Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)


Adem KARABULUT

17912753 (YÜKSEK LİSANS BAHAR)

 

İslam dininin üç temel ilmi olan tefsir hadis ve fıkıh’ın usul mütalaası:

                  TEFSİR USULÜ

Tefsir: Sözlükte bir şeyi açmak, aydınlatmak ve ortaya çıkarmaya; terim olarak, insan gücü ve

Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah'ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metninin

içerdiği manaları ortaya koymaya denir.

Tefsir usulü: Kur'ân'ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve

yöntemler ortaya koyan ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler veren ilimdir.

Amacı Kur'ân'm anlaşılmasına yardımcı olmaktır.

Tefsirle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar

1. Te'vîl

Meşru bir sebep veya delilden ötürü âyeti zahirî manasından alıp, kendisinden önce ve

sonraki âyete mutabık, kitâb ve sünnete uygun manalardan birine hamletmeye denir.

Tevilin şartları;

ü Te'vile esas alınan mana, lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine

delâlet ettiği manalardan olmalıdır

ü Te'vil, lafzın ilk akla gelen zahirî manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î

bir delile dayanmalıdır

ü Te'vilin şartlarından biri de, yapılan te'vîlin manası açık bir nassa muhalif olmamasıdır

 

Te'vîl ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Te'vil, kesinlik ifade etmezken, tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik

arzeder.

2. Te'vil genelde nassların manalarında, tefsir ise lafızlarda görülür.

3. Te'vil, tefsire göre daha hususî bir anlam taşır.

4. Te'vil kavramı, bâtınî manaları ortaya koymak, tefsir ise hakikat veya mecaz yoluyla lafızların zahirî

manalarını beyân etmek için kullanılır

 

2. Tercüme

Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmeye denir. İkiye ayrılır;

harfi ve tefsiri.

Harfî Tercüme: Tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların

yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde

yapılan bir tercümedir. Kur’an’ı bu türden tercüme yapmak mümkün değildir.

Tefsiri Tercüme: Tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir.

 

3. Meal

Bir sözün manasını her yönüyle değil de, biraz noksanıyla ifade etmeye denir. Eksik ve hatalı

tercüme demektir

 

Tefsir usulü kaynakları

1) Arapça kaynaklardan birkaçı;

a) Haris el-Muhâsibî, el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân

b) İbn Teymiyye, Mukaddime fî Usûli't-Tefsîr

c) ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân

d) ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn

e) Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân…

2) Tefsir mukaddimleri

a) Taberî, Câmiu'l-Beyân An Te'vili'l-Kur'ân

b) Râğıb El-İsfahânî, Mukaddimetü''t-Tefsîr.

c) İbn Atiyye El-Endülüsî; Mukaddime

3) Türkçe kaynaklardan bir kaçı;

a) Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, Delîlu't-Tefâsîr

b) İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü

c) Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş

d) Ali Turgut (öl.1412/1991), Tefsir Usûlü ve Kaynakları

e) Ömer Dumlu, Kur'ân Tefsirinde Yöntem…

 

Kur'ân

Sözlük anlamında değişik tanımlar yapılmıştır;

ü Karine, "delil" ve "burhan" gibi manalar ifade etmektedir.

ü Kur'ân lafzı, bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek manasına gelir. Çünkü

Kur'ân'da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir. Söz konusu âlimlere göre Kur'ân kıssa, emir, nehiy, va'd, va'îd, sûre ve âyetleri ya da önceki kitapların orijinal hükümlerini bir araya topladığı için ona bu isim verilmiştir.

ü Kur'ân kelimesi, "okudu" anlamını ifade eden fiilinden türemiş olup, masdar manasından

ism-i mef'ûl manasına nakledilmiş ve Hz. Peygamber (sav)'e indirilmiş ilâhî kelâmın özel ismi

olmuştur…

Terim olarak: "Hz. Peygamber (sav)'e vahiy yoluyla indirilip Mushafîara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz kelâmdır.

Kur’ân’ın kendine mahsus bir yazı şekli vardır ki, buna Resmü’l-Osmani denir.

 

Kur'ân vahyinin inzali konusunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür;

1. Kur'ân vahyi önce Levh-i mahfuz'dan bir bütün olarak Beytül-izzet’e -dünya semâsına-,

oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla yirmi küsur yılda Hz. Peygambere nazil olmuştur.

2. Kur'ân, Kadir gecesinde başlayarak yürmi üç seneye yakın bir süre içerisinde meydana

gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda Hz. Muhammed'e indirilmiştir.

3. Kur'ân, Yüce Allah'ın bir sene içerisinde inişini takdir etmiş olduğu miktarlar tarzında yirmi

üç Kadir gecesinde dünya semâsına indirilmiş, oradan da tedrîci bir şekilde Hz. peygamber'e inzal

edilmiştir

 

Kur'ân'ın tedricen indirilişi ve bunun sağladığı faydalar;

ü Kur'ân'm tedricen indirilişinde aslolan, vahyin yeni gelişmelere parelel olarak indirilmesidir.

ü Hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olmasıdır.

ü Mükellefiyetlerde genel olarak kolaydan zora doğru bir seyrin izlenmiş olmasıdır.

ü Nassların manalarını anlama, yorumlama ve onlardan hüküm çıkarmada kolaylık sağlamış

olur.

ü Kur'ân’ın muhteva itibariyle tedricen indirilişi, onun evrenselliğinden kaynaklanmaktadır.

 

Vahiy

Sözlükte, gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilham etmek, imâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese vermek gibi manalara gelmektedir. Terim olarak Allah'ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamberlerine iletmesi.

 

Vahyin Geliş Şekilleri

Kur'ân, Allah Teâlâ'nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber

vermektedir. eş-Şûrâ 42/51. âyette bu yollar şöyle sıralanmıştır:

"Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle

dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".

ü Cebrail'in Peygamberin kalbine vahyetmesi –bu şekilde iki defa getirmiştir-.

ü Meleğin insan kılığında vahiy getirmesi –en kolay olanı-.

ü Ses aracılığıyla alınan vahiy –çıngırak sesiyle gelen-.

ü Sâdık rüyalar –vahyin gelişine işaret-.

ü İlham yoluyla yapılan vahiy

ü Perde arkasından konuşmak –Hz. Muhammed ve Hz. Musa’ya has-.

 

Ayet

Sözlükte herhangi bir şeyin varlığım gösteren alâmet anlamını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak

açık işaret, delil, ibret ve mucize gibi anlamlara da gelir.

Mutlak anlamda iki kısma ayrılmaktadır;

1) Fiili ayetler; Kainattaki sayısız çeşitlilik ve farklılıkları sürekli bir düzen ve kanuna bağlayan

yaratıcının varlığını, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ve yaratıkların taşıdığı özelliklerden

çıkarılan delillerin tamamı.

2) Kavlî âyetler: Pegamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir.

Kuranın sürelerini oluşturan cümlelerdir. İslâm bilginleri âyetleri ifade ettikleri anlamların

açıklığı ve kapalılığı sebebiyle; muhkem, müteşâbih, mücmel ve mübeyyen şeklinde kısımlara

ayırmışlardır. Ayrıca tefsir usûlü bilginleri âyetleri, iniş yeri, zamanı ve hitap esasına göre; Mekkî-

Medeni, arzî-semâvî, hazârî-seferi, nehârî-leylî, sayfî-şitâî, firâşî-nevmî diye de

gruplandırmışlardır.

Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur'ân'daki tertibinin tevkîfî olduğu

hususunda ittifak etmişlerdir. Kur’ân’daki ayet sayıları konusunda değişik görüşler vardır. Bunların

en kabulu ve muhafa uygunu 6236’dır.

 

Sure

Sözlükte, yüksek makam, üstün derece, şan, şeref, binanın kısım veya katları anlamına

gelmektedir. Terim olarak, âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil kur'ân bölümü

demektir. Kur'ân'da 114 sûre bulunmaktadır.

Sureler, ihtiva ettikleri âyet sayısı bakımından şu şekil de sınıflandırılmıştır; âyet sayısı yüzden fazla olanlara tuvel, âyetleri yüz dolayında olanlara yahut biraz geçenlere miun, yüzün altında

bulunanlara mesani, ayetleri kısa ve besmeleli fasılaları çok olan surelere mufassal denilmiştir.

Daha çok tecih edilen görüşe göre; hicretten önce nazil olan surelere Mekki, ondan sonrakiler ise Medeni olmak üzerede kısımlara ayrılmışlardır.

Surelerin tertibinin nasıl olduğu konusunda üç görüş ileri sürülmüştür;

ü Surelerin tertibi içtihadi’dir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Malik gelmektedir.

ü Sure tertibi tevkifidir. Surelerin tertibi de, ayet ve harflerin tertibi gibiydi.

ü Kısmen tevkifi kısmen de içtihadi’dir.

 

Kur'ân'ın Hz. Peygamber zamanında yazılması

Resulullah zamanında yazıldığını gösteren deliller;

ü Hz. Ömer'in müslüman olması olayında kız kardeşinin elinde bulunan Taha suresi'nin baş

tarafındaki ayetlerin yazılı bulunduğu sayfa

ü Hz. Osman'ın şu sözü; "Peygamber (s)'e herhangi bir kur'ân bölümü nazil olduğunda

katiplerinden birini çağırır ve ona: "Bu ayetleri, falan ayetleri içine alan sureye koy" derdi.

ü Berâ b. Azib'den yapılan bir nakilde de o şunu söylemiştir; bir ayet nazil olduğu zaman

Resûlullah (sav): "Bana falanı çağırın" dedi. Çağırılan şahıs (Zeyd b. Sabit) mürekkep, kalem

ve üzerine yazı yazılacak malzeme alıp geldiğinde Allah Resulü ona: "âyetini yaz" dedi.

ü Hz. Peygamber'in, ‘Benden Kur'ân'ın dışında birşey yazmayınız.’ sözü.

Kur'ân metninin kitap haline getirilmemesi sebpleri;

ü Kur’ân’ın cem’i ve istinsahı belli olaylar ve ihtiyaçlar sonucu olmuştur. Peygamber

döneminde bu ihtiyaçlar yoktu.

ü Vahyin inişinin halen devam etmesi.

ü Kur’ân’ın tedrici bir şekilde inmesi.

ü Bazı alimlere göre de nesih olayı.

Ø Kur’ân yemame savaşın da çok sayıda hafız şehid edilmesi üzerine cem’ edilmiştir. Hz. Osman dönemin çıkan ihtilaflar sonucunda da istinsah edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde

de kur’ân’ın yanlış okunması sebebiyle notalama(Ebu'l-Esved ed-Düeli) ve harekeleme

çalışmaları(Nasr b. Asım ve Yahya b. Ya'mer’i görevlendirerek, Haccâc b. Yûsuf tarafından

yapılan çalışma) yapılmıştır.

Kıraat

Herhangi bir kelime üzerinde med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i'râb bakımından meydana

gelen değişikliğe denir. Kurra ise; okuyucu ve okuyan anlamını ifade eden kâri kelimesinin

çoğuludur, terim anlamı ise; yedi ya da on kıraatin kendilerine nisbet edildiği imamlara denir.

Kıraatlardaki çeşitliliğin hikmetleri;

ü Kur'ân'ın ilk muhataplarına onu farklı kıraatlarda okuma imkanını verilmesi, birden çok

lehçe konuşan çeşitli arap kabilelerinin, tahrif etmeden ve günaha düşmeden kur'ân'ı

okumalarını kolaylaştırmak.

ü Arap kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermek.

ü Kıraatlar ayrıca Hz. Peygamber ümmetinin diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya

koymaktadır.

ü Kıraatlar, fakihlerin hüküm istinbatında başvurdukları bir yol olması.

 

Kıraat imamları ve ravileri;

1) Nâfi –Medine kıraati-: Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebî Nuaym el-Leysî. Remzi elif’tir. En

meşhur iki ravisi; Kâlûn, Verştir.

2) İbn Kesîr –Mekkelilerin kıraatı-: Abdullah b. Kesîr el-Mekkî. Remzi dâl’dır. Meşhur iki ravisi;

el-Bezzî ve Kunbül’dür.

3) Ebû Amr –Basralıların kıraati-: Ebû Amr b. el-A'lâ el-Mâ'zinî. Remzi boğaz harfi olan ha’dır.

Meşhur iki ravisi; Duri ve Susi’dir.

4) ibn Âmir –Şamlıların kıraati-: Abdullah b. Âmir el-Yahsûbî. Remzi kef’tir. Meşhur ravileri;

Hişam ve İbn Zekvan’dır.

5) Âsim-Kufelilerin kıraati-: Ebû Bekr Âsim b. Ebi'n-Necûd. Remzi nun’dur. Meşhur ravileri;

Ebû Bekr Şu'be ve Hafs’tır.

6) Hamza: Ebû Ammâre Hamza b. Habib ez-Zeyyât. Remzi fe’dir. Meşhur raviler; Hallad ve

Halef’tir.

7) el-Kisâî; Ebu'l-Hasen Ali b. Hamza el-Kisâî, Hamza'dan sonra Kûfe'nin kıraat imamıdır.

Remzi ra’dır. Meşhur ravileri; Dûri ve Ebu'l-Hâris’tir.

8) Ebû Ca'fer: Yezid b. el-Ka'ka' el-Mahzûmi. Remzi ya’dır. Meşhur ravileri İsâ b.Verdân ve

Süleyman b. Cemmâz’dır.

9) Ya'kûb: Ya'kûb b. İshâk. Basra kıraat imamlarındandır. Râvileri Muhammed b. Mütevekkil ile

Ravh b. Abdulmü'min'dir. Remzi ya’dır.

10) Halef: Halef b. Hişâm. Aynı zamanda Hamza'nın birinci ravisidir. Râvileri İshâk b. İbrahim ve

İdris b. Abdulkerim’ dir. Remzi hal’ dır.

 

Yedi Harf (el-Ahrufu's-Seb'a) Kavramı

Seb'a lafzının delâleti konusunda da iki ayrı görüş vardır;

1. Seb'a lafzı, gerçek anlamda kullanılmış olup bilinen yedi sayısını ifade eder. Yani delâletinde

kesinlik söz konusudur.

2. el-Ahrufu's-seb'a terkibinde yer alan yedi mecazî manada olup, genişlik ve kolaylık demektir

Yedi harf ile ilgili birkaç hadis;

ü İbn Abbâs'tan nakledilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cibril bana Kur'ân'ı bir harf

üzere okuttu. Ancak artırması için müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı

yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.

ü Ubeyy b. Ka'b'tan nakledilmiştir: "Hz. Peygamber, Beni gıfar suyunun yanında iken, Cebrail ona geldi ve dedi ki:

- Muhakkak Allah, ümmetinin Kur'ân'ı bir harf üzere okumalarını sana emrediyor, Hz.

Peygamber de:

- Allah'tan bağışlanmamı isterim, ümmetimin buna gücü yetmez, dedi. Bu şekildeki konuşmalar üç defa tekrar etti. Dördüncüde Cebrail:

- Allah ümmetine Kur'ân'ı yedi harf üzere okumalarını emrediyor, hangi harfi okurlarsa isabet ederler, dedi.

ü Ebû Talha'nın bildirdiğine göre yine Hz. Ömer'le bir şahıs arasında kıraatla ilgili bir ihtilaf ortaya çıkmış; Bunun üzerine Hz. peygamber her ikisinin okuyuşunu da beyenerek: "Ey

Ömer! Rahmet ayetini azab, azab ayetini de rahmet kılmadıkça, Kur'ân'ın (bu okuma tarzlarının) hepsi de doğrudur" demiştir…

 

Yedi harf hakkında ileri sürülen görüşler;

1) Zayıf görüşler:

a) Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm, husus, mücmel, mübey-yen ve müfesserdir.

b) Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbar ve zecr'dir.

c) Va'd, va'îd, mutlak, mukayyed, tefsir , te'vil ve i'râb'tır.

d) Helâl, haram, muhkem, müteşâbih, inşâ ve ihbâr'dır.

e) Mukaddem, muahhar, ferâiz, hudûd, mevâiz, müteşâbih ve emsâl'dır.

f) Mutlak- mukayyed, umûm- husus, nass- müevvel, nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisna

ve kısımlarıdır.

g) Meşhur yedi imamın kıraatidir.

h) İsbât ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları ilmi, avf ve azâb ilmi,

haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi, ve imamet ilmidir1[192].

i) Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ev Ubeyy b. Ka'b'ın kıraatlarıdir.

 

2)Kuvvetli Görüşler

a) Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

b) Yedi harften maksat, aynı manaya gelen çeşitli lafızların yedi vechidir.

c) Yedi harfle kastedilen, yedi vecih’tir.

 

KUR’ÂN İLMİYLE İLGİLİ ÇALIŞMAŞLAR

1) Nüzul sebepleri(Esbabu’n-Nüzul)

Bazı ayet ve surelerin ne gibi sebeplerle indirildiğini bildiren ilim dalına denir. Nüzul sebebini bilmenin faydalarını şöyle sıralayabiliriz:

ü Kur’anı-ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmetleri anlaşılır, mü’minin imanı kuvvetlenir,

müşrikin de doğru yolu bulmasına vesile olur.

ü Ayetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır, şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur.

ü Hasr tevehhümü bertaraf edilir. Kur’an’da ayetin zahiri hasr ifade edebilir. Fakat sebeb-i

nüzul bilinirse bu hususta yapılması muhtemel hatalar önlenmiş olur.

ü Nüzul sebebi ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.

ü Ayetlerin kolayca anlaşılıp ezberlenmesi sağlanır.

 

2) Nasih-mensuh

Bir nassın hükmünün ya yerine bir nass gelerek veya hiçbir nass gelmediği halde belli bir zaman sonra kaldırılmasıdır.

Nasih ve Mensuh ancak şu üç şekilden biri ile bilinebilir:

ü Nasih ve mensuh delillerin nüzul veya vürud zamanlarının bilinmesi.

ü Nasih olan delilde, daha önceki bir delilin hükmünü neshettiğine dair açık ifade bulunması.

ü Sahabeden “Şu veya şu ayet veya hadis, şu ayet veya hadisi neshetmiştir.” Diye açık ve kat’i

bir rivayetin bulunması.

Nasih ve mensuh olması caiz olan şeyler:

ü Kur’an’ın Kur’an’la neshi

ü Sünnetin Kur’an’la neshi

ü Kur’an’ın mütevatir sünnetle neshedilmesi

ü Sünnetin sünnetle neshi

ü Kur’an’ın icma, icmanın icma ve kıyasın kıyas ile neshi

 

3) Muhkem ve müteşabih

Muhkem ayetler, manası açık olan, manasında ihtilaf edilmeyen, manalarının anlaşılması için açıklamaya ihtiyaç duyulmayan, manası herkes tarafından anlaşılabilen ayetlerdir.

Müteşabih ayetler ise Birden fazla manaya gelen, manası açık olmayıp manasında kapalılık bulunan, açıklamaya ihtiyaç duyulan veya muhkem ayetlere ters gibi görünen ayetlerdir.

 

4) Huruf’ul- mukatta’a

Bazı surelerin başında bir veya başka harfin birleşmesinden meydana gelen kesikli harflere denir. 29 surenin başında bulunmaktadır.

Hurufu Mukatta’a hakkında öne sürülen fikir ve değerlendirmeleri şu şekilde sıralanabilir:

ü Halil b. Ahmed ve Sibeveyh’e göre bu harfler surelerin isimleridir. Hangi surenin başında

gelmişse o surenin ismini belirlemiştir.

ü İbn Abbas’a göre bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine delalet

ettiği gibi, Allah’tan başka isimlere de delalet eder. Bu harfler Allah’ın ismi A’zamı’dır.

ü Kelbi, Süddi ve Katade’ye göre bu harfler Kur’an’ın isimleridir.

ü Ahfeş’e göre bu harflerle Allah yemin etmektedir.

ü Ferra, Kutrub ve Müberred’e göre bunlar münferit harflerdir, gayesi müşriklerin ilgi ve

dikkatini çekmektir, onlara meydan okumaktır.

ü Birer tenbih edatıdır.

ü Bazı cümel hesapları ve bir kısım olayların istihracına yardımcı olan hususlardır.

 

5) Garibu’l- Kur’ân

Kur’an’da yer alan, araplar arasında da yaygın bir şekilde kullanılmadığı için pek bilnmeyen kelimelere ğarib denilmiştir. Kur’an’da nadiren de olsa yabancı kelimelerin bulunuşu, ekseriyeti teşkil eden Kureyş lehçesinin dışında, diğer lehçelerden de birçok kelimelerin yer alması Ğaribu’l-kur’an ilmini ortaya çıkarmıştır.

 

6) İcazu’l- Kur’ân

Kur’ân’ın muczeliğini işleyen ilimdir. Kur’an-ı Kerim’in i’cazını şu yönlerde aramak mümkündür:

ü Uslûbu, Dili ve Fesâhatı; tüm insanlar bir araya gelip, Kur’an’a benzer bir eser meydana

getirmek için çalışsalar bile yine de onun benzerini meydana getiremiyecekleri.

ü Te’lif yönündeki eşsizlik; 20 yılı aşkın süre içinde aralıklarla parça parça nazil olmasına

rağmen ayet ve sureler arasında eşsiz bir vahdet ve insicam vardır.

ü İhtiva ettiği ilimler yönünden i’cazı

ü Tabiat ilimlerine temas ve işarette bulunması

ü Geçmiş, gelecek ve hal ile ilgili gaybi haberlerinin gerçekleşmesi

ü Kur’nâ’ın Rasulullah tarafından tebdil edilmemesi

 

 

 

7) Aksamu’l- Kur’ân

Kur’ân’ın bazı ayetlerinde Allah’ın kendi yüce ismi üzerine, rasullere, Kur’an’a, meleklere, kıyamet gününe, tabiatta bulunan önemli varlıklara yemin edilmiştir. Bu yeminleri inceleyen ilme

denir.

Kur’an’da yeminlerin bulunmasındaki sebepler şöyle açıklanmıştır:

ü İslam’dan önceki Arapların toplum hayatında yeminin büyük rolü vardır. Arapların

öteden beri alıştıkları bu usulü kur’ân muhafaza etmiştir.

ü İndirilen ayetler yeminlerle teyid edilip ayetler ve öngördüğü hususlar vurgulanmıştır.

ü Yemin edilen şeyin kıymet ve önemine işaret edilmiştir.

ü Dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için kullanılmıştır.

 

8) Kısasu’l-Kur’ân

Allah, muhataplarına tevhid ve ahlak ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatırken, öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metodu kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hadiseleri, dini ve ahlaki bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla gerçekleşmiştir. Bu kıssaları konu edinen ilme denir.

 

9) Emsalu’l- Kur’ân

Mesel kelimesi lügatta şibih, nazir, delil, hüccet, bir nesnenin sıfatı, halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir. Türkçe de atasözü denir. Emsalleri konu edinip inceleyen ilme denir.

 

10) Mecaziu’l-Kur’ân

Kur’ândaki mecaz olarak kullanılan kelimeleri inceleyen ilme denir.

 

11) Müşkilu’l-Kur’ân

Kur’ân ayetleri arasında ilk bakışta ihtilaf ve tenakuz gibi görünen durumları inceleyen ilme denir.

İhtilaf konusundaki tercih kaidesini şöylece sıralayabiliriz:

ü Hüküm hususunda Medeni olanlar Mekki olanlara tercih olunur.

ü İki hükümden biri Mekke ehli ahvaline, diğeri Medine ehli ahvaline ait olursa, Medine ehli

ahvali takdim olunur.

ü İki hükümden birinin zahir manası müstakil bir hükme, diğer ayetin lafzı bunu iktiza ederse,

müstakil hüküm ifade eden tercih olunur.

ü İki ayetten her biri zahirde kastedilen şeyi yüklenmiş olarak umum ifade ederse, bu taktirde

onlardan birinin başka bir maksadı tahsise gideni varsa o tercih edilir.

 

12) İ’rabu’l- Kur’ân

Kur’ân kelimelerinin cümle içinde bulundukları yere göre gramer yönünden incelenmesi ve tahlillerinin yapılması İ’rabu’l-Kur’ân ilmini meydana getirmiştir.

 

13) Mucmel- mubeyyen

Anlamı kapalı olan- mucmel- ve anlamı açık olan-mubeyyen- ayetleri inceleyen ilimdir.

 

14) Mubhematu’l- Kur’ân

Kur’an-ı Kerim’de sarih olarak isimleri zikredilmeyip te, ismi mevsuller veya zamirlerle

zikredilen erkek veya kadınlar olduğu gibi, melek veya cin veyahut ta bir topluluk veya kabile de

olabilir. Bu gibi ismi mevsullerin veya zamirlerin kime delalet ettiğini inceleyen ilimdir.

Müphemlerin bulunmasının sebebleri şöyle sıralanabilir;

ü Müphem olan husus kur’ân’ın başka bir yerinde tekrar zikredilerek onun aydınlatılmasıyla

bir zenginlik elde etmek.

ü Yakinen görülecek bir hale getirerek, müphemi meşhur etmek.

ü Müphemin gizlenmesinin maksadı, o müphemin atfedilmesini istemenin daha beliğ

olduğunu göstermek.

ü Nakıs bir vasıfla, onu tahkir etmek.

ü İsim zikretmeksizin kamil bir vasıf ile onu yüceltmek.

 

15) Vucuh-Nezair

Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile, yine aynı kelimenin diğer ayetlerde anlamlar aynı olmamasına vucuh denir. Çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine nezair denir.

 

16) Tenasibu’l-ay ve süver

Ayetler ve sureler arasındaki uyum ve ahengi inceleyen ilimdir…

 

 

HADİS USÛLÜ

Hadis ve Sünnet kavramı ile ilgili;

Hadis, “eski” manasına gelen “kadim”in zıddı olup ve “yeni” anlamına gelen bir kelimedir.

Kur’ân da söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır. “Haydi onun gibi bir söz getirsinler.” (Tur

52/34), “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?” (Taha 20/9)

Hadisin terim anlamı ise, söz, fiil, takrir, ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şey. Hatta sahabe ve tabiun söz ve fiilerine de hadis denilmektedir.

Bazen hadis terimi yerine haber kelimesini, sahabe ve tabiuna ait söz ve filer için eser terimini

tahsis edenler de olmuştur.

Sünnet, sözlükte yol ve gidişat anlamına gelir. Yolun iyisinede kötüsünede sünnet denilmektedir. علیكُم بسنتي hadisinde Hz. Peygamberin yaşayış modeli anlamında kullanılmıştır. Kur’ân

da sünnetullah şeklinde yüce yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları anlamında; sünnetul evvelin ifadesinde de eskilerin örf-adet ve yaşayış tarzları manasında kullanılmaktadır.

Sünnet kelimesi önceleri Rasulullah (s)’in fiili anlamında, hadis de Rasulullah (s)’in sözü anlamında kullanılmışsa da sonraları sünnet Rasulullah (s)’in söz, fiil ve takrirleri anlamında kullanılmıştır.

Kısaca sünnet Rasulullah(s) tarafından öğretilmiş ve vazedilmiş kaidelerin bütünü anlamı verilebilir. Hadis ise sünnet malzemesinin yazı ile tesbit edilimiş metinleri demektetir.

 

Hadis usulu şöyle tarif edilebilir; hadis ilminin dayandığı prensiplerini, metodolojisini inceleyen ilim dalıdır.

 

Hadis/Sünnet’in önemi;

Peygamberin aslı görevini Maide 67. ayet “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.

Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insalardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kafirleri hidayete erdirmez.” Ve Nahl 44.ayet “O Peygamberleri apaçık delillerle ve kutsal metinlerle gönderdik. İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.” Öğreniyoruz ki Allah’ın mesajını tebliğ ve beyandır. Dolaysıyla

Peygamberin sünneti, ayetleri tefsir eder, mücmelini açıklar, mutlak olanlarını belli kayıtlara bağlar, genel anlamlı lafızları özel manalara tashih eder. Kendilerine ne indirildiğini anlatma yetkisi bütün bunları kapsar. Kur’ân bizzat “Peygamber size ne getirdi ise, onu alın; size neyi yasaklarsa ondan kaçının.”(Haşr 7) emrini vermiş, sünnetin dindeki yerini ve hukuki bağlayıcılığını bildirmiştir. Ve diğer atyetler; Nisa 80, Ahzap 36, Nur 63.

Sünnete uymanın gereğini ve faydasını belirten hadislerden bir kaçı; “Sözlerin en güzeli

Allah’ın kitabı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşleri en zararlısı da uydurulandır.”(İbn

Mace, Mukaddime 7), “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve Resulünün sünneti”(Muvatta, Kader 3)

 

Netice olarak sünnet, Allah’ın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılmış evrensel yorumudur.

 

Hadis Usulu İlmin Doğuşu

Günlerini geçim temini ve ilim tahsili arasında taksim eden ilk Müslümanlar, yeni yerler feth edildiğinde, bu kez onların kitap ve sünneti öğrenme isteği ile karşılaştılar. Hem halifelerce görevlendirilen vali ve amiller hem de mücahid olarak bulunan sahabeler, asli görevlerinin tebliğ ve talim olduğu bilinciyle hareket ettiler. Sahabeler farklı yöreler de yerleşip orda kitap ve sünnet bilgisini yayıyorlardı.

Sahabelerin bu ilmi gayretini gören tabiiler de aynı şekilde davranmaya sevketti. Kendi bölgelerinde bulunan sahabelerden aldıkları bilgilerle yetinmeyerek ilim yolculuklarına/rihle başladılar. Öte yandan toplum hayatının doğasında yer alan sosyal, siyasi ve itikadi çalkantılar, hem tebliğ görevini hem de Hz. Peygamber’e ait olmayan bir şeyi ona isnad etmeme dikkatini ve titizliğini arttırdı. Bu sebeple ilmi faaliyetler de bazı kaidelerin belirlenmesini gerektirmiştir. Bu kaideler daha sonraları müstakil kitaplara konu teşkil hadis usulu prensipleridir.

Sahabelerin hadis metinlerinin nakline öncülük ettikleri gibi hadislerin anlaşılmasına ve uygulanmasına konusunda da öncülük etmişlerdir. Yani hem rivayetu’l-hadis hem de dirayetu’l hadis ilminin ilk temellerini atmışlardır.

 

Hadis Usulu ilminin konusu;

Hadislerin sened ve metin durumunu anlamaya imkan veren, bu doğrultuda hadislerin kabul ve reddini inceleyen bir takım kaideler ilmidir.

 

Hadis Usulu İlminin Kaynakları

Mütekaddimuna ait eserler;

1) Usul kitaplarının bugün bilinen ilk kitabı; er-Ramehürmüzi’nin el-Muhaddisu’l-fasıl

beyne’r-ravi ve’l vai’sidir.

2) Ebu Abdillah el-Hakim en-Neysaburi Marifetu ulumu’l-hadis; usul konularını 52 nevi

içinde işleyen bir kitap olarak yazılmıştır.

3) Hatıb el-Bağdadi el-Kifaye fi ilmi’r-rivaye; ilk iki kitaptan daha kapsamlıdır.

Bu kitapların ortak özellikleri;

ü Konular bab veya nevirle ayrılarak değerlendirilmiştir.

ü Konular senedli bilgilerle işlenmiştir.

ü Usul konularının tamamı işlenmemişitir.

Muteahhiruna ait eserler;

1) Kadı İyad el-İlma’ ila ma’rifeti usuli’rivaye ve takyidi’s-sema; mağribte yazılan ilk hadis

usuludur.

2) İbnu’s-Salah Ulumu’l-Hadis; hocalık yıllarında ders notları olarak hazırlanıp sonra bir

araya getirilmiş bir kitaptır. İbnu’-Salahtan sonraki usulculer tamamen bu kitaba

dayanmışlardır. Bazıları ihtisar bazıları kitaba düzenleme yapmışlardır;

a. en-Nevevi et-Takrib ve’t-teysir li ehadisi’l-beşir’n-nezir(ihtisar)

b. İbn Kesir İhtisaru ulumi’l hadis; özeti tertibi bozulmadan yapılan, dağınık konuları

bir araya getirilen, Beyhaki’nin el Medhalinden eksik görülen kısımlar tamamlana

eserdir.

c. İbn Hacer el-Askalani Nuhbetu’l-fiker fi mastalahi ehli’l eser; İbn Hacer konularını

kendisine göre düzenlediği bir ihtisar çalışmasıdır.

3) Celaleddin es-Suyuti Tedribu’r-ravi fi şerhi Takribin-Nevevi; Nevevinin kitabı üzerine

yazılmış şerh çalımasıdır.

4) Cemaleddin el-Kasimi Kavaidu’l-tahdis min fununi mustalahı’l-hadis;önceki eserlerden

seçmeler yapılarak hazırlanan bir çalımadır.

5) Tahir el-Cezairi Tevcihu’n-nazar ila ilmi’l-eser; Hakimin Marifetu ulumi’l-hadisi’nin bir özetini ihtiva etmektedir.

 

Bu kitapların ortak özellikleri;

ü Konular tartışılır.

ü Konular senedlerinden arındırılmış bir şekilde incelenir. Sadece misal olarak verilen

hadislerde sened görülür.

ü Gelişmelere yer verilir. Bundan dolayı en son yazılan eser, en kapsamlı olanıdır.

 

Türkiyede hadis usulu çalışmalrından birkaç örnek;

1) Ahmed Naim,Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi (mukaddime)

2) Hayrettin Karaman, Hadis usulu

3) Talat Koçyiğit, Hadis usulu

4) Ahmet Yücel, Hadis İlminde Tenkit Terimler ve İlgili Çalışmalar

5) İsmail L. Çakan, Anahatlarıyla Hadis…

 

Hadisin yapısı;

Hadis iki ana kısımdan meydana gelir; Sened ve Metin

Sened: Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin –Rasulullah

(sallallahu aleyhi ve sellem)’e kadar- sıralandığı kısım. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir. İsnasdın önemi iki noktada yoğunlaşmaktadır: Hadisin sıhhatini tayin ve tesbit için imkan hazırlamak, rivayet anarşisini önlemek. Hadis ilminin isnadı geliştirmesi başka bir yönden de sorumluluk duygusu ve bilimsel dürüstlük sonucudur.

Metin: Sendin kendisinde son bulduğu, hadisin asıl yerini oluşturan kısımdır. Hadis metni de çeşitli durumlar ve özellikler neticesin de yeni isimlendirmeler ve bilimsel branşlar geliştirmiştir.

Mesela hadis metinlerinde yer alan anlaşılması zor ve nadir kullanılan kelimeleri Ğaribu’l hadis, hadislerin doğru anlaşılmasını sağlayan Esbabu’l vürudi’l hadis, Nasih-mensuh, birbiriyle çelişkili gibi görünen hadisleri inceleyen Muhtelefetu’l hadis, muarızı olmayan hadisleri inceleyen Muhkem gibi bilimsel branşlar bunlardandır.

Hadis metinleri gerek uslub ve dil bakımından gerekse kitap ve sünnete uygun olup olmamak açısından hadisçilerce değerlendirilir. Tarih, sosyoloji ve psikoloji de bu değerlendirmelerde yararlanılan ilimlerdir.

 

Rivayetin Adabı

Rivayet sözlük anlamı sulamak, taşımak, nakletmek anlamlarına gelir. Terim olarak, hadisin tahammül ve edası( hadislerin bir hocadan öğrenilip başkalarına öğretilmesi), eda siğalarından herhangi biriyle kaynağına isnad etme anlamındadır.

 

Ayrıca rivayet;

ü Bir arşivciliktir. Vesikaların aslına uygun şekilde her türlü tehlikeden uzak muhafaza edilmesi

ve sonraki nesillere aktarılması demektir.

ü Bir eğitim-öğretim faaliyeti olduğundan, bunun belli usul ve adabı vardır. Bundan dolayı

hadis usul kitaplarında bu konu adabu’l-muhaddis ve adabu talibi’l-hadis balıkları altında

işlenmitir.

 

Hadis öğrencisinin adabı;

ü İyi niyet(ihlas); hadisle meşguliyetten sadece Allah’ın rızasını ummalıdır.

ü Hadisi ehlinden almaya çalışmak.

ü Öğrendiğiyle amel etmek. İmam Şafi’nin hocası Veki’ b. El- Cerrah da “Hadisi öğrenmek

istiyorsan, onunla amel et!” demiştir.

ü Hocaya saygı göstermek

ü Arkadaşlarına yardımcı olmak.

ü Tedrici bir metodla çalışmak

ü Hadis usulune önem vermek.

 

Hadis hocasının ahlakı;

ü İyi niyet ve üstün ahlak sahibi olmak.

ü Haddini bilmek, ehliyete riayet etmek.

ü Kendisinden daha ehil olana saygı göstermek.

ü Karıştırma ihtimali belirince hadis rivayetini ve okutmasını bırakmak.

ü Hadise ve hadis meclislerine önem vermek

ü Kitap yazmak, ilmi faaliyetlerinde bulunmak.

 

Hadis öğrenim-öğretim yolları(tahammül ve eda yolları)

Hadisçiler tahammül ve eda yollarını başlangıçtan beri sema’, kıraat, icazet, münavele,

kitabet, i’lam, vasiyet ve vicade olmak üzere sekiz tane olarak belirlemişler.

1) Sema’: Hoca’nın ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması;

öğrencinin hocadan duyarak rivayeti almasına denir. Hocanın okuduklarını yazdırırsa

buna da imla denir ki bütün usullerden üstün kabul edilir.

2) Kıraat(arz): Öğrencinin hocası huzurunda ezberinden veya kitaptan hadis okuması,

gerekirse hocanın yanlış yerleri düzeltmesi imkanını veren usuldur.

3) İcazet: Hocanın öğrencisine duyduklarını veya kitaplarını rivayet etmesine izin vermesine

denir.

4) Münavele: Kendisinden rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir

metin vermesine denir.

5) Kitabet: Huzurunda bulunan veya bulunmayan öğrencisi için hocanın bir veya birkaç

hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesine denir

6) İ’lam: Hocanın icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece bu

benim rivayetimdir diye açıklamada bulunmasına denir.

7) Vasiyet: Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet izninden söz

etmeksizin- kitabını öğrencilerden birine vasiyet etmesine denir.

8) Vicade: Bir kimsenin yazma bir risale veya kitabı bulması, ele geçirmesine denir. Bugün

hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicadedir.

 

Rivayetin sıfatı;

Rivayetin sıfatı derken hadislerin lafzen mi yoksa manen mi rivayet edilmiş olduğu kastedilmektedir.

Dört mezhep imamında bulunduğu ulema çoğunluğu, dil ve edebiyat bilgisi yerinde olan kişilerin, belli şartlar altında hadisleri mana ile rivayet edilmesini caiz görmüşlerdir.

Ulemanın manen hadisleri rivayet etmeyi şu şartlara bağlamışlardır;

ü Manen rivayet edecek kişinin, lafızlarının anlamlarını bilen biri olmalıdır.

ü Değiştirilen lafzın eş anlamlısı kullanılmış olmalıdır.

ü Manen rivayet edilen hadis, lafzıyla ibadet olunan bir hadis olmamalıdır.

ü Hadis sıfat hadisleri gibi müteşabih olmamalı.

ü Cevamiu’l-kelim cinsinden olmamalı.

ü Lafızları değiştirilen haber açıklık ve kapalılık bakımından aynı seviyede olmalı.

ü Hadisin aslı ezberde ise, manen rivayet caiz olmaz.

ü Bazı alimler merfu hadisleri manen rivayetini caiz görmezler...

Ø Çeşitli terimlerle hükme bağlanmış hadis metinleri ve bu metinlerin değişik sistemlerle

yerleştirildiği hadis kitapları meydana gelmiştir.

 

 

Tasnif devri/kütübü’s-sitte öncesi rivayet mahsülleri;

1. Sahifeler; Hz. Peygamberin hayatında bazı sahabeler tarafından, hadisleri yazmalarıyla veya bazı tabiundan bazı ravilerce sahabeden öğrendikleri hadisleri yazdıkları notlarla oluşturulan ve o haliyle daha sonraki nesillere intikal eden küçük hacimli eserlerdir. Bunların en meşhuru

Abdullah b. Amr’ın es-Sahifetu’s-Sadıka’sıdır. Hemmam b. Münebbihin Ebu Hureyreden duyup yazdığı 138 hadisten oluşan es-Sahifetu’s-Sahiha yegane örneklerindendir.

 

2. Cüzler; muhteva olarak birkaç çeşittir:

-Bir tek ravinin rivayetlerini ihtiva eder. Örneğin Cüz’u hadisi Ebi Bekr.

-Belli bir konudaki hadisleri ihtiva eder. Örneğin Buhari’nin Cüz’ul-kırae halfe’l-imami ve

ref’ul-yedeyn fi’s-salat gibi.

 

3. Erbeun; Hadisçinin ilgisini çeken konuda veya değişik konularda kırk hadisten oluşan eserlerdir. İlk erbeun müellifi Abdullah b. Mübarektir. Ama bu tür Nevevi’nin kırk hadisi ile tanınmıştır.

 

Tasnif devri rivayet mahsulleri;

1. Ale’r-rical rivayet mahsülleri; raviler esas alınarak telif edilen eserlerdir. Bu sistemde sahabeler, Müslüman olmaktaki önceliklerine, peygambere yakınlık derecelerine yada kabilelerine göre harf sırasına konularak konularına bakılmaksızın hazırlanan eserlere müsned denir. İlk örneği 281 sahabenin 2767 hadisini ihtiva eden Ebu Davud et-Tayalisi’nin Müsnedidir. En meşhur ve muteber örneği ise Ahmed b. Hanbel’in Müsnadidir. Bu türün bir çeşidi de mucem(hadsilerin, sahabe, şuyuh veya beldelere göre çoğu kere alfabetik olarak sılandığı eserlerdir) kitaplarıdır. Mucemler genelde kitap müellifinin hocalarının alfabetik olarak sıralanmasıyla oluşan eserlerdir. En yaygın örneği Taberaninin üç mucemidir. Bir başka çeşidi ise etraf( hadislerin bir ucu verilerek, farklı isnad kanallarıyla rivayet edildiği eserler) kitaplarıdır. Bu türün en yaygın örneği Abdulğani en-Nablusinin Zehariu’l-mevaris fi’delaleti ala mevazı’l-hadis adlı eseridir; kütübü’s-sitte ve Muvattada rivayetleri bulunan sahabeleri alfabetik olarak sıraladıktan sonra onların rivayetlerinden pasajlar vermek suretiyle yedi kitaptaki yerine bölüm adı olarak işaret etmekte, bir çeşit anahtar/kılavuz kitap görevi yapmaktadır.

 

2. Ale’l-Ebvab rivayet mahsülleri; Hadisleri konularına göre tasnif eden, bölüm ve bablara ayrılmış hadis eserlerine genel olarak musannef denir. Bunlarda temelde üç çeşittir.

Müstedrek(önceki bir musannifin şartlarına uygun olduğu halde her nedense eserinde yer

almamış olan hadislerin bir başkası tarafından toplanmasıyla meydana gelen eserler) ve

müstahreç(herhangi bir hadis kitabının hadisleri başka senedlerle yeni bir kitapta toplama

çalışmasıyla oluşan eserler) adlı eserler, hangi kitaplar üzerine yapılmışlarsa onunun

özelliğini tamamlayıcı eserlerdir.

-Musannefler; sünenlerin muhtevasına mevkuf ve maktu hadislerin ilavesiyle meydana

gelmiş eserlerdir. En meşhur olanları Abdurrezzak b. Hemmam’ın Musannefi ve İbn Ebi

Şeybenin Musannefidir.

-Camiler; Akaid, ahkam, siyer, adab, tefsir, fiten, eşratu’s-sa’a ve menakib gibi dinin bütün

cephelerine dair konularının tamamını kapsayan kitaplardır. Buhari ve Müslim’in Cami’u’ssahihleri

bu türe örnektir.

-Sünenler; ahakm hadislerini fıkıh kitapları tetibi içinde ihtiva eden kitaplardır. En başta

gelenleri Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbn Mace ve Darimi’nin sünenleridir.

Muahhar dönemde ale’l-ahruf(alfebetik) sistemle tasnif edilmiş kitaplarda bulunmaktadır.

Bunlar da metni ve bölümü alfabetik olanlar olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Hadis metinlerini ilk kelimelerine göre alfebetik olarak sıralayan Suyuti, bu sistemle Cami’u’ssağirde

10031 hadisi kaynaklarına ve sıhhat durumlarına işaret etmek suretiyle toplamış

bulunmaktadır.

Bölümü alfebetik olan hadis kitaplarına misal olarak İbnu’l-Esir el-Cezeri’nin Camiu’l-usul ile

Ali el-Muttaki’nin Kenzu’l-ummal’ı verilmektedir.

 

Ø Hadis usulu biliminin varlık sebebi kabul edilecek ve kabul edilmeyecek hadisleri tesbit etmektir. Bunun yerine getirilmesi için öncelikle ravilerin durumlarının belirlenmesi gerekir.

Ravinin rivayetinin kabul olunması için adalet ve zabt olmak üzere iki temel vasıf kendisinde bulunması lazımdır.

 

Ravinin adalet vasfı; raviyi takvaya yönelten insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir. Adalet vasfında şu unsurlar bulunur; Müslüman olmak, akıllı  olmak, buluğ çağına erişmek, muruet(insani örfi meziyet ve galeneklere sahip ve saygılı yaşamak).

Ravinin zabt vasfı; ravinin duyduğunu duyduğu gibi nakletmesi sağlayacak vasıflardır. Uyanık

olması, hadisleri ezberinden naklediyorsa ezberlemiş olması, kitabından rivayet ediyorsa kitabını iyi

korumuş olması, mana ile rivayet ediyorsa manayı bozcak unsurları iyi biliyor olması gerekir.

İbn Salah’a göre ravide zabt sıfatını bulunup bulunmadığını şöyle tesbit edilebilir; rivayeti zabt

sıfatıyla tanınan sika ravilerin rivayetiyle karşılaştırılır; rivayeti mana yönüyle sıka ravilelere genelde

uyum gösterilirse böyle bir ravinin zabt sıfatına sahip olduğu anlaşılır.

 

Ravileri adalet ve zabt yönünden değerlendiren ilim dalına cerh ve ta’dil denir.

Tabka; sözlükte herhangi bir vasıfta ortak olanlar, hadis ıstılahatında ise yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran raviler grubu anlamındadır. Tabakanın tayininde doğum, vefat, öğrenciler, hocaların bilinmesi gerekir.

ü Tabakaların tayini, gerek ravilerin tanınması, gerekse seneddeki rivayet lafızların

delaletleri, tedlis, inkıta, ve ittisal gibi konuların bilinmesinde önem arzeder.

ü Tabakalar; Sahabe h. 110; Tabiun h.180; Etbau’t-tabiin h.220; Etbau etbaı’t-tabiin h.260;

Etbau etbaı etbe’t-tabiin h.300.

 

CERH VE TA’DİL KAVRAMI VE PRENSİPLERİ

Cerh; sözlükte elle, aletle veya dille yaralamak, ıslahatta ise adalet ve zabt sıfatını iptal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek anlamındadır.

Ta’dil; tezkiye demektir. Ravinin adil ve zabıt olduğuna karar vererek rivayetlerin sıhhatini ortaya koymaktır.

Özetle cerh ve ta’dil prensipleri;

ü Herhangi bir sika ravi insanlık gereği yanılabilir.

ü Cerh ve ta’dil yapanların tezkiye sebeplerini bilen adil ve uyanık kimselerin olması

gerekir.

ü Bilgili kişi tarafından yapılan ta’dil, sebebi zikredilmeksizin, cerh ise sebebi

açıklanırsa kabul edilir.

ü Sika ravinin isim zikretmeksizin ‘bana sika söyledi’ demesi onu tadile yetmez.

ü Alim bir kişinin rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve gereğince görüş bildirmesi, fetva

vermesi ne hadisin sıhhatine nede ravinin ta’diline işarettir.

ü Bilgili olan köle ve kadının ta’dili kabuldür…

 

TA’N NOKTALARI(METAİN-İ AŞERE)

Ravinin adalet vasfına yönelik;

1. Kizbu’r-ravi; ravinin hadis rivayetinde yalancılığıdır.

2. İthamu’r-ravi bi’l-kizb; ravinin yalancılıkla itham edilmesidir.

3. Fısku’r-ravi; ravinin günahkarlığıdır. İslam’ın emir ve yasaklarından herhangi birisine

uymamak fasıklıktır.

4. Cehaletu’r-ravi; ravinin ya zatının veya durumunun bilinmemesidir.,

5. Bid’atu’r-ravi; ravinin bid’at ehlinden olmasıdır.

Ravinin zabt vasfına yönelik;

1. Kesratu’l-galat; ravinin rivayette çokça yanlış yapmasıdır.

2. Fartu’l-gafle; ravinin aşırı gafil ve kapılgan olmasıdır.

3. Vehm; hadisin sened ve metnin de, hatta cerh ve ta’dilde doğru sanılarak bazı hataların

yapılmasıdır. Böyle hadislere muallel denir.

4. Muhalefetu’s-sikat; zayıf bir ravinin sika bir raviye veya saika olan bir ravinin daha sika

olan bir raviya muhalefet etmesidir. Bu hadislerede münler, müdrec, maklub, muzdarip,

musahhaf, muharref gibi isimler verilir.

5. Suu’l-hıfz; ravinin hafızasının zayıf olmasıdır.

 

Ø Cerh ve ta’dil sonucu oluşan ravi grupları hakkında eserler yazılmıştır. Sadece sika ravileri anlatan eserler; İbn Hıbban Kitabu’s-sikat, Zehabi Tezkiratu’l-huffaz. Sadece zayıf ravilerin yazıldığı eserler; İbn Adiy el-Kamil fi’d-duafa, Zehebi Mizanu’l-itidal ve el- Muğni fi’d-duafa, ibn Hacer Lisanu’l-Mizan. Hem sika hem de zayıf ravilerin karışık olarak bulunduğu eserler; İbn Ebi Hatim el-Cerh ve’ttadil, Mizzi Tezhibu’l-kemal, İbn Hacer Tezhibu’t-tezhib ile Takribu’t-tezhib.

 

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI

Kabul ve red açısından;

Kabul ve red açısından hadisler makbul ve merdud olmak üzere ikiye ayrılır.

Makbul hadis; ravisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir.

Ma’mulun bih veya me’huzun bih de denir.

Merdud hadis; ravisinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle amel edilmeyen hadislerdir.

Hükmüyle amel edilip edilmeyeceği belli olmayan hadislerde merduttur.

 

Ravi sayısı açısından;

Ravi sayısı açısından hadisler mütevatir, ahad ve meşhur olmak üzere 3’e ayrılır;

1. Mütevatir hadis; Aklın, yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler

 topluluğunun (cemm-i ğafir), her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye (mahsüsat) dayanan hadistir.

 

Bu hadis türü lafzen ve manen olmak üzere ikiye ayrılır;

Lafzen mütevatir; bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan hadislere denir.

Manen mütevatir; aralarında ortak bir nokta bulunan değişik lafızlı hükümlerin, tevatür şartlarını taşıyan ravilerce rivayet edilmesiyle ortaya çıkan ortak manaya denir.

Mütevatir hadislerle ilgili eserlerin başında Suyuti’nin el-Ezharu’l-mütenasıra fi’l-ahbari’l-mütevatira gelir. el- Kettani Suyuti’nin eserini Nazmu’l-mütenasir fil-hadisi’l-mütevatir adıyla ikmal etmiştir. Daha sonra Abdülaziz el-ğımari İthafu zevi’l-fedail… adlı eserinde Kettani’nin eserine ilavelerde bulunmuştur.

 

2. Ahad hadis; mütevatir dercesine ulaşmamış hadislere denir. Hadislerin çok büyük bölümü bu türdendir.

 

3. Meşhur hadis; başta ahad haber iken sonraki nesillerde(tabiun ve etbau’t-tabiun) tevatür derecesine ulaşan hadislerdir veya tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı olmayan hadislerdir.

 

Senedin müntehası açısından hadisler;

Hadis metninin kendisine izafe edilen zata göre sınıflandırılmasıdır. Dörde ayrılır; Allaha izafe edilenler kudsi; Hz. Peygambere izafe edilenler merfu; sahabeye izafe edilenler mevkuf; tabiun ve

etbeu’t-tabiuna izafe edilenler maktu hadis denir.

 

İsnadı açısından hadisler;

Âlî(hadisi en kısa yoldan Hz. Peygambere ulaştıran sahih isnad) ve nazil(hadisi Hz. Peygambere çok ravi sayısı ile ulaştıran isnad) isnad olmak üzere ikiye ayrılır. Âlî isnad nazil isnaddan daha üstündür.

 

Sıhhat veya hüküm açısından hadisler;

Bu tür ayrım ahad hadisler içindir ve üç kısma ayrılır; sahih, hasen( her ikisi makbul hadislerdir) ve zayıf(merdud hadislerdir).

Sahih hadis; adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan hadislerdir. İki kısma ayrılır sahih-i li zatihi( mutlak olarak sahih denilince akla ilk gelen) ve sahihi li gayrihi( sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sıhhat derecesine ulaştıracak başka bir rivayet (adıd) bulunan hadisler).

 

Hadisçiler ve fıkıhçılara göre sahih hadisle amel vaciptir. Ama itikadi konularda alimlerin çoğunluğu kur’an ve mütevatir hadis ile sabit olunacağını belirtirler.

Sahih hadisle ilgili eserler; Buhari ve Müslim’in Sahihleri, İmam Malik’in Muvattas’ı…

 

Hasen hadis; zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl bir senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadislerdir. İttifakla ihticac ve amel bakımından makbuldur. İkiye ayrılır; hasen li

zatihi( mutlak olarak hasen hadis denilince bu anlaşılır ve başka bir hadis ile takviye olunursa sahihi li

gayrihi olur.) ve hasen li gayrihi(yalancılıkla itham edilmemiş ve çok hata yapacak kadar dalgın olmayan ve fakat ehliyeti açıkça anlaşılmayan bir ravisi bulunan zayıf bir hadisin lafız veya mana yönünden başka bir rivayetle desteklenen hadis).

 

Zayıf hadis; sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir. Zayıflık sebeplerine göre ikiye ayrılır; seneddeki kopukluk sebebiyle zayıf olan hadisler( mürsel, munkatı, muallel, mu’dal, muallak ve müdelles) ve ravi de cerhi gerektiren bir halden dolayı zayıf olan hadisler( mevzu, metruk,

münker, muallel, müdec, maklub, muzdarib, şaz, musahhaf, muharref).

 

Seneddeki kopukluk sebebiyle zayıf olan hadisler;

1. Mürsel hadis; tabiun’un sahabeyi atlayarak Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadislerdir. Hükmü konusun da ihtilaf vardır. Çoğunluğa göre delil olmaz, zayıftır; Ebu Hanife, İmam Malik ve taraftarlarınca, sikanın mürseli sahihtir; İmam Şafii’ye göre büyük tabiunların i’tibar araştırmasına dayalı olarak amel edilebilir.

2. Munkatı hadis; sendin ortasında bir veya peş peşe olmamak şartıyla birden fazla ravisi düşürülmüş hadistir. Müteahhırun tarafından, etbau’t-tabiun’un tabiun’u atlayarak

sahabiden naklettiği hadisler anlamında kullanılmıştır.

3. Mu’dal hadis; senedinin herhangi bir yerinden peş peşe iki veya daha fazla ravinin düştüğü hadistir.

4. Muallak hadis; sendin baş tarafından bir veya peş peşe birkaç ravinin ya da müntehasına kadar senedin hafzolunduğu hadistir. Ta’lik, ihtisar amaçlı yapılır. Özellikle son zamanlar da

halk için yazılan eserler sadece sahabi ravisi zikredilerek yapılan rivayetler hep muallaktır.

Ta’lik aslında bir rivayet kusurudur. Buhari sahihinde 1300 küsur ta’likin sahih olduğunu kabul etmektedir.

5. Müdelles hadis; senede dahil bir raviyi atlayarak, orada öyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde rivayet edilen hadistir. Üç’e ayrılır; isnad tedlisi( ravinin görüşmediği çağdaşından yaptığı rivayet), şuyuh tedlisi( ravinin hocasını bilinmeyen bir isim, sıfat veya künye ile zikretmesi), tesviye tedlisi( sika raviler arasındaki zayıf raviyi atlayarak, hep sikalardan gelmiş şekilde hadisin rivayeti).

Ravi de cerhi gerektiren haller sebebiyle zayıf olan hadisler;

1. Mevzu’ hadis; Hz. Peygamber adına yalan uydurmak ile cerh edilmiş ravinin rivayetine denir.

2. Metruk(matruh) hadis; yalancılıkla itham edilmiş bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı hadistir.

3. Münker hadis; terimin farklı maksatlarla ve farklı konular için kullanılmasından usulculer tarafından farklı tanımlar ileri sürdükleri bir zayıf hadis çeşididir. Münker hadis, zayıf bir

ravinin sıka olan bir raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadis veya sika olsun veya olmasın

ravinin rivayetinde tek kaldığı hadistir.

4. Muallel hadis; görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadistir.

5. Müdrec hadis; hadiste olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir.

6. Maklub hadis; senedindeki bazı ravi isimleri ya da metni deki bazı kelimelerin takdim-tehir edilerek rivayet edilen hadistir.

7. Muzdarib hadis; birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek sebep bulunmayan hadistir.

8. Şaz ve mahfuz hadis; sika ravinin daha sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir.

Daha sika olan ravinin rivayetine mahfuz denir.

9. Musahhaf hadis; herhangi bir kelimesi nokta değişikliğine uğrayan hadistir.

10. Muharref hadis; herhangi bir kelimesi hareke değişikliğine uğrayan hadistir.

 

Ek olarak bazı hadis çeşitleri;

Ferd hadis; tarikleri çok olsa bile tek ravinin infirad ettiği hadistir.

Garib hadis; tek kişi tarafından rivayet olunan veya senedin herhangi bir yerinde ravi sayısıs teke düşen hadistir.

Aziz hadis; herhangi bir tabakada ravi sayısı ikinin altına düşmeyen hadistir.

Müstefiz hadis; rivayet eden ravilerin sayısı başında da sonunda da aynı olan hadistir.

Mütabi/şahid hadis; bir hadisi destekleyen veya ona uygun başka bir rivayetin bulunduğu hadistir.

Müselsel hadis; isnattaki her ravinin rivayetin veya bir önceki ravinin sıfat ve hallerini aynen devam ettirerek rivayet ettiği hadistir.

 

Zayıf hadis teriminin hadis tarihi içinde geçirdiği gelişmeler;

Tirmiziye gelinceye kadar hadisler genelde sahih ve sakım(zayıf) diye iki gruba ayrılırdı. Zayıf hadislerde terk edilmiş ve terk edilmemiş diye iki kısımda değerlenirdi. Tirmizi ile beraber sahih ile zayıf arasına hasen(terk edilmeyen hadisler) terimi girdi. O halde Tirmizi’den önce yaşamış hadisçinin dilindeki zayıf hadis teriminin hasen hadisleri de içinde barındırdığını göz önünde bulundurmak gerekir.

Zayıf hadisle amel meselesinde üç görüş vardır; zayıf hadisle amel edilir; asla amel olunmaz ve amellerin faziletleri konusunda şartlara bağlı amel olunur.

 

Hadis uydurma girişimleri;

Bu girişimlerin başlangıcını çoğunluğa göre Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle takip eden olaylar sonucu oluşan grupların bu işi başlattıklarıdır. Hadis uydurma sebepleri şöyle sıralanabilir;

1. Grupların kendi görüşlerini savunma istekleri.

2. İslam düşmanlığı.

3. İslam’a hizmet düşüncesi.

4. Şahsi çıkar sağlama düşüncesi.

Bu işin ne kadar çirkin olduğunu Mehmet Akif ne güzel şu mısraları ile belirtir;

Kitbı, Sünneti, İcmaı kaldırıp attık

Havassı maskara yaptık, avamı aldattık

Yıkıp şeriatı, başka bir bina kurduk

Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk

O hali buldu ki bu cür’et: “yecuzu fi’t-tergib..”

Karar-ı erzeli fetva kesildi:!.. Hem ne garib,

Hadisi vazediyorken sevap uman bile var!

Sevabı var mı imiş bir zaman gelir, anlar!

Cihanı titretiyorken niday-ı “men kezebe..”

İşitmiyor mu, nedir, bir bakın şu bî edebe;

Lisan-ı pak Nebiden yalanlar uyduruyor,

Sıkılmadan da “sevap işledim” deyip duruyor.

Düşünmedi mi girerken şeriatın kanına?

Cinayetin yanına kalacak zanneder misin yanına?

Sevab ümid ediyor ha! Deyin ki nâmerde

Sevabı sen göreceksin huzur-ı mahşerde!

 

Hadis uydurma şekilleri;

ü Uydurmaları sahih hadisle karıştırmak

ü Uydurulan sözün başına hadisçilerce makbul bir sened eklemek.

ü Henüz elde edilmemiş hadisleri rivayet ediyormuş izlenimini vererek hadisin

senedlerinden herhangi biri üzerinde değişiklik yapmak.

ü İki hadisin sened metinlerini birbirine karıştırmak.

ü Rivayetinde hata etmiş olduğu halde itibarını kaybetmemek için ravinin hatasında ısrar

etmesi.

Hadis uydurmacıları tanıma yolları; uydurmacının itirafı, ihbar ve araştırmadır.

 

Hadis diye uydurulmuş sözleri tanıma yolları;

ü Kur’ân ve sahih sünnete aykırı olması.

ü Güvenilir hadis kitaplarında bulunmaması.

ü Lafızlarda ve manada bozukluk olması.

ü Akla, his ve tarihi vak’alara aykırı olması.

 

Hadis diye uydurulmuş sözlerin zararları;

ü İslam’ı doğru anlamaya engel olmak.

ü Dini tahrif etmek.

ü Ayrılığı körüklemek.

ü Dinden soğutmak.

 

Hadis uydurma girişimlerine karşı alınan ilmi tedbirler;

ü Sahih hadisleri müstakil eserlerde toplamak.

ü Hadis tenkidi tekniklerini dünyada ilk kez uygulamak (cerh ve ta’dil ilmi).

ü Ravileri tanıtan eserler yazmak.

ü Hadis diye uydurulmuş sözleri toplayan eserler yazmak (mevzuat edebiyatı); bu çalışma hicri

4. asrın başlarından itibaren görülmeye başlanılmıştır.

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh: Müctehidlerin, her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere denir.

Fıkıh ilmi furu’u’l-fıkıh(tatbiki hukuk) ve usulu’l-fıkıh(nazari hukuk) olmak üzere iki dalı vardır. Müctehidin tafsili şer’i delillerden şer’i ameli hükümleri çıkarması, belli metodlarla olmuştur.

İslam alimleri, müctehidlerin kullandıkları metodları açıklamak üzere çalışma yapmış bu çalışmalarında genel iki amacı olmuştur;

ü Müctehidler, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhi olaylara hüküm verebilecekler.

ü Müctehidler dışındakiler, müctehidlerin dayandıkları delilleri ve nasıl hükümlere ulaştıklarını öğrenerek, hükümleri gönül huzuru ile kabullenmiş olacakar.

İslam alimleri bu amaçlardan hareketle, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları usulu fıkıh ilmini ortaya koydular.

Fıkıh; lugatta bir şeyi bilmek, anlamak manasına gelir. Hanefiler fıkıh’ı ıstılahta “Kişinin amel

yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir meleke halinde bilmesidir”; Şafiiler, “Şer’i-ameli

hükümleri yani ibadet, muamelat ve ukubat’a ait hükümleri, tafsili delillerinden çıkararak bilmektir”

şeklinde tarif etmişlerdir.

Usul: lugatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide,

müstashab ve delil manalarında kullanılır.

Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden(kur’ân ve hadis) çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününü ve icmali delilleri( kitap, sünnet, icma, kıyas) öğreten ilme denir. Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir.

 

Fıkıh Usulünün Konusu:

ü Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller(Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab,

maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki seriatların hükümleri).

ü Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler(farz, vacip, sünnet, müstehap, haram,

mekruh…) ve bunların delillerle sabit olması.

ü İstinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy,

hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müskil, mücmel,

mütesabih, ibarenin, isaretin, nassın, iktizanın delaleti),

ü hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad,

taklid vb.dir.

Fıkhın konusu, hakkında şer’i hükümlerin sabit olması açısından ‘mükellefin fiili’dir.

 

Usulcünün Görevi: İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.

 

                Fakihin Görevi: Tafsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır.

 

Fıkıhın Gayesi: Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için ser’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir.

 

Fıkıh Usulünün Gayesi: Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanı hazırlamaktır.

 

Fıkıh Usulünün Faydaları:

ü Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin lafızlarını, arap dili kaidelerini öğrenir.

ü Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına

göre hüküm vermediklerini, bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm

istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını öğrenir.

ü Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış çekillerini ögrenir.

ü Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettigi maksat ve gayenin (hikmet-i tesri) ne oldugunu

ögrenir.

ü Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül

eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

 

Fıkıh usulü ilmin doğuşu ve gelişimi;

İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah(s) hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de karşılarına çıkan problemin durumu için kur'ân'a ve hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlamıyodu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli(hicri II. Asır) de aynı yolu izledi. Fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı.

Tabiuundan sonra ki dönemlerde, yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin çözümün de değisik kesimlerden şerîatın ruhuna uygun olan, heva ve hevese dayanan, siyasî görüşlere bağlı olan değisik fetvalar çıkmaya başladı. Bu sebeplerden dolayı, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. İlk dönemde bu ilmin esasları, fıkhın konuları arasında serpiliydi. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrılıp müstakil bir ilim halini aldı.

Fıkıh uslü alanındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak eser günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam

Şâfiî'nin er-Risâlesi’dir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinir. Daha sonra İslâm

alimleri bu ilme itina göstermiş ve sayılamayacak kadar eserler yazmışalardır.

Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.

 

Fıkıh usulü eserlerine Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotları olmak üzere iki metot

uygulanmıştır.

a- Mütekellimîn Metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdigi biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur.

Temsilcileri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun

olup olmadıgına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eserler yazmışlardır. Bunların tanınmışları ve eserleri;

1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî el-Umde,

2- Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mü'temed,

3- Abdülmelik el-Cüveynî el-Bürhan,

4- Ebû Hamid el-Gazâlî el-Müstasfâ,

5- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî el-Minhâc

b- Hanefî Metodu: Bu metodun âlimleri, Hanefi mezhebinden olduğu için, buna Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri arastırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir.

Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamıs olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. Kendisi usûl kaideleri koyup, onları

tesbit etmiştir.

Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmis birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları:

1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas el-Usûl,

2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî Takvîmu'l-Edille,

3- Şemsu'l-Eimme es-Serahsî el-Usûl

4- Fahru'l-İslâm Pezdevî el-Ûsûl

5- Hafîzuddin en-Nesefî el-Menâ…

 

c- Mecz Metodu: İki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve eserler yazan âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.

Bu metotla te'lif edilen belli baslı eserler;

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bagdâdi Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l ihkâm

2- Sadru's-Serîa Ubeydullah b. Mes'ûd et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla serhetmiştir.

3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî Cem'ul-Cevâmî

4- İbnu'l-Hümâm et-Tahrîr

Belli bir zamandan sonra usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Süphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalısmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, fıkıh usulü ilmi anlaşılması güç hatta imkansız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay

anlasılması için mesai sarfetmisler ve yeni eserler yazmışlardır. Oamanlıca Seyyid Bey, arpça

Sâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra,

Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.

İman-amel ve ahlâk açısından hükümlere gelince; bu açıdan İslâm'daki hükümler üç kısma

ayrılır:

1- İtikâdi Hükümler: Allah'ın varlıgı, birligi, sıfatları, peygamberler, melekler ve ahiret hayatı gibi inançla ilgili olan hükümlere itikâdî hükümler denir.

 

2- Amelî Hükümler:

Bu da üç kısma ayrılır:

a- Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerle ilgili hükümler.

b- Alısveris, evlenme-bosanma gibi muamelelerle ilgili hükümler.

c- Çesitli suçlara dünyada verilecek cezalarla ilgili hükümler.

 

3- Ahlâkî Esaslarla İlgili Hükümler

Şer’i deliller iki türlüdür;

1- Tafsili (cüz’i) deliller: Belli bir konu ile ilgili olup, o konunun hükmüne delalet eden cüz’i delillerdir. Mesela: “Zinaya yaklasmayın.” (İsra: 17/32) ayeti sadece zinaya yaklasmanın haram olduğuna delalet eder.

2- İcmali (külli) deliller: Belli bir konu ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer’i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller

hep birer icmali delildir.

 

EDİLLE-İ ŞER'İYYE(İSLAM HUKUKUNUN KAYNAKLARI)

Edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada basvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Asli deliller(kitap, sünnet, icma, kıyas) ve fer'î deliller(istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmis şerîatler) olmak üzere ikiye ayrılır.

 

Asli deliller;

1) Kitap

Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'ân" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân Allah tarafından tedrici bir şekil de Hz. Peygamber’e indirdiği apaçık vahyidir. Şer’i hükümlerin birinci ve

asıl kaynağıdır.

 

2) Sünnet

Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. İslam dininin

kur’ân’dan sonra ikinci kaynağıdır.

3) İcmâ'

Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Teşrı kaynağının üçüncüsü olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine dogru yol belli olduktan

sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet;

çogunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlıs yolda (dalâlet) birlesmez."meâlindeki hadistir. İslâm'da icmâ fikrinin ortaya çıkışı, Sahâbîler asrında baslayıp müctehid imamlar devrine kadar tedrîcî olarak gelmiştir. Bu gelişme üç devre teşkil eder:

l) Sahâbîler, karsılaştıkları yeni meseleler üzerinde içtihad yaparlardı. Hz. Ebû Bekir ve Hz.

Ömer, özellikle âmme hukuku sahasında, istişareye basvurarak şûrâ içtihadı yaptırıyorlardı. Bu

içtihadlar sonunda varılan ihtilafsız hükümler, ferdî hükümlerden daha kuvvetli sayılıyor, buna

muhâlefet edilmiyordu. İste bu çeşit hükümlere "icmâ" adı verilir.

2) Müctehid imamlar devrinde, her imam ictihad yaparken ülkesindeki fâkihlerin görüşlerine aykırı bir şey söylememek için dikkat eder ve böylece görüşünde yalnız kalmak istemezdi. Meselâ

Ebû Hanîfe, kendisinden önce yaşamış olan Kûfe bilginlerinin icmâ ettikleri hususlara uymak için çok titizlik gösterirdi. imâm Mâlik, Medinelilerin icmâını huccet sayardı.

3) Fakîhler, uymak için Ashâb-ı kirâmın icmâ ettikleri meseleleri öğrenmeye büyük bir titizlik gösterirlerdi. Onlar sahâbîlerin icmâ ettikleri şeylerin dışına çıkmamaya çalışıyorlardı. İcmâ yalnız bir kısım şer'î hükümlerde geçerlidir, icma ibadetlerde ve hukukî meselelere ait hususlarda gerçekleşir.

Şer'î delillerden çıkarılması mümkün olmayan ahiret halleri, kıyâmet zamanı gibi şeyler icmâ ile bilinemez.

İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çesittir. Sözlü(sarih) icmâ', bir asırda yasayan bütün

müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir sekilde görüs birligi etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ

ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına ragmen

baska bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir. İmama Şafii’ bunu delil kabul etmez.

Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çogunlugu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber,

sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır.

İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler

icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum imam bulunmasıyla kabul ederler.

 

4) Kıyas

Hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, aralarındaki illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve

icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diger üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır.

Kıyas dört rükünden meydana gelir:

a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup "hüküm kaynağı" adını da alır.

b) Fer’: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir.

c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl'dan fer'e geçmesi istenilen seydir.

d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer'de bulunan bir vasıftır. Kıyasın dayanmıs oldugu esası

teskil eder.

İslâm hukukçularının çogunluguna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Muaz

hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet,

ictihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi ve Hz. Ömer’in deliller katması kıyasa dâir en önemli belgelerdir. Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır. Ahmed b. Habbel zorunlu hallerde kullanılacağını belirtir. Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadıgına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun basında kıyas gelmektedir.

 

Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir.

Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken;

İmamMâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, sedd-i

zerayi', örf ve âdet'di. İmam Sâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası

delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.

Edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde(kitap, sünnet, icma’ ve kıyas) bütün mezhepler ittifak etmişerdir.

Ø İslâm'ın ilk yıllarında "rey" terimiyle ifade edilen ictihad, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiînler devrinde gelişerek, daha sonra sistematik bir şekil alarak kıyas, istihsan, istislah vb. adlar

altında, âyet ve hadislerden hüküm çıkarma vasıtası hâline gelmiştir.

 

Fer’i deliller;

1) İstihsan

Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması veya iki farklı kıyas imkanı bulunduğunda ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyası gerekçe birliği açısından daha güçlü olduğu için açık kıyasa tercih etmesidir.

İstihsan; kolaylık sağlamak için zorluğu terk etmektir. Bu da dinin aslı esasıdır. Yüce Allah söyle buyurulmuştur: "Allah, sizin için kolaylık diler, zorluk murad etmez" (el-Bakara, 2/185). Hz. Peygamber de bir hadisinde söyle buyurmustur: "Dinininiz en iyisi, en kolay olanıdır” Buna göre, dinde zorluk çıkarılmaması, kolaylık yollarının ortaya konulması asıldır. İstihsanın aslı da bundan ibarettir. Hz. Peygamber, Alî b. Ebî Tâlib ve Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken, kendilerine; "kolaylaştırın, zorlaştırmayın, yaklaştırın, uzaklaştırmayın" buyurarak, toplumla olan ilişkilerinde izleyecekleri metodu belirtmiştir.

ü İstihsan ile kıyas arasındaki fark şöyle açıklanabilir: Ferdî düşünce ürünü olan içtihad, Sahabe devrinde "re'y"adını alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı verildi.

Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak tercih ettiği kıyas şekline de

"istihsan" denildi.

ü Sünnet, icmâ' ve zarurete dayanarak yapılan istihsanın hükmü, ortak bir illete baglı degildir ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanmaz. Kıyasa dayalı istihsanda ise ortak bir illet bulunur ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanabilir.

2) Örf ve adet

Toplum hayatında yerleşmiş bulunan ve uzun süreden beri uygulanması sebebiyle hukuk bakımından bağlayıcı sayılan ve yazılı olmayan hukuk kurallarıdır. Örf ve âdette dikkat edilecek husus; şer'an ve aklen müstahsen olması, selim akıl sahipleri yanında münker olmamasıdır.

 

Örfün şer'î bir delil sayılması için geçerli olması gerekir. Bu yüzden örf ikiye ayrılır: Sahih ve fasit.

1. Sahih Örf:

Kitap ve sünnete uygun olarak veya bu kaynaklara aykırı olmaksızın meydana gelen örfler bu

gruba girer. Meselâ, nişanlıların birbirine verdikleri hediyelerin mehir niteliğinde sayılmaması, evlilikte mehrin tamamının veya bir bölümünün peşin verilmesi veya sonraya bırakılması örf halini almışsa, eşler arasındaki mehir anlasmazlıklarında buna göre fetva verilir.

2. Fâsit Örf:

Kesin bir ayet veya hadise aykırı düstügü için geçerli sayılmayan örf türüdür. Yaygın içki ve faizcilik alışkanlığı, eğitim sırasında, düğün, nişan ve benzeri toplantılarda yabancı erkek ve kadınların tesettürsüz birlikte bulunmaları ve eğlenmeleri buna örnek verilebilir.

3) Mesalih-i mürsele(istislah)

Hakkında nass, icma ve kıyas gibi emir veya yasak edici şer'î bir delil bulunmayan ve İslâm'ın

ruhuna uygun olan maslahatlara göre hüküm vermek veya davranmaktır. İslâm'ın gözettigi maslahatlar beş şeyi koruma esasına dayanır; dini koruma, canı koruma, aklı koruma, soyu koruma, malı koruma.

İslâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i Mürsele'nin ser'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Malik'tir.

4) Sedd-i zerai'

Sedd-i zerayi' vesîleleri kaldırmak, sebebi tıkamak demektir. Bu durumda harama vesîle olân şey haram, vacibu vesîle olan şey vaciptir. Sedd-i zerayi'de asl olan maslahatı celb, mefsedeti def' kaidesidir. Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar. Hanefi ve Şafiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de farklı bir şekilde kabul ederler.

5) İstishab

Daha önce varlığı bilinen bir durumun aksine bir delil bulunmadıkça varlığını koruduğuna hükmetme yöntemidir.

6) Sahabe sözü

Sahabeden intikal eden fıkhı görüşlerdir. Bunların şer’i delil olarak kabul edilip edilmemesi konusun da faihler ihtilaf etmişlerdir. Genel de rey ve ictihad ile bililinmeyecek konular da sahabe sözünün sünnet kapsamında değerlendirilmesi görüşü hakimdir.

7) Şer’ü men kablena

İslam öncesi şeriatlardır. Önceki dinlerin hükümlerde ku’ân ve sünnet’te kabul veya red yönünde açıklama mevcut değilse, hanifiler dahil bir grup islam alimi bu tür hükümlerin müslümanlarada uygulanacağını söylerler.

 

AHKAMU’Ş-ŞER’İYYE

Hakkında âyet hadîs veya icmâ bulunan, veya temelde bu delillere dayanan itikada ve ibadete ait bütün prensiplere ‘hüküm’denmiştir. Hükümler İslâm'ın pratik yönünü oluşturur.

Fıkıh usulü bilginlerine göre şer’í hükümler teklifi ve vaz’i olmak üzere iki kısma ayrılır;

1) Vaz’í Hükümler:

Şâri’in, bir seyi bir baska sey için sebep, sart ve engel kılmasıdır. Şâri’ iki durum arasında bir

kurduğu bağı ifade eder. Çeşitli kısımlara ayrılmaktadır; Sahih, bâtıl, fâsit, sebep, rükün, şart, mâni.

1) Sebep: Şar’in varlığını hükmün varlığına, yokluğunuda hükmün yokluğu için alemet için kıldığı hükümdür.

2) Şart: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf. Meselâ, namaz için abdest şarttır. Bununla birlikte abdest, namazın kendinden bir parça değildir.

3) Rükün: Bir şeyi oluşturan asıl parçalardan her biri; bir ibadet veya muamelenin varlığı kendisine bağlı bulunan ve onun esas unsur ve parçalarını teşkil eden temeller. Mesela namazın rükünleri; kıyam, kıraat, rukû, secdeler ve son rekatta teşehhüd miktarı oturmaktır.

4) Mani: Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durumdur.

5) Sıhhat: Bir ibadetin veya hukuki işlemin öngörülen bütün rükün ve şartlarını ihtiva etmesi durumudur.

6) Fesad: Bir işlemin rükün ve unsurların tamam olduğu halde şartlarının eksik olması durumudur.

7) Batıl/butlan: Rükün veya şartları tamamen veya biraz eksik olan ibadetler ve hukuk işlemlere denir. Butlan, ibadetin veya hukukí işlemin hükümsüz olması; batıl ise hükümsüz olan, geçersiz hale gelen işlemin adıdır. Mesela abdestsiz kılanan bir namaz batıl; abdestsiz namaz kılma durumu ise butlandır.

 

2) Teklifi hükümler/ mükellefin fiilleri

Şâri’nin (seriat koyucunun), mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi, ya da onu yapıp yapmama konusunda serbest bırakmasıdır. Şâri’, bir şeyin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemişse buna vacip, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemişse buna mendup denir.

Şâri’, bir fiilin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemişse buna haram, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemişse buna da mekruh denir. Şâri’, mükellefi yapıp yapmama konusunda serbest bırakmışsa buna da mübah denir.

Teklif, İslâmın müslümanlara yüklediği görevlerdir. Mükellef- İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse- olmanın akıllı olmak ve buluğ çağına girmek üzere iki şartı vardır.

1)Farz

Şâri' tarafından emrolundugu kat'î delil ile sâbit olan; özürsüz, mutlak surette

terkedildiginde ceza gereken amellerdir. Hanefîler zannî delil ile sâbit olan hükümleri vacib olarak niteler. İmâm Şâfiî farz ile vâcibin arasını amel bakımından ayırmaz ise de itikâdı açıdan, Hanefi hukukçuları gibi değerlendirir. Bu da Hanefiler ile Şâfiiler arasındaki farz ve vâcib ayrılığının mâna, öz itibarıyla olmadığını, lafzı olduğunu gösterir.

Farz; kat'ı ve ictihâdı olmak üzere ikiye ayrılır;

Kat'î farz; delillerle yapılması kesin olarak bildirilen amellerdir. Buna amelî ve ilmî farz da denilir.

İçtihâdı farz; müçtehid imamların içtihadıyla belirlenen, terk edildiğinde o ameli farz olmaktan çıkaran farzlardır.

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

1- Farz-ı Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir.

2- Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile digerlerinden sâkit olan vazifedir.

 

2)Vacib

İslâm hukukçularının çogunluguna göre farzla vâcip esanlamlıdır. _kisi de aynı hükümlere tabidir. Hanefilere göre ise, fârz ve vâcip birbirinden farklı anlam taşır. Vâcip Allah ve Rasûlünün yükümlü Müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zannî delil ile sabit oldugu fiildir.

 

3)Mendub

Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah

(s.a.s)'ın bazan yapıp, bazan terkettigi isler. Buna; sünnet, müstehap, nâfile, tatavvu, fazilet ve ihsan

adları da verilir. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, mendûb, sünnet ve müstehab terimlerini de içine alan genel bir kavram olup söyle tarif edilir: Allahu Teâlâ veya Rasûlûnün bağlayıcı olmaksızın

yapılmasını istediği ve yapılmamasını kötülemediği fiildir.

Mendûb kendi içinde üçe ayrılır;

1) Sünnet-i Müekkede-Sünneti Hüda:

Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptıgı ve sırf bağlayıcı olmadığını göstermek üzere nâdir

olarak terkettigi farz ve vacib olmayan fiillerdir. Sabah, öğle veya akşam namazlarının sünnetleri, abdest alırken ağıza su verme gibi...

2) Sünnet-i Gayri Müekkede-Nâfile-Müstehab:

Hz. Peygamber (s.a.s)'in bazen yapıp bazen de terkettiği ameller. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz. İkindi ve yatsı namazlarından önce kılınan dörder rekatlık namaz ve yoksullara zaman zaman yapılan tasadduk gibi…

3) Sünnet-i Zevaid:

Hz. Peygamber'in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allahu Teâlâ'dan bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği tasımayan beşeri fiillerdir. Allah Rasûlünün yeme, içme ve giyinmede izlediği alışkanlıkları gibi…

4) Haram

Dince yapılması yasak olan şeydir. Şari’nin bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemesidir. 2’ye ayrılır;

1) Haram Bizatihi, Haram Liaynihi:

Allah ve Rasûlünün temelden haram kıldıgı fiildir. Zina, hırsızlık, ölü hayvan eti satma, evlenme engeli bulunanlarla evlenme gibi.

2) Haram li Gayrihi:

Kendisi esasen haram olmadıgı halde baska bir sebep dolaysiyle yasaklanan seylerdir. Başkasının malını haksız yere yemek, cuma namazı saatinde çalışmak gibi.

 

Haram hükmü konusunda şu prensipleri gözden uzak tutmamak gerekir:

ü Bir yiyecek, içecek veya davranış, fikir ve söz hakkında açık bir haram hükmü yoksa o esasen

mübahtır.

ü İslâm, müslümanlara kendileri için zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da

emretmiştir.

ü Helâl ve haram hükümlerinin kaynağı Allah ve Hz. Muhammed (sav)’tir.

ü Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâmın ölçülerine zıt

olmasına rağmen kabul etmek, onları Rabb olarak tanımak anlamına gelir.

Kur’an-ı Kerim söyle buyuruyor; “Onlar hahamlarını ve rahiplerini ayrı rabbler edindiler. Meryem oglu

Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh

yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tevbe: 9/31)

ü Haram hükmü geneldir ve herkes için geçerlidir. İslâmda seçilmişler ve ruhbanlar sınıfı

olmadığından A şahsı için haram veya helâl olan bir şey, B şahsı için de haram veya helâldir.

ü İslâma göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan

sakınmak ise müslümanın takvasıdır.

ü İslâm’ın haram kıldığını helâl saymak büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca

karşı gelmektir.

ü Zaruretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldıgı zaman, mazereti sona

erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir.

 

5) Mekruh

Allah ve Resulunun, yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.

 

Mekruh tahrîmen ve tenzîhen olmak üzere ikiye ayrılır;

a) Tahrimen Mekruh: Allah ve Resulunun bir fiilin yapılmamasını, kesin ve bağlayıcı tarzda istemiş olmakla birlikte, bu istek haberi vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa, buna denir.

b) Tenzîhen Mekruh: Allah ve Resulunun koydugu yasagın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil tenzihen mekruh adını alır.

 

6) Mübah

Şeriatın mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür.

 

 

 

7) Müfsid

Müfsid, ifsad eden, ibtal eden, bozan, geçersiz kılan kimse veya şeylere denir. Müfsid veya batıl, bazı şartlarını ve yerine getirilmesini sağlayan özelliklerini kaybetmiş bir ibadet, akid batıldır, fasid’tir. İfsad olan ibadet veya hukuk işlemini ifsad veya iptal eden sebebe müfsid denmektedir.

 

Ehliyet, vücub ve eda ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Vücub Ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübutuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir. Eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.

a. Eksik Vücub Ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır.

b. Tam Vücub Ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler. Henüz idrak ve muhakeme teşekkül etmediği için bunlarda eda ehliyeti yoktur. Lehine yapılan hibe, vasiyet ve vakıf geçerlidir.

Ayrıca onu borç ve yükümlülük altına sokan satım, kiralama, karz ve rehin gibi medeni akitler veli veya vasi tarafından onun adına yapılır.

2. Eda Ehliyeti: Kişinin medeni hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabii bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır. Eda ehliyeti de eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır;

a. Eksik Eda Ehliyeti:

Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamış da (ma'tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı

arasındaki ehliyeti ifade eder.

b. Tam Eda Ehliyeti:

Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması ve ibadetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır. Kişi, lehine ve aleyhine her türlü hukuki tasarrufu yapma ehliyetine erişmiş olur.

Ehliyet arızaları semâvî ve müktesebe şeklinde ikiye ayrılır;

1) Semâvî Arızalar: Şahsın irâdesi dışında olanlardır. Akıl hastalıgı (cünun), bunama (ateh),

bayılma (igma), uyku (nevm), ölümle sonuçlanan hastalık (Maradu'l-Mevt), kölelik (rıkk), küçüklük

(sığar), unutma (nisyan), ölüm (mevt), ay hali(hayız), lohusalık (nifas).

2) Mükteseb Arızalar: İrâdîdir, ihtiyârîdir. Sarhoşluk(sekr), sefâhet(sefeh), yolculuk(sefer),

bilmemek(cehl), yanılmak(hatâ) gayr-i ciddî davranma(hezl).

Azimet ve ruhsat

Her mükellefin uyması gerektiği hüküme azimet denir. Azimet hükmünü terk etme imkanı

veren hafifletilmiş ve geçeci hükme ruhsat denir.

İkrah: Bir kimsenin başkasına yaptığı, ondaki rızayı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde, onun ihtiyarını (seçme hürriyeti) bozan, yahut da şer'î yükümlülüğü kaldıran korkutma hâlini ifade eder.

 

İslâm hukukçuları ikrahı üç kısma ayırır:

1) Tam İkrah: Zorlananın mal, can veya uzvunun telefine yol açabilecek ağırlıktaki ikrah

2) Eksik İkrah: Malın bir kısmını telefle tehdit, uzuvların telefine yol açmayacak şekildeki dövme, tehdit, hapis ve bağlamakla tehdit bu kısma girer.

3) Yakınlara Verilecek Zararla İkrah: Ana, baba, dede, nine, çocuklar, torunlar ve eş gibi yakınlardan birisine eziyetle tehdit bu kısma girer.

 

Taklid ve İttiba:

Dayandığı kitap, sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp,

bununla amel etmeye taklid denir. Fakat deliline bakmak, ögrenmek ve ictihadına katılmak sûretiyle

bir müctehidin re'yini benimsemeye ise ittibâ denir.

Fiili olarak delili bulmak ve anlamak imkanına sahip olmayan avam (halk), bilginleri belli

şartlarda taklit edebilir. Bu sartlar sunlardır:

ü Müctehid ve bilgini bizzat itaat ve taklite ehil oldugu için değil, tebliğ ederek buna vasıta

oldukları için taklit etmeleri. Çünkü bizzat itaat, Allah ve Resulune aittir.

ü Taklitlerinin basit ve zanni de olsa bir tercihe dayanması, bazı karine ve emarelerle taklit

ettiği kimsenin en bilgin ve layık kişi olduğuna inanmalar.

ü Taassuptan uzak bulunmaları. Taklit ettikleri bilginin yanılabileceğini kabul edip onun

görüşüne uymayan sahih bir nas ile karşılaşınca, nassı değil, imamının görüşünü terkedecek

bir durumda olmaları.

ü Taklit ettikleri hususun beş vakit namaz, oruç, hac ve zekatın farz, zina ve içkinin haram

oldugu gibi kesin olarak bilinmesi gereken zarurat-ı diniyden olmaması.

Ø Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri söylece ifade edebiliriz;

ü Arapçayı bilmek

ü Kur'ân ilmine sahip olmak

ü Sünneti bilmek

ü Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmek

ü Kıyas bilmek

ü Hükümlerin amaçlarını bilmek

ü Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak

ü İyi niyet ve sağlam bir itikad sahibi olmak…

 

Mütalaa sonucu;

Allaha kulluk için(tevhidi gerçekleştirme) yaratılan insan, nasıl kulluk edeceğini; Allah insanlar arasından seçtiği peygamberler vasıtasıyla öğretmiştir. İlk insanın peygamber olması bu anlamda çok manidardır. Allah seçtiği peygamberlerden bazılarına suhuf, bazılarına kitap indirmiş bazılarına ise kendilerinden önceki peygamberlerin suhuf ve kitaplarıyla insanları uyarıp Allah’a nasıl kul olacağını bildirip -bütün peygamberlerin daveti- bizzat kendileri de model olmuşlardır.

Peygamberlerin daveti, Hz. Muhammed(s.) ve kendisine inen kur’ânla –insanlık için en büyük mucize- en son ve mükemmel şeklini almıştır. Hz. Muhammede kendisine inen kur’ân’ı insanlara tebliğ etmiş ve nasıl yaşanabilirliğini de kendi hayatıyla açıklamıştır. Nüzul devrinde yaşayanlar –sahabe- peygamberden öğrendiklerini en güzel şekliyle yaşamış, korumuş ve sonraki nesillere aktarmışlardır. Bunu doğru bir şekilde yapmak için çok titiz davranmışlar ve bazı çalışmalar yapmışlardır; Hz. Peygamberin vefatından sonra hayat rehberi kur’ân’ı koruma amaçlı –yemame savaşında birçok hafızın şehid olması- Hz. Ebu Bekir döneminde mushaflaştırılmış, Hz. Osman döneminde de ihtilaflara çözüm niteliğinde mushaflaştırılan ku’rân nüshası çoğaltılmış –istinsah- ve belli bölgelere gönderilmiştir.

Sahabe ve sonraki nesiller, karşılaşılan yani kültürlere ve meydana gelen sosyolojik olaylara karşı kur’ân’nın anlaşılması için çaba sarf etmiş ve İslami ilimlerin doğuşuna sebep olmuştur. Her ilim elde etmiş oldukları malzemeyi, kendi yöntemleriyle işleyerek Kur’ân eksenli bir hayat için altyapı oluşturmaya çalışmışlardır.

Her ilmin bir usulü olduğu gibi İslami ilimlerinde kendi alanlarında belli bir usulü olmuştur.

Belli kaide ve esasları önceden tesbit etmeden bir bilgiyi düzene koymak mümkün değildir. Bu anlamda meselâ, fıkhın fürû alanına giren meselelerin tesbitinde, fıkıh usûlü ilmine ihtiyaç vardır.

Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kimseler, hüküm istinbat ederken isabetli sonuçlara varamazlar. Aynı şey hadis usûlü ilmi için de söz konusudur. Çünkü hadis ilmi kur’ânın nasıl yaşanabilirliğini gösteren en önemli kaynağı –hadisi-, doğru bir şekilde aktarımı ve metninin doğru anlaşılmasını sağlamak için inceler. Zira belli usûl ve kaideler olmadan bu alanda dolaşmak pek mümkün görünmemektedir. Kur'ân'ın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usûlü –kur’ân’ı oluşturan unsurlardan ve kur’ân ilimi ile ilgili çalışmaların yapıldığı ilim- ilmine ihtiyaç vardır.

İslâmî ilimler bilginin bütünlüğü açısından bir ilişki içerisindedir. Bu ilişkiden kopuk, Kur’ân'ın anlaşılması ve yaşanması zor olur. Örneğin Kur'an'ın doğru bir şekilde anlaşılması için tefsir ilmi hadis ve tarih ilminden yararlanırken, doğru bir şekilde yaşamasında adına fıkıh ve kelama kaynaklık eder.

Bu da gösteriyor ki; İslami ilimlerin amacı Kur’ân’ın içerdiği yüce manaları ve hakikatleri araştırıp ortaya çıkarmak ve insanın bu hakikatlere göre bir hayat sürmesini sağlama ilkesidir.

                Ve ahiru de’vana en-il hamdu lillahi Rabb-il âlemin.


0 Yorum - Yorum Yaz


Hazırlayan: Ayten DURMUŞ

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ

Tevhid dini olan İslam, Allah’ın mutlak anlamda birliğine inanmayı zorunluğu kıldığı gibi, bu dinin mensuplarının ırk, dil, bölge ve diğer farklılık sebepleriyle ayrılıp parçalanmamalarını da tevhidin gereklerinden olarak kabul eder.

Bu inancın ana kaynağı olan Kur’an’ın doğru anlaşılması için vahyin muhatabı olan Hz. Peygamber gerektikçe açıklamalar yapmıştır. O’nun ahirete irtihalinden sonra ise aradan geçen zamanla birlikte Kur’an’ın doğru anlaşılması hususunda farklı ihtiyaçlar ortaya çıkmış, bu ihtiyaçlar sebebiyle yeni ilmî disiplinler oluşmuştur. Oluşan her ilmî disiplinin ihtiyaç duyduğu kaynakların ve daha alt ilim dallarının belirginleşmesiyle birlikte, ilgili ilmin usulü de yeni bir ilim olarak ortaya çıkarmıştır.

İLİM TASNİFİ: Büyük İslam bilgini Gazzali (ö. 505/1111) ilim tasnifi yaparken onları önce aklî ve dinî olmak üzere ikiye ayırır. Sonra bunların her birinin küllî ve cüzî kısımlara ayrıldığını söyler. Ona göre dini ilimlerin içinde külli olan Kelam ilmidir. Fıkıh, tefsir, hadis gibi diğer ilimler ise cüzi ilimlerdir. Çünkü müfessir sadece Kuran’ın manasına bakar. Muhaddis sadece hadisin sabit oluş yollarını araştırır. Fakih sadece efal-i mükellefin hükümlerini tespite çalışır. Usul-i fıkıh ile meşgul olan âlim ise şer’î hükümlerin delilleriyle uğraşır. Kelam ise araştırmaya varlıkların en umumî olanından başlar ki o da ‘mevcud’dur. Sonra bu mevcudu vasıflarına göre kısımlarına ayırır ve onlar hakkında yorumlarda bulunur. O halde bütün dini ilimlerin dayandığı esas ve prensipleri ispat etmek vazifesini üzerine alan ilim kelam ilmidir. Bu sebeple Kelam ilmi, Temel İslam bilimlerinin ana kaynağı olarak kabul görmüştür.

Temel İslam Bilimlerinin ortak amacı, Kur’an ve hadislerin doğru bir şekilde anlaşılmasıdır. Örneğin; fıkıh ilmi, Kur’an’ın uygulama ile ilgili ayetlerini, kelam ilmi ise itikadî konularla ilgili ayetlerini incelemektedir. Hadis ilmi ise Hz. Peygambere ait olan söz, fiil ve takrirleri tespit ederek Kur’an’ın anlaşılmasında ilk ve en güvenilir kaynak olan sünneti ortaya koymayı amaçlar.

İslâmî ilimleri görkemli bir binaya benzeten Hattâbî, hadis ve sünneti bu binanın temeli, fıkhı da bu temel üstünde yükselen gövde olarak niteler. Temeli sağlam atılmayan bina ise çökmeye mahkûmdur.  Demek oluyor ki rivâyet-dirâyet bütünlüğü ve fıkhü’l-hadîs disiplini ölçeğinde hadis ve sünnet, başta Kur’an tefsiri olmak üzere, fıkıh, kelam, tasavvuf gibi diğer temel İslâm bilim dallarını olumlu yönde etkileyecek ve onları daha sağlam zeminle buluşturacaktır.

KELAM/AKAİD/USULÛ’D-DİN: Kelimenin çoğulu olan kelâm sözlükte “yaralamak, etkilemek” anlamındaki kelm kökünden türemiş bir isim olup “bir fikri tam olarak anlatan söz” demektir.

İslam’ın inanç sistemini inceleyen bilim dalı Kelamdır. Akaid ilmi de denir. Akaid ilminin diğer İslami ilimler arasında çok önemli bir yeri vardır. Hatta Akaid ilminin, İslami ilimlerin en önemlisi ve mertebesi en yüksek olanı olduğu ifade edilir. Zira her şeye gücü yeten, insanlara Peygamberler ve kitaplar gönderen bir yaratıcının varlığı kabul edilmediği sürece tefsir, hadis, fıkıh, ahlak, tasavvuf gibi ilimlerden söz etmek mümkün değildir.

Kelam ilminin temel konuları: ‘Uluhiyet, Nübüvvet-Risalet ve Ahiret’ olmak üzere üç ana başlık halinde ele alınır. Bunlara ana konular anlamında ‘Mesail-Makasıd’ denir. Başlangıç döneminde Kelâm ilminin başlıca konusu Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleridir. İslâm dünyasında felsefenin yaygınlık kazanmasından sonra Kelâm'ın konusu genişleyerek "varlık" (mevcud)u da içine aldı. Bu ana konuların daha iyi anlaşılabilmeleri için adına ‘Vesail’ denilen diğer konular da bu ilmin meselelerini oluşturur

Kelâm ilmi konusu, amacı ve ekolleri dikkate alınarak yapılan tanımların bir kısmı Allah’ı, bir başka kısmı nübüvveti, bir kısmı da âhireti tarifin kapsamına almakla yetinmiş (et-Taʿrîfât, “Kelâm” md.; Topaloğlu, s. 48), bir kısmı imanın üç temel esasına da yer vermiştir. Buna göre kelâm “Allah’ın zâtından ve sıfatlarından, nübüvvet konularından, başlangıç ve sonuç itibariyle kâinatın hallerinden İslâm kanunu üzere bahseden bir ilimdir” (Bilmen, s. 5).

Fârâbî’nin tanımı şöyledir: “Kelâm sanatı, din kurucusunun açıkça belirttiği belli düşünce ve davranışları teyit edip bunlara aykırı olan her şeyin yanlışlığını sözle gösterme gücü kazandıran bir tartışma yeteneğidir” (İḥṣâʾü’l-ʿulûm, s. 71).

Gazzâlî, kelâmı, Ehl-i sünnet inancını koruyan ve Ehl-i bid‘at’ın eleştirileri karşısında onu savunan bir ilim olarak görmüş (el-Münḳıẕ, s. 96), dinin temel esaslarıyla aklın ilkelerini uzlaştırmayı Ehl-i sünnet’in başardığını söylemiştir.

İslami ilimler bir binaya benzetilirse, dinin inanç esaslarını ele alan akaid ilmi bu binanın temeli, diğer İslami ilimler ise, binanın katları ve bölümleri gibidir. Temelsiz bir bina düşünülemeyeceği gibi akaid ilmi olmaksızın diğer İslami ilimler de düşünülemez. Çünkü akaid esaslarına inanılmadan, dinin namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetleri; cihad, ticaret, ziraat ve günlük yaşayış gibi muameleleri kapsayan fıkhi hükümler ile güzel ahlak ve tasavvufî incelik ve adaptan bahsetmek mümkün değildir.

HADİS: Peygamberimize ait olan söz, fiil ve takrirleri tespit ederek Kur’an’ın anlaşılmasında ilk ve en güvenilir kaynak olan sünneti ortaya koymayı amaçlar. Bu özelliği ile de Temel İslam Bilimleri için vazgeçilmez bir kaynak olma özelliği taşır. “Kütüb-i Sitte” adı verilen meşhur altı hadis kitabının dördü “sünen” türü kitaplardan oluşmaktadır. “Sünen” türü hadis kitapları ise daha çok fıkıh ilmini ilgilendiren uygulama ile ilgili hadislerin toplanıp tasnif edildiği kaynaklardır.

Hadis kelimesi başta Efendimizin sözü anlamında kullanılmıştır, daha sonra ilim haline gelince söz, fiil, takrirleri olarak ifade edilmiştir. Dahası, ahlaki ve fiziki vasıf olarak Rasulullah sav.e izafe edilen her şey(in yazılı metinleri)dir. Fakat sahabe ve tabiuna ait söz ve fiillere de mevkuf ve maktu‘ kayıtlarıyla da olsa hadis denilmektedir. Bu manada hadis yerine haber kelimesini kullananlar, sahabe ve tabiuna ait söz ve filler için eser terimini tahsis edenler de bulunmaktadır.

Sünnet kavramı başlangıçta yalnızca Rasulullah sav.e ait olan uygulamaları, Hadis ise, Rasulullah sav.in sözlerini ifade etmek için kullanılıyordu. Bu aşamada Sünnet ve Hadis arasında açık bir anlam farklılığı vardı. Bu anlamda Sünnete Rasulullah’ın yaşam biçimi diyebiliriz. Hadis ise uygulamayla ilgili olsun ya da olmasın, Rasulullah ile ilgili aktarılan rivayetleri kapsamaktaydı.

Kur’an ve Sünnet Bütünlüğü: Klasik dönemde Kur’an ve Sünnet arasında doğal bir bütünlük bulunduğundan ve öyle de algılandığından bu konuda özel bir vurgu gözlemlenmez. Hz. Peygamber’in pek çok ayeti açıklamak üzere ortaya koyduğu tasarruf, beyan ve davranışları bu durumun bir sonucudur. Kur’an’ın ilk tefsirleri sayılabilecek bu açıklamalara, hem hadis kitaplarının ‘Kitabu’t-Tefsir’ bölümlerinde ve hem de rivayet tefsirlerinde geniş biçimde yer verilmiştir.

Sahabe de Kur’an ve Sünnet’i bir bütün telakki etmiştir. Abdullah b. Ömer’in, Kur’an’da mukimken kılınan namaz ile korku namazını bulup da seferî namazı bulamadığından yakınan bir kişiye verdiği cevap, sahabe gözünde Hz. Peygamber’in Kur’an’ın uygulayıcısı olarak görüldüğünü ifadesi etmesi açısından önemlidir. İbn Ömer şöyle cevap vermiştir: “Biz hiçbir şey bilmiyorken Allah bize Muhammed’i (s.a.v) gönderdi, O ne yapıyorsa biz de aynısını yapıyoruz.” (Malik, Muvatta, Kasru’s-Salat 2, Hadis no:336)

FIKIH: Ebu Hanife fıkhı; ‘Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.’ şeklinde tarif eder. Fıkhın, Kur’an kadar sünnete de ihtiyacı vardır. Bu gereklilik “Hadis ile fıkıh birlikte oldukları zaman kemal bulur, birbirlerinden ayrıldıkları zaman ise noksan kalırlar.” (Râmehürmüzî) şeklinde formüle edilmiştir. Hadis âlimi el-Ameş, Ebu Hanife’ye (veya Ebu Yusuf’a): ‘Sizler doktorsunuz bizler ise eczacıyız.’ demiştir.

Fıkıh, İslam’ın ameli hükümlerini Kur’an’dan çıkarmayı amaçlar. Bunu yaparken öncelikle Kur’an’ın uygulama ile ilgili ayetlerinin Rasulullah tarafından nasıl hayata aktarıldığını gösteren hadis ilminin verilerine bakmak zorundadır. Nitekim Kur’an’da yer almayan bir meselenin hükmünün hadiste aranması sahabe devrinden bu yana Müslümanlar arasında yerleşmiş bir uygulamadır. Hadisleri göz ardı ederek hüküm çıkarmaya çalışmak kabul görmemiştir. Bu nedenle fıkıh, başlangıçta sünnetin uygulamasına bağlı olarak gelişmiş, sonraki dönemlerde de onun kopmayan bir parçası olmuştur.

Fıkıh, amelî hayata ait bilgileri ve hükümleri ihtiva eden ilim dalının adı olduktan sonra da kapsamı geniş kalmış, çağımıza kadar ilmihal, hukuk ve hukuk metodolojisi, ekonomi, siyaset, idare bilimleri ve bu bilimlerle ilgili kurumlar İslâmî ilimler sayımında fıkıh dalı içinde görülmüş ve incelenmiştir.

Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur.

TEFSİR: Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden türeyen tefsir “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. (Cevherî, eṣ-Ṣıḥâḥ, “sfr” md.; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât). “Beyan etmek” anlamındaki tefsirin çoğulu tefsîrât, bu alanda yazılan eserlere verilen isim olarak tefâsîrdir. Tefsiri çeşitli tanımları bir araya getirerek şöylece tarif etmek mümkündür: “Sarf, nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl, nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih gibi Kur’an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi rivayet ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden yararlanılarak Kur’an’ın manalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını öğreten ilim”. Tefsiri, “Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki muradını beşerin gücü oranında bulmaya yardımcı olan bir ilim dalı” şeklinde kısaca tarif etmek de mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu hakkında tefsir dışında “te’vil, tebyin, beyan, tâlim, tafsil, tasrif, i‘rab, şerh, tavzih” gibi kelimeler de kullanılmaktadır.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Kur’an’ın ilk ve en yetkin müfessiridir. Hz. Peygamber Kur’an’ın ilk ve en yetkin müfessiri olduğuna göre Kur’an-ı Kerim’in yorumu ile ilgilenen “tefsir ilmi”nin öncelikle başvuracağı kaynağın hadisler olması kaçınılmazdır. Bunun içindir ki başlangıçta “rivayet tefsiri”, ayetleri yalnızca hadislerle tefsir eden bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Hatta rivayet tefsiri müstakil bir ilim dalı hâline gelinceye kadar hadisin bir parçası olarak varlığını sürdürmüştür. Hadis ilminin kaynaklarından “cami” türündeki eserleri meydana getiren sekiz ana bölümden birinin “tefsir” olmasının sebebi de budur.

DİL BİLGİSİ: İslam âlimleri, sahaları ne olursa olsun, kelimelerin etimolojik ve semantik yapısıyla ilgili konulara önem vermişler, ilmin tüm alanlarının mensupları, dil bilginlerinden hayli faydalanmışlardır. Bu bilgi onların Kur’an ve Sünnet’i doğru anlamalarına katkı sunduğundan, bazı bilginler ilk dönemlerden itibaren dille ilgili çalışmalara da yönelmişlerdir.

İSLAM TARİHİ VE SİYER: İslamî ilimlerin tüm dalları, İslam Tarihi ve Siyer’i Kur’an ve Sünneti anlamak açısından önemsemişler ve bunlardan kendi ilmi disiplinleri için faydalanmışlardır. Çünkü İslam tarihi ve siyer aynı zamanda Kur’an’ın ve Sünnet’in de tarihidir. Bu sebeple bu iki saha da bilginlerin önem verdiği ve diğer ilim dallarının faydalanması gereken saha kabul edilmiştir.

İLİM ÖĞRENMENİN GAYESİ NEDİR: Bilginin amele yönelik olması her zaman önemli bulunmuş ve gerçek bir âlim tanımı Hz. Ali’nin dilinden: “Ey ilim sahipleri, ilimle amel ediniz! Âlim; önce bilen, sonra amel eden ve ilmi ameline uygun düşen kimsedir” şeklinde yapılmıştır. (Darimi, Mukaddime 34, Hadis no:382; İbn Abdilberr, (2003), II, 17, no.661). Hasan-ı Basrî de ilmin öncelikli olarak yaşanmak içini olduğunu ifade hususunda şöyle demiştir: ‘Sefihlerin gayreti rivayet, ulemanın gayreti riayet içindir.’ (Bağdadî, (1994), I, 135, no.37). Kur’an-ı Kerim de ilmi, doğru ve anlamlı bir amacın dışında edinenleri, belleklerden silinmeyecek bir benzetmeyle örneklendirir: ‘Ciltlerce kitap taşıyan merkep’ (62/Cuma Sr:5)

SONUÇ: Kur’an’ı anlamaya yönelik çabalar arttıkça ve sistemleştikçe, bu gayeye yönelik ana ve tali ilim dalları ortaya çıkmıştır.

Başlangıç itibariyle ana gayesi ‘Tevhid, nübüvvet, ahiret’ konularındaki inanç esaslarını (yani Kelamullah’ın üç önemli öğretisini) açıklamak olan Kelam ilmi, Müslümanların yeni yer, din, felsefe ve geleneklerle karşılaşmasıyla alanını ve amacını genişletmiştir. Tefsir, hadis, fıkıh, birbiriyle bağlantılı olarak -Gazzali’ye göre- bu ilimden kaynaklanmıştır. Bu ilimlerin gerektirdiği diğer ilim dalları da yine sistemleşme sürecinde ortaya çıkmıştır. Ana kaynak olarak Kur’an’ı ve Kur’an’ın uygulanışı anlamında Sünnet’i esas alan bu ilimler, her şekilde birbiriyle ilgilidir çünkü kaynağının aynı olmasının ötesinde, hepsi insanı, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu hedeflemektedir.

Bu ilimler, aynı kökten kaynaklandığı ve geliştiği için hiçbir şekilde birbirinden koparılamaz. Çünkü esasında mesela, ‘edebiyat, tarih, matematik, astronomi …’ gibi ilim dalları dahi ‘Temel İslam Bilimleri’nden tamamen koparılamazken; doğrudan Kur’an’ın ortaya koyduğu İslam akidesinden kaynaklananların birbirinden tamamen ayrılabilmesi mümkün değildir. Çünkü Kur’an’ı Kerim’de bulunan bir sürü kıssa ve hikâye öncelikle edebiyatı; tarihî gerçekliği bulunan pek çok olay ve yerin anlatılması da tarihi ve aynı şekilde edebiyatı da yakından ilgilendirmektedir. Diğer ilim dallarının ilişkisi de benzer şekildedir.

Kaynakça:

TDV Ansiklopedisi

Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y, İstanbul, Temmuz 2000

Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 7. Baskı, TDV Yayınları, Ankara, 1989

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, , Ter: Prof. Dr. Abdülkadir Şener, Fecr Y, Ankara, 1986

Mustafa Sıbai, İslam Hukukunda Sünnet, Ter: Kâmil Tunç, Girişim Y, İstanbul, Kasım 1989

Prof. Suphi es-Salih, İslam Mezhepleri ve Müesseseleri, Ter: İbrahim Sarmış, Bir Y, İstanbul, 1983

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


0 Yorum - Yorum Yaz


Enes Furkan Onur

18912771

Bilginin Bütünlüğü Üzerine

 

İslam medeniyeti bir dini temsil ederek Adem’denHatem’e kadar tarihsel bir serüven izlemiştir. Kökleri bu kadar eskiye dayansa da bildiğimiz anlamda kurumsallaşmış İslam dini  Hz. Muhammed’in yaşadığı vahiy tecrübesi ile başlamıştır. Bu vahiy süreci ise sadece Allah’tan kullara bir kelam’ın aktarılması şeklinde algılanmamış. Bizzat Peygamber’in hayatı onun fiilleri ve söylemleri ile bir bütün olarak kabul edildiğini ilk dönemde görmekteyiz. Peygamber’in bir örneklik teşkili onun dinen elçilik göreviyle bağdaştırılmış, bu ikisi birbirlerine zıt olmamıştır. Durum bundan dolayıdır ki sahabe sadece Kur’an ayetlerini kaydetmemiş ama aynı zamanda hadislerin de muteber olduğunu bu manada düşünmüş ve dikkate almıştır. İşte bu kıymet daha sonraki nesillere de taşınmak üzere, bir miras olarak aktarılmaya başlanmıştır. Ancak bu süreç disiplinsiz ve yöntemsiz olamazdı çünkü ortada bir insanlardan müstakil bir olgu yoktu; diğer bir deyişle ilk dönemin vahiy ortamındaki her şey insanlardan da önemli oranda etkilenmişti. Her bir sahabinin meselelere bakışı hayata bakışı peygamber ile olan sohbeti, onu anlama kapasitesi, kendini adamışlığı ve onlara şahit olanların samimiyeti tamamiyle aynı olmamıştı. Bu yönde (bilginin hem aktarımı hem de inşası yönünde) ilk hadis ilminin oluştuğunu görüyoruz.

 

Hadis İlmi

 

Hadis ilmini, kabul veya reddetme açısından râvi ve mervînin (rivayet edilenin) durumunu bildiren kaideler ve meseleler bütünü olarak ifade edebiliriz.

Hadis tarihinin geçirdiği safhalar genelde dört ana başlık altında zikredilmektedir. Bunlar; Hıfz, Kitabet, Tedvin ve Tasnif aşamalarıdır.[1] Bu aşamaların birbirinden kesin bir dille ayrıldığını ifade etmek pek mümkün değildir.

Erken dönemde rivayet hadislerin naklini, dirâyet ise hadislerden mâna çıkarmayı ifade ediyordu. İbnü’l-Ekfânî’(ö. 749) bu noktada rivâyetü’l-hadîs ve dirâyetu’l-hadîs ifadelerini şöyle açıklamakta: “Rivâyetü’l-hadîsResûl-i Ekrem’in söz ve fiillerinin zabt, rivayet ve nakliyle ilgili iken dirâyetü’l-hadîs rivayetin hakikat, şartları, çeşitleri ve hükümleri, râvinin halleri ve taşıması gerekli şartları, merviyyâtn nevileri ve ilgili meseleleri konu edinir.”

İlk dönemde rivayet hadislerin aktarımını, dirâyet ise hadislerden anlam çıkarmayı vefikhi yönlerini anlamayı ifade ettiğini görüyoruz.[2] Bu bağlamda mesele ile uğraşanların yaptıkları çalışmaları bugün kabul ettiğimiz gibi bir hadis ilmi, bir fıkıh ilmi veya bir tefsir ilmi olarak müstakil bağımsızmışçasına görmediklerini, tam tersine hikmeti ifade ettiğinden dolayı meselenin, (İslam’ın anlamını kavramanın) bir yolu olarak bütün bir şekildedeğindiklerini görüyoruz.

 

Tefsir İlmi

 

Tefsir F-S-R ifadesinin Tef’il babından gelmekte olup anlamı (Emin el-Huli’nin meşhur ifadesiyle)  kapalı olan bir mananın açık hale getirilmesi demek olmaktadır. Bu anlamda bir örtüyü kaldırmak ve açmaktan farklıdır. Literal manası bu yöndedir. Kur’an’da tefsir ifadesi tek bir kez Furkan Suresi 33. Ayette geçmektedir. Burada anlamı “açıklamak” anlamındadır. Tefsir ilmi özellikle ilk dönemlerde rivayet kaynaklı ilerlemekteydi. Bu durum Hadis ilmi ile iç içe geçerek gelişmiştir. Tefsir’in ilk dönem ulemasına baktığımızda bu isimlerin Sahabe, daha çok ise Tabiun’dan olduğu görülmekte. Sahabe’den Ibn Abbas (ö. 68) özellikle bu noktada kendinden sonraki nesli eğiterek bir rivayet kaynağı haline gelmiştir. O aynı zamanda Hadis ilmi içersinde peygambere atfedilen sözlerde de önemli bir ravidir.  Said ibn Cubeyr (ö. 95), Mucahid ibn Cebr (ö.103) ve İkrime (ö. 107) bunlara Tabiun döneminden örnektir. İlk dönemin Kur’an’ı anlama çabası özellikle sahabe döneminde bir problem olmasa da Tabiun döneminde muhtelif ayetlerin delalet ettikleri unsurlar, nuzul döneminden uzaklaştıkça bilinmemeye başlandı. Bu durum Tefsir faaliyetlerini gerekli kıldı. Problem, genel olarak ilim sahibi olan (gerek nuzul dönemine şahitliği veya sağlam bilgisi olan, gerek hz. Muhammed’in yapıp ettiği söylediği ve en geniş manada oluşturduğu anlam küreye haiz olan) Sahabe ve Tabiun’un önde gelen alimlerine danışılarak aşılmak durumundaydı zira onlar ayetlerin nasıl anlaşıldığına yönelik peygamber kanalının varlığını hissettirebilecek otoritelerdi. Diğer bir deyişle ifadelerinde ayetlerin nuzulunde peygamberin neler anladığını anlayabilmeye daha yakın kimselerdi. Ancak bu kimseler de “ben bir tefsir alimiyim” demek edasında değillerdi. Peygamberin oluşturduğu zihin dünyasına haiz olmak bugün bizim fıkıh, hadis, kelam, tefsir gibi ilimlerin ürünlerine belirli oranda da haizliği gerektiriyordu. Burada bahsedilen alimler de kendi algılama düzeylerinde bir bütün olarak sözü geçen unsurları ele alıp kendi yaşantılarını da meseleye dahil ederek aktarım yaptıklarını akılda tutmak gerekir.

 

Tefsir sadece Kur’an için kullanılmamıştır. Ebû Hüreyre, Ehl-i kitabın Tevrat’ı İbrânîce okuduğunu ve müslümanlar için onu Arapça olarak açıkladığını söylerken tefsir kelimesine yer verdiğini görmekteyiz.[3] Buradan hem sahabenin dini bilgi bağlamında önceki kutsal kitaplara başvurup meselenin, tarihteki İslam medeniyetinin üzerinde durmuş olduğu konulara, bilgilere yönelik bütüncül bir bakış açısının olduğunu hem de tefsir’in bir ilim dalı olarak branşlaşmadığını görmekteyiz. Kutsal kitapların kaynak olarak aynılığının belki de bir sonucu olarak değindikleri ortak noktalarda – büyük İslam paydasında oluşmuş bilgiye yönelik – derinlik kazanmak isteyen Sahabe ve Tabiun da işte bu noktada diğer kutsal kitaplara başvurduğunu görüyoruz. Burada da bir dinler tarihi alimi görmüyoruz, daha doğrusu kendisini bu şekilde isimlendiren ancak Abdullah ibn Selam gibi ehl-i Kitab kaynaklarını bilen sahabilerden faydalanıldığını görüyoruz ki onlar İslami ilimlerde farklı açılardan da ele alınmış şahsiyetlerdir.

 

Fıkıh İlmi

 

Hz. Muhammed hayattayken dini bilgilerin disipline bir şekilde işlenmediği bu yüzden de günümüzdeki branşlaşmayı görmediğimizi söylemek oldukça mümkündür. [4] Bu branşlaşmamış disiplinlerden olarak Fıkıh ilmini görmek mümkündür. Fıkıh ifadesi sözlükte “bir sözün anlam ve maksadını anlamak, derinlemesine kavramak” anlamına gelir. Fıkıh eden kimseye ise Fakîh denir. İfadenin çoğulu Fukaha’dır. Anlamı derinden kavrayabilen özü görebilen, diğer bir ifade ile mesajı anlam küresine delaleti ve epistemik inceliği ile kavrayabilmiş olandır. Bu anlamda İslam Tarihinde “fıkhu’l-Hadis” isimli bir alan da oluşmuştur. Bu alan bugün bildiğimiz branşlaşmış bir Fıkıh ilmini temsil etmemektedir ancak meselenin özünü bizlere sunmaktadır. Konuyu daha iyi görmek adına Tırmizi ve Ebu Davud’da sahih olarak nitelendirilen bir hadisi görmekteyiz. Bu rivayet Hz. Peygamber’in Mina’da Mescid-i Hayf’ta yaptığı bir konuşmada geçmekte. O burada, kendi sözlerini duyup ezberledikten sonra onları başkalarına aynen aktaranların yüzlerini Allah’ın ağartmasını diledikten sonra şöyle buyuruyor: “Fıkıh bilgisini nakleden nice kimseler vardır ki anlama kabiliyetine sahip (fakih) değildir. Nice kimseler de vardır ki sahip oldukları bilgiyi kendilerinden daha fakih olana ulaştırırlar.”[5]

Yukarıda sözü geçen rivayet ilk dönemin nuzul ortamından ihraç olan bilgiyi sadece nakletmenin bu bilginin manasını tam olarak anlamış olmayacağı ancak derin bir şekilde düşünüldüğünde, mütalaa edildiğinde ortaya çıkabileceği ve hayata yansıyabileceğini ifade etmekte. Bu durumdan dolayıdır ki ilk dönem alimlerine baktığımızda kendilerini hem Fıkıh alimi, hem hadis alimi, hem dil alimi hem de tefsir alimi olarak görürüz. Özellikle bilginin tedvini konusunda Tabiun’un ve Tebeu’t-Tabiun’un belirli rivayetleri fıkıh alanında, belirli rivayetleri Hadis alanında belirli diğer rivayetleri de Tefsir alanına aittir diyerek toplamaması bu konuda bizlere bir diğer perspektifi sunmaktadır.

Fıkıh ilminin bireysel ve toplumsal tabanda ameli hükümlerin araştırılması ve bilinmesine yönelik branşlaşma döneminin ise II. yy. sonlarına doğru olduğunu Hayreddin Karaman ifade etmekte.[6] İmam Şafi (ö. 204) fıkıh ilmini “Fıkıh, dinin amelî hükümlerini muayyen delil ve kaynaklarından çıkararak elde edilen bilgidir”[7] şeklinde tanımlamaktadır. Tanımdan görebildiğimiz kadarıyla Şafi döneminde “bir meselenin hakikatini kavramak” konseptinden “hükümlerini anlamak” konseptine geçiş sürecine vurgu yapmaya başlandığını görmekteyiz.

 

Sonuç

 

İslam medeniyeti Adem’den Hateme gelmiş olan ve müktesabatı geniş, insanlarda oluşturmak istediği anlam küre bakımından farklı unsurlara haiz olmayı gerekli kılan bir medeniyettir. Mensuplarının bir meselede sadece bir rivayet kaynağını veya sadece bir akıl yürütmeyi ele alarak “bu islamidir” dememelidir. İslami olanı görmek için meselelere bütünsel olarak ve de insanı tanıyarak ulaşmak gerekir. Bir rivayeti sadece hadis ilmi verisi olarak görüp sahihliğine karar verdikten sonra hükme varmamak gerekir. Zira fikhi (meselenin farklı açılarını tam anlamadan) davranmak gerekir. Nakledilen rivayetin bir meselenin geneli için mi söylendiği yoksa istisnai bir mesele için mi söylendiği; söyleneni dinleyen acaba antropolojik olarak bağımsız bir varlık mıydı ki kendi dünya görüşünden veya algılama kapasitesinden bağımsız olarak doğru bir şekilde meseleyi ele alıp aktardı? Kur’an’ın tasdik ettiği kaynaklar o meseleler ile ilgili neler söyledi, söz konusu bilgi üzerinde neler ifade etti? Akli mülahazalar nuzul dönemini ne kadar iyi bir analizle gerçekleşti? Söylemin İslamiliği açısından işte tüm bu branşlarda belirli bir seviye yetkinliğine ulaşmanın bir elzem olduğunu görüyoruz.

 

 



[1] İsmail Lütfi Çakan, Hadis Ebebiyatı, Beşinci Baskı, İFAV Yayınları, İstanbul 2003, s. 26.

[2]MehmetGörmez, "ULÛMÜ’l-HADÎS", TDV İslâmAnsiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ulumul-hadis (23.05.2019).

[3] Abdulhamit Birışık, "TEFSİR", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/tefsir#1 (24.05.2019).

[4] Mehmet Emin Özafşar, “Fıkıhçı Bakış Açısının Sünneti Anlamaya Etkisi”, Günümüzde Sünnetin Anlaşılması Sempozyumu, Bursa, 29-30 Mayıs 2004, s. 183.

[5] Mehmet Görmez, "FIKHÜ’l-HADÎS", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fikhul-hadis (24.05.2019).

[6] Hayreddin Karaman, "FIKIH", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fikih#1 (24.05.2019).

[7] Hayreddin Karaman, "FIKIH", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/fikih#1 (29.05.2019).


0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    10.06.2019

Bilgi,insan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünüdür.(1)
Bilgi bütünlüğü ise bilginin saklanması ve iletimi sırasında içerik açısından herhangi bir değişime uğratılmamış olmasıdır.
Doğru bilgi için olayları bir bütün  olarak ele almak gerekir
Kuran'ı anlamak için onu bütün olarak ele almamız gerekir.Tefsir,hadis ve fıkıh birbiriyle etkileşim halinde olmalı. 
Tefsirle uğraşan bir kimse bilgi bütünlüğüne sahip olmalı. Arapça,hadis ve fıkıh usulüne hakim olmadır. 
Önceki müfessirlerin özelliklerine baktığımızda bir çok alanla ilgilendiklerini görüyoruz. Felsefe,tarih,fıkıh,hadis , fen, matematik hatta müzik.Bütün bu ilimlerle  bilgiyi yoğurmuşlardir. Anlamak düsturları idi. Kur'an'ın anlaşılması için bilgi bütünlüğüne sahip olmaları gerekiyordu.
Yeryüzünde en çok okunan fakat anlaşılmadan okunan bir kitaba sahibiz. KUR'AN. Okuduk, okuduk,okuduk.Yüzünden okumayı ibadet olarak yeterli  gördük.Onun bir kullanma kılavuzu olduğunu düşünemedik. Oku,düşün, anla,yaşa ilkesinin oku kısmında  kaldık.
Ayetleri ele alırken Kur'an'ın bütününe bakmamız gerekir. Siyak-sibak tesbiti yapılarak olaylar arasında bağlantı kurulmalı. 
''Bu kitabı, sana her konuda açıklama getiren bir rehber, bir hidayet ve rahmet kaynağı, Allah’a gönülden bağlananlar için bir müjde olarak indirdik.''(Nahl 89) (2)
Bu ayette Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm'in insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah konularına dair bilgilerin  tafsilatlı olarak açıklandığını belirtiyor. Her müslümanın ahkâm ayetlerini kaynağından yani Kur'an'dan öğrenmesi gerekir.Kur'an'' anlaşılmaz, boşuna anlamaya çalışmayın'' diyen ve  hayatı anlamlandırmaya çalışan insanın önüne set çeken zihniyet, bugün müslümanın elinden Kur'an'ı aldık diye seviniyor. Mushafı müslümanın elinden alamayacağını bilenler Kur'an'ın manasını alarak yabancı bir kitap haline getirdiler.Halbuki ahlâk örneği sunan Kur'an ayetlerini doğrudan okuyup anlayabilirdik.İçi boşaltılmış bir ibadetimiz olmayacaktı belki de.Namaz kılan bir hırsızımız,oruç tutan bir zinâkârımız ya da gece gündüz Kur'an'ı yüzünden okuyan gıybetçi kardeşlerimiz olmayacaktı. 
Müteşabih âyetlerin anlaşılması  ve nüzul sebeplerinin bilinmesi ya da hüküm çıkarmak gibi konularda bir müfessirin ya da fâkihin   koordineli çalışmasına  ihtiyaç duyabiliriz. 
Madem Kur'an anlaşılır neden o zaman yüzlerce tefsir kitabı yazılmış sorusuyla insan karşı karşıya kalabilir.Kur'an'ın ilk muhatabı olan sahabe peygamberimizle iletişim halinde olduklarından  dolayı anlama konusunda sıkıntı çekmediler. Daha sonraki dönemlerde değişen şartların da etkisiyle ihtiyaç duyulan soruların cevapları bilgi bütünlüğü ile sağlanmaya çalışıldı. Müfessirlerin, muhaddislerin,fakihlerin hatta kelamcıların sayısı arttı. Siyasi ve mezhebi ayrılıklar bilginin irdelenmesine ve ilgili ilimlerden faydalanarak sorunlara çözüm ihtiyacını doğurmuştur.
  Ancak mezhebi ve siyasi ayrılıklar tefsir çalışmalarını olumsuz etkilemiştir. Sahabe ve tabiinden sonraki dönemlerde şerh ve haşiyeler yazılmış. Yoruma yorum katan bu eserler bazı fırsatçı zihniyetlerin subjektif çalışmalarına malzeme olmuştur.Kur'an'ı mealden değil tefsirden okuyun denildi bu ümmete ama öyle saf,katışıksız, halis tefsir bulabilme ayrı bir mesele idi. Kur'an'ın Kur'an'la tefsiri bazı kesimler için bir fırsat olmuş. Ayetleri birbirine bağlarken manayı istediği yöne çekebilmiştir. Ayetlerin nüzul sebeplerini iyi bilip olayların fıkıhtaki, hadisteki yerini iyi bilip ona göre anlaşılmalıydı halbuki Kur'an.
Kuranı yaşama indirmek gerekti aslında. Bir ihtiyaçtı bizim için.Hayatımızı şekillendiren bir kılavuz olması gerekirken yüzünden okunmasıyla sevap makinası yaptık âdeta.Esefle söylüyorum ki Kur'an'ı anlamadık. Dilimizle islamda temel kaynak birinci sırada Kur'an'dır dedik ama  yaşantımızda sonuncu kaynak yaptık.Önümüze zahmetsizce cennet elde etme misyonuyla hurafeler sunuldu bize altın tepsilerle. Kalabalık gruplarla birlikte garantiledik cenneti âdeta garantörlerimizle. Kimse bize bugüne kadar anla demedi. Anla ve yaşa demedi. Düşün demedi. Biz düşünürüz senin yerine sen yeter ki gemiye bin deyip sorgulatmadılar bize yaşamı, gerçekleri.Her geçen yıl imam-hatip liselerimiz, ilahiyat fakültelerimiz, cemaatlerimiz, başörtülü kızlarımız nicelik bakımından artarken aynı oranda nitelik bakımından artıyor mu bunları irdeliyor muyuz.
Tokat'ın bir ilçesinde Kur'an kursu öğreticiliği yaparken iki öğrencime meali bin bir güçlükle okutabilmiştim.Biz Kur'an'ı anlayamazmışız o yüzden okumayız dediler. Arapçayı nasıl anlıyorsunuz peki sorusunu ise yanıtsız bıraktılar.Hangi zihniyet, hangi beyin etkilemişse onları büyük vebâle girmekteler.Bu toplumda bu türden görüşlerin adedini şöyle bir düşünürsek Kur'an'ı yaşamın neresine koymak gerekir. Bazı akademisyenlerin ''Bu zihniyetlerle mücadele etmek neredeyse imkânsiz noktasında.Selden kaç kişi kurtarabildigimize bakmalıyız.''sözünü işitmiştim.Ben bu kadar ümitsiz değilim InşAllah. Herkesin üzerine düşeni yaptığı takdirde üstesinden gelinebileceğine inanıyorum. Devlet destekli olarak tabii ki.
(1).www.nedirnedemek.com
(2).Diyanet Meali
0 Yorum - Yorum Yaz

Bilginin Bütünlüğü    10.06.2019

Bilgi,insan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünüdür.(1)
Bilgi bütünlüğü ise bilginin saklanması ve iletimi sırasında içerik açısından herhangi bir değişime uğratılmamış olmasıdır.
Doğru bilgi için olayları bir bütün  olarak ele almak gerekir
Kuran'ı anlamak için onu bütün olarak ele almamız gerekir.Tefsir,hadis ve fıkıh birbiriyle etkileşim halinde olmalı. 
Tefsirle uğraşan bir kimse bilgi bütünlüğüne sahip olmalı. Arapça,hadis ve fıkıh usulüne hakim olmadır. 
Önceki müfessirlerin özelliklerine baktığımızda bir çok alanla ilgilendiklerini görüyoruz. Felsefe,tarih,fıkıh,hadis , fen, matematik hatta müzik.Bütün bu ilimlerle  bilgiyi yoğurmuşlardir. Anlamak düsturları idi. Kur'an'ın anlaşılması için bilgi bütünlüğüne sahip olmaları gerekiyordu.
Yeryüzünde en çok okunan fakat anlaşılmadan okunan bir kitaba sahibiz. KUR'AN. Okuduk, okuduk,okuduk.Yüzünden okumayı ibadet olarak yeterli  gördük.Onun bir kullanma kılavuzu olduğunu düşünemedik. Oku,düşün, anla,yaşa ilkesinin oku kısmında  kaldık.
Ayetleri ele alırken Kur'an'ın bütününe bakmamız gerekir. Siyak-sibak tesbiti yapılarak olaylar arasında bağlantı kurulmalı. 
''Bu kitabı, sana her konuda açıklama getiren bir rehber, bir hidayet ve rahmet kaynağı, Allah’a gönülden bağlananlar için bir müjde olarak indirdik.''(Nahl 89) (2)
Bu ayette Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm'in insanlığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah konularına dair bilgilerin  tafsilatlı olarak açıklandığını belirtiyor. Her müslümanın ahkâm ayetlerini kaynağından yani Kur'an'dan öğrenmesi gerekir.Kur'an'' anlaşılmaz, boşuna anlamaya çalışmayın'' diyen ve  hayatı anlamlandırmaya çalışan insanın önüne set çeken zihniyet, bugün müslümanın elinden Kur'an'ı aldık diye seviniyor. Mushafı müslümanın elinden alamayacağını bilenler Kur'an'ın manasını alarak yabancı bir kitap haline getirdiler.Halbuki ahlâk örneği sunan Kur'an ayetlerini doğrudan okuyup anlayabilirdik.İçi boşaltılmış bir ibadetimiz olmayacaktı belki de.Namaz kılan bir hırsızımız,oruç tutan bir zinâkârımız ya da gece gündüz Kur'an'ı yüzünden okuyan gıybetçi kardeşlerimiz olmayacaktı. 
Müteşabih âyetlerin anlaşılması  ve nüzul sebeplerinin bilinmesi ya da hüküm çıkarmak gibi konularda bir müfessirin ya da fâkihin   koordineli çalışmasına  ihtiyaç duyabiliriz. 
Madem Kur'an anlaşılır neden o zaman yüzlerce tefsir kitabı yazılmış sorusuyla insan karşı karşıya kalabilir.Kur'an'ın ilk muhatabı olan sahabe peygamberimizle iletişim halinde olduklarından  dolayı anlama konusunda sıkıntı çekmediler. Daha sonraki dönemlerde değişen şartların da etkisiyle ihtiyaç duyulan soruların cevapları bilgi bütünlüğü ile sağlanmaya çalışıldı. Müfessirlerin, muhaddislerin,fakihlerin hatta kelamcıların sayısı arttı. Siyasi ve mezhebi ayrılıklar bilginin irdelenmesine ve ilgili ilimlerden faydalanarak sorunlara çözüm ihtiyacını doğurmuştur.
  Ancak mezhebi ve siyasi ayrılıklar tefsir çalışmalarını olumsuz etkilemiştir. Sahabe ve tabiinden sonraki dönemlerde şerh ve haşiyeler yazılmış. Yoruma yorum katan bu eserler bazı fırsatçı zihniyetlerin subjektif çalışmalarına malzeme olmuştur.Kur'an'ı mealden değil tefsirden okuyun denildi bu ümmete ama öyle saf,katışıksız, halis tefsir bulabilme ayrı bir mesele idi. Kur'an'ın Kur'an'la tefsiri bazı kesimler için bir fırsat olmuş. Ayetleri birbirine bağlarken manayı istediği yöne çekebilmiştir. Ayetlerin nüzul sebeplerini iyi bilip olayların fıkıhtaki, hadisteki yerini iyi bilip ona göre anlaşılmalıydı halbuki Kur'an.
Kuranı yaşama indirmek gerekti aslında. Bir ihtiyaçtı bizim için.Hayatımızı şekillendiren bir kılavuz olması gerekirken yüzünden okunmasıyla sevap makinası yaptık âdeta.Esefle söylüyorum ki Kur'an'ı anlamadık. Dilimizle islamda temel kaynak birinci sırada Kur'an'dır dedik ama  yaşantımızda sonuncu kaynak yaptık.Önümüze zahmetsizce cennet elde etme misyonuyla hurafeler sunuldu bize altın tepsilerle. Kalabalık gruplarla birlikte garantiledik cenneti âdeta garantörlerimizle. Kimse bize bugüne kadar anla demedi. Anla ve yaşa demedi. Düşün demedi. Biz düşünürüz senin yerine sen yeter ki gemiye bin deyip sorgulatmadılar bize yaşamı, gerçekleri.Her geçen yıl imam-hatip liselerimiz, ilahiyat fakültelerimiz, cemaatlerimiz, başörtülü kızlarımız nicelik bakımından artarken aynı oranda nitelik bakımından artıyor mu bunları irdeliyor muyuz.
Tokat'ın bir ilçesinde Kur'an kursu öğreticiliği yaparken iki öğrencime meali bin bir güçlükle okutabilmiştim.Biz Kur'an'ı anlayamazmışız o yüzden okumayız dediler. Arapçayı nasıl anlıyorsunuz peki sorusunu ise yanıtsız bıraktılar.Hangi zihniyet, hangi beyin etkilemişse onları büyük vebâle girmekteler.Bu toplumda bu türden görüşlerin adedini şöyle bir düşünürsek Kur'an'ı yaşamın neresine koymak gerekir. Bazı akademisyenlerin ''Bu zihniyetlerle mücadele etmek neredeyse imkânsiz noktasında.Selden kaç kişi kurtarabildigimize bakmalıyız.''sözünü işitmiştim.Ben bu kadar ümitsiz değilim InşAllah. Herkesin üzerine düşeni yaptığı takdirde üstesinden gelinebileceğine inanıyorum. Devlet destekli olarak tabii ki.
(1).www.nedirnedemek.com
(2).Diyanet Meali
0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi