزل تفرعات كل علم بأوراقها الرقيقة التي تظل الإنسان من حر الضلالة والضياع في الأرض الواسعة ولكي تنعم المخلوقات بثمارها فيعيشوا في توازن وسلام ويعمرون الأرض بالقيم النبيلة كالحب والإخاء والسلام و التعاون والعدل ويبتعدوا عن الخصام والكراهية والحسد ومساوئ الأخلاق التي تقودهم إلى الهلاك وخراب الأرض.

دين الاسلام.jpg


0 Yorum - Yorum Yaz


TEFSİR, HADİS VE İSLAM TEŞRİİ TARİHİNİN BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ KAVRAMI ÇERÇEVESİNDE MÜTALA EDİLMESİ

Tuncay ALTINIŞIK

19952701

Bütünleşik Doktora

TEFSİR TARİHİ

Kur’ânın topluca, bir defada nazil olmaması ve Kuran’da kullanılan bazı kelime/terim/kavram/terkiplerin ne olduğunun anlaşılamaması gibi nedenlerle tefsire ihtiyaç duyulmuş ve bu ilim meydana gelmiştir. Sahabe orta namazın ne olduğu vb. anlayamadıkları hususları Hz. Peygambere sormuş ve öğrenmiştir. Bu durumdan da anlaşıldığı üzere Kur’an’ın anlaşılmasında rivayet önemli bir yer tutmuştur.

Tefsir tarihi boyunca hemen her devirde ve kuşakta temayüz eden isimler olmuştur. Abdullah b. Abbas, Yahya b. Sellam, Taberi, Buhari, Zemahşeri, Razi, Ebussuud, Beyzavi, Alusi, Muhammed Abduh gibi isimler ön plana çıkmış ve hepsi Kur’ân’ı kendi zaviyesinden, bağlı bulunduğu kültürel unsurlardan kop(a)madan yorumlamışlardır. Örneğin; Yahya b. Sellam ictihadi-nakli metot izlemiş, Taberi ise dirayeti tefsirinde daha fazla kullanmış ve tefsir ilmini hadis ilminin kapsamından çıkarmıştır. Zemahşeri mutezili görüşlerin etkisinde kalmış, ehl-i sünneti karalamak, yermek, dil uzatmak suretiyle ehl-i sünnete çok sert davranmıştır. Muhammed Abduh ise ıslahçı bir tefsir anlayışı ortaya koymuştur. O, Kuran’ın ruhundan uzaklaştığını iddia ettiği Müslümanları ilk asra döndürmek iddiasındadır.

HADİS TARİHİ

Hadis tarihine bakıldığında, Hz. Muhammed’in hadis yazımını yasakladığı ve hadis yazımını serbest bıraktığı ile ilgili bilgiler dikkat çekmektedir. Hadis yazımının yasak olmasının temel sebebinin Kur’ân’la karışır/karıştırılabilir endişesi olduğu görülür. Bu yasaktaki amaç, Kur’ân’ın yani dinin daha iyi anlaşılmasıdır. Nitekim bu endişenin kalmadığı dönemde hadisler yazılmış, hadis sahifeleri oluşmuştur.

Müslüman olan toplumların sayısı artıp yaşadıkları coğrafya daha geniş bir alana tekabül ettiğinde, ortaya çıkan siyasi/ mezhebi bölünmeler; ırk, belde taassupları hadis uydurma faaliyetlerine yol açmıştır. Bununla mücadele bağlamında cerh ve ta’dil hareketi doğmuştur.  Hadislerin sıhhat derecelerine göre ıstılah/terimler ortaya konmuştur.

Hadis kitabetinden sonra; H.1. asrın sonu H.II. asrın başlarında hadislerin tedvin edilmesi söz konusu olmuştur. H.II. asra gelindiğinde ise hadis eserleri konularına göre siyer, câmi, sünen olarak sınıflandırılmaya başlanmış ve hadislerden yararlanma kolaylaştırılmıştır.

Tedvin ve tasnif hareketinin ortaya çıkmasında da H.II. asırda yaşanan mezhebi ayrışmaların etkili olduğu görülmektedir. Örneğin Sahih-i Buhari’de ki iman, tevhit, kader, kitap ve sünnete sarılma gibi bölümler, İslam dinini mutezile ve benzeri mezheplerin tasallutundan korumak için ele alınmıştır.

 

İSLÂM TEŞRİİ TARİHİ

Teşrii tarihinin, fıkhın bir bölümünü teşkil ettiği ve fıkhın teşekkülü, gelişmesi ve bu hususlarda sahabe, müçtehit imamlar ve sâir fukahanın faaliyetlerini incelediği görülmektedir.      

FIKHIN DÖNEMLERİ

1.           VAHİY(PEYGAMBER) DEVRİ

Hazreti Peygamberin bi'setinden vefatına kadar geçen süren dönemdir. Tevhide teksif edilmiş Mekke dönemi ve ahkâmın öne çıktığı Medine dönemi olarak iki farklı devreyi içermektedir. Teşriin kaynağı vahiy ve peygamberin içtihadıdır. Ancak bazı ihtilaflı durumlarda sahabe içtihatları ile de hüküm verilmiştir.

Metodolojik olarak tedricilik, ibahanın asıl olması nedeniyle az sayıda düzenleme olması, kolaylık ve hafiflik ile halkın maslahatları teşride hükümlerin bina edildiği prensipler olarak karşımıza çıkmaktadır. Hükümlerin itikadi, ahlaki ve mükellef amellerine ilişkin hükümleri kapsaması söz konusudur.

2.           SAHABE  DEVRİ

Bu devir istinbat kapısı ve yollarının açıldığı, tefsir ve tekemmül devridir. Peygamberin vefatından birinci Hicri asrın sonuna kadarki takriben 90 senelik dönemdir. Bu dönemde de Kur’an esastır. Âlim sahabelerin ön plana çıktığı dönemdir. Bu dönemde vuku bulan hadiseler hakkında ahkâm vaz edilmiş; farazi hâdiselerle vukuu muhtemel hadiseler hakkında ahkâm vaz edilmemiştir. Teşriin kaynağı Kuran, sünnet ve sahabe içtihat/fetvalarıdır.

İslami fetihlerin genişlemesinden sonra, cemaat içtihadı yerini ferdi içtihada bırakmıştır. Bu durum da ashabın Kur’ân yorumunda bazı ayrılıklara düşmesini doğal bir sonuç olarak ortaya çıkarmıştır. Örneğin; dedenin, mirasta baba gibi kabul edilip edilmeyeceği meselesi.

Hadis rivayetinin çok yaygın olmadığı bu dönemde, ashabın rivayetlerde ve onları teşrii kaynağı almada ihtilafları da söz konusu olmuştur. Ebu Hureyre “cenaze taşıyan abdest alsın” diye hadis rivayet etmiş; İbn Abbâs bunu kabul etmemiştir. “Uykudan uyandıktan sonra elini kaba daldırmadan önce yıkasın” hadisiyle Hz. Âişe amel etmemiştir.

Sahabe de ahkâm vaz’ında halkın maslahatlarını önde tutmayı metod olarak benimsemiştir. Hz. Ömer’in kıtlık yılında hırsızın elini kesmemesi, yine Hz. Ömer zamanına kadar üç talakın bir sayılması gibi.

Siyasi fırkalaşma hareketleri teşrii faaliyetini, her fırkanın kendine has fıkhını oluşturmasına varacak kadar derinden etkilemiştir.

3.           TEDVİN ve MÜCTEHİD İMAMLAR DEVRİ

İslâm Hukukunun olgunluk devridir. İslam Devletinin hudutlarının genişlemiş ve cinsleri, âdetleri, muamele ve maslahatları değişik birçok milletlerin bu devlet idaresi altına girmesi, teşri açısından zengin bir birikime de zemin hazırlamıştır. Farklı bölgelerde, metodolojik farklılıklar nedeniyle farklı içtihatlarla öne çıkan mezhep/ekoller kendini göstermiştir. Bu devirde teşriin dört kaynağı vardır: Kur’an, Sünnet, icma ve kıyasla içtihat/hangi yolla olursa olsun istinbat. Hayatın akışı, ihtiyaçlar vb. hususlar her devrin kaynak sayısını da artırmıştır.

4.           TAKLİD DEVRİ

Donma (cümüd) devridir. Dördüncü Hicri asrın ortalarından başlar; sonunu ise Allah'tan başka kimse bilmez. İçtihat ve kanun yapma hareketinin durduğu, ulemada fikir hürriyeti ruhunu öldüğü, bunun neticesi olarak da, ulemanın, iki ana kaynağa (Kur’an ve Sünnete) gitmeyerek, taklide razı olduğu dönemdir. Siyasi ve mezhebi ayrışmalar, ehliyetsiz insanların içtihatları, ulemanın ahlaki problemler içine düşmesi vb. amillerin, içtihat hareketinin duraksamasına sebebiyet vermesi söz konusu olmuştur.  Bu dönemde ictihat kapısı kapanmış,  İslam ülkeleri küçük devletlere bölünmüş, haçlı seferleri yaşanmış, Müslümanlar arasında bölünmeler yaşanmış, mezhep münakaşaları artmış, herkes kendini haklı çıkarmaya çalışmıştır.

5.           SON ASIRDA GİRİŞİLEN TEŞRİ HAREKETLER

Halkın maslahatı ve sosyal gelişmelerin etkilediği birtakım yeni teşrii faaliyetlerinin varlığı söz konusudur. Örneğin, Osmanlı Devletinde Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adlı kanunun hazırlanması ile dört mezhebin taklidine karşı duruş kapısı açılmıştır. Mısır’da özellikle ahval-i şahsiyye konusunda Ebu Hanife görüşleri dışında kanun çıkarılmıştır.

Bugün, halkın mesalihini gerçekleştirecek, asrın ruhuna ve inkişafına ayak uyduracak, geçmiş mezheplerden alınmasa bile Kur'ânın ve sahih sünnetin naslarına muhalif olmayacak kanunların vaz'ı temenni edilmektedir.

Genel olarak fıkıh tarihine baktığımızda Kur’an’a bütüncül yaklaşımın olduğu dönemin taklit dönemine kadar olan dönem olduğunu görmekteyiz. Bütünle ilgilenmeyen ulema, tikel konularla fıkhın alanını daraltmış ve gerileme dönemine girmiştir.                                     

GENEL DEĞERLENDİRME

İslami ilimler dendiğinde ilk akla gelen ilimler, hiç şüphe yok ki tefsir, hadis ve fıkıhtır. Bu ilimlerin tarihi incelendiğinde görülecektir ki, İslami bilgi bir bütündür ve çeşitli adlar altında ortaya çıkmış olan İslami ilimler bu bütünün ayrılmaz birer parçası ve farklı cephelerden görünümleridir. Her birinin ortaya çıkış amacı hakikati yansıtmaktır. Yani gayeleri ortaktır ve o gaye de insanları hakikatle buluşturmak, Kuranın anlaşılmasını sağlamaktır.

Kuranı anlamada bağlamdan uzaklaşmak, bütünü görememek tikel konularla uğraşmak her üç ilmi disiplinde de durgunluk meydana getirmiştir. Âlimler kendi kültür, coğrafya, aldıkları eğitim, mensup oldukları mezhepten kop(a)madan dini anlamaya çalışmışlardır.      

KAYNAKÇA:

       Koçyiğit, Talât, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997.

      Demirci, Muhsin, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1998.

       Hallâf, Abdulvahhab, İslam Teşrii Tarihi(Çev. Doç.Dr. Talat Koçyiğit), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1970


0 Yorum - Yorum Yaz


Mouna Baker 19922734   Tefsir Doktora 1. sınıf  

Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihinin bütünlüğü

Cehalette Araplar, konuşma, konuşma ve şiir ezberleme ile tanınan bir milletti ve kendilerini konuşma ve hafızalarının gücü ile gurur duydular. O zaman Hanifiler arasında, İbrahim'in dininde yürümesiyle ünlü olan İslam'dan önceki Araplar vardı. Hanifiler, Yüce Tanrı'ya ibadet etmek, yalancılığı engellemek ve yasaklanmak demekti. İslam öncesi Zaid bin Nafil ve diğerlerinden Hanefi Araplardan geliyordu. O sırada Araplar arasında kız gömmek ve putlara taparak Tanrı'ya yaklaşmak gibi kötü alışkanlıkların varlığına rağmen, kabileleri ve soyları için kardeşlik, cesaret ve sevgi halkıydı. Kur'an-ı Kerim durumlarını iyileştirmeye geldi ve görevleri Kur'an'ı dünyalara iletmekti. Kabile sevgileri, ne idol ne de kabile için Tanrı ve Elçisi için sevgiye dönüştü ve böylece cehaletten ışığa geçtiler ve Kuran'ın ışığını tüm insanlığa getirdi. Böylece Hz. Pygamber 'dan, onun üzerine Kur'an ve Sünnet'i birlikte aldılar ve anlamaya karar verdiler ve Hz. Pygamber 'in ölümünden sonra yeni olaylarda ve karşılaştıkları değişikliklerde çok çalıştılar ve istişarelerde bulundular. Onların çabaları, Kuran'ın yorumlanmasını, hadislerin anlaşılmasını ve Kuran ve Sünnet'te İslami mevzuatta gelen kararların uygulanmasını tamamladı. Onlar Elçinin en iyi yoldaşları ve dininin takipçileriydi

 

On üç yıl içinde, Kur'an-ı Kerim, Peygamber Efendimize, Müslümanların koşullarını izleyen, sorularını cevaplayan, hatalarını düzelten ve hayatlarını yavaş yavaş yasak ve adanmışlık içinde düzenleyen bir madeni açıkladı. Mesela Mekke'deki namaz kılmak iki rekat tarafından gerçekleştirildi, daha sonra Medıneide belirli rekatlara ve zamanlara dönüştü. Tanrı'nın rahmetinden inananlara, Kur’an'ı pratik yaşamlarında yaşamak için Kuran’ı yavaş yavaş gönderiyorum, bu yüzden mesajı taşımaya, anlayışını ve pratik uygulamasını taşımaya hazır bir Kuran kuşuydu. Sahabeler, Allah onlardan razı olsun, Kur'an'ı anlamanın ve düşünmenin en iyi yolunu izledi. Onları anladıktan ve düşündükten sonra on ayeye geçmeden önce on ayet okurlardı, sonra pratikte hayatlarında uygularlardı. Kur’an’ı ezberlemeden önce Kur’an’ı yaşadılar. Hz. Muhammed, onların bilmedikleri şeyleri anlama ve ayetlerin onlar için hükümlerini detaylandırma ve onların sünnetinde abdest ve namaz biçimini göstermesi için akıl hocası ve rehberiydi. Onlardan, özellikle Medine topluluğunda, hayatın en küçük ayrıntılarını sorduklarını görüyorsunu. O zamanda İslam devletinin kurulduğu ve sivil meselelerin ve içtihatların hükümleri, Tanrı Kitabından ve  Elçisi Sünnetinden ayrıldı. Peygamberimiz yerde bir Kur'an'dı ve sahabeler, Allah onlardan razı olsun, hareketlerini, sözlerini ve Kur'an'ın vahiyini kaydeden bir gözü ve kulağı olabilirdi. Sahabeler dönemi, bugün Kur'ân'ın yorumlanması, Sünnet kitapları ve İslami hukuk hükümlerinin bir araya getirildiği pratik bir uygulamadır.

Kur'an'ın, Hz. Peygamber Sünnetinin ve bilimin dalının kodlanması çağına gelince, Hz. Muhammad’ün ölümünden sonra bilim adamları ve tarihçiler tarafından takip edildi. Ancak bu, yoldaşların onları korumak ve yönetmek için palmiye yapraklarına ve ahşap plakalara dağılmış ayetler ve hadisler yazdıklarını inkar etmez. Tefsir tarihi, hadith tarihi ve Fiqh tarihi, Peygamberin vahyinin başlangıcından itibaren tamamlayıcılıklarını gösterir. Peygamber, Allah'ın duaları ve barışı onun üzerine olsun, diğer ayetler için söz edilen ayetlerden söz edilen ayetlere geçene kadar kendilerine Kuran ayetlerini yorumlardı. Sahabeler, başkalarına taşınmadan önce her on ayetin uygulanmasına dayanan, Sahabeler döneminde herhangi bir Tanrıyı korumak için kullanılan yöntem sayesinde, Sahabeler bu ayetlerle ilgili hükümleri sordular ve onlar üzerinde anlaştılar. Böylece, İslam şarıat adı verilen bir grup olarak yorumlama, Tefsir, hadis ve fıqh tamamlayıcılığı. İslam bilimleri arasındaki bu bütünleşmeyi, kökleri gökyüzünde ve yapraklarında olan bir ağaç gibi yeryüzünde yürüyen insanın meyvelerini toplamak için vahiy yoluyla gökten asılı ilahi bir ağaç olarak görselleştirerek tasvir edebiliriz. Resmi kelimelerle çizebiliriz ve gökyüzünü ilahi vahiy kökenleri için bir yer olarak hayal ederiz, bu, Kur'an-ı Kerim Peygamber Muhammed'e bildirilen ayetler ve sureler ile kutsal hadisler, eylemler ve sözlerle ortaya çıkan şeydir. Ve ilahi vahiyin tamamlanması ve Kur'an ve Sünnet'in yorumlanması ile tüm Kur'an'ın cennetten iletişimi ile temsil edilen ağacın kökünü yere doğru uzatır. Ağacın kökleri güçlü ve tutarlı hale gelir, çünkü Sahabeler kuşağı erken çağlarda bir bilimde yorumlama, tefsir, hadis ve fiqh bilimlerini koruyorlardı. Daha sonra, İslam'ın geniş ülkelere yayılması, medeniyetlerin karıştırılması ve çağların ilerlemesi ile İslam bilimi, Kur'an bilimi ve Kur'an ve biliminin bilimi gibi birden fazla daldan Kur'an bilimlerine dalmaya rivayet, esnad , ve diğerleri başladı. Oysa içtihat, varsayımsal ve durumsal içtihadı, hukuk bilimi ve diğerleri gibi birçok bilime dalmış, insana doğru asılı dallar oluşturmuştur. Bilginin tüm dallarının, adamı geniş dünyadaki hata ve kayıp sıcaklığından koruyan narin yapraklarıyla inmesi ve yaratıkların meyvelerinden zevk almaları, böylece denge ve barış içinde yaşamaları için. Toprağı sevgi, kardeşlik, barış, işbirliği ve adalet gibi asil değerlerle inşa ederler ve onları yıkmaya ve dünyayı mahvetmeye götüren rekabet, nefret, kıskançlık ve kötü ahlaktan uzaklaşırlar.

 


0 Yorum - Yorum Yaz


تأريخ التفسير

قبل أن أذكرَ تأريخَ التفسيرِ سأعرِّفُ (تأريخ التفسير)، كلَّ كلمةٍ على حِدَةٍ، ثم أذكر نشأة تأريخ التفسير.

الكلمة الأولى: تأريخ.

التأْريخ في اللغة: تعريف الوقت. والتَوْريخُ مثله. وأَرَّخْتُ الكتابَ بيوم كذا، ووَرَّخْتُهُ، بمعنىً[1].

قال الدينوري رحمه الله (ت: 227هـ): أَرَّختُ الكتابَ وأُؤَرِّخُهُ تأريخاً وهو كتابٌ مُؤَرَّخٌ، مهموز، وأنا مؤرِّخٌ ووَرَّخْتُهُ أُوَرِّخُهُ توريخاً وهو مُوَرَّخٌ، بغير همز. وأنا مُوَرِّخٌ، وأَرَختُهُ بالتَّخفيف، أرخه أرخاً، وهو كتابٌ مأروخٌ، وأنا آرخٌ على مثال فاعل، وإذا أمرتَ قلتَ: أَرِّخِ الكتابَ تاريخاً وإذا أَمرتَ مِن: وَرَّخت قلتَ: وَرِّخِ الكتابَ توريخاً وإذا أمرتَ مِن: أَرَخت مخفَّفة قلتَ: رِخِ الكتابَ رِيخاً وللاثنين رِيخا وللجمع: رِيخوا[2].

وقال ابن سيده رحمه الله (ت: 458هـ): فإنهم يكتبون أول ليلة من الشهر كتبت مهل شهر كذا ومستهل شهر كذا وكذا وغرة شهر كذا وكذا ويكتبون في أول يوم كذا ويكتبون في أول يوم من الشهر وكتب أول يوم من شهر كذا أو لليلة خلت ومضت من شهر كذا[3].

وتأريخ المسلمين أُرِّخَ من زمن هجرة سيدنا رسول الله، صلى الله عليه وسلم؛ كتب في خلافة عمر، رضي الله عنه[4].

واصطلاحا: لا يختلف معنى التأريخ في الاصطلاح عن معناه في اللغة، حتى جاء في التعريفات الفقهية:

التاريخ: هو تعيين يوم ظهر فيه أمرٌ، تعريف الوقت.

وقيل: تاريخ كل شيء غايته ووقتُه الذي ينتهي إليه.

وعلم التاريخ: علمٌ يتضمن ذكرَ الوقائع وأوقاتها[5].

وثانيا: التفسير وهو في اللغة:

الفَسْرُ: البيانُ. وقد فَسَرْتُ الشيءَ، أفسره بالكسر فسرا. والتفسير مثله.

واسْتَفْسَرْتُهُ كذا، أي سألته أن يُفَسِّرَهُ لي[6].

اصطلاحا: التَّفسِير: هُوَ الْكَلَام فِي أَسبَاب نزُول الْآيَة، وشأنها، وقصتها، وأحكامها من طَرِيق النَّقْل[7].

وقال التهانوي رحمه الله (ت: بعد 1158هـ): وهو علم يعرف به نزول الآيات وشئونها وأقاصيصها والأسباب النازلة فيها، ثم ترتيب مكّيها ومدنيّها، ومحكمها ومتشابهها، وناسخها ومنسوخها، وخاصّها وعامّها، ومطلقها ومقيّدها، ومجملها ومفسّرها، وحلالها وحرامها، ووعدها ووعيدها، وأمرها ونهيها، وأمثالها وغيرها.

وقال أبو حيان: التفسير: علم يبحث فيه عن كيفية النطق بألفاظ القرآن ومدلولاتها وأحكامها الإفرادية والتركيبية، ومعانيها التي يحمل عليها حالة التركيب وتتمّات ذلك[8].

وعُرِّف علم التفسير بأنه: توضيحُ معنى الآية وشأِنها وقصَّتِها والسبب الذي نزلت فيه بلفظ يدلُّ عليه دلالة ظاهرة[9].

وأما بيانه وتعريفه باعتباره مركبا

فإن تأريخ علم التفسير قد نشأ في عصر الرسول صلى الله عليه وسلم، أي أنّ بدايته قد بدأت في صدر الإسلام، ولكنه لم يُكن يُسمى علماً في ذلك الوقت، وقد مر علم التفسير بعدة مراحل في نشأته وتطوره، وهي كالآتي:

المرحلة الأولى: التفسير في عهد النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ -:

نزل القرآن الكريم بلسان عربي مبين، وعلى أساليب بلاغة العرب وبيانهم، فكانوا يفهمونه، ويدركون أغراضه ومراميه، وإن تفاوتوا في الفهم، والإدراك؛ تبعًا لاختلاف درجاتهم العلمية، ومواهبهم العقلية، فقد قال ابن قتيبة: " إن العرب لا تستوي في المعرفة بجميع ما في القرآن من الغريب والمتشابه، بل إن بعضها يفضل في ذلك على بعض ".

ومعنى هذا أن هناك آيات تشكل معانيها على الصحابة، وكان الصحابة - رضوان الله عليهم - يسألون الرسول ليوضح لهم موضع الإشكال، فمن هنا بذرت البذور الأولى لعلم التفسير.

والحق أن التفسير في هذه المرحلة يتميز بسمات لم تتوافر لأي مرحلة تالية ... إن تفسير القرآن في هذا المرحلة كان من عند اللَّه تبارك وتعالى، فهو سبحانه أول مبين ومفسر لكتابه؛ لأنه الأعلم به وبمراد نفسه من غيره، ولأن أصدق الحديث كتاب الله تعالى؛ ولذلك يقول اللَّه تعالى: {وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ}، [آل عمرن:7]، ويقول سبحانه: {وَلَا يَأْتُونَكَ بِمَثَلٍ إِلَّا جِئْنَاكَ بِالْحَقِّ وَأَحْسَنَ تَفْسِيرًا}، [الفرقان:33] ويقول جل وعلا: {فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ (18) ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ (19)}، [القيامة: 18و19].

وتفسير القرآن في هذه المرحلة -أيضًا- كان موكولاً إلى الرسول - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ -، وكان طبيعيًّا أن يفهم النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - القرآن جملة وتفصيلاً، فهم ظاهره وباطنه، ومجمله ومفصله، ومقيده ومطلقه، ومحكمه ومتشابهه، وخاصه وعامه، وأمره ونهيه، وغريبه ومشكله، وسائر ما يتعلق بالأحكام والاعتقاد والتكاليف. . . إلخ.

وقد أعطى القرآنُ الكريمُ للرسولِ –صلى الله عليه وسلم - الحقَّ في عملية التفسير، فقد قال اللَّه جل وعلا: {وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ}، [النحل: 44]، وقال سبحانه: {كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ (151)}، [البقرة: 151] [10]. والأدلة على ذلك كثيرة، منها:

1-             عَنِ الْبَرَاءِ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، أَنَّ رَسُولَ اللهِ صلى الله عليه وسلم صَلَّى إِلَى بَيْتِ الْمَقْدِسِ سِتَّةَ عَشَرَ شَهْرًا ، أَوْ سَبْعَةَ عَشَرَ شَهْرًا ، وَكَانَ يُعْجِبُهُ أَنْ تَكُونَ قِبْلَتُهُ قِبَلَ الْبَيْتِ وَإِنَّهُ صَلَّى ، أَوْ صَلاَّهَا - صَلاَةَ الْعَصْرِ وَصَلَّى مَعَهُ قَوْمٌ فَخَرَجَ رَجُلٌ مِمَّنْ كَانَ صَلَّى مَعَهُ فَمَرَّ عَلَى أَهْلِ الْمَسْجِدِ وَهُمْ رَاكِعُونَ قَالَ أَشْهَدُ بِاللَّهِ لَقَدْ صَلَّيْتُ مَعَ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قِبَلَ مَكَّةَ فَدَارُوا كَمَا هُمْ قِبَلَ الْبَيْتِ ، وَكَانَ الَّذِي مَاتَ عَلَى الْقِبْلَةِ قَبْلَ أَنْ تُحَوَّلَ قِبَلَ الْبَيْتِ رِجَالٌ قُتِلُوا لَمْ نَدْرِ مَا نَقُولُ فِيهِمْ فَأَنْزَلَ اللَّهُ : {وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَحِيمٌ}[11].

2-             عَنْ عَبْدِ اللهِ بن مسعود، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، قَالَ : لَمَّا نَزَلَتْ هَذِهِ الآيَةُ: {الَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ}، شَقَّ ذَلِكَ عَلَى أَصْحَابِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم، وَقَالُوا: أَيُّنَا لَمْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم لَيْسَ كَمَا تَظُنُّونَ إِنَّمَا هُوَ كَمَا قَالَ لُقْمَانُ لاِبْنِهِ {يَا بُنَيَّ لاَ تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ}[12].

3-             وَعَنْ أَبِي بَكْرِ بْنِ أَبِي زُهَيْرٍ قَالَ: أُخْبِرْتُ أَنَّ أَبَا بَكْرٍ - رضي الله عنه - قَالَ: يَا رَسُولَ اللهِ , كَيْفَ الصَّلَاحُ بَعْدَ هَذِهِ الْآية: {لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ , مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ}، [النساء: 123]، فَكُلَّ سُوءٍ عَمِلْنَا جُزِينَا بِهِ؟ , فَقَالَ رَسُولُ اللهِ - صلى الله عليه وسلم -: " غَفَرَ اللهُ لَكَ يَا أَبَا بَكْرٍ، أَلَسْتَ تَمْرَضُ؟ , أَلَسْتَ تَنْصَبُ ؟ أَلَسْتَ تَحْزَنُ؟ , أَلَسْتَ تُصِيبُكَ اللَّأوَاءُ؟ " , قَالَ: بَلَى، قَالَ: " فَهُوَ مَا تُجْزَوْنَ بِهِ "[13].

المرحلة الثانية: التفسير في عهد الصحابة رضوان اللَّه عليهم:

جاء عهد الصحابة، وما من شك في أنهم كانوا يفهمون القرآن جملة، أي: بالنسبة لظاهره وأحكامه، أما فهمه تفصيلاً، ومعرفة دقائق باطنه، بحيث لا يغيب عنهم شاردة ولا واردة، فهذا غير ميسور لهم بمجرد معرفتهم للغة القرآن، بل لابد لهم من البحث والنظر؛ وذلك لأن القرآن -كما سبقت الإشارة- فيه المجمل، والمشكل، والمتشابه، وغير ذلك مما لابد في معرفته من أمور أخرى يرجع إليها.

ولذلك فإن قليلاً من الصحابة من استشرف لمعرفة تفصيلات القرآن ودقائقه من رسول اللَّه - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ، ... وبطبيعة الحال لم يكن الصحابة في درجة واحدة في فهم اللغة وإدراك أسرارها، وليس بمقدور قوم أن يفهموا كل ما يكتب بلغتهم من العلوم على حد سواء، ومن هنا لم يكن الصحابة في درجة واحدة لفهم معاني القرآن، بل تفاوتت مراتبهم، تبعًا لتفاوتهم في فهم اللغة وإدراك أسرارها، وهذا يرجع إلى تفاوتهم في القوة العقلية، وما أحاط بالقرآن من ظروف وملابسات، وأكثر من هذا أنهم كانوا لا يتساوون في معرفة المعاني التي وضعت لها المفردات، فمن مفردات القرآن ما خفي معناه على بعض الصحابة، ولا ضير في هذا، فإن اللغة لا يحيط بها إلا معصوم، ولم يدع أحد أن كل فرد من أمة يعرف جميع ألفاظ لغتها[14].

والمواقف الدالة على ذلك كثيرة، منها ما أخرج أبو عبيدة من طريق مجاهد عن ابن عباس قال: " كنت لا أدري ما فاطر السماوات؟ حتى أتاني أعرابيان يتخاصمان في بئر، فقال أحدهما: أنا فطرتها، يقول: أنا ابتدأتها ".

وروى عكرمة عن ابن عَبَّاسٍ قال: " ما كنت أدري ما قوله تعالى: (رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ)، حتى سمعت ابنة ذي يزن الحميري وهي تقول: أفاتحك، تعني أقاضيك ".

وأظهر ما يدل على تفاوت فهم الصحابة للنصوص ما روي أن الصحابة فرحوا عند نزول قوله تعالى: (الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا)؛ حيث ظنوا أنها إخبار وبشرى بكمال الدِّين، ولكن عمر بكى وقال: ما بعد الكمال إلا النقص؛ مستشعرًا نعي النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ -.

وروى البخاري عن ابن عَبَّاسٍ قال: " كان عمر يدخلني مع أشياخ بدر، فكأن بعضهم وجد في نفسه، وقال: لم يدخل هذا معنا وإن لنا أبناء مثله؟ فقال عمر: إنه من أعلمكم، فدعاهم ذات يوم فأدخلني معهم، فما رأيت أنه دعاني فيهم إلا ليريهم، فقال: ما تقولون في قوله تعالى: (إِذَا جَاءَ نَصرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ)؛ فقَالَ بَعْضُهُمْ: أمرنا أن نحمد اللَّه ونستغفره إذا نصرنا وفتح علينا، وسكت بعضهم ولم يقل شيئًا، فقال لي: أكذلك تقول يا ابن عَبَّاسٍ؟ فقلت: لا، فقال: وما تقول؟ قلت: هو أجل رسول اللَّه أعلمه اللَّه له، قال: (إِذَا جَاءَ نَصرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ)، فذلك علامة أجلك، (فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا)، فقال عمر: لا أعلم منها إلا ما تقول ".[15]

المرحلة الثالثة: التفسير في عصر التابعين:

جاء عصر التابعين، فوجدوا بين أيديهم ميراثًا ضخمًا من التفسير، لكنه ليس شاملاً لكتاب اللَّه تعالى كله، بل هو تفسير لبعض الآيات، كما أنه لم تكن هناك مصنفات كاملة فيه، حيث إنه لم يدون في عهد الصحابة، لقرب العهد برسول اللَّه - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - ولقلة الاختلاف، وللتمكن من الرجوع إلى الثقات.

ثم لما انقضى عصر الصحابة أو كاد، وصار الأمر إلى تابعيهم، انتشر الإسلام، واتسعت الأمصار، وتفرقت الصحابة في الأقطار، وحدثت الفتن، واختلفت الآراء، وكثرت الفتاوى والرجوع إلى الكبراء، فأخذوا في تدوين الحديث والفقه وعلوم القرآن.

ومعنى هذا أن حركة واسعة لتدوين علوم الإسلام قد بدأت مع عصر التابعين، في أواخر القرن الأول الهجري وبداية القرن الثاني، وقد نال التفسير قسطًا وافرًا من اهتمام التابعين، سواء فيما يتعلق بتدوينه أو تطويره والبلوغ به درجات لم يبلغها من قبل[16].

المرحلة الرابعة: التفسير في عصور التدوين:

وهذه المرحلة تبدأ مع ظهور تدوين العلوم في أواخر عصر بني أمية وبداية عصر العباسيين، وفي هذه المرحلة خطا التفسير خطواتٍ أخرى، نستطيع بلورتها فيما يلي:

الخطوة الأولى: أنه مع ابتداء التدوين لحديث رسول اللَّه - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - كانت أبوابه متنوعة، وكان التفسير بابًا من هذه الأبواب التي اشتمل عليها الحديث، فلم يفرد له تأليف خاص يفسر القرآن سورة سورة، وآية آية، من مبدئه إلى منتهاه، بل وجد من العلماء من طوف في الأمصار المختلفة ليجمع الحديث، فجمع بجوار دلك ما روي في الأمصار من تفسير منسوب إلى النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - أو إلى أصحابه أو التابعين، ومن هَؤُلَاءِ: يزيد بن هارون السلمي المتوفى سنة 117 هجرية، وشعبة بن الحجاج المتوفى سنة 160 هجرية، ووكيع بن الجراح المتوفى سنة 197 هجرية، وسفيان بن عيينة المتوفى سنة 198 هجرية، وروح بن عبادة البصري المتوفى سنة 255 هجرية، وعبد الرزاق بن همام المتوفى سنة 211 هجرية، وآدم بن إياس المتوفى سنة 225 هجرية، وعبد بن حميد المتوفى سنة 249 هجرية، وغيرهم. . . وهَؤُلَاءِ جميعًا كانوا من أئمة الحديث، فكان جمعهم للتفسير جمعًا لباب من أبواب الحديث، ولم يكن جمعًا للتفسير على استقلال وانفراد، وجميع ما نقله هَؤُلَاءِ الأعلام عن أسلافهم من أئمة التفسير نقلوه مُسْنَدًا إليهم، غير أن هذه التفاسير لم يصل إلينا شيء منها؛ ولذا لا نستطيع أن نحكم عليها.

الخطوة الثانية: انفصل بها التفسير عن الحديث، فأصبح علمًا قائمًا بنفسه، ووضع التفسير لكل آية من القرآن، ورتب ذلك على حسب ترتيب المصحف، وتم ذلك على أيدي طائفة من العلماء منهم ابن ماجه المتوفى سنة 273 هـ، وابن جرير الطبري المتوفى سنة 310 هـ، وأبو بكر بن المنذر النيسابوري المتوفى سنة 318 هـ، وابن أبي حاتم المتوفى سنة 327 هـ، وأبو الشيخ بن حبان المتوفى سنة 369 هـ، والحاكم المتوفى سنة 405 هـ، وأبو بكر بن مردويه المتوفى سنة 410هـ، وغيرهم من أئمة هذا الشأن[17]. ما مضى، هو نبذة مختصرة عن تأريخ التفسير.

تأريخ الحديث

قبل الكلام عن تأريخ نشأة علم الحديث، فيحسن التعريف بالحديث لغة واصطلاحا .

الحديث لغة:  مَا يُحدِّثُ بِهِ المُحَدِّثُ تحديثاً. ورجُلٌ حِدْثٌ، أَي: كثير الحدِيث[18].

والحَدِيثُ: نقيضُ الْقَدِيمِ. والحُدُوث: نقيضُ القُدْمةِ. حَدَثَ الشيءُ يَحْدُثُ حُدُوثاً وحَداثةً، وأَحْدَثه هُوَ، فَهُوَ مُحْدَثٌ وحَديث، وَكَذَلِكَ اسْتَحدثه[19].

وفى الاصطلاح: مَا أضيف إِلَى النَّبِي [صلى الله عَلَيْهِ وَسلم] قولا أَو فعلا أَو تقريراً أَو صفة، حَتَّى الحركات والسكنات فى الْيَقَظَة وَالنَّوْم[20].

وقال الجرجاني رحمه الله (ت: 816): والْحَدِيث أَعم من أَن يكون قَول الرَّسُول صلى الله عَلَيْهِ وَسلم أَو الصَّحَابِيّ أَو التَّابِعِيّ وفِعلهم وتقريرهم[21].

وقال عبد الحق الدهلوي الحنفي (ت: 1052هـ) رحمه الله: اعْلَم أَن الحَدِيث فِي اصطلاح جُمْهُور الْمُحدثين يُطلق على قَول النَّبِي صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَفعله وَتَقْرِيره.

وَمعنى التَّقْرِير أَنه فعل أحد أَو قَالَ شَيْئا فِي حَضرته صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَلم يُنكره وَلم يَنْهَهُ عَن ذَلِك بل سكت وَقرر.

وَكَذَلِكَ يُطلق الحَدِيث على قَول الصَّحَابِيّ وَفعله وَتَقْرِيره وعَلى قَول التَّابِعِيّ وَفعله وَتَقْرِيره[22].

وعُرِّف الحَدِيث بأنه: تتبع أَقْوَال رَسُول الله - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّم َ -، وأفعاله، وَمَا يتَّصل بهما مِمَّا يُفِيد أحد الْأَحْكَام الْخَمْسَة.[23].

وعلم الحديث: يسمّى بعلم الرواية والأخبار والآثار أيضا على ما في مجمع السلوك، حيث قال ويسمّى جملة علم الرواية والأخبار والآثار علم الأحاديث، انتهى. فعلى هذا علم الحديث يشتمل علم الآثار أيضا، بخلاف ما قيل، فإنه لا يشتمله، والظاهر أن هذا مبني على عدم إطلاق الحديث على أقوال الصحابة وأفعالهم على ما عرف. وعلم الحديث علم تعرف به أقوال رسول الله صلى الله عليه وسلم وأفعاله.

أما أقواله عليه الصلاة والسلام فهي الكلام العربي، فمن لم يعرف حال الكلام ... فهو بمعزل عن هذا العلم، وهو كونه حقيقة ... صريحا وعاما وخاصا ومطلقا ومقيّدا ومنطوقا ومعنويا ونحو ذلك، مع كونه على قانون العربية الذي بيّنه النحاة بتفاصيله، وعلى قواعد استعمال العرب، وهو المعبر بعلم اللغة.

وأما أفعاله عليه الصلاة والسلام فهي الأمور الصادرة عنه التي أمرنا باتباعه فيها أولا كالأفعال الصادرة عنه طبعا أو خاصة ...

 وموضوعه: ذات رسول الله صلى الله عليه وسلم من حيث أنه رسول الله، ومباديه هي ما تتوقف عليه المباحث، وهي أحوال الحديث وصفاته، ومسائله هي الأشياء المقصودة منه، وغايته الفوز بسعادة الدارين[24].

أما تأريخ نشأة علم الحديث

أولاً: تدوين السُّنَّة بدأ في حياة النبي صلى الله عليه وسلم

قال محمد الزهراني صاحب كتاب تدوين السنة: اشتهر بين عامة الناس من غير ذوي التتبع والاستقصاء أن الحديث أو ما يطلق عليه علماء الحديث لفظ العلم ظلَّ أكثر من مائة سنة يتناقله العلماء حفظاً دون أن يكتبوه، واستمرَّ هذا الظن قرابة خمسة قرون متتابعة وهو يزيد توسعاً ويطَّرد قوةً، حتى جاء الخطيب فتتبع مسائل هذا الموضوع وجمع شتاته، وألَّف في ذلك "تقييد العلم".

أما سبب هذا الظن فهو خطأ في تأويل ما ورد عن المحِّدثين في تدوين الحديث وتصنيفه، فقد ذكر هؤلاء أنَّ أوَّل من دوَّن العلم ابن شهاب الزهري المتوفى سنة (124 أو125 هـ) ، وذكروا أوَّل من صنَّف الكتب فإذا هم جميعاً ممن عاش حتى بعد سنة (143 هـ) تقريباً.

ولم يعط العلماء قبل الخطيب هذه الأقوال حقَّها من التَّأويل العميق والفهم الدقيق، بل رووا هذه الأقوال بشكلٍ يوهم بأنه فعلاً أوَّل من كتب الحديث ودوَّنه ابن شهاب الزهري، وأوَّل من صنَّفه في الكتب أتى بعده.

وغلبت هذه الفكرة على أصحاب الكتب الجامعة: كأبي طالب المكي، والامام الذهبي، والحافظ ابن حجر، والمقريزي، وصاحب "أبجد العلوم" وغيرهم فكانوا يؤيدونها رغم أنهم كانوا يجدون لها نقيضاً، وذلك أنهم يذكرون أن مَنْ بعد الصحابة والتابعين كانوا يروون العلم من صحفٍ صحيحةٍ غير مرتبة كتبت في عصر الصحابة والتابعين.

إذن حصل هناك تدوينٌ قبل عصر الإمام الزهري الذي يُعدُّ من طبقة صغار التابعين.

وقد حاول الخطيب أن يثبت أن تقييد العلم كان موجوداً في حياته صلى الله عليه وسلم وفي عصر الصحابة والتابعين كذلك، فقاده ذلك إلى البحث في تاريخ تقييد العلم، فجمع الأحاديث والأخبار التي لها صلة بنشأة تقييد العلم، وهي أكثر مما جمعه سلفه، ووجدها تنتظم في حلقتين مختلفتين متضادتين، فبعضها يشير إلى جواز كتابة الحديث والإقبال عليه، والآخر يظهر خلاف ذلك، وهذا ما قد كان وجده متقدموه، غير أنَّه ألفى شيئاً جديداً فيها، وهو أن بعضها يتضمن الإشارة إلى سبب كراهة الكتابة، فبدا له أن يفرد هذه النصوص بباب خاص علَّها تنطق من نفسها عما يزيل الخلاف ويرفع التناقض.

وقد خصص - رحمه الله تعالى - الفصل الأول من القسم الأول من كتابه للأحاديث المرفوعة التي تنهى عن كتابة الحديث ...[25]

جهود الصحابة رضي الله عنهم في تدوين السُّنَّة المطهَّرة ونقلها إلى الأمَّة.

لقد كانت جهود هذا الجيل المبارك هي الأساس الأول في تدوين السُّنَّة وحفظها ونقلها إلى الأمة، كما كانت جهودهم - رضوان الله عليهم - هى الأساس في نشر الدين وترسيخ العقيدة وحماية السُّنَّة من كل مايشوبها.

وفيما يلي نماذج من تلك الجهود، وأكتفي بالنماذج هنا مشيراً إلى المصادر التي استوعبت أو حاولت الاستيعاب وذلك لأن المقام هنا لا يتسع لأكثر من هذه النماذج:

1- الحث على حفظ الحديث وثثبيت ذلك الحفظ، حتى كان كثير منهم يأمر تلاميذه بالكتابة لتثبيت حفظهم ثم محو ما كتبوه حتى لا يتكل على الكتاب.

قال الخطيب البغدادي: "وكان غير واحد من السلف يستعين على حفظ الحديث بأن يكتبه، ويدرسه من كتابه، فإذا اتقنه محا الكتاب، خوفاً من أن يتَّكل القلب عليه فيؤدي إلى نقصان الحفظ وترك العناية بالمحفوظ"[26].

 الكتابة بالسُّنَّة بعضهم إلى بعض، ومن أمثلة ذلك ما يلي:

أ- كتب أسيد بن حضير الأنصاري رضي الله عنه بعض الأحاديث النبوية، وقضاء أبي بكر وعمر وعثمان، وأرسله إلى مروان بن الحكم[27].

ب- وكتب جابرُ بنُ سمرةَ رضي الله عنه بعض أحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم وبعث بها إلى عامرَ بنِ سعدٍ بنِ أبى وقاص بناء على طلبه ذلك منه[28].

ج- وكتب زيد بن أرقم رضي الله عنه بعض الأحاديث النبوية وأرسل بها إلى أنس بن مالك رضي الله عنه.

د- وكتب زيد بن ثابت في أمر الجَدِّ إلى عمر بن الخطاب رضي الله عنه وذلك بناء على طلب عمر نفسه.

هـ- جمع سمرة بن جندب ما عنده من حديث رسول الله صلى الله عليه وسلم وبعث به إلى ابنه سليمان، وقد أثنى الإمام محمد بن سيرين على هذه الرسالة فقال: "في رسالة سمرة إلى ابنه علمٌ كثير".

و كتب عبد الله بن أبي أوفى بأحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم إلى عمر بن عبيد الله.

3- حث تلاميذهم على كتابة الحديث وتقييده، ومن أمثلة ذلك:

أ- كان أنس بن مالك الأنصاري رضي الله عنه يحثُّ أولاده على كتابة العلم فيقول: "يابني قيدوا العلم بالكتاب"، وكان يقول - رحمه الله ورضي عنه -: "كنا لا نعد علم من لم يكتب علمه علماً"

ب- روى الخطيب بسنده عن عدة من تلاميذ عبد الله بن عباس حَبر الأمَّة أنه كان يقول: "قيدوا العلم بالكتاب، خير ما قُيِّد به العلم الكتاب".

ج- وروى أيضاً بأسانيده من عدة طرق إلى عمر بن الخطاب

رضي الله عنه أنه قال: "قيدوا العلم بالكتاب"...[29]

ثالثاً: جهود التابعين في تدوين السُّنَّة المشرفة:

تلقى التابعون - رحمهم الله - السُّنَّة، بل الدِّين كله عن الصحابة الكرام - رضوان الله عليهم - فقاموا بمهمة تبليغ الرسالة من بعد شيوخهم إلى الناس كافة، فكانوا خير جيل بعد ذلك الجيل، وقد بذل جيل التابعين في خدمة السُّنَّة وتدوينها وحفظها جهوداً كبيرة، وفيما يلي نماذج من تلك الجهود:

1-الحث على التزام السُّنَّة وحفظها وكتابتها والتثبت في روايتها وسماعها:

سبق أن ذكرت طائفة من الأمثلة على ذلك في الفصل الثاني من الباب الأول عند الكلام عن عناية التابعين ومن بعدهم بالسُّنَّة النبوية، وأضيف هنا أمثلة مما لم أمثل له هناك وهو حثُّهم على كتابة السُّنَّة:[30]

أ- روى الخطيب بسنده من عدة طرق عن الإمام عامر الشعبي

أنه كان يقول: "إذا سمعت شيئاً فاكتبه ولو في الحائط فهو خيرٌ لك من موضعه من الصحيفة فإنك تحتاج إليه يوماً ما"[31].

ب- عن الحسن البصري قال: "ما قُيِّد العلم بمثل الكتاب، إنما نكتبه لنتعاهده".[32]

ج- وعن سعيد بن جبير قال: " كُنْتُ أَكْتُبُ عِنْدَ ابْنِ عَبَّاسٍ فِي أَلْوَاحِي حَتَّى أَمْلَأَهَا ثُمَّ أَكْتُبُ فِي كَفِّي".[33]

وعن صالح بن كيسان قال: "اجتمعت أنا والزهري - ونحن نطلب العلم - فقلنا: نكتب السنن، فكتبنا ما جاء عن النبي صلى الله عليه وسلم، ثم قال: نكتب ما جاء عن أصحابه فإنَّه سُّنَّة، فقلت: أنا ليس بسُنَّة فلا نكتبه، قال: فكتب ولم أكتب، فأنجح وضيعت".[34]

التدوين في القرن الثاني الهجري

يشمل هذا القرن عصر جيلين:

الأول: صغار التابعين إذ تأخرت وفاة بعضهم إلى ما بعد سنة (140 هـ) وقد سبق الكلام عن أثرهم وجهودهم في التدوين ضمن الكلام عن جهود جيل التابعين كله بمختلف طبقاته.

أما الجيل الثاني: فهم أتباع التابعين الحلقة الثالثة - بعد جيل الصحابة والتابعين - في سلسلة رواة السُّنَّة ونقلة الدِّين إلى الأمَّة، ولقد كان لهذا الجيل أثره الرائد في التصدي لأصحاب البدع والأهواء، ومقاومة الكذب الذى فشى في هذا العصر على أيدي الزنادقة الذين بلغوا ذروة نشاطهم ضد السُّنَّة ورواتها في منتصف هذا القرن، حتى اضطر الخليفة المهدي رحمه الله إلى تكليف أحد رجاله بتتُّبع أخبارهم والتضييق عليهم في أوكارهم، فأصبح ذلك الرجل يعرف بصاحب الزنادقة.

وقد نشط الأئمة والعلماء من هذا الجيل في خدمة السُّنَّة وعلومها وحمايتها من كل ما يشوبها وعلى أيديهم بدأ التدوين الشامل المبوَّب المرتَّب، بعد أن كان من قبلهم يجمع الأحاديث المختلفة في الصحف والكراريس بشكل محدود وكيفما اتفق بدون تبويب ولا ترتيب.

كما نشأ وتفتَّق على أيديهم علم الرجال، بعد أن كان السؤال عن الإسناد قد بدأ في أواخر عصر الصحابة وكبار التابعين.

وكما كان لهذا الجيل الريادة في ابتداء التدوين المرتَّب على الأبواب والفصول، كذلك كانت له الريادة في ابتداء التصنيف في علم الرجال، حيث أَلَّف في تاريخ الرجال كل من: الليث بن سعد (ت 175هـ) ، وابن المبارك (ت 181هـ) ، وضمرة بن ربيعة (ت 202هـ) ، والفضل بن دكين (ت 218هـ) وغيرهم.

ويعتبر هذا الجيل جيل التأسيس لعلوم السُّنَّة المطهَّرة ولا غروَّ، ففيه عاش جهابذة رجال السُّنَّة أمثال الأئمة: مالك، والشافعي والثوري، والأوزاعي، وشعبة، وابن المبارك، وابراهيم الفزاري، وابن عيينة، والقطان، وابن مهدي، ووكيع وغيرهم كثير.

وسأوجز الكلام عن التدوين في هذا القرن في ثلاث فقرات هي:

أولا: تطور التدوين في هذا القرن عما سبق

ثانيا: ممن اشتهر بوضع المصنفات في الحديث في هذا القرن

ثالثا: دراسة موجزة عن نموذج مما دون في هذا القرن

أولاً: تطور التدوين في هذا القرن عما سبق:

أ- ظهور التفريق بين التدوين الذي هو مجرد الجمع وبين التصنيف الذي هو الترتيب والتبويب والتمييز في المصنفات في هذا القرن.

ب- أن هذه المصنفات المدونة في هذا العصر قد جمعت إلى جانب أحاديث الرسول صلى الله عليه وسلم أقوال الصحابة وفتاوى التابعين، بعد أن كانت تتناقل مشافهة وكانت الصحف فيما مضى تقتصر على الأحاديث النبوية فقط.

ج- طريقة التدوين في مصنفات هذا القرن هي: جمع الأحاديث المتناسبة في باب واحد ثم يجمع جملة من الأبواب أو الكتب في مصنف واحد، بينما كان التدوين في القرن الماضي مجرد جمع الأحاديث في الصحف بدون ترتيب أو تمييز.

د- إن مادة المصنَّفات في هذا القرن قد جمعت من الصحف والكراريس التي دونت في عصر الصحابة والتابعين، ومما نقل مشافهة من أقوال الصحابة وفتاوى التابعين.

وقد حملت مصنفات علماء القرن الثاني عناوين: موطأ - مصنف - جامع - سنن، وبعضها كان بعناوين خاصة مثل: الجهاد - الزهد - المغازي والسير.

ثانياً: ممن اشتهر بوضع المصنفات في الحديث في هذا القرن:

1- أبو محمد عبد الملك بن عبد العزيز بن جريج (ت 150 هـ) بمكة.

2- محمد بن إسحاق بن يسار المطلبي (ت 151 هـ) بالمدينة.

3- معمر بن راشد البصري ثم الصنعاني (ت 153 هـ) باليمن.

4- سعيد بن أبى عروبة (ت 156 هـ) بالبصرة.

5- أبو عمرو عبد الرحمن بن عمرو الأوزاعي (ت 156 هـ) بالشام.

6- محمد بن عبد الرحمن بن أبي ذئب (ت 158 هـ) بالمدينة.

7- الربيع بن صُبيح البصري (ت 160 هـ) بالبصرة.

8- شعبة بن الحجاج (ت 160 هـ) بالبصرة.

9- أبو عبد الله سفيان بن سعيد الثوري (ت 161 هـ) بالكوفة.

10- الليث بن سعد الفهمي (ت 175 هـ) بمصر.

11- أبو سلمة حماد بن سلمة بن دينار (ت 176 هـ) بالبصرة.

12- الإمام مالك بن أنس (ت 179 هـ) بالمدينة.

- عبد الله بن المبارك (ت 181 هـ) بخراسان.

14- جرير بن عبد الحميد الضبي (ت 188 هـ) بالري.

15- عبد الله بن وهب المصري (ت 197 هـ) بمصر.

16- سفيان بن عيينة (ت 198 هـ) بمكة.

17- وكيع بن الجراح الرؤاسي (ت 197 هـ) بالكوفة.

18- أبو عبد الله محمد بن إدريس الشافعي (ت 204 هـ) بمصر.

19- عبد الرزاق بن همام الصنعاني (ت 211 هـ) بصنعاء.

الباب الثالث: التدوين في القرن الثالث الهجري

تعريف موجز عن جهود علماء السنة في هذا القرن ومميزات التدوين فيه...

يعتبر هذا القرن عصر ازدهار العلوم الاسلامية عامة وعلوم السُّنَّة النبوية خاصة، بل يعد هذا القرن من أزهى عصور السُّنَّة النبوية، إذ نشطت فيه الرحلة لطلب العلم ونشط فيه التأليف في علم الرجال، وتُوسِّع في تدوين الحديث، فظهرت كتب المسانيد والكتب الستة - الصحاح والسنن - التي اعتمدتها الأمَّة واعتبرتها دواوين الإسلام[35].

وقد برز في هذا العصر كثير من الحفاظ والنقاد والعلماء الجهابذة من أمثال: أحمد بن حنبل، وإسحاق بن راهويه، وعلي ابن المديني، ويحيى بن معين، ومحمد بن مسلم بن وارة، وأبو عبد الله البخاري، ومسلم بن الحجاج، وأبو زرعة، وأبو حاتم الرازيان، وعثمان بن سعيد، وعبد الله بن عبد الرحمن الدارميان، وغيرهم كثير ممن كان على أيديهم تأسيس كثيرٍ من علوم الحديث عموماً وعلم الجرح والتعديل خصوصاً[36].

وقد تميز التدوين في هذا القرن بما يلي:

1- تجريد أحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم وتمييزها عن غيرها، بعد أن كانت قد دونت في القرن الثانى ممزوجة بأقوال الصحابة وفتاوى التابعين.

2- الاعتناء ببيان درجة الحديث من حيث الصحة والضعف.

تنوع المصنفات في تدوين السُّنَّة، حيث ظهرت الأنواع التالية:

أ- كتب المسانيد التي تعنى بجمع أحاديث كل صحابيٍّ على حدة كمسند الإمام أحمد وغيره.

ب- كتب الصحاح والسنن التي تعنى بتصنيف أحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم على الكتب والأبواب مع العناية ببيان الصحيح من غيره كالكتب الستة وغيرها.

ج- كتب مختلف الحديث ومشكلها مثل كتاب: "اختلاف الحديث" للإمام الشافعي، وكتاب "اختلاف الحديث" لعلي بن المديني، وكذلك كتاب "تأويل مختلف الحديث" لابن قتيبة وغيرها. وهناك الكثير من المصنفات في هذا القرن[37].

 

 

 

تأريخ الفقه

قبل بيان تأريخ الفقه، يحسن أن أعرف الفقه لغة واصطلاحا.

الفقه : في اللغة.

قال ابن فارس رحمه الله (395هـ): الفاء والقاف والهاء أصل واحد صحيح، يدل على إدراك الشيء والعلم به، تقول: فقهت الحديث أفقهه. وكل علم بشيء فهو فقه. يقولون: لا يفقه ولا ينقه. ثم اختص بذلك علم الشريعة، فقيل لكل عالم بالحلال والحرام: فقيه. وأفقهتك الشيء، إذا بينته لك[38].

وقال الفراهيدي رحمه الله (170هـ): الفِقْهُ: العِلْم في الدّين. يقالُ: فَقُهَ الرّجل يَفْقُهُ فِقْهاً فهو فَقيهٌ. وفَقِهَ يَفْقَهُ فِقْهاً إذا فَهِمَ. وأفقهتُه: بَيَّنْتُ لهُ. والتَّفَقُّهُ: تَعَلُّمُ الفِقْهِ[39].

فَقِهَ الرجلُ يفقَه فِقْهاً، فَهُوَ فَقِيه، وَالْجمع فُقَهاء وَقَالُوا فَقُهَ فِي معنى الْفِقْه أَيْضا. وفَقِهَ عنّي، أَي فَهِمَ عنّي ... وَرجل متفيهِق: متشدِّد كثير الْكَلَام. وَفِي الحَدِيث المُسند: (إنّ أبغضَكم إليّ الثّرثارون المتفيهِقون)[40].

وقد فَقُهَ بالضم فَقاهَةً، وفَقَّهَهُ الله. وتَفَقَّهَ، إذا تعاطى ذلك. وفاقَهْتُهُ، إذا باحثتَه في العلم[41].

وفي غريب الحديث لأبي إسحاق الحربي رحمه الله (285هـ): والْفِقْهُ: التَّفَهُّمُ فِي الدِّينِ وَالنَّظَرُ فِيهِ وَالتَّفَطُّنُ فِيمَا غَمَضَ مِنْهُ , فَقِهَ يَفْقَهُ وَهُوَ فَقِيهٌ وَأَفْقَهْتُهُ: بَيَّنْتُ لَهُ[42].

(ف ق هـ) قَوْله اللَّهُمَّ فقهه فِي الدّين، وَإِذا فقُهوا بِضَم الْقَاف وَمن يرد الله بِهِ خيرا يفقهه فِي الدّين الْفِقْه الْفَهم فِي كل شَيْء يُقَال مِنْهُ فقه بِالْكَسْرِ يفقه فقها بِفَتْح الْقَاف وَقَالُوا فقها أَيْضا بسكونها وأفقهته أَنا فهمته وَأما الْفِقْه فِي الشَّرْع فَقَالَ صَاحب الْعين والهروي وَغَيرهمَا فِيهِ فقه بِالضَّمِّ وَقَالَ ابْن دُرَيْد فِيهِ بِالْكَسْرِ كَالْأولِ قَالَ وَقَالُوا فقه بِالضَّمِّ فِيهِ أَيْضا وَقَوله فِي الْكلاب إِذا كَانَ يفقه أَي يفهم التَّعْلِيم وَالْأَمر والزجر[43].

ولا يجوز أن يوصف اللّه تعالى بأنه يَفْقَه، كما يقال: يعلم؛ لأنه تعالى عالمٌ بالأشياء وبمعانيها قبل كونها، وإنما يوصف بفقه الشيء من لم يكن عالما به من المخلوقين[44].

وقال ابن الأثير رحمه الله (606هـ) : فِي حَدِيثِ ابْنِ عَبَّاسٍ «دَعا لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ: اللَّهُمَّ فَقِّهْهُ فِي الدِين وعَلِّمه التأوِيل» أَيْ فَهِّمْه. والفِقْه فِي الْأَصْلِ: الفَهْم، واشْتِقاقه مِنَ الشَّقّ وَالْفَتْحِ. يُقَالُ: فَقِهَ الرجلُ بِالْكَسْرِ- يَفْقَهُ فِقْهاً إِذَا فَهِم وعَلِم، وفَقُهَ بِالضَّمِّ يَفْقُهُ: إِذَا صَارَ فَقِيهاً عَالِمًا. وَقَدْ جَعله العُرف خَاصًّا بِعِلْمِ الشَّرِيعَةِ، وتَخْصيصا بعلْم الفُروع مِنْهَا[45].

وفي مختار الصحاح: وَقَدْ (فَقِهَ) مِنْ بَابِ ظَرُفَ أَيْ صَارَ فَقِيهًا. وَ (فَقَّهَهُ) اللَّهُ (تَفْقِيهًا) . وَ (تَفَقَّهَهَ) إِذَا تَعَاطَى ذَلِكَ. وَ (فَاقَهَهُ) بَاحَثَهُ فِي الْعِلْمِ[46].

 

 

والفقه في اصطلاح الأصوليين:

قال علاء الدين البخاري رحمه الله (730هـ): والفقه على ما روي عن أبي حنيفة رحمه الله معرفة النفس ما لها[47].

ومن المحاسن قول الإمام أبي حنيفة: الفقه معرفة النفس ما لها وما عليها. قيل: وأخذه من قوله تعالى: {لها ما كسبت وعليها ما اكتسبت} [البقرة: 286]. [48]

وقال التفتازاني رحمه الله (793هـ): والفقه: معرفة النفس ما لها وما عليها ويزاد عملا لتخرج الاعتقاديات والوجدانيات فيخرج الكلام والتصوف ومن لم يرد أراد الشمول[49].

وعُرِّف بأنه: العلم بالأحكام الشرعية الفرعية عن أدلتها التفصيلية بالاستدلال[50].

وقال الشيخ الدكتور وهبة الزحيلي حفظه الله : عرفه أصحاب الشافعي بأنه "العلم بالأحكام الشرعية العملية من أدلتها التفصيلية[51]

تأريخ الفقه الإسلامي

الفقه قبل الإسلام, وهل كان عند العرب فقه وفقهاء أم لا ؟

قال محمد الجعفري الفاسي رحمه الله (1376هـ): اعلم أن الإسلام وجد الإمة العربية أمية لا تقرأ ولا تكتب, ولم يكن لديها علوم مدونة في الكتب تدرسها في مساجد أو مدارس, وإن وُجِدَ لديهم معرفة بعلوم تدعو إليها ضرورة حياتهم البدوية؛ كعلم النجوم والقيافة والعيافة والأنساب, وغير ذلك مما نسب المؤرخون لهم معرفته, لكنها لم تكن مدونة لهم في كتاب, وإنما هي من نوع ما يحسن أهل البادية معرفته وحفظ بعض قواعده، ومن هذا النوع ما كان لهم من الإلمام ببعض ضوابط فقهية يفصلون بها خصوماتهم؛ كقولهم في القصاص: القتل أنفى للقتل، والدية على العاقلة في الخطأ، وكنا يؤثر عن عمرو بن الظرب أحد حكام العرب قوله في الخنثى: القضاء يتبع المبال.

وفي النسائي وغيره أن القسامة كانت في الجاهلية فأقرَّها رسول الله -صلى الله عليه وسلم- على ما كانت عليها في الجاهلية, وقضى بها بين أناس من الأنصار ادَّعَوْه على يهود خيبر.

ومن ذلك معرفتهم بعض مناسك الحج، وكانوا يصومون عاشوراء كما في الصحيح، بل كانوا يتحنثون في رمضان بالصوم كما يدل عليه حديث بدء الوحي، وقوله تعالى: {كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ}، [البقرة: 183]. وقد ثبت اغتسالهم من الجنابة واختتانهم، وكان لهم نكاح بخطبة وصداق، كما يدل له خطبة أبي طالب لخديجة زوج النبي - صلى الله عليه وسلم - ...[52]

وبعد فقد بعث الله تعالى سيدنا محمدًا النبي الأمين، فبلغ رسالة ربه، ووضح شريعته، حتى ترك الناس من بعده على المحجة البيضاء التي ليلها كنهارها، لا يضل فيها الساري. ولا يختفي الحق لطالبه من غير مصباح سَوِيٍّ، كتاب الله تعالى وسنة رسوله، إلا أن يؤتى فهمًا سليمًا، وقلبًا مشرقًا بنور الإخلاص، فإنه بهذا الاتجاه القويم يسير في الطريق إلى فهم مصادر الشرع وموارده لا عوج فيه وَلاَ أَمْتَ، يتعرف فيه الغايات الباعثة، والنتائج المترتبة، ويربط بين الحقائق الإسلامية في سلك علمي منتظم كالخرز في عقده، لا تنبو واحدة عن أختها.

وما انتقل النبي - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - إلى الرفيق الأعلى حتى أنار الوجود الإنساني بالحقائق الإسلامية عقيدة وخلقًا وشريعة، ونقلها إلينا أصحابه الذين كانوا من بعده كالنجوم كاملاً ...

فكانوا حَمَلَةَ علم الرسول - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - نقلوه إلى الأخلاف، واستجابوا للرسول، وهو يدعوهم إلى نقل كلامه إذ كما قال: «نَضَّرَ اللَّهُ عَبْدًا سَمِعَ مَقَالَتِي، فَوَعَاهَا كَمَا سَمِعَهَا، فَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ لاَ فِقْهَ لَهُ، وَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ إِلَى مَنْ هُوَ أَفْقَهُ مِنْهُ» أو كما قال - صَلََّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -.

وإن أولئك العِلْيَةِ من أصحاب رسول الله - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - هم الذين شاهدوا وعاينوا، ورأوا منازل الوحي، وعلموا مُدْرَكَاتِ النبوة علم المحس السامع المعاين، واستطاعوا بأمانة الله أن ينقلوه إلى الأخلاف مجملاً بغبار الرسول - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - مشرقًا بنور النبوة وروعته!! حتى إنه لم ينته عهد الصحابة حتى نقلوا كلام الرسول - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - كاملاً غير منقوص، وإذا كان قد غاب عن بعضهم أحاديث فإنه لا يغيب عن جميعهم، وكما يقول الإمام الشافعي: إن كل الصحابة قد رَوَوْا كل أخبار الرسول، وأحاديثه، وفتاويه.

فإذا كان عصر النبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - هو عصر تبليغ الشريعة فعصر الصحابة هو عصر حفظها، ونقلها للأخلاف غَضَّةً خِصْبَةً كما بَيَّنَهَا النبي الأمين.

ولم يكن عمل الصحابة - رَضِيَ اللهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى عَنْهُمْ - أن ينقلوا فقط، بل كان عليهم أن يستنبطوا، وأن يجتهدوا آراءهم فيما لم يعلموا من النبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - فيه أمرًا.

وقد وجههم - عَلَيْهِ السَّلاَمُ - إلى ذلك فحث على الاجتهاد، وجعل له ثوابًا فقال - عَلَيْهِ السَّلاَمُ -: «لِلْمُجْتَهِدِ إِذَا أَصَابَ أَجْرَانِ، وَإِذَا أَخْطَأَ أَجْرٌ وَاحِدٌ»، فهو مثوب في الحالين؛ ولذا قرر العلماء أن الاجتهاد فرض كفاية على من يحسنه ...

وما كان اجتهاد الصحابة إلا قبسة من نور النبوة لأنهم أعرف الناس بمقاصد الشريعة وغاياتها، فليس رأيهم الرأي، ولكنه الاتباع والاهتداء، حتى قال الإمام مالك: «هُوَ رَأْيٌ وَمَا هُوَ بِالرَّأْيِ»، وذلك لأنه ليس تهجمًا على الحقائق، ولكنه مُقَيَّدٌ بما علموا من أمر الرسالة والشريعة، وما أدركوا من أقوال، وشاهدوا من أعمال .

ولقد ذكر الإمام ابن قيم الجوزية: أن آراء الصحابة كثير منها سُنَّةٌ، لأن كثيرين منهم كانوا يؤثرون أن يفتوا ناسبين القول لأنفسهم عن أن ينسبوه للنبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ -، وإما مُسْتَلْهَمَةٌ من وحيها، أو نابعة من نبعها، وهي في كل الأحوال نور من نورها.

- ترك الصحابة ثروة مثرية من الفقه النبوي بالنص عن النبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ -، أو بالتخريج عليه، أو بالتطبيق على ما عرفوا من مقاصد الإسلام، وحمل ذلك العلم من بعدهم تلاميذهم من التابعين.

وكان لكل صحابي تابعون يلازمونه، ومنهم من يختص واحدًا منهم بالملازمة أو يغلب عليه ذلك.

فناقلُ علمِ ابن عباس - رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا - عكرمةُ مولاه، وناقل تفسيره مجاهدُ.

وناقلُ علمِ عمر - سعيدُ بن المسيب مع غيره ممن عاصروه، وناقل علم ابن عمر مولاهُ نافعٌ.

وفي العراق ناقل علم عبد الله بن مسعود علقمة، وإبراهيم النخعي، ونقل آل البيت وغيرهم علم عَلِيٍّ - كَرَّمَ اللهُ وَجْهَهُ -، فوق ما كان معلومًا له بين الصحابة من فتاوى تَنْفُذُ إلى لب الحقائق، وما كان له من آراء تشرق في مدلهم الأمور، حتى كان يقول عمر - رَضِيَ اللهُ عَنْهُ - كلما عضل أمر: «مَسْأَلَةٌ وَلاَ أَبَا حَسَنَ لَهَا».

وكان أولئك التابعون ينقلون أحاديث الرسول - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - والآثار المروية عنه من أعمال وتقريرات، وينقلون علم الصحابة الذي تخرجوا عليه، ويعتبرون ما أجمع عليه الصحابة حجة

قطعية لا مناص من اتباعها، وإن اختلفوا كان لهم أن يختاروا من بينها، ولا يخرجوا عن كلها، وفي الغالب كان كل تلميذ يتبع شيخه من الصحابة.

وكان لهم مع ذلك اجتهاد فيما لا يعرف فيه من قبلهم رأي في أمر من الأمور، فإنهم حينئذٍ يجتهدون آراءهم كما سلك شيوخهم من الصحابة.

وأخذت في عهد التابعين مناهج الاجتهاد تتميز من غير انحراف ولا خروج عن الرَّبْقَةِ، بل الجميع متعلقون بالكتاب والسنة وعلم الصحابة يعتبرونها المنجاة من هاوية الباطل.

فكان لفقهاء العراق نهج في الاجتهاد بعد النصوص وأقوال الصحابة، وغلب عليهم الاجتهاد بالقياس.

وكان لفقهاء الحجاز نهج، ويغلب فيه الأخذ بالمصلحة، وكان لكل منهج مدرسة قائمة بذاتها، ابتدأت تتكون في عهد التابعين، ثم نمت من بعدهم حتى تكاملت.

ولا بد أن ننبه هنا أن الصحابة اختلفوا كما نوهنا، وأن التابعين اختلفوا كما قررنا. وإن الاختلاف في الفروع الفقهية لا ضرر فيه على المسلمين، ولا على الحقائق الإسلامية ما دام القصد الوصول إلى الحق، وليس في واحد من الآراء هدم لنص، أو نقض لأصل، أو مصادمة لمقصد من المقاصد الشرعية.

ويروى في ذلك أن عمر بن عبد العزيز قال: «مَا يَسُرُّنِي بِاخْتِلاَفِ أَصْحَابِ رَسُولِ اللهِ - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - حُمُرُ النَّعَمِ، وَلَوْ كَانَ رَأْيًا وَاحِدًا لَكَانَ النَّاس فِي ضِيقٍ».

 جاء بعد هؤلاء التابعين الطبقةُ الأولى من الأئمة المجتهدين - كربيعة الرأي ومالك بن أنس وأبي حنيفة والأوزاعي، وسفيان الثوري، والليث بن سعد، وغيرهم كثير.

وهؤلاء التقوا بالتابعين وأخذوا عنهم، ودرسوا الآثار وأوجه الاستنباط عليهم، فأبو حنيفة تلقى عن إبراهيم النخعي، وعطاء، وحماد بن أبي سليمان، وغيرهم. ومالك تلقى عن نافع، وابن شهاب الزهري، والقاسم بن محمد، وغيرهم من التابعين الذين اشتهروا بالفقه، وَسُمُّوا بالفقهاء السبعة مثل عروة بن الزبير، وسليمان بن يسار.

وإن عين الفقه قد تفتحت بعد ذلك بهؤلاء الأئمة، فقد كثر التلاميذ، وكثر الدارسون وصار ثمة علماء أعلام تتذاكر بهم الركبان، والفتاوى تنقل عنهم من مكان إلى مكان.

وكان موسم الحج مجالاً يتدارس فيه أهل الفقه، بل إن بعضهم كان يقصد من القربى إلى الله تعالى النُّجْعَةَ إلى العلم ليتزود مع زَادِ التقوى زَادَ العلم، وهو من التقوى، ما دام يقصده لوجه الله لا يرجو سواه، فإن الملائكة تحف بأهل العلم كما وردت بذلك الآثار عن النبي - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -. ...

ولقد سارت تلك المجموعة الفقهية مسار النور في الأرض، فلقد وجدنا أوروبا في عهد نهضتها - تنقل آراءهم.

فمذهب مالك يجتاز الأندلس حتى يصل إلى وسط فرنسا أو أعلى من ذلك، وفي وسط أوروبا تترجم كتب المذاهب الإسلامية، وفي إنجلترا يترجم مثلها.

ولندع الذين يسمون بالمستشرقين وأكثرهم لغويون، وليسوا فقهاء، وأكثرهم يتعرضون للفقه على غير بَيِّنَةٍ، ومن غير سلطان من العلم، وبقلب لا يرجو للإسلام وقارًا بل يتتبع الأوهام ليجعل منها حقائق، يحرفون القول عن مواضعه، لندع هؤلاء فهم أعجز من أن ينالوا من هذا الدين الشامخ العظيم.

وإن المنصفين منهم عدد قليل. وهم يحاولون أن يفهموا الفقه الإسلامي كما هو، على أنه قانون إنساني عادل يصلح غذاء للمادة القانونية في هذا العالم.

وإذا كان ذلك الفقه العظيم يسير في طريق يضع المغرضون فيه الأشواء والأحجار في أوروبا لمنعوا أقوامهم عنه، فإن المؤتمرات القانونية استطاعت بإرشاد علماء المسلمين، وإرادات طلاب الحقائق، أن يقرروا إقرارًا متواضعًا بأن يعترفوا بأنه شريعة قائمة بذاتها صالحة للتطبيق ومعالجة أدواء العالم الاجتماعية.

وإذا كان القرار متواضعًا لا يخرج عن الصلاحية، فإن ابتداء له خط يسير فيه إلى الانتهاء. «وَأَوَّلُ الغَيْثِ قَطْرٌ ثُمَّ يَنْهَمِرُ». ...

انحسرت موجة التاريخ عن ثمانية مذاهب معروفة دُوِّنَتْ وَجُمِعَتْ. ودرست من التلاميذ في الأماكن التي انتشرت فيها تلك المذاهب، وبعضها كثر عدد معتنقيه، وبمقدارهم كان الدرس والفحص، وبعضهم تعددت أماكنه، وحيثما حل تأثر بعادات الإقليم وعرفه، وذلك في غير ما ثبت بالنص كما ترى في المذهب الحنفي، في اختلاف العادات بين فقه أرض الروم، وما وراء النهر، والعراقين، والاختلاف فيه أعراف لا اختلاف فقه.

وكما ترى في مذهب مالك بين اختلاف المغرب، ومن كان من أتباعه في العراق وهكذا، وكان ذلك في فروع جزئية، وكما نرى في اختلاف المذهب الشافعي بين الخراسانيين والعراقيين.

وإنك لترى هذه المذاهب تجري كالأنهار في الأقطار. فيحمل ماؤها بعض لون المجرى الذي يجري فيه. وتلك المذاهب الثمانية التي سجلت في التاريخ هي:

المذهب الحنفي، والمذهب المالكي، والمذهب الشافعي، والمذهب الحنبلي، وهذه كما يعبر الفقهاء «مذاهب الأمصار»، أي أنها التي انتشرت في الأمصار الإسلامية، ولا يخلو مصر منها، فلا يمكن أن يوجد مصر إسلامي خَالٍ منها وقد يخلو من بعضها، ولا يخلو من كلها.

وهناك مذاهب أربعة أخرى قد يخلو مصر منها جميعًا، ولكن لا تخلو البلاد الإسلامية منها، فهي منثورة في أقاليم إسلامية مختلفة، وأحسب أنها أقلية في أكثرها.

وتلك المذاهب هي مذهب الإمام زيد بن علي زين العابدين المتوفى سنة 122 هـ، وهو أقرب مذاهب آل البيت إلى مذاهب الأئمة الأربعة، بل إن المخرجين فيه في خراسان كانوا إذا لم يجدوا نصًا مأثورًا عن الإمام زيد، أخذوا باجتهاد أبي حنيفة - رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا - وهو منتشر في اليمن وخراسان.

والمذهب الثاني مذهب الإمام أبي عبد الله جعفر الصادق بن محمد الباقر، وقد توفي أبو عبد الله سنة 148 هـ، وقد أخذ عنه الإمام أبو حنيفة، وروى عنه أحاديث.

وارجع إلى كتاب " الآثار " لأبي يوسف وكتاب " الآثار " لمحمد - تجد فيهما رواية أبي حنيفة عن الإمام الصادق - رَضِيَ اللهُ عَنْهُ -. وقد قال فيه أبو حنيفة: ما رأيت أحدًا أعلم باختلاف الناس من جعفر بن محمد، وهو منتشر في ... بعض أندونيسيا وباكستان والهند.

والمذهب الثالث: مذهب داوود الأصفهاني الظاهري، الذي كان تلميذًا للشافعي - رَضِيَ اللهُ عَنْهُ - وهو الذي قصر الاستنباط الفقهي على النصوص، وإقامة على القرآن، وعلى السنة دون غيرهما. وقد دون المذهب من بعده ابن حزم، وشدد في التمسك بالنص أشد من داوود، وألف في ذلك كتابه " المحلى "، وإنه وإن كان المذهب لا يعلم من يعمل به بعد عصر الموحدين في الأندلس، فهو جامع للفقه الإسلامي، وهو ديوان من دواوينه، كما سماه هو.

والمذهب الرابع: هو مذهب الإباضية، وينسب إلى عبد الله بن إباض ....

وكانت الفُتْيَا - قبل حدوث هذه المذاهب - تؤخذ في عصر الصحابة عن القراء منهم، وهم الحاملون لكتاب الله، العارفون بدلالاته فلما انقضى عصرهم، وخلف من بعدهم التابعون، اتبع أهل كل عصر فُتْيَا من كان عندهم من الصحابة، لا يتعدونها إلا في اليسير مما بغلهم عن غيرهم. فاتبع أهل المدينة في الأكثر فتاوى عبد الله بن عمر، وأهل الكوفة فتاوى عبد الله بن مسعود، وأهل مكة فتاوى عبد الله بن عباس، وأهل مِصْرَ فتاوى عبد الله بن عمرو بن العاص.

وأتى بعد التابعين فقهاء الأمصار، كأبي حنيفة ومالك وغيرهما ممن ذكرناهم، فاتبع أَهْلُ كُلِّ مِصْرٍ مذهب فقيه في الأكثر.

ثم قضت أسباب بانتشار بعض هذه المذاهب في غير أمصارها، وبانقراض بعضها، فلم يطل العمل بمذهب الثوري والبصري لقلة أتباعهما، وبطل العمل بمذهب الأوزاعي بعد القرن الثاني، وبمذهب أبي ثور بعد الثالث، وابن جرير بعد الرابع.

كما انقرض غيرها من المذاهب، إلا الظاهري فقد طالت مدته، وزاحم المذاهب الأربعة المذكورة، بل جعله المقدسي في " أحسن التقاسيم " رابع المذاهب في زمنه - أي في القرن الرابع - بَدَلَ الحنبلي وذكر الحنبلية في أصحاب الحديث. وَعَدَّهُ ابن فَرْحُونْ في " الديباج " الخامس من المذاهب المعمول بها في زمنه أي في القرن الثامن ثم دَرَسَ بَعْدَ ذَلِكَ وَلَمْ يَبْقَ إلا المذاهب الأربعة، ومذاهب أخرى خاصة بطوائف من المسلمين، لا يعدها جمهورهم من مذاهب أهل السنة، ولهذا لم نتعرض لذكرها.[53]



[1] الصحاح تاج اللغة وصحاح العربية، أبو نصر إسماعيل بن حماد الجوهري الفارابي (المتوفى: 393هـ) ت: أحمد عبد الغفور عطار، دار العلم للملايين، بيروت، ط4، 1407هـ‍ - 1987م، 1/418. وينظر: المطلع على ألفاظ المقنع، محمد بن أبي الفتح بن أبي الفضل البعلي، أبو عبد الله، شمس الدين (ت: 709هـ)، ت: محمود الأرناؤوط وياسين محمود الخطيب، مكتبة السوادي، ط1، 1423هـ - 2003م، (ص490).

[2] رسالة الخط والقلم، أبو محمد عبد الله بن مسلم بن قتيبة الدينوري (ت: 276هـ)، لم أجدْ الكتاب موافقا للمطبوع، ونقلته؛ لأهميته في الموضوع.

[3] المخصص، أبو الحسن علي بن إسماعيل بن سيده المرسي (ت: 458هـ)، ت: خليل إبراهم جفال، دار إحياء التراث العربي، بيروت، ط1، 1417هـ 1996م، 5/211.

[4]  لسان العرب، ابن منظور، عبد الله علي الكبير، محمد أحمد حسب الله، هاشم محمد الشاذلي، دار المعارف، القاهرة، (ص58).

[5] التعريفات الفقهية، محمد عميم الإحسان المجددي البركتي، دار الكتب العلمية (إعادة صف للطبعة القديمة في باكستان 1407هـ - 1986م)، ط1، 1424هـ - 2003م، (ص50)

[6] الصحاح تاج اللغة للجوهري، 2/781. وينظر: مختار الصحاح، زين الدين أبو عبد الله محمد بن أبي بكر الحنفي الرازي (ت: 666هـ)، ت: يوسف الشيخ محمد، المكتبة العصرية، الدار النموذجية، بيروت، صيدا، ط5، 1420هـ - 1999م، (ص239).

[7] عجم مقاليد العلوم في الحدود والرسوم، عبد الرحمن بن أبي بكر، جلال الدين السيوطي (ت: 911هـ)، ت: أ. د محمد إبراهيم عبادة، مكتبة الآداب، القاهرة، ط1، 1424ه، (ص39).

[8] موسوعة كشاف اصطلاحات الفنون والعلوم، محمد بن علي ابن القاضي محمد حامد الفاروقي الحنفي التهانوي (ت: بعد 1158هـ)، تقديم وإشراف ومراجعة: د. رفيق العجم، تحقيق: د. علي دحروج، نقل النص الفارسي إلى العربية: د. عبد الله الخالدي، الترجمة الأجنبية: د. جورج زيناني، مكتبة لبنان ناشرون، بيروت، ط1، 1996م، 1/(ص31وص32)

[9] التعريفات الفقهية، محمد عميم الإحسان المجددي البركتي، (ص59).

[10] تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، محمد بن محمد بن محمود، أبو منصور الماتريدي (ت: 333هـ)، ت: د. مجدي باسلوم، دار الكتب العلمية، بيروت، ط1، 1426هـ، 1/187.

[11] الجامع الصحيح، (صحيح البخاري)، محمد بن إسماعيل بن إبراهيم بن المغيرة البخاري، أبو عبد الله (ت: 256هـ)، حسب ترقيم فتح الباري، دار الشعب، القاهرة، ط1، 1407هـ – 1987م، كتاب التفسير، باب {سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ}، 6/25، (برقم4486).

[12] صحيح البخاري، كتاب بدء الوحي، باب {لاَ تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ}، 6/143، (برقم4776).

[13] حديث صحيح بطرقه وشواهده، مسند الإمام أحمد بن حنبل، أبو عبد الله أحمد بن محمد بن حنبل بن هلال بن أسد الشيباني (ت: 241هـ)، ت: شعيب الأرنؤوط وعادل مرشد، وآخرون، إشراف: د عبد الله بن عبد المحسن التركي، مؤسسة الرسالة، ط1، 1421هـ - 2001م، 1/229، (برقم68)، وفي صَحِيح التَّرْغِيبِ وَالتَّرْهِيب:3430.

[14]  تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، 1/209

[15] المصدر السابق، 1/210

[16] تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، 1/228

[17] تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، 1/231.

[18] تهذيب اللغة، محمد بن أحمد بن الأزهري الهروي، أبو منصور (ت: 370هـ)، ت: محمد عوض مرعب، دار إحياء التراث العربي، بيروت، ط1، 2001م، 4/234

[19] لسان العرب، محمد بن مكرم بن على، أبو الفضل، جمال الدين ابن منظور الأنصاري الرويفعى الإفريقى (ت: 711هـ)، دار صادر، بيروت، ط3، 1414 هـ، 2/131.

[20] الغاية في شرح الهداية في علم الرواية، شمس الدين أبو الخير محمد بن عبد الرحمن بن محمد بن أبي بكر السخاوي (ت: 902هـ)، ت: أبو عائش عبد المنعم إبراهيم، مكتبة أولاد الشيخ للتراث، ط1 ، 2001م، (ص61).

[21] رسالة في أصول الحديث (رسالتان في المصطلح)، علي بن محمد بن علي الزين الشريف الجرجاني (ت: 816هـ)، ت: علي زوين، مكتبة الرشد، الرياض، ط1، 1407هـ، (ص65).

[22] مقدمة في أصول الحديث، عبد الحق بن سيف الدين البخاري الدهلوي الحنفي (ت: 1052هـ)، ت: سلمان الندوي، دار البشائر الإسلامية، بيروت، ط2، 1406هـ، (ص33).

[23] معجم مقاليد العلوم في الحدود والرسوم، عبد الرحمن بن أبي بكر، جلال الدين السيوطي (ت: 911هـ)، ت: أ د محمد إبراهيم عبادة، مكتبة الآداب، القاهرة، ط1، 1424هـ، (ص41).

[24] موسوعة كشاف اصطلاحات الفنون والعلوم، 1/36

[25] تدوين السنة النبوية نشأته وتطوره من القرن الأول إلى نهاية القرن التاسع الهجري، أبو ياسر محمد بن مطر مطر الزهراني (ت: 1427هـ)، دار الهجرة، الرياض، ط1، 1417هـ، (ص65).

[26] تقييد العلم، أبو بكر أحمد بن علي بن ثابت بن أحمد بن مهدي الخطيب البغدادي (ت: 463هـ)، إحياء السنة النبوية، بيروت، (ص58). الهامش فقط لكلام الإمام الخطيب.

[27] مسند الإمام أحمد بن حنبل، الإمام أحمد بن حنبل (ت: 261)، ت: شعيب الأرنؤوط وآخرون، مؤسسة الرسالة، ط2، 1420هـ ، 1999م ، (برقم17988)

[28] مسند الإمام أحمد، 34/421، (برقم20830)

[29] تدوين السنة النبوية للزهراني، (75-77)

[30] تدوين السنة النبوية للزهراني، (ص81).

[31] المحدث الفاصل بين الراوي والواعي، أبو محمد الحسن بن عبد الرحمن الرامهرمزي الفارسي (ت: 360هـ)، ت: د. محمد عجاج الخطيب، دار الفكر، بيروت، ط3، 1404ه، (ص376).

[32] المحدث الفاصل بين الراوي والواعي للرامهرمزي، (ص375).

[33] تقييد العلم للخطيب، (ص102).

[34] تقييد العلم للخطيب، (ص107).

[35] تدوين السنة للزهراني، (ص95).

[36] تدوين السنة للزهراني، (ص95).

[37] تدوين السنة للزهراني، (ص98).

[38] معجم مقاييس اللغة، 4/442.

[39] كتاب العين، 3/370.

[40] جمهرة اللغة، 2/968.

[41] الصحاح تاج اللغة وصحاح العربية، 6/2243.

[42] غريب الحديث، 2/736.

[43] مشارق الأنوار على صحاح الآثار، 2/162.

[44] شمس العلوم ودواء كلام العرب من الكلوم، 8/5235.

[45] النهاية في غريب الحديث والأثر، 3/465.

[46] مختار الصحاح، (ص242).

[47] كشف الأسرار عن أصول فخر الإسلام البزدوي، 1/11.

[48] البحر المحيط في أصول الفقه، 1/36.

[49] شرح التلويح على التوضيح لمتن التنقيح في أصول الفقه، 1/16.

[50] تحفة المسؤول في شرح مختصر منتهى السول، 1/145.

[51] الوجيز في أصول الفقه الإسلامي، 1/18.

[52] الفكر السامي في تاريخ الفقه الإسلامي، محمد بن الحسن بن العربيّ الثعالبي الجعفري الفاسي (ت: 1376هـ)، دار الكتب العلمية، بيروت، ط1،  1416هـ، 1/(ص63و64).

[53] نظرة تاريخية في حدوث المذاهب الفقهية الأربعة: الحنفي، المالكي، الشافعي، الحنبلي وانتشارها عند جمهور المسلمين، أحمد بن إسماعيل بن محمد تيمور (ت: 1348هـ)، تقديم: الشيخ محمد أبو زهرة، دار القادري، بيروت، ط1، 1411هـ - 1990م، (ص19ومابعدها). وينظر: الفكر السامي في تاريخ الفقه الإسلامي للفاسي، 1/(ص63ومابعدها)


0 Yorum - Yorum Yaz


AdI : Yaseen Kareem Qader.
Öğrenci numarası: 18922732 
 
 

تأريخ التفسير

قبل أن أذكرَ تأريخَ التفسيرِ سأعرِّفُ (تأريخ التفسير)، كلَّ كلمةٍ على حِدَةٍ، ثم أذكر نشأة تأريخ التفسير.

الكلمة الأولى: تأريخ.

التأْريخ في اللغة: تعريف الوقت. والتَوْريخُ مثله. وأَرَّخْتُ الكتابَ بيوم كذا، ووَرَّخْتُهُ، بمعنىً[1].

قال الدينوري رحمه الله (ت: 227هـ): أَرَّختُ الكتابَ وأُؤَرِّخُهُ تأريخاً وهو كتابٌ مُؤَرَّخٌ، مهموز، وأنا مؤرِّخٌ ووَرَّخْتُهُ أُوَرِّخُهُ توريخاً وهو مُوَرَّخٌ، بغير همز. وأنا مُوَرِّخٌ، وأَرَختُهُ بالتَّخفيف، أرخه أرخاً، وهو كتابٌ مأروخٌ، وأنا آرخٌ على مثال فاعل، وإذا أمرتَ قلتَ: أَرِّخِ الكتابَ تاريخاً وإذا أَمرتَ مِن: وَرَّخت قلتَ: وَرِّخِ الكتابَ توريخاً وإذا أمرتَ مِن: أَرَخت مخفَّفة قلتَ: رِخِ الكتابَ رِيخاً وللاثنين رِيخا وللجمع: رِيخوا[2].

وقال ابن سيده رحمه الله (ت: 458هـ): فإنهم يكتبون أول ليلة من الشهر كتبت مهل شهر كذا ومستهل شهر كذا وكذا وغرة شهر كذا وكذا ويكتبون في أول يوم كذا ويكتبون في أول يوم من الشهر وكتب أول يوم من شهر كذا أو لليلة خلت ومضت من شهر كذا[3].

وتأريخ المسلمين أُرِّخَ من زمن هجرة سيدنا رسول الله، صلى الله عليه وسلم؛ كتب في خلافة عمر، رضي الله عنه[4].

واصطلاحا: لا يختلف معنى التأريخ في الاصطلاح عن معناه في اللغة، حتى جاء في التعريفات الفقهية:

التاريخ: هو تعيين يوم ظهر فيه أمرٌ، تعريف الوقت.

وقيل: تاريخ كل شيء غايته ووقتُه الذي ينتهي إليه.

وعلم التاريخ: علمٌ يتضمن ذكرَ الوقائع وأوقاتها[5].

وثانيا: التفسير وهو في اللغة:

الفَسْرُ: البيانُ. وقد فَسَرْتُ الشيءَ، أفسره بالكسر فسرا. والتفسير مثله.

واسْتَفْسَرْتُهُ كذا، أي سألته أن يُفَسِّرَهُ لي[6].

اصطلاحا: التَّفسِير: هُوَ الْكَلَام فِي أَسبَاب نزُول الْآيَة، وشأنها، وقصتها، وأحكامها من طَرِيق النَّقْل[7].

وقال التهانوي رحمه الله (ت: بعد 1158هـ): وهو علم يعرف به نزول الآيات وشئونها وأقاصيصها والأسباب النازلة فيها، ثم ترتيب مكّيها ومدنيّها، ومحكمها ومتشابهها، وناسخها ومنسوخها، وخاصّها وعامّها، ومطلقها ومقيّدها، ومجملها ومفسّرها، وحلالها وحرامها، ووعدها ووعيدها، وأمرها ونهيها، وأمثالها وغيرها.

وقال أبو حيان: التفسير: علم يبحث فيه عن كيفية النطق بألفاظ القرآن ومدلولاتها وأحكامها الإفرادية والتركيبية، ومعانيها التي يحمل عليها حالة التركيب وتتمّات ذلك[8].

وعُرِّف علم التفسير بأنه: توضيحُ معنى الآية وشأِنها وقصَّتِها والسبب الذي نزلت فيه بلفظ يدلُّ عليه دلالة ظاهرة[9].

وأما بيانه وتعريفه باعتباره مركبا

فإن تأريخ علم التفسير قد نشأ في عصر الرسول صلى الله عليه وسلم، أي أنّ بدايته قد بدأت في صدر الإسلام، ولكنه لم يُكن يُسمى علماً في ذلك الوقت، وقد مر علم التفسير بعدة مراحل في نشأته وتطوره، وهي كالآتي:

المرحلة الأولى: التفسير في عهد النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ -:

نزل القرآن الكريم بلسان عربي مبين، وعلى أساليب بلاغة العرب وبيانهم، فكانوا يفهمونه، ويدركون أغراضه ومراميه، وإن تفاوتوا في الفهم، والإدراك؛ تبعًا لاختلاف درجاتهم العلمية، ومواهبهم العقلية، فقد قال ابن قتيبة: " إن العرب لا تستوي في المعرفة بجميع ما في القرآن من الغريب والمتشابه، بل إن بعضها يفضل في ذلك على بعض ".

ومعنى هذا أن هناك آيات تشكل معانيها على الصحابة، وكان الصحابة - رضوان الله عليهم - يسألون الرسول ليوضح لهم موضع الإشكال، فمن هنا بذرت البذور الأولى لعلم التفسير.

والحق أن التفسير في هذه المرحلة يتميز بسمات لم تتوافر لأي مرحلة تالية ... إن تفسير القرآن في هذا المرحلة كان من عند اللَّه تبارك وتعالى، فهو سبحانه أول مبين ومفسر لكتابه؛ لأنه الأعلم به وبمراد نفسه من غيره، ولأن أصدق الحديث كتاب الله تعالى؛ ولذلك يقول اللَّه تعالى: {وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ}، [آل عمرن:7]، ويقول سبحانه: {وَلَا يَأْتُونَكَ بِمَثَلٍ إِلَّا جِئْنَاكَ بِالْحَقِّ وَأَحْسَنَ تَفْسِيرًا}، [الفرقان:33] ويقول جل وعلا: {فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ (18) ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ (19)}، [القيامة: 18و19].

وتفسير القرآن في هذه المرحلة -أيضًا- كان موكولاً إلى الرسول - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ -، وكان طبيعيًّا أن يفهم النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - القرآن جملة وتفصيلاً، فهم ظاهره وباطنه، ومجمله ومفصله، ومقيده ومطلقه، ومحكمه ومتشابهه، وخاصه وعامه، وأمره ونهيه، وغريبه ومشكله، وسائر ما يتعلق بالأحكام والاعتقاد والتكاليف. . . إلخ.

وقد أعطى القرآنُ الكريمُ للرسولِ –صلى الله عليه وسلم - الحقَّ في عملية التفسير، فقد قال اللَّه جل وعلا: {وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ}، [النحل: 44]، وقال سبحانه: {كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ (151)}، [البقرة: 151] [10]. والأدلة على ذلك كثيرة، منها:

1-             عَنِ الْبَرَاءِ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، أَنَّ رَسُولَ اللهِ صلى الله عليه وسلم صَلَّى إِلَى بَيْتِ الْمَقْدِسِ سِتَّةَ عَشَرَ شَهْرًا ، أَوْ سَبْعَةَ عَشَرَ شَهْرًا ، وَكَانَ يُعْجِبُهُ أَنْ تَكُونَ قِبْلَتُهُ قِبَلَ الْبَيْتِ وَإِنَّهُ صَلَّى ، أَوْ صَلاَّهَا - صَلاَةَ الْعَصْرِ وَصَلَّى مَعَهُ قَوْمٌ فَخَرَجَ رَجُلٌ مِمَّنْ كَانَ صَلَّى مَعَهُ فَمَرَّ عَلَى أَهْلِ الْمَسْجِدِ وَهُمْ رَاكِعُونَ قَالَ أَشْهَدُ بِاللَّهِ لَقَدْ صَلَّيْتُ مَعَ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قِبَلَ مَكَّةَ فَدَارُوا كَمَا هُمْ قِبَلَ الْبَيْتِ ، وَكَانَ الَّذِي مَاتَ عَلَى الْقِبْلَةِ قَبْلَ أَنْ تُحَوَّلَ قِبَلَ الْبَيْتِ رِجَالٌ قُتِلُوا لَمْ نَدْرِ مَا نَقُولُ فِيهِمْ فَأَنْزَلَ اللَّهُ : {وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَحِيمٌ}[11].

2-             عَنْ عَبْدِ اللهِ بن مسعود، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، قَالَ : لَمَّا نَزَلَتْ هَذِهِ الآيَةُ: {الَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ}، شَقَّ ذَلِكَ عَلَى أَصْحَابِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم، وَقَالُوا: أَيُّنَا لَمْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم لَيْسَ كَمَا تَظُنُّونَ إِنَّمَا هُوَ كَمَا قَالَ لُقْمَانُ لاِبْنِهِ {يَا بُنَيَّ لاَ تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ}[12].

3-             وَعَنْ أَبِي بَكْرِ بْنِ أَبِي زُهَيْرٍ قَالَ: أُخْبِرْتُ أَنَّ أَبَا بَكْرٍ - رضي الله عنه - قَالَ: يَا رَسُولَ اللهِ , كَيْفَ الصَّلَاحُ بَعْدَ هَذِهِ الْآية: {لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ , مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ}، [النساء: 123]، فَكُلَّ سُوءٍ عَمِلْنَا جُزِينَا بِهِ؟ , فَقَالَ رَسُولُ اللهِ - صلى الله عليه وسلم -: " غَفَرَ اللهُ لَكَ يَا أَبَا بَكْرٍ، أَلَسْتَ تَمْرَضُ؟ , أَلَسْتَ تَنْصَبُ ؟ أَلَسْتَ تَحْزَنُ؟ , أَلَسْتَ تُصِيبُكَ اللَّأوَاءُ؟ " , قَالَ: بَلَى، قَالَ: " فَهُوَ مَا تُجْزَوْنَ بِهِ "[13].

المرحلة الثانية: التفسير في عهد الصحابة رضوان اللَّه عليهم:

جاء عهد الصحابة، وما من شك في أنهم كانوا يفهمون القرآن جملة، أي: بالنسبة لظاهره وأحكامه، أما فهمه تفصيلاً، ومعرفة دقائق باطنه، بحيث لا يغيب عنهم شاردة ولا واردة، فهذا غير ميسور لهم بمجرد معرفتهم للغة القرآن، بل لابد لهم من البحث والنظر؛ وذلك لأن القرآن -كما سبقت الإشارة- فيه المجمل، والمشكل، والمتشابه، وغير ذلك مما لابد في معرفته من أمور أخرى يرجع إليها.

ولذلك فإن قليلاً من الصحابة من استشرف لمعرفة تفصيلات القرآن ودقائقه من رسول اللَّه - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ، ... وبطبيعة الحال لم يكن الصحابة في درجة واحدة في فهم اللغة وإدراك أسرارها، وليس بمقدور قوم أن يفهموا كل ما يكتب بلغتهم من العلوم على حد سواء، ومن هنا لم يكن الصحابة في درجة واحدة لفهم معاني القرآن، بل تفاوتت مراتبهم، تبعًا لتفاوتهم في فهم اللغة وإدراك أسرارها، وهذا يرجع إلى تفاوتهم في القوة العقلية، وما أحاط بالقرآن من ظروف وملابسات، وأكثر من هذا أنهم كانوا لا يتساوون في معرفة المعاني التي وضعت لها المفردات، فمن مفردات القرآن ما خفي معناه على بعض الصحابة، ولا ضير في هذا، فإن اللغة لا يحيط بها إلا معصوم، ولم يدع أحد أن كل فرد من أمة يعرف جميع ألفاظ لغتها[14].

والمواقف الدالة على ذلك كثيرة، منها ما أخرج أبو عبيدة من طريق مجاهد عن ابن عباس قال: " كنت لا أدري ما فاطر السماوات؟ حتى أتاني أعرابيان يتخاصمان في بئر، فقال أحدهما: أنا فطرتها، يقول: أنا ابتدأتها ".

وروى عكرمة عن ابن عَبَّاسٍ قال: " ما كنت أدري ما قوله تعالى: (رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ)، حتى سمعت ابنة ذي يزن الحميري وهي تقول: أفاتحك، تعني أقاضيك ".

وأظهر ما يدل على تفاوت فهم الصحابة للنصوص ما روي أن الصحابة فرحوا عند نزول قوله تعالى: (الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا)؛ حيث ظنوا أنها إخبار وبشرى بكمال الدِّين، ولكن عمر بكى وقال: ما بعد الكمال إلا النقص؛ مستشعرًا نعي النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ -.

وروى البخاري عن ابن عَبَّاسٍ قال: " كان عمر يدخلني مع أشياخ بدر، فكأن بعضهم وجد في نفسه، وقال: لم يدخل هذا معنا وإن لنا أبناء مثله؟ فقال عمر: إنه من أعلمكم، فدعاهم ذات يوم فأدخلني معهم، فما رأيت أنه دعاني فيهم إلا ليريهم، فقال: ما تقولون في قوله تعالى: (إِذَا جَاءَ نَصرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ)؛ فقَالَ بَعْضُهُمْ: أمرنا أن نحمد اللَّه ونستغفره إذا نصرنا وفتح علينا، وسكت بعضهم ولم يقل شيئًا، فقال لي: أكذلك تقول يا ابن عَبَّاسٍ؟ فقلت: لا، فقال: وما تقول؟ قلت: هو أجل رسول اللَّه أعلمه اللَّه له، قال: (إِذَا جَاءَ نَصرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ)، فذلك علامة أجلك، (فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا)، فقال عمر: لا أعلم منها إلا ما تقول ".[15]

المرحلة الثالثة: التفسير في عصر التابعين:

جاء عصر التابعين، فوجدوا بين أيديهم ميراثًا ضخمًا من التفسير، لكنه ليس شاملاً لكتاب اللَّه تعالى كله، بل هو تفسير لبعض الآيات، كما أنه لم تكن هناك مصنفات كاملة فيه، حيث إنه لم يدون في عهد الصحابة، لقرب العهد برسول اللَّه - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - ولقلة الاختلاف، وللتمكن من الرجوع إلى الثقات.

ثم لما انقضى عصر الصحابة أو كاد، وصار الأمر إلى تابعيهم، انتشر الإسلام، واتسعت الأمصار، وتفرقت الصحابة في الأقطار، وحدثت الفتن، واختلفت الآراء، وكثرت الفتاوى والرجوع إلى الكبراء، فأخذوا في تدوين الحديث والفقه وعلوم القرآن.

ومعنى هذا أن حركة واسعة لتدوين علوم الإسلام قد بدأت مع عصر التابعين، في أواخر القرن الأول الهجري وبداية القرن الثاني، وقد نال التفسير قسطًا وافرًا من اهتمام التابعين، سواء فيما يتعلق بتدوينه أو تطويره والبلوغ به درجات لم يبلغها من قبل[16].

المرحلة الرابعة: التفسير في عصور التدوين:

وهذه المرحلة تبدأ مع ظهور تدوين العلوم في أواخر عصر بني أمية وبداية عصر العباسيين، وفي هذه المرحلة خطا التفسير خطواتٍ أخرى، نستطيع بلورتها فيما يلي:

الخطوة الأولى: أنه مع ابتداء التدوين لحديث رسول اللَّه - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - كانت أبوابه متنوعة، وكان التفسير بابًا من هذه الأبواب التي اشتمل عليها الحديث، فلم يفرد له تأليف خاص يفسر القرآن سورة سورة، وآية آية، من مبدئه إلى منتهاه، بل وجد من العلماء من طوف في الأمصار المختلفة ليجمع الحديث، فجمع بجوار دلك ما روي في الأمصار من تفسير منسوب إلى النبي - صَلَّى اللَّهُ عَلَيهِ وَسَلَّمَ - أو إلى أصحابه أو التابعين، ومن هَؤُلَاءِ: يزيد بن هارون السلمي المتوفى سنة 117 هجرية، وشعبة بن الحجاج المتوفى سنة 160 هجرية، ووكيع بن الجراح المتوفى سنة 197 هجرية، وسفيان بن عيينة المتوفى سنة 198 هجرية، وروح بن عبادة البصري المتوفى سنة 255 هجرية، وعبد الرزاق بن همام المتوفى سنة 211 هجرية، وآدم بن إياس المتوفى سنة 225 هجرية، وعبد بن حميد المتوفى سنة 249 هجرية، وغيرهم. . . وهَؤُلَاءِ جميعًا كانوا من أئمة الحديث، فكان جمعهم للتفسير جمعًا لباب من أبواب الحديث، ولم يكن جمعًا للتفسير على استقلال وانفراد، وجميع ما نقله هَؤُلَاءِ الأعلام عن أسلافهم من أئمة التفسير نقلوه مُسْنَدًا إليهم، غير أن هذه التفاسير لم يصل إلينا شيء منها؛ ولذا لا نستطيع أن نحكم عليها.

الخطوة الثانية: انفصل بها التفسير عن الحديث، فأصبح علمًا قائمًا بنفسه، ووضع التفسير لكل آية من القرآن، ورتب ذلك على حسب ترتيب المصحف، وتم ذلك على أيدي طائفة من العلماء منهم ابن ماجه المتوفى سنة 273 هـ، وابن جرير الطبري المتوفى سنة 310 هـ، وأبو بكر بن المنذر النيسابوري المتوفى سنة 318 هـ، وابن أبي حاتم المتوفى سنة 327 هـ، وأبو الشيخ بن حبان المتوفى سنة 369 هـ، والحاكم المتوفى سنة 405 هـ، وأبو بكر بن مردويه المتوفى سنة 410هـ، وغيرهم من أئمة هذا الشأن[17]. ما مضى، هو نبذة مختصرة عن تأريخ التفسير.

تأريخ الحديث

قبل الكلام عن تأريخ نشأة علم الحديث، فيحسن التعريف بالحديث لغة واصطلاحا .

الحديث لغة:  مَا يُحدِّثُ بِهِ المُحَدِّثُ تحديثاً. ورجُلٌ حِدْثٌ، أَي: كثير الحدِيث[18].

والحَدِيثُ: نقيضُ الْقَدِيمِ. والحُدُوث: نقيضُ القُدْمةِ. حَدَثَ الشيءُ يَحْدُثُ حُدُوثاً وحَداثةً، وأَحْدَثه هُوَ، فَهُوَ مُحْدَثٌ وحَديث، وَكَذَلِكَ اسْتَحدثه[19].

وفى الاصطلاح: مَا أضيف إِلَى النَّبِي [صلى الله عَلَيْهِ وَسلم] قولا أَو فعلا أَو تقريراً أَو صفة، حَتَّى الحركات والسكنات فى الْيَقَظَة وَالنَّوْم[20].

وقال الجرجاني رحمه الله (ت: 816): والْحَدِيث أَعم من أَن يكون قَول الرَّسُول صلى الله عَلَيْهِ وَسلم أَو الصَّحَابِيّ أَو التَّابِعِيّ وفِعلهم وتقريرهم[21].

وقال عبد الحق الدهلوي الحنفي (ت: 1052هـ) رحمه الله: اعْلَم أَن الحَدِيث فِي اصطلاح جُمْهُور الْمُحدثين يُطلق على قَول النَّبِي صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَفعله وَتَقْرِيره.

وَمعنى التَّقْرِير أَنه فعل أحد أَو قَالَ شَيْئا فِي حَضرته صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَلم يُنكره وَلم يَنْهَهُ عَن ذَلِك بل سكت وَقرر.

وَكَذَلِكَ يُطلق الحَدِيث على قَول الصَّحَابِيّ وَفعله وَتَقْرِيره وعَلى قَول التَّابِعِيّ وَفعله وَتَقْرِيره[22].

وعُرِّف الحَدِيث بأنه: تتبع أَقْوَال رَسُول الله - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّم َ -، وأفعاله، وَمَا يتَّصل بهما مِمَّا يُفِيد أحد الْأَحْكَام الْخَمْسَة.[23].

وعلم الحديث: يسمّى بعلم الرواية والأخبار والآثار أيضا على ما في مجمع السلوك، حيث قال ويسمّى جملة علم الرواية والأخبار والآثار علم الأحاديث، انتهى. فعلى هذا علم الحديث يشتمل علم الآثار أيضا، بخلاف ما قيل، فإنه لا يشتمله، والظاهر أن هذا مبني على عدم إطلاق الحديث على أقوال الصحابة وأفعالهم على ما عرف. وعلم الحديث علم تعرف به أقوال رسول الله صلى الله عليه وسلم وأفعاله.

أما أقواله عليه الصلاة والسلام فهي الكلام العربي، فمن لم يعرف حال الكلام ... فهو بمعزل عن هذا العلم، وهو كونه حقيقة ... صريحا وعاما وخاصا ومطلقا ومقيّدا ومنطوقا ومعنويا ونحو ذلك، مع كونه على قانون العربية الذي بيّنه النحاة بتفاصيله، وعلى قواعد استعمال العرب، وهو المعبر بعلم اللغة.

وأما أفعاله عليه الصلاة والسلام فهي الأمور الصادرة عنه التي أمرنا باتباعه فيها أولا كالأفعال الصادرة عنه طبعا أو خاصة ...

 وموضوعه: ذات رسول الله صلى الله عليه وسلم من حيث أنه رسول الله، ومباديه هي ما تتوقف عليه المباحث، وهي أحوال الحديث وصفاته، ومسائله هي الأشياء المقصودة منه، وغايته الفوز بسعادة الدارين[24].

أما تأريخ نشأة علم الحديث

أولاً: تدوين السُّنَّة بدأ في حياة النبي صلى الله عليه وسلم

قال محمد الزهراني صاحب كتاب تدوين السنة: اشتهر بين عامة الناس من غير ذوي التتبع والاستقصاء أن الحديث أو ما يطلق عليه علماء الحديث لفظ العلم ظلَّ أكثر من مائة سنة يتناقله العلماء حفظاً دون أن يكتبوه، واستمرَّ هذا الظن قرابة خمسة قرون متتابعة وهو يزيد توسعاً ويطَّرد قوةً، حتى جاء الخطيب فتتبع مسائل هذا الموضوع وجمع شتاته، وألَّف في ذلك "تقييد العلم".

أما سبب هذا الظن فهو خطأ في تأويل ما ورد عن المحِّدثين في تدوين الحديث وتصنيفه، فقد ذكر هؤلاء أنَّ أوَّل من دوَّن العلم ابن شهاب الزهري المتوفى سنة (124 أو125 هـ) ، وذكروا أوَّل من صنَّف الكتب فإذا هم جميعاً ممن عاش حتى بعد سنة (143 هـ) تقريباً.

ولم يعط العلماء قبل الخطيب هذه الأقوال حقَّها من التَّأويل العميق والفهم الدقيق، بل رووا هذه الأقوال بشكلٍ يوهم بأنه فعلاً أوَّل من كتب الحديث ودوَّنه ابن شهاب الزهري، وأوَّل من صنَّفه في الكتب أتى بعده.

وغلبت هذه الفكرة على أصحاب الكتب الجامعة: كأبي طالب المكي، والامام الذهبي، والحافظ ابن حجر، والمقريزي، وصاحب "أبجد العلوم" وغيرهم فكانوا يؤيدونها رغم أنهم كانوا يجدون لها نقيضاً، وذلك أنهم يذكرون أن مَنْ بعد الصحابة والتابعين كانوا يروون العلم من صحفٍ صحيحةٍ غير مرتبة كتبت في عصر الصحابة والتابعين.

إذن حصل هناك تدوينٌ قبل عصر الإمام الزهري الذي يُعدُّ من طبقة صغار التابعين.

وقد حاول الخطيب أن يثبت أن تقييد العلم كان موجوداً في حياته صلى الله عليه وسلم وفي عصر الصحابة والتابعين كذلك، فقاده ذلك إلى البحث في تاريخ تقييد العلم، فجمع الأحاديث والأخبار التي لها صلة بنشأة تقييد العلم، وهي أكثر مما جمعه سلفه، ووجدها تنتظم في حلقتين مختلفتين متضادتين، فبعضها يشير إلى جواز كتابة الحديث والإقبال عليه، والآخر يظهر خلاف ذلك، وهذا ما قد كان وجده متقدموه، غير أنَّه ألفى شيئاً جديداً فيها، وهو أن بعضها يتضمن الإشارة إلى سبب كراهة الكتابة، فبدا له أن يفرد هذه النصوص بباب خاص علَّها تنطق من نفسها عما يزيل الخلاف ويرفع التناقض.

وقد خصص - رحمه الله تعالى - الفصل الأول من القسم الأول من كتابه للأحاديث المرفوعة التي تنهى عن كتابة الحديث ...[25]

جهود الصحابة رضي الله عنهم في تدوين السُّنَّة المطهَّرة ونقلها إلى الأمَّة.

لقد كانت جهود هذا الجيل المبارك هي الأساس الأول في تدوين السُّنَّة وحفظها ونقلها إلى الأمة، كما كانت جهودهم - رضوان الله عليهم - هى الأساس في نشر الدين وترسيخ العقيدة وحماية السُّنَّة من كل مايشوبها.

وفيما يلي نماذج من تلك الجهود، وأكتفي بالنماذج هنا مشيراً إلى المصادر التي استوعبت أو حاولت الاستيعاب وذلك لأن المقام هنا لا يتسع لأكثر من هذه النماذج:

1- الحث على حفظ الحديث وثثبيت ذلك الحفظ، حتى كان كثير منهم يأمر تلاميذه بالكتابة لتثبيت حفظهم ثم محو ما كتبوه حتى لا يتكل على الكتاب.

قال الخطيب البغدادي: "وكان غير واحد من السلف يستعين على حفظ الحديث بأن يكتبه، ويدرسه من كتابه، فإذا اتقنه محا الكتاب، خوفاً من أن يتَّكل القلب عليه فيؤدي إلى نقصان الحفظ وترك العناية بالمحفوظ"[26].

 الكتابة بالسُّنَّة بعضهم إلى بعض، ومن أمثلة ذلك ما يلي:

أ- كتب أسيد بن حضير الأنصاري رضي الله عنه بعض الأحاديث النبوية، وقضاء أبي بكر وعمر وعثمان، وأرسله إلى مروان بن الحكم[27].

ب- وكتب جابرُ بنُ سمرةَ رضي الله عنه بعض أحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم وبعث بها إلى عامرَ بنِ سعدٍ بنِ أبى وقاص بناء على طلبه ذلك منه[28].

ج- وكتب زيد بن أرقم رضي الله عنه بعض الأحاديث النبوية وأرسل بها إلى أنس بن مالك رضي الله عنه.

د- وكتب زيد بن ثابت في أمر الجَدِّ إلى عمر بن الخطاب رضي الله عنه وذلك بناء على طلب عمر نفسه.

هـ- جمع سمرة بن جندب ما عنده من حديث رسول الله صلى الله عليه وسلم وبعث به إلى ابنه سليمان، وقد أثنى الإمام محمد بن سيرين على هذه الرسالة فقال: "في رسالة سمرة إلى ابنه علمٌ كثير".

و كتب عبد الله بن أبي أوفى بأحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم إلى عمر بن عبيد الله.

3- حث تلاميذهم على كتابة الحديث وتقييده، ومن أمثلة ذلك:

أ- كان أنس بن مالك الأنصاري رضي الله عنه يحثُّ أولاده على كتابة العلم فيقول: "يابني قيدوا العلم بالكتاب"، وكان يقول - رحمه الله ورضي عنه -: "كنا لا نعد علم من لم يكتب علمه علماً"

ب- روى الخطيب بسنده عن عدة من تلاميذ عبد الله بن عباس حَبر الأمَّة أنه كان يقول: "قيدوا العلم بالكتاب، خير ما قُيِّد به العلم الكتاب".

ج- وروى أيضاً بأسانيده من عدة طرق إلى عمر بن الخطاب

رضي الله عنه أنه قال: "قيدوا العلم بالكتاب"...[29]

ثالثاً: جهود التابعين في تدوين السُّنَّة المشرفة:

تلقى التابعون - رحمهم الله - السُّنَّة، بل الدِّين كله عن الصحابة الكرام - رضوان الله عليهم - فقاموا بمهمة تبليغ الرسالة من بعد شيوخهم إلى الناس كافة، فكانوا خير جيل بعد ذلك الجيل، وقد بذل جيل التابعين في خدمة السُّنَّة وتدوينها وحفظها جهوداً كبيرة، وفيما يلي نماذج من تلك الجهود:

1-الحث على التزام السُّنَّة وحفظها وكتابتها والتثبت في روايتها وسماعها:

سبق أن ذكرت طائفة من الأمثلة على ذلك في الفصل الثاني من الباب الأول عند الكلام عن عناية التابعين ومن بعدهم بالسُّنَّة النبوية، وأضيف هنا أمثلة مما لم أمثل له هناك وهو حثُّهم على كتابة السُّنَّة:[30]

أ- روى الخطيب بسنده من عدة طرق عن الإمام عامر الشعبي

أنه كان يقول: "إذا سمعت شيئاً فاكتبه ولو في الحائط فهو خيرٌ لك من موضعه من الصحيفة فإنك تحتاج إليه يوماً ما"[31].

ب- عن الحسن البصري قال: "ما قُيِّد العلم بمثل الكتاب، إنما نكتبه لنتعاهده".[32]

ج- وعن سعيد بن جبير قال: " كُنْتُ أَكْتُبُ عِنْدَ ابْنِ عَبَّاسٍ فِي أَلْوَاحِي حَتَّى أَمْلَأَهَا ثُمَّ أَكْتُبُ فِي كَفِّي".[33]

وعن صالح بن كيسان قال: "اجتمعت أنا والزهري - ونحن نطلب العلم - فقلنا: نكتب السنن، فكتبنا ما جاء عن النبي صلى الله عليه وسلم، ثم قال: نكتب ما جاء عن أصحابه فإنَّه سُّنَّة، فقلت: أنا ليس بسُنَّة فلا نكتبه، قال: فكتب ولم أكتب، فأنجح وضيعت".[34]

التدوين في القرن الثاني الهجري

يشمل هذا القرن عصر جيلين:

الأول: صغار التابعين إذ تأخرت وفاة بعضهم إلى ما بعد سنة (140 هـ) وقد سبق الكلام عن أثرهم وجهودهم في التدوين ضمن الكلام عن جهود جيل التابعين كله بمختلف طبقاته.

أما الجيل الثاني: فهم أتباع التابعين الحلقة الثالثة - بعد جيل الصحابة والتابعين - في سلسلة رواة السُّنَّة ونقلة الدِّين إلى الأمَّة، ولقد كان لهذا الجيل أثره الرائد في التصدي لأصحاب البدع والأهواء، ومقاومة الكذب الذى فشى في هذا العصر على أيدي الزنادقة الذين بلغوا ذروة نشاطهم ضد السُّنَّة ورواتها في منتصف هذا القرن، حتى اضطر الخليفة المهدي رحمه الله إلى تكليف أحد رجاله بتتُّبع أخبارهم والتضييق عليهم في أوكارهم، فأصبح ذلك الرجل يعرف بصاحب الزنادقة.

وقد نشط الأئمة والعلماء من هذا الجيل في خدمة السُّنَّة وعلومها وحمايتها من كل ما يشوبها وعلى أيديهم بدأ التدوين الشامل المبوَّب المرتَّب، بعد أن كان من قبلهم يجمع الأحاديث المختلفة في الصحف والكراريس بشكل محدود وكيفما اتفق بدون تبويب ولا ترتيب.

كما نشأ وتفتَّق على أيديهم علم الرجال، بعد أن كان السؤال عن الإسناد قد بدأ في أواخر عصر الصحابة وكبار التابعين.

وكما كان لهذا الجيل الريادة في ابتداء التدوين المرتَّب على الأبواب والفصول، كذلك كانت له الريادة في ابتداء التصنيف في علم الرجال، حيث أَلَّف في تاريخ الرجال كل من: الليث بن سعد (ت 175هـ) ، وابن المبارك (ت 181هـ) ، وضمرة بن ربيعة (ت 202هـ) ، والفضل بن دكين (ت 218هـ) وغيرهم.

ويعتبر هذا الجيل جيل التأسيس لعلوم السُّنَّة المطهَّرة ولا غروَّ، ففيه عاش جهابذة رجال السُّنَّة أمثال الأئمة: مالك، والشافعي والثوري، والأوزاعي، وشعبة، وابن المبارك، وابراهيم الفزاري، وابن عيينة، والقطان، وابن مهدي، ووكيع وغيرهم كثير.

وسأوجز الكلام عن التدوين في هذا القرن في ثلاث فقرات هي:

أولا: تطور التدوين في هذا القرن عما سبق

ثانيا: ممن اشتهر بوضع المصنفات في الحديث في هذا القرن

ثالثا: دراسة موجزة عن نموذج مما دون في هذا القرن

أولاً: تطور التدوين في هذا القرن عما سبق:

أ- ظهور التفريق بين التدوين الذي هو مجرد الجمع وبين التصنيف الذي هو الترتيب والتبويب والتمييز في المصنفات في هذا القرن.

ب- أن هذه المصنفات المدونة في هذا العصر قد جمعت إلى جانب أحاديث الرسول صلى الله عليه وسلم أقوال الصحابة وفتاوى التابعين، بعد أن كانت تتناقل مشافهة وكانت الصحف فيما مضى تقتصر على الأحاديث النبوية فقط.

ج- طريقة التدوين في مصنفات هذا القرن هي: جمع الأحاديث المتناسبة في باب واحد ثم يجمع جملة من الأبواب أو الكتب في مصنف واحد، بينما كان التدوين في القرن الماضي مجرد جمع الأحاديث في الصحف بدون ترتيب أو تمييز.

د- إن مادة المصنَّفات في هذا القرن قد جمعت من الصحف والكراريس التي دونت في عصر الصحابة والتابعين، ومما نقل مشافهة من أقوال الصحابة وفتاوى التابعين.

وقد حملت مصنفات علماء القرن الثاني عناوين: موطأ - مصنف - جامع - سنن، وبعضها كان بعناوين خاصة مثل: الجهاد - الزهد - المغازي والسير.

ثانياً: ممن اشتهر بوضع المصنفات في الحديث في هذا القرن:

1- أبو محمد عبد الملك بن عبد العزيز بن جريج (ت 150 هـ) بمكة.

2- محمد بن إسحاق بن يسار المطلبي (ت 151 هـ) بالمدينة.

3- معمر بن راشد البصري ثم الصنعاني (ت 153 هـ) باليمن.

4- سعيد بن أبى عروبة (ت 156 هـ) بالبصرة.

5- أبو عمرو عبد الرحمن بن عمرو الأوزاعي (ت 156 هـ) بالشام.

6- محمد بن عبد الرحمن بن أبي ذئب (ت 158 هـ) بالمدينة.

7- الربيع بن صُبيح البصري (ت 160 هـ) بالبصرة.

8- شعبة بن الحجاج (ت 160 هـ) بالبصرة.

9- أبو عبد الله سفيان بن سعيد الثوري (ت 161 هـ) بالكوفة.

10- الليث بن سعد الفهمي (ت 175 هـ) بمصر.

11- أبو سلمة حماد بن سلمة بن دينار (ت 176 هـ) بالبصرة.

12- الإمام مالك بن أنس (ت 179 هـ) بالمدينة.

- عبد الله بن المبارك (ت 181 هـ) بخراسان.

14- جرير بن عبد الحميد الضبي (ت 188 هـ) بالري.

15- عبد الله بن وهب المصري (ت 197 هـ) بمصر.

16- سفيان بن عيينة (ت 198 هـ) بمكة.

17- وكيع بن الجراح الرؤاسي (ت 197 هـ) بالكوفة.

18- أبو عبد الله محمد بن إدريس الشافعي (ت 204 هـ) بمصر.

19- عبد الرزاق بن همام الصنعاني (ت 211 هـ) بصنعاء.

الباب الثالث: التدوين في القرن الثالث الهجري

تعريف موجز عن جهود علماء السنة في هذا القرن ومميزات التدوين فيه...

يعتبر هذا القرن عصر ازدهار العلوم الاسلامية عامة وعلوم السُّنَّة النبوية خاصة، بل يعد هذا القرن من أزهى عصور السُّنَّة النبوية، إذ نشطت فيه الرحلة لطلب العلم ونشط فيه التأليف في علم الرجال، وتُوسِّع في تدوين الحديث، فظهرت كتب المسانيد والكتب الستة - الصحاح والسنن - التي اعتمدتها الأمَّة واعتبرتها دواوين الإسلام[35].

وقد برز في هذا العصر كثير من الحفاظ والنقاد والعلماء الجهابذة من أمثال: أحمد بن حنبل، وإسحاق بن راهويه، وعلي ابن المديني، ويحيى بن معين، ومحمد بن مسلم بن وارة، وأبو عبد الله البخاري، ومسلم بن الحجاج، وأبو زرعة، وأبو حاتم الرازيان، وعثمان بن سعيد، وعبد الله بن عبد الرحمن الدارميان، وغيرهم كثير ممن كان على أيديهم تأسيس كثيرٍ من علوم الحديث عموماً وعلم الجرح والتعديل خصوصاً[36].

وقد تميز التدوين في هذا القرن بما يلي:

1- تجريد أحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم وتمييزها عن غيرها، بعد أن كانت قد دونت في القرن الثانى ممزوجة بأقوال الصحابة وفتاوى التابعين.

2- الاعتناء ببيان درجة الحديث من حيث الصحة والضعف.

تنوع المصنفات في تدوين السُّنَّة، حيث ظهرت الأنواع التالية:

أ- كتب المسانيد التي تعنى بجمع أحاديث كل صحابيٍّ على حدة كمسند الإمام أحمد وغيره.

ب- كتب الصحاح والسنن التي تعنى بتصنيف أحاديث رسول الله صلى الله عليه وسلم على الكتب والأبواب مع العناية ببيان الصحيح من غيره كالكتب الستة وغيرها.

ج- كتب مختلف الحديث ومشكلها مثل كتاب: "اختلاف الحديث" للإمام الشافعي، وكتاب "اختلاف الحديث" لعلي بن المديني، وكذلك كتاب "تأويل مختلف الحديث" لابن قتيبة وغيرها. وهناك الكثير من المصنفات في هذا القرن[37].

 

 

 

تأريخ الفقه

قبل بيان تأريخ الفقه، يحسن أن أعرف الفقه لغة واصطلاحا.

الفقه : في اللغة.

قال ابن فارس رحمه الله (395هـ): الفاء والقاف والهاء أصل واحد صحيح، يدل على إدراك الشيء والعلم به، تقول: فقهت الحديث أفقهه. وكل علم بشيء فهو فقه. يقولون: لا يفقه ولا ينقه. ثم اختص بذلك علم الشريعة، فقيل لكل عالم بالحلال والحرام: فقيه. وأفقهتك الشيء، إذا بينته لك[38].

وقال الفراهيدي رحمه الله (170هـ): الفِقْهُ: العِلْم في الدّين. يقالُ: فَقُهَ الرّجل يَفْقُهُ فِقْهاً فهو فَقيهٌ. وفَقِهَ يَفْقَهُ فِقْهاً إذا فَهِمَ. وأفقهتُه: بَيَّنْتُ لهُ. والتَّفَقُّهُ: تَعَلُّمُ الفِقْهِ[39].

فَقِهَ الرجلُ يفقَه فِقْهاً، فَهُوَ فَقِيه، وَالْجمع فُقَهاء وَقَالُوا فَقُهَ فِي معنى الْفِقْه أَيْضا. وفَقِهَ عنّي، أَي فَهِمَ عنّي ... وَرجل متفيهِق: متشدِّد كثير الْكَلَام. وَفِي الحَدِيث المُسند: (إنّ أبغضَكم إليّ الثّرثارون المتفيهِقون)[40].

وقد فَقُهَ بالضم فَقاهَةً، وفَقَّهَهُ الله. وتَفَقَّهَ، إذا تعاطى ذلك. وفاقَهْتُهُ، إذا باحثتَه في العلم[41].

وفي غريب الحديث لأبي إسحاق الحربي رحمه الله (285هـ): والْفِقْهُ: التَّفَهُّمُ فِي الدِّينِ وَالنَّظَرُ فِيهِ وَالتَّفَطُّنُ فِيمَا غَمَضَ مِنْهُ , فَقِهَ يَفْقَهُ وَهُوَ فَقِيهٌ وَأَفْقَهْتُهُ: بَيَّنْتُ لَهُ[42].

(ف ق هـ) قَوْله اللَّهُمَّ فقهه فِي الدّين، وَإِذا فقُهوا بِضَم الْقَاف وَمن يرد الله بِهِ خيرا يفقهه فِي الدّين الْفِقْه الْفَهم فِي كل شَيْء يُقَال مِنْهُ فقه بِالْكَسْرِ يفقه فقها بِفَتْح الْقَاف وَقَالُوا فقها أَيْضا بسكونها وأفقهته أَنا فهمته وَأما الْفِقْه فِي الشَّرْع فَقَالَ صَاحب الْعين والهروي وَغَيرهمَا فِيهِ فقه بِالضَّمِّ وَقَالَ ابْن دُرَيْد فِيهِ بِالْكَسْرِ كَالْأولِ قَالَ وَقَالُوا فقه بِالضَّمِّ فِيهِ أَيْضا وَقَوله فِي الْكلاب إِذا كَانَ يفقه أَي يفهم التَّعْلِيم وَالْأَمر والزجر[43].

ولا يجوز أن يوصف اللّه تعالى بأنه يَفْقَه، كما يقال: يعلم؛ لأنه تعالى عالمٌ بالأشياء وبمعانيها قبل كونها، وإنما يوصف بفقه الشيء من لم يكن عالما به من المخلوقين[44].

وقال ابن الأثير رحمه الله (606هـ) : فِي حَدِيثِ ابْنِ عَبَّاسٍ «دَعا لَهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ: اللَّهُمَّ فَقِّهْهُ فِي الدِين وعَلِّمه التأوِيل» أَيْ فَهِّمْه. والفِقْه فِي الْأَصْلِ: الفَهْم، واشْتِقاقه مِنَ الشَّقّ وَالْفَتْحِ. يُقَالُ: فَقِهَ الرجلُ بِالْكَسْرِ- يَفْقَهُ فِقْهاً إِذَا فَهِم وعَلِم، وفَقُهَ بِالضَّمِّ يَفْقُهُ: إِذَا صَارَ فَقِيهاً عَالِمًا. وَقَدْ جَعله العُرف خَاصًّا بِعِلْمِ الشَّرِيعَةِ، وتَخْصيصا بعلْم الفُروع مِنْهَا[45].

وفي مختار الصحاح: وَقَدْ (فَقِهَ) مِنْ بَابِ ظَرُفَ أَيْ صَارَ فَقِيهًا. وَ (فَقَّهَهُ) اللَّهُ (تَفْقِيهًا) . وَ (تَفَقَّهَهَ) إِذَا تَعَاطَى ذَلِكَ. وَ (فَاقَهَهُ) بَاحَثَهُ فِي الْعِلْمِ[46].

 

 

والفقه في اصطلاح الأصوليين:

قال علاء الدين البخاري رحمه الله (730هـ): والفقه على ما روي عن أبي حنيفة رحمه الله معرفة النفس ما لها[47].

ومن المحاسن قول الإمام أبي حنيفة: الفقه معرفة النفس ما لها وما عليها. قيل: وأخذه من قوله تعالى: {لها ما كسبت وعليها ما اكتسبت} [البقرة: 286]. [48]

وقال التفتازاني رحمه الله (793هـ): والفقه: معرفة النفس ما لها وما عليها ويزاد عملا لتخرج الاعتقاديات والوجدانيات فيخرج الكلام والتصوف ومن لم يرد أراد الشمول[49].

وعُرِّف بأنه: العلم بالأحكام الشرعية الفرعية عن أدلتها التفصيلية بالاستدلال[50].

وقال الشيخ الدكتور وهبة الزحيلي حفظه الله : عرفه أصحاب الشافعي بأنه "العلم بالأحكام الشرعية العملية من أدلتها التفصيلية[51]

تأريخ الفقه الإسلامي

الفقه قبل الإسلام, وهل كان عند العرب فقه وفقهاء أم لا ؟

قال محمد الجعفري الفاسي رحمه الله (1376هـ): اعلم أن الإسلام وجد الإمة العربية أمية لا تقرأ ولا تكتب, ولم يكن لديها علوم مدونة في الكتب تدرسها في مساجد أو مدارس, وإن وُجِدَ لديهم معرفة بعلوم تدعو إليها ضرورة حياتهم البدوية؛ كعلم النجوم والقيافة والعيافة والأنساب, وغير ذلك مما نسب المؤرخون لهم معرفته, لكنها لم تكن مدونة لهم في كتاب, وإنما هي من نوع ما يحسن أهل البادية معرفته وحفظ بعض قواعده، ومن هذا النوع ما كان لهم من الإلمام ببعض ضوابط فقهية يفصلون بها خصوماتهم؛ كقولهم في القصاص: القتل أنفى للقتل، والدية على العاقلة في الخطأ، وكنا يؤثر عن عمرو بن الظرب أحد حكام العرب قوله في الخنثى: القضاء يتبع المبال.

وفي النسائي وغيره أن القسامة كانت في الجاهلية فأقرَّها رسول الله -صلى الله عليه وسلم- على ما كانت عليها في الجاهلية, وقضى بها بين أناس من الأنصار ادَّعَوْه على يهود خيبر.

ومن ذلك معرفتهم بعض مناسك الحج، وكانوا يصومون عاشوراء كما في الصحيح، بل كانوا يتحنثون في رمضان بالصوم كما يدل عليه حديث بدء الوحي، وقوله تعالى: {كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ}، [البقرة: 183]. وقد ثبت اغتسالهم من الجنابة واختتانهم، وكان لهم نكاح بخطبة وصداق، كما يدل له خطبة أبي طالب لخديجة زوج النبي - صلى الله عليه وسلم - ...[52]

وبعد فقد بعث الله تعالى سيدنا محمدًا النبي الأمين، فبلغ رسالة ربه، ووضح شريعته، حتى ترك الناس من بعده على المحجة البيضاء التي ليلها كنهارها، لا يضل فيها الساري. ولا يختفي الحق لطالبه من غير مصباح سَوِيٍّ، كتاب الله تعالى وسنة رسوله، إلا أن يؤتى فهمًا سليمًا، وقلبًا مشرقًا بنور الإخلاص، فإنه بهذا الاتجاه القويم يسير في الطريق إلى فهم مصادر الشرع وموارده لا عوج فيه وَلاَ أَمْتَ، يتعرف فيه الغايات الباعثة، والنتائج المترتبة، ويربط بين الحقائق الإسلامية في سلك علمي منتظم كالخرز في عقده، لا تنبو واحدة عن أختها.

وما انتقل النبي - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - إلى الرفيق الأعلى حتى أنار الوجود الإنساني بالحقائق الإسلامية عقيدة وخلقًا وشريعة، ونقلها إلينا أصحابه الذين كانوا من بعده كالنجوم كاملاً ...

فكانوا حَمَلَةَ علم الرسول - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - نقلوه إلى الأخلاف، واستجابوا للرسول، وهو يدعوهم إلى نقل كلامه إذ كما قال: «نَضَّرَ اللَّهُ عَبْدًا سَمِعَ مَقَالَتِي، فَوَعَاهَا كَمَا سَمِعَهَا، فَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ لاَ فِقْهَ لَهُ، وَرُبَّ حَامِلِ فِقْهٍ إِلَى مَنْ هُوَ أَفْقَهُ مِنْهُ» أو كما قال - صَلََّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -.

وإن أولئك العِلْيَةِ من أصحاب رسول الله - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - هم الذين شاهدوا وعاينوا، ورأوا منازل الوحي، وعلموا مُدْرَكَاتِ النبوة علم المحس السامع المعاين، واستطاعوا بأمانة الله أن ينقلوه إلى الأخلاف مجملاً بغبار الرسول - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - مشرقًا بنور النبوة وروعته!! حتى إنه لم ينته عهد الصحابة حتى نقلوا كلام الرسول - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - كاملاً غير منقوص، وإذا كان قد غاب عن بعضهم أحاديث فإنه لا يغيب عن جميعهم، وكما يقول الإمام الشافعي: إن كل الصحابة قد رَوَوْا كل أخبار الرسول، وأحاديثه، وفتاويه.

فإذا كان عصر النبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - هو عصر تبليغ الشريعة فعصر الصحابة هو عصر حفظها، ونقلها للأخلاف غَضَّةً خِصْبَةً كما بَيَّنَهَا النبي الأمين.

ولم يكن عمل الصحابة - رَضِيَ اللهُ تَبَارَكَ وَتَعَالَى عَنْهُمْ - أن ينقلوا فقط، بل كان عليهم أن يستنبطوا، وأن يجتهدوا آراءهم فيما لم يعلموا من النبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - فيه أمرًا.

وقد وجههم - عَلَيْهِ السَّلاَمُ - إلى ذلك فحث على الاجتهاد، وجعل له ثوابًا فقال - عَلَيْهِ السَّلاَمُ -: «لِلْمُجْتَهِدِ إِذَا أَصَابَ أَجْرَانِ، وَإِذَا أَخْطَأَ أَجْرٌ وَاحِدٌ»، فهو مثوب في الحالين؛ ولذا قرر العلماء أن الاجتهاد فرض كفاية على من يحسنه ...

وما كان اجتهاد الصحابة إلا قبسة من نور النبوة لأنهم أعرف الناس بمقاصد الشريعة وغاياتها، فليس رأيهم الرأي، ولكنه الاتباع والاهتداء، حتى قال الإمام مالك: «هُوَ رَأْيٌ وَمَا هُوَ بِالرَّأْيِ»، وذلك لأنه ليس تهجمًا على الحقائق، ولكنه مُقَيَّدٌ بما علموا من أمر الرسالة والشريعة، وما أدركوا من أقوال، وشاهدوا من أعمال .

ولقد ذكر الإمام ابن قيم الجوزية: أن آراء الصحابة كثير منها سُنَّةٌ، لأن كثيرين منهم كانوا يؤثرون أن يفتوا ناسبين القول لأنفسهم عن أن ينسبوه للنبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ -، وإما مُسْتَلْهَمَةٌ من وحيها، أو نابعة من نبعها، وهي في كل الأحوال نور من نورها.

- ترك الصحابة ثروة مثرية من الفقه النبوي بالنص عن النبي - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ -، أو بالتخريج عليه، أو بالتطبيق على ما عرفوا من مقاصد الإسلام، وحمل ذلك العلم من بعدهم تلاميذهم من التابعين.

وكان لكل صحابي تابعون يلازمونه، ومنهم من يختص واحدًا منهم بالملازمة أو يغلب عليه ذلك.

فناقلُ علمِ ابن عباس - رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا - عكرمةُ مولاه، وناقل تفسيره مجاهدُ.

وناقلُ علمِ عمر - سعيدُ بن المسيب مع غيره ممن عاصروه، وناقل علم ابن عمر مولاهُ نافعٌ.

وفي العراق ناقل علم عبد الله بن مسعود علقمة، وإبراهيم النخعي، ونقل آل البيت وغيرهم علم عَلِيٍّ - كَرَّمَ اللهُ وَجْهَهُ -، فوق ما كان معلومًا له بين الصحابة من فتاوى تَنْفُذُ إلى لب الحقائق، وما كان له من آراء تشرق في مدلهم الأمور، حتى كان يقول عمر - رَضِيَ اللهُ عَنْهُ - كلما عضل أمر: «مَسْأَلَةٌ وَلاَ أَبَا حَسَنَ لَهَا».

وكان أولئك التابعون ينقلون أحاديث الرسول - عَلَيْهِ الصَلاَةُ وَالسَّلاَمُ - والآثار المروية عنه من أعمال وتقريرات، وينقلون علم الصحابة الذي تخرجوا عليه، ويعتبرون ما أجمع عليه الصحابة حجة

قطعية لا مناص من اتباعها، وإن اختلفوا كان لهم أن يختاروا من بينها، ولا يخرجوا عن كلها، وفي الغالب كان كل تلميذ يتبع شيخه من الصحابة.

وكان لهم مع ذلك اجتهاد فيما لا يعرف فيه من قبلهم رأي في أمر من الأمور، فإنهم حينئذٍ يجتهدون آراءهم كما سلك شيوخهم من الصحابة.

وأخذت في عهد التابعين مناهج الاجتهاد تتميز من غير انحراف ولا خروج عن الرَّبْقَةِ، بل الجميع متعلقون بالكتاب والسنة وعلم الصحابة يعتبرونها المنجاة من هاوية الباطل.

فكان لفقهاء العراق نهج في الاجتهاد بعد النصوص وأقوال الصحابة، وغلب عليهم الاجتهاد بالقياس.

وكان لفقهاء الحجاز نهج، ويغلب فيه الأخذ بالمصلحة، وكان لكل منهج مدرسة قائمة بذاتها، ابتدأت تتكون في عهد التابعين، ثم نمت من بعدهم حتى تكاملت.

ولا بد أن ننبه هنا أن الصحابة اختلفوا كما نوهنا، وأن التابعين اختلفوا كما قررنا. وإن الاختلاف في الفروع الفقهية لا ضرر فيه على المسلمين، ولا على الحقائق الإسلامية ما دام القصد الوصول إلى الحق، وليس في واحد من الآراء هدم لنص، أو نقض لأصل، أو مصادمة لمقصد من المقاصد الشرعية.

ويروى في ذلك أن عمر بن عبد العزيز قال: «مَا يَسُرُّنِي بِاخْتِلاَفِ أَصْحَابِ رَسُولِ اللهِ - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ - حُمُرُ النَّعَمِ، وَلَوْ كَانَ رَأْيًا وَاحِدًا لَكَانَ النَّاس فِي ضِيقٍ».

 جاء بعد هؤلاء التابعين الطبقةُ الأولى من الأئمة المجتهدين - كربيعة الرأي ومالك بن أنس وأبي حنيفة والأوزاعي، وسفيان الثوري، والليث بن سعد، وغيرهم كثير.

وهؤلاء التقوا بالتابعين وأخذوا عنهم، ودرسوا الآثار وأوجه الاستنباط عليهم، فأبو حنيفة تلقى عن إبراهيم النخعي، وعطاء، وحماد بن أبي سليمان، وغيرهم. ومالك تلقى عن نافع، وابن شهاب الزهري، والقاسم بن محمد، وغيرهم من التابعين الذين اشتهروا بالفقه، وَسُمُّوا بالفقهاء السبعة مثل عروة بن الزبير، وسليمان بن يسار.

وإن عين الفقه قد تفتحت بعد ذلك بهؤلاء الأئمة، فقد كثر التلاميذ، وكثر الدارسون وصار ثمة علماء أعلام تتذاكر بهم الركبان، والفتاوى تنقل عنهم من مكان إلى مكان.

وكان موسم الحج مجالاً يتدارس فيه أهل الفقه، بل إن بعضهم كان يقصد من القربى إلى الله تعالى النُّجْعَةَ إلى العلم ليتزود مع زَادِ التقوى زَادَ العلم، وهو من التقوى، ما دام يقصده لوجه الله لا يرجو سواه، فإن الملائكة تحف بأهل العلم كما وردت بذلك الآثار عن النبي - صَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -. ...

ولقد سارت تلك المجموعة الفقهية مسار النور في الأرض، فلقد وجدنا أوروبا في عهد نهضتها - تنقل آراءهم.

فمذهب مالك يجتاز الأندلس حتى يصل إلى وسط فرنسا أو أعلى من ذلك، وفي وسط أوروبا تترجم كتب المذاهب الإسلامية، وفي إنجلترا يترجم مثلها.

ولندع الذين يسمون بالمستشرقين وأكثرهم لغويون، وليسوا فقهاء، وأكثرهم يتعرضون للفقه على غير بَيِّنَةٍ، ومن غير سلطان من العلم، وبقلب لا يرجو للإسلام وقارًا بل يتتبع الأوهام ليجعل منها حقائق، يحرفون القول عن مواضعه، لندع هؤلاء فهم أعجز من أن ينالوا من هذا الدين الشامخ العظيم.

وإن المنصفين منهم عدد قليل. وهم يحاولون أن يفهموا الفقه الإسلامي كما هو، على أنه قانون إنساني عادل يصلح غذاء للمادة القانونية في هذا العالم.

وإذا كان ذلك الفقه العظيم يسير في طريق يضع المغرضون فيه الأشواء والأحجار في أوروبا لمنعوا أقوامهم عنه، فإن المؤتمرات القانونية استطاعت بإرشاد علماء المسلمين، وإرادات طلاب الحقائق، أن يقرروا إقرارًا متواضعًا بأن يعترفوا بأنه شريعة قائمة بذاتها صالحة للتطبيق ومعالجة أدواء العالم الاجتماعية.

وإذا كان القرار متواضعًا لا يخرج عن الصلاحية، فإن ابتداء له خط يسير فيه إلى الانتهاء. «وَأَوَّلُ الغَيْثِ قَطْرٌ ثُمَّ يَنْهَمِرُ». ...

انحسرت موجة التاريخ عن ثمانية مذاهب معروفة دُوِّنَتْ وَجُمِعَتْ. ودرست من التلاميذ في الأماكن التي انتشرت فيها تلك المذاهب، وبعضها كثر عدد معتنقيه، وبمقدارهم كان الدرس والفحص، وبعضهم تعددت أماكنه، وحيثما حل تأثر بعادات الإقليم وعرفه، وذلك في غير ما ثبت بالنص كما ترى في المذهب الحنفي، في اختلاف العادات بين فقه أرض الروم، وما وراء النهر، والعراقين، والاختلاف فيه أعراف لا اختلاف فقه.

وكما ترى في مذهب مالك بين اختلاف المغرب، ومن كان من أتباعه في العراق وهكذا، وكان ذلك في فروع جزئية، وكما نرى في اختلاف المذهب الشافعي بين الخراسانيين والعراقيين.

وإنك لترى هذه المذاهب تجري كالأنهار في الأقطار. فيحمل ماؤها بعض لون المجرى الذي يجري فيه. وتلك المذاهب الثمانية التي سجلت في التاريخ هي:

المذهب الحنفي، والمذهب المالكي، والمذهب الشافعي، والمذهب الحنبلي، وهذه كما يعبر الفقهاء «مذاهب الأمصار»، أي أنها التي انتشرت في الأمصار الإسلامية، ولا يخلو مصر منها، فلا يمكن أن يوجد مصر إسلامي خَالٍ منها وقد يخلو من بعضها، ولا يخلو من كلها.

وهناك مذاهب أربعة أخرى قد يخلو مصر منها جميعًا، ولكن لا تخلو البلاد الإسلامية منها، فهي منثورة في أقاليم إسلامية مختلفة، وأحسب أنها أقلية في أكثرها.

وتلك المذاهب هي مذهب الإمام زيد بن علي زين العابدين المتوفى سنة 122 هـ، وهو أقرب مذاهب آل البيت إلى مذاهب الأئمة الأربعة، بل إن المخرجين فيه في خراسان كانوا إذا لم يجدوا نصًا مأثورًا عن الإمام زيد، أخذوا باجتهاد أبي حنيفة - رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا - وهو منتشر في اليمن وخراسان.

والمذهب الثاني مذهب الإمام أبي عبد الله جعفر الصادق بن محمد الباقر، وقد توفي أبو عبد الله سنة 148 هـ، وقد أخذ عنه الإمام أبو حنيفة، وروى عنه أحاديث.

وارجع إلى كتاب " الآثار " لأبي يوسف وكتاب " الآثار " لمحمد - تجد فيهما رواية أبي حنيفة عن الإمام الصادق - رَضِيَ اللهُ عَنْهُ -. وقد قال فيه أبو حنيفة: ما رأيت أحدًا أعلم باختلاف الناس من جعفر بن محمد، وهو منتشر في ... بعض أندونيسيا وباكستان والهند.

والمذهب الثالث: مذهب داوود الأصفهاني الظاهري، الذي كان تلميذًا للشافعي - رَضِيَ اللهُ عَنْهُ - وهو الذي قصر الاستنباط الفقهي على النصوص، وإقامة على القرآن، وعلى السنة دون غيرهما. وقد دون المذهب من بعده ابن حزم، وشدد في التمسك بالنص أشد من داوود، وألف في ذلك كتابه " المحلى "، وإنه وإن كان المذهب لا يعلم من يعمل به بعد عصر الموحدين في الأندلس، فهو جامع للفقه الإسلامي، وهو ديوان من دواوينه، كما سماه هو.

والمذهب الرابع: هو مذهب الإباضية، وينسب إلى عبد الله بن إباض ....

وكانت الفُتْيَا - قبل حدوث هذه المذاهب - تؤخذ في عصر الصحابة عن القراء منهم، وهم الحاملون لكتاب الله، العارفون بدلالاته فلما انقضى عصرهم، وخلف من بعدهم التابعون، اتبع أهل كل عصر فُتْيَا من كان عندهم من الصحابة، لا يتعدونها إلا في اليسير مما بغلهم عن غيرهم. فاتبع أهل المدينة في الأكثر فتاوى عبد الله بن عمر، وأهل الكوفة فتاوى عبد الله بن مسعود، وأهل مكة فتاوى عبد الله بن عباس، وأهل مِصْرَ فتاوى عبد الله بن عمرو بن العاص.

وأتى بعد التابعين فقهاء الأمصار، كأبي حنيفة ومالك وغيرهما ممن ذكرناهم، فاتبع أَهْلُ كُلِّ مِصْرٍ مذهب فقيه في الأكثر.

ثم قضت أسباب بانتشار بعض هذه المذاهب في غير أمصارها، وبانقراض بعضها، فلم يطل العمل بمذهب الثوري والبصري لقلة أتباعهما، وبطل العمل بمذهب الأوزاعي بعد القرن الثاني، وبمذهب أبي ثور بعد الثالث، وابن جرير بعد الرابع.

كما انقرض غيرها من المذاهب، إلا الظاهري فقد طالت مدته، وزاحم المذاهب الأربعة المذكورة، بل جعله المقدسي في " أحسن التقاسيم " رابع المذاهب في زمنه - أي في القرن الرابع - بَدَلَ الحنبلي وذكر الحنبلية في أصحاب الحديث. وَعَدَّهُ ابن فَرْحُونْ في " الديباج " الخامس من المذاهب المعمول بها في زمنه أي في القرن الثامن ثم دَرَسَ بَعْدَ ذَلِكَ وَلَمْ يَبْقَ إلا المذاهب الأربعة، ومذاهب أخرى خاصة بطوائف من المسلمين، لا يعدها جمهورهم من مذاهب أهل السنة، ولهذا لم نتعرض لذكرها.[53]



[1] الصحاح تاج اللغة وصحاح العربية، أبو نصر إسماعيل بن حماد الجوهري الفارابي (المتوفى: 393هـ) ت: أحمد عبد الغفور عطار، دار العلم للملايين، بيروت، ط4، 1407هـ‍ - 1987م، 1/418. وينظر: المطلع على ألفاظ المقنع، محمد بن أبي الفتح بن أبي الفضل البعلي، أبو عبد الله، شمس الدين (ت: 709هـ)، ت: محمود الأرناؤوط وياسين محمود الخطيب، مكتبة السوادي، ط1، 1423هـ - 2003م، (ص490).

[2] رسالة الخط والقلم، أبو محمد عبد الله بن مسلم بن قتيبة الدينوري (ت: 276هـ)، لم أجدْ الكتاب موافقا للمطبوع، ونقلته؛ لأهميته في الموضوع.

[3] المخصص، أبو الحسن علي بن إسماعيل بن سيده المرسي (ت: 458هـ)، ت: خليل إبراهم جفال، دار إحياء التراث العربي، بيروت، ط1، 1417هـ 1996م، 5/211.

[4]  لسان العرب، ابن منظور، عبد الله علي الكبير، محمد أحمد حسب الله، هاشم محمد الشاذلي، دار المعارف، القاهرة، (ص58).

[5] التعريفات الفقهية، محمد عميم الإحسان المجددي البركتي، دار الكتب العلمية (إعادة صف للطبعة القديمة في باكستان 1407هـ - 1986م)، ط1، 1424هـ - 2003م، (ص50)

[6] الصحاح تاج اللغة للجوهري، 2/781. وينظر: مختار الصحاح، زين الدين أبو عبد الله محمد بن أبي بكر الحنفي الرازي (ت: 666هـ)، ت: يوسف الشيخ محمد، المكتبة العصرية، الدار النموذجية، بيروت، صيدا، ط5، 1420هـ - 1999م، (ص239).

[7] عجم مقاليد العلوم في الحدود والرسوم، عبد الرحمن بن أبي بكر، جلال الدين السيوطي (ت: 911هـ)، ت: أ. د محمد إبراهيم عبادة، مكتبة الآداب، القاهرة، ط1، 1424ه، (ص39).

[8] موسوعة كشاف اصطلاحات الفنون والعلوم، محمد بن علي ابن القاضي محمد حامد الفاروقي الحنفي التهانوي (ت: بعد 1158هـ)، تقديم وإشراف ومراجعة: د. رفيق العجم، تحقيق: د. علي دحروج، نقل النص الفارسي إلى العربية: د. عبد الله الخالدي، الترجمة الأجنبية: د. جورج زيناني، مكتبة لبنان ناشرون، بيروت، ط1، 1996م، 1/(ص31وص32)

[9] التعريفات الفقهية، محمد عميم الإحسان المجددي البركتي، (ص59).

[10] تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، محمد بن محمد بن محمود، أبو منصور الماتريدي (ت: 333هـ)، ت: د. مجدي باسلوم، دار الكتب العلمية، بيروت، ط1، 1426هـ، 1/187.

[11] الجامع الصحيح، (صحيح البخاري)، محمد بن إسماعيل بن إبراهيم بن المغيرة البخاري، أبو عبد الله (ت: 256هـ)، حسب ترقيم فتح الباري، دار الشعب، القاهرة، ط1، 1407هـ – 1987م، كتاب التفسير، باب {سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلاَّهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ}، 6/25، (برقم4486).

[12] صحيح البخاري، كتاب بدء الوحي، باب {لاَ تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ}، 6/143، (برقم4776).

[13] حديث صحيح بطرقه وشواهده، مسند الإمام أحمد بن حنبل، أبو عبد الله أحمد بن محمد بن حنبل بن هلال بن أسد الشيباني (ت: 241هـ)، ت: شعيب الأرنؤوط وعادل مرشد، وآخرون، إشراف: د عبد الله بن عبد المحسن التركي، مؤسسة الرسالة، ط1، 1421هـ - 2001م، 1/229، (برقم68)، وفي صَحِيح التَّرْغِيبِ وَالتَّرْهِيب:3430.

[14]  تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، 1/209

[15] المصدر السابق، 1/210

[16] تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، 1/228

[17] تفسير الماتريدي (تأويلات أهل السنة)، 1/231.

[18] تهذيب اللغة، محمد بن أحمد بن الأزهري الهروي، أبو منصور (ت: 370هـ)، ت: محمد عوض مرعب، دار إحياء التراث العربي، بيروت، ط1، 2001م، 4/234

[19] لسان العرب، محمد بن مكرم بن على، أبو الفضل، جمال الدين ابن منظور الأنصاري الرويفعى الإفريقى (ت: 711هـ)، دار صادر، بيروت، ط3، 1414 هـ، 2/131.

[20] الغاية في شرح الهداية في علم الرواية، شمس الدين أبو الخير محمد بن عبد الرحمن بن محمد بن أبي بكر السخاوي (ت: 902هـ)، ت: أبو عائش عبد المنعم إبراهيم، مكتبة أولاد الشيخ للتراث، ط1 ، 2001م، (ص61).

[21] رسالة في أصول الحديث (رسالتان في المصطلح)، علي بن محمد بن علي الزين الشريف الجرجاني (ت: 816هـ)، ت: علي زوين، مكتبة الرشد، الرياض، ط1، 1407هـ، (ص65).

[22] مقدمة في أصول الحديث، عبد الحق بن سيف الدين البخاري الدهلوي الحنفي (ت: 1052هـ)، ت: سلمان الندوي، دار البشائر الإسلامية، بيروت، ط2، 1406هـ، (ص33).

[23] معجم مقاليد العلوم في الحدود والرسوم، عبد الرحمن بن أبي بكر، جلال الدين السيوطي (ت: 911هـ)، ت: أ د محمد إبراهيم عبادة، مكتبة الآداب، القاهرة، ط1، 1424هـ، (ص41).

[24] موسوعة كشاف اصطلاحات الفنون والعلوم، 1/36

[25] تدوين السنة النبوية نشأته وتطوره من القرن الأول إلى نهاية القرن التاسع الهجري، أبو ياسر محمد بن مطر مطر الزهراني (ت: 1427هـ)، دار الهجرة، الرياض، ط1، 1417هـ، (ص65).

[26] تقييد العلم، أبو بكر أحمد بن علي بن ثابت بن أحمد بن مهدي الخطيب البغدادي (ت: 463هـ)، إحياء السنة النبوية، بيروت، (ص58). الهامش فقط لكلام الإمام الخطيب.

[27] مسند الإمام أحمد بن حنبل، الإمام أحمد بن حنبل (ت: 261)، ت: شعيب الأرنؤوط وآخرون، مؤسسة الرسالة، ط2، 1420هـ ، 1999م ، (برقم17988)

[28] مسند الإمام أحمد، 34/421، (برقم20830)

[29] تدوين السنة النبوية للزهراني، (75-77)

[30] تدوين السنة النبوية للزهراني، (ص81).

[31] المحدث الفاصل بين الراوي والواعي، أبو محمد الحسن بن عبد الرحمن الرامهرمزي الفارسي (ت: 360هـ)، ت: د. محمد عجاج الخطيب، دار الفكر، بيروت، ط3، 1404ه، (ص376).

[32] المحدث الفاصل بين الراوي والواعي للرامهرمزي، (ص375).

[33] تقييد العلم للخطيب، (ص102).

[34] تقييد العلم للخطيب، (ص107).

[35] تدوين السنة للزهراني، (ص95).

[36] تدوين السنة للزهراني، (ص95).

[37] تدوين السنة للزهراني، (ص98).

[38] معجم مقاييس اللغة، 4/442.

[39] كتاب العين، 3/370.

[40] جمهرة اللغة، 2/968.

[41] الصحاح تاج اللغة وصحاح العربية، 6/2243.

[42] غريب الحديث، 2/736.

[43] مشارق الأنوار على صحاح الآثار، 2/162.

[44] شمس العلوم ودواء كلام العرب من الكلوم، 8/5235.

[45] النهاية في غريب الحديث والأثر، 3/465.

[46] مختار الصحاح، (ص242).

[47] كشف الأسرار عن أصول فخر الإسلام البزدوي، 1/11.

[48] البحر المحيط في أصول الفقه، 1/36.

[49] شرح التلويح على التوضيح لمتن التنقيح في أصول الفقه، 1/16.

[50] تحفة المسؤول في شرح مختصر منتهى السول، 1/145.

[51] الوجيز في أصول الفقه الإسلامي، 1/18.

[52] الفكر السامي في تاريخ الفقه الإسلامي، محمد بن الحسن بن العربيّ الثعالبي الجعفري الفاسي (ت: 1376هـ)، دار الكتب العلمية، بيروت، ط1،  1416هـ، 1/(ص63و64).

[53] نظرة تاريخية في حدوث المذاهب الفقهية الأربعة: الحنفي، المالكي، الشافعي، الحنبلي وانتشارها عند جمهور المسلمين، أحمد بن إسماعيل بن محمد تيمور (ت: 1348هـ)، تقديم: الشيخ محمد أبو زهرة، دار القادري، بيروت، ط1، 1411هـ - 1990م، (ص19ومابعدها). وينظر: الفكر السامي في تاريخ الفقه الإسلامي للفاسي، 1/(ص63ومابعدها) 

0 Yorum - Yorum Yaz


Adı: Yaseen Kareem Qader

Öğrenci numarası: 18922732

 

Yorum tarihi

Yorumun tarihinden bahsetmeden önce, her bir kelimeyi ayrı ayrı tanımlayacağım (yorum tarihi) ve sonra yorum tarihinin kökenlerinden bahsedeceğim.

İlk kelime: tarih.

Dilde Tarih: Zamanı Tanımlamak. Ve tarih aynı. Kitabı böyle bir günde çıkardım ve çıkardım yani.

El-Dinuri (Tanrı ona rahmet etsin) dedi (T: 227 H.): Kitabı tarihlendirdim ve tarihsel olarak tarihlendirdim, tarihli, fısıldayan bir kitap ve ben bir tarihçiyim. Ben çıkıyorum ve bunu komütasyon ile rahatladım, çıktım ve tarihli bir kitap ve etkili bir örnekle çıktım ve söylediyseniz buyurdunuz: Kitabı tarihe göre tarihlendireceğim ve eğer sipariş verirseniz: Dedim ki: ve kitap tarihli ve sipariş verdiyseniz: tarihli : Rejoa.

İbn Sidah, Tanrı ona rahmet etsin, dedi (Tel: 458 AH): Çünkü ayın ilk gecesini yazıyorlar ve böyle bir ayın son tarihini yazıyorlar ve böyle ayın başlangıcını ve böyle ayın başlangıcını yazıyorlar ve böyle bir ayın ilk gününü yazıyorlar Böyle bir ay.

Ve Müslümanların tarihi, efendimizin Tanrı Resulü'nün göçü zamanından kalmadır, Tanrı onu kutsasın ve ona huzur versin; Ömer'in ardıllığı hakkında yazdı, Tanrı ondan razı olsun.

Ve deyimsel olarak: Deyimdeki tarihin anlamı, yargı yetkisi tanımlarına gelene kadar dilde anlamından farklı değildir:

Tarih: Bir siparişin ortaya çıktığı ve zamanı tanımlayan bir günün adıdır.

Ve söylendi: her şeyin tarihi onun amacı ve zamanı.

Bilim tarihi: Gerçeklerden ve zamanlardan bahsetmeyi içeren bir bilim.

İkincisi: dilde olan yorum:

Yorum: ifade. Bir şeyi açıkladım, kırarak açıkladım. Ve yorum aynıdır.

Bunu sordum, yani ondan bana açıklamasını istedim.

Deyim: Yorum: Ayetin iniş nedenleri, ilişkisi, öyküsü ve aktarım yoluyla aldığı kararlar hakkında retoriktir.

Ve El-Tahanawi, Tanrı ona rahmet etsin (dedi: 1158'den sonra): Bu, ayetlerin, ilişkilerinin, eksikliklerinin ve nedenlerinin açığa vurulduğu bir bilimdir. Yasağı ve diğerlerinin beğenileri.

Ebu Hayyan şunları söyledi: Yorum: Kur'an'ın kelimelerini ve anlamlarını, bireysel ve sözdizimsel kararlarını, sözdizimi statüsünü taşıyan anlamlarını ve tamamlayıcısını nasıl telaffuz edeceğini araştırdığı bir bilim.

Tefsir bilimi şu şekilde tanımlandı: ayetin anlamını, anlamını ve anlatımını ve açık bir çağrışımla kanıtlanmış bir ifadeyle ortaya çıkmasının nedenini açıklamak.

İfadesi ve bir tekne olarak tanımlanması gelince

Yorum bilimi tarihi, Elçi döneminde ortaya çıktı, Tanrı onu kutsasın ve ona barış verebilir, yani başlangıcının İslam'ın ilk günlerinde başladığı, ancak o zaman bir bilim olarak adlandırılmadığı ve yorum bilimi, oluşumunda ve gelişiminde birkaç aşamadan geçti: İlk aşama: Peygamber zamanında yorumlama - Tanrı onu kutsasın ve ona huzur versin -:

Kur'an-ı Kerim, gösterilen Arapça bir dil ile açığa çıkarıldı ve Arapların konuşma ve ifade yöntemlerine dayanarak, bunu anladılar ve amaçlarını ve hedeflerini anladılar ve anlayış ve algı bakımından farklıysalar, farklı bilgi derecelerine ve zihinsel yeteneklerine göre eşit değilse, İbn Qutaybah: Kur'ân garip ve benzerdir, hatta bazıları onu başkalarına tercih eder. "

Bu, anlamları yoldaş oluşturan ayetler olduğu ve Sahabeler - Tanrı onlardan memnun olabilir - Messenger'dan kendilerine sorunun konusunu açıklamalarını istedi, böylece yorum biliminin ilk tohumları ekildi.

Gerçek şu ki, bu aşamadaki yorum, bir sonraki aşama için mevcut olmayan özellikler ile karakterizedir ... Kur'an'ın bu aşamadaki yorumu Yüce Tanrı'dan yapılmıştır, çünkü O, kitabının ilk açık ve net yorumlayıcısıdır, çünkü o, onun en bilgili ve kendisine Yüce Allah'ın Kitabıdır. bu nedenle Yüce Tanrı diyor ki: {ve Allah'tan başka onun yorumunu bilen}, [Al Amrn: 7] ve Yüce diyor: {ve Aotonk böyle ama biz sağ ve iyi bir açıklama ortaya}, [Kriter: 33] Yüce diyor: {biz (Kur'an izleyin okursanız 18) O zaman O'nun ifadesi (19)}, [Diriliş: 18 ve 19].

Peygamber'e Mukula oldu -oadha- bu aşamada Kur'an yorumlanması - sav - ve peygamber anlamak doğaldı - sav - Kur'an tamamen onlar dıştan ve içten, bütün ve detaylı Kingsoft ve mutlak ve Mahkeme ve benzer kamu ve özel, Ve düzeni ve sonu, garip ve problem ve yargı, inanç ve maliyetlerle ilgili diğer konular. . . Vb.

Kur'an-ı Kerim, Res Messengerlullah'a - Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun - yorumlama hakkını verebilirdi. Oyatna ve sizi övüyor, size kitabı ve bilgeliği öğretiyor ve bilmediğinizi size öğretiyor (151)}, [Bakara: 151]. Bunun kanıtı aşağıdakiler de dahil olmak üzere çoktur:

1. Bara' Allah Resulullah sav o, onunla memnun ve onaltı Kudüs ay veya on yedi aya dua ve House tarafından kabul edilmesi gibiydi ve o dua, ya dua edilebilir - İkindi namazı ve bir adam dışarı çıktı insanlarla dua edenler Onunla dua ediyordu ve eğilirken cami halkına geçti, Tanrı'ya şahitlik ettim, Peygamber, barış ve bereketlerin üstünde, öldüren adamlar nadiren Allah'ın indirdiği onlara anlat değildi önce evini açmadan önce bu yönde öldü Kim: {Allah inancını kaybetti neydi Tanrıhalkı merhametli olduğunu}.

Bu ayet ortaya çıkarıldığında:, kesi {haksız yere inançlarını giymeyin inananların} Peygamber barış arkadaşları onun üzerine olması ve söz konusu: 2. Abdullah bin Mesud, Allah ondan memnun olabilir dedi Aena kendisi yanlışları olmadı, Resulullah dedi Barış onun üzerine olsun, düşündüğünüz gibi değil, Qumman'ın oğluna söylediği gibi {Ey çocuklar Tanrı ile ilişki kurmayın, çoktanrıcılığın adaletsiz olduğunu.

3. Ve Ebu Bekir bin Ebî Zuhair dedi: Ben Ebu Bekir söylendi - Allah ondan memnun edilebilir - şunları söyledi: iyilik bu ayet sonra nasıl Tanrı, Ey Messenger: {değil Bomanicm ne de kitabın halkının umutlarının, bu fleeces tarafından kötü çalışır}, [kadınlar: 123 ] Peki, ne kadar kötü yaptık? Resulullah dedi - sav -: "? Allah sizi bağışlasın, ey Ebu Bekir, sen ?, sen ?, üzücü Tsepk Allooa Değil değil misin odaklı değil misin hasta alamadım", Dedi ki: Evet, şöyle dedi: "Onu cezalandırılırlar şeydir."

İkinci aşama: Sahabeler döneminde yorumlama, Tanrı onlardan razı olsun:

Sahabeler dönemi geldi ve kuşkusuz, Kur'anı, yani ayrıntılı olarak anlaşılması ve iç dakikalarının bilgisi açısından fenomeni ve kararları ile ilgili olarak anladıklarından şüphe yok, böylece onlardan yoksun veya gelenler yok. Ve düşünün, çünkü Kur’an - daha önce de belirtildiği gibi - bütünlüğü, problemi, benzerini ve ona atıfta bulunan diğer şeylerden bilinmesi gereken diğer şeyleri içerir.

Bu nedenle, sahabilerden birkaçı Kur'ân'ın ayrıntılarını ve Res Messengerl-i Kibriya'ya ait tutanaklarını bilmek için sabırsızlananlardı - Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun. Ya ve buradan yoldaşların anlamları anlamak için bir dereceye kadar değildi İlk aşama: Peygamber zamanında yorumlama - Tanrı onu kutsasın ve ona huzur versin -:

Kur'an-ı Kerim, gösterilen Arapça bir dil ile açığa çıkarıldı ve Arapların konuşma ve ifade yöntemlerine dayanarak, bunu anladılar ve amaçlarını ve hedeflerini anladılar ve anlayış ve algı bakımından farklıysalar, farklı bilgi derecelerine ve zihinsel yeteneklerine göre eşit değilse, İbn Qutaybah: Kur'ân garip ve benzerdir, hatta bazıları onu başkalarına tercih eder. "

Bu, anlamları yoldaş oluşturan ayetler olduğu anlamına gelir ve Sahabeler - Tanrı onlardan memnun olabilir - Messenger'dan kendilerine sorunun konusunu açıklamalarını istedi, böylece yorum biliminin ilk tohumları ekildi.

Gerçek şu ki, bu aşamadaki yorum, bir sonraki aşama için mevcut olmayan özellikler ile karakterizedir ... Kur'an'ın bu aşamadaki yorumu Yüce Tanrı'dan yapılmıştır, çünkü O, kitabının ilk açık ve net yorumlayıcısıdır, çünkü o, onun en bilgili ve kendisine Yüce Allah'ın Kitabıdır. bu nedenle Yüce Tanrı diyor ki: {ve Allah'tan başka onun yorumunu bilen}, [Al Amrn: 7] ve Yüce diyor: {ve Aotonk böyle ama biz sağ ve iyi bir açıklama ortaya}, [Kriter: 33] Yüce diyor: {biz (Kur'an izleyin okursanız 18) O zaman O'nun ifadesi (19)}, [Diriliş: 18 ve 19].

Peygamber'e Mukula oldu -oadha- bu aşamada Kur'an yorumlanması - sav - ve peygamber anlamak doğaldı - sav - Kur'an tamamen onlar dıştan ve içten, bütün ve detaylı Kingsoft ve mutlak ve Mahkeme ve benzer kamu ve özel, Ve düzeni ve sonu, garip ve problem ve yargı, inanç ve maliyetlerle ilgili diğer konular. . . Vb.

Kur'an-ı Kerim, Res Messengerlullah'a - Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun - yorumlama hakkını verebilirdi. Oyatna ve sizi övüyor, size kitap ve bilgeliği öğretiyor ve bilmediklerinizi öğretiyor (151)}, [Bakara: 151]. Bunun kanıtı aşağıdakiler de dahil olmak üzere çoktur:

1. Bara' Allah Resulullah sav o, onunla memnun ve onaltı Kudüs ay veya on yedi aya dua ve House tarafından kabul edilmesi gibiydi ve o dua, ya dua edilebilir - İkindi namazı ve bir adam dışarı çıktı insanlarla dua edenler Onunla dua ediyordu ve eğilirken cami halkına geçti. “Tanrı'ya şahitlik ediyorum. Peygamber, barış ve kutsamaların üzerine gelmesi için dua ettim” dedi. öldüren adamlar nadiren Allah'ın indirdiği onlara anlat değildi önce evini açmadan önce bu yönde öldü Kim: {Allah inancını kaybetti neydi Tanrıhalkı merhametli olduğunu}.

Bu ayet ortaya çıkarıldığında:, kesi {haksız yere inançlarını giymeyin inananların} Peygamber barış arkadaşları onun üzerine olması ve söz konusu: 2. Abdullah bin Mesud, Allah ondan memnun olabilir dedi Aena kendisi yanlışları olmadı, Resulullah dedi Barış onun üzerine olsun, düşündüğünüz gibi değil, Qumman'ın oğluna söylediği gibi {Ey çocuklar Tanrı ile ilişki kurmayın, çoktanrıcılığın adaletsiz olduğunu.

3. Ve Ebu Bekir bin Ebî Zuhair dedi: Ben Ebu Bekir söylendi - Allah ondan memnun edilebilir - şunları söyledi: iyilik bu ayet sonra nasıl Tanrı, Ey Messenger: {değil Bomanicm ne de kitabın halkının umutlarının, bu fleeces tarafından kötü çalışır}, [kadınlar: 123 ] Peki, ne kadar kötü yaptık? Resulullah dedi - sav -: "? Allah sizi bağışlasın, ey Ebu Bekir, sen ?, sen ?, üzücü Tsepk Allooa Değil değil misin odaklı değil misin hasta alamadım", Dedi ki: Evet, şöyle dedi: "Onu cezalandırılırlar şeydir."

İkinci aşama: Sahabeler döneminde yorumlama, Tanrı onlardan razı olsun:

Sahabeler dönemi geldi ve kuşkusuz, Kur'anı, yani ayrıntılı olarak anlaşılması ve iç dakikalarının bilgisi açısından fenomeni ve kararları ile ilgili olarak anladıklarından şüphe yok, böylece onlardan yoksun veya gelenler yok. Ve düşünün, çünkü Kur’an - daha önce de belirtildiği gibi - bütünlüğü, problemi, benzerini ve ona atıfta bulunan diğer şeylerden bilinmesi gereken diğer şeyleri içerir.

Bu nedenle, sahabilerden birkaçı Kur'ân'ın ayrıntılarını ve Res Godl-i Kibriya'ya ait tutanaklarını bilmek için sabırsızlananlar arasındaydı - Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun. Ya ve buradan yoldaşlar Kur'an'ın anlamlarını anlamak için aynı derecede değildi, ancak farklı dil anlayışlarına ve sırlarının farkındalığına göre sıralamaları değişiyordu ve bu farklı zihinsel güçlerinden ve Kuran'ı çevreleyen koşul ve koşullardan ve bilgi bakımından eşit olmadıklarından daha fazla Kelime dağarcığının yerleştirildiği anlamlar, Kur'an'ın söz dağarcığından gelir. Bazı yoldaşların üzerinde gizli bir anlam var ve bunun hiçbir zararı yok, çünkü dil yanılmaz bir şeyle çevrili değil ve hiç kimse bir ulusun her üyesinin kendi dilinin tüm kelimelerini bildiğini iddia etmedi.

Ebu Ubaidah'ın Mücahidlerden İbn Abbas'ın otoritesine yönelttikleri de dahil olmak üzere bunu gösteren birçok tutum var: “Göklerin ne ortaya çıktığını bilmiyordum?” İki Arap bir kuyuya kavgaya gelene kadar, onlardan biri şöyle dedi: Ben kırdım, “Başladım.”

İkrimah İbn Abbas'ın yetkisini şöyle anlattı:

Hadisin tarihi

Hadis biliminin tarihi hakkında konuşmadan önce, hadisi bir dil ve konvansiyon olarak tanımlamak daha iyidir.

Hadis bir dildir: moderatörün güncellemediği şey. Ve bir olay adamı, yani bir sürü hadis.

Hadis: eskisinin antitezi. Olay: eskisinin tersi. Bir şey oldu modern ve modern, ve sonuncusu modern ve modern ve öyle de oldu.

Terminolojide: Peygamberimize eklenmiş olan [Tanrı'nın duaları ve huzuru onun üzerine olsun] kelimesi, tapusu, raporu veya sıfatı, hatta uyanıklık ve uykudaki hareketler ve konutlar.

El-Cezani, Tanrı ona rahmet etsin, dedi (Tel: 816): Hadis, Res Messengerlullah'ın sözlerinden daha geneldir, Tanrı'nın duaları ve barışı, Peygamber, Sahabeler ya da Takipçiler, eylemleri ve raporları olsun.

Abd-Haqq al-Dahlawi al-Hanafi (Tel: 1052 AH), Tanrı ona merhamet gösterebilir, dedi: Konuşmacıların halkının terminolojisindeki hadislere Peygamber'in sözleri denir, Tanrı onu kutsasın ve ona barış versin ve bunu belirlesin.

Raporun anlamı, varlığında bir şey yaptı ya da bir şey söyledi, Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun ve onu reddetmedi ve bundan yasaklamadı, ama sessiz kaldı ve karar verdi.

Benzer şekilde hadis, refakatçinin sözleri, eylemleri ve raporları olarak ve takipçinin sözlerine, eylemlerine ve kararlarına göre ifade edilir.

Hadis şu şekilde tanımlanmıştır: Res Messengerlullah'ın sözlerini takip et - Tanrı onu kutsasın ve ona barış versin - ve onun eylemleri ve onlarla ilgili olan, beş hükümden birine fayda sağlar. .

Ve hadis bilimi: Romanın ve haberin bilimi olarak adlandırılır ve romanın cümle bilimi ve hadis bilimi haberleri ve etkileri, söylediği ve söylediği davranış kompleksinde neler olduğu da sona erer. Bu hadis bilimi üzerinde, söylenenlerin aksine, arkeoloji de yer alır ve içermez ve bunun, yoldaşların sözleri ve onların bildikleri hakkındaki eylemlerine ilişkin hadislere atıfta bulunulmamasına bağlı olduğu görülmektedir. Ve modern bilim, Allah'ın Resulü'nün sözleri olarak bilinen bir bilimdir, Tanrı onu kutsasın ve ona barış ve eylemlerini versin.

Onun sözleri, onun üzerine barış ve onun üzerinde olsun, Arapça kelimelerdir, bu yüzden kelimelerin durumunu kim bilmiyorsa ... bu bilimden ayrıdır ve bu bir gerçektir ... ayrıntılarıyla gramerciler tarafından açıklanan Arabistan, kamu, özel, mutlak, kısıtlanmış, telaffuz edilmiş, ahlaki olarak vb. Dilbilimin terminolojisi olan Arapların kullanımı için kurallar.

Onun eylemleri, barış ve nimetleri üzerine gelince, onun tarafından yayınlanan, elbette veya özel olarak verdiği eylemler gibi, önce onu takip etmemizi emrettiği konulardır ...

 Ve konusu: Tanrı'nın Resulü de aynıdır, Tanrı onu kutsasın ve ona barış versin, Tanrı'nın Resulü'dür ve ilkeleri dedektifin bağlı olduğu şeydir ve hadisin koşulları ve özellikleri ve sorunları ondan amaçlanan şeylerdir ve amacı ikisinin mutluluğunu kazanmaktır.

Modern bilimin ortaya çıkış tarihine gelince

Birincisi: Sünnet'in kodlanması Peygamberimizin hayatında başlar, Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun

Sünnet kodlamasının yazarı Muhammed el-Zahrani, şunları söyledi: Takipçiler ve soruşturmacılar olmadan genel halk arasında ünlü oldu, hadisin veya modern bilim adamlarının bilim kelimesi dediği yüzlerce yıldan fazla bir süredir akademisyenler tarafından aktarılmamıştı ve bu düşünce yaklaşık beş yüzyıl boyunca devam ediyor ve genişliyor ve kovuyor Vaiz gelip bu konunun meselelerini takip edip diasporasını toplayana ve iktidarın bu “bilgi kısıtlaması” nda bestelenene kadar güç.

Bu şüphenin nedenine gelince, hadislerin kodlanması ve sınıflandırılmasında hadisler üzerinde bildirilenlerin yorumlanmasında bir hatadır .. İlk kodlu bilgin İbn Şihab El-Zuhri'nin yıl içinde öldüğünü (124 veya 125 AH) belirtmişler ve kitapları sınıflandıran ilk kişiden bahsettiler. 143 AH) yaklaşık olarak.

Vaizlerden önce, bilginler bu sözleri derin yorumlama ve doğru anlama hakkını vermediler, daha ziyade, bu sözleri hadis kitaplarının birincisi olacak ve İbn Şihab El-Zuhri tarafından yazılmıştı ve kitaplarda sınıflandıran ilk kişi ondan sonra geldi.

Ve bu fikir üniversite kitaplarının sahiplerine üstün geldi: Abu Talib Al-Makki, İmam Al-Dhahabi, Al-Hafiz Ibn Hajar, Al-Maqrizi ve "Abjad Al-Ulum" ve diğerleri gibi Onlar tam tersini bulsalar bile onu destekliyorlar ve bunun sebebi, sahabeler ve izleyicilerden sonra sahabeler ve izleyiciler döneminde yazılmış otantik, düzensiz gazetelerden bilgi aktardıklarını belirtiyorlar.

Dolayısıyla, genç takipçiler sınıfı olarak kabul edilen İmam El-Zuhri döneminden önce bir bloglama vardı.

El-Hatib, hayatında bilgi kısıtlamasının mevcut olduğunu kanıtlamaya çalıştı, Tanrı onu kutsasın ve ona huzur versin, Sahabeler ve takipçilerin çağında da, selefinin topladığı ve topladığı şeyden daha fazla olan bilginin kısıtlanmasının kaynağı ile ilgili hadisleri ve haberleri toplayabilir. İki farklı karşıt bölüm, bazıları hadis ve katılımın üzerine yazılmasına izin verildiğini ve diğeri aksini gösteriyor ve bu başvuranlar tarafından bulundu, ancak yeni bir şey yazdı ve bazılarının yazma nefretinin nedenine atıfta bulunduğunu, bu yüzden özel bir bölümle bu metinleri seçtiğini görünüyordu. Belki de anlaşmazlığı ortadan kaldıran ve çelişkiyi yükselten şeylerden söz etti.

Kitabının ilk bölümünün ilk bölümü, hadis yazması yasaklanan hadislere ayrılmıştır ...

Sahabenin çabaları, Tanrı onlardan memnun olsun, saflaştırılmış Sünneti yazıp ümmete aktarsın.

Bu mübarek kuşağın çabaları, tıpkı çabaları - Tanrı onlardan razı olsun - sünnetin kodlanmasının, korunmasının ve ulusa aktarılmasının ilk temeliydi, dinin yayılmasının, inancın tesis edilmesinin ve sünnetin tüm konturlarından korunmasının temeliydi.

Aşağıdakiler bu çabaların örnekleridir ve kendimi buradaki modellerle sınırlayacağım, emen veya emmeye çalışan kaynaklara atıfta bulunacağım, çünkü buradaki mezhep bu modellerden daha fazlasını barındırmıyor:

1- Hadisleri ezberlemeye ve ezberlemeyi onaylamaya çağırmak, birçoğu öğrencilerine ezberlerini onaylamaları için yazma talimatı verdikten sonra kitaba dayanmamak için yazdıklarını silene kadar.

El-Hatib El Bağdadi: “Ve seleflerden sadece birini hadisleri yazarak ve kitabından inceleyerek ezberlerdi. Eğer ustalaşırsa, kalbin ona güveneceğinden korktu, kurtarılana dikkat çekti.”

 Sünneti birbirine yazmak, örnekleri aşağıdaki gibidir:

A- Esed bin Hadir El-Ansari, Tanrı ondan razı olsun, Peygamberimizin bazı hadislerini, Ebu Bekir, Ömer ve Othman'ın otoritesini yazıp Marwan bin El-Hakam'a gönderdi.

B- Jabir bin Samra, Tanrı ondan razı olsun, Res Messengerlullah'ın bazı hadislerini yazdı, Tanrı onu kutsasın ve ona huzur versin ve talep üzerine Amer bin Saad bin Abi Waqqas'a gönderdi.

A- Zaid bin Arqam, Tanrı ondan razı olsun, Peygamberimizin bazı hadislerini yazdı ve onları Anas bin Malik'e gönderdi, Tanrı ondan razı olsun.

D - Zaid bin Thabet, Ömer bin El-Hattab'ın dedesi meselesinde, Ömer'in kendisinin isteği üzerine Tanrı'nın ondan razı olsun diye yazdı.

E - Samra bin Jandab, Tanrı'nın Resulü'nün hadisinden ne elde ettiğini topladı, Tanrı onu kutsasın ve ona barış versin ve oğlu Süleyman'a gönderdi. İmam Muhammed bin Şirin bu mesajı övdü ve şöyle dedi: "Samra'nın oğluna mektubunda çok fazla bilgi var."

Abdullah bin Abi El-Awfi, Res Messengerlullah'ın hadislerini yazdı, Allah onu kutsasın ve ona barış versin, Ömer bin Ubayd Allah'a.

3- Öğrencilerini hadis yazmaya ve kısıtlamaya çağırmak, örneğin:

A- Anas bin Malik El-Ansari, Tanrı ondan memnun olsun, çocuklarını bilgiyi yazmaya ve “Oğlum bilgiyi kitaba bağladı” demeye çağırırdı ve derdi ki - Tanrı ona merhamet edip ondan memnun olsun -: “Biz“ bilgisi yazılmamış olanların bilgisini saymadık. ”

B - El-Hatib, Abdullah bin Abbas'ın millete eskiden şunu söylediğini söyleyen birkaç öğrencinin otoritesi üzerine rivayet zincirini anlattı: "En iyi bilimin kitabı kısıtladığı kitabın bilgisini kısıtla."

A- Ayrıca kanıtlarını Umar ibn Al-Hattab'a çeşitli şekillerde anlattı

Tanrı, “Kitabın bilgisini bağladı” dediğinden ondan razı olsun ...

Üçüncüsü: Takipçilerin şerefli yılı yazma çabaları:

Takipçiler - Tanrı onlara merhamet etsin - Sünneti aldı, ama saygın yoldaşların tüm borcu - Tanrı onlardan memnun olabilir - bu yüzden yaşlılardan sonra mesajı tüm insanlara iletme görevini üstlendiler, bu yüzden iyiydi  Bu kuşaktan sonraki nesil: Sünnetin hizmetinde takipçilerin oluşturulması, kodlanması ve korunması büyük çabalar sarf edilmiştir.

1- Sünnet taahhüdünü, ezberlemesini ve yazmasını teşvik etmek, anlatımını ve duruşmasını doğrulamak:

Peygamber Sünneti ile takipçilerin ve onların takipçilerinin bakımı hakkında konuşurken, Birinci Bölümün İkinci Bölümünde bunun bir dizi örneğinden bahsettim ve burada burada temsil etmediğim şeylere örnekler ekledim ve onları Sünneti yazmaya çağırdı:

A- Hatif, anlatıcı zincirini İmam Amer al-Shaabi'nin yetkisi üzerine çeşitli şekillerde anlattı

Eskiden şöyle derdi: "Bir şey duyarsanız, duvara bile yazın. Sizin için gazetedeki konumundan daha iyidir, o zaman bir güne ihtiyacınız vardır."

B- El-Hasan El-Basri'nin yetkisi üzerine, “Bilgi ile kısıtlanan şey kitap gibidir, ama onu rehin etmek için yazıyoruz.”

A- Saeed bin Jubair'in yetkisi üzerine, “Eskiden tabletlerime İbn Abbas'a yazıp onları avucuma yazardım” dedi.

Salih bin Kisan'ın yetkisi üzerine şöyle dedi: “El-Zuhri ve ben tanıştık - ve bilgi istiyoruz - dedik ki: Sünnet yazıyoruz, bu yüzden Peygamberden gelenleri yazdık, Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun. Sonra dedi ki: Biz söyle onun arkadaşlarından yazıyoruz, biz sünnet değilim, o yüzden yazıyoruz” dedi. : O yüzden yazdı ve yazmadı, bu yüzden başardım ve kayboldum. "

AH ikinci yüzyılda bloglama

Bu yüzyıl iki kuşak çağını içerir:

Birincisi: genç takipçiler, bazılarının ölümü bir yıl sonrasına kadar ertelendi (140 AH) ... Zaten onların çeşitli sınıflarındaki tüm nesil takipçilerin çabaları hakkındaki konuşmada etkilerini ve bloglama çabalarını konuştuk.

İkinci nesle gelince: onlar üçüncü bölümün takipçilerinin - sahabelerin ve takipçilerin neslinden sonra - sünnetin anlatıcılarının dizisinde ve dinin ulusa aktarılmasında öncü bir etkiye sahipti ve bu neslin solukların ve tutkuların sahiplerine hitap eden yalancı aktivitelerin ellerine yayılan yalanlara karşı koymada öncü bir etkisi oldu. Bu yüzyılın ortalarında Sünnete ve anlatılarına karşı, Halife el Mehdi'ye kadar Tanrı ona merhamet edinceye kadar, adamlarından birini haberlerini takip etmek ve onların yoğunluklarında kısıtlamak için atamak zorunda kaldı, böylece insan sapkın olarak bilinir hale geldi.

Bu kuşağın imamları ve akademisyenleri, Sünnet ve bilimlerine hizmet etmek ve onu gölgeleyen her şeyden korumak için aktiflerdi ve ellerinde kapsamlı bir sınıflandırılmış kodlama başlattılar, daha önce gazetelerde ve broşürlerde çeşitli hadisleri sınırlı bir şekilde toplamadan ve nasıl anlaşmaya varmadan anlaşmaya başladılar.

Yoldaşların ve büyük takipçilerin geç döneminde atıfla ilgili soru başladıktan sonra erkeklerin bilgisi de ortaya çıktı ve elleri parçalandı.

Tıpkı bu kuşağın bölümlerde ve bölümlerde düzenlenmiş bloglamanın başlangıcına öncülük ettiği gibi, hem erkeklerin tarihinde hem de erkek tarihinde yazdığı erkek biliminde sınıflamanın başlangıcında öncü olmuştu: Al-Layth bin Saad (d. 175 AH), İbn El-Mübarek (d. 181 AH) ve Damra bin Rabia (D. 202 AH), Al-Fadl ibn Dakin (d. 218 AH) ve diğerleri.

Bu nesil, Sünnet bilimlerinin kurucu kuşağı olarak kabul edilir ve şaşırtıcı değildir.İçinde, bol miktarda Sünniler imamlar gibi yaşadı: Malik, Al-Shafi’i, Al-Thawri, Al-Awza’i, Shu`bah, Ibn Al-Mubarak, Ibrahim Al-Fazari, Ibn Aynah, Al-Qattan, Ibw ve diğerleri.

Bu yüzyılda blog yazmayla ilgili tartışmayı üç paragrafta özetleyeceğim:

Birincisi: Bu yüzyılda blog yazmak yukarıdakilerden gelişti

İkincisi: Bu yüzyılda moderniteye çalışmalarıyla ünlü olanlar

Üçüncüsü: Bu yüzyılda yazılmış bir model üzerine kısa bir çalışma

Birincisi: Bu yüzyılda blog yazmak yukarıdakilerden gelişti:

A- Bu sınıflandırma ve sınıflandırmanın bir kombinasyonu olan bloglama arasındaki ayrımın ortaya çıkması, bu yüzyıldaki eserlerde düzenleme, sınıflandırma ve ayrımdır.

B - bu dönemde derlenen bu eserlerin Res Messengerlullah'ın hadisleriyle birlikte toplanmış olması, Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun, arkadaşlarının sözleri ve takipçilerin fetvaları, sözlü olarak iletildikten sonra ve geçmişte gazeteler sadece hadislerle sınırlıydı.

C- Bu yüzyılın eserlerinde bloglama yöntemi: bir bölüme uyan hadisleri toplamak, sonra bir çalışma kitabında birkaç bölüm veya kitap toplamak, son yüzyılda blog yazmak ise sadece gazetelerde hadisleri düzenleme veya ayrımcılık yapmadan toplamaktı. D- Bu yüzyıldaki eserlerin, Sahabeler ve Takipçileri döneminde yazılan gazetelerden ve broşürlerden ve Sahabelerin sözlerinden ve takipçilerin fetvalarından sözlü olarak aktarılanlardan toplanmıştır.

İkinci yüzyılın bilginlerinin eserleri şu başlıkları taşıyordu: Muwatta - Mufni - Jami` - Sunan ve bazıları Jihad - Asceticism - Maghazi gibi özel başlıklardı.

İkincisi: Bu yüzyılda moderniteye çalışmalarıyla ünlü olanlar:

1- Mekke'de Ebu Muhammed Abdul-Malik bin Abdul Aziz bin Carij (d.150 AH).

2- Muhammed ibn İshak bin Yaşar el-Muttalabi (d. 151 AH) Medine'de.

3- Yemen'de Muammer bin Raşid El-Basri sonra Al-Sanani (d. 153 AH).

4- Basra'daki Saeed bin Abi Orouba (d. 156 AH).

5- Ebu Amr Abdül Rahman bin Amr El-Awzaî (d. 156 AH) El-Şam'da.

6- Medine'de Muhammed bin Abdul Rahman bin Abi Thaib (d. 158 AH).

7- Basra'daki El-Rabi Bin Sobeih Al-Basri (d. 160 AH).

8- Basra'daki Bin Al-Haccaj Bölümü (d. 160 AH).

9 - Kufa'daki Ebu Abdullah Sufyan bin Saeed Al-Thawri (d. 161 AH).

10 - Mısır'da Laith bin Saad Al-Fahmi (d. 175 AH).

11- Basra'da Ebu Salamah Hammad bin Salamah bin Dinar (d. 176 AH).

12- İmam Malik bin Anas (d. 179 AH) Medine'de.

- Horasan'da Abdullah bin El Mübarek (d.1181).

14 - Sulamada Jarir bin Abdul Hamid al-Dabi (d. 188 AH).

15 - Mısır'daki Abdullah bin Wahb Al-Masry (d. 197 AH).

16- Mekke'de Sufyan bin Uyaynah (d. 198 AH).

17- Kufa'daki Wakee bin Al-Jarrah Al-Ruwasi (d. 197 AH).

18- Mısır'da Ebu Abdullah Muhammed ibn İdris el-Şafii (d. 204 AH).

19- San'a'a Abdul Razzaq bin Hammam Al-San’ani (d. 211 AH).

Bölüm III: Üçüncü Yüzyılda Bloglama AH

Sünni bilginlerin bu yüzyıldaki çabalarının kısa bir tanımı ve bloglamanın avantajları ...

Bu yüzyıl, genel olarak İslami bilimlerin refahı, özellikle de peygamberlik sünneti bilimleri çağı olarak kabul edilir, daha ziyade bu yüzyıl Peygamberimizin Sünneti'nin en müreffeh zamanlarından biri olarak kabul edilir. Ulus tarafından kabul edildi ve İslam büroları olarak kabul edildi.

Bu dönemde Ahmed bin Hanbal, Ishaq bin Rahwayh, Ali Ibn Al-Madeni, Yahya bin Mu'in, Muhammed bin Müslüman bin Warah, Abu Abdullah El-Buhari, Müslüman bin Al-Hajjaj, Abu Zarah, Abu Hatim gibi birçok muhafazakar eleştirmen ve bilgin ortaya çıktı. El-Razian, Othman bin Saeed, Abdullah bin Abdul Rahman Al-Darmian ve genel olarak birçok Hadis vakfı ve özellikle de yara ve değişiklik bilimi olan birçok kişi.

Bu yüzyıldaki bloglama aşağıdakilerle ayırt edildi:

1- Res Messengerlullah'ın hadisleri, Tanrı onu kutsasın ve ona huzur versin, ikinci yüzyılda yoldaşların sözleriyle ve takipçilerin fetvalarıyla karıştırıldıktan sonra soyulmuş ve diğerlerinden ayırt edilmiş olabilir.

2- Sağlık ve zayıflık açısından konuşma derecesi ifadesinin bakımı.

Aşağıdaki türlerin ortaya çıktığı gibi, Sünnet'in kodlanmasında çeşitli çalışmalar:

A- Müsnâm İmam Ahmed ve diğerleri gibi her bir yoldaşın hadislerini ayrı ayrı toplamakla ilgilenen Mescid kitapları.

B - Tanrı Resulü'nün hadislerinin sınıflandırılmasıyla ilgilenen Sahih ve Sünnet kitapları, altı kitap ve diğerleri gibi diğerlerinin doğru ifadesine dikkat ederek Tanrı'yı ​​kutsasın ve ona barış versin.

C- İmam El-Şafiîî'nin “Hadislerin Farkı” kitabı ve Ali Bin Al-Medini'nin “Hadislerin Farkı” kitabı ve İbn Qutaybah ve diğerlerinin “Farklı Hadislerin Yorumu” kitabı gibi çeşitli hadislerin ve sorunlarının kitapları. Bu yüzyılda birçok eser var. Hukuk Tarihi

İçtihat tarihini açıklamadan önce içtihat dilini ve sözleşmesini bilmek iyidir.

Hukuk: dilde.

İbn Faris, Tanrı ona rahmet etsin (395 AH) dedi: Yerine getirme, bağışlama ve dikkat dağıtma, şeyin farkındalığını ve bilgisini gösteren geçerli bir kaynaktır. Ve bir şeyin tüm bilgisi içtihattır. Dediler: Onu anlamıyor ya da arınmıyor. Sonra Şeriat bilimi ile ilgilendi ve her alime izin verilen ve yasak olduğu söylendi: bir hukukçu. Ve şey seni uyandırdı, eğer sana gösterirsem.

Al-Farahidi, Tanrı ona rahmet etsin (170 AH), dedi: Hukuk: din bilgisi. Diyor ki: İnsanın içtihadı, erkeğin fıkıhı, fıkıhıdır. Hukuk içtihatları içtiğini anlarsa içtihatlar. Ve anlıyorum: Ona gösterdim. Ve Fıkıh: Fıkıh Öğren.

Adamın içtihadı ona içtihat öğretir, bu yüzden içtihat fıkıhıdır ve kalabalık fıkıhtır ve fıkıh anlamında fıkıh dediler. Benden içtihat, yani benim bir anlayışım ... ve yorgun bir adam: sert bir gömlek. Ve hadiste rivayet: (Nefret dolu konuşmacılar benden nefret ediyorsa).

O, ilhak ve Tanrı tarafından aşılandı. Ve eğer anlarsa, onu anlayın. Bilimde araştırırsam, anlayacağım.

Ebu İshak El-Harbi'nin garip bir hadeğinde, Tanrı ona rahmet etsin (AH 285): Fıkıh: Dinde anlama ve ona bakma ve ondan gizlediği şeyde zekice olma, öyleyse anlayın ve anlayın.

(P ler e) din Allah doktrini söyleyerek ve buna göre açık pollinator da söyledi anlayan Vgahoa ilhak dölleyici din Fıkıh anlayış her şey ona hukuk kırılma söylenen iyi Hükümleri yapmak Tanrı ise buna göre Biskunha ve Ovgahth anladım ve Şara içinde hukuk gözünü söyledi Ve içindeki eroin ve diğerleri ilhak ile içtihat ve İbn Dureid, ilk söylendiği gibi, kırılma ile söyledi ve ayrıca ilhak ve içtiğini köpekte söyledi.

Yüce Tanrı'nın onu kabul eden kişi olarak tanımlanmasına izin verilmez: Biliyor; Yüce Allah, şeylerin ve anlamlarının kendilerinden önce farkında olduğu için, daha ziyade yaratıklar arasında farkında olmayan bir şeyin içtihadı tarafından tanımlanıyor.

İbn el-Athir, Tanrı ona rahmet etsin (606 AH), dedi: İbn Abbas'ın hadislerinde, “Peygamber, Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun, ona seslenip şöyle dedi: Ah Tanrım, onu dinde anlayın ve ona dini öğretin.” Orijinaldeki içtihat: anlayış, çatlak ve fetihten türetilmesi. Şöyle söylenir: Bir erkeğin bir kırığı ile içtihabı vardır - anlarsa anlayacak ve bunu bilecek ve bir acıyla öğretecek, bu yüzden anlayacak: öğrettiğinde bir bilim adamı olacak. Onu şeriat biliminin bir geleneği haline getirdi ve ondan dal biliminde uzmanlaştı.

Ve Muhtar el-Sahah'da: O, koşul bölümünden (içtihat), yani hukukçu oldu. Ve (içtihat) Tanrı (içtihat). Ve bunu yaptığında (onu tanıyın). Ve onu (onu aştı) bilimde aradı.

 

 

Köktendincilerin terminolojisinin içtihadı:

Alaaddin el-Buhari, Tanrı'nın ona merhamet edeceğini söyledi (730 AH): Hukuk, Ebu Hanifa'dan rivayet edilene dayanır, Tanrı ona rahmet edebilir, ruhun bilgisine ve sahip olduğuna sahip olabilir.

İmam Ebu Hanifa'nın ifadesi hakkında iyi şeylerden biri: Hukuk, ruhun, sahip olduğu ve sahip olduğu bilgidir. Söylendi: Ve bunu Yüce söyleyerek aldı: {Kazandığı şeye sahiptir ve kazandığı şeye sahiptir} [Bakara: 286].

El-Taftazani, Tanrı'nın ona merhamet edeceğini söyledi (793 AH): Ve içtihat: Ruhu bilmek, sahip olduğu ve üzerinde olan şeydir ve inançların ve duyguların ortaya çıkması için bir artış yapılır, böylece konuşma ve mistisizm ortaya çıkar ve kim istemezse dahil edilir.

Şöyle tanımlandı: Şeriatın ayrıntılı delillerine ilişkin alt kararlarını bilmek.

Şeyh Dr. Wahba Al-Zuhaili, Tanrı onu korusun, dedi ki: “Al-Shafi'nin yoldaşları, ayrıntılı delillerinden pratik yasal kararları bilmek olarak tanımladılar.”

İslam hukuk tarihi

İslamiyet'ten önce içtihat ve Arapların içtihadı ve hukukçuları var mıydı, değil mi?

Muhammed el-Ja`fari al-Fassi, Tanrı ona merhamet göstersin, dedi (1376 H.): İslam'ın Arap ulusunu, ne okur ne de yazar, ne de göçebe yaşamlarının gereği tarafından çağrılan bilimler hakkında bilgi sahibi olup olmadıkları ve yıldız bilimi gibi bilimlerde bilgisiz buldukları bilin. Ve misafirperverlik, misafirperverlik, şecere ve tarihçilerin ona bilgisini atfettiği diğer şeyler, ancak onlar için bir kitapta yazılmadı, aksine, Badia halkını bazı kurallarını bilmeleri ve ezberlemelerini geliştiren bir türdür; bu türden sözleri gibi Al-Qisas: Öldürme, öldürmeyi reddetti ve ebeveynliği yanlıştı ve rasyoneldi ve biz, Al-Khentini'de yargılayan kayıtsız olan Arap hükümdarlarından Amr ibn al-Zarb'ı etkiliyorduk.

El-Nasa'da ve diğerlerinde qismat'ın İslam öncesi dönemde olduğu ve Tanrı'nın Resulü'nün Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun, İslamiyet öncesi dönemde olduğu için onayladı ve ona Khaybar Yahudileri adını veren Ensar halkı arasında karar verdi.

Ve bundan Hac'ın bazı ritüellerini öğrendiler ve Sahura'yı Sahih'teki gibi oruç tuttular, ancak Ramazan ayında açığa çıkmanın başındaki hadisle belirtildiği gibi oruç tutarak oruç tuttular:]. Ve abdestlerinin ve sünnetlerinin gerçekleştiği kanıtlandı ve Peygamber'in kocası Khadija Ebu Talib'in vaazının belirttiği gibi bir vaaz ve çeyizle evlendiler - Tanrı onu kutsasın ve ona barış versin ...

Yüce Tanrı, sadık Peygamber Efendimiz Muhammed'i gönderdikten sonra, Rabbinin mesajına ulaştı ve onun peşindeki insanları, gecesi olarak gecesinin içinde yoldan sapmadığı iddiasıyla terk edinceye kadar yasalarını açıklığa kavuşturdu. Ve gerçek, normal bir lamba, Yüce Tanrı Kitabı ve Elçisi'nin Sünneti olmadan başvuranı için kaybolmaz, ancak samimiyet ışığında sağlam bir anlayış ve parlak bir kalbin getirilmesi, çünkü bu doğru yön, motivasyon amaçlarını ve sonuçlarını bildiği Şeriatın kaynaklarını ve kaynaklarını anlama yolundadır. Sonuç ve İslami gerçekleri, kız kardeşinin peygamberliğinden değil, düğümündeki boncuklar gibi düzenli bir bilimsel telde birleştirir.

Peygamber - Tanrı'nın duaları ve barışı üzerine olsun - insan varlığı İslami hakikatler tarafından bir doktrin, ahlak ve Şeriat ile aydınlatılana kadar yüce yoldaşa geçti ve bize tam olarak yıldızlardan hoşlanan arkadaşlarından geçti.

Onlar Peygamber farkında olduklarını - Yüce Tanrı dua kampanya onun üzerine olsun - torunları götürdü ve o söylediği gibi onları sözlerini aktarmak için davetiye haberci, cevap: «zarar Allah'ın kulu benim yazı duydu, Vuaaha da duymuş, CTP hukuk tutucu onu hukuk, için hukuk sahibinin Rab değil Onu ondan uyandırdı »ya da söylediği gibi - Tanrı'nın duaları ve barışı onun üzerine olsun -

Res Messengerlullah'ın yoldaşlarının çatı katı - barış ve kutsamalar onun üzerinde olabilir - vahiy evlerini izleyen ve inceleyen kişilerdir ve vahiy evlerini gören kehanetin algılarını, işitmenin bilgisini, önizleyiciyi öğrendiler ve onlar Resullerin tozuyla özetlenen tartışmalara sadakatle Tanrı'yı ​​iletebildiler! Elçilerin çağını, Elçi'nin sözlerini aktarıncaya kadar bitirmedi - Tanrı'nın duaları ve huzuru onun üzerine olsun - tam ve eksik olabilir ve bazı hadisleri kaçırmış olsaydı, tüm Elçilerin haberlerini ve hadislerini anlatmazsa, İmam El-Şafi’in söylediği gibi, Ve fetvalar.

Eğer Peygamber çağı - barış ve kutsamalar onun üzerindeyse - yasayı iletme çağıysa, Sahabeler çağı onları tutmanın ve sadık Peygamber'in belirttiği gibi verimli çocuk doğurganlığına aktarma çağıdır.

Bu sadece sahabilerin işi değildi - Tanrı onlardan memnun ve kutsanıp onlardan yüceltilsin - onlar aktarıldılar, daha ziyade Peygamberden - barış ve kutsama olacakları - bir emir bilmediklerinde çıkarmaları ve fikirleri için çaba göstermeleri gerekti. Onları - barış onun üzerine olsun - yönlendirdi ve içtihad'a çağırdı ve onun için ödül verdi. - Barış onun üzerine olsun - dedi: “Çalışkan olanlar için, iki kucağına zarar verdiğinde ve bir hata yaparsa ödüllendirilir.” .

Yoldaşların gayreti, kehanetin ışığına bir bakıştan başka bir şey değildi, çünkü insanları kanunun amaç ve hedeflerini biliyorlar, fikirleri fikirleri değil, ama gerçeklere yapılan bir saldırı değil, ama gerçeklerin saldırısı ile sınırlandırıldı, ancak Mesaj ve Şeriat, yaptıkları ve tanıklık ettikleri eserler.

İmam İbn Qayyim el-Cevziyye şöyle demiştir: Sahabenin görüşlerinin çoğu Sünnettir, çünkü birçoğu onu Peygamber'e atfettiklerini söylerlerdi, ya da Peygamber'e atfettiklerini söylerler, ya da kaynağından kaynaklanır. Işık.

- Sahabeler, Peygamber'in metninde - onun üzerine dualar ve barış olsun - veya ondan mezun olarak ya da İslam'ın niyetlerinden bildiklerine uygulayarak zenginleştirici bir peygamberlik yetki zenginliği bıraktılar ve bu bilgi, onlardan sonra öğrencileri tarafından taşındı.

Her yoldaşın ona eşlik eden takipçileri vardı ve bazıları bunlardan birinde uzmanlaştı veya üstesinden geldi.

İbn Abbas'ın bilgisinin aktarılması - Tanrı onlardan memnun olsun - efendisinin haysiyetidir ve yorumunun aktarımı Mücahid'dir.

Ve Ömer - Saeed bin Al-Musayyib'in bilgisinin onunla birlikte yaşamış olanlarla birlikte iletilmesi ve Umar'ın bilgisinin iletimi onun hayırseveridir.

Ve Irak'ta, Abdullah bin Mesud Alqamah ve İbrahim El-Nukha’i'nin bilgisinin aktarılması ve Evin ailesinin ve diğerlerinin Tanrı'nın otoritesine aktarılması - Tanrı yüzünü onurlandırdı - kendisinin bildiği şeylerin arasında, gerçeklerin çekirdeğini ve işlerinde parıldayan görüşleri olan şeylerin üstünde, Umar bir şey ne zaman uğursuzsa Tanrı ondan razı olsun derdi: “onun için iyi bir baba meselesi değil.”

Ve takipçilerinden haberciler hadislerini iletti - barış ve bereket onun üzerine olsun - ve onlardan eserler ve raporlardan anlatılan anlatılar ve ondan mezun olan arkadaşların bilgisini aktarıyorlar ve yoldaşların fikir birliğini bir argüman olarak görüyorlar.

Takipçilerinin kaçınılmaz olması kaçınılmazdır ve eğer farklılarsa, aralarından seçim yapabilirler ve hepsinden çıkamazlar ve çoğunlukla her öğrenci yoldaşlarından şeyhini takip eder.

Bununla birlikte, bir şey hakkında düşünmeden önce bilinmeyen şeylere özen gösterdiler, sonra büyükleri arkadaşları yürüdükçe görüşlerini aldılar.

Takipçi çağında, içtihat yöntemini çizgiden ayrılmadan veya sapmadan kullantım, ancak hepsi Kur'an, Sünnet ve yalancılığın uçurumundan kurtarıldığını düşündükleri sahabelerin bilgisi ile ilgilidir.

Iraklı hukukçular, yoldaşların metinlerinden ve sözlerinden sonra içtihad'a yaklaştılar ve içtihatla içtihada egemen oldular.

Hicaz hukukçularının bir yaklaşımı vardı ve ilgi çekmek baskındı ve her müfredatın kendi başına bir okulu vardı, takipçilerin çağında oluşmaya başladı, daha sonra bütünleşene kadar büyüdü.

Burada, sahabelerin belirttiğimiz gibi farklı olduğunu ve takipçilerin karar verdiğimiz gibi farklı olduğunu uyarmalıyız. Hukuk dallarındaki fark, gerçeklere ulaşmak niyetinde olduğu sürece, Müslümanlara veya İslami gerçeklere zarar vermez ve görüşlerden birinde bir metnin yıkılması, bir orijinalin feshi veya meşru amaçlardan biriyle çatışma yoktur.

Umar ibn Abdel Aziz'in “Tanrı'nın Resulü'nün çeşitli yoldaşlarından beni memnun eden - Tanrı'nın duaları ve huzuru onun üzerine olsun - dedi ki, kutsamaların kızarmasıydı ve

 Bu takipçilerden sonra Rabiaa Al-Rai, Malik bin Anas, Abu Hanifa, Al-Awza’i, Sufyan Al-Thawri, Al-Layth bin Saad ve diğerleri gibi birinci sınıf gayretli imamlar geldi.

Bunlar takipçilerle buluşup onları alıp üzerlerindeki etkileri ve tahminleri incelediler, Ebu Hanifa İbrahim El-Nakhaîi, Ataa, Hammad bin Abi Sulaiman ve diğerlerinin yetkisi aldı. Malik Nafi, İbn Şihab El-Zuhri, El-Qasim Bin Muhammed ve içtihatlarla ünlü diğer takipçilerinden alındı ​​ve Orwa bin Al-Zubair ve Süleyman bin Yasar gibi yedi hukukçu olarak adlandırıldı.

Bundan sonra bu imamlar tarafından içtihat gözü açıldı, pek çok öğrenci, birçok akademisyen ve üzüntüleri inceleyen akademisyenlerin akademisyenleri var ve fetvalar bir yerden bir yere aktarılıyor. Hac mevsimi, hukukçu insanların çalıştığı bir alandı ve bazıları Tanrı'nın yüzüne sadece umut etmek için akrabalıktan bile geçti, bilginin artan dindarlık sağlama bilgisi ve bilgi arttı ve melekler, bu konuda bilgi sahibi insanlar hakkında merak ettikleri sürece dindarlıktan biriydi. Peygamber Efendimiz'in etkileri - Tanrı'nın duaları ve huzuru onun üzerine olsun - ...

Ve bu hukuki grup yeryüzündeki ışık yolunu izlemiş, rönesansında Avrupa'yı bulmuş ve görüşlerini iletmiştir.

Malek doktrini Endülüs'ü orta Fransa'ya veya daha yükseğe ulaşana kadar geçer ve Orta Avrupa'da İslami düşünce okulları kitapları çevrilir ve İngiltere'de onlar gibi çevrilir.

Oryantalist olarak adlandırılanları, çoğu dilbilimci olan, hukukçu olmayanları, birçoğu deliller olmadan ve bilgiden otorite olmadan içtihata tabi tutuyoruz ve İslam'ın bir venerasyon olarak arzu etmediği, daha ziyade sanrıları bu kadar aciz olduklarını anlamalarına izin vermek için sözlerini bozuyorlar. Büyük görkemli.

Aralarındaki fuar birkaç tane. İslam hukukunu olduğu gibi anlamaya çalışıyorlar, bu dünyada yasal meseleye yiyecek olarak hizmet eden sadece insancıl bir yasa olarak.

Ve eğer bu büyük içtihat, halkını bundan korumak için Avrupa'ya barbekü ve taş koymak isteyenler için, yasal konferanslar Müslüman akademisyenlere ve gerçeklerin isteklerine, dünyanın dünya ilaçlarının tedavisi için geçerli olan bağımsız bir yasa olduğuna karar vererek itiraz edebilir.

Karar mütevazi ve geçerlilikten sapmıyorsa, başlangıçta sona erme süresine yol açacak bir çizgi vardır. “İlk hava Katar, sonra çökecek.” ...

Tarih dalgası, kaydedilen ve toplanan sekiz tanınmış doktrinden geri çekilmiştir. Ve bu doktrinlerin yayıldığı yerlerde, bazıları çok inanan olan öğrencilerden okudum ve çalışma ve inceleme miktarıyla, bazıları yerlerini çoğalttı ve geldiği her yerde, bölgenin gelenekleri ve gelenekleri arasındaki gümrükten etkilenen metinde kanıtlanmamış olan şeydi. Rum ve nehrin ötesinde ve Irak'taki ve normlardaki fark, hukuk farkı değil.

Malik'in Fas'taki fark arasındaki ve Irak'taki takipçileri arasında olan doktrininde gördüğünüz gibi, bu kısmi dallardaydı ve Şuşiani ve Iraklılar arasındaki Şafi'i okulunun farkında gördüğümüz gibi.

Bu doktrinlerin ülkelerdeki nehirler gibi işlediğini görüyorsunuz. Suyu, içinden geçen akışın bazı renklerini taşır. Tarihte kaydedilen bu sekiz düşünce okulu:

Hanefi okulu, Maliki okulu, Shafi’i okulu ve Hanbali düşünce okulu vardır ve bunlar hukukçular “kardeşlerin öğretilerini” ifade ettikleri için, İslam topraklarında yayıldıkları ve Mısır'da onlardan özgür olamayacakları anlamına gelir. Hepsi.

Hepsi Mısır'dan boş olabilecek dört doktrin daha var, ama İslam ülkeleri bunlardan bağımsız değiller, farklı İslami bölgelere dağılmışlar ve bence bunların çoğunda azınlık.

Ve bu doktrinler, 122 AH'de ölen İmam Zaid bin Ali Zain el-Abidin doktrini ve İmam Zaid'in otoritesine bir metin bulamazlarsa, Evin ailesinin en yakın doktrinidir, ancak Ebu Hanif'in çabalarını aldılar - Tanrı olabilirler - onlar Tanrı olabilir Yemen ve Horasan'da yayılmıştır.

İmam Ebu Abdullah Jaafar el-Sadık bin Muhammed el-Bakir'in ikinci öğretisi, Ebu Abdullah 148 yılında öldü ve İmam Ebu Hanifa ondan alındı ​​ve hadisler ondan rivayet edildi.

Ebu Yusef'in "Arkeoloji" kitabına ve Muhammed tarafından "Arkeoloji" kitabına bakın - burada İmam el-Sadık hakkında Ebu Hanifa'nın bir rivayetini bulacaksınız - Tanrı ondan razı olsun -. Ebu Hanifa şöyle dedi: Ben kimsenin Ja`far bin Muhammad'den farklı insanları tanıdığını görmedim ve bazı Endonezya, Pakistan ve Hindistan'da yayıldı. Ve üçüncü doktrin: El-Şafîi'nin öğrencisi olan Daoud al-İsfahan el-Dhahiri - Tanrı ondan razı olabilir - ve metinlere içtihat indirgemesini ve başkalarına değil Kuran ve Sünnet'in kurulmasını kısıtlayan kişidir. Ve doktrin onun üzerine İbn Hazm tarafından yazıldı ve metne David'den daha ciddi bir şekilde bağlı kaldığını vurguladı ve bu kitap “El-Mahli” yazdı ve bu doktrin, Endülüs'teki Almohads döneminden sonra kimin çalıştığını bilmese bile, onun kitaplarından biri. Onu aradı.

Dördüncü düşünce okulu: Ibadizm okulu ve Abdullah bin Ibad'a atfediliyor ....

Oğlanlar - bu düşünce okullarından önce - Sahabeler çağında aralarındaki okuyuculardan alındı ​​ve onlar, Tanrı'nın Kitabının taşıyıcılarıdır, endikasyonlarını bilerek ve zamanları geçtikten ve takip ettikten sonraki halefler, her çağın insanlarını takip ederler. Diğerlerinden. Medine halkı Abdullah bin Ömer'in fetvalarının çoğunu, Abdullah bin Mesud'un Kufa Fatwas halkını, Abdullah bin Abbas'ın Mekke Fatwas halkını ve Abdullah bin Amr bin Al-As'ın Mısır Fatwas halkını takip etti.

Takipçilerden sonra, Ebu Hanife, Malik ve bahsettiğimiz diğerleri gibi Al-Amsar hukukçuları geldi, bu yüzden her Mısır halkı en fazla hukukçunun doktrini takip etti.

Daha sonra bu doktrinlerin bazılarının kontrolünün ötesine yayılmasının nedenlerine ve bazılarının yok olmasına karar verdi.İş, takipçilerinin yokluğu ve üçüncü yüzyıldan sonra Ebu Thur doktrinini ve üçüncü yüzyıldan sonra İbn-Jarir'in öğretisini etkilemedi.

El-Dhahiri hariç diğer düşünce okullarının soyu tükendiğinde, süresi uzamış ve söz konusu dört okul kalabalıklaşmıştır.Al-Makdisi bunu, El-Hanbali yerine “okulların dördünün en iyisi” yapmış ve derneklerdeki Al-Hanbali'den bahsetmiştir. İbn Farahun, zamanında yürürlükte olan okulların beşinci “brokarında” saydı, yani sekizinci yüzyılda, daha sonra okudu ve sadece dört okul ve Müslümanların diğer mezhepleri, izleyicilerinin Sünnileri dikkate almadığı düşünülüyor.

Sahih dilin tacıdır ve Arabistan'ın Sahih'i Ebu Nasr İsmail bin Hammad El-Gohari Al-Farabi'dir (öldü: 393 AH) T: Ahmed Abdel-Ghafour Attar, milyonlarca Dar Al-Alam, Beyrut, 4. kat, 1407 AH - 1987 AD, 1/418. Ve bakınız: İkna edici kelimeler hakkında bilgili olan Muhammed ibn Abi el-Fath ibn Abi el-Fadl al-Baali, Abu Abdullah, Shams al-Din (Tel: 709 AH), T: Mahmoud Al-Arnaout ve Yassin Mahmoud Al-Khatib, El-Sawadi Kütüphanesi, I 1, 1423 AH - 2003 AD (s. 490).

  Hattat ve kalemin mesajı Ebu Muhammed Abdullah bin Müslüman bin Qutaybah el-Dinuri (Tel: 276 AH), kitabın yayına uygun olduğunu bulamadım ve konudaki önemi nedeniyle taşıdım.

  Atanan, Ebu el-Hasan Ali bin İsmail bin Seyyidah el-Mursi (Tel: 458 AH), T: Khalil Ibrahim Brahman Jaffal, Arap Mirası Canlanma Evi, Beyrut, i 1, 1417 AH 1996 AD, 5/211.

   Lisan El-Arap, İbn Manzoor, Abdullah Ali El-Kabeer, Muhammed Ahmed Hasab Allah, Haşim Muhammed El-Shazly, Dar Al-Maarif, Kahire, (s.58).

  Yargı Yetkisi Tanımları, Muhammed Amim Al-İhsan Al-Mujddi Al-Barakti, Dar Al-Kutub Al-Alami (Pakistan 1407 AH - 1986 MS Eski Baskısı İçin Bir Sınıfı Döndürme), I 1, 1424 AH - 2003 AD, (s. 50)

  El Sahah, içsel dilin tacı, 2/781. Bakınız: Muhtar el-Sahah, Zainuddin Abu Abdullah Muhammed bin Abi Bakr al-Hanafi al-Razi (Tel: 666 AH), T: Youssef Al-Sheikh Muhammad, Modern Kütüphane, Model Ev, Beyrut, Saida, 5. baskı, 1420 AH - 1999 AD (s. 239).

  Ajam Al-Uloom Al-Uloom fi el-Hudood ve Al-Fajud, Abdul Rahman bin Abi Bakr, Celaluddin al-Suyuti (Tel: 911 AH) Mohamed Ibrahim Obada, Sanat Kütüphanesi, Kahire, I 1, 1424 AH, (s.39).

  Sanat ve Bilim Ansiklopedisi Terminolojisi Ansiklopedisi, Muhammed Bin Ali İbnü'l-Qadi Muhammed Hamid El-Farouqi El-Hanefi El-Tahanawi (D: 1158 AH'den Sonra), Sunum, Denetim ve Gözden Geçirme: Dr. Rafik El-Ajam, soruşturma: d. Farsça metnin Arapçaya aktarımı Ali Dahrouj: d. Abdullah Al-Khaldi, yabancı çeviri: d. George Zinani, Lübnan Yayıncılar Kütüphanesi, Beyrut, 1. baskı, 1996 MS, 1 / (s. 31 ve 32)

  Hukuksal Tanımlar, Muhammed Amim El İhsansan El Müjddi El-Barakati, (s.59).

  Tefsir el-Matridi (Ehl-i Sünnet'in yorumları), Muhammed bin Muhammed bin Mahmud, Ebu Mansour el-Matridi (Tel: 333 AH), T: Dr. Majdi Basloum, Dar Al-Kutub Al-Alami, Beyrut, 1. kat, 1426 AH, 1/187.

  Sağ Cami, (Sahih El-Buhari), Muhammed bin İsmail bin İbrahim bin el-Mughairah al-Buhari, Ebu Abdullah (Tel: 256 AH), Fath al-Bari, Dar al-Sha`b, Kahire, I 1, 1407 AH - 1987 CE, Yorum Kitabı, Bölüm {Seyyidlerin kimlerden İnsanların üzerlerindeki öpücüklerinden önce onlar için hiçbir şeyleri yoktur, Doğu'ya ve Sarq 6, Cmt 6: 5'i isteyen Mağrib rehberlerine

  Sahih El-Buhari, Vahiy Başlangıcı Kitabı, Bölüm {Allah'a Dahil Olmayın, “Şirk Büyük Bir Adaletsizliktir”, 6/143, (No. 4776).

  Metodları ve kanıtlarıyla gerçek bir hadis, İmam Ahmed bin Hanbal'ın Musnad'ı, Ebu Abdullah Ahmed bin Muhammed bin Hanbal bin Hilal bin Esed Al-Shaibani (Tel: 241 AH), T: Shuaib Al-Arnaout, Adel Murshid ve diğerleri, denetleyen: Dr.Abdullah bin Abdul Mohsen Al-Turki, Corporation İ 1, 1421 AH - 2001 AD, 1/229, (No. 68) mesajı ve karanfil ve yıldırmaların geçerliliği doğrudur: 3430.

   Matridi'nin yorumu (Ehl-i Sünnet'in Yorumu), 1/209

  Age, 1/210

  Matridi'nin yorumu (Ehl-i Sünnet'in Yorumu), 1/228

  Matride'ın yorumlanması (Sünnilerin yorumu), 1/231.

  Dili arındırmak, Muhammed bin Ahmed bin El-Azhari El-Heravi, Ebu Mansour (Tel: 370 AH), T: Muhammed Awad Marib, Arap Mirasının Canlanma Evi, Beyrut, 1. baskı, 2001 MS, 4/234

  Arapların Dili, Muhammed bin Makram bin Ali, Ebu el-Fadl, Jamal al-Din İbn Manzur el-Ensari el-Ruwa’afi al-Afriqi (d.: 711 AH), Dar Sader, Beyrut, 3/1414 AH, 2/131.

  Amaç roman biliminde rehberliği açıklamaktır, Şems al-Din Ebu el-Khair Muhammed bin Abdul Rahman bin Muhammed bin Abi Bakr el-Sakhawi (T: 902 AH), T: Abu A'ish Abdel-Moneim Ibrahim, Şeyh Sons Heritage Kütüphanesi, 1. baskı, MS (s. 61).

  Hadisin kökeninde bir mesaj (dönemin iki harfi), Ali bin Muhammed bin Ali el-Zayn el-Şerif El-Benjani (Tel: 816 AH), T: Ali Zuwain, Al-Rushd Kütüphanesi, Riyad, 1. baskı, 1407 AH, (s. 65).

  Hadisin kökenlerine giriş, Abdül Haq Bin Saif Al-Din Al-Buhari El-Dahlawi Al-Hanafi (T: 1052 AH), T: Salman Al-Nadawi, Dar Al-Bashaer Al-Islamiya, Beyrut, 2. baskı, 1406 AH, (s.33).

  Sınırlar ve çizimlerdeki bilim dizginleri sözlüğü, Abdul Rahman bin Abi Bakr, Jalal al-Din al-Suyuti (Tel: 911 AH), T: Prof. Dr. İbrahim Ibrahim Abada, Sanat Kütüphanesi, Kahire, I 1, 1424 AH, (s.41).

İzci Sanat ve Bilim Konvansiyonları Ansiklopedisi, 1/36

  Peygamber Sünnetinin kodlanması, ilk yüzyıldan dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar kökeni ve gelişimi, Ebu Yaşır Muhammed bin Matar Matar El-Zahrani (T.: 1427 AH), Dar Al-Hijrah, Riyad, 1., 1417 AH, (s. 65).

  Bilgiyi kısıtlayan Ebu Bekir Ahmed bin Ali bin Thabit bin Ahmed bin Mehdi el-Hatib el-Bağdadi (Tel: 463 AH), Peygamber Sünnetinin Dirilişi, Beyrut, (s. 58). Marj sadece İmam el-Hatib'ın sözleri içindir.

  Musnad Imam Ahmad ibn Hanbal, Imam Ahmad ibn Hanbal (Tel: 261), T: Shuaib Al-Arnaout ve diğerleri, Al-Risala Vakfı, 2. baskı, 1420 AH, 1999 AD (No. 17988)

  Musnad Imam Ahmad, 34/421, (No. 20830)

  Zahrani Peygamber Sünnetinin Gösterimi, (75-77)

  Zahrani Peygamber Sünnetinin kodlanması, (s. 81).

  Anlatıcı ve bilinç arasındaki ayırıcı, Ebu Muhammed el-Hasan bin Abd el-Rahman el-Ramahramzi al-Farsi (Tel: 360 AH), T: Dr. Muhammed Ajaj el-Hatib, Dar el-Fikr, Beyrut, 3. kat, 1404 H., (s. 376).

  Anlatıcıyı Ramramzi'nin bilincinden ayıran Hadis, (s. 375).

  Vaiz bilgisini kısıtlama, (s. 102).

  Vaiz bilgisini kısıtlamak, (s. 107).

El-Zahrani Sünnetinin kodlanması, (s. 95).

  El-Zahrani Sünnetinin kodlanması, (s. 95).

  El-Zrani'nin Sünnetinin kodlanması, (s. 98).

  Dil Standartları Sözlüğü, 4/442.

  Al-Ain Kitabı, 3/370.

  Dil Nüfusu, 2/968.

  Sahih dilin tacı ve Arapça Sahih, 6/2243.

  Tuhaf konuşma, 2/736.

  Saheeh Arkeolojisi Üzerine Mashreq Al-Anwar, 2/162.

  Şems el-Ulum ve Al-Klum'dan Arapça kelime tıbbı, 8/5235.

  Garip hadis ve etkilerin sonu, 3/465.

  Muhtar el-Sahah, (s. 242).

  Sırlar, İslam El-Bazdawi'nin gururunun kökenleri üzerinde ortaya çıktı, 1/11.

  Hukukun kökeninde çevredeki deniz, 1/36.

  Hukukun temellerinde revizyon metninin açıklığa kavuşturulması üzerindeki dalgalanmanın açıklanması, 1/16.

  Ruhun sonunun kısa bir açıklaması olan şaheser yetkilisi, 1/145.

  İslami Hukukun Kökenlerinde El Wajeez, 1/18.

  İslam Hukukunda Yüce Düşünce, Muhammed Bin Al-Hassan Bin Al-Arabi Al-Thaalabi Al-Jaafari Al-Fassi (T.: 1376 AH), Dar Al-Kutub Al-Alami, Beyrut, i 1, 1416 AH, 1 / (s. 63 ve 64).

  Dört hukuk fakültesinin oluşumuna tarihsel bir bakış: El-Hanefi, El-Maliki, El-Şafiî ve El-Hanbali ve bunların Müslüman izleyicilere yayılması, Ahmed bin İsmail bin Muhammed Taymour (Tel: 1348 AH), Sunan: Şeyh Muhammed Abu Zahra, Dar Al-Qadiri, Beyrut, 1. baskı, 1411 AH-1990 CE-1990 CE (Sf.19 ve sonrası). Ve bakınız: El-Fassi'nin İslami hukuk tarihinde semitik düşünce, 1 / (s.63 ve sonrası).


0 Yorum - Yorum Yaz


 

  Adı: Yaseen Kareem Qader

 Öğnu: 18922732 

 

 

فصل فِي ذكر الْمُفَسّرين من أَصْحَاب رَسُول الله صلى الله تَعَالَى عَلَيْهِ وَسلم قبل الْمِائَة الأولى

1-           [عبد الله بن عباس رضي الله عنها، ت: 68هـ]

عبد الله بن عَبَّاس رضي الله عنهما، بن عبد الْمطلب ابْن عَم الرَّسُول وَمن أَصْحَابه صلى الله عَلَيْهِ وَسلم الحبر وَالْبَحْر فِي التَّفْسِير وَكَانَ ترجمان الْقُرْآن

قَالَ الذَّهَبِيّ: رُوِيَ أَنه لم يكن على وَجه الأَرْض فِي زَمَانه أحد أعلم مِنْهُ

قَرَأَ عَلَيْهِ مُجَاهِد وَسَعِيد بن جُبَير والأعرج وَعِكْرِمَة.

وَتُوفِّي فِي الطَّائِف سنة ثَمَان وَسِتِّينَ وَصلى عَلَيْهِ مُحَمَّد بن الْحَنَفِيَّة، وَقَالَ الْيَوْم مَاتَ باني الْعلم، وَقد كف بَصَره فِي أَوَاخِر عمره.[1]

2-           [مقاتل بن سليمان رحمه الله تعالى، ت: 150هـ]

مقاتل بن سليمان الأزدي مولاهم أبو الحسن الخراساني المشهور صاحب التفسير والحديث.

أخذ الحديث عن مجاهد بن جبر، وعطاء بن أبي رباح، وأبي إسحاق السبيعي، والزهري، والضحاك بن مزاحم وغيرهم.

روى عنه بقية، وعبد الرزاق الصنعاني، وعلي بن الجعد، وحرمي بن عمارة وغيرهم، وكان من العلماء الأجلاء.

حكي عن الشافعي أنه قال: الناس كلهم عيال على ثلاثة: على مقاتل بن سليمان في التفسير، وزهير بن أبي سلمى في الشعر، وأبي حنيفة في الفقه.

ويحكى: أن أبا جعفر المنصور كان جالسا فسقط عليه الذباب كثيرا حتى أضجره، فقال: من بالباب، قيل له: مقاتل بن سليمان، فأذن له، فقال له: تعلم لماذا خلق الله الذباب؟ قال: نعم؛ ليذل الله عزّ وجل به الجبابرة، فسكت المنصور.

قال مقاتل مرة: سلوني عما دون العرش، فقيل له: من حلق رأس آدم عند ما حج؟ فقال: ليس هذا من علمكم، ولكن أراد الله أن يبتليني لما أعجبتني نفسي.

وقال له آخر: الذرة أو النملة معاؤها في مقدمها أو مؤخرها؟ فتحير في ذلك، قال الراوي: فظننت أنها عقوبة عوقب بها.

واختلف العلماء في مقاتل بن سليمان؛ فمنهم من وثقه، وأكثرهم طعن فيه ونسبه إلى الكذب. توفي سنة خمسين ومائة.[2]

3-           [سفيان الثوري رحمه الله تعالى، ت: 161هـ]

أبو عبد الله سفيان بن سعيد بن مسروق بن حبيب بن رافع بن عبد الله بن موهبة بن أبي عبد الله بن منقذ بن نصر بن الحكم بن الحارث بن ثعلبة بن ملكان ابن ثور بن عبد مناة بن أد بن طابخة بن إلياس بن مضر بن نزار بن معد بن عدنان، الثوري الكوفي؛ كان إماماً في علم الحديث وغيره من العلوم، وأجمع الناس على دينه وورعه وزهده وثقته، وهو أحد الأئمة المجتهدين، ويقال إن الشيخ في ترجمته في حرف الجيم.

وقال يونس بن عبيد: ما رأيت كوفياً أفضل من سفيان، قالوا: إنك رأيت سعيد بن جبير وفلاناً وفلاناً، قال: ما رأيت كوفياً أفضل من سفيان.

وقال سفيان بن عيينة: ما رأى سفيان مثله. أكل سفيان ليلة فشبع فقال: الحمار إذا زيد في علفه زيد في عمله، فقام حتى أصبح.

وحدث ابن عيينة قال: دعانا سفيان فقدم إلينا غداء ولبناً خائراً، فلما توسطنا قال: قوموا بنا نصلي ركعتين شكراً لله تعالى؛ قال ابن وكيع - وكان حاضراً -: لو قدم إلينا شيئاً من هذا اللوزينج المحدث لقال: قوموا بنا نصلي التراويح.

وقال بشر بن الحارث: كان سفيان الثوري كأن العلم بين عينيه، يأخذ منه ما يريد ويدع منه ما يريد.

وقال الأوزاعي: كنت أقول فيمت ضحك في الصلاة قولاً لا أدري كيف هو، فلما لقيت سفيان الثوري سأله فقال: يعيد الصلاة والوضوء، فأخذت به.

وكان عصام بن أبي النجود يجيء إلى سفيان يستفتيه ويقول: يا سفيان أتيتنا صغيراً وأتيناك كبيراً.

وقال عبد الرحمن بن مهدي: ما رأيت رجلاً أحسن عقلاً من مالك بن أنس، ولا رأيت رجلاً أنصح لأمة محمد صلى الله عليه وسلم من عبد الله بن مبارك، ولا أعلم بالحديث من سفيان، ولا أقشف من شعبة.

وقال سفيان الثوري: ما استودعت قلبي شيئاً فخانني.

وقيل: لقي سفيان الثوري شريكاً بعدما ولي القضاء بالكوفة فقال: يا أبا عبد الله، بعد الإسلام والتفقه والخير تلي القضاء، أو صرت قاضياً فقال له شريك: يا أبا عبد الله، لابد لنلاس من قاض، فقال سفيان: يا أبا عبد الله، لابد الناس من شرطي.

وحدث عبد الرحمن بن أبي عبد الرحمن بن عبد الله البصري، قال: قال رجل لسفيان: اوصني، فقال: اعمل للدنيا بقدر بقائك فيها واعمل للآخرة بقدر دوامك فيها والسلام.

وجاء سفيان الثوري إلى صيرفي بمكة يشتري منه دراهم بدينار، فأعطاه الدينار، وكان معه آخر فسقط من سفيان، فطلبه فإذا إلى جانبه دينار آخر، قال له الصيرفي: خذ دينارك، قال: ما أعرفه، قال: خذ الناقص، قال: فلعله الزائد، وتركه ومضى.

وقال شعيب بن حرب: سمعت سفيان الثوري يقول: انظر درهمك من أين هو وصل في الصف الآخر.

وقال عبد الله بن صالح العجلي: دخل سفيان على المهدي فقال: سلام عليكم، كيف أنتم يا أبا عبد الله ثم جلس فقال: حج عمر بن الخطاب رضي الله عنه فأنفق في حجته ستة عشر ديناراً، وأنت حججت فأنفقت في حجتك بيوت الأموال، قال: فأي شيء تريد؟ تريد أن أكون مثلك؟ قال: فوق ما أنا فيه ودون ما أنت فيه، فقال وزيره أبو عبيد الله: أبا عبد الله قد كانت كتبك تأتينا فننفذها، قال: من هذا قال: أبو عبيد الله وزيري، قال: احذره فإنه كذاب، إني ما كتبت إليك، ثم قام فقال له المهدي: إلى أين يا أبا عبد الله؟ قال: أعود؛ وكان قد ترك نعله حين قامن فعاد فأخذها ثم مضى، فانتظره المهدي فلم يعد، فقال: وعدنا أن يعود فلم يعد، فعلم أنه عاد لأخذ نعله، فغضب فقال: قد أمن الناس إلا سفيان الثوري وإنه لفي المسجد الحرام، فذهب فألقى نفسه بين النساء فخبأنه، فقيل له: لم فعلت فقال: إنهن أرحم؛ ثم خرج إلى البصرة فلم يزل بها حتى مات.

قال عبد الرحمن بن مهدي: لما قدم سفيان البصرة والسلطان يطلبه، صار في بعض البساتين، واجر نفسه على أن يحفظ ثمارها، فمر به بعض العشارين فقال: من أين أنت يا شيخ قال: من أهل الكوفة، قال: أخبرني رطب البصرة أخلى أم رطب الكوفة قال: أما رطب البصرة فلم أذقه ولكن رطب السابري بالكوفة حلو، فقال: ما أكذبك من شيخن الكلاب والبر والفاجر يأكلون الرطب الساعة وأنت تزعم أنك لم تذقه! فرجع إلى العامل ليخبره بما قال لتعجبه، فقال: ثكلتك أمك، ادركه إن كنت صادقاً فإنه سفيان الثوري لتتقرب به إلى أمير المؤمنين، فرجع في طلبه فما قدر عليه.

ودخل سفيان على المهدي فكلمه بكلام فيه غلظة فقال له عيسى بن موسى: تكلم أمير المؤمنين بمثل هذا الكلام وإنما أنت رجل من ثور، فقال له سفيان: إن من أطاع الله من ثور خير ممن عصى الله من قومك.

وكان فتى يجالسه ولا يتكلم، فأحب سفيان أن يعرف نطقه فقال له: يا فتى إن من كان قبلنا مروا على خيل سابقة وبقينا بعدهم على حمر دبرة، فقال الفتى: يا أبا عبد الله، إن كنا على الطريق فما أسرع لحوقنا بهم.

وحدث أبو بكر ابن عياش قال: كنت أنا وسفيان الثوري نمشي فرأينا شيخاً أبيض الرأس واللحية حسن السمت، فقال له سفيان: يا شيخ أعندك شيء من الحديث قال: لا، ولكن عندي عتيق سنين، فنظرنا فإذا هو خمار.

وحكى ضمرة قال: سألت سفيان الثوري: أصافح اليهود والنصارى فقال: برجلك نعم. وقال له رجل: إني أريد الحج، فقال: لا تصحب من يتكرم عليك فإن ساويته في النفقة أضر بك وإن تفضل عليك استذلك.

وكان يقول: من كان في يده شيء من هذه الدراهم فليصلحه فإنه في زمان إن احتاج كان أول من يبذل دينه. وحكي عنه أنه قال: إني لألقى الرجل أبغضه فيقول لي: كيف أصبحت فيلين له قلبي، فكيف بمن أكل ثريدهم ووطئ بساطهم

وقيل إن المهدي قال للخيزران: أريد أتزوج، وكانت بكتاب فقالت له: لا يحل لك أن تتزوج علي، قال: بلى، قالت له: بيني وبينك من شئت، قال: أترضين سفيان الثوري قالت: نعم، فوجه إلى سفيان فقال: إن أم الرشيد تزعم أنه لا يحل لي أتزوج عليها وقد قال الله عز وجل " فانكحوا ما طاب لكم من النساء مثنى وثلاث ورباع " ثم سكت، فقال له سفيان: أتم الآية، يريد قوله تعالى " فإن خفتم ألا تعدلوا فواحدة ". النساء. وأنت لا تعدل، فأمر له بعشرة آلاف درهم فأبى أن يقبلها...

قال سفيان بن عيينة: ما رأيت رجلا أعلم بالحلال والحرام من سفيان الثوري.

وقال عبد الله بن المبارك: لا نعلم على وجه الأرض أعلم من سفيان الثوري. ويقال: كان عمر بن الخطاب رضي الله عنه في زمانه رأس الناس، وبعده عبد الله بن عباس، وبعده الشعبي، وبعده سفيان الثوري.

سمع سفيان الثوري الحديث من أبي إسحاق السبيعي والأعمش ومن في طبقتهما، وسمع منه الأوزاعي وابن جريج ومحمد بن إسحاق ومالك تلك الطبقة.

وذكر المسعودي في " مروج الذهب " ما مثاله : قال القعقاع بن حكيم: كنت عند المهدي وقد أتي بسفيان الثوري، فلما دخل عليه سلم تسليم العامة ولم يسلم بالخلافة، والربيع قائم على رأسه متكئاً على سيفه يرقب أمره، فأقبل عليه المهدي بوجه طلق، وقال له: يا سفيان، تفر منا ها هنا وها هنا وتظن أنا لو أردناك بسوء لم نقدر عليك، فقد قدرنا عليك الآن، أما تخشى أن نحكم فيك بهوانا قال سفيان: إن تحكم في يحكم فيك ملك قادر يفرق بين الحق والباطل، فقال له الربيع: يا أمير المؤمنين، ألهذا الجاهل أن يستقبلك بمثل هذا إئذن لي أن أضرب عنقه، فقال له المهدي: اسكت ويلك، وهل يريد هذا وأمثاله إلا أن نقتلهم فنشقى بسعادتهم اكتبوا عهده على قضاء الكوفة على أن لا يعترض عليه في حكم، فكتب عهده ودفع إليه، فأخذه وخرج فرمى به في دجلة وهرب، فطلب في كل بلد فلم يوجد. ولما امتنع من قضاء الكوفة وتولاه شريك بن عبد الله النخعي قال الشاعر:

تحرز سفيان وفر بدينه ... وأمسى شريك مرصداً للدراهم

[وحكي عن أبي صالح بن حرب المدائني - وكان أحد السادة الأئمة الأكابر في الحفظ والدين - أنه قال: إنني لأحسب يجاء بسفيان الثوري يوم القيامة حجة من الله على الخلق، يقال لهم: لم تدركوا نبيكم عليه أفضل الصلاة والسلام فلقد رأيتم سفيان الثوري، ألا اقتديتم به.

ومولده في سنة خمس، وقيل ست، وقيل سبع وتسعين للهجرة، وتوفي بالبصرة أول سنة إحدى وستين ومائة متوارياً من السلطان، ودفن عشاء رحمه الله تعالى؛ ولم يعقب.

والثوري: بفتح الثاء المثلثة وبعدها واو ساكنة وراء، هذه النسبة إلى ثور ابن عبد مناة، وثم ثوري آخر في بني تميم، وثوري آخر بطن من همدان.

وقيل: إنه توفي سنة اثنتين وستين، والأول أصح[3].

4-           [الفراء أبو زكريا الأسدي الكوفي النحوي، ت: 201 - 210 ه]

صاحب التصانيف، سكن بغداد، وأملى بها كتاب "معاني القرآن"، وغير ذلك.

وحدث عن: قيس بن الربيع، ومندل بن علي، وأبي الأحوص سلام بن سليم، وأبي الحسن الكسائي، وأبي بكر بن عياش.

وعنه: سلمة بن عاصم، ومحمد بن الجهم السمري، وغيرهما. وكان ثقة.

وقد روى عن ثعلب أنه قال: لولا الفراء لما كانت عربية، ولسقطت؛ لأنه خلصها؛ ولأنها كانت تتنازع ويدعيها كل أحد.

وذكر أبو بديل الوضاحي قال: أمر المأمون الفراء أن يؤلف ما يجمع به أصول النحو، وأمر أن يفرد في حجرة، ووكل به خدما وجواري يقمن بما يحتاج إليه، وصير له الوراقين، فكان يملي ذلك سنين، قال: ولما أملى كتاب [ص:142] " المعاني " اجتمع له الخلق، فلم يضبط إلا القضاة، فكانوا ثمانين قاضيا، وأمل " الحمد " في مائة ورقة، قال: وكان المأمون قد وكل بالفراء ابنيه يلقنهما النحو، فأراد يوما النهوض لحاجة، فابتدرا إلى نعله فتنازعا أيهما يقدمه، ثم اصطلحا أن يقدم كل واحد فردة، فبلغ المأمون، فقال: ليس يكبر الرجل عن تواضعه لسلطان ووالده ومعلمه العلم.

وقال ابن الأنباري: لو لم يكن لأهل بغداد والكوفة من علماء العربية إلا الكسائي والفراء لكان لهم بهما الافتخار على الناس، قال: وكان يقال للفراء: أمير المؤمنين في النحو.

وعن هناد بن السري قال: كان الفراء يطوف معنا على الشيوخ فما رأيناه أثبت سوداء في بيضاء، فظننا أنه كان يحفظ ما يحتاج إليه.

وقال محمد بن الجهم السمري: ما رأيت مع الفراء كتابا قط إلا كتاب " يافع ويفعة ".

وقال أحمد بن يحيى ثعلب: حدثنا سلمة قال: أمل الفراء كتبه كلها حفظا، لم يأخذ بيده نسخة إلا كتابين: كتاب " ملازم "، وكتاب " يافع ويفعة ".

قال ابن الأنباري: مقدارهما خمسون ورقة، ومقدار كتب الفراء ثلاثة آلاف ورقة، وقيل: إنما سمي بالفراء لأنه كان يفري الكلام، وجاء أنه توفي بطريق مكة سنة سبع ومائتين، وله ثلاث وستون سنة رحمه الله.

وقال سلمة بن عاصم: إني لأعجب من الفراء كيف يعظم الكسائي وهو أعلم بالنحو منه.[4]

5-           [معمر بن المثنى أبو عبيدة التيمي البصري، ت: 201 - 210ه]

صاحب التصانيف. يقال: إنه ولد في الليلة التي توفي فيها الحسن البصري.

روى عن: هشام بن عروة، وأبي عمرو بن العلاء، ورؤبة بن الحجاج، وجماعة.

روى عنه: أبو عبيد القاسم بن سلام، وابن المديني، وعلي بن المغيرة الأثرم، وأبو عثمان المازني، وعمر بن شبة، وأبو العيناء محمد بن القاسم وآخرون. وحدث ببغداد بأشياء من كتبه.

قال الجاحظ: لم يكن في الأرض خارجي ولا جماعي أعلم بجميع العلوم من أبي عبيدة.

وقال يعقوب بن شيبة: سمعت علي ابن المديني ذكر أبا عبيدة فأحسن ذكره وصحح روايته. وقال: كان لا يحكي عن العرب إلا الشيء الصحيح.

وقال ابن معين: ليس به بأس.

وقال المبرد: كان الأصمعي وأبو عبيدة متقاربان في النحو، وكان أبو عبيدة أكمل القوم.

وقال ابن قتيبة: كان الغريب وأخبار العرب وأيامها أغلب عليه، وكان مع معرفته ربما لم يقم البيت إذا أنشده حتى يكسره. وكان يخطئ إذا قرأ القرآن نظرا، وكان يبغض العرب. وألف في مثالبها كتبا. وكان يرى رأي الخوارج.

وقال غير ابن قتيبة: إن الرشيد أقدم أبا عبيدة وقرأ عليه بعض كتبه. وكتبه تقارب مائتي تصنيف، منها كتاب: " مجاز القرآن "، وكتاب " غريب الحديث "، وكتاب " مقتل عثمان "، وكتاب " أخبار الحجاج "، وغير ذلك في اللغات والأخبار والأيام. وكان ألثغ، وسخ الثياب، بذيء اللسان ...

توفي أبو عبيدة سنة عشر ومائتين.

وروى ابن خلكان أنه توفي سنة تسع، ويقال: توفي سنة إحدى عشر، وكان من أبناء المائة.[5]

6-           [أبو جعفر محمدُ بنُ جريرِ بنِ يزيد الطبري، 224هـ - 310هـ]

 صاحب التفسير الكبير، والتاريخ الشهير، كان إمامًا في فنون كثيرة، منها: التفسير، والحديث، والفقه، والتاريخ، وغير ذلك، وله مصنفات مليحة في فنون عديدة تدل على سعة علمه وغزارة فضله.

وكان من الأئمة المجتهدين، لم يقلد أحدًا.

وكان أبو الفرج المعافى بن زكريا النهرواني، المعروف بابن طرار على مذهبه، وكان ثقة في نقله. وتاريخُه أصح التواريخ وأثبتها.

وذكره الشيخ أبو إسحق الشيرازي في "طبقات الفقهاء" في جملة المجتهدين، ذكره سليم الخوري في "الآثار"، قال: ومن تصانيفه كتابُ في اختلاف العلماء، لم يذكر فيه أحمد بن حنبل، وقال: لم يكن أحمد فقيهًا، وإنما كان محدثًا.

ولذلك رموه بعدَ موته بالرفض، وله التاريخ المشهور، قال ابن الجوزي: بسط فيه الكلام على الوقائع بسطًا، وجعله مجلدات، وإن المشهور المتداول مختصر من الأصل، وإنه هو العمدة في هذا الفن، وللطبري كتاب في التفسير ذكره السيوطي في "الإتقان"، فقال: إنه أجلُّ التفاسير وأعظمُها؛ فإنه يتعرض لتوجيه الأقوال، وترجيح بعضها على بعض، والإعراب والاستنباط، فهو يفوق بذلك تفاسير الأقدمين، انتهى.

وقال النووي: أجمعت الأمة على أنه لم يُصنف مثل "تفسير الطبري". وقال أبو حامد الإسفراييني: لو سافر رجل إلى الصين حتى يحصل له تفسير ابن جرير، لم يكن ذلك كثيرًا، وذكره ابن السبكي في "طبقاته"، انتهى.

ولد سنة 224 بآمل طبرستان، وتوفي سنة 310 ببغداد.[6]

 

7-           [محمد بن محمد بن محمود أبو منصور المَاتُرِيدي، ت: 333ه]

أمام المتكلمين ومصحح عقائد المسلمين تفقه على أبي بكر أحمد الجوزجاني عن أبي سليمان الجوزجاني عن محمد وتفقه عليه الحكيم القاضي إسحاق بن محمد السمرقندي وعليّ الرستغفنى وأبو محمد عبد الكريم بن موسى البزدوي وصنف التصانيف الجليلة ورد أكاذيب أقوال أصحاب العقائد الباطلة له كتاب التوحيد وكتاب المقالات وكتاب أوهام المعتزلة ورد الأصول الخمسة لأبي محمد الباهلي ورد الإمامة لبعض الروافض والرد على القرامطة ومآخذ الشرائع في الفقه والجدل في أصول الفقه وغير ذلك مات سنة ثلاث وثلاثين وثلاثمائة.

(قال الجامع) نسبته إلى ما تريد بفتح الميم ثم الألف وضم التاء المنقوطة باثنتين من فوق وكسر الراء المهملة وسكون الياء المثناة التحتية في آخره دال مهملة ويقال ماتريت بالتاء الفوقية المثناة موضع الدال محلة بسمرقند ذكره السمعاني.[7]

8-           [الماوردي، أبو الحسن، ت: 450هـ]

علي بْن مُحَمَّد بْن حبيب أَبُو الحسن البصري المعروف بالماوردي كان من وجوه الفقهاء الشافعيين، وله تصانيف عدة فِي أصول الفقه، وفروعه، وفي غير ذلك، وجعل إليه ولاية القضاء ببلدان كثيرة، وسكن بِبَغْدَادَ فِي درب الزعفراني، وحدث بها عَن الحسن بْن علي بْن مُحَمَّد الجبلي صاحب أَبِي خليفة الجمحي، وعن مُحَمَّد بْن عدي بْن زحر المنقري، ومحمد بْن المعلى الأزدي، وجعفر بْن مُحَمَّد بْن الفضل البغدادي. كتبت عنه، وكان ثقة.

مات فِي يوم الثلاثاء سلخ شهر ربيع الأول من سنة خمسين وأربع مائة، ودفن من الغد فِي مقبرة باب حرب، وصليت عليه فِي جامع المدينة، وكان قد بلغ ستا وثمانين سنة.[8]

9-           [الحسين بن مسعود أبو محمد البغوي، ت: 516 هـ]

الحسين بن مسعود بن محمد، العلامة محيي السنة أبو محمد البغوي ابن الفراء، الشافعي الفقيه المحدث، المفسر. [ت: 516 هـ]

مصنف "شرح السنة" و"معالم التنزيل" و"المصابيح" وكتاب "التهذيب" في الفقه "والجمع بين الصحيحين" و"الأربعين حديثا".

كان إماما في التفسير، إماما في الحديث، إماما في الفقه، تفقه على القاضي حسين بن محمد المروروذي صاحب "التعليقة" وسمع الحديث منه، ومن أبي عمر عبد الواحد المليحي، وأبي الحسن عبد الرحمن بن محمد الداودي، وأبي بكر يعقوب بن أحمد الصيرفي، وأبي الحسن علي بن يوسف الجويني، وأبي الفضل زياد بن محمد الحنفي، وأحمد بن أبي نصر الكوفاني، [ص:251] وحسان المنيعي وأبي بكر محمد بن أبي الهيثم الترابي، وأبي الحسن محمد بن محمد الشيرزي، وطائفة. وعامة سماعاته بعد الستين وأربع مائة، ولا قدم بغداد ولا حج، وبورك له في تصانيفه، ورزق فيها القبول لحسن قصده وصدق نيته، وكان لا يلقي الدروس إلا على طهارة. روى عنه أبو منصور محمد سعد العطاري المعروف بحفدة، وأبو الفتوح محمد بن محمد الطائي وأهل مرو. وكان قانعا، ورعا، يأكل الخبز وحده، ثم عذل في ذلك فصار يأكله بزيت. وكان أبوه يعمل الفراء ويبيعها ولقب محيي السنة أيضا: ركن الدين، وثبت أنه توفي بمرو الروذ في شوال سنة ست عشرة ودفن عند شيخه القاضي حسين، وأظنه جاوز الثمانين، وآخر من روى عنه في الدنيا أبو المكارم فضل الله بن محمد النوقاني؛ روى عنه بالإجازة وبقي إلى سنة ست مائة. وأجاز للفخر علي ابن البخاري.[9]

10-     [الزَّمَخْشَرِي، ت: 538هـ]

الإمام العلاّمة جار الله أبو القاسم محمود بن عمر بن محمد بن أحمد الخوارزمي الزّمخشري الحنفي، الذي يُضرب به المثل في علم الأدب، المتوفى بجُرجانية خوارزم ليلة العرفة سنة 538 ثمان وثلاثين وخمسمائة، عن إحدى وسبعين سنة.

كان معتزليًا قويًا في مذهبه، جاور مكة وصنّف فيها "الكَشَّاف" في التفسير الذي قال هو فيه يمدحه:

إنَّ التفاسير في الدّنيا بلا عددٍ ... وليس فيها لَعَمْري مثل كَشّافي

إن كنتَ تبغي الهدى فالزم قراءته ... فالجهل كالدّاء والكَشَّافُ كَالشَّافي

وله "الفائق في غريب الحديث" و"المفصل" و"الأساس" و"ربيع الأبرار" و"القسطاس" و"المستقصى في الأمثال" و"الأنموذج" في النحو و"صميم العربية" و"شقائق النعمان" و"المنهاج" و"شرح أبيات سيبويه"و"أطواق الذهب" و"الرائض في الفرائض" و"شرح بعض مشكلات المفضل" و"الأحاجي النحوية" و"المفرد والمؤنث" في النحو و"متشابه أسامي الرواة" و"النصائح الصغار" و"النصائح الكبار"و"ضالة الناشد" و"رؤوس المسائل" في الفقه و"شافي العي في كلام الشافعي"و"معجم الحدود"و"المنهاج" في الأصول و"مقدمة الأدب" و"ديوان الرسائل"و"ديوان الشعر" و"الرسالة الناصحة" و"الأمالي"من كل فنّ وغير ذلك. فحج مرارًا وأخذ الأدب عن علي بن المظفر النيسابوري وسمع من أبي سعد السمعاني وجماعة. وكان أعلم فضلاء العجم بالعربية وكانت رجله اليمنى مقطوعة يمشي في خشب ويلقي عليها ثيابه الطوال يظن من رآه أنه أعرج. ومحاسنه مما يضيق عن حصرها كتابنا. وزمخشر، كسفرجل: قرية من قرى خوارزم. ذكره تقي الدين.[10]

 

11-     [فخر الدين، محمد بن عمر الرَّازي ، ت: 606ه]

محمد بن عمر بن الحسن سلطان المتكلمين فخر الدين أبو عبد اللَّه الرازى.

ذو التصانيف الكثيرة منها تفسيره المشهور، وله "تفسير الفاتحة" في مجلد مفرد، و"شرح الأسماء الحسنى"، و"مناقب الشافعى"، و"شرح الوجيز" أو أكثره، و"شرح سقط الزندة"، و"شرح المفصل"، و"المنتخب"، و"الأربعون"، و"الخمسون"، و"نهاية العقول"، و"شرح الإشارات"، و"العالمين"، و"المطالب العلية"، و"المباحث المشرقة"، و"تأسيس التقديس"، و"المخلص"، قيل و"السر المكتوم"، "الشمس والنجوم"، ورأيت من تصانيفه كتاب "جامع العلوم" في مجلدة بالعُجمى، وجملة أبوابه أربعون بابًا: الأول في علم الكلام، والثانى في أصول الفقه، والجدل وخلافيات المذهب، القراءة، الوصايا، التفسير، الإعجاز، علل القراءات، الأحاديث، أسماء الرجال، التواريخ، المعانى، النحو، التصريف، الاشتقاق، الإشتغال، العروض، القوافى، بديع السفر، مشكلة المنطق، الطبيعيات، التعبير، الفراسة، الطب، التشريح، الصيدلة، علم الخواص، علم الإكسير، معرفة الأحجار، الطلسمات، الفلاحة، سلع الآثار، البيطرة، البزاة، الهندسة، المساحة، علم جر الأثقال، أثنى عليه ابن خلكان فبالغ في وصفه ومدحه، وأما ابن الصلاح فلم يكن مقبلًا عليه، وربما غضَّ من شأنه، وتوسط فيه أبو شامة وذكر أنه خلف ثمانين ألف دينار سوى الدواب والعقار وغير ذلك، وكان إذا ركب يمشى في خدمته نحو ثلثمائة تلميذ من الفقهاء وغيرهم، وكان فقيرًا أولًا، وأغرب الذهبي حيث ذكره في الضعفاء وسماه الفخر وهو إفراط منه، فقد قيل إنه السادس المبعوث لتجديد الدين، وهو ثقة لا يعرف له رواية، واشتغل أولًا على والده ضياء الدين عمر، وهو من تلامذة البغوي، ثم لما مات والده قصد الكمال السمنانى واشتغل عليه، وكان له مجالس يعظ فيه بالتركى والعربى ويحضره العامة والخاصة، وقال يومًا للسلطان شهاب الدين وهو على منبره: يا سلطان العالم لا سلطانك يبقى ولا تلبيس الرازي يبقى إن مردنا إلى اللَّه. فأبكى السلطان وندم على إشتغاله بعلم الكلام.

ومن شعره:

"نهاية إقدام العقول عَقال ... وأكثر سعى العالمين ضلال،

وأرواحنا في وحشة من جسومنا ... وحاصل دنيانا أذى ووبال،

ولم نستفد من بحثنا طول عمرنا ... سوى أن جمعنا فيه قيل وقالوا،

وكم قد رأينا من رجال ودولة ... فبادروا جميعًا مسرعين وراكوا".

ومن شعره أيضًا:-

"إليك إله الخلق وجهى ... وأنت الذي أدعوه في السر والجهر،

وأنت غياثى عند كلِّ ملمة ... وأنت أنيسى حين أفرد في القبر".

ومن تلامذته المشهورين مصنف "الحاصل" تاج الدين محمد بن الحسين الأرموى القاضى شمس الدين الجوينى.[11]



[1]  طبقات المفسرين، أحمد بن محمد الأدنه وي من علماء القرن الحادي عشر (ت: ق 11هـ)، ت : سليمان بن صالح الخزي، مكتبة العلوم والحكم، السعودية، ط1، 1417هـ- 1997م، (ص3). وينظر: التأريخ الكبير، محمد بن إسماعيل بن إبراهيم البخاري، أبو عبد الله (ت: 256هـ)، دائرة المعارف العثمانية، حيدر آباد، الدكن، طبع تحت مراقبة: محمد عبد المعيد خان، 5/3، ومعجم المفسرين (من صدر الإسلام وحتى العصر الحاضر)، عادل نويهض، قدم له: مُفتي الجمهورية اللبنانية الشَّيْخ حسن خالد، مؤسسة نويهض الثقافية، بيروت، لبنان، ط3، 1409هـ، 1/310.

[2] قلادة النحر في وفيات أعيان الدهر، أبو محمد الطيب بن عبد الله بن أحمد بن علي بامخرمة، الهِجراني الحضرمي الشافعي (ت: 947هـ)، عُني به: بو جمعة مكري، خالد زواري، دار المنهاج جدة، ط1، 1428هـ، 2/(ص169وص170). وينظر: معجم المفسرين، 2/682.

[3] وفيات الأعيان وأنباء أبناء الزمان، أبو العباس شمس الدين أحمد بن محمد بن إبراهيم بن أبي بكر ابن خلكان البرمكي الإربلي (ت: 681هـ)، ت: إحسان عباس، دار صادر، بيروت، 2/(ص386ومابعدها). وينظر: سلم الوصول إلى طبقات الفحول، مصطفى بن عبد الله القسطنطيني العثماني المعروف بـ «كاتب جلبي» وبـ «حاجي خليفة» (ت: 1067هـ)، ت: محمود عبد القادر الأرناؤوط، إشراف وتقديم: أكمل الدين إحسان أوغلي تدقيق: صالح سعداوي صالح، إعداد الفهارس: صلاح الدين أويغور، مكتبة إرسيكا، إستانبول، تركيا، النشر: 2010 م، 2/134.

[4] تأريخ الإسلام وَوَفيات المشاهير وَالأعلام للذهبي، 5/141. وينظر: إنباه الرواة على أنباه النحاة

المؤلف: جمال الدين أبو الحسن علي القفطي (ت: 646هـ)، ت: محمد أبو الفضل إبراهيم، دار الفكر العربي، القاهرة، ومؤسسة الكتب الثقافية، بيروت، ط1، 1406هـ - 1982م، 4/8.

[5] تأريخ الإسلام للذهبي، 5/201. وينظر: سير أعلام النبلاء، شمس الدين أبو عبد الله محمد بن أحمد بن عثمان بن قَايْماز الذهبي (ت: 748هـ)، ت: مجموعة من المحققين بإشراف الشيخ شعيب الأرناؤوط، مؤسسة الرسالة، ط3، 1405هـ، 9/445.

[6] التاج المكلل من جواهر مآثر الطراز الآخر والأول، أبو الطيب محمد صديق خان بن حسن بن علي ابن لطف الله الحسيني البخاري القِنَّوجي (ت: 1307هـ)، وزارة الأوقاف والشؤون الإسلامية، قطر، ط1، 1428هـ - 2007م، (ص97).

[7] الفوائد البهية في تراجم الحنفية، أبو الحسنات محمد عبد الحي اللكنوي الهندي، عنى بتصحيحه وتعليق بعض الزوائد عليه: محمد بدر الدين أبو فراس النعساني، طبع بمطبعة دار السعادة بجوار محافظة مصر، ط1، 1324هـ، (ص195).

[8] تأريخ بغداد، أبو بكر أحمد بن علي بن ثابت بن أحمد بن مهدي الخطيب البغدادي (ت: 463هـ)،

ت: الدكتور بشار عواد معروف، دار الغرب الإسلامي، بيروت، ط1، 1422هـ، 13/587.

[9] تأريخ الإسلام للذهبي، 11/250. وينظر: سير أعلام النبلاء للذهبي، 19/439.

[10] سلم الوصول لحاجي خليفة، 3/(ص314وص315). وينظر: العقد الثمين في تأريخ البلد الأمين، تقي الدين محمد بن أحمد الحسني الفاسي المكي (ت: 832هـ)، ت: محمد عبد القادر عطا

الناشر: دار الكتب العلمية، بيروت، ط1، 1998م، 6/37، تأريخ الإسلام للذهبي، 11/697، ومعجم المفسرين، 2/666.

[11] العقد المذهب في طبقات حملة المذهب، ابن الملقن سراج الدين أبو حفص عمر الشافعي المصري (ت: 804 هـ)، ت: أيمن نصر الأزهري وسيد مهني، دار الكتب العلمية، بيروت، ط1،  1417هـ، 1/(ص149وص150). وينظر: طبقات الشافعية الكبرى، تاج الدين عبد الوهاب بن تقي الدين السبكي (ت: 771هـ)، ت: د. محمود محمد الطناحي، ود. عبد الفتاح محمد الحلو، هجر للطباعة، ط2، 1413هـ، 8/81، وسلم الوصول إلى طبقات الفحول لحاجي خليفة، 3/211.


0 Yorum - Yorum Yaz


Fatihah Sulong

17070731

1. SINIF

 

KORONA GÜNLERİNDE SOSYAL MEDYADA İYİ İNSAN OLMAK / İYİ İŞLER YAPMAK.

 

Yeni bir korona virüsü türünün yayılmasından sonra, COVID-19, Türkiye dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki ülkeler çeşitli önlemler açıkladı. Virüsün yayılmasını önlemek için, üniversitedeki dersleri çalışacak şekilde ayarlamak gibi herkesin karşılaşmalardan kaçınmasına yardımcı olmak için uzaktan eğitim önlemi alınmıştır. İş yerlerinde çalışsanlar da ev yerinde çalışmaya başladılar ve lokantalar dahi istisnasız kapandı. Çeşitli sosyal faaliyetlerden kaçınma dahil.

 

İyi bir insan olarak iyiye teşvik etmek için sosyal medyayı kullanmak bence bu dönemde yapılacak en hayırlı hizmetlerdendir. Sosyal medyadaki yayınlarımız aracılığıyla seminerler düzenleyebiliriz, yardımcı yayınları motive edebilir ve paylaşabiliriz. Görüntülü görüşmeler veya mesajlaşmayla ailemiz, akrabalarımız, arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz ve daha fazlasıyla iletişim kurabiliriz. Ben insanlar ile sosyal medyada her gün düşüncelerimi ve nefislerine nasıl uymamaları için onlarla Kurandan ayetleri ve Peygamberimizin (s.a.v) yaptığı amelleri ve nasıl Peygamberimizin ümmetine layık birisi olacaklarına dair paylaşımlar yapıyorum. Aynı zamanda sosyal medyada paylaştığım bilgileri araştırırken ben de kendimi eğitmiş ve nefsimi terbiye etmiş oluyorum. Bu sosyal medya paylaşım düşüncelerim virüs başladıktan sonra ortaya çıkmaya başladı, diyorlar ya her şeyde bir hayır vardır belki de benim için bu bir hayrın başlangıcıdır .

 

Allah’a şükür! Bu dönemde sosyal medyamız var. İnsanların birbirleriyle tanışmamış olsalar bile sosyal etkileşimler yapmalarına izin veren harika bir araçtır. İnsanlar fiziksel olarak ayrı olasalar da sosyal medya aracılığıyla bağlantı kurabilirler. Günümüzde çalışma ödevleri, ödevler, toplantılar tüm konferanslar sosyal medya üzerinden yapılıyor. Bilginin takibi hızlı ve zamanında yapılır. Devletler vatandaşlarına ulaşabilmesi için sosyal medyayı bir araç olarak kullanır.


0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi