Kur'an ve İnsanın Anlam Arayışı
"Oku-Düşün-Anla-Yaşa: Güncel değerleri yaşayarak öğrenip-üreterek hayata katıyorum!" Prof. Dr. Ahmet Nedim SERİNSU
    • İyilik yap,
      elinden geldiğince iyilik yap...
    • Mehmet SERİNSU (Şumnu 1925-Ankara 8.Eylül.2016 Perşembe)
    • Okuyacaksınız, okutacaksınız!
      Kürsüde, minberde, mektepte ve üniversitede.
      İlmin en büyük ibâdet olduğunu halka öğreteceksiniz.
    • Nurettin TOPÇU (1909-1975)
    • Küçük şey yoktur!
    • Kemal URAL (v. 30.Nisan.2016)
    • Her zaman en güzel eylemi (salih ameli) çıkarabilmek için çok çalışmak,
      ben’i bulup biz’i de keşfedip hep beraber yürüyebilmek
      ve hizmet edebilmek,
      istikbalin ikbal ışığı olmak
      ve memleketi ışığa boğacak gayreti yaşamak
      gerçek Ankara İlâhiyatlı olmak bu demek.
    • İnsanı insan kılan,
      onun bağlı bulunduğu değerler sistemidir.
    • Prof. Dr. Necati ÖNER (v. 2 Ocak 2019)
    • Yaşamak,
      hizmet etmek ve af dilemek için bir mühlettir.
    • Elbistanlı Dr. Rahmi ERAY (1918-1958)

Levent Enver    30.10.2018

Usul ilimleri bilgi bütünlüğü çerçevesinde
  Din bilimlerin de usul ilimi mevcut olan bilgileri toplama ve düzenleme sırasında temel ilkler olarak kullanmak üzere tedvin başlaması ile yazılmadığına rağmen zamanla çıkan usulsuz çalışmaları engellemek amacıyla alimler tarafından düzenlendi. Din ilimleri özellikle ilk kaynakları açısından iç içe olması ve birbirinden etkinlenmesinin en önemli örneği İmam Şafi'i nin Risalesi, çünkü bu eser Hedis ve Fıkıh Usulü ilimlerinin ilk temeli olarak görülmektedir. 
Bunun ışığında, bu ilimlerde usul düzenleme ihtiyacı erken dönemde başlamıştı, o dönemde insanların hayatına Fıkıh sadece ilim olarak değil tam bir anayasa olarak görülmektedir, bu alanda Kur'an i kerim ve sünnet (hadis) önde gelen kaynaklar sayılmaktadır (bunlar aynı zamanda Tefsir dalının ilk kaynakları), fıkıh usulü'nde üç eser yazarak (Resül sallallahu aleyhi vesellem itaati, Al-Nasih vel'Mensuh, El-İlel) İbn Hanbel bu alanın ikinci alimi kabul edilmektedir. Fıkıh usulü toparlamak sırasında Hadisleri delil olarak kabul eden alimler bu hedilerin kaynaklarını ve sahih (doğru) olduğunu kanıtlamak zorundaydı, bu nedenle hadis usulü eş zamanda gelişmeye başlamıştır. 
Fıkıh usulü üç farklı şekilde gelişti, ilk ekol: kurulan bir usul üstüne hüküm çıkarmak ve istinbat etmek bu durumda bazen ictihadi hükümlerde mezhebin branşlarına hizmet etmiyor ve bu yöntem Mütekellim'lerin ekolü sayılır. İkinci ekol: bilimsel sekilde mezhep imamı nın hükümlerini araştırmak ile istinbat yöntemini usul olarak kabul etmek, bu yöntem mezhep branşlarına hizmet etmektedir. Üçüncü ekol: mezhep e uygun olarak her iki ekol arasında karıştırmak, bu yöntemin en bariz örneği Caferi mezhepte görülmektedir.
Fıkıh usulü ile ilgili yazarları araştırma sırasında bunları mezheplerinegöre ayırmak lazım. Şafii mezhebi ilk usulü yazan İmam Şafii (204) Risale sinde, el-Feyruzabadi (476) (et-Tebassur fi Usul el-Fıkıh), eş-Şirazi (476) (Şerh el-Lem'ı), ec-Cüveyni (478) (el-Burhan fi Usul el-Fıkıh), el-Gazali (505) (el-Müstasfa min ilmi'l-Usul), er-Razi(606) (el-Mahsul fi ilmi'l-Usul).
Maliki mezhebi ilk usul yazan İbn El-Kassar (397) (Usulü'l-Fıkıh), el-Beeci (474) (el-İşarat ), el-Karafi (684) (Şerh Usulü'l-Fıkıh), İbn Raşid el-Kafasi (736) (Lübabü'l-Elbab). Hanefi mezhebi yazarları el-Cessas (370) (el-Fusul fil Usul), ed-Debbusi (430) (Takvim'ül-Edille), es-Serahsi (483) (Usulü'l-Serahsi). Hanbeli mezhebi nde el-Aakbari (428) (Risale fi Usuli'l-Fıkıh), İbnü Aki'il (513) (el-Vadih), Yusuf İbnü'l-Cevzi (656) (el-İzah li-Kavanin'il-İslah) ve el-Bağdadi (739) (Kavaid el-Usul ve Ma'akid el-Fusul).
Yukarda geçen alimler dışında bir çok isim daha mevcut ancak özet olarak bunları seçerek zikrettik. Usul olarak aralarında ehli sünnet mezheplerini bozmayacak kadar farklar var,

Hanefi: Kur'an, Sünnet, el-Kıyas, el-İstihsen, el-Hiyel el-Şar'iye
Maliki: Kur'an, Sünnet, Amel Ehli'l Medine, Kavlü'l Sahabi, el-Masalihel-Mursele, el-Kıyas, Sedüz-Zeraii
Şafii: Kur'an, Sünnet, İcma, Kavlü'l Sahabi, el-Kıyas
Hanbeli: Kur'an, Sünnet, İcma, Kavlü'l Sahabi, Şer'ü men Kablina, el-Kıyas, el-İstishab, el-Maslaha, el-İstihsen

Hadis usulünde ilk yazanlar İmam Şafii (204) ve sonrası İmam Ahmet ibn Hanbel (241), bunlara takiben İmam Buhari'nin hocası Al-Humeydi (219) istîlah kitabı, İmam Buhari (256)(Tarih kitapları), İmam Müslim (261) (Sahih'inin mukaddimesinde), İmam Tirmizi (279)(el-İlel'il-Sağir), İbn Hibban (354) (kitab el-Tekasiim vel-Envaa, Sahih İbn Hibban), ancak ilk Hadis usulü ile ilgili müstakil kitap yazan er-Ramahurmuzi (360) (el-Muhaddis' ül-Fasil), sonra daha iyi şekilde hadis ilminde ve usulünde kitap yazan el-Hakim (405)(Marifet Ulumül-Hadis). 

Tefsir ilminin özellikle Fıkıh ile önemli şekilde bağlantılı olduğuna rağmen usulü nün yapılmasına gereksinim diğer ilimlere nazaran geç görüldü, İmam Suyuti ye göre öncü alimlerin ihmali nedeniyle ancak olası neden tefsir ilk dönem sadece nakil ile yapılmaktaydı ve İmam Taberi (310) tercih meselesi başladı bununla birlikte akli tefsir başlamış sayılır, olası gereksinim böyle başlamış olabilir, ilk Tefsir usulü ile ilgili ilk yazar Ebü'l-Nasr El-Haddadi (410 sonrası?)(el-Medhel li-Tefsir Kitab-illahi Te'ala), tekrar bu konuda yazmak uzun süre sonra gerçekleşti el-Harati (638) (Muftah'ü-llübi'l-Mukfel li-Fehmi'l-Kur'an'il-Munzel), sonrası İbnü Teymiye (728) (el-Mukaddime), ilk tefsir ilminin tanımını belirten alim ez-Zerkeşi (794) ''Kur'an'ın anlamlarını ortaya çıkarma ilmi'', sonra Tefsir usulü nde el-Belkini (824) ve el-Kefeci (879) tefsir konuları, yöntemleri ve şartları ile ilgili kitapkar takdim ettiler, son noktayı koyan alim es-Suyuti (911) kitabı (et-Tehbir fi İlmi't-Tefsir) ile sayılır.Fıkıh usulü basit şekilde anlatılırsa, Kur'an'i kerim-Hadis-Sahabeler-İsrailiyet-Lügat, müfessirler bu usulden farklı şekilde ihtiyaç ve kanaatlerine göre yararlanmışlar.

Bütün usul de dikkat edilen şey İsnad in önemi, zaten dünyada mevcut semavi dinler arasında İslam dini ilimlerin önde gelen özelliği nakil ile gelen bütün yazılar (Kur'an i kerim dahil) tahkik edilen isnad zinciri ile günümüze kadar varması. Çok önemli olan Rical ilmi sayesinde zaten bu zincirler sağlam şekilde birden fazla alim tarafından tahkik edilmiştir, tahkik sırasında adamların sadece doğruluğu ve ilmi araştırılmıyor aynı zaman yaşadıkları toplum (adet ve genelekleri) ve siyasi ortam (özellikle fitne zamanları), bütün etkenler ilmi nakli etkilediği için sağlam şekilde araştırıldı.
Bilgi bütünlüğü konusunda dikkat çeken bir konu, bazı alimler sadece bir alanda ün göstermedi, önemli örnekler İmam İbn Hanbel hadis rivayetinde iştigal etmişti, hatta Taberi onu muhaddis olarak göstermektedir, er-Razi Fıkıh usulü alanında yazıları mevcut.
Hadis nakil ile yazılıyor ama usulü araştırıldığı zaman rivayet zinciri ve metni dirayet şeklinde takip, tetkik ve tasnif edilmektedir. Fıkıh ve Tefsir usulüne bakıldığı zaman içinde hem tetkik edilen nakil hemde rayi (dirayet) ekolü görülüyor, burada kaynaklar açısından iç içe oldukları için tahsil aşamasında alimler her tür ilmi bilgiyi yeterli şekilde tahsil edip topladığı bilgi birikimini kendini daha verimli olduğu alanda yoğunlaşıp öğrencilerine naklediyor. Bu seçim ve ilim rihlesinde hayat şartları, çevre ve toplum ihtiyacı en büyük etkenler olarak görülmektedir. 

0 Yorum - Yorum Yaz


Esra USTA

Yüksek Lisans (Güz Dönemi)

18912747

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ BAĞLAMINDA TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİ İNCELEMESİ

Allah (c.c) ilk insan Hz. Âdem’i yarattığında ona bütün eşyanın ismini öğretmiştir.[1] Diğer bir ifadeyle insanın öğrenme, bilme ve inanma ihtiyacı Allah tarafından kendisine kodlanmıştır. İnsan, nereden ve neden geldiğini, nereye gideceğini kısacası bu varlığın kaynağını, evreni, insanı ve kendi hayatını anlamlandırma ihtiyacı olan bir varlıktır. İnsanlık tarihi boyunca üretilen her icat, yapılan her keşif, öğrenilen her bilgi bu ihtiyacın birer tezahürüdür.

Allah yarattığı insanların bu ihtiyacını bildiği için onları hiçbir zaman başıboş ve rehbersiz bırakmamıştır ki bunun en net örneği hem ilk insan hem de ilk peygamber olan Hz. Âdem’dir. İnsanlık tarihi boyunca rahmet[2] olarak gönderilen peygamberler, insanın bu öğrenme, anlama ve anlamlandırma isteğine birer cevap olmuşlardır.

İnsanların bu anlam arayışına son bir cevap olarak Allah (c.c) Hâtemu’n Nebiyyîn[3] olan Hz. Muhammed’i peygamber olarak görevlendirmiştir. O, hem bir peygamber hem de devlet başkanı olarak Allah’ın mesajlarını insanlara iletmiştir. Mekke’de başlayan ilahi tebliğ, 622 yılında yapılan hicretle birlikte Medine’de güçlenerek devam etmiş ve 632 yılında Hz. Muhammed’in vefatıyla sona ermiştir. Ayetlerin peyderpey inzaliyle birlikte Hz. Muhammed bu ayetleri hem etrafındaki insanlara ulaştırmış hem de bizzat tatbik etmiştir. Medine’ye hicretle birlikte Medine Site Devletinin başkanı seçilen Hz. Peygamberin görev alanı genişleyerek teşrî yetkisine de sahip olmuştur.

İnzal dönemi boyunca İslam olanlar, Allah’tan gelen emirleri Hz. Peygamberin etrafında onun söz ve fiillerini dikkate alarak tatbik etmişlerdir. İnen ayetler muhataplar tarafından anlaşılmakla birlikte bunlar inananların hayatlarına direkt olarak etki ediyordu. Bir taraftan da Hz. Peygamberin vahiy kâtipleri inen ayetleri yazıya geçiriyorlardı. Zamanla insanlar Hz. Muhammed’in söz, eylem ve verdiği hükümleri de kayda geçirmeye başlamışlardır.

Özellikle Hz. Peygamberin vefatının ardından sahabeler, karşılaştıkları sorunlara -direkt olarak bir vahiy gelmediği için- Hz. Peygamberin tatbikatlarından çıkarımlar yaparak çözme girişiminde bulunmuşlardır. Özellikle fıkhî alanda baş gösteren bu sorunlara fakihler tarafından çözüm üretilme çabasına girişilmiştir. Bu gibi sebeplerden dolayı Hz. Peygamberle ilgili rivayetleri toplamak için tedvin faaliyetine girişilmiştir. Daha sonra temin edilen rivayetlerin sahihliğini kontrol etmek amacıyla rical ve metin tenkit yöntemleri geliştirilmiş, hadis ilmi ve ıstılahları geliştirilmiştir.

İslam’ın fetihlerle Arabistan Yarımadasının dışına çıkmasıyla birlikte Kur’ân ayetlerinin bağlamından uzaklaşılmıştır. Yeni Müslüman olanlar Allah’ın insanlığa olan mesajını anlamak için ciddi bir tefsir faaliyetine girişmişlerdir. Kur’ân ayetlerinde kastedilen murâdı ilâhîyi tespit için sahabe ve tabiundan gelen esbâb-ı nüzûl, Hz. peygamberin uygulama ve tatbikatları gibi konulara dair rivayetlere ihtiyaç duyulmuştur.

Bu noktada tefsir; fıkıh ve hadis ilimleriyle birlikte bir anlama faaliyeti içine girmiştir. Bunun en net örneğini Mukâtil b. Süleyman’da (ö.150) görmek mümkündür. Mezhebî ayrılıkların henüz belirginleşmediği bir dönemde yaşamış olan Mukâtil, hem Kur’ân’ın baştan sona tam bir tefsir hem de bir ahkam tefsiri yazmıştır. Ve bu eserleri yazarken hem fıkıh hem de hadis rivayetlerinden faydalanmıştır.

 

FIKIH, HADİS VE TEFSİR İLİMLERİNİN TARİHSEL SÜREÇTEKİ GELİŞİMLERİ

1-      FIKIH

Fıkıh kelimesi sözlükte “derin anlayış/kavrayış” demektir ve bu kelime ıstılahta şer’î hükümleri tafsilî delillerine dayanarak bilmek[4] anlamına gelmektedir. Bir kişi fıkıh/din konusunda bilgi sahibi ise ona faqhu’r ricâlu feqahâen denir. Eğer kişi dini ilimleri tahsil edip uzmanlaştı ise ona tafaqqahe denir. Müctehidlerin her bir amelî konuyu ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip, onlardan çıkardıkları hükümlere de “fıkıh” denir. İlgilendiği konular: helal, haram, mekruh ve vacip olması bakımından insanların işlerine dair olan hükümler ve bunların dayandığı delillerdir. Kur’ân’da teşrînin temeli olarak üç prensip vardır: 1-Kolaylık 2-Teklifte azlık 3-Teşrîde tedricilik.

Fıkıh kelimesi yukarıda zikredildiği gibi “derin anlayış/kavrayış” demektir ve bireyi merkeze alır. Fıkıhta temel prensip şudur: “bütün kuralların bir hedefi ve gerekçesi vardır.” Bu ilmin amacı insan hayatının düzgün kurulması ve iki cihan saadetini tesis etmektir. Bunu yaparken de tikel hükümlerden tümel prensipler çıkarma yöntemi kullanır.

İslam Fıkhının Kaynakları ise temelde şunlardır: Kur’ân-ı Kerîm, Kur’ân-ı Kerîm’in açıklaması olan peygamberin söz ve fiilleri Sünnet ve bu ikisine dayanan Fıkıhçıkların görüşleri.

İslam fıkhının tarihi gelişiminde fıkıh altı döneme ayrılmıştır: 1-Resulullah’ın hayatındaki teşrî, 2-Hulefâ-i Râşidîn devrinin nihayeti ile son bulan büyük sahabeler devrindeki teşrî, 3-Hz. Muhammed zamanında küçük yaşta olup halifeler devrinden sonra ilim sahasında görülen ashabı kiram ile onlara muasır tâbiîler devrindeki teşrî (Hicrî 1. Asrın sonuna kadar), 4-Fıkhın bir ilim dalı haline geldiği devirdeki teşrî (bu dönemde büyük fıkıh âlimleri yetişmiştir), 5-Büyük eselerin yazıldığı, fıkhî meselelerin çoğaldığı ve ilmî tartışmaların meydana geldiği teşrî, 6-Taklid teşrî.

Fıkhın Kaynakları dönem dönem incelediğinde karşımıza şu tablo çıkmaktadır:

1. Devirde Kitap ve sünnettir.

2. Devirde Kitap, sünnet ve ictihad (bu ikisinden şer’î hüküm çıkarmak için ehlinin olanca gücünü sarf etmesidir.) ictihad yaparken nassların zahiri ve kıyastan yararlanmışlardır.

3. Devirde Müslümanların siyasi ve itikadî ayrışmaları derinden yaşadığı bir dönemdir. Havâriç, Şia ve Ehli Sünnet olarak 3 fırka ortaya çıkmıştır. Bu dönemde hadis rivayetleri yaygınlaşmış ve uydurma hadisler belirmiştir. Yine bu dönemde Arap olmayan İslam alimleri yetişmiştir. Hadis ve Re’y taraftarları olarak bir ayrışma olmuştur.

4. Devir (2.asrın başından 4. Asrın ortalarına kadar olan dönem) de sünnet ve fıkhın tedvini ile Cumhûrun takdir ettiği büyük imam ve müctehidlerin çıktığı devirdir.

5. Devir (h.4 başlangıcı ile Abbasi devletinin yıkılışı olan 657 tarihleri arası) mezheplerin yerleşmesi, alimlerce desteklenmesi, münazara ve ilmî mücadelenin yaygınlaştığı devir.

6. Devir (h.657 den günümüze kadar devam eden sırf taklid dönemidir.)  

2-      HADİS

Hz. Peygamberin doğumundan vefatına kadar, teşrî değeri olsun olmasın ona nispet edilen her şeye hadis denir. Bu rivayetlerin Hz. Peygambere ait olup olmadığını tespit etmek için hadis alanında cerh ta’dil gibi usuller ve ıstılahlar geliştirilmiştir. Hicrî 1. asırda sahabelerin kendileri için yazdıkları notlara sahîfeler denilmiştir. Hicrî 2. asırda ise halife Ömer b. Abdülaziz hadislerin unutulması korkusuyla, her bir hadis rivayetinin toplanması faaliyetini başlatmıştır. Toplanan bu hadislerin sağlamlığını tespit amacıyla râvileri inceleyen ricâl ilmi tesis edilmiştir. Bu dönemde hadis rivayetlerine yaklaşımlarda Ehli Hadîs ve Ehli Re’y ayrımına gidilmiştir. Ehli Hadîs taraftarları isnadı merkeze alan bir yöntem inşa ederken Ehli Re’y mensupları hem isnad hem de metin tenkidinin birlikte olması gerektiğini savunmuşlardır. Hicrî 3. asırda tedvin ve tenkit faaliyetleri hız kazanmış olup hicrî 4. asırdan sonra ise şerhler dönemi başlamıştır.  

Hicrî 2. asırda meydana gelen siyasî ve itikadî ayrılıklardan sonra hadis rivayetlerinde artma ve uydurma hadisler ortaya çıkmıştır. Hadisçiler bu tehlikeleri fark edip cerh ve ta’dîl ilmi geliştirilmeye başlanmıştır. Cerh ve ta’dîl ilminin ortaya çıkmasına sebep olan âmillerin başında Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan olayların akabinde ortaya çıkan kimsenin bilmediği bir takım sözler gelmektedir. Sahabe ve tâbiûnun ileri gelenleri hadis naklinde ve kabulünde ihtiyatlı davranmışlar ve sadece râvi ve isnadları bilinen hadisleri almanın gerekliliğini savunmuşlardır.  Bu sebeple cerh ve ta’dîl ilmini geliştirmişlerdir. Hadis rivayet eden râviler başlıca iki yönden tenkide tabii tutulmuşlardır: 1- Hadis rivayet eden kimsenin adaleti 2-zabtı yani hadis tahammül ve rivayetindeki dirayetidir. Adaletten maksat râvinin takva sahibi olmasını sağlayan dirayetidir. Âdil kişi işlerinde istikameti tam ve fısk tan uzak bulunan kimsedir.

Hicrî ikinci asrın başlarından itibaren sistemli bir şekle giren cerh ve ta’dîl hareketi, hem hadisler ve râvilerin sıhhat ve güvenilirliklerine göre sınıflandırılmalarını hem de bu ilmin temel prensip ve kaidelerini, tabir ve ıstılahlarını içinde toplayan, bunları inceleyen mustalahu’l-hadîs veya usûlu’l-hadîs ilminin doğuşunu hazırlamıştır.

Hadisler ise delil değeri açısından şu kısımlara ayrılmıştır: sahih, hasen ve zayıf; kaynağı açısından merfû, mevkuf ve maktû; senet sayısı açısından, mütevâtir, meşhûr ve âhâd (aziz, garîb); senedinin muttasıl olup olmaması açısından, müsned (mevsul), muttasıl, munkatı, mu’dal, mürsel, muallak, muanan, müennen ve müdelles.

3-      TEFSİR

Tefsir tarihi hakkında yapılan çalışmalar incelendiğinde, Hz. Peygamberle birlikte ilk tefsir faaliyetinin de başladığı cumhur tarafından kabul edilmektedir. Hz. Peygamber’in Kur’ân tefsiri, sahabe’nin anlayamadığı ve açıklanmaya muhtaç muhtelif ayetlerin beyanı şeklinde olmuştur. Tefsir yaparken ki amaç teferruata girmeden, şeriat ve ahkâmda Allah’ın muradının ne olduğunu beyan etmektir.[5] Hz. Peygamber’in tefsir yapmadaki muradı, her bir ayetteki kelimelerin manalarını açıklamak değil, ayetlerin manalarını bir bütün halinde insanlara öğretmekten ibaretti.[6]

Sahabe dönemindeki tefsir faaliyetlerine gelindiğinde, yapılan tefsirler çoğunlukla kelime tefsiri üzerine olup, bazı ayetlerin sebebi nüzullerini vermek ve Hz. Peygamber’den telakki edilen bazı ayetlerin manalarını beyan etmek üzerinedir.[7] Bu dönemde Hz. Ömer’in Müteşâbihâtu’l Kur’ân’a dair yorumlara şiddetle karşı çıktığına dair rivayetler[8] nazarı dikkate alındığında, sahabe döneminde Kur’ân’ın her ayetinin tek tek tefsir edilmediğiyle ilgili bir durumla karşılaşılmaktayız. Bu dönemin tefsir yapma tarzı, sistematik olmamakla birlikte, Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri ve rivayet metodudur. Bu dönemde sahabeler bizzat Hz. Peygamber’in tedrisatından geçtikleri ve ayetlerin manalarına vakıf oldukları için Kur’ân’ı tamamen tefsir etme ihtiyacı hissetmemişlerdir.

Tâbiîn döneminde ise İslam’ın diğer coğrafyalara yayılmasıyla birlikte farklı din, dil, ırk ve kültürden pek çok insan İslam’a intisap etmiştir. İslam’ın ana kaynağı olan Kur’ân’ın yeni Müslümanlar tarafından anlaşılması sorunun ortaya çıkmasının ardından tefsir çalışmalarına hız verilmiştir. Farklı arka plana sahip olan bu Müslümanlar, kendi arkaik fikrî tasavvur, yaşayış ve hurafelerini de Kur’ân’ı anlama ve yorumlama faaliyetlerine dâhil etmişlerdir.[9] Farklı medeniyetlerle tanışmanın hızlanmasıyla, İsrailiyyât türü malumatların tefsir külliyatına yoğun bir şekilde girdiği görülmektedir. Bu dönemin tefsir kaynakları Kur’ân, Hz. Peygamber’den gelen rivayetler ve sahabe kavillerinden oluşmaktaydı. Yine bu dönemde Kur’ân’ın tüm ayetlerini içeren detaylı tefsirlerin yazılmadığı veya yazılmış olsa da günümüze ulaşmadığı ifade edilmektedir.[10]

Etbeu Tâbiîn dönemine gelindiğinde ise mufassal ve baştan sona Kur’ân’ın bütün ayetlerini açıklayan tefsir kitapları yazılmaya başlanmıştır.[11] Yine bu dönemde, rivayet metodu kullanılmakla birlikte dirayet metodu da yaygınlaşmaya başlamıştır. Mezhebî ayrışmaların belirginleşmeye başlamasıyla tefsir çalışmaları da ivme kazanmıştır. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, bu dönemde İslam coğrafyasının genişlemesiyle de birlikte Müteşâbihâtu’l Kur’ân’a dair eserler verilmeye başlanmıştır. Hicrî II. asır, Kur’ân’ın anlaşılması için fikrî bir zemininin oluşturulmaya çalışıldığı, itikâdî ve mezhebî temayüllerin saflarını belirlemeye başladığı bir zamana tekâbül etmektedir.

Sonuç olarak tefsir “doğru anlamı tespit” ve “anlama/açıklama” gayretinde bulunan bir ilim dalıdır. Kur’ân ayetlerinin nüzul sürecinde ilk muhatapların zihinlerinde tekabül ettiği anlamı veya anlamları tarihsel veriler ışığında ve tenkit gibi çeşitli yöntemlerle ortaya koymak tefsirin temel gayelerindendir. Bu sebeplerden dolayı İslami İlimler arasında sahip olduğu pozisyon çok kritiktir. Bir bakıma tefsir, Kur’ân ayetlerinin ilk ve doğru anlamını aramaktadır.

BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ BAĞLAMINDA BU İLİMLERİ DEĞERLENDİRME

Her insan bir anlam kürede yaşar ve o, yaşadığı hayatı anlamlı kılma çabasında olan bir varlıktır. Yani insan, anlam arayışında olan bir bütündür ve bu bütünlüğe erişmesi için bilgi edinmek ister. Ve o hem bilgiyi tüm yönleriyle kavramak hem Kur’ân ve murâdı ilâhîyi anlamak hem de oradan aldığı ilhamla hayatını düzenlemek ister.

Peki, bilgi nedir? Bilgi, bilen varlık yani özne (suje) ile bilinen varlık, yani nesne (obje) arasında kurulan ilişkiden doğan ürüne verilen addır. Daha açık bir ifadeyle öznenin (sujenin) nesneyi (objeyi) yorumlamasına, onun hakkında bir yargıda bulunmasına veya açıklama yapmasına, bilgi denilmektedir. Kısacası bilgi, insanla çevresi arasında kurulan ilişkiler sonucunda elde ettiği verilerin işlenmiş halidir.

Anlam inşası için bilgi temelli bir alt yapıya ihtiyaç vardır. Kur’ân ise insana bilgi sağlayan en temel kaynaklardan biridir ve insanlar murâd-ı ilâhîyi anlamak için çeşitli ilimlere başvurur. Bu anlama faaliyetinin sonucunda bir anlamlandırmaya ulaşır. İslam dininin dünya görüşü insana ve evrene parçacı bir bakış ile değil aksine bütüncül bir şekilde bakar.

Bu durumu anlamak için insanlığın asırlardır ortaya koymuş/koymakta olduğu İslami İlimlerden örnek vermek uygun olur. Mesela ayetlerin inzal edildiği zamanda muhataplarının zihninde beliren ‘ilk anlam’ı bulmak ve murâd-ı ilâhîyi doğru anlamak amacıyla ortaya çıkan tefsir ilmi Kur’ân ayetlerini açıklarken hadis rivayetlerinden faydalanmak ihtiyacındadır. Çünkü hadis rivayetleri sahabe ve tâbiûndan gelen, Kur’ân’ı daha iyi anlamak için ihtiyaç duyulan esbâb-ı nüzûl, ahkâm ve pek çok konuya dair haberleri içermektedir. Buna en iyi örneklerden biri İmâm Buhârî’nin el-Câmi’us-Sahîh’idir. Bu eserin Kitâbu’t Tefsîr bölümünde Kur’ân ayetlerinin esbâb-ı nüzûlüne dair rivayetler toplanmıştır ve tefsir ilmi açısından bu eser başvurulması gereken bir kaynaktır. Ayrıca tefsir ve hadis ilimleri arasındaki diğer bir ilişki ise tefsir ilminde hadis usulünün kriterleri ve ıstılahlarının kullanılmasıdır. Hadis usulü zaman olarak tefsir usulünden daha önce teşekkül ettiği için hadis ıstılahları diğer pek çok literatür gibi tefsir literatürüne de girmiştir.  Hadis, fıkıh ve tefsir ilimlerinin ortak bir noktası olarak hepsi de kelime tahlilleri yapmaktadır.

Bilginin parçalanamaz bir bütünlüğe sahip olduğunu düşündüğümüzde, en doğru anlama ulaşmak, bu farklı ilim dallarının kesişim noktalarını tespit etmekle mümkün olabilir. Ve doğru bir anlam ile doğru bir anlama da gerçekleştirilebilir. Neticede her ilim alanı -tefsir, fıkıh, kelam ve hadis gibi- ortaya koyduğu bilgi ve usulleri hem kendisi kullanır hem de bunlardan yararlanması için onları diğerlerine sunar.

Sonuç olarak, ilimler birbirlerine organik bir bağ ile bağlıdır ve parçalandıklarında ‘anlam’da buharlaşır. Bu sebeple ilimler ancak bir bütün halinde okunduklarında anlamlı ve iki cihan saadetini hedefleyen bir hayat görüşü tesis etmeye yardımcı olabilirler.  

 

KAYNAKÇA

1.      El-Hudarî, Muhammed. İslâm Hukuk Tarihi. Istanbul: Kahraman Yayınları, 1974.

  1. Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Tarihi. Ankara: Fecr Yayınları, 2015.

3.      Koçyiğit, Talât. Hadîs Tarihi. Ankara: TDV Yayınları, 2014.



[1] 2/Bakara 31

[2] 21/Enbiya 107

[3] 33/Ahzab 40

[4] Rağıb el-İsfehanî, Müfredât,(İstanbul: Çıra Yayınları, 2012), 804.

[5] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, (Ankara: Fecr Yay., 2015), 55.

[6] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, 56.

[7] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi II Tabakatü’l-Müfessirîn, (Ankara: Diyanet İşleri Reisliği Yay., 1960), 7.

[8] Nabia Abbott, “Tefsir’in Erken Dönem Gelişimi”, trc. Mehmet Akif Koç, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 43, sy. 2 (2002): 7.

[9] Abbott, “Tefsir’in Erken Dönem Gelişimi”, 95.

[10] Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi II Tabakatü’l-Müfessirîn, 7.

[11] Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi II Tabakatü’l-Müfessirîn, 7.


0 Yorum - Yorum Yaz

Usul mütalaası    06.11.2018

Allaha kulluk için(tevhidi gerçekleştirme) yaratılan insan, nasıl kulluk edeceğini; Allah insanlar arasından seçtiği peygamberler vasıtasıyla öğretmiştir. İlk insanın peygamber olması bu anlamda çok manidardır. Allah seçtiği peygamberlerden bazılarına suhuf, bazılarına kitap indirmiş bazılarına ise kendilerinden önceki peygamberlerin suhuf ve kitaplarıyla insanları uyarıp Allah’a nasıl kul olacağını bildirip -bütün peygamberlerin daveti- bizzat kendileri de model olmuşlardır. Peygamberlerin daveti, Hz. Muhammed(s.) ve kendisine inen kur’ânla –insanlık için en büyük mucize- en son ve mükemmel şeklini almıştır.

Hz. Muhammede kendisine inen kur’ân’ı insanlara tebliğ etmiş ve nasıl yaşanabilirliğini de kendi hayatıyla açıklamıştır. Nüzul devrinde yaşayanlar –sahabe- peygamberden öğrendiklerini en güzel şekliyle yaşamış, korumuş ve sonraki nesillere aktarmışlardır. Bunu doğru bir şekilde yapmak için çok titiz davranmışlar ve bazı çalışmalar yapmışlardır; Hz. Peygamberin vefatından sonra hayat rehberi kur’ân’ı koruma amaçlı –yemame savaşında birçok hafızın şehid olması- Hz. Ebu Bekir döneminde mushaflaştırılmış, Hz. Osman döneminde de ihtilaflara çözüm niteliğinde mushaflaştırılan ku’rân nüshası çoğaltılmış –istinsah- ve belli bölgelere gönderilmiştir.

Sahabe ve sonraki nesiller, karşılaşılan yani kültürlere ve meydana gelen sosyolojik olaylara karşı kur’ân’nın anlaşılması için çaba sarf etmiş ve İslami ilimlerin doğuşuna sebep olmuştur. Her ilim elde etmiş oldukları malzemeyi, kendi yöntemleriyle işleyerek Kur’ân eksenli bir hayat için altyapı oluşturmaya çalışşlardır. 

 

Her ilmin bir usulü olduğu gibi İslami ilimlerinde kendi alanlarında belli bir usulü olmuştur. Belli kaide ve esasları önceden tesbit etmeden bir bilgiyi düzene koymak mümkün değildir. Bu anlamda meselâ, fıkhın fürû alanına giren meselelerin tesbitinde, fıkıh usûlü ilmine ihtiyaç vardır. Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kimseler, hüküm istinbat ederken isabetli sonuçlara varamazlar. Aynı şey hadis usûlü ilmi için de söz konusudur. Çünkü hadis ilmi kur’ânın nasıl yaşanabilirliğini gösteren en önemli kaynağı –hadisi-, doğru bir şekilde aktarımı ve metninin doğru anlaşılmasını sağlamak için inceler. Zira belli usûl ve kaideler olmadan bu alanda dolaş­mak pek mümkün görünmemektedir. Kur'ân'ın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usûlü –kur’ân’ı oluşturan unsurlardan ve kur’ân ilimi ile ilgili çalışmaların yapıldığı ilim- ilmine ihtiyaç vardır.

 

İslâmî ilimler bilginin bütünlüğü açısından bir ilişki içerisindedir. Bu ilişkiden kopuk, kur’ân anlaşılması ve yaşanması zor olur. Örneğin ku’ânın doğru bir şekilde anlaşılması için tefsir ilmi hadis ve tarih ilminden yararlanırken,  doğru bir şekilde yaşaması adına fıkıh ve kelama kaynaklık eder. Buda gösteriyor ki; İslami ilimlerin amacı kur’ân’ın içerdiği yüce manaları ve hakikatleri araştırıp ortaya çıkarmak ve insanın bu hakikatlere göre bir hayat sürmesini sağlama ilkesidir.

 

Usul: Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlara denir.

Tefsir, hadis ve fıkıh usulünün özetleri;

 

TEFSİR USULÜ

 

Tefsir: Sözlükte bir şeyi açmak, aydınlatmak ve ortaya çıkarmaya; terim olarak, insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah'ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metni­nin içerdiği manaları ortaya koymaya denir.

Tefsir usulü: Kur'ân'ın anla­şılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koyan ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler veren ilimdir. Amacı Kur'ân'm anlaşılmasına yardımcı olmak­tır.

 

Tefsirle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar

 

1. Te'vîl

Meşru bir sebep veya delilden ötürü âyeti zahirî manasından alıp, kendisinden önce ve sonraki âyete mutabık, kitâb ve sünnete uygun manalardan birine hamletmeye denir.

Tevilin şartları;

ü  Te'vile esas alınan mana, lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği manalardan olmalıdır

ü  Te'vil, lafzın ilk akla gelen zahirî manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î bir delile dayanmalıdır

ü  Te'vilin şartlarından biri de, yapılan te'vîlin manası açık bir nassa muhalif olmamasıdır

 

Te'vîl ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Te'vil, kesinlik ifade etmezken, tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik arzeder.

2. Te'vil genelde nassların manalarında, tefsir ise lafızlarda görü­lür.

3. Te'vil, tefsire göre daha hususî bir anlam taşır.

4. Te'vil kavramı, bâtınî manaları ortaya koymak, tefsir ise haki­kat veya mecaz yoluyla lafızların zahirî manalarını beyân etmek için kullanılır

 

2. Tercüme

Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmeye denir. İkiye ayrılır; harfi ve tefsiri.

Harfî Tercüme: Tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. Kur’an’ı bu türden tercüme yapmak mümkün değildir.

Tefsiri Tercüme: Tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir.

3. Meal

Bir sözün manasını her yönüyle değil de, biraz noksanıyla ifade etmeye denir. Eksik ve hatalı tercüme demek­tir

 

Tefsir usulü kaynakları

1)       Arapça kaynaklardan birkaçı;

a)       Haris el-Muhâsibî, el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân

b)       İbn Teymiyye, Mukaddime fî Usûli't-Tefsîr

c)       ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân

d)      ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn

e)       Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân…

 

2)       Tefsir mukaddimleri

a)       Taberî, Câmiu'l-Beyân An Te'vili'l-Kur'ân

b)      Râğıb El-İsfahânî, Mukaddimetü''t-Tefsîr.

c)       İbn Atiyye El-Endülüsî; Mukaddime

 

3)       Türkçe kaynaklardan bir kaçı;

a) Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, Delîlu't-Tefâsîr

       b) İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü

       c) Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş

        d) Ali Turgut (öl.1412/1991), Tefsir Usûlü ve Kaynakları

       e) Ömer Dumlu, Kur'ân Tefsirinde Yöntem

 

 

 

Kur'ân

Sözlük anlamında değişik tanımlar yapılmıştır;

ü  Karine, "delil" ve "burhan" gibi manalar ifade etmektedir.

ü  Kur'ân lafzı, bir şeyi diğerine yaklaştır­mak ve bitiştirmek manasına gelir. Çünkü

Kur'ân'da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir.  Söz konusu âlimlere göre Kur'ân kıssa, emir, nehiy, va'd, va'îd, sûre ve âyetleri ya da önceki kitapların orijinal hükümle­rini bir araya topladığı için ona bu isim verilmiştir.

ü      Kur'ân kelimesi, "okudu" anlamını ifade eden fiilinden türemiş olup, masdar mana­sından ism-i mef'ûl manasına nakledilmiş ve Hz. Peygamber (sav)'e indirilmiş ilâhî kelâmın özel ismi olmuştur…

 

Terim olarak: "Hz. Peygamber (sav)'e vahiy yoluyla indirilip Mushafîara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz kelâmdır.

 

        Kur’ân’ın kendine mahsus bir yazı şekli vardır ki, buna Resmü’l-Osmani denir.

Kur'ân vahyinin inzali konusunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür;

 

1. Kur'ân vahyi önce Levh-i mahfuz'dan bir bütün olarak Beytül-izzet’e -dünya semâsına-, oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla yirmi küsur yılda Hz. Peygambere nazil olmuştur.

2. Kur'ân, Kadir gecesinde başlayarak yürmi üç seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda Hz. Muhammed'e indirilmiştir.

3. Kur'ân, Yüce Allah'ın bir sene içerisinde inişini takdir etmiş oldu­ğu miktarlar tarzında yirmi üç Kadir gecesinde dünya semâsına indiril­miş, oradan da tedrîci bir şekilde Hz. peygamber'e inzal edilmiştir

 

Kur'ân'ın tedricen indirilişi ve bunun sağladığı faydalar;

ü  Kur'ân'm tedricen indirilişinde aslolan, vahyin yeni gelişmelere parelel olarak indirilmesidir.

ü  Hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olmasıdır.

ü  Mükellefiyetlerde genel olarak kolaydan zora doğru bir seyrin izlenmiş olmasıdır.

ü  Nassların manalarını anlama, yorumlama ve onlardan hüküm çıkarmada kolaylık sağlamış olur.

ü  Kur'ân’ın muhteva itibariyle tedricen indirilişi, onun evrenselliğinden kaynaklanmaktadır.

 

Vahiy

Sözlükte, gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilham etmek, imâ ve işaret etmek, fısıl­damak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese ver­mek gibi manalara gelmektedir.

Terim olarak Allah'ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamber­lerine iletmesi.

Vahyin Geliş Şekilleri

Kur'ân, Allah Teâlâ'nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir. eş-Şûrâ 42/51. âyette bu yollar şöyle sıralanmıştır:

"Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".

ü  Cebrail'in Peygamberin kalbine vahyetmesi –bu şekilde iki defa getirmiştir-.

ü  Meleğin insan kılığında vahiy getirmesi –en kolay olanı-.

ü  Ses aracılığıyla alınan vahiy –çıngırak sesiyle gelen-.

ü  Sâdık rüyalar –vahyin gelişine işaret-.

ü  İlham yoluyla yapılan vahiy

ü  Perde arkasından konuşmak –Hz. Muhammed ve Hz. Musa’ya has-.

 

Ayet 

Sözlükte herhangi bir şeyin varlığım gösteren alâmet anla­mını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak açık işaret, delil, ibret ve mucize gibi anlamlara da gelir.

Mutlak anlamda iki kısma ayrıl­maktadır;

1)       Fiili ayetler; Kainattaki sayısız çeşitlilik ve farklılıkları sürekli bir düzen ve kanuna bağlayan yaratıcının varlığını, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ve yaratıkların taşıdığı özelliklerden çıkarı­lan delillerin tamamı.

2)       Kavlî âyetler: Pegamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir.

 

Kuranın sürelerini oluşturan cümlelerdir. İslâm bilginleri âyetleri ifade ettikleri anlamların açıklığı ve kapalılığı sebebiyle; muhkem, müteşâbih, mücmel ve mübeyyen şeklinde kısımlara ayırmışlardır. Ayrıca tefsir usûlü bilginleri âyetleri, iniş yeri, zamanı ve hitap esasına göre; Mekkî-Medeni, arzî-semâvî, hazârî-seferi, nehârî-leylî, sayfî-şitâî,  firâşî-nevmî  diye de gruplandırmışlardır.

 

Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur'ân'daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kur’ân’daki ayet sayıları konusunda değişik görüşler vardır. Bunların en kabulu ve muhafa uygunu 6236’dır.

 Sure

 Sözlükte, yüksek makam, üstün derece, şan, şeref, binanın kısım veya katları anlamına gelmektedir. Terim olarak, âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil kur'ân bölümü demektir. Kur'ân'da 114 sûre bulunmaktadır.

Sureler, ihtiva ettikleri âyet sayısı bakımından şu şekil de sınıflandırılmıştır; âyet sayısı yüzden fazla olanlara tuvel, âyetleri yüz dolayında olanlara yahut biraz geçenlere miun, yüzün altında bulunanlara mesani, ayetleri kısa ve besmeleli fasılaları çok olan surelere mufassal denilmiştir.

Daha çok tecih edilen görüşe göre; hicretten önce nazil olan surelere Mekki, ondan sonrakiler ise Medeni olmak üzerede kısımlara ayrılmışlardır.

Surelerin tertibinin nasıl olduğu konusunda üç görüş ileri sürülmüştür;

ü  Surelerin tertibi içtihadi’dir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Malik gelmekte­dir.

ü  Sure tertibi tevkifidir. Surelerin tertibi de, ayet ve harflerin tertibi gibiydi.

ü  Kısmen tevkifi kısmen de içtihadi’dir.

 

 

Kur'ân'ın Hz. Peygamber zamanında yazılması

Resulullah zamanında yazıldığını göste­ren deliller;

ü  Hz. Ömer'in müslüman olması olayında kız kardeşinin elinde bulunan Taha suresi'nin baş tarafındaki ayetlerin yazılı bulunduğu sayfa

ü  Hz. Osman'ın şu sözü; "Peygamber (s)'e herhangi bir kur'ân bölümü nazil olduğun­da katiplerinden birini çağırır ve ona: "Bu ayetleri, falan ayet­leri içine alan sureye koy" derdi.

ü  Berâ b. Azib'den yapılan bir nakilde de o şunu söylemiştir; bir ayet nazil olduğu zaman Resûlullah (sav): "Bana falanı çağırın" dedi. Çağırılan şahıs (Zeyd b. Sabit) mürekkep, kalem ve üzerine yazı yazılacak malzeme alıp geldiğinde Allah Resulü ona: "âyetini yaz" dedi.

ü  Hz. Peygamber'in, ‘Benden Kur'ân'ın dışında birşey yazmayı­nız.’ sözü.

 

Kur'ân metninin kitap haline getirilmemesi sebpleri;

ü  Kur’ân’ın cem’i ve istinsahı belli olaylar ve ihtiyaçlar sonucu olmuştur. Peygamber döneminde bu ihtiyaçlar yoktu.

ü  Vahyin inişinin halen devam etmesi.

ü  Kur’ân’ın tedrici bir şekilde inmesi.

ü  Bazı alimlere göre de nesih olayı.

 

Ø  Kur’ân yemame savaşın da çok sayıda hafız şehid edilmesi üzerine cem’ edilmiştir. Hz. Osman dönemin çıkan ihtilaflar sonucunda da istinsah edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde de kur’ân’ın yanlış okunması sebebiyle notalama(Ebu'l-Esved ed-Düeli) ve harekeleme çalışmaları(Nasr b. Asım ve Yahya b. Ya'mer’i görevlendirerek, Haccâc b. Yûsuf tarafından yapılan çalışma) yapılmıştır.

 

Kıraat

Herhangi bir kelime üzerin­de med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i'râb bakımından meydana gelen değişikliğe denir. Kurra ise; okuyucu ve okuyan anlamını ifade eden kâri kelimesinin çoğuludur, terim anlamı ise; yedi ya da on kıraa­tin kendilerine nisbet edildiği imamlara denir.

Kıraatlardaki çeşitliliğin hikmetleri;

ü  Kur'ân'ın ilk muhataplarına onu farklı kıraatlarda okuma imkanını verilmesi,  birden çok lehçe konuşan çeşitli arap kabilelerinin, tahrif etme­den ve günaha düşmeden kur'ân'ı okumalarını kolaylaştırmak.

ü  Arap kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermek.

ü  Kıraatlar ayrıca Hz. Peygamber ümmetinin diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya koymaktadır.

ü  Kıraatlar, fakihlerin hüküm istinbatında başvurdukları bir yol olması.

 

Kıraat imamları ve ravileri;

1)       Nâfi –Medine kıraati-: Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebî Nuaym el-Leysî. Remzi elif’tir. En meşhur iki ravisi; Kâlûn, Verştir.

2)       İbn Kesîr –Mekkelilerin kıraatı-: Abdullah b. Kesîr el-Mekkî. Remzi dâl’dır. Meşhur iki ravisi; el-Bezzî ve Kunbül’dür.

3)       Ebû Amr –Basralıların kıraati-: Ebû Amr b. el-A'lâ el-Mâ'zinî. Remzi boğaz harfi olan ha’dır. Meşhur iki ravisi; Duri ve Susi’dir.

4)       ibn Âmir –Şamlıların kıraati-: Abdullah b. Âmir el-Yahsûbî. Remzi kef’tir. Meşhur ravileri; Hişam ve İbn Zekvan’dır.

5)       Âsim-Kufelilerin kıraati-: Ebû Bekr Âsim b. Ebi'n-Necûd. Remzi nun’dur. Meşhur ravileri; Ebû Bekr Şu'be ve Hafs’tır.

6)       Hamza: Ebû Ammâre Hamza b. Habib ez-Zeyyât. Remzi fe’dir. Meşhur raviler; Hallad ve Halef’tir.

7)       el-Kisâî; Ebu'l-Hasen Ali b. Hamza el-Kisâî, Hamza'dan sonra Kûfe'nin kıraat imamıdır.   Remzi ra’dır. Meşhur ravileri; Dûri ve Ebu'l-Hâris’tir.

8)       Ebû Ca'fer: Yezid b. el-Ka'ka' el-Mahzûmi. Remzi ya’dır. Meşhur ravileri İsâ b.Verdân ve Süleyman b. Cemmâz’dır.

9)       Ya'kûb: Ya'kûb b. İshâk. Basra kıraat imamlarındandır. Râvileri Muhammed b. Mütevekkil ile Ravh b. Abdulmü'min'dir. Remzi ya’dır.

10)   Halef: Halef b. Hişâm. Aynı zamanda Hamza'nın birinci ravisidir. Râvileri İshâk b. İbrahim ve İdris b. Abdulkerim’ dir. Remzi hal’ dır.

 

Yedi Harf (el-Ahrufu's-Seb'a) Kavramı

Seb'a lafzının delâleti konusunda da iki ayrı görüş vardır;

1.  Seb'a lafzı, gerçek anlamda kullanılmış olup bilinen yedi sayı­sını ifade eder. Yani delâletinde kesinlik söz konusudur.

2.  el-Ahrufu's-seb'a terkibinde yer alan yedi mecazî manada olup, genişlik ve kolaylık demektir

 

Yedi harf ile ilgili birkaç hadis;

ü  İbn Abbâs'tan nakledilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cibril bana Kur'ân'ı bir harf üzere okuttu. Ancak artırması için müra­caatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu.  Nihayet yedi  harfe  kadar  çıkıp  orada  kaldı.

ü  Ubeyy b. Ka'b'tan nakledilmiştir: "Hz. Peygamber, Beni gıfar suyunun yanında iken, Cebrail ona geldi ve dedi ki:

-  Muhakkak Allah, ümmetinin Kur'ân'ı bir harf üzere okumalarını sana emrediyor, Hz. Peygamber de:

- Allah'tan bağışlanmamı isterim, ümmetimin buna gücü yetmez, dedi. Bu şekildeki konuşmalar üç defa tekrar etti. Dördüncüde Cebrail:

-  Allah ümmetine Kur'ân'ı yedi harf üzere okumalarını emrediyor, hangi harfi okurlarsa isabet ederler, dedi.

ü  Ebû Talha'nın bildirdiğine göre yine Hz. Ömer'le bir şahıs arasın­da kıraatla ilgili bir ihtilaf ortaya çıkmış;   Bunun   üzerine  Hz. peygamber her ikisinin okuyuşunu da beyenerek: "Ey Ömer! Rahmet ayetini azab, azab ayetini de rahmet kılmadıkça, Kur'ân'ın (bu okuma tarzlarının) hepsi de doğrudur" demiştir…

 

Yedi harf hakkında ileri sürülen görüşler;

1)       Zayıf görüşler:

a)       Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm, husus, mücmel, mübey-yen ve müfesserdir.

b)       Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbar ve zecr'dir.

c)        Va'd, va'îd, mutlak, mukayyed, tefsir , te'vil ve i'râb'tır.

d)       Helâl, haram, muhkem, müteşâbih, inşâ ve ihbâr'dır.

e)       Mukaddem,  muahhar,  ferâiz, hudûd, mevâiz,  müteşâbih ve emsâl'dır.

f)        Mutlak- mukayyed, umûm- husus, nass- müevvel, nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisna ve kısımlarıdır.

g)        Meşhur yedi imamın kıraatidir.

h)      İsbât ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları ilmi, avf ve azâb ilmi, haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi, ve imamet ilmidir[1][192].

i)         Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ev Ubeyy b. Ka'b'ın kıraatlarıdir.

 

Kuvvetli Görüşler

a)       Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

b)       Yedi harften maksat, aynı manaya gelen çeşitli lafızların yedi vechidir.

c)       Yedi harfle kastedilen, yedi vecih’tir.

 

KUR’ÂN İLMİYLE İLGİLİ ÇALIŞMAŞLAR

1)       Nüzul sebepleri(Esbabu’n-Nüzul)

Bazı ayet ve surelerin ne gibi sebeplerle indirildiğini bildiren ilim dalına denir.

 

Nüzul sebebini bilmenin faydalarını şöyle sıralayabiliriz:

ü  Kur’anı-ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmetleri anlaşılır, mü’minin imanı kuvvetlenir, müşrikin de doğru yolu bulmasına vesile olur.

ü   Ayetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır, şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur.

ü  Hasr tevehhümü bertaraf edilir. Kur’an’da ayetin zahiri hasr ifade edebilir. Fakat sebeb-i nüzul bilinirse bu hususta yapılması muhtemel hatalar önlenmiş olur.

ü  Nüzul sebebi ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.

ü  Ayetlerin kolayca anlaşılıp ezberlenmesi sağlanır.

 

2)       Nasih-mensuh

Bir nassın hükmünün ya yerine bir nass gelerek veya hiçbir nass gelmediği halde belli bir zaman sonra kaldırılmasıdır.

Nasih ve Mensuh ancak şu üç şekilden biri ile bilinebilir:

ü  Nasih ve mensuh delillerin nüzul veya vürud zamanlarının bilinmesi.

ü  Nasih olan delilde, daha önceki bir delilin hükmünü neshettiğine dair açık ifade bulunması.

ü  Sahabeden “Şu veya şu ayet veya hadis, şu ayet veya hadisi neshetmiştir.” Diye açık ve kat’i bir rivayetin bulunması.

 

Nasih ve mensuh olması caiz olan şeyler:

ü  Kur’an’ın Kur’an’la neshi

ü  Sünnetin Kur’an’la neshi

ü  Kur’an’ın mütevatir sünnetle neshedilmesi

ü  Sünnetin sünnetle neshi

ü  Kur’an’ın icma, icmanın icma ve kıyasın kıyas ile neshi

 

3)       Muhkem ve müteşabih

Muhkem ayetler, manası açık olan, manasında ihtilaf edilmeyen, manalarının anlaşılması için açıklamaya ihtiyaç duyulmayan, manası herkes tarafından anlaşılabilen ayetlerdir.

 Müteşabih ayetler ise Birden fazla manaya gelen, manası açık olmayıp manasında kapalılık bulunan, açıklamaya ihtiyaç duyulan veya muhkem ayetlere ters gibi görünen ayetlerdir.

4)       Huruf’ul- mukatta’a

Bazı surelerin başında bir veya başka harfin birleşmesinden meydana gelen kesikli harflere denir. 29 surenin başında bulunmaktadır.

Hurufu Mukatta’a hakkında öne sürülen fikir ve değerlendirmeleri şu şekilde sıralanabilir:

ü  Halil b. Ahmed ve Sibeveyh’e göre bu harfler surelerin isimleridir. Hangi surenin başında gelmişse o surenin ismini belirlemiştir.

ü   İbn Abbas’a göre bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine delalet ettiği gibi, Allah’tan başka isimlere de delalet eder. Bu harfler Allah’ın ismi A’zamı’dır.

ü   Kelbi, Süddi ve Katade’ye göre bu harfler Kur’an’ın isimleridir.

ü   Ahfeş’e göre bu harflerle Allah yemin etmektedir.

ü   Ferra, Kutrub ve Müberred’e göre bunlar münferit harflerdir, gayesi müşriklerin ilgi ve dikkatini çekmektir, onlara meydan okumaktır.

ü   Birer tenbih edatıdır.

ü   Bazı cümel hesapları ve bir kısım olayların istihracına yardımcı olan hususlardır.

 

5)       Garibu’l- Kur’ân

Kur’an’da yer alan, araplar arasında da yaygın bir şekilde kullanılmadığı için pek bilnmeyen kelimelere ğarib denilmiştir. Kur’an’da nadiren de olsa yabancı kelimelerin bulunuşu, ekseriyeti teşkil eden Kureyş lehçesinin dışında, diğer lehçelerden de birçok kelimelerin yer alması Ğaribu’l-kur’an ilmini ortaya çıkarmıştır.

6)       İcazu’l- Kur’ân

Kur’ân’ın muczeliğini işleyen ilimdir. Kur’an-ı Kerim’in i’cazını şu yönlerde aramak mümkündür:

ü  Uslûbu, Dili ve Fesâhatı; tüm insanlar bir araya gelip, Kur’an’a benzer bir eser meydana getirmek için çalışsalar bile yine de onun benzerini meydana getiremiyecekleri.

ü  Te’lif yönündeki eşsizlik; 20 yılı aşkın süre içinde aralıklarla parça parça nazil olmasına rağmen ayet ve sureler arasında eşsiz bir vahdet ve insicam vardır.

ü  İhtiva ettiği ilimler yönünden i’cazı

ü  Tabiat ilimlerine temas ve işarette bulunması

ü  Geçmiş, gelecek ve hal ile ilgili gaybi haberlerinin gerçekleşmesi

ü  Kur’nâ’ın Rasulullah tarafından tebdil edilmemesi

 

7)       Aksamu’l- Kur’ân

Kur’ân’ın bazı ayetlerinde Allah’ın kendi yüce ismi üzerine, rasullere, Kur’an’a, meleklere, kıyamet gününe, tabiatta bulunan önemli varlıklara yemin edilmiştir. Bu yeminleri inceleyen ilme denir.

Kur’an’da yeminlerin bulunmasındaki sebepler şöyle açıklanmıştır:

ü  İslam’dan önceki Arapların toplum hayatında yeminin büyük rolü vardır. Arapların öteden beri alıştıkları bu usulü kur’ân muhafaza etmiştir.

ü  İndirilen ayetler yeminlerle teyid edilip ayetler ve öngördüğü hususlar vurgulanmıştır.

ü   Yemin edilen şeyin kıymet ve önemine işaret edilmiştir.

ü   Dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için kullanılmıştır.

8)       Kısasu’l-Kur’ân

Allah, muhataplarına tevhid ve ahlak ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatırken, öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metodu kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hadiseleri, dini ve ahlaki bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla gerçekleşmiştir. Bu kıssaları konu edinen ilme denir.

9)       Emsalu’l- Kur’ân

Mesel kelimesi lügatta şibih, nazir, delil, hüccet, bir nesnenin sıfatı, halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir. Türkçe de atasözü denir. Emsalleri konu edinip inceleyen ilme denir

10)   Mecaziu’l-Kur’ân

Kur’ândaki mecaz olarak kullanılan kelimeleri inceleyen ilme denir.

11)   Müşkilu’l-Kur’ân

Kur’ân ayetleri arasında ilk bakışta ihtilaf ve tenakuz gibi görünen durumları inceleyen ilme denir.

İhtilaf konusundaki tercih kaidesini şöylece sıralayabiliriz:

ü  Hüküm hususunda Medeni olanlar Mekki olanlara tercih olunur.

ü  İki hükümden biri Mekke ehli ahvaline, diğeri Medine ehli ahvaline ait olursa, Medine ehli ahvali takdim olunur.

ü  İki hükümden birinin zahir manası müstakil bir hükme, diğer ayetin lafzı bunu iktiza ederse, müstakil hüküm ifade eden tercih olunur. 

ü  İki ayetten her biri zahirde kastedilen şeyi yüklenmiş olarak umum ifade ederse, bu taktirde onlardan birinin başka bir maksadı tahsise gideni varsa o tercih edilir.

12)   İ’rabu’l- Kur’ân

Kur’ân kelimelerinin cümle içinde bulundukları yere göre gramer yönünden incelenmesi ve tahlillerinin yapılması İ’rabu’l-Kur’ân ilmini meydana getirmiştir.

13)   Mucmel- mubeyyen

Anlamı kapalı olan- mucmel- ve anlamı açık olan-mubeyyen- ayetleri inceleyen ilimdir.

14)   Mubhematu’l- Kur’ân

Kur’an-ı Kerim’de sarih olarak isimleri zikredilmeyip te, ismi mevsuller veya zamirlerle zikredilen erkek veya kadınlar olduğu gibi, melek veya cin veyahut ta bir topluluk veya kabile de olabilir. Bu gibi ismi mevsullerin veya zamirlerin kime delalet ettiğini inceleyen ilimdir.

Müphemlerin bulunmasının sebebleri şöyle sıralanabilir;

ü  Müphem olan husus kur’ân’ın başka bir yerinde tekrar zikredilerek onun aydınlatılmasıyla bir zenginlik elde etmek.

ü  Yakinen görülecek bir hale getirerek, müphemi meşhur etmek.

ü  Müphemin gizlenmesinin maksadı, o müphemin atfedilmesini istemenin daha beliğ olduğunu göstermek.

ü  Nakıs bir vasıfla, onu tahkir etmek.

ü  İsim zikretmeksizin kamil bir vasıf ile onu yüceltmek.

15)   Vucuh-Nezair

Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile, yine aynı kelimenin diğer ayetlerde anlamlar aynı olmamasına vucuh denir. Çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine nezair denir.

16)   Tenasibu’l-ay ve süver

Ayetler ve sureler arasındaki uyum ve ahengi inceleyen ilimdir…

 

 

 

HADİS USÛLÜ

 

Hadis ve Sünnet kavramı ile ilgili;

Hadis, “eski” manasına gelen “kadim”in zıddı olup ve “yeni” anlamına gelen bir kelimedir.

Kur’ân da söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır. “Haydi onun gibi bir söz getirsinler.” (Tur 52/34), “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?” (Taha 20/9)

Hadisin terim anlamı ise, söz, fiil, takrir, ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şey. Hatta sahabe ve tabiun söz ve fiilerine de hadis denilmektedir.

Bazen hadis terimi yerine haber kelimesini, sahabe ve tabiuna ait söz ve filer için eser terimini tahsis edenler de olmuştur.

Sünnet, sözlükte yol ve gidişat anlamına gelir. Yolun iyisinede kötüsünede sünnet denilmektedir. عليكُم بسنتي hadisinde Hz. Peygamberin yaşayış modeli anlamında kullanılmıştır. Kur’ân da sünnetullah şeklinde yüce yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları anlamında; sünnetul evvelin ifadesinde de eskilerin örf-adet ve yaşayış tarzları manasında kullanılmaktadır.

Sünnet kelimesi önceleri Rasulullah (s)’in fiili anlamında, hadis de Rasulullah (s)’in sözü anlamında kullanılmışsa da sonraları sünnet Rasulullah (s)’in söz, fiil ve takrirleri anlamında kullanılmıştır.

Kısaca sünnet Rasulullah(s) tarafından öğretilmiş ve vazedilmiş kaidelerin bütünü anlamı verilebilir. Hadis ise sünnet malzemesinin yazı ile tesbit edilimiş metinleri demektetir.

Hadis usulu şöyle tarif edilebilir; hadis ilminin dayandığı prensiplerini, metodolojisini inceleyen ilim dalıdır.

Hadis/Sünnet’in önemi;

Peygamberin aslı görevini Maide 67. ayet “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insalardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kafirleri hidayete erdirmez.” Ve Nahl 44.ayet “O Peygamberleri apaçık delillerle ve kutsal metinlerle gönderdik. İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.” Öğreniyoruz ki Allah’ın mesajını tebliğ ve beyandır. Dolaysıyla Peygamberin sünneti, ayetleri tefsir eder, mücmelini açıklar, mutlak olanlarını belli kayıtlara bağlar, genel anlamlı lafızları özel manalara tashih eder. Kendilerine ne indirildiğini anlatma yetkisi bütün bunları kapsar.  Kur’ân bizzat “Peygamber size ne getirdi ise, onu alın; size neyi yasaklarsa ondan kaçının.”(Haşr 7) emrini vermiş, sünnetin dindeki yerini ve hukuki bağlayıcılığını bildirmiştir. Ve diğer atyetler; Nisa 80, Ahzap 36, Nur 63.

Sünnete uymanın gereğini ve faydasını belirten hadislerden bir kaçı; “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşleri en zararlısı da uydurulandır.”(İbn Mace, Mukaddime 7), “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve Resulünün sünneti”(Muvatta, Kader 3)

Netice olarak sünnet, Allah’ın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılmış evrensel yorumudur.   

Hadis Usulu İlmin Doğuşu

Günlerini geçim temini ve ilim tahsili arasında taksim eden ilk Müslümanlar, yeni yerler feth edildiğinde, bu kez onların kitap ve sünneti öğrenme isteği ile karşılaştılar. Hem halifelerce görevlendirilen vali ve amiller hem de mücahid olarak bulunan sahabeler, asli görevlerinin tebliğ ve talim olduğu bilinciyle hareket ettiler. Sahabeler farklı yöreler de yerleşip orda kitap ve sünnet bilgisini yayıyorlardı.

Sahabelerin bu ilmi gayretini gören tabiiler de aynı şekilde davranmaya sevketti. Kendi bölgelerinde bulunan sahabelerden aldıkları bilgilerle yetinmeyerek ilim yolculuklarına/rihle başladılar. Öte yandan toplum hayatının doğasında yer alan sosyal, siyasi ve itikadi çalkantılar, hem tebliğ görevini hem de Hz. Peygamber’e ait olmayan bir şeyi ona isnad etmeme dikkatini ve titizliğini arttırdı. Bu sebeple ilmi faaliyetler de bazı kaidelerin belirlenmesini gerektirmiştir. Bu kaideler daha sonraları müstakil kitaplara konu teşkil hadis usulu prensipleridir.

                Sahabelerin hadis metinlerinin nakline öncülük ettikleri gibi hadislerin anlaşılmasına ve uygulanmasına konusunda da öncülük etmişlerdir. Yani hem rivayetu’l-hadis hem de dirayetu’l hadis ilminin ilk temellerini atmışlardır.

Hadis Usulu ilminin konusu;

Hadislerin sened ve metin durumunu anlamaya imkan veren, bu doğrultuda hadislerin kabul ve reddini inceleyen bir takım kaideler ilmidir.

Hadis Usulu İlminin Kaynakları

Mütekaddimuna ait eserler;

1)       Usul kitaplarının bugün bilinen ilk kitabı; er-Ramehürmüzi’nin el-Muhaddisu’l-fasıl beyne’r-ravi ve’l vai’sidir.

2)       Ebu Abdillah el-Hakim en-Neysaburi Marifetu ulumu’l-hadis; usul konularını 52 nevi içinde işleyen bir kitap olarak yazılmıştır.  

3)       Hatıb el-Bağdadi el-Kifaye fi ilmi’r-rivaye; ilk iki kitaptan daha kapsamlıdır.

Bu kitapların ortak özellikleri;

ü  Konular bab veya nevirle ayrılarak değerlendirilmiştir.

ü  Konular senedli bilgilerle işlenmiştir.

ü  Usul konularının tamamı işlenmemişitir.

Muteahhiruna ait eserler;

1)       Kadı İyad el-İlma’ ila ma’rifeti usuli’rivaye ve takyidi’s-sema; mağribte yazılan ilk hadis usuludur.

2)       İbnu’s-Salah Ulumu’l-Hadis; hocalık yıllarında ders notları olarak hazırlanıp sonra bir araya getirilmiş bir kitaptır. İbnu’-Salahtan sonraki usulculer tamamen bu kitaba dayanmışlardır. Bazıları ihtisar bazıları kitaba düzenleme yapmışlardır;

a.       en-Nevevi et-Takrib ve’t-teysir li ehadisi’l-beşir’n-nezir(ihtisar)

b.       İbn Kesir İhtisaru ulumi’l hadis; özeti tertibi bozulmadan yapılan, dağınık konuları bir araya getirilen, Beyhaki’nin el Medhalinden eksik görülen kısımlar tamamlana eserdir.

c.        İbn Hacer el-Askalani Nuhbetu’l-fiker fi mastalahi ehli’l eser; İbn Hacer konularını kendisine göre düzenlediği bir ihtisar çalışmasıdır.

3)       Celaleddin es-Suyuti Tedribu’r-ravi fi şerhi Takribin-Nevevi; Nevevinin kitabı üzerine yazılmış şerh çalımasıdır.

4)       Cemaleddin el-Kasimi Kavaidu’l-tahdis min fununi mustalahı’l-hadis;önceki eserlerden seçmeler yapılarak hazırlanan bir çalımadır.

5)       Tahir el-Cezairi Tevcihu’n-nazar ila ilmi’l-eser; Hakimin Marifetu ulumi’l-hadisi’nin bir özetini ihtiva etmektedir.

Bu kitapların ortak özellikleri;

ü  Konular tartışılır.

ü  Konular senedlerinden arındırılmış bir şekilde incelenir. Sadece misal olarak verilen hadislerde sened görülür.

ü  Gelişmelere yer verilir. Bundan dolayı en son yazılan eser, en kapsamlı olanıdır.

Türkiyede hadis usulu çalışmalrından birkaç örnek;

1)       Ahmed Naim,Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi (mukaddime)

2)       Hayrettin Karaman, Hadis usulu

3)       Talat Koçyiğit, Hadis usulu

4)       Ahmet Yücel, Hadis İlminde Tenkit Terimler ve İlgili Çalışmalar

5)       İsmail L. Çakan, Anahatlarıyla Hadis…

 

Hadisin yapısı;

Hadis iki ana kısımdan meydana gelir; Sened ve Metin

Sened: Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin –Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kadar- sıralandığı kısım. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir. İsnasdın önemi iki noktada yoğunlaşmaktadır: Hadisin sıhhatini tayin ve tesbit için imkan hazırlamak, rivayet anarşisini önlemek. Hadis ilminin isnadı geliştirmesi başka bir yönden de sorumluluk duygusu ve bilimsel dürüstlük sonucudur.

Metin: Sendin kendisinde son bulduğu, hadisin asıl yerini oluşturan kısımdır. Hadis metni de çeşitli durumlar ve özellikler neticesin de yeni isimlendirmeler ve bilimsel branşlar geliştirmiştir. Mesela hadis metinlerinde yer alan anlaşılması zor ve nadir kullanılan kelimeleri Ğaribu’l hadis, hadislerin doğru anlaşılmasını sağlayan Esbabu’l vürudi’l hadis, Nasih-mensuh, birbiriyle çelişkili gibi görünen hadisleri inceleyen Muhtelefetu’l hadis, muarızı olmayan hadisleri inceleyen Muhkem gibi bilimsel branşlar bunlardandır.

Hadis metinleri gerek uslub ve dil bakımından gerekse kitap ve sünnete uygun olup olmamak açısından hadisçilerce değerlendirilir. Tarih, sosyoloji ve psikoloji de bu değerlendirmelerde yararlanılan ilimlerdir.

 

Rivayetin Adabı

Rivayet sözlük anlamı sulamak, taşımak, nakletmek anlamlarına gelir. Terim olarak, hadisin tahammül ve edası( hadislerin bir hocadan öğrenilip başkalarına öğretilmesi), eda siğalarından herhangi biriyle kaynağına isnad etme anlamındadır.

Ayrıca rivayet;

ü  Bir arşivciliktir. Vesikaların aslına uygun şekilde her türlü tehlikeden uzak muhafaza edilmesi ve sonraki nesillere aktarılması demektir.

ü  Bir eğitim-öğretim faaliyeti olduğundan, bunun belli usul ve adabı vardır. Bundan dolayı hadis usul kitaplarında bu konu adabu’l-muhaddis ve adabu talibi’l-hadis balıkları altında işlenmitir.

Hadis öğrencesinin adabı;

ü  İyi niyet(ihlas); hadisle meşguliyetten sadece Allah’ın rızasını ummalıdır.

ü  Hadisi ehlinden almaya çalışmak.

ü  Öğrendiğiyle amel etmek. İmam Şafi’nin hocası Veki’ b. El- Cerrah da “Hadisi öğrenmek istiyorsan, onunla amel et!” demiştir.

ü  Hocaya saygı göstermek

ü  Arkadaşlarına yardımcı olmak.

ü  Tedrici bir metodla çalışmak

ü  Hadis usulune önem vermek.

Hadis hocasının ahlakı;

ü  İyi niyet ve üstün ahlak sahibi olmak.

ü  Haddini bilmek, ehliyete riayet etmek.

ü  Kendisinden daha ehil olana saygı göstermek.

ü  Karıştırma ihtimali belirince hadis rivayetini ve okutmasını bırakmak.

ü  Hadise ve hadis meclislerine önem vermek

ü  Kitap yazmak, ilmi faaliyetlerinde bulunmak.

Hadis öğrenim-öğretim yolları(tahammül ve eda yolları)

Hadisçiler tahammül ve eda yollarını başlangıçtan beri sema’, kıraat, icazet, münavele, kitabet, i’lam, vasiyet ve vicade olmak üzere sekiz tane olarak belirlemişler.

1)       Sema’: Hoca’nın ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması; öğrencinin hocadan duyarak rivayeti almasına denir. Hocanın okuduklarını yazdırırsa buna da imla denir ki bütün usullerden üstün kabul edilir.

2)       Kıraat(arz): Öğrencinin hocası huzurunda ezberinden veya kitaptan hadis okuması, gerekirse hocanın yanlış yerleri düzeltmesi imkanını veren usuldur.

3)       İcazet: Hocanın öğrencisine duyduklarını veya kitaplarını rivayet etmesine izin vermesine denir.

4)       Münavele: Kendisinden rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin vermesine denir.

5)       Kitabet: Huzurunda bulunan veya bulunmayan öğrencisi için hocanın bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesine denir

6)       İ’lam: Hocanın icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece bu benim rivayetimdir diye açıklamada bulunmasına denir.

7)       Vasiyet: Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet izninden söz etmeksizin- kitabını öğrencilerden birine vasiyet etmesine denir.

8)       Vicade: Bir kimsenin yazma bir risale veya kitabı bulması, ele geçirmesine denir. Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicadedir.

Rivayetin sıfatı;

Rivayetin sıfatı derken hadislerin lafzen mi yoksa manen mi rivayet edilmiş olduğu kastedilmektedir.

 Dört mezhep imamında bulunduğu ulema çoğunluğu, dil ve edebiyat bilgisi yerinde olan kişilerin, belli şartlar altında hadisleri mana ile rivayet edilmesini caiz görmüşlerdir.

Ulemanın manen hadisleri rivayet etmeyi şu şartlara bağlamışlardır;

ü  Manen rivayet edecek kişinin, lafızlarının anlamlarını bilen biri olmalıdır.

ü  Değiştirilen lafzın eş anlamlısı kullanılmış olmalıdır.

ü  Manen rivayet edilen hadis, lafzıyla ibadet olunan bir hadis olmamalıdır.

ü  Hadis sıfat hadisleri gibi müteşabih olmamalı.

ü  Cevamiu’l-kelim cinsinden olmamalı.

ü  Lafızları değiştirilen haber açıklık ve kapalılık bakımından aynı seviyede olmalı.

ü  Hadisin aslı ezberde ise, manen rivayet caiz olmaz.

ü  Bazı alimler merfu hadisleri manen rivayetini caiz görmezler...

Ø  Çeşitli terimlerle hükme bağlanmış hadis metinleri ve bu metinlerin değişik sistemlerle yerleştirildiği hadis kitapları meydana gelmiştir.

 

Tasnif devri/kütübü’s-sitte öncesi rivayet mahsülleri;

1.       Sahifeler; Hz. Peygamberin hayatında bazı sahabeler tarafından, hadisleri yazmalarıyla veya bazı tabiundan bazı ravilerce sahabeden öğrendikleri hadisleri yazdıkları notlarla oluşturulan ve o haliyle daha sonraki nesillere intikal eden küçük hacimli eserlerdir. Bunların en meşhuru Abdullah b. Amr’ın es-Sahifetu’s-Sadıka’sıdır. Hemmam b. Münebbihin Ebu Hureyreden duyup yazdığı 138 hadisten oluşan es-Sahifetu’s-Sahiha yegane örneklerindendir.

2.       Cüzler; muhteva olarak birkaç çeşittir:

-Bir tek ravinin rivayetlerini ihtiva eder. Örneğin Cüz’u hadisi Ebi Bekr.

-Belli bir konudaki hadisleri ihtiva eder. Örneğin Buhari’nin Cüz’ul-kırae halfe’l-imami ve ref’ul-yedeyn fi’s-salat gibi.

3.       Erbeun; Hadisçinin ilgisini çeken konuda veya değişik konularda kırk hadisten oluşan eserlerdir. İlk erbeun müellifi Abdullah b. Mübarektir. Ama bu tür Nevevi’nin kırk hadisi ile tanınmıştır.

Tasnif devri rivayet mahsulleri;

1.       Ale’r-rical rivayet mahsülleri; raviler esas alınarak telif edilen eserlerdir. Bu sistemde sahabeler, Müslüman olmaktaki önceliklerine, peygambere yakınlık derecelerine yada kabilelerine göre harf sırasına konularak konularına bakılmaksızın hazırlanan eserlere müsned denir. İlk örneği 281 sahabenin 2767  hadisini ihtiva eden Ebu Davud et-Tayalisi’nin Müsnedidir. En meşhur ve muteber örneği ise Ahmed b. Hanbel’in Müsnadidir.

Bu türün bir çeşidi de mucem(hadsilerin, sahabe, şuyuh veya beldelere göre çoğu kere alfabetik olarak sılandığı eserlerdir) kitaplarıdır. Mucemler genelde kitap müellifinin hocalarının alfabetik olarak sıralanmasıyla oluşan eserlerdir. En yaygın örneği Taberaninin üç mucemidir.

Bir başka çeşidi ise etraf( hadislerin bir ucu verilerek, farklı isnad kanallarıyla rivayet edildiği eserler) kitaplarıdır. Bu türün en yaygın örneği Abdulğani en-Nablusinin Zehariu’l-mevaris fi’delaleti ala mevazı’l-hadis adlı eseridir; kütübü’s-sitte ve Muvattada rivayetleri bulunan sahabeleri alfabetik olarak sıraladıktan sonra onların rivayetlerinden pasajlar vermek suretiyle yedi kitaptaki yerine bölüm adı olarak işaret etmekte, bir çeşit anahtar/kılavuz kitap görevi yapmaktadır.

2.       Ale’l-Ebvab rivayet mahsülleri; Hadisleri konularına göre tasnif eden, bölüm ve bablara ayrılmış hadis eserlerine genel olarak musannef denir. Bunlarda temelde üç çeşittir.

Müstedrek(önceki bir musannifin şartlarına uygun olduğu halde her nedense eserinde yer almamış olan hadislerin bir başkası tarafından toplanmasıyla meydana gelen eserler) ve müstahreç(herhangi bir hadis kitabının hadisleri başka senedlerle yeni bir kitapta toplama çalışmasıyla oluşan eserler) adlı eserler, hangi kitaplar üzerine yapılmışlarsa onunun özelliğini tamamlayıcı eserlerdir.

-Musannefler; sünenlerin muhtevasına mevkuf ve maktu hadislerin ilavesiyle meydana gelmiş eserlerdir. En meşhur olanları Abdurrezzak b. Hemmam’ın Musannefi ve İbn Ebi Şeybenin Musannefidir.

-Camiler; Akaid, ahkam, siyer, adab, tefsir, fiten, eşratu’s-sa’a ve menakib gibi dinin bütün cephelerine dair konularının tamamını kapsayan kitaplardır. Buhari ve Müslim’in Cami’u’s-sahihleri bu türe örnektir.

-Sünenler; ahakm hadislerini fıkıh kitapları tetibi içinde ihtiva eden kitaplardır. En başta gelenleri Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbn Mace ve Darimi’nin sünenleridir.

 

Muahhar dönemde ale’l-ahruf(alfebetik) sistemle tasnif edilmiş kitaplarda bulunmaktadır. Bunlar da metni ve bölümü alfabetik olanlar olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Hadis metinlerini ilk kelimelerine göre alfebetik olarak sıralayan Suyuti, bu sistemle Cami’u’s-sağirde 10031 hadisi kaynaklarına ve sıhhat durumlarına işaret etmek suretiyle toplamış bulunmaktadır.

Bölümü alfebetik olan hadis kitaplarına misal olarak İbnu’l-Esir el-Cezeri’nin Camiu’l-usul ile Ali el-Muttaki’nin Kenzu’l-ummal’ı verilmektedir.

Ø  Hadis usulu biliminin varlık sebebi kabul edilecek ve kabul edilmeyecek hadisleri tesbit etmektir. Bunun yerine getirilmesi için öncelikle ravilerin durumlarının belirlenmesi gerekir. Ravinin rivayetinin kabul olunması için adalet ve zabt olmak üzere iki temel vasıf kendisinde bulunması lazımdır.

Ravinin adalet vasfı; raviyi takvaya yönelten insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir. Adalet vasfında şu unsurlar bulunur; Müslüman olmak, akıllı olmak, buluğ çağına erişmek, muruet(insani örfi meziyet ve galeneklere sahip ve saygılı yaşamak).

Ravinin zabt vasfı; ravinin duyduğunu duyduğu gibi nakletmesi sağlayacak vasıflardır. Uyanık olması, hadisleri ezberinden naklediyorsa ezberlemiş olması, kitabından rivayet ediyorsa kitabını iyi korumuş olması, mana ile rivayet ediyorsa manayı bozcak unsurları iyi biliyor olması gerekir.

İbn Salah’a göre ravide zabt sıfatını bulunup bulunmadığını şöyle tesbit edilebilir; rivayeti zabt sıfatıyla tanınan sika ravilerin rivayetiyle karşılaştırılır; rivayeti mana yönüyle sıka ravilelere genelde uyum gösterilirse böyle bir ravinin zabt sıfatına sahip olduğu anlaşılır.

Ravileri adalet ve zabt yönünden değerlendiren ilim dalına cerh ve ta’dil denir.

Tabka; sözlükte herhangi bir vasıfta ortak olanlar, hadis ıstılahatında ise yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran raviler grubu anlamındadır. Tabakanın tayininde doğum, vefat, öğrenciler, hocaların bilinmesi gerekir.

ü  Tabakaların tayini, gerek ravilerin tanınması, gerekse seneddeki rivayet lafızların delaletleri, tedlis, inkıta, ve ittisal gibi konuların bilinmesinde önem arzeder.

ü  Tabakalar; Sahabe h. 110; Tabiun h.180; Etbau’t-tabiin h.220; Etbau etbaı’t-tabiin h.260; Etbau etbaı etbe’t-tabiin h.300.

CERH VE TA’DİL KAVRAMI VE PRENSİPLERİ

Cerh; sözlükte elle, aletle veya dille yaralamak, ıslahatta ise adalet ve zabt sıfatını iptal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek anlamındadır.

Ta’dil; tezkiye demektir. Ravinin adil ve zabıt olduğuna karar vererek rivayetlerin sıhhatini ortaya koymaktır.   

Özetle cerh ve ta’dil prensipleri;

ü  Herhangi bir sika ravi insanlık gereği yanılabilir.

ü  Cerh ve ta’dil yapanların tezkiye sebeplerini bilen adil ve uyanık kimselerin olması gerekir.

ü  Bilgili kişi tarafından yapılan ta’dil, sebebi zikredilmeksizin, cerh ise sebebi açıklanırsa kabul edilir.

ü  Sika ravinin isim zikretmeksizin ‘bana sika söyledi’ demesi onu tadile yetmez.

ü  Alim bir kişinin rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve gereğince görüş bildirmesi, fetva vermesi ne hadisin sıhhatine nede ravinin ta’diline işarettir.

ü  Bilgili olan köle ve kadının ta’dili kabuldür…

TA’N NOKTALARI(METAİN-İ AŞERE)

Ravinin adalet vasfına yönelik;

1.       Kizbu’r-ravi; ravinin hadis rivayetinde yalancılığıdır.

2.       İthamu’r-ravi bi’l-kizb; ravinin yalancılıkla itham edilmesidir.

3.       Fısku’r-ravi; ravinin günahkarlığıdır. İslam’ın emir ve yasaklarından herhangi birisine uymamak fasıklıktır.

4.       Cehaletu’r-ravi; ravinin ya zatının veya durumunun bilinmemesidir.,

5.       Bid’atu’r-ravi; ravinin bid’at ehlinden olmasıdır.

Ravinin zabt vasfına yönelik;

1.       Kesratu’l-galat; ravinin rivayette çokça yanlış yapmasıdır.

2.       Fartu’l-gafle; ravinin aşırı gafil ve kapılgan olmasıdır.

3.       Vehm; hadisin sened ve metnin de, hatta cerh ve ta’dilde doğru sanılarak bazı hataların yapılmasıdır. Böyle hadislere muallel denir.

4.       Muhalefetu’s-sikat; zayıf bir ravinin sika bir raviye veya saika olan bir ravinin daha sika olan bir raviya muhalefet etmesidir. Bu hadislerede münler, müdrec,  maklub, muzdarip, musahhaf, muharref gibi isimler verilir.

5.       Suu’l-hıfz; ravinin hafızasının zayıf olmasıdır.

 

Ø  Cerh ve ta’dil sonucu oluşan ravi grupları hakkında eserler yazılmıştır.

Sadece sika ravileri anlatan eserler; İbn Hıbban Kitabu’s-sikat, Zehabi Tezkiratu’l-huffaz.

Sadece zayıf ravilerin yazıldığı eserler; İbn Adiy el-Kamil fi’d-duafa, Zehebi Mizanu’l-itidal ve el-Muğni fi’d-duafa, ibn Hacer Lisanu’l-Mizan.

Hem sika hem de zayıf ravilerin karışık olarak bulunduğu eserler; İbn Ebi Hatim el-Cerh ve’t-tadil, Mizzi Tezhibu’l-kemal, İbn Hacer Tezhibu’t-tezhib ile Takribu’t-tezhib.

 

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI

Kabul ve red açısından;

Kabul ve red açısından hadisler makbul ve merdud olmak üzere ikiye ayrılır.

Makbul hadis; ravisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir. Ma’mulun bih veya me’huzun bih de denir.

Merdud hadis; ravisinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle amel edilmeyen hadislerdir. Hükmüyle amel edilip edilmeyeceği belli olmayan hadislerde merduttur.

Ravi sayısı açısından;

Ravi sayısı açısından hadisler mütevatir, ahad ve meşhur olmak üzere 3’e ayrılır.

1.       Mütevatir hadis;  Aklın, yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler topluluğunun (cemm-i ğafir), her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye (mahsüsat) dayanan hadistir.

Bu hadis türü lafzen ve manen olmak üzere ikiye ayrılır.

Lafzen mütevatir; bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan hadislere denir.

Manen mütevatir; aralarında ortak bir nokta bulunan değişik lafızlı hükümlerin, tevatür şartlarını taşıyan ravilerce rivayet edilmesiyle ortaya çıkan ortak manaya denir.

Mütevatir hadislerle ilgili eserlerin başında Suyuti’nin el-Ezharu’l-mütenasıra fi’l-ahbari’l-mütevatira gelir. el- Kettani Suyuti’nin eserini Nazmu’l-mütenasir fil-hadisi’l-mütevatir adıyla ikmal etmiştir. Daha sonra Abdülaziz el-ğımari İthafu zevi’l-fedail… adlı eserinde Kettani’nin eserine ilavelerde bulunmuştur.

2.       Ahad hadis; mütevatir dercesine ulaşmamış hadislere denir. Hadislerin çok büyük bölümü bu türdendir.

3.       Meşhur hadis; başta ahad haber iken sonraki nesillerde(tabiun ve etbau’t-tabiun) tevatür derecesine ulaşan hadislerdir veya tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı olmayan hadislerdir.

Senedin müntehası açısından hadisler;

Hadis metninin kendisine izafe edilen zata göre sınıflandırılmasıdır. Dörde ayrılır; Allaha izafe edilenler kudsi; Hz. Peygambere izafe edilenler merfu; sahabeye izafe edilenler mevkuf; tabiun ve etbeu’t-tabiuna izafe edilenler maktu hadis denir.

İsnadı açısından hadisler;

Âlî(hadisi en kısa yoldan Hz. Peygambere ulaştıran sahih isnad) ve nazil(hadisi Hz. Peygambere çok ravi sayısı ile ulaştıran isnad) isnad olmak üzere ikiye ayrılır. Âlî isnad nazil isnaddan daha üstündür.

Sıhhat veya hüküm açısından hadisler;

Bu tür ayrım ahad hadisler içindir ve üç kısma ayrılır; sahih, hasen( her ikisi makbul hadislerdir) ve zayıf(merdud hadislerdir).

Sahih hadis; adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan hadislerdir. İki kısma ayrılır sahih-i li zatihi( mutlak olarak sahih denilince akla ilk gelen) ve sahihi li gayrihi( sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sıhhat derecesine ulaştıracak başka bir rivayet (adıd) bulunan hadisler).

Hadisçiler ve fıkıhçılara göre sahih hadisle amel vaciptir. Ama itikadi konularda alimlerin çoğunluğu kur’an ve mütevatir hadis ile sabit olunacağını belirtirler.

Sahih hadisle ilgili eserler; Buhari ve Müslim’in Sahihleri, İmam Malik’in Muvattas’ı…

Hasen hadis; zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl bir senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadislerdir. İttifakla ihticac ve amel bakımından makbuldur. İkiye ayrılır; hasen li zatihi( mutlak olarak hasen hadis denilince bu anlaşılır ve başka bir hadis ile takviye olunursa sahihi li gayrihi olur.) ve hasen li gayrihi(yalancılıkla itham edilmemiş ve çok hata yapacak kadar dalgın olmayan ve fakat ehliyeti açıkça anlaşılmayan bir ravisi bulunan zayıf bir hadisin lafız veya mana yönünden başka bir rivayetle desteklenen hadis).

Zayıf hadis; sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir. Zayıflık sebeplerine göre ikiye ayrılır; seneddeki kopukluk sebebiyle zayıf olan hadisler( mürsel, munkatı, muallel, mu’dal, muallak ve müdelles) ve ravi de cerhi gerektiren bir halden dolayı zayıf olan hadisler( mevzu, metruk, münker, muallel, müdec, maklub, muzdarib, şaz, musahhaf, muharref).

Seneddeki kopukluk sebebiyle zayıf olan hadisler;

1.       Mürsel hadis; tabiun’un sahabeyi atlayarak Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadislerdir. Hükmü konusun da ihtilaf vardır. Çoğunluğa göre delil olmaz, zayıftır; Ebu Hanife, İmam Malik ve taraftarlarınca, sikanın mürseli sahihtir; İmam Şafii’ye göre büyük tabiunların i’tibar araştırmasına dayalı olarak amel edilebilir.

2.       Munkatı hadis; sendin ortasında bir veya peş peşe olmamak şartıyla birden fazla ravisi düşürülmüş hadistir. Müteahhırun tarafından, etbau’t-tabiun’un tabiun’u atlayarak sahabiden naklettiği hadisler anlamında kullanılmıştır.

3.       Mu’dal hadis; senedinin herhangi bir yerinden peş peşe iki veya daha fazla ravinin düştüğü hadistir.

4.       Muallak hadis; sendin baş tarafından bir veya peş peşe birkaç ravinin ya da müntehasına kadar senedin hafzolunduğu hadistir. Ta’lik, ihtisar amaçlı yapılır. Özellikle son zamanlar da halk için yazılan eserler sadece sahabi ravisi zikredilerek yapılan rivayetler hep muallaktır. Ta’lik aslında bir rivayet kusurudur. Buhari sahihinde 1300 küsur ta’likin sahih olduğunu kabul etmektedir.

5.       Müdelles hadis; senede dahil bir raviyi atlayarak, orada öyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde rivayet edilen hadistir. Üç’e ayrılır; isnad tedlisi( ravinin görüşmediği çağdaşından yaptığı rivayet), şuyuh tedlisi( ravinin hocasını bilinmeyen bir isim, sıfat veya künye ile zikretmesi), tesviye tedlisi( sika raviler arasındaki zayıf raviyi atlayarak, hep sikalardan gelmiş şekilde hadisin rivayeti).        

Ravi de cerhi gerektiren haller sebebiyle zayıf olan hadisler;

1.       Mevzu’ hadis; Hz. Peygamber adına yalan uydurmak ile cerh edilmiş ravinin rivayetine denir.

2.       Metruk(matruh) hadis; yalancılıkla itham edilmiş bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı hadistir.

3.       Münker hadis; terimin farklı maksatlarla ve farklı konular için kullanılmasından  usulculer tarafından farklı tanımlar ileri sürdükleri bir zayıf hadis çeşididir. Münker hadis, zayıf bir ravinin sıka olan bir raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadis veya sika olsun veya olmasın ravinin rivayetinde tek kaldığı hadistir.

4.       Muallel hadis; görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadistir.

5.       Müdrec hadis; hadiste olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir.

6.       Maklub hadis; senedindeki bazı ravi isimleri ya da metni deki bazı kelimelerin takdim-tehir edilerek rivayet edilen hadistir.

7.       Muzdarib hadis; birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek sebep bulunmayan hadistir.

8.       Şaz ve mahfuz hadis; sika ravinin daha sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. Daha sika olan ravinin rivayetine mahfuz denir.

9.       Musahhaf hadis; herhangi bir kelimesi nokta değişikliğine uğrayan hadistir.

10.    Muharref hadis; herhangi bir kelimesi hareke değişikliğine uğrayan hadistir.

Ek olarak bazı hadis çeşitleri;

Ferd hadis; tarikleri çok olsa bile tek ravinin infirad ettiği hadistir.

Garib hadis; tek kişi tarafından rivayet olunan veya senedin herhangi bir yerinde ravi sayısıs teke düşen hadistir.

Aziz hadis; herhangi bir tabakada ravi sayısı ikinin altına düşmeyen hadistir.

Müstefiz hadis; rivayet eden ravilerin sayısı başında da sonunda da aynı olan hadistir.

Mütabi/şahid hadis; bir hadisi destekleyen veya ona uygun başka bir rivayetin bulunduğu hadistir.

Müselsel hadis; isnattaki her ravinin rivayetin veya bir önceki ravinin sıfat ve hallerini aynen devam ettirerek rivayet ettiği hadistir.

Zayıf hadis teriminin hadis tarihi içinde geçirdiği gelişmeler;

Tirmiziye gelinceye kadar hadisler genelde sahih ve sakım(zayıf) diye iki gruba ayrılırdı. Zayıf hadislerde terk edilmiş ve terk edilmemiş diye iki kısımda değerlenirdi. Tirmizi ile beraber sahih ile zayıf arasına hasen(terk edilmeyen hadisler) terimi girdi. O halde Tirmizi’den önce yaşamış hadisçinin dilindeki zayıf hadis teriminin hasen hadisleri de içinde barındırdığını göz önünde bulundurmak gerekir.   

Zayıf hadisle amel meselesinde üç görüş vardır; zayıf hadisle amel edilir; asla amel olunmaz ve amellerin faziletleri konusunda şartlara bağlı amel olunur.

 

Hadis uydurma girişimleri

Bu girişimlerin başlangıcını çoğunluğa göre Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle takip eden olaylar sonucu oluşan grupların bu işi başlattıklarıdır. Hadis uydurma sebepleri şöyle sıralanabilir;

1.       Grupların kendi görüşlerini savunma istekleri.

2.       İslam düşmanlığı.

3.       İslam’a hizmet düşüncesi.

4.       Şahsi çıkar sağlama düşüncesi.

Bu işin ne kadar çirkin olduğunu Mehmet Akif ne güzel şu mısraları ile belirtir;

Kitbı, Sünneti, İcmaı kaldırıp attık

Havassı maskara yaptık, avamı aldattık

Yıkıp şeriatı, başka bir bina kurduk

Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk

O hali buldu ki bu cür’et: “yecuzu fi’t-tergib..”

Karar-ı erzeli fetva kesildi:!.. Hem ne garib,

Hadisi vazediyorken sevap uman bile var!

Sevabı var mı imiş bir zaman gelir, anlar!

Cihanı titretiyorken niday-ı “men kezebe..”

İşitmiyor mu, nedir, bir bakın şu bî edebe;

Lisan-ı pak Nebiden yalanlar uyduruyor,

Sıkılmadan da “sevap işledim” deyip duruyor.

Düşünmedi mi girerken şeriatın kanına?

Cinayetin yanına kalacak zanneder misin yanına?

Sevab ümid ediyor ha! Deyin ki nâmerde

Sevabı sen göreceksin huzur-ı mahşerde!

 

Hadis uydurma şekilleri;

ü  Uydurmaları sahih hadisle karıştırmak

ü  Uydurulan sözün başına hadisçilerce makbul bir sened eklemek.

ü  Henüz elde edilmemiş hadisleri rivayet ediyormuş izlenimini vererek hadisin senedlerinden herhangi biri üzerinde değişiklik yapmak.

ü  İki hadisin sened metinlerini birbirine karıştırmak.

ü  Rivayetinde hata etmiş olduğu halde itibarını kaybetmemek için ravinin hatasında ısrar etmesi.

Hadis uydurmacıları tanıma yolları; uydurmacının itirafı, ihbar ve araştırmadır.

Hadis diye uydurulmuş sözleri tanıma yolları;

ü  Kur’ân ve sahih sünnete aykırı olması.

ü  Güvenilir hadis kitaplarında bulunmaması.

ü  Lafızlarda ve manada bozukluk olması.

ü  Akla, his ve tarihi vak’alara aykırı olması.

Hadis diye uydurulmuş sözlerin zararları;

ü  İslam’ı doğru anlamaya engel olmak.

ü  Dini tahrif etmek.

ü  Ayrılığı körüklemek.

ü  Dinden soğutmak.

Hadis uydurma girişimlerine karşı alınan ilmi tedbirler;

ü  Sahih hadisleri müstakil eserlerde toplamak.

ü  Hadis tenkidi tekniklerini dünyada ilk kez uygulamak (cerh ve ta’dil ilmi).

ü  Ravileri tanıtan eserler yazmak.

ü  Hadis diye uydurulmuş sözleri toplayan eserler yazmak (mevzuat edebiyatı); bu çalışma hicri 4. asrın başlarından itibaren görülmeye başlanılmıştır.

 

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh:  Müctehidlerin, her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere denir.

Fıkıh ilmi furu’u’l-fıkıh(tatbiki hukuk) ve usulu’l-fıkıh(nazari hukuk) olmak üzere iki dalı vardır.

Müctehidin tafsili şer’i delillerden şer’i ameli hükümleri çıkarması, belli metodlarla olmuştur. İslam alimleri, müctehidlerin kullandıkları metodları açıklamak üzere çalışma yapmış bu çalışmalarında genel iki amacı olmuştur;

ü  Müctehidler, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhi olaylara hüküm verebilecekler.

ü   Müctehidler dışındakiler, müctehidlerin dayandıkları delilleri ve nasıl hükümlere ulaştıklarını öğrenerek, hükümleri gönül huzuru ile kabullenmiş olacakar.

İslam alimleri bu amaçlardan hareketle, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları usulu fıkıh ilmini ortaya koydular.

Fıkıh; lugatta bir şeyi bilmek, anlamak manasına gelir. Hanefiler fıkıh’ı ıstılahta “Kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir meleke halinde bilmesidir”; Şafiiler, “Şer’i-ameli hükümleri yani ibadet, muamelat ve ukubat’a ait hükümleri, tafsili delillerinden çıkararak bilmektir” şeklinde tarif etmişlerdir.

Usul: lugatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide,

müstashab ve delil manalarında kullanılır.

       Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden(kur’ân ve hadis) çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününü ve icmali delilleri( kitap, sünnet, icma, kıyas) öğreten ilme denir.

       Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir.

 

           Fıkıh Usulünün Konusu:

ü  Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller(Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki seriatların hükümleri).

ü  Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler(farz, vacip, sünnet, müstehap, haram, mekruh…) ve bunların delillerle sabit olması.

ü  İstinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müskil, mücmel, mütesabih, ibarenin, isaretin, nassın, iktizanın delaleti),

ü  hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

            Fıkhın konusu, hakkında şer’i hükümlerin sabit olması açısından ‘mükellefin fiili’dir.

                Usulcünün Görevi:

İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.

                Fakihin Görevi:

Tafsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır.

                Fıkıhın Gayesi:

Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için ser’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir.

Fıkıh Usulünün Gayesi:

 Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanı hazırlamaktır.

Fıkıh Usulünün Faydaları:

ü  Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin lafızlarını, arap dili kaidelerini öğrenir.

ü  Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını öğrenir.

ü   Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış çekillerini ögrenir.

ü  Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettigi maksat ve gayenin (hikmet-i tesri) ne oldugunu ögrenir.

ü   Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

 

Fıkıh usulü ilmin doğuşu ve gelişimi;

İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah(s) hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de karşılarına çıkan problemin durumu için kur'ân'a ve hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlamıyodu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli(hicri II. Asır) de aynı yolu izledi. Fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı.

 Tabiuundan sonra ki dönemlerde, yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin çözümün de değisik kesimlerden şerîatın ruhuna uygun olan, heva ve hevese dayanan, siyasî görüşlere bağlı olan değisik fetvalar çıkmaya başladı. Bu sebeplerden dolayı, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. İlk dönemde bu ilmin esasları, fıkhın konuları arasında serpiliydi. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrılıp müstakil bir ilim halini aldı.

 Fıkıh uslü alanındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak eser günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nin er-Risâlesi’dir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinir. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme itina göstermiş ve sayılamayacak kadar eserler yazmışalardır.

Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.

Fıkıh usulü eserlerine Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotları olmak üzere iki metot uygulanmıştır.

a- Mütekellimîn Metodu:

Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdigi biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur.

Temsilcileri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadıgına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eserler yazmışlardır. Bunların tanınmışları ve eserleri;

1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî el-Umde,

2- Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mü'temed,

3- Abdülmelik el-Cüveynî el-Bürhan,

4- Ebû Hamid el-Gazâlî el-Müstasfâ,

5- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî el-Minhâc

         b- Hanefî Metodu:

         Bu metodun âlimleri, Hanefi mezhebinden olduğu için, buna Hanefî metodu denilmiştir.

Bu metod mensupları, kendileri arastırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir.

Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamıs olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. Kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.

         Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmis birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları:

1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas el-Usûl,

2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî Takvîmu'l-Edille,

3- Şemsu'l-Eimme es-Serahsî el-Usûl

4- Fahru'l-İslâm Pezdevî el-Ûsûl

5- Hafîzuddin en-Nesefî el-Menâ…         

         c- Mecz Metodu:

İki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve eserler yazan âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.

Bu metotla te'lif edilen belli baslı eserler;

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bagdâdi Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l ihkâm

2- Sadru's-Serîa Ubeydullah b. Mes'ûd et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla serhetmiştir.

3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî Cem'ul-Cevâmî

4- İbnu'l-Hümâm et-Tahrîr

 

Belli bir zamandan sonra usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Süphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalısmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, fıkıh usulü ilmi anlaşılması güç hatta imkansız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlasılması için mesai sarfetmisler ve yeni eserler yazmışlardır. Oamanlıca Seyyid Bey, arpça

Sâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.

 

İman-amel ve ahlâk açısından hükümlere gelince; bu açıdan İslâm'daki hükümler üç kısma ayrılır:

        1- İtikâdi Hükümler:

        Allah'ın varlıgı, birligi, sıfatları, peygamberler, melekler ve ahiret hayatı gibi inançla ilgili olan hükümlere itikâdî hükümler denir.

        2- Amelî Hükümler:

 Bu da üç kısma ayrılır:

         a- Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerle ilgili hükümler.

         b- Alısveris, evlenme-bosanma gibi muamelelerle ilgili hükümler.

         c- Çesitli suçlara dünyada verilecek cezalarla ilgili hükümler.

        3- Ahlâkî Esaslarla İlgili Hükümler

 

        Şer’i deliller iki türlüdür;

1- Tafsili (cüz’i) deliller: Belli bir konu ile ilgili olup, o konunun hükmüne delalet eden cüz’i

delillerdir. Mesela: “Zinaya yaklasmayın.” (İsra: 17/32) ayeti sadece zinaya yaklasmanın haram olduğuna delalet eder.

2- İcmali (külli) deliller: Belli bir konu ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer’i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir.

 

EDİLLE-İ ŞER'İYYE(İSLAM HUKUKUNUN KAYNAKLARI)

Edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada basvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Asli deliller(kitap, sünnet, icma, kıyas) ve fer'î deliller(istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmis şerîatler) olmak üzere ikiye ayrılır.

Asli deliller;

1)       Kitap

Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'ân" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân Allah tarafından tedrici bir şekil de Hz. Peygamber’e indirdiği apaçık vahyidir. Şer’i hükümlerin birinci ve asıl kaynağıdır.

2)       Sünnet

 Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. İslam dininin kur’ân’dan sonra ikinci kaynağıdır.

3)       İcmâ'

 Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Teşrı kaynağının  üçüncüsü olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine dogru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çogunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlıs yolda (dalâlet) birlesmez."meâlindeki hadistir.

İslâm'da icmâ fikrinin ortaya çıkışı, Sahâbîler asrında baslayıp müctehid imamlar devrine kadar tedrîcî olarak gelmiştir. Bu gelişme üç devre teşkil eder:

l) Sahâbîler, karsılaştıkları yeni meseleler üzerinde içtihad yaparlardı. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, özellikle âmme hukuku sahasında, istişareye basvurarak şûrâ içtihadı yaptırıyorlardı. Bu içtihadlar sonunda varılan ihtilafsız hükümler, ferdî hükümlerden daha kuvvetli sayılıyor, buna muhâlefet edilmiyordu. İste bu çeşit hükümlere "icmâ" adı verilir.

2) Müctehid imamlar devrinde, her imam ictihad yaparken ülkesindeki fâkihlerin görüşlerine aykırı bir şey söylememek için dikkat eder ve böylece görüşünde yalnız kalmak istemezdi. Meselâ Ebû Hanîfe, kendisinden önce yaşamış olan Kûfe bilginlerinin icmâ ettikleri hususlara uymak için çok titizlik gösterirdi. imâm Mâlik, Medinelilerin icmâını huccet sayardı.

3) Fakîhler, uymak için Ashâb-ı kirâmın icmâ ettikleri meseleleri öğrenmeye büyük bir titizlik gösterirlerdi. Onlar sahâbîlerin icmâ ettikleri şeylerin dışına çıkmamaya çalışıyorlardı. İcmâ yalnız bir kısım şer'î hükümlerde geçerlidir, icma ibadetlerde ve hukukî meselelere ait hususlarda gerçekleşir. Şer'î delillerden çıkarılması mümkün olmayan ahiret halleri, kıyâmet zamanı gibi şeyler icmâ ile bilinemez.

İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çesittir. Sözlü(sarih) icmâ', bir asırda yasayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir sekilde görüs birligi etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına ragmen baska bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir. İmama Şafii’ bunu delil kabul etmez.

Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çogunlugu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır.

İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum imam bulunmasıyla kabul ederler.

4)       Kıyas

 Hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, aralarındaki illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diger üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır.

Kıyas dört rükünden meydana gelir:

a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup "hüküm kaynağı" adını da alır.

b) Fer’: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir.

c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl'dan fer'e geçmesi istenilen seydir.

d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer'de bulunan bir vasıftır. Kıyasın dayanmıs oldugu esası teskil eder.

İslâm hukukçularının çogunluguna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, ictihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi ve Hz. Ömer’in deliller katması kıyasa dâir en önemli belgelerdir.

Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır. Ahmed b. Habbel zorunlu hallerde kullanılacağını belirtir. Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz.

 

Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadıgına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun basında kıyas gelmektedir.

 

Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir.

 

Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmamMâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerayi', örf ve âdet'di. İmam Sâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.

 Edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde(kitap, sünnet, icma’ ve kıyas) bütün mezhepler ittifak etmişerdir.

 

Ø  İslâm'ın ilk yıllarında "rey" terimiyle ifade edilen ictihad, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiînler devrinde gelişerek, daha sonra sistematik bir şekil alarak kıyas, istihsan, istislah vb. adlar altında, âyet ve hadislerden hüküm çıkarma vasıtası hâline gelmiştir.

 

Fer’i deliller;

1)       İstihsan

Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması veya iki farklı kıyas imkanı bulunduğunda ilk bakışta dikkat çekmayan kıyası gerekçe brirliği açısından daha güçlü olduğu için açık kıyasa tercih etmesidir.

İstihsan; kolaylık sağlamak için zorluğu terketmektir. Bu da dinin aslı esasıdır. Yüce Allah söyle buyurulmustur: "Allah, sizin için kolaylık diler, zorluk murad etmez" (el-Bakara, 2/185).

Hz. Peygamber de bir hadisinde söyle buyurmustur: "Dinininiz en iyisi, en kolay olanıdır” Buna göre, dinde zorluk çıkarılmaması, kolaylık yollarının ortaya konulması asıldır. İstihsanın aslı da bundan ibarettir. Hz. Peygamber, Alî b. Ebî Tâlib ve Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken, kendilerine; "kolaylaştırın, zorlaştırmayın, yaklaştırın, uzaklaştırmayın" buyurarak, toplumla olan ilişkilerinde izleyecekleri metodu belirtmiştir.

 

ü  İstihsan ile kıyas arasındaki fark şöyle açıklanabilir: Ferdî düşünce ürünü olan içtihad, Sahabe devrinde "re'y"adını alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı verildi. Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak tercih ettiği kıyas şekline de "istihsan" denildi.

 

ü  Sünnet, icmâ' ve zarurete dayanarak yapılan istihsanın hükmü, ortak bir illete baglı degildir ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanmaz. Kıyasa dayalı istihsanda ise ortak bir illet bulunur ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanabilir.

 

2)       Örf ve adet

Toplum hayatında yerlesmis bulunan ve uzun süreden beri uygulanması sebebiyle hukuk bakımından baglayıcı sayılan ve yazılı olmayan hukuk kurallarıdır.

Örf ve âdette dikkat edilecek husus; şer'an ve aklen müstahsen olması, selim akıl sahipleri yanında münker olmamasıdır.

Örfün şer'î bir delil sayılması için geçerli olması gerekir. Bu yüzden örf ikiye ayrılır: Sahih ve fasit.

1. Sahih Örf:

Kitap ve sünnete uygun olarak veya bu kaynaklara aykırı olmaksızın meydana gelen örfler bu gruba girer. Meselâ, nişanlıların birbirine verdikleri hediyelerin mehir niteliğinde sayılmaması, evlilikte mehrin tamamının veya bir bölümünün peşin verilmesi veya sonraya bırakılması örf halini almışsa, eşler arasındaki mehir anlasmazlıklarında buna göre fetva verilir.

2. Fâsit Örf:

Kesin bir ayet veya hadise aykırı düsgü için geçerli sayılmayan örf türüdür. Yaygın içki ve faizcilik alışkanlığı, eğitim sırasında, düğün, nişan ve benzeri toplantılarda yabancı erkek ve kadınların tesettürsüz birlikte bulunmaları ve eğlenmeleri buna örnek verilebilir.

 

3)       Mesalih-i mürsele(istislah)

Hakkında nass, icma ve kıyas gibi emir veya yasak edici şer'î bir delil bulunmayan ve İslâm'ın ruhuna uygun olan maslahatlara göre hüküm vermek veya davranmaktır.

İslâm'ın gözettigi maslahatlar beş şeyi koruma esasına dayanır; dini koruma, canı koruma, aklı koruma, soyu koruma, malı koruma.

İslâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i Mürsele'nin ser'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Malik'tir.

 

 

4)       Sedd-i zerai'

Sedd-i zerayi' vesîleleri kaldırmak, sebebi tıkamak demektir. Bu durumda harama vesîle olân sey haram, vacibu vesîle olan şey vaciptir.

Sedd-i zerayi'de aslolan maslahatı celb, mefsedeti def' kaidesidir.

Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar. Hanefi ve Safiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de farklı bir şekilde kabul ederler.

5)       İstishab

Daha önce varlığı bilinen bir durumun aksine bir delil bulunmadıkça varlığını koruduğuna hükmetme yöntemidir.

6)       Sahabe sözü

Sahabeden intikal eden fıkhı görüşlerdir. Bunların şer’i delil olarak kabul edilip edilmemesi konusun da faihler ihtilaf etmişlerdir. Genel de rey ve ictihad ile bililinmeyecek konular da sahabe sözünün sünnet kapsamında değerlendirilmesi görüşü hakimdir.

7)       Şer’ü men kablena

İslam öncesi şeriatlardır. Önceki dinlerin hükümlerde ku’ân ve sünnet’te kabul veya red yönünde açıklama mevcut değilse, hanifiler dahil bir grup islam alimi bu tür hükümlerin müslümanlarada uygulanacağını söylerler. 

 

AHKAMU’Ş-ŞER’İYYE

Hakkında âyet hadîs veya icmâ bulunan, veya temelde bu delillere dayanan itikada ve ibadete ait bütün prensiplere ‘hüküm’denmiştir. Hükümler İslâm'ın pratik yönünü oluşturur.

 Fıkıh usulü bilginlerine göre şer’í hükümler teklifi ve vaz’i olmak üzere  iki kısma ayrılır;

 

1)        Vaz’í Hükümler:

        Şâri’in, bir seyi bir baska sey için sebep, sart ve engel kılmasıdır. Şâri’ iki durum arasında bir kurduğu bağı ifade eder. Çeşitli kısımlara ayrılmaktadır; Sahih, bâtıl, fâsit, sebep, rükün, şart, mâni.

 

1)       Sebep: Şar’in varlığını hükmün varlığına, yokluğunuda hükmün yokluğu için alemet için kıldığı hükümdür.

2)       Şart: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf. Meselâ, namaz için abdest şarttır. Bununla birlikte abdest, namazın kendinden bir parça değildir.

3)       Rükün: Bir şeyi oluşturan asıl parçalardan her biri; bir ibadet veya muamelenin varlığı kendisine bağlı bulunan ve onun esas unsur ve parçalarını teşkil eden temeller. Mesela namazın rükünleri; kıyam, kıraat, rukû, secdeler ve son rekatta teşehhüd miktarı oturmaktır.

4)       Mani: Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durumdur.

5)       Sıhhat: Bir ibadetin veya hukuki işlemin öngörülen bütün rükün ve şartlarını ihtiva etmesi durumudur.

6)       Fesad: Bir işlemin rükün ve unsurların tamam olduğu halde şartlarının eksik olması durumudur.

7)       Batıl/butlan: Rükün veya şartları tamamen veya biraz eksik olan ibadetler ve hukuk işlemlere denir. Butlan, ibadetin veya hukukí işlemin hükümsüz olması; batıl ise hükümsüz olan, geçersiz hale gelen işlemin adıdır. Mesela abdestsiz kılanan bir namaz batıl; abdestsiz namaz kılma durumu ise butlandır.

 

2)       Teklifi hükümler/ mükellefin fiilleri

Şâri’nin (seriat koyucunun), mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi, ya da onu yapıp yapmama konusunda serbest bırakmasıdır. Şâri’, bir şeyin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemişse buna vacip, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemişse buna mendup denir.

Şâri’, bir fiilin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemişse buna haram, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemişse buna da mekruh denir. Şâri’, mükellefi yapıp yapmama konusunda serbest bırakmışsa buna da mübah denir.

Teklif, İslâmın müslümanlara yüklediği görevlerdir. Mükellef- İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse- olmanın akıllı olmak ve buluğ çağına girmek üzere iki şartı vardır.

 

1)Farz

Şâri' tarafından emrolundugu kat'î delil ile sâbit olan; özürsüz, mutlak surette

terkedildiginde ceza gereken amellerdir.

Hanefîler zannî delil ile sâbit olan hükümleri vacib olarak niteler. İmâm Şâfiî farz ile vâcibin arasını amel bakımından ayırmaz ise de itikâdı açıdan, Hanefi hukukçuları gibi değerlendirir. Bu da Hanefiler ile Şâfiiler arasındaki farz ve vâcib ayrılığının mâna, öz itibarıyla olmadığını, lafzı olduğunu gösterir.

Farz; kat'ı ve ictihâdı olmak üzere ikiye ayrılır;

Kat'î farz; delillerle yapılması kesin olarak bildirilen amellerdir. Buna amelî ve ilmî farz da denilir.

İçtihâdı farz; müçtehid imamların içtihadıyla belirlenen, terk edildiğinde o ameli farz olmaktan çıkaran farzlardır.

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

1- Farz-ı Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir.

2- Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile digerlerinden sâkit olan vazifedir.

 

2)Vacib

İslâm hukukçularının çogunluguna göre farzla vâcip esanlamlıdır. _kisi de aynı hükümlere tabidir. Hanefilere göre ise, fârz ve vâcip birbirinden farklı anlam taşır. Vâcip Allah ve Rasûlünün yükümlü Müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zannî delil ile sabit oldugu fiildir.

 

3)Mendub

Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah (s.a.s)'ın bazan yapıp, bazan terkettigi isler. Buna; sünnet, müstehap, nâfile, tatavvu, fazilet ve ihsan adları da verilir.

Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, mendûb, sünnet ve müstehab terimlerini de içine alan genel bir kavram olup söyle tarif edilir: Allahu Teâlâ veya Rasûlûnün bağlayıcı olmaksızın yapılmasını istediği ve yapılmamasını kötülemediği fiildir.

 

Mendûb kendi içinde üçe ayrılır;

1) Sünnet-i Müekkede-Sünneti Hüda:

Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptıgı ve sırf bağlayıcı olmadığını göstermek üzere nâdir olarak terkettigi farz ve vacib olmayan fiillerdir. Sabah, öğle veya akşam namazlarının sünnetleri, abdest alırken ağıza su verme gibi...

2) Sünnet-i Gayri Müekkede-Nâfile-Müstehab:

Hz. Peygamber (s.a.s)'in bazen yapıp bazen de terkettiği ameller. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz. İkindi ve yatsı namazlarından önce kılınan dörder rekatlık namaz ve yoksullara zaman zaman yapılan tasadduk gibi…

3) Sünnet-i Zevaid:

Hz. Peygamber'in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allahu Teâlâ'dan bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği tasımayan beşeri fiillerdir. Allah Rasûlünün yeme, içme ve giyinmede izlediği alışkanlıkları gibi…

 

4)       Haram

Dince yapılması yasak olan şeydir. Şari’nin bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemesidir. 2’ye ayrılır;

1) Haram Bizatihi, Haram Liaynihi:

Allah ve Rasûlünün temelden haram kıldıgı fiildir. Zina, hırsızlık, ölü hayvan eti satma, evlenme engeli bulunanlarla evlenme gibi.

       2) Haram li Gayrihi:

      Kendisi esasen haram olmadıgı halde baska bir sebep dolaysiyle yasaklanan seylerdir. Başkasının malını haksız yere yemek, cuma namazı saatinde çalışmak gibi.

 

Haram hükmü konusunda şu prensipleri gözden uzak tutmamak gerekir:

ü  Bir yiyecek, içecek veya davranış, fikir ve söz hakkında açık bir haram hükmü yoksa o esasen mübahtır.

ü  İslâm, müslümanlara kendileri için zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da emretmiştir.

ü   Helâl ve haram hükümlerinin kaynağı Allah ve Hz. Muhammed (sav)’tir.

ü   Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâmın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları Rabb olarak tanımak anlamına gelir.

Kur’an-ı Kerim söyle buyuruyor; “Onlar hahamlarını ve rahiplerini ayrı rabbler edindiler. Meryem oglu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tevbe: 9/31)

ü  Haram hükmü geneldir ve herkes için geçerlidir. İslâmda seçilmişler ve ruhbanlar sınıfı olmadığından A şahsı için haram veya helâl olan bir şey, B şahsı için de haram veya helâldir.

ü  İslâma göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvasıdır.

ü  İslâm’ın haram kıldığını helâl saymak büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir.

ü   Zaruretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldıgı zaman, mazereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir.

5)       Mekruh

Allah ve Resulunun, yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.

Mekruh tahrîmen ve tenzîhen olmak üzere ikiye ayrılır;

a) Tahrimen Mekruh:

Allah ve Resulunun bir fiilin yapılmamasını, kesin ve bağlayıcı tarzda istemiş olmakla birlikte, bu istek haberi vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa, buna denir.

b) Tenzîhen Mekruh:

Allah ve Resulunun koydugu yasagın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil tenzihen mekruh adını alır.

6)       Mübah

Şeriatın mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür.

7)       Müfsid

Müfsid, ifsad eden, ibtal eden, bozan, geçersiz kılan kimse veya şeylere denir. 

Müfsid veya batıl, bazı şartlarını ve yerine getirilmesini sağlayan özelliklerini kaybetmiş bir ibadet, akid batıldır, fasid’tir. İfsad olan ibadet veya hukuk işlemini ifsad veya iptal eden sebebe müfsid denmektedir.

 

Ehliyet, vücub ve eda ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Vücub Ehliyeti:

Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübutuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir. Eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.

a. Eksik Vücub Ehliyeti:

Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır.

b. Tam Vücub Ehliyeti:

Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler. Henüz idrak ve muhakeme tesekkül etmedigi için bunlarda eda ehliyeti yoktur. Lehine yapılan hibe, vasiyet ve vakıf geçerlidir. Ayrıca onu borç ve yükümlülük altına sokan satım, kiralama, karz ve rehin gibi medeni akitler veli veya vasi tarafından onun adına yapılır.

 

2. Eda Ehliyeti:

Kişinin medeni hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabii bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır. Eda ehliyeti de eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır;

a. Eksik Eda Ehliyeti:

Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamış da (ma'tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı arasındaki ehliyeti ifade eder.

b. Tam Eda Ehliyeti:

Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması ve ibadetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır. Kişi, lehine ve aleyhine her türlü hukuki tasarrufu yapma ehliyetine erişmis olur.

 

Ehliyet arızaları semâvî ve müktesebe şeklinde ikiye ayrılır;

1) Semâvî Arızalar: Şahsın irâdesi dışında olanlardır. Akıl hastalıgı (cünun), bunama (ateh), bayılma (igma), uyku (nevm), ölümle sonuçlanan hastalık (Maradu'l-Mevt), kölelik (rıkk), küçüklük (sığar), unutma (nisyan), ölüm (mevt), ay hali(hayız), lohusalık (nifas).

2) Mükteseb Arızalar: İrâdîdir, ihtiyârîdir. Sarhoşluk(sekr), sefâhet(sefeh), yolculuk(sefer), bilmemek(cehl), yanılmak(hatâ) gayr-i ciddî davranma(hezl).

 

Azimet ve ruhsat

Her mükellefin uyması gerektiği hüküme azimet denir. Azimet hükmünü terk etme imkanı veren hafifletilmiş ve geçeci hükme ruhsat denir.

 

İkrah:

                Bir kimsenin başkasına yaptığı, ondaki rızayı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde, onun ihtiyarını (seçme hürriyeti) bozan, yahut da şer'î yükümlülüğü kaldıran korkutma hâlini ifade eder.

İslâm hukukçuları ikrahı üç kısma ayırır:

1) Tam İkrah: Zorlananın mal, can veya uzvunun telefine yol açabilecek ağırlıktaki ikrah

2) Eksik İkrah: Malın bir kısmını telefle tehdit, uzuvların telefine yol açmayacak şekildeki dövme, tehdit, hapis ve bağlamakla tehdit bu kısma girer.

3) Yakınlara Verilecek Zararla İkrah: Ana, baba, dede, nine, çocuklar, torunlar ve gibi yakınlardan birisine eziyetle tehdit bu kısma girer.

 

Taklid ve İttiba:

Dayandığı kitap, sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp, bununla amel etmeye taklid denir. Fakat deliline bakmak, ögrenmek ve ictihadına katılmak sûretiyle bir müctehidin re'yini benimsemeye ise ittibâ denir.

 

Fiili olarak delili bulmak ve anlamak imkanına sahip olmayan avam (halk), bilginleri belli şartlarda taklit edebilir. Bu sartlar sunlardır:

ü  Müctehid ve bilgini bizzat itaat ve taklite ehil oldugu için değil, tebliğ ederek buna vasıta oldukları için taklit etmeleri. Çünkü bizzat itaat, Allah ve Resulune aittir.

ü  Taklitlerinin basit ve zanni de olsa bir tercihe dayanması, bazı karine ve emarelerle taklit ettiği kimsenin en bilgin ve layık kişi olduğuna inanmalar.

ü   Taassuptan uzak bulunmaları. Taklit ettikleri bilginin yanılabileceğini kabul edip onun görüşüne uymayan sahih bir nas ile karşılaşınca, nassı değil, imamının görüşünü terkedecek bir durumda olmaları.

ü  Taklit ettikleri hususun beş vakit namaz, oruç, hac ve zekatın farz, zina ve içkinin haram oldugu gibi kesin olarak bilinmesi gereken zarurat-ı diniyden olmaması.

 

Ø  Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri söylece ifade edebiliriz;

ü  Arapçayı bilmek

ü   Kur'ân ilmine sahip olmak

ü  Sünneti bilmek

ü   Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmek

ü   Kıyas bilmek

ü   Hükümlerin amaçlarını bilmek

ü   Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak

ü   İyi niyet ve sağlam bir itikad sahibi olmak

 



 


0 Yorum - Yorum Yaz

Usul mütalaası    06.11.2018

Adem KARBULUT

Yüksek Lisans (Güz dönemi) 

Allaha kulluk için(tevhidi gerçekleştirme) yaratılan insan, nasıl kulluk edeceğini; Allah insanlar arasından seçtiği peygamberler vasıtasıyla öğretmiştir. İlk insanın peygamber olması bu anlamda çok manidardır. Allah seçtiği peygamberlerden bazılarına suhuf, bazılarına kitap indirmiş bazılarına ise kendilerinden önceki peygamberlerin suhuf ve kitaplarıyla insanları uyarıp Allah’a nasıl kul olacağını bildirip -bütün peygamberlerin daveti- bizzat kendileri de model olmuşlardır. Peygamberlerin daveti, Hz. Muhammed(s.) ve kendisine inen kur’ânla –insanlık için en büyük mucize- en son ve mükemmel şeklini almıştır.

Hz. Muhammede kendisine inen kur’ân’ı insanlara tebliğ etmiş ve nasıl yaşanabilirliğini de kendi hayatıyla açıklamıştır. Nüzul devrinde yaşayanlar –sahabe- peygamberden öğrendiklerini en güzel şekliyle yaşamış, korumuş ve sonraki nesillere aktarmışlardır. Bunu doğru bir şekilde yapmak için çok titiz davranmışlar ve bazı çalışmalar yapmışlardır; Hz. Peygamberin vefatından sonra hayat rehberi kur’ân’ı koruma amaçlı –yemame savaşında birçok hafızın şehid olması- Hz. Ebu Bekir döneminde mushaflaştırılmış, Hz. Osman döneminde de ihtilaflara çözüm niteliğinde mushaflaştırılan ku’rân nüshası çoğaltılmış –istinsah- ve belli bölgelere gönderilmiştir.

Sahabe ve sonraki nesiller, karşılaşılan yani kültürlere ve meydana gelen sosyolojik olaylara karşı kur’ân’nın anlaşılması için çaba sarf etmiş ve İslami ilimlerin doğuşuna sebep olmuştur. Her ilim elde etmiş oldukları malzemeyi, kendi yöntemleriyle işleyerek Kur’ân eksenli bir hayat için altyapı oluşturmaya çalışşlardır. 

 

Her ilmin bir usulü olduğu gibi İslami ilimlerinde kendi alanlarında belli bir usulü olmuştur. Belli kaide ve esasları önceden tesbit etmeden bir bilgiyi düzene koymak mümkün değildir. Bu anlamda meselâ, fıkhın fürû alanına giren meselelerin tesbitinde, fıkıh usûlü ilmine ihtiyaç vardır. Çünkü bu ilmin esaslarını öğrenmeyen kimseler, hüküm istinbat ederken isabetli sonuçlara varamazlar. Aynı şey hadis usûlü ilmi için de söz konusudur. Çünkü hadis ilmi kur’ânın nasıl yaşanabilirliğini gösteren en önemli kaynağı –hadisi-, doğru bir şekilde aktarımı ve metninin doğru anlaşılmasını sağlamak için inceler. Zira belli usûl ve kaideler olmadan bu alanda dolaş­mak pek mümkün görünmemektedir. Kur'ân'ın sağlıklı bir tefsirinin yapılabilmesi için de tefsir usûlü –kur’ân’ı oluşturan unsurlardan ve kur’ân ilimi ile ilgili çalışmaların yapıldığı ilim- ilmine ihtiyaç vardır.

 

İslâmî ilimler bilginin bütünlüğü açısından bir ilişki içerisindedir. Bu ilişkiden kopuk, kur’ân anlaşılması ve yaşanması zor olur. Örneğin ku’ânın doğru bir şekilde anlaşılması için tefsir ilmi hadis ve tarih ilminden yararlanırken,  doğru bir şekilde yaşaması adına fıkıh ve kelama kaynaklık eder. Buda gösteriyor ki; İslami ilimlerin amacı kur’ân’ın içerdiği yüce manaları ve hakikatleri araştırıp ortaya çıkarmak ve insanın bu hakikatlere göre bir hayat sürmesini sağlama ilkesidir.

 

Usul: Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlara denir.

Tefsir, hadis ve fıkıh usulünün özetleri;

 

TEFSİR USULÜ

 

Tefsir: Sözlükte bir şeyi açmak, aydınlatmak ve ortaya çıkarmaya; terim olarak, insan gücü ve Arap dilinin verdiği imkân nisbetinde Allah'ın muradına delâlet etmesi bakımından Kur'ân metni­nin içerdiği manaları ortaya koymaya denir.

Tefsir usulü: Kur'ân'ın anla­şılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve yöntemler ortaya koyan ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında bilgiler veren ilimdir. Amacı Kur'ân'm anlaşılmasına yardımcı olmak­tır.

 

Tefsirle Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar

 

1. Te'vîl

Meşru bir sebep veya delilden ötürü âyeti zahirî manasından alıp, kendisinden önce ve sonraki âyete mutabık, kitâb ve sünnete uygun manalardan birine hamletmeye denir.

Tevilin şartları;

ü  Te'vile esas alınan mana, lafzın muhtemel bulunduğu, mecaz yoluyla da olsa kendisine delâlet ettiği manalardan olmalıdır

ü  Te'vil, lafzın ilk akla gelen zahirî manasından alınıp başka manaya çekilmesine elverişli şer'î bir delile dayanmalıdır

ü  Te'vilin şartlarından biri de, yapılan te'vîlin manası açık bir nassa muhalif olmamasıdır

 

Te'vîl ile tefsir arasındaki farkları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Te'vil, kesinlik ifade etmezken, tefsir, lafızdaki mananın açıklığa kavuşturulmasında kesinlik arzeder.

2. Te'vil genelde nassların manalarında, tefsir ise lafızlarda görü­lür.

3. Te'vil, tefsire göre daha hususî bir anlam taşır.

4. Te'vil kavramı, bâtınî manaları ortaya koymak, tefsir ise haki­kat veya mecaz yoluyla lafızların zahirî manalarını beyân etmek için kullanılır

 

2. Tercüme

Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tâbirle aynen ifade etmeye denir. İkiye ayrılır; harfi ve tefsiri.

Harfî Tercüme: Tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. Kur’an’ı bu türden tercüme yapmak mümkün değildir.

Tefsiri Tercüme: Tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir.

3. Meal

Bir sözün manasını her yönüyle değil de, biraz noksanıyla ifade etmeye denir. Eksik ve hatalı tercüme demek­tir

 

Tefsir usulü kaynakları

1)       Arapça kaynaklardan birkaçı;

a)       Haris el-Muhâsibî, el-Akl ve Fehmu'l-Kur'ân

b)       İbn Teymiyye, Mukaddime fî Usûli't-Tefsîr

c)       ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân

d)      ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn

e)       Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi'l-Kur'ân…

 

2)       Tefsir mukaddimleri

a)       Taberî, Câmiu'l-Beyân An Te'vili'l-Kur'ân

b)      Râğıb El-İsfahânî, Mukaddimetü''t-Tefsîr.

c)       İbn Atiyye El-Endülüsî; Mukaddime

 

3)       Türkçe kaynaklardan bir kaçı;

a) Bursalı Mehmet Tâhir Efendi, Delîlu't-Tefâsîr

       b) İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü

       c) Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş

        d) Ali Turgut (öl.1412/1991), Tefsir Usûlü ve Kaynakları

       e) Ömer Dumlu, Kur'ân Tefsirinde Yöntem

 

 

 

Kur'ân

Sözlük anlamında değişik tanımlar yapılmıştır;

ü  Karine, "delil" ve "burhan" gibi manalar ifade etmektedir.

ü  Kur'ân lafzı, bir şeyi diğerine yaklaştır­mak ve bitiştirmek manasına gelir. Çünkü

Kur'ân'da yer alan sûre ve âyetler birbirine bitişiktir.  Söz konusu âlimlere göre Kur'ân kıssa, emir, nehiy, va'd, va'îd, sûre ve âyetleri ya da önceki kitapların orijinal hükümle­rini bir araya topladığı için ona bu isim verilmiştir.

ü      Kur'ân kelimesi, "okudu" anlamını ifade eden fiilinden türemiş olup, masdar mana­sından ism-i mef'ûl manasına nakledilmiş ve Hz. Peygamber (sav)'e indirilmiş ilâhî kelâmın özel ismi olmuştur…

 

Terim olarak: "Hz. Peygamber (sav)'e vahiy yoluyla indirilip Mushafîara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz kelâmdır.

 

        Kur’ân’ın kendine mahsus bir yazı şekli vardır ki, buna Resmü’l-Osmani denir.

Kur'ân vahyinin inzali konusunda üç ayrı görüş ileri sürülmüştür;

 

1. Kur'ân vahyi önce Levh-i mahfuz'dan bir bütün olarak Beytül-izzet’e -dünya semâsına-, oradan da çeşitli zaman aralıklarıyla yirmi küsur yılda Hz. Peygambere nazil olmuştur.

2. Kur'ân, Kadir gecesinde başlayarak yürmi üç seneye yakın bir süre içerisinde meydana gelen hâdiselere göre değişik zamanlarda Hz. Muhammed'e indirilmiştir.

3. Kur'ân, Yüce Allah'ın bir sene içerisinde inişini takdir etmiş oldu­ğu miktarlar tarzında yirmi üç Kadir gecesinde dünya semâsına indiril­miş, oradan da tedrîci bir şekilde Hz. peygamber'e inzal edilmiştir

 

Kur'ân'ın tedricen indirilişi ve bunun sağladığı faydalar;

ü  Kur'ân'm tedricen indirilişinde aslolan, vahyin yeni gelişmelere parelel olarak indirilmesidir.

ü  Hükümlerde önem sırasının gözetilmiş olmasıdır.

ü  Mükellefiyetlerde genel olarak kolaydan zora doğru bir seyrin izlenmiş olmasıdır.

ü  Nassların manalarını anlama, yorumlama ve onlardan hüküm çıkarmada kolaylık sağlamış olur.

ü  Kur'ân’ın muhteva itibariyle tedricen indirilişi, onun evrenselliğinden kaynaklanmaktadır.

 

Vahiy

Sözlükte, gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, ilham etmek, imâ ve işaret etmek, fısıl­damak, emretmek, telkin etmek, yazmak ve vesvese ver­mek gibi manalara gelmektedir.

Terim olarak Allah'ın genel olarak varlıklara hareket tarzlarını bildirmesi, özel olarak da insanlara ulaştırmak istediği ilâhî emir, yasak ve haberlerin tümünü vasıtalı veya vasıtasız bir tarzda, gizli ve süratli bir yolla peygamber­lerine iletmesi.

Vahyin Geliş Şekilleri

Kur'ân, Allah Teâlâ'nın insanla iletişim kurmasının ancak üç yolla mümkün olduğunu haber vermektedir. eş-Şûrâ 42/51. âyette bu yollar şöyle sıralanmıştır:

"Allah bir insan ile ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir de izniyle dilediğini vahyeder. Doğrusu O, pek yücedir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir".

ü  Cebrail'in Peygamberin kalbine vahyetmesi –bu şekilde iki defa getirmiştir-.

ü  Meleğin insan kılığında vahiy getirmesi –en kolay olanı-.

ü  Ses aracılığıyla alınan vahiy –çıngırak sesiyle gelen-.

ü  Sâdık rüyalar –vahyin gelişine işaret-.

ü  İlham yoluyla yapılan vahiy

ü  Perde arkasından konuşmak –Hz. Muhammed ve Hz. Musa’ya has-.

 

Ayet 

Sözlükte herhangi bir şeyin varlığım gösteren alâmet anla­mını ifade etmektedir. Buna bağlı olarak açık işaret, delil, ibret ve mucize gibi anlamlara da gelir.

Mutlak anlamda iki kısma ayrıl­maktadır;

1)       Fiili ayetler; Kainattaki sayısız çeşitlilik ve farklılıkları sürekli bir düzen ve kanuna bağlayan yaratıcının varlığını, birliğini ve yüce sıfatlarını gösteren ve yaratıkların taşıdığı özelliklerden çıkarı­lan delillerin tamamı.

2)       Kavlî âyetler: Pegamberlere indirilen ilâhî kitapların hepsi bu tür âyetleri içermektedir.

 

Kuranın sürelerini oluşturan cümlelerdir. İslâm bilginleri âyetleri ifade ettikleri anlamların açıklığı ve kapalılığı sebebiyle; muhkem, müteşâbih, mücmel ve mübeyyen şeklinde kısımlara ayırmışlardır. Ayrıca tefsir usûlü bilginleri âyetleri, iniş yeri, zamanı ve hitap esasına göre; Mekkî-Medeni, arzî-semâvî, hazârî-seferi, nehârî-leylî, sayfî-şitâî,  firâşî-nevmî  diye de gruplandırmışlardır.

 

Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri, âyetlerin Kur'ân'daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kur’ân’daki ayet sayıları konusunda değişik görüşler vardır. Bunların en kabulu ve muhafa uygunu 6236’dır.

 Sure

 Sözlükte, yüksek makam, üstün derece, şan, şeref, binanın kısım veya katları anlamına gelmektedir. Terim olarak, âyetlerden meydana gelen başı ve sonu bulunan müstakil kur'ân bölümü demektir. Kur'ân'da 114 sûre bulunmaktadır.

Sureler, ihtiva ettikleri âyet sayısı bakımından şu şekil de sınıflandırılmıştır; âyet sayısı yüzden fazla olanlara tuvel, âyetleri yüz dolayında olanlara yahut biraz geçenlere miun, yüzün altında bulunanlara mesani, ayetleri kısa ve besmeleli fasılaları çok olan surelere mufassal denilmiştir.

Daha çok tecih edilen görüşe göre; hicretten önce nazil olan surelere Mekki, ondan sonrakiler ise Medeni olmak üzerede kısımlara ayrılmışlardır.

Surelerin tertibinin nasıl olduğu konusunda üç görüş ileri sürülmüştür;

ü  Surelerin tertibi içtihadi’dir. Bu gruptaki âlimlerin başında İmam Malik gelmekte­dir.

ü  Sure tertibi tevkifidir. Surelerin tertibi de, ayet ve harflerin tertibi gibiydi.

ü  Kısmen tevkifi kısmen de içtihadi’dir.

 

 

Kur'ân'ın Hz. Peygamber zamanında yazılması

Resulullah zamanında yazıldığını göste­ren deliller;

ü  Hz. Ömer'in müslüman olması olayında kız kardeşinin elinde bulunan Taha suresi'nin baş tarafındaki ayetlerin yazılı bulunduğu sayfa

ü  Hz. Osman'ın şu sözü; "Peygamber (s)'e herhangi bir kur'ân bölümü nazil olduğun­da katiplerinden birini çağırır ve ona: "Bu ayetleri, falan ayet­leri içine alan sureye koy" derdi.

ü  Berâ b. Azib'den yapılan bir nakilde de o şunu söylemiştir; bir ayet nazil olduğu zaman Resûlullah (sav): "Bana falanı çağırın" dedi. Çağırılan şahıs (Zeyd b. Sabit) mürekkep, kalem ve üzerine yazı yazılacak malzeme alıp geldiğinde Allah Resulü ona: "âyetini yaz" dedi.

ü  Hz. Peygamber'in, ‘Benden Kur'ân'ın dışında birşey yazmayı­nız.’ sözü.

 

Kur'ân metninin kitap haline getirilmemesi sebpleri;

ü  Kur’ân’ın cem’i ve istinsahı belli olaylar ve ihtiyaçlar sonucu olmuştur. Peygamber döneminde bu ihtiyaçlar yoktu.

ü  Vahyin inişinin halen devam etmesi.

ü  Kur’ân’ın tedrici bir şekilde inmesi.

ü  Bazı alimlere göre de nesih olayı.

 

Ø  Kur’ân yemame savaşın da çok sayıda hafız şehid edilmesi üzerine cem’ edilmiştir. Hz. Osman dönemin çıkan ihtilaflar sonucunda da istinsah edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde de kur’ân’ın yanlış okunması sebebiyle notalama(Ebu'l-Esved ed-Düeli) ve harekeleme çalışmaları(Nasr b. Asım ve Yahya b. Ya'mer’i görevlendirerek, Haccâc b. Yûsuf tarafından yapılan çalışma) yapılmıştır.

 

Kıraat

Herhangi bir kelime üzerin­de med, kasr, hareke, sükun, nokta ve i'râb bakımından meydana gelen değişikliğe denir. Kurra ise; okuyucu ve okuyan anlamını ifade eden kâri kelimesinin çoğuludur, terim anlamı ise; yedi ya da on kıraa­tin kendilerine nisbet edildiği imamlara denir.

Kıraatlardaki çeşitliliğin hikmetleri;

ü  Kur'ân'ın ilk muhataplarına onu farklı kıraatlarda okuma imkanını verilmesi,  birden çok lehçe konuşan çeşitli arap kabilelerinin, tahrif etme­den ve günaha düşmeden kur'ân'ı okumalarını kolaylaştırmak.

ü  Arap kabilelerine onun mucize bir kitap olduğunu göstermek.

ü  Kıraatlar ayrıca Hz. Peygamber ümmetinin diğer ümmetlere olan üstünlüğünü de ortaya koymaktadır.

ü  Kıraatlar, fakihlerin hüküm istinbatında başvurdukları bir yol olması.

 

Kıraat imamları ve ravileri;

1)       Nâfi –Medine kıraati-: Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebî Nuaym el-Leysî. Remzi elif’tir. En meşhur iki ravisi; Kâlûn, Verştir.

2)       İbn Kesîr –Mekkelilerin kıraatı-: Abdullah b. Kesîr el-Mekkî. Remzi dâl’dır. Meşhur iki ravisi; el-Bezzî ve Kunbül’dür.

3)       Ebû Amr –Basralıların kıraati-: Ebû Amr b. el-A'lâ el-Mâ'zinî. Remzi boğaz harfi olan ha’dır. Meşhur iki ravisi; Duri ve Susi’dir.

4)       ibn Âmir –Şamlıların kıraati-: Abdullah b. Âmir el-Yahsûbî. Remzi kef’tir. Meşhur ravileri; Hişam ve İbn Zekvan’dır.

5)       Âsim-Kufelilerin kıraati-: Ebû Bekr Âsim b. Ebi'n-Necûd. Remzi nun’dur. Meşhur ravileri; Ebû Bekr Şu'be ve Hafs’tır.

6)       Hamza: Ebû Ammâre Hamza b. Habib ez-Zeyyât. Remzi fe’dir. Meşhur raviler; Hallad ve Halef’tir.

7)       el-Kisâî; Ebu'l-Hasen Ali b. Hamza el-Kisâî, Hamza'dan sonra Kûfe'nin kıraat imamıdır.   Remzi ra’dır. Meşhur ravileri; Dûri ve Ebu'l-Hâris’tir.

8)       Ebû Ca'fer: Yezid b. el-Ka'ka' el-Mahzûmi. Remzi ya’dır. Meşhur ravileri İsâ b.Verdân ve Süleyman b. Cemmâz’dır.

9)       Ya'kûb: Ya'kûb b. İshâk. Basra kıraat imamlarındandır. Râvileri Muhammed b. Mütevekkil ile Ravh b. Abdulmü'min'dir. Remzi ya’dır.

10)   Halef: Halef b. Hişâm. Aynı zamanda Hamza'nın birinci ravisidir. Râvileri İshâk b. İbrahim ve İdris b. Abdulkerim’ dir. Remzi hal’ dır.

 

Yedi Harf (el-Ahrufu's-Seb'a) Kavramı

Seb'a lafzının delâleti konusunda da iki ayrı görüş vardır;

1.  Seb'a lafzı, gerçek anlamda kullanılmış olup bilinen yedi sayı­sını ifade eder. Yani delâletinde kesinlik söz konusudur.

2.  el-Ahrufu's-seb'a terkibinde yer alan yedi mecazî manada olup, genişlik ve kolaylık demektir

 

Yedi harf ile ilgili birkaç hadis;

ü  İbn Abbâs'tan nakledilmiştir: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Cibril bana Kur'ân'ı bir harf üzere okuttu. Ancak artırması için müra­caatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu.  Nihayet yedi  harfe  kadar  çıkıp  orada  kaldı.

ü  Ubeyy b. Ka'b'tan nakledilmiştir: "Hz. Peygamber, Beni gıfar suyunun yanında iken, Cebrail ona geldi ve dedi ki:

-  Muhakkak Allah, ümmetinin Kur'ân'ı bir harf üzere okumalarını sana emrediyor, Hz. Peygamber de:

- Allah'tan bağışlanmamı isterim, ümmetimin buna gücü yetmez, dedi. Bu şekildeki konuşmalar üç defa tekrar etti. Dördüncüde Cebrail:

-  Allah ümmetine Kur'ân'ı yedi harf üzere okumalarını emrediyor, hangi harfi okurlarsa isabet ederler, dedi.

ü  Ebû Talha'nın bildirdiğine göre yine Hz. Ömer'le bir şahıs arasın­da kıraatla ilgili bir ihtilaf ortaya çıkmış;   Bunun   üzerine  Hz. peygamber her ikisinin okuyuşunu da beyenerek: "Ey Ömer! Rahmet ayetini azab, azab ayetini de rahmet kılmadıkça, Kur'ân'ın (bu okuma tarzlarının) hepsi de doğrudur" demiştir…

 

Yedi harf hakkında ileri sürülen görüşler;

1)       Zayıf görüşler:

a)       Yedi harften maksat nâsih, mensûh, umûm, husus, mücmel, mübey-yen ve müfesserdir.

b)       Emir, nehiy, taleb, duâ, haber, istihbar ve zecr'dir.

c)        Va'd, va'îd, mutlak, mukayyed, tefsir , te'vil ve i'râb'tır.

d)       Helâl, haram, muhkem, müteşâbih, inşâ ve ihbâr'dır.

e)       Mukaddem,  muahhar,  ferâiz, hudûd, mevâiz,  müteşâbih ve emsâl'dır.

f)        Mutlak- mukayyed, umûm- husus, nass- müevvel, nâsih-mensûh, mücmel-müfesser, istisna ve kısımlarıdır.

g)        Meşhur yedi imamın kıraatidir.

h)      İsbât ve icâd ilmi, tevhid ilmi, tenzih ilmi, zât sıfatları ilmi, fiil sıfatları ilmi, avf ve azâb ilmi, haşr ve hesâb ilmi, nübüvvet ilmi, ve imamet ilmidir[1][192].

i)         Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ev Ubeyy b. Ka'b'ın kıraatlarıdir.

 

Kuvvetli Görüşler

a)       Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.

b)       Yedi harften maksat, aynı manaya gelen çeşitli lafızların yedi vechidir.

c)       Yedi harfle kastedilen, yedi vecih’tir.

 

KUR’ÂN İLMİYLE İLGİLİ ÇALIŞMAŞLAR

1)       Nüzul sebepleri(Esbabu’n-Nüzul)

Bazı ayet ve surelerin ne gibi sebeplerle indirildiğini bildiren ilim dalına denir.

 

Nüzul sebebini bilmenin faydalarını şöyle sıralayabiliriz:

ü  Kur’anı-ı Kerim’de emredilen şeylerin hikmetleri anlaşılır, mü’minin imanı kuvvetlenir, müşrikin de doğru yolu bulmasına vesile olur.

ü   Ayetlerden kastedilen mana kolaylıkla anlaşılır, şüphe ve yanlışlıklar izale edilmiş olur.

ü  Hasr tevehhümü bertaraf edilir. Kur’an’da ayetin zahiri hasr ifade edebilir. Fakat sebeb-i nüzul bilinirse bu hususta yapılması muhtemel hatalar önlenmiş olur.

ü  Nüzul sebebi ayetin ihtiva ettiği hükmü tahsis eder.

ü  Ayetlerin kolayca anlaşılıp ezberlenmesi sağlanır.

 

2)       Nasih-mensuh

Bir nassın hükmünün ya yerine bir nass gelerek veya hiçbir nass gelmediği halde belli bir zaman sonra kaldırılmasıdır.

Nasih ve Mensuh ancak şu üç şekilden biri ile bilinebilir:

ü  Nasih ve mensuh delillerin nüzul veya vürud zamanlarının bilinmesi.

ü  Nasih olan delilde, daha önceki bir delilin hükmünü neshettiğine dair açık ifade bulunması.

ü  Sahabeden “Şu veya şu ayet veya hadis, şu ayet veya hadisi neshetmiştir.” Diye açık ve kat’i bir rivayetin bulunması.

 

Nasih ve mensuh olması caiz olan şeyler:

ü  Kur’an’ın Kur’an’la neshi

ü  Sünnetin Kur’an’la neshi

ü  Kur’an’ın mütevatir sünnetle neshedilmesi

ü  Sünnetin sünnetle neshi

ü  Kur’an’ın icma, icmanın icma ve kıyasın kıyas ile neshi

 

3)       Muhkem ve müteşabih

Muhkem ayetler, manası açık olan, manasında ihtilaf edilmeyen, manalarının anlaşılması için açıklamaya ihtiyaç duyulmayan, manası herkes tarafından anlaşılabilen ayetlerdir.

 Müteşabih ayetler ise Birden fazla manaya gelen, manası açık olmayıp manasında kapalılık bulunan, açıklamaya ihtiyaç duyulan veya muhkem ayetlere ters gibi görünen ayetlerdir.

4)       Huruf’ul- mukatta’a

Bazı surelerin başında bir veya başka harfin birleşmesinden meydana gelen kesikli harflere denir. 29 surenin başında bulunmaktadır.

Hurufu Mukatta’a hakkında öne sürülen fikir ve değerlendirmeleri şu şekilde sıralanabilir:

ü  Halil b. Ahmed ve Sibeveyh’e göre bu harfler surelerin isimleridir. Hangi surenin başında gelmişse o surenin ismini belirlemiştir.

ü   İbn Abbas’a göre bu harflerin her biri Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından birine delalet ettiği gibi, Allah’tan başka isimlere de delalet eder. Bu harfler Allah’ın ismi A’zamı’dır.

ü   Kelbi, Süddi ve Katade’ye göre bu harfler Kur’an’ın isimleridir.

ü   Ahfeş’e göre bu harflerle Allah yemin etmektedir.

ü   Ferra, Kutrub ve Müberred’e göre bunlar münferit harflerdir, gayesi müşriklerin ilgi ve dikkatini çekmektir, onlara meydan okumaktır.

ü   Birer tenbih edatıdır.

ü   Bazı cümel hesapları ve bir kısım olayların istihracına yardımcı olan hususlardır.

 

5)       Garibu’l- Kur’ân

Kur’an’da yer alan, araplar arasında da yaygın bir şekilde kullanılmadığı için pek bilnmeyen kelimelere ğarib denilmiştir. Kur’an’da nadiren de olsa yabancı kelimelerin bulunuşu, ekseriyeti teşkil eden Kureyş lehçesinin dışında, diğer lehçelerden de birçok kelimelerin yer alması Ğaribu’l-kur’an ilmini ortaya çıkarmıştır.

6)       İcazu’l- Kur’ân

Kur’ân’ın muczeliğini işleyen ilimdir. Kur’an-ı Kerim’in i’cazını şu yönlerde aramak mümkündür:

ü  Uslûbu, Dili ve Fesâhatı; tüm insanlar bir araya gelip, Kur’an’a benzer bir eser meydana getirmek için çalışsalar bile yine de onun benzerini meydana getiremiyecekleri.

ü  Te’lif yönündeki eşsizlik; 20 yılı aşkın süre içinde aralıklarla parça parça nazil olmasına rağmen ayet ve sureler arasında eşsiz bir vahdet ve insicam vardır.

ü  İhtiva ettiği ilimler yönünden i’cazı

ü  Tabiat ilimlerine temas ve işarette bulunması

ü  Geçmiş, gelecek ve hal ile ilgili gaybi haberlerinin gerçekleşmesi

ü  Kur’nâ’ın Rasulullah tarafından tebdil edilmemesi

 

7)       Aksamu’l- Kur’ân

Kur’ân’ın bazı ayetlerinde Allah’ın kendi yüce ismi üzerine, rasullere, Kur’an’a, meleklere, kıyamet gününe, tabiatta bulunan önemli varlıklara yemin edilmiştir. Bu yeminleri inceleyen ilme denir.

Kur’an’da yeminlerin bulunmasındaki sebepler şöyle açıklanmıştır:

ü  İslam’dan önceki Arapların toplum hayatında yeminin büyük rolü vardır. Arapların öteden beri alıştıkları bu usulü kur’ân muhafaza etmiştir.

ü  İndirilen ayetler yeminlerle teyid edilip ayetler ve öngördüğü hususlar vurgulanmıştır.

ü   Yemin edilen şeyin kıymet ve önemine işaret edilmiştir.

ü   Dinleyenlerin dikkatlerini çekmek için kullanılmıştır.

8)       Kısasu’l-Kur’ân

Allah, muhataplarına tevhid ve ahlak ilkelerini, tarihin kanunlarını anlatırken, öğretirken, pedagojik açıdan çok önemli bir metodu kullanmıştır. Bu da tarihte yaşanan hadiseleri, dini ve ahlaki bir muhtevayla insanların önüne koyan kıssalar yoluyla gerçekleşmiştir. Bu kıssaları konu edinen ilme denir.

9)       Emsalu’l- Kur’ân

Mesel kelimesi lügatta şibih, nazir, delil, hüccet, bir nesnenin sıfatı, halk arasında kabul görüp yayılmış ve meşhur olan sözlerdir. Türkçe de atasözü denir. Emsalleri konu edinip inceleyen ilme denir

10)   Mecaziu’l-Kur’ân

Kur’ândaki mecaz olarak kullanılan kelimeleri inceleyen ilme denir.

11)   Müşkilu’l-Kur’ân

Kur’ân ayetleri arasında ilk bakışta ihtilaf ve tenakuz gibi görünen durumları inceleyen ilme denir.

İhtilaf konusundaki tercih kaidesini şöylece sıralayabiliriz:

ü  Hüküm hususunda Medeni olanlar Mekki olanlara tercih olunur.

ü  İki hükümden biri Mekke ehli ahvaline, diğeri Medine ehli ahvaline ait olursa, Medine ehli ahvali takdim olunur.

ü  İki hükümden birinin zahir manası müstakil bir hükme, diğer ayetin lafzı bunu iktiza ederse, müstakil hüküm ifade eden tercih olunur. 

ü  İki ayetten her biri zahirde kastedilen şeyi yüklenmiş olarak umum ifade ederse, bu taktirde onlardan birinin başka bir maksadı tahsise gideni varsa o tercih edilir.

12)   İ’rabu’l- Kur’ân

Kur’ân kelimelerinin cümle içinde bulundukları yere göre gramer yönünden incelenmesi ve tahlillerinin yapılması İ’rabu’l-Kur’ân ilmini meydana getirmiştir.

13)   Mucmel- mubeyyen

Anlamı kapalı olan- mucmel- ve anlamı açık olan-mubeyyen- ayetleri inceleyen ilimdir.

14)   Mubhematu’l- Kur’ân

Kur’an-ı Kerim’de sarih olarak isimleri zikredilmeyip te, ismi mevsuller veya zamirlerle zikredilen erkek veya kadınlar olduğu gibi, melek veya cin veyahut ta bir topluluk veya kabile de olabilir. Bu gibi ismi mevsullerin veya zamirlerin kime delalet ettiğini inceleyen ilimdir.

Müphemlerin bulunmasının sebebleri şöyle sıralanabilir;

ü  Müphem olan husus kur’ân’ın başka bir yerinde tekrar zikredilerek onun aydınlatılmasıyla bir zenginlik elde etmek.

ü  Yakinen görülecek bir hale getirerek, müphemi meşhur etmek.

ü  Müphemin gizlenmesinin maksadı, o müphemin atfedilmesini istemenin daha beliğ olduğunu göstermek.

ü  Nakıs bir vasıfla, onu tahkir etmek.

ü  İsim zikretmeksizin kamil bir vasıf ile onu yüceltmek.

15)   Vucuh-Nezair

Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile, yine aynı kelimenin diğer ayetlerde anlamlar aynı olmamasına vucuh denir. Çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine nezair denir.

16)   Tenasibu’l-ay ve süver

Ayetler ve sureler arasındaki uyum ve ahengi inceleyen ilimdir…

 

 

 

HADİS USÛLÜ

 

Hadis ve Sünnet kavramı ile ilgili;

Hadis, “eski” manasına gelen “kadim”in zıddı olup ve “yeni” anlamına gelen bir kelimedir.

Kur’ân da söz ve haber anlamlarında kullanılmıştır. “Haydi onun gibi bir söz getirsinler.” (Tur 52/34), “Musa’nın haberi sana ulaştı mı?” (Taha 20/9)

Hadisin terim anlamı ise, söz, fiil, takrir, ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz. Peygambere izafe edilen her şey. Hatta sahabe ve tabiun söz ve fiilerine de hadis denilmektedir.

Bazen hadis terimi yerine haber kelimesini, sahabe ve tabiuna ait söz ve filer için eser terimini tahsis edenler de olmuştur.

Sünnet, sözlükte yol ve gidişat anlamına gelir. Yolun iyisinede kötüsünede sünnet denilmektedir. عليكُم بسنتي hadisinde Hz. Peygamberin yaşayış modeli anlamında kullanılmıştır. Kur’ân da sünnetullah şeklinde yüce yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları anlamında; sünnetul evvelin ifadesinde de eskilerin örf-adet ve yaşayış tarzları manasında kullanılmaktadır.

Sünnet kelimesi önceleri Rasulullah (s)’in fiili anlamında, hadis de Rasulullah (s)’in sözü anlamında kullanılmışsa da sonraları sünnet Rasulullah (s)’in söz, fiil ve takrirleri anlamında kullanılmıştır.

Kısaca sünnet Rasulullah(s) tarafından öğretilmiş ve vazedilmiş kaidelerin bütünü anlamı verilebilir. Hadis ise sünnet malzemesinin yazı ile tesbit edilimiş metinleri demektetir.

Hadis usulu şöyle tarif edilebilir; hadis ilminin dayandığı prensiplerini, metodolojisini inceleyen ilim dalıdır.

Hadis/Sünnet’in önemi;

Peygamberin aslı görevini Maide 67. ayet “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insalardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kafirleri hidayete erdirmez.” Ve Nahl 44.ayet “O Peygamberleri apaçık delillerle ve kutsal metinlerle gönderdik. İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.” Öğreniyoruz ki Allah’ın mesajını tebliğ ve beyandır. Dolaysıyla Peygamberin sünneti, ayetleri tefsir eder, mücmelini açıklar, mutlak olanlarını belli kayıtlara bağlar, genel anlamlı lafızları özel manalara tashih eder. Kendilerine ne indirildiğini anlatma yetkisi bütün bunları kapsar.  Kur’ân bizzat “Peygamber size ne getirdi ise, onu alın; size neyi yasaklarsa ondan kaçının.”(Haşr 7) emrini vermiş, sünnetin dindeki yerini ve hukuki bağlayıcılığını bildirmiştir. Ve diğer atyetler; Nisa 80, Ahzap 36, Nur 63.

Sünnete uymanın gereğini ve faydasını belirten hadislerden bir kaçı; “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur. İşleri en zararlısı da uydurulandır.”(İbn Mace, Mukaddime 7), “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve Resulünün sünneti”(Muvatta, Kader 3)

Netice olarak sünnet, Allah’ın kitabının Hz. Peygamber tarafından yapılmış evrensel yorumudur.   

Hadis Usulu İlmin Doğuşu

Günlerini geçim temini ve ilim tahsili arasında taksim eden ilk Müslümanlar, yeni yerler feth edildiğinde, bu kez onların kitap ve sünneti öğrenme isteği ile karşılaştılar. Hem halifelerce görevlendirilen vali ve amiller hem de mücahid olarak bulunan sahabeler, asli görevlerinin tebliğ ve talim olduğu bilinciyle hareket ettiler. Sahabeler farklı yöreler de yerleşip orda kitap ve sünnet bilgisini yayıyorlardı.

Sahabelerin bu ilmi gayretini gören tabiiler de aynı şekilde davranmaya sevketti. Kendi bölgelerinde bulunan sahabelerden aldıkları bilgilerle yetinmeyerek ilim yolculuklarına/rihle başladılar. Öte yandan toplum hayatının doğasında yer alan sosyal, siyasi ve itikadi çalkantılar, hem tebliğ görevini hem de Hz. Peygamber’e ait olmayan bir şeyi ona isnad etmeme dikkatini ve titizliğini arttırdı. Bu sebeple ilmi faaliyetler de bazı kaidelerin belirlenmesini gerektirmiştir. Bu kaideler daha sonraları müstakil kitaplara konu teşkil hadis usulu prensipleridir.

                Sahabelerin hadis metinlerinin nakline öncülük ettikleri gibi hadislerin anlaşılmasına ve uygulanmasına konusunda da öncülük etmişlerdir. Yani hem rivayetu’l-hadis hem de dirayetu’l hadis ilminin ilk temellerini atmışlardır.

Hadis Usulu ilminin konusu;

Hadislerin sened ve metin durumunu anlamaya imkan veren, bu doğrultuda hadislerin kabul ve reddini inceleyen bir takım kaideler ilmidir.

Hadis Usulu İlminin Kaynakları

Mütekaddimuna ait eserler;

1)       Usul kitaplarının bugün bilinen ilk kitabı; er-Ramehürmüzi’nin el-Muhaddisu’l-fasıl beyne’r-ravi ve’l vai’sidir.

2)       Ebu Abdillah el-Hakim en-Neysaburi Marifetu ulumu’l-hadis; usul konularını 52 nevi içinde işleyen bir kitap olarak yazılmıştır.  

3)       Hatıb el-Bağdadi el-Kifaye fi ilmi’r-rivaye; ilk iki kitaptan daha kapsamlıdır.

Bu kitapların ortak özellikleri;

ü  Konular bab veya nevirle ayrılarak değerlendirilmiştir.

ü  Konular senedli bilgilerle işlenmiştir.

ü  Usul konularının tamamı işlenmemişitir.

Muteahhiruna ait eserler;

1)       Kadı İyad el-İlma’ ila ma’rifeti usuli’rivaye ve takyidi’s-sema; mağribte yazılan ilk hadis usuludur.

2)       İbnu’s-Salah Ulumu’l-Hadis; hocalık yıllarında ders notları olarak hazırlanıp sonra bir araya getirilmiş bir kitaptır. İbnu’-Salahtan sonraki usulculer tamamen bu kitaba dayanmışlardır. Bazıları ihtisar bazıları kitaba düzenleme yapmışlardır;

a.       en-Nevevi et-Takrib ve’t-teysir li ehadisi’l-beşir’n-nezir(ihtisar)

b.       İbn Kesir İhtisaru ulumi’l hadis; özeti tertibi bozulmadan yapılan, dağınık konuları bir araya getirilen, Beyhaki’nin el Medhalinden eksik görülen kısımlar tamamlana eserdir.

c.        İbn Hacer el-Askalani Nuhbetu’l-fiker fi mastalahi ehli’l eser; İbn Hacer konularını kendisine göre düzenlediği bir ihtisar çalışmasıdır.

3)       Celaleddin es-Suyuti Tedribu’r-ravi fi şerhi Takribin-Nevevi; Nevevinin kitabı üzerine yazılmış şerh çalımasıdır.

4)       Cemaleddin el-Kasimi Kavaidu’l-tahdis min fununi mustalahı’l-hadis;önceki eserlerden seçmeler yapılarak hazırlanan bir çalımadır.

5)       Tahir el-Cezairi Tevcihu’n-nazar ila ilmi’l-eser; Hakimin Marifetu ulumi’l-hadisi’nin bir özetini ihtiva etmektedir.

Bu kitapların ortak özellikleri;

ü  Konular tartışılır.

ü  Konular senedlerinden arındırılmış bir şekilde incelenir. Sadece misal olarak verilen hadislerde sened görülür.

ü  Gelişmelere yer verilir. Bundan dolayı en son yazılan eser, en kapsamlı olanıdır.

Türkiyede hadis usulu çalışmalrından birkaç örnek;

1)       Ahmed Naim,Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi (mukaddime)

2)       Hayrettin Karaman, Hadis usulu

3)       Talat Koçyiğit, Hadis usulu

4)       Ahmet Yücel, Hadis İlminde Tenkit Terimler ve İlgili Çalışmalar

5)       İsmail L. Çakan, Anahatlarıyla Hadis…

 

Hadisin yapısı;

Hadis iki ana kısımdan meydana gelir; Sened ve Metin

Sened: Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin –Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e kadar- sıralandığı kısım. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir. İsnasdın önemi iki noktada yoğunlaşmaktadır: Hadisin sıhhatini tayin ve tesbit için imkan hazırlamak, rivayet anarşisini önlemek. Hadis ilminin isnadı geliştirmesi başka bir yönden de sorumluluk duygusu ve bilimsel dürüstlük sonucudur.

Metin: Sendin kendisinde son bulduğu, hadisin asıl yerini oluşturan kısımdır. Hadis metni de çeşitli durumlar ve özellikler neticesin de yeni isimlendirmeler ve bilimsel branşlar geliştirmiştir. Mesela hadis metinlerinde yer alan anlaşılması zor ve nadir kullanılan kelimeleri Ğaribu’l hadis, hadislerin doğru anlaşılmasını sağlayan Esbabu’l vürudi’l hadis, Nasih-mensuh, birbiriyle çelişkili gibi görünen hadisleri inceleyen Muhtelefetu’l hadis, muarızı olmayan hadisleri inceleyen Muhkem gibi bilimsel branşlar bunlardandır.

Hadis metinleri gerek uslub ve dil bakımından gerekse kitap ve sünnete uygun olup olmamak açısından hadisçilerce değerlendirilir. Tarih, sosyoloji ve psikoloji de bu değerlendirmelerde yararlanılan ilimlerdir.

 

Rivayetin Adabı

Rivayet sözlük anlamı sulamak, taşımak, nakletmek anlamlarına gelir. Terim olarak, hadisin tahammül ve edası( hadislerin bir hocadan öğrenilip başkalarına öğretilmesi), eda siğalarından herhangi biriyle kaynağına isnad etme anlamındadır.

Ayrıca rivayet;

ü  Bir arşivciliktir. Vesikaların aslına uygun şekilde her türlü tehlikeden uzak muhafaza edilmesi ve sonraki nesillere aktarılması demektir.

ü  Bir eğitim-öğretim faaliyeti olduğundan, bunun belli usul ve adabı vardır. Bundan dolayı hadis usul kitaplarında bu konu adabu’l-muhaddis ve adabu talibi’l-hadis balıkları altında işlenmitir.

Hadis öğrencesinin adabı;

ü  İyi niyet(ihlas); hadisle meşguliyetten sadece Allah’ın rızasını ummalıdır.

ü  Hadisi ehlinden almaya çalışmak.

ü  Öğrendiğiyle amel etmek. İmam Şafi’nin hocası Veki’ b. El- Cerrah da “Hadisi öğrenmek istiyorsan, onunla amel et!” demiştir.

ü  Hocaya saygı göstermek

ü  Arkadaşlarına yardımcı olmak.

ü  Tedrici bir metodla çalışmak

ü  Hadis usulune önem vermek.

Hadis hocasının ahlakı;

ü  İyi niyet ve üstün ahlak sahibi olmak.

ü  Haddini bilmek, ehliyete riayet etmek.

ü  Kendisinden daha ehil olana saygı göstermek.

ü  Karıştırma ihtimali belirince hadis rivayetini ve okutmasını bırakmak.

ü  Hadise ve hadis meclislerine önem vermek

ü  Kitap yazmak, ilmi faaliyetlerinde bulunmak.

Hadis öğrenim-öğretim yolları(tahammül ve eda yolları)

Hadisçiler tahammül ve eda yollarını başlangıçtan beri sema’, kıraat, icazet, münavele, kitabet, i’lam, vasiyet ve vicade olmak üzere sekiz tane olarak belirlemişler.

1)       Sema’: Hoca’nın ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması; öğrencinin hocadan duyarak rivayeti almasına denir. Hocanın okuduklarını yazdırırsa buna da imla denir ki bütün usullerden üstün kabul edilir.

2)       Kıraat(arz): Öğrencinin hocası huzurunda ezberinden veya kitaptan hadis okuması, gerekirse hocanın yanlış yerleri düzeltmesi imkanını veren usuldur.

3)       İcazet: Hocanın öğrencisine duyduklarını veya kitaplarını rivayet etmesine izin vermesine denir.

4)       Münavele: Kendisinden rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin vermesine denir.

5)       Kitabet: Huzurunda bulunan veya bulunmayan öğrencisi için hocanın bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesine denir

6)       İ’lam: Hocanın icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece bu benim rivayetimdir diye açıklamada bulunmasına denir.

7)       Vasiyet: Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet izninden söz etmeksizin- kitabını öğrencilerden birine vasiyet etmesine denir.

8)       Vicade: Bir kimsenin yazma bir risale veya kitabı bulması, ele geçirmesine denir. Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicadedir.

Rivayetin sıfatı;

Rivayetin sıfatı derken hadislerin lafzen mi yoksa manen mi rivayet edilmiş olduğu kastedilmektedir.

 Dört mezhep imamında bulunduğu ulema çoğunluğu, dil ve edebiyat bilgisi yerinde olan kişilerin, belli şartlar altında hadisleri mana ile rivayet edilmesini caiz görmüşlerdir.

Ulemanın manen hadisleri rivayet etmeyi şu şartlara bağlamışlardır;

ü  Manen rivayet edecek kişinin, lafızlarının anlamlarını bilen biri olmalıdır.

ü  Değiştirilen lafzın eş anlamlısı kullanılmış olmalıdır.

ü  Manen rivayet edilen hadis, lafzıyla ibadet olunan bir hadis olmamalıdır.

ü  Hadis sıfat hadisleri gibi müteşabih olmamalı.

ü  Cevamiu’l-kelim cinsinden olmamalı.

ü  Lafızları değiştirilen haber açıklık ve kapalılık bakımından aynı seviyede olmalı.

ü  Hadisin aslı ezberde ise, manen rivayet caiz olmaz.

ü  Bazı alimler merfu hadisleri manen rivayetini caiz görmezler...

Ø  Çeşitli terimlerle hükme bağlanmış hadis metinleri ve bu metinlerin değişik sistemlerle yerleştirildiği hadis kitapları meydana gelmiştir.

 

Tasnif devri/kütübü’s-sitte öncesi rivayet mahsülleri;

1.       Sahifeler; Hz. Peygamberin hayatında bazı sahabeler tarafından, hadisleri yazmalarıyla veya bazı tabiundan bazı ravilerce sahabeden öğrendikleri hadisleri yazdıkları notlarla oluşturulan ve o haliyle daha sonraki nesillere intikal eden küçük hacimli eserlerdir. Bunların en meşhuru Abdullah b. Amr’ın es-Sahifetu’s-Sadıka’sıdır. Hemmam b. Münebbihin Ebu Hureyreden duyup yazdığı 138 hadisten oluşan es-Sahifetu’s-Sahiha yegane örneklerindendir.

2.       Cüzler; muhteva olarak birkaç çeşittir:

-Bir tek ravinin rivayetlerini ihtiva eder. Örneğin Cüz’u hadisi Ebi Bekr.

-Belli bir konudaki hadisleri ihtiva eder. Örneğin Buhari’nin Cüz’ul-kırae halfe’l-imami ve ref’ul-yedeyn fi’s-salat gibi.

3.       Erbeun; Hadisçinin ilgisini çeken konuda veya değişik konularda kırk hadisten oluşan eserlerdir. İlk erbeun müellifi Abdullah b. Mübarektir. Ama bu tür Nevevi’nin kırk hadisi ile tanınmıştır.

Tasnif devri rivayet mahsulleri;

1.       Ale’r-rical rivayet mahsülleri; raviler esas alınarak telif edilen eserlerdir. Bu sistemde sahabeler, Müslüman olmaktaki önceliklerine, peygambere yakınlık derecelerine yada kabilelerine göre harf sırasına konularak konularına bakılmaksızın hazırlanan eserlere müsned denir. İlk örneği 281 sahabenin 2767  hadisini ihtiva eden Ebu Davud et-Tayalisi’nin Müsnedidir. En meşhur ve muteber örneği ise Ahmed b. Hanbel’in Müsnadidir.

Bu türün bir çeşidi de mucem(hadsilerin, sahabe, şuyuh veya beldelere göre çoğu kere alfabetik olarak sılandığı eserlerdir) kitaplarıdır. Mucemler genelde kitap müellifinin hocalarının alfabetik olarak sıralanmasıyla oluşan eserlerdir. En yaygın örneği Taberaninin üç mucemidir.

Bir başka çeşidi ise etraf( hadislerin bir ucu verilerek, farklı isnad kanallarıyla rivayet edildiği eserler) kitaplarıdır. Bu türün en yaygın örneği Abdulğani en-Nablusinin Zehariu’l-mevaris fi’delaleti ala mevazı’l-hadis adlı eseridir; kütübü’s-sitte ve Muvattada rivayetleri bulunan sahabeleri alfabetik olarak sıraladıktan sonra onların rivayetlerinden pasajlar vermek suretiyle yedi kitaptaki yerine bölüm adı olarak işaret etmekte, bir çeşit anahtar/kılavuz kitap görevi yapmaktadır.

2.       Ale’l-Ebvab rivayet mahsülleri; Hadisleri konularına göre tasnif eden, bölüm ve bablara ayrılmış hadis eserlerine genel olarak musannef denir. Bunlarda temelde üç çeşittir.

Müstedrek(önceki bir musannifin şartlarına uygun olduğu halde her nedense eserinde yer almamış olan hadislerin bir başkası tarafından toplanmasıyla meydana gelen eserler) ve müstahreç(herhangi bir hadis kitabının hadisleri başka senedlerle yeni bir kitapta toplama çalışmasıyla oluşan eserler) adlı eserler, hangi kitaplar üzerine yapılmışlarsa onunun özelliğini tamamlayıcı eserlerdir.

-Musannefler; sünenlerin muhtevasına mevkuf ve maktu hadislerin ilavesiyle meydana gelmiş eserlerdir. En meşhur olanları Abdurrezzak b. Hemmam’ın Musannefi ve İbn Ebi Şeybenin Musannefidir.

-Camiler; Akaid, ahkam, siyer, adab, tefsir, fiten, eşratu’s-sa’a ve menakib gibi dinin bütün cephelerine dair konularının tamamını kapsayan kitaplardır. Buhari ve Müslim’in Cami’u’s-sahihleri bu türe örnektir.

-Sünenler; ahakm hadislerini fıkıh kitapları tetibi içinde ihtiva eden kitaplardır. En başta gelenleri Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, İbn Mace ve Darimi’nin sünenleridir.

 

Muahhar dönemde ale’l-ahruf(alfebetik) sistemle tasnif edilmiş kitaplarda bulunmaktadır. Bunlar da metni ve bölümü alfabetik olanlar olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Hadis metinlerini ilk kelimelerine göre alfebetik olarak sıralayan Suyuti, bu sistemle Cami’u’s-sağirde 10031 hadisi kaynaklarına ve sıhhat durumlarına işaret etmek suretiyle toplamış bulunmaktadır.

Bölümü alfebetik olan hadis kitaplarına misal olarak İbnu’l-Esir el-Cezeri’nin Camiu’l-usul ile Ali el-Muttaki’nin Kenzu’l-ummal’ı verilmektedir.

Ø  Hadis usulu biliminin varlık sebebi kabul edilecek ve kabul edilmeyecek hadisleri tesbit etmektir. Bunun yerine getirilmesi için öncelikle ravilerin durumlarının belirlenmesi gerekir. Ravinin rivayetinin kabul olunması için adalet ve zabt olmak üzere iki temel vasıf kendisinde bulunması lazımdır.

Ravinin adalet vasfı; raviyi takvaya yönelten insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir. Adalet vasfında şu unsurlar bulunur; Müslüman olmak, akıllı olmak, buluğ çağına erişmek, muruet(insani örfi meziyet ve galeneklere sahip ve saygılı yaşamak).

Ravinin zabt vasfı; ravinin duyduğunu duyduğu gibi nakletmesi sağlayacak vasıflardır. Uyanık olması, hadisleri ezberinden naklediyorsa ezberlemiş olması, kitabından rivayet ediyorsa kitabını iyi korumuş olması, mana ile rivayet ediyorsa manayı bozcak unsurları iyi biliyor olması gerekir.

İbn Salah’a göre ravide zabt sıfatını bulunup bulunmadığını şöyle tesbit edilebilir; rivayeti zabt sıfatıyla tanınan sika ravilerin rivayetiyle karşılaştırılır; rivayeti mana yönüyle sıka ravilelere genelde uyum gösterilirse böyle bir ravinin zabt sıfatına sahip olduğu anlaşılır.

Ravileri adalet ve zabt yönünden değerlendiren ilim dalına cerh ve ta’dil denir.

Tabka; sözlükte herhangi bir vasıfta ortak olanlar, hadis ıstılahatında ise yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran raviler grubu anlamındadır. Tabakanın tayininde doğum, vefat, öğrenciler, hocaların bilinmesi gerekir.

ü  Tabakaların tayini, gerek ravilerin tanınması, gerekse seneddeki rivayet lafızların delaletleri, tedlis, inkıta, ve ittisal gibi konuların bilinmesinde önem arzeder.

ü  Tabakalar; Sahabe h. 110; Tabiun h.180; Etbau’t-tabiin h.220; Etbau etbaı’t-tabiin h.260; Etbau etbaı etbe’t-tabiin h.300.

CERH VE TA’DİL KAVRAMI VE PRENSİPLERİ

Cerh; sözlükte elle, aletle veya dille yaralamak, ıslahatta ise adalet ve zabt sıfatını iptal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek anlamındadır.

Ta’dil; tezkiye demektir. Ravinin adil ve zabıt olduğuna karar vererek rivayetlerin sıhhatini ortaya koymaktır.   

Özetle cerh ve ta’dil prensipleri;

ü  Herhangi bir sika ravi insanlık gereği yanılabilir.

ü  Cerh ve ta’dil yapanların tezkiye sebeplerini bilen adil ve uyanık kimselerin olması gerekir.

ü  Bilgili kişi tarafından yapılan ta’dil, sebebi zikredilmeksizin, cerh ise sebebi açıklanırsa kabul edilir.

ü  Sika ravinin isim zikretmeksizin ‘bana sika söyledi’ demesi onu tadile yetmez.

ü  Alim bir kişinin rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve gereğince görüş bildirmesi, fetva vermesi ne hadisin sıhhatine nede ravinin ta’diline işarettir.

ü  Bilgili olan köle ve kadının ta’dili kabuldür…

TA’N NOKTALARI(METAİN-İ AŞERE)

Ravinin adalet vasfına yönelik;

1.       Kizbu’r-ravi; ravinin hadis rivayetinde yalancılığıdır.

2.       İthamu’r-ravi bi’l-kizb; ravinin yalancılıkla itham edilmesidir.

3.       Fısku’r-ravi; ravinin günahkarlığıdır. İslam’ın emir ve yasaklarından herhangi birisine uymamak fasıklıktır.

4.       Cehaletu’r-ravi; ravinin ya zatının veya durumunun bilinmemesidir.,

5.       Bid’atu’r-ravi; ravinin bid’at ehlinden olmasıdır.

Ravinin zabt vasfına yönelik;

1.       Kesratu’l-galat; ravinin rivayette çokça yanlış yapmasıdır.

2.       Fartu’l-gafle; ravinin aşırı gafil ve kapılgan olmasıdır.

3.       Vehm; hadisin sened ve metnin de, hatta cerh ve ta’dilde doğru sanılarak bazı hataların yapılmasıdır. Böyle hadislere muallel denir.

4.       Muhalefetu’s-sikat; zayıf bir ravinin sika bir raviye veya saika olan bir ravinin daha sika olan bir raviya muhalefet etmesidir. Bu hadislerede münler, müdrec,  maklub, muzdarip, musahhaf, muharref gibi isimler verilir.

5.       Suu’l-hıfz; ravinin hafızasının zayıf olmasıdır.

 

Ø  Cerh ve ta’dil sonucu oluşan ravi grupları hakkında eserler yazılmıştır.

Sadece sika ravileri anlatan eserler; İbn Hıbban Kitabu’s-sikat, Zehabi Tezkiratu’l-huffaz.

Sadece zayıf ravilerin yazıldığı eserler; İbn Adiy el-Kamil fi’d-duafa, Zehebi Mizanu’l-itidal ve el-Muğni fi’d-duafa, ibn Hacer Lisanu’l-Mizan.

Hem sika hem de zayıf ravilerin karışık olarak bulunduğu eserler; İbn Ebi Hatim el-Cerh ve’t-tadil, Mizzi Tezhibu’l-kemal, İbn Hacer Tezhibu’t-tezhib ile Takribu’t-tezhib.

 

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI

Kabul ve red açısından;

Kabul ve red açısından hadisler makbul ve merdud olmak üzere ikiye ayrılır.

Makbul hadis; ravisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir. Ma’mulun bih veya me’huzun bih de denir.

Merdud hadis; ravisinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle amel edilmeyen hadislerdir. Hükmüyle amel edilip edilmeyeceği belli olmayan hadislerde merduttur.

Ravi sayısı açısından;

Ravi sayısı açısından hadisler mütevatir, ahad ve meşhur olmak üzere 3’e ayrılır.

1.       Mütevatir hadis;  Aklın, yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler topluluğunun (cemm-i ğafir), her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye (mahsüsat) dayanan hadistir.

Bu hadis türü lafzen ve manen olmak üzere ikiye ayrılır.

Lafzen mütevatir; bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan hadislere denir.

Manen mütevatir; aralarında ortak bir nokta bulunan değişik lafızlı hükümlerin, tevatür şartlarını taşıyan ravilerce rivayet edilmesiyle ortaya çıkan ortak manaya denir.

Mütevatir hadislerle ilgili eserlerin başında Suyuti’nin el-Ezharu’l-mütenasıra fi’l-ahbari’l-mütevatira gelir. el- Kettani Suyuti’nin eserini Nazmu’l-mütenasir fil-hadisi’l-mütevatir adıyla ikmal etmiştir. Daha sonra Abdülaziz el-ğımari İthafu zevi’l-fedail… adlı eserinde Kettani’nin eserine ilavelerde bulunmuştur.

2.       Ahad hadis; mütevatir dercesine ulaşmamış hadislere denir. Hadislerin çok büyük bölümü bu türdendir.

3.       Meşhur hadis; başta ahad haber iken sonraki nesillerde(tabiun ve etbau’t-tabiun) tevatür derecesine ulaşan hadislerdir veya tevatür şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı olmayan hadislerdir.

Senedin müntehası açısından hadisler;

Hadis metninin kendisine izafe edilen zata göre sınıflandırılmasıdır. Dörde ayrılır; Allaha izafe edilenler kudsi; Hz. Peygambere izafe edilenler merfu; sahabeye izafe edilenler mevkuf; tabiun ve etbeu’t-tabiuna izafe edilenler maktu hadis denir.

İsnadı açısından hadisler;

Âlî(hadisi en kısa yoldan Hz. Peygambere ulaştıran sahih isnad) ve nazil(hadisi Hz. Peygambere çok ravi sayısı ile ulaştıran isnad) isnad olmak üzere ikiye ayrılır. Âlî isnad nazil isnaddan daha üstündür.

Sıhhat veya hüküm açısından hadisler;

Bu tür ayrım ahad hadisler içindir ve üç kısma ayrılır; sahih, hasen( her ikisi makbul hadislerdir) ve zayıf(merdud hadislerdir).

Sahih hadis; adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan hadislerdir. İki kısma ayrılır sahih-i li zatihi( mutlak olarak sahih denilince akla ilk gelen) ve sahihi li gayrihi( sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sıhhat derecesine ulaştıracak başka bir rivayet (adıd) bulunan hadisler).

Hadisçiler ve fıkıhçılara göre sahih hadisle amel vaciptir. Ama itikadi konularda alimlerin çoğunluğu kur’an ve mütevatir hadis ile sabit olunacağını belirtirler.

Sahih hadisle ilgili eserler; Buhari ve Müslim’in Sahihleri, İmam Malik’in Muvattas’ı…

Hasen hadis; zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl bir senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadislerdir. İttifakla ihticac ve amel bakımından makbuldur. İkiye ayrılır; hasen li zatihi( mutlak olarak hasen hadis denilince bu anlaşılır ve başka bir hadis ile takviye olunursa sahihi li gayrihi olur.) ve hasen li gayrihi(yalancılıkla itham edilmemiş ve çok hata yapacak kadar dalgın olmayan ve fakat ehliyeti açıkça anlaşılmayan bir ravisi bulunan zayıf bir hadisin lafız veya mana yönünden başka bir rivayetle desteklenen hadis).

Zayıf hadis; sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir. Zayıflık sebeplerine göre ikiye ayrılır; seneddeki kopukluk sebebiyle zayıf olan hadisler( mürsel, munkatı, muallel, mu’dal, muallak ve müdelles) ve ravi de cerhi gerektiren bir halden dolayı zayıf olan hadisler( mevzu, metruk, münker, muallel, müdec, maklub, muzdarib, şaz, musahhaf, muharref).

Seneddeki kopukluk sebebiyle zayıf olan hadisler;

1.       Mürsel hadis; tabiun’un sahabeyi atlayarak Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadislerdir. Hükmü konusun da ihtilaf vardır. Çoğunluğa göre delil olmaz, zayıftır; Ebu Hanife, İmam Malik ve taraftarlarınca, sikanın mürseli sahihtir; İmam Şafii’ye göre büyük tabiunların i’tibar araştırmasına dayalı olarak amel edilebilir.

2.       Munkatı hadis; sendin ortasında bir veya peş peşe olmamak şartıyla birden fazla ravisi düşürülmüş hadistir. Müteahhırun tarafından, etbau’t-tabiun’un tabiun’u atlayarak sahabiden naklettiği hadisler anlamında kullanılmıştır.

3.       Mu’dal hadis; senedinin herhangi bir yerinden peş peşe iki veya daha fazla ravinin düştüğü hadistir.

4.       Muallak hadis; sendin baş tarafından bir veya peş peşe birkaç ravinin ya da müntehasına kadar senedin hafzolunduğu hadistir. Ta’lik, ihtisar amaçlı yapılır. Özellikle son zamanlar da halk için yazılan eserler sadece sahabi ravisi zikredilerek yapılan rivayetler hep muallaktır. Ta’lik aslında bir rivayet kusurudur. Buhari sahihinde 1300 küsur ta’likin sahih olduğunu kabul etmektedir.

5.       Müdelles hadis; senede dahil bir raviyi atlayarak, orada öyle biri yokmuş izlenimini verecek şekilde rivayet edilen hadistir. Üç’e ayrılır; isnad tedlisi( ravinin görüşmediği çağdaşından yaptığı rivayet), şuyuh tedlisi( ravinin hocasını bilinmeyen bir isim, sıfat veya künye ile zikretmesi), tesviye tedlisi( sika raviler arasındaki zayıf raviyi atlayarak, hep sikalardan gelmiş şekilde hadisin rivayeti).        

Ravi de cerhi gerektiren haller sebebiyle zayıf olan hadisler;

1.       Mevzu’ hadis; Hz. Peygamber adına yalan uydurmak ile cerh edilmiş ravinin rivayetine denir.

2.       Metruk(matruh) hadis; yalancılıkla itham edilmiş bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı hadistir.

3.       Münker hadis; terimin farklı maksatlarla ve farklı konular için kullanılmasından  usulculer tarafından farklı tanımlar ileri sürdükleri bir zayıf hadis çeşididir. Münker hadis, zayıf bir ravinin sıka olan bir raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadis veya sika olsun veya olmasın ravinin rivayetinde tek kaldığı hadistir.

4.       Muallel hadis; görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhati yok edebilecek gizli bir illet taşıyan hadistir.

5.       Müdrec hadis; hadiste olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir.

6.       Maklub hadis; senedindeki bazı ravi isimleri ya da metni deki bazı kelimelerin takdim-tehir edilerek rivayet edilen hadistir.

7.       Muzdarib hadis; birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek sebep bulunmayan hadistir.

8.       Şaz ve mahfuz hadis; sika ravinin daha sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. Daha sika olan ravinin rivayetine mahfuz denir.

9.       Musahhaf hadis; herhangi bir kelimesi nokta değişikliğine uğrayan hadistir.

10.    Muharref hadis; herhangi bir kelimesi hareke değişikliğine uğrayan hadistir.

Ek olarak bazı hadis çeşitleri;

Ferd hadis; tarikleri çok olsa bile tek ravinin infirad ettiği hadistir.

Garib hadis; tek kişi tarafından rivayet olunan veya senedin herhangi bir yerinde ravi sayısıs teke düşen hadistir.

Aziz hadis; herhangi bir tabakada ravi sayısı ikinin altına düşmeyen hadistir.

Müstefiz hadis; rivayet eden ravilerin sayısı başında da sonunda da aynı olan hadistir.

Mütabi/şahid hadis; bir hadisi destekleyen veya ona uygun başka bir rivayetin bulunduğu hadistir.

Müselsel hadis; isnattaki her ravinin rivayetin veya bir önceki ravinin sıfat ve hallerini aynen devam ettirerek rivayet ettiği hadistir.

Zayıf hadis teriminin hadis tarihi içinde geçirdiği gelişmeler;

Tirmiziye gelinceye kadar hadisler genelde sahih ve sakım(zayıf) diye iki gruba ayrılırdı. Zayıf hadislerde terk edilmiş ve terk edilmemiş diye iki kısımda değerlenirdi. Tirmizi ile beraber sahih ile zayıf arasına hasen(terk edilmeyen hadisler) terimi girdi. O halde Tirmizi’den önce yaşamış hadisçinin dilindeki zayıf hadis teriminin hasen hadisleri de içinde barındırdığını göz önünde bulundurmak gerekir.   

Zayıf hadisle amel meselesinde üç görüş vardır; zayıf hadisle amel edilir; asla amel olunmaz ve amellerin faziletleri konusunda şartlara bağlı amel olunur.

 

Hadis uydurma girişimleri

Bu girişimlerin başlangıcını çoğunluğa göre Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle takip eden olaylar sonucu oluşan grupların bu işi başlattıklarıdır. Hadis uydurma sebepleri şöyle sıralanabilir;

1.       Grupların kendi görüşlerini savunma istekleri.

2.       İslam düşmanlığı.

3.       İslam’a hizmet düşüncesi.

4.       Şahsi çıkar sağlama düşüncesi.

Bu işin ne kadar çirkin olduğunu Mehmet Akif ne güzel şu mısraları ile belirtir;

Kitbı, Sünneti, İcmaı kaldırıp attık

Havassı maskara yaptık, avamı aldattık

Yıkıp şeriatı, başka bir bina kurduk

Nebiye atf ile binlerce herze uydurduk

O hali buldu ki bu cür’et: “yecuzu fi’t-tergib..”

Karar-ı erzeli fetva kesildi:!.. Hem ne garib,

Hadisi vazediyorken sevap uman bile var!

Sevabı var mı imiş bir zaman gelir, anlar!

Cihanı titretiyorken niday-ı “men kezebe..”

İşitmiyor mu, nedir, bir bakın şu bî edebe;

Lisan-ı pak Nebiden yalanlar uyduruyor,

Sıkılmadan da “sevap işledim” deyip duruyor.

Düşünmedi mi girerken şeriatın kanına?

Cinayetin yanına kalacak zanneder misin yanına?

Sevab ümid ediyor ha! Deyin ki nâmerde

Sevabı sen göreceksin huzur-ı mahşerde!

 

Hadis uydurma şekilleri;

ü  Uydurmaları sahih hadisle karıştırmak

ü  Uydurulan sözün başına hadisçilerce makbul bir sened eklemek.

ü  Henüz elde edilmemiş hadisleri rivayet ediyormuş izlenimini vererek hadisin senedlerinden herhangi biri üzerinde değişiklik yapmak.

ü  İki hadisin sened metinlerini birbirine karıştırmak.

ü  Rivayetinde hata etmiş olduğu halde itibarını kaybetmemek için ravinin hatasında ısrar etmesi.

Hadis uydurmacıları tanıma yolları; uydurmacının itirafı, ihbar ve araştırmadır.

Hadis diye uydurulmuş sözleri tanıma yolları;

ü  Kur’ân ve sahih sünnete aykırı olması.

ü  Güvenilir hadis kitaplarında bulunmaması.

ü  Lafızlarda ve manada bozukluk olması.

ü  Akla, his ve tarihi vak’alara aykırı olması.

Hadis diye uydurulmuş sözlerin zararları;

ü  İslam’ı doğru anlamaya engel olmak.

ü  Dini tahrif etmek.

ü  Ayrılığı körüklemek.

ü  Dinden soğutmak.

Hadis uydurma girişimlerine karşı alınan ilmi tedbirler;

ü  Sahih hadisleri müstakil eserlerde toplamak.

ü  Hadis tenkidi tekniklerini dünyada ilk kez uygulamak (cerh ve ta’dil ilmi).

ü  Ravileri tanıtan eserler yazmak.

ü  Hadis diye uydurulmuş sözleri toplayan eserler yazmak (mevzuat edebiyatı); bu çalışma hicri 4. asrın başlarından itibaren görülmeye başlanılmıştır.

 

 

FIKIH USULÜ

Fıkıh:  Müctehidlerin, her bir ameli meseleyi ilgilendiren delilleri tek tek inceleyip onlardan çıkardıkları hükümlere denir.

Fıkıh ilmi furu’u’l-fıkıh(tatbiki hukuk) ve usulu’l-fıkıh(nazari hukuk) olmak üzere iki dalı vardır.

Müctehidin tafsili şer’i delillerden şer’i ameli hükümleri çıkarması, belli metodlarla olmuştur. İslam alimleri, müctehidlerin kullandıkları metodları açıklamak üzere çalışma yapmış bu çalışmalarında genel iki amacı olmuştur;

ü  Müctehidler, öncekilerin yaptığı gibi ictihad edip karşılaşılan fıkhi olaylara hüküm verebilecekler.

ü   Müctehidler dışındakiler, müctehidlerin dayandıkları delilleri ve nasıl hükümlere ulaştıklarını öğrenerek, hükümleri gönül huzuru ile kabullenmiş olacakar.

İslam alimleri bu amaçlardan hareketle, delillerin ihtiva ettiği hükümleri kavrayabilmek için uygulanan ve delillerden hüküm çıkarılmasında yardımcı olan genel kuralları usulu fıkıh ilmini ortaya koydular.

Fıkıh; lugatta bir şeyi bilmek, anlamak manasına gelir. Hanefiler fıkıh’ı ıstılahta “Kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir meleke halinde bilmesidir”; Şafiiler, “Şer’i-ameli hükümleri yani ibadet, muamelat ve ukubat’a ait hükümleri, tafsili delillerinden çıkararak bilmektir” şeklinde tarif etmişlerdir.

Usul: lugatta temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide,

müstashab ve delil manalarında kullanılır.

       Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden(kur’ân ve hadis) çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününü ve icmali delilleri( kitap, sünnet, icma, kıyas) öğreten ilme denir.

       Hüküm, bir şey hakkında bir durumun olumlu veya olumsuz olarak belirlenmesi demektir.

 

           Fıkıh Usulünün Konusu:

ü  Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller(Kitap, sünnet, icma, kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki seriatların hükümleri).

ü  Bu istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler(farz, vacip, sünnet, müstehap, haram, mekruh…) ve bunların delillerle sabit olması.

ü  İstinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser, muhkem, te’vil, hafi, müskil, mücmel, mütesabih, ibarenin, isaretin, nassın, iktizanın delaleti),

ü  hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.

            Fıkhın konusu, hakkında şer’i hükümlerin sabit olması açısından ‘mükellefin fiili’dir.

                Usulcünün Görevi:

İcmali delilleri (topluca kaynakları) incelemek ve tafsili (herbir olayla ilgili) delillerden cüz’i hükümler çıkaracak olan müctehid için külli nitelikte kurallar tesbit etmek ve bu kuralları şer’i delillerle isbatlayıp sağlam temellere oturtmaktır.

                Fakihin Görevi:

Tafsili delilleri incelemek ve usul kurallarını uygulayarak bu delillerden cüz’i hükümler çıkarmaktır.

                Fıkıhın Gayesi:

Mükelleflerin fiillerinin helal ve haram olanını açıklamak için ser’i hükümleri o fiillere tatbik etmektir.

Fıkıh Usulünün Gayesi:

 Müctehidin şer’i ameli hükümleri tafsili delillerinden çıkarabilmesi için ona bu ilmin kaidelerini tatbik etme imkanı hazırlamaktır.

Fıkıh Usulünün Faydaları:

ü  Kişi bu ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin lafızlarını, arap dili kaidelerini öğrenir.

ü  Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görüş ve arzularına göre hüküm vermediklerini, bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını öğrenir.

ü   Fıkhi hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış çekillerini ögrenir.

ü  Allah’ın, dini hükümleri koyarken gözettigi maksat ve gayenin (hikmet-i tesri) ne oldugunu ögrenir.

ü   Hukuki, kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler çıkartabilir.

 

Fıkıh usulü ilmin doğuşu ve gelişimi;

İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah(s) hayatta iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de karşılarına çıkan problemin durumu için kur'ân'a ve hadise müracaat ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Gerek arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm çıkarmakta pek zorlamıyodu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli(hicri II. Asır) de aynı yolu izledi. Fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı.

 Tabiuundan sonra ki dönemlerde, yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin çözümün de değisik kesimlerden şerîatın ruhuna uygun olan, heva ve hevese dayanan, siyasî görüşlere bağlı olan değisik fetvalar çıkmaya başladı. Bu sebeplerden dolayı, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. İlk dönemde bu ilmin esasları, fıkhın konuları arasında serpiliydi. Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrılıp müstakil bir ilim halini aldı.

 Fıkıh uslü alanındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû Yusuf'a aittir. Ancak eser günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nin er-Risâlesi’dir. Bu yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinir. Daha sonra İslâm alimleri bu ilme itina göstermiş ve sayılamayacak kadar eserler yazmışalardır.

Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı.

Fıkıh usulü eserlerine Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotları olmak üzere iki metot uygulanmıştır.

a- Mütekellimîn Metodu:

Usûl kaideleri delillerin ve bunların gösterdigi biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur.

Temsilcileri, kuralları koyarken, bu kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadıgına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu metod, tümevarım biçimindedir. Bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eserler yazmışlardır. Bunların tanınmışları ve eserleri;

1- Kadı Abdülcebbar el-Mu'tezilî el-Umde,

2- Ebu'l-Hasen el-Basrî el-Mü'temed,

3- Abdülmelik el-Cüveynî el-Bürhan,

4- Ebû Hamid el-Gazâlî el-Müstasfâ,

5- Abdullah b. Ömer el-Beydâvî el-Minhâc

         b- Hanefî Metodu:

         Bu metodun âlimleri, Hanefi mezhebinden olduğu için, buna Hanefî metodu denilmiştir.

Bu metod mensupları, kendileri arastırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir.

Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu kaideler bırakmamıs olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. Kendisi usûl kaideleri koyup, onları tesbit etmiştir.

         Bu metoda mensup alimler tarafından da telif edilmis birçok eser vardır. Bu eserlerin en eskileri tanınanları:

1- Ebû Bekir Ahmed b. Ali el-Cassas el-Usûl,

2- Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer ed-Debbûsî Takvîmu'l-Edille,

3- Şemsu'l-Eimme es-Serahsî el-Usûl

4- Fahru'l-İslâm Pezdevî el-Ûsûl

5- Hafîzuddin en-Nesefî el-Menâ…         

         c- Mecz Metodu:

İki metodu meczederek yeni bir metod geliştiren ve eserler yazan âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan, usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.

Bu metotla te'lif edilen belli baslı eserler;

1- Muzafferuddin Ahmed b. Ali el-Bagdâdi Bedîu'n-Nizam el-Câmî Beyne Kitâbey el-Pezdevî ve'l ihkâm

2- Sadru's-Serîa Ubeydullah b. Mes'ûd et-Tenkîh. Bu eseri bizzat kendisi et-Tavzih adıyla serhetmiştir.

3- Tâcuddîn Abdülvehhab es-Sübkî Cem'ul-Cevâmî

4- İbnu'l-Hümâm et-Tahrîr

 

Belli bir zamandan sonra usûlcülerin eserleri daha çok cedel ve münazaraya, biri birlerini tenkide, lafzî münakaşaya yönelik bir hal aldı. Hiç usûlle ilgisi olmayan birçok meseleler bu kitapların muhtevasına girdi. Süphesiz bu haller bu kitapları anlamayı zorlaştırdı. Bunun için bu kitapları anlamaya yönelik çalısmalar hatta bunlara reddiyeler yazıldı. Bu yüzden, fıkıh usulü ilmi anlaşılması güç hatta imkansız bir ilim haline geldi. Bu yüzden muasır âlimler usûl kurallarının daha kolay anlasılması için mesai sarfetmisler ve yeni eserler yazmışlardır. Oamanlıca Seyyid Bey, arpça

Sâkir'ul-Hanbelî, Muhammed Hudarî bey, Abdülvehhab, Hallaf, Muhammed Ebu'z-Zehra, Abdulkerim Zeydan, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî ve Zekiyuddin Şâban'ın usûlleri burada zikredilebilir.

 

İman-amel ve ahlâk açısından hükümlere gelince; bu açıdan İslâm'daki hükümler üç kısma ayrılır:

        1- İtikâdi Hükümler:

        Allah'ın varlıgı, birligi, sıfatları, peygamberler, melekler ve ahiret hayatı gibi inançla ilgili olan hükümlere itikâdî hükümler denir.

        2- Amelî Hükümler:

 Bu da üç kısma ayrılır:

         a- Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerle ilgili hükümler.

         b- Alısveris, evlenme-bosanma gibi muamelelerle ilgili hükümler.

         c- Çesitli suçlara dünyada verilecek cezalarla ilgili hükümler.

        3- Ahlâkî Esaslarla İlgili Hükümler

 

        Şer’i deliller iki türlüdür;

1- Tafsili (cüz’i) deliller: Belli bir konu ile ilgili olup, o konunun hükmüne delalet eden cüz’i

delillerdir. Mesela: “Zinaya yaklasmayın.” (İsra: 17/32) ayeti sadece zinaya yaklasmanın haram olduğuna delalet eder.

2- İcmali (külli) deliller: Belli bir konu ile ilgili olmayan ve belli bir hükmü göstermeyen külli delillerdir. Mesela: Şer’i hükümlerin kaynağı olan kitap, sünnet, icma, kıyas ve bunlara bağlı deliller hep birer icmali delildir.

 

EDİLLE-İ ŞER'İYYE(İSLAM HUKUKUNUN KAYNAKLARI)

Edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada basvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Asli deliller(kitap, sünnet, icma, kıyas) ve fer'î deliller(istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmis şerîatler) olmak üzere ikiye ayrılır.

Asli deliller;

1)       Kitap

Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'ân" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân Allah tarafından tedrici bir şekil de Hz. Peygamber’e indirdiği apaçık vahyidir. Şer’i hükümlerin birinci ve asıl kaynağıdır.

2)       Sünnet

 Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. İslam dininin kur’ân’dan sonra ikinci kaynağıdır.

3)       İcmâ'

 Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Teşrı kaynağının  üçüncüsü olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine dogru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çogunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlıs yolda (dalâlet) birlesmez."meâlindeki hadistir.

İslâm'da icmâ fikrinin ortaya çıkışı, Sahâbîler asrında baslayıp müctehid imamlar devrine kadar tedrîcî olarak gelmiştir. Bu gelişme üç devre teşkil eder:

l) Sahâbîler, karsılaştıkları yeni meseleler üzerinde içtihad yaparlardı. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, özellikle âmme hukuku sahasında, istişareye basvurarak şûrâ içtihadı yaptırıyorlardı. Bu içtihadlar sonunda varılan ihtilafsız hükümler, ferdî hükümlerden daha kuvvetli sayılıyor, buna muhâlefet edilmiyordu. İste bu çeşit hükümlere "icmâ" adı verilir.

2) Müctehid imamlar devrinde, her imam ictihad yaparken ülkesindeki fâkihlerin görüşlerine aykırı bir şey söylememek için dikkat eder ve böylece görüşünde yalnız kalmak istemezdi. Meselâ Ebû Hanîfe, kendisinden önce yaşamış olan Kûfe bilginlerinin icmâ ettikleri hususlara uymak için çok titizlik gösterirdi. imâm Mâlik, Medinelilerin icmâını huccet sayardı.

3) Fakîhler, uymak için Ashâb-ı kirâmın icmâ ettikleri meseleleri öğrenmeye büyük bir titizlik gösterirlerdi. Onlar sahâbîlerin icmâ ettikleri şeylerin dışına çıkmamaya çalışıyorlardı. İcmâ yalnız bir kısım şer'î hükümlerde geçerlidir, icma ibadetlerde ve hukukî meselelere ait hususlarda gerçekleşir. Şer'î delillerden çıkarılması mümkün olmayan ahiret halleri, kıyâmet zamanı gibi şeyler icmâ ile bilinemez.

İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çesittir. Sözlü(sarih) icmâ', bir asırda yasayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir sekilde görüs birligi etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına ragmen baska bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir. İmama Şafii’ bunu delil kabul etmez.

Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çogunlugu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır.

İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum imam bulunmasıyla kabul ederler.

4)       Kıyas

 Hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, aralarındaki illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diger üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır.

Kıyas dört rükünden meydana gelir:

a) Asl: Bu, hükmü beyan eden nass olup "hüküm kaynağı" adını da alır.

b) Fer’: Bu, hakkında nass bulunmayan meseledir.

c) Hüküm: Bu, kıyas vasıtasıyla asl'dan fer'e geçmesi istenilen seydir.

d) Ortak illet: Bu da hem asl hem fer'de bulunan bir vasıftır. Kıyasın dayanmıs oldugu esası teskil eder.

İslâm hukukçularının çogunluguna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, ictihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi ve Hz. Ömer’in deliller katması kıyasa dâir en önemli belgelerdir.

Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır. Ahmed b. Habbel zorunlu hallerde kullanılacağını belirtir. Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz.

 

Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadıgına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun basında kıyas gelmektedir.

 

Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir.

 

Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmamMâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerayi', örf ve âdet'di. İmam Sâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, sedd-i zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.

 Edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde(kitap, sünnet, icma’ ve kıyas) bütün mezhepler ittifak etmişerdir.

 

Ø  İslâm'ın ilk yıllarında "rey" terimiyle ifade edilen ictihad, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiînler devrinde gelişerek, daha sonra sistematik bir şekil alarak kıyas, istihsan, istislah vb. adlar altında, âyet ve hadislerden hüküm çıkarma vasıtası hâline gelmiştir.

 

Fer’i deliller;

1)       İstihsan

Hukukçunun adalet ve insafla hareket ederek, özel bir delile dayanılmak sûretiyle genel kuraldan ayrılması veya iki farklı kıyas imkanı bulunduğunda ilk bakışta dikkat çekmayan kıyası gerekçe brirliği açısından daha güçlü olduğu için açık kıyasa tercih etmesidir.

İstihsan; kolaylık sağlamak için zorluğu terketmektir. Bu da dinin aslı esasıdır. Yüce Allah söyle buyurulmustur: "Allah, sizin için kolaylık diler, zorluk murad etmez" (el-Bakara, 2/185).

Hz. Peygamber de bir hadisinde söyle buyurmustur: "Dinininiz en iyisi, en kolay olanıdır” Buna göre, dinde zorluk çıkarılmaması, kolaylık yollarının ortaya konulması asıldır. İstihsanın aslı da bundan ibarettir. Hz. Peygamber, Alî b. Ebî Tâlib ve Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken, kendilerine; "kolaylaştırın, zorlaştırmayın, yaklaştırın, uzaklaştırmayın" buyurarak, toplumla olan ilişkilerinde izleyecekleri metodu belirtmiştir.

 

ü  İstihsan ile kıyas arasındaki fark şöyle açıklanabilir: Ferdî düşünce ürünü olan içtihad, Sahabe devrinde "re'y"adını alıyordu. Bu metod geliştirilip, sistematik hale gelince "kıyas" adı verildi. Fakîh'in kendisine uygun gelen ve genel kuralın istisnası olarak tercih ettiği kıyas şekline de "istihsan" denildi.

 

ü  Sünnet, icmâ' ve zarurete dayanarak yapılan istihsanın hükmü, ortak bir illete baglı degildir ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanmaz. Kıyasa dayalı istihsanda ise ortak bir illet bulunur ve bu yüzden de benzer meselelere uygulanabilir.

 

2)       Örf ve adet

Toplum hayatında yerlesmis bulunan ve uzun süreden beri uygulanması sebebiyle hukuk bakımından baglayıcı sayılan ve yazılı olmayan hukuk kurallarıdır.

Örf ve âdette dikkat edilecek husus; şer'an ve aklen müstahsen olması, selim akıl sahipleri yanında münker olmamasıdır.

Örfün şer'î bir delil sayılması için geçerli olması gerekir. Bu yüzden örf ikiye ayrılır: Sahih ve fasit.

1. Sahih Örf:

Kitap ve sünnete uygun olarak veya bu kaynaklara aykırı olmaksızın meydana gelen örfler bu gruba girer. Meselâ, nişanlıların birbirine verdikleri hediyelerin mehir niteliğinde sayılmaması, evlilikte mehrin tamamının veya bir bölümünün peşin verilmesi veya sonraya bırakılması örf halini almışsa, eşler arasındaki mehir anlasmazlıklarında buna göre fetva verilir.

2. Fâsit Örf:

Kesin bir ayet veya hadise aykırı düsgü için geçerli sayılmayan örf türüdür. Yaygın içki ve faizcilik alışkanlığı, eğitim sırasında, düğün, nişan ve benzeri toplantılarda yabancı erkek ve kadınların tesettürsüz birlikte bulunmaları ve eğlenmeleri buna örnek verilebilir.

 

3)       Mesalih-i mürsele(istislah)

Hakkında nass, icma ve kıyas gibi emir veya yasak edici şer'î bir delil bulunmayan ve İslâm'ın ruhuna uygun olan maslahatlara göre hüküm vermek veya davranmaktır.

İslâm'ın gözettigi maslahatlar beş şeyi koruma esasına dayanır; dini koruma, canı koruma, aklı koruma, soyu koruma, malı koruma.

İslâm hukukçuları, Mesâlih-i Mürsele'nin şer'î bir delil olup olmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefi ve Şâfiî fakihleri, bunu bağımsız bir delil olarak kabul etmeyip, kıyasın içinde mütalâa ederler. Mesâlih-i Mürsele'nin ser'î bir delil olarak kabul edilmesi gerektiğini hararetle savunan İmam Malik'tir.

 

 

4)       Sedd-i zerai'

Sedd-i zerayi' vesîleleri kaldırmak, sebebi tıkamak demektir. Bu durumda harama vesîle olân sey haram, vacibu vesîle olan şey vaciptir.

Sedd-i zerayi'de aslolan maslahatı celb, mefsedeti def' kaidesidir.

Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar. Hanefi ve Safiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de farklı bir şekilde kabul ederler.

5)       İstishab

Daha önce varlığı bilinen bir durumun aksine bir delil bulunmadıkça varlığını koruduğuna hükmetme yöntemidir.

6)       Sahabe sözü

Sahabeden intikal eden fıkhı görüşlerdir. Bunların şer’i delil olarak kabul edilip edilmemesi konusun da faihler ihtilaf etmişlerdir. Genel de rey ve ictihad ile bililinmeyecek konular da sahabe sözünün sünnet kapsamında değerlendirilmesi görüşü hakimdir.

7)       Şer’ü men kablena

İslam öncesi şeriatlardır. Önceki dinlerin hükümlerde ku’ân ve sünnet’te kabul veya red yönünde açıklama mevcut değilse, hanifiler dahil bir grup islam alimi bu tür hükümlerin müslümanlarada uygulanacağını söylerler. 

 

AHKAMU’Ş-ŞER’İYYE

Hakkında âyet hadîs veya icmâ bulunan, veya temelde bu delillere dayanan itikada ve ibadete ait bütün prensiplere ‘hüküm’denmiştir. Hükümler İslâm'ın pratik yönünü oluşturur.

 Fıkıh usulü bilginlerine göre şer’í hükümler teklifi ve vaz’i olmak üzere  iki kısma ayrılır;

 

1)        Vaz’í Hükümler:

        Şâri’in, bir seyi bir baska sey için sebep, sart ve engel kılmasıdır. Şâri’ iki durum arasında bir kurduğu bağı ifade eder. Çeşitli kısımlara ayrılmaktadır; Sahih, bâtıl, fâsit, sebep, rükün, şart, mâni.

 

1)       Sebep: Şar’in varlığını hükmün varlığına, yokluğunuda hükmün yokluğu için alemet için kıldığı hükümdür.

2)       Şart: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya vasıf. Meselâ, namaz için abdest şarttır. Bununla birlikte abdest, namazın kendinden bir parça değildir.

3)       Rükün: Bir şeyi oluşturan asıl parçalardan her biri; bir ibadet veya muamelenin varlığı kendisine bağlı bulunan ve onun esas unsur ve parçalarını teşkil eden temeller. Mesela namazın rükünleri; kıyam, kıraat, rukû, secdeler ve son rekatta teşehhüd miktarı oturmaktır.

4)       Mani: Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durumdur.

5)       Sıhhat: Bir ibadetin veya hukuki işlemin öngörülen bütün rükün ve şartlarını ihtiva etmesi durumudur.

6)       Fesad: Bir işlemin rükün ve unsurların tamam olduğu halde şartlarının eksik olması durumudur.

7)       Batıl/butlan: Rükün veya şartları tamamen veya biraz eksik olan ibadetler ve hukuk işlemlere denir. Butlan, ibadetin veya hukukí işlemin hükümsüz olması; batıl ise hükümsüz olan, geçersiz hale gelen işlemin adıdır. Mesela abdestsiz kılanan bir namaz batıl; abdestsiz namaz kılma durumu ise butlandır.

 

2)       Teklifi hükümler/ mükellefin fiilleri

Şâri’nin (seriat koyucunun), mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi, ya da onu yapıp yapmama konusunda serbest bırakmasıdır. Şâri’, bir şeyin yapılmasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemişse buna vacip, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemişse buna mendup denir.

Şâri’, bir fiilin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir şekilde istemişse buna haram, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istemişse buna da mekruh denir. Şâri’, mükellefi yapıp yapmama konusunda serbest bırakmışsa buna da mübah denir.

Teklif, İslâmın müslümanlara yüklediği görevlerdir. Mükellef- İslâmî emir ve yasakların muhatabı olan ve bunlara uymakla yükümlü bulunan kimse- olmanın akıllı olmak ve buluğ çağına girmek üzere iki şartı vardır.

 

1)Farz

Şâri' tarafından emrolundugu kat'î delil ile sâbit olan; özürsüz, mutlak surette

terkedildiginde ceza gereken amellerdir.

Hanefîler zannî delil ile sâbit olan hükümleri vacib olarak niteler. İmâm Şâfiî farz ile vâcibin arasını amel bakımından ayırmaz ise de itikâdı açıdan, Hanefi hukukçuları gibi değerlendirir. Bu da Hanefiler ile Şâfiiler arasındaki farz ve vâcib ayrılığının mâna, öz itibarıyla olmadığını, lafzı olduğunu gösterir.

Farz; kat'ı ve ictihâdı olmak üzere ikiye ayrılır;

Kat'î farz; delillerle yapılması kesin olarak bildirilen amellerdir. Buna amelî ve ilmî farz da denilir.

İçtihâdı farz; müçtehid imamların içtihadıyla belirlenen, terk edildiğinde o ameli farz olmaktan çıkaran farzlardır.

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

1- Farz-ı Ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir.

2- Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile digerlerinden sâkit olan vazifedir.

 

2)Vacib

İslâm hukukçularının çogunluguna göre farzla vâcip esanlamlıdır. _kisi de aynı hükümlere tabidir. Hanefilere göre ise, fârz ve vâcip birbirinden farklı anlam taşır. Vâcip Allah ve Rasûlünün yükümlü Müslümandan yapılmasını bağlayıcı bir şekilde istediği, fakat hakkındaki bu bağlayıcılığın zannî delil ile sabit oldugu fiildir.

 

3)Mendub

Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasulullah (s.a.s)'ın bazan yapıp, bazan terkettigi isler. Buna; sünnet, müstehap, nâfile, tatavvu, fazilet ve ihsan adları da verilir.

Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, mendûb, sünnet ve müstehab terimlerini de içine alan genel bir kavram olup söyle tarif edilir: Allahu Teâlâ veya Rasûlûnün bağlayıcı olmaksızın yapılmasını istediği ve yapılmamasını kötülemediği fiildir.

 

Mendûb kendi içinde üçe ayrılır;

1) Sünnet-i Müekkede-Sünneti Hüda:

Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptıgı ve sırf bağlayıcı olmadığını göstermek üzere nâdir olarak terkettigi farz ve vacib olmayan fiillerdir. Sabah, öğle veya akşam namazlarının sünnetleri, abdest alırken ağıza su verme gibi...

2) Sünnet-i Gayri Müekkede-Nâfile-Müstehab:

Hz. Peygamber (s.a.s)'in bazen yapıp bazen de terkettiği ameller. Bu gruba giren sünnetleri yerine getirmek sevap kazandırır. Terkeden ise ceza, kınama ve azarlamaya müstahak olmaz. İkindi ve yatsı namazlarından önce kılınan dörder rekatlık namaz ve yoksullara zaman zaman yapılan tasadduk gibi…

3) Sünnet-i Zevaid:

Hz. Peygamber'in bir insan olması itibariyle yaptığı, Allahu Teâlâ'dan bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği tasımayan beşeri fiillerdir. Allah Rasûlünün yeme, içme ve giyinmede izlediği alışkanlıkları gibi…

 

4)       Haram

Dince yapılması yasak olan şeydir. Şari’nin bir şeyin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı bir tarzda istemesidir. 2’ye ayrılır;

1) Haram Bizatihi, Haram Liaynihi:

Allah ve Rasûlünün temelden haram kıldıgı fiildir. Zina, hırsızlık, ölü hayvan eti satma, evlenme engeli bulunanlarla evlenme gibi.

       2) Haram li Gayrihi:

      Kendisi esasen haram olmadıgı halde baska bir sebep dolaysiyle yasaklanan seylerdir. Başkasının malını haksız yere yemek, cuma namazı saatinde çalışmak gibi.

 

Haram hükmü konusunda şu prensipleri gözden uzak tutmamak gerekir:

ü  Bir yiyecek, içecek veya davranış, fikir ve söz hakkında açık bir haram hükmü yoksa o esasen mübahtır.

ü  İslâm, müslümanlara kendileri için zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da emretmiştir.

ü   Helâl ve haram hükümlerinin kaynağı Allah ve Hz. Muhammed (sav)’tir.

ü   Herhangi bir kimsenin veya otoritenin haram veya helâl hükümlerini İslâmın ölçülerine zıt olmasına rağmen kabul etmek, onları Rabb olarak tanımak anlamına gelir.

Kur’an-ı Kerim söyle buyuruyor; “Onlar hahamlarını ve rahiplerini ayrı rabbler edindiler. Meryem oglu Mesih’i (İsa’yı) de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tevbe: 9/31)

ü  Haram hükmü geneldir ve herkes için geçerlidir. İslâmda seçilmişler ve ruhbanlar sınıfı olmadığından A şahsı için haram veya helâl olan bir şey, B şahsı için de haram veya helâldir.

ü  İslâma göre haram da bellidir, helâl de. Arada şüpheli olan bazı şeyler olabilir. Onlardan sakınmak ise müslümanın takvasıdır.

ü  İslâm’ın haram kıldığını helâl saymak büyük bir hatadır, Allah’ın hükümlerine korkusuzca karşı gelmektir.

ü   Zaruretler, bazen haramları helâl hale getirebilir. İnsan mecbur kaldıgı zaman, mazereti sona erinceye kadar haramı kullanabilir, yiyebilir.

5)       Mekruh

Allah ve Resulunun, yapılmamasını, bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği fiildir.

Mekruh tahrîmen ve tenzîhen olmak üzere ikiye ayrılır;

a) Tahrimen Mekruh:

Allah ve Resulunun bir fiilin yapılmamasını, kesin ve bağlayıcı tarzda istemiş olmakla birlikte, bu istek haberi vahid gibi zannî bir delil ile sabit olmuşsa, buna denir.

b) Tenzîhen Mekruh:

Allah ve Resulunun koydugu yasagın, kesin ve bağlayıcı nitelikte olmaması halinde, fiil tenzihen mekruh adını alır.

6)       Mübah

Şeriatın mükellefi (yükümlüyü) yapılması veya yapılmaması arasında serbest bıraktığı, yapılmasında veya terkedilmesinde bir vebal (sakınca) olmayan işler hakkındaki hükümdür.

7)       Müfsid

Müfsid, ifsad eden, ibtal eden, bozan, geçersiz kılan kimse veya şeylere denir. 

Müfsid veya batıl, bazı şartlarını ve yerine getirilmesini sağlayan özelliklerini kaybetmiş bir ibadet, akid batıldır, fasid’tir. İfsad olan ibadet veya hukuk işlemini ifsad veya iptal eden sebebe müfsid denmektedir.

 

Ehliyet, vücub ve eda ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Vücub Ehliyeti:

Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların sübutuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir. Eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.

a. Eksik Vücub Ehliyeti:

Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan haklardan yararlanır.

b. Tam Vücub Ehliyeti:

Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler. Henüz idrak ve muhakeme tesekkül etmedigi için bunlarda eda ehliyeti yoktur. Lehine yapılan hibe, vasiyet ve vakıf geçerlidir. Ayrıca onu borç ve yükümlülük altına sokan satım, kiralama, karz ve rehin gibi medeni akitler veli veya vasi tarafından onun adına yapılır.

 

2. Eda Ehliyeti:

Kişinin medeni hakları kullanma ehliyetidir. Bu, her insanda tabii bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak kazanılan bir vasıftır. Varlığı, temyiz kudreti, belli bir yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır. Eda ehliyeti de eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır;

a. Eksik Eda Ehliyeti:

Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamış da (ma'tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı arasındaki ehliyeti ifade eder.

b. Tam Eda Ehliyeti:

Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması ve ibadetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır. Kişi, lehine ve aleyhine her türlü hukuki tasarrufu yapma ehliyetine erişmis olur.

 

Ehliyet arızaları semâvî ve müktesebe şeklinde ikiye ayrılır;

1) Semâvî Arızalar: Şahsın irâdesi dışında olanlardır. Akıl hastalıgı (cünun), bunama (ateh), bayılma (igma), uyku (nevm), ölümle sonuçlanan hastalık (Maradu'l-Mevt), kölelik (rıkk), küçüklük (sığar), unutma (nisyan), ölüm (mevt), ay hali(hayız), lohusalık (nifas).

2) Mükteseb Arızalar: İrâdîdir, ihtiyârîdir. Sarhoşluk(sekr), sefâhet(sefeh), yolculuk(sefer), bilmemek(cehl), yanılmak(hatâ) gayr-i ciddî davranma(hezl).

 

Azimet ve ruhsat

Her mükellefin uyması gerektiği hüküme azimet denir. Azimet hükmünü terk etme imkanı veren hafifletilmiş ve geçeci hükme ruhsat denir.

 

İkrah:

                Bir kimsenin başkasına yaptığı, ondaki rızayı kaldıran veya ehliyetini yok etmediği halde, onun ihtiyarını (seçme hürriyeti) bozan, yahut da şer'î yükümlülüğü kaldıran korkutma hâlini ifade eder.

İslâm hukukçuları ikrahı üç kısma ayırır:

1) Tam İkrah: Zorlananın mal, can veya uzvunun telefine yol açabilecek ağırlıktaki ikrah

2) Eksik İkrah: Malın bir kısmını telefle tehdit, uzuvların telefine yol açmayacak şekildeki dövme, tehdit, hapis ve bağlamakla tehdit bu kısma girer.

3) Yakınlara Verilecek Zararla İkrah: Ana, baba, dede, nine, çocuklar, torunlar ve gibi yakınlardan birisine eziyetle tehdit bu kısma girer.

 

Taklid ve İttiba:

Dayandığı kitap, sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp, bununla amel etmeye taklid denir. Fakat deliline bakmak, ögrenmek ve ictihadına katılmak sûretiyle bir müctehidin re'yini benimsemeye ise ittibâ denir.

 

Fiili olarak delili bulmak ve anlamak imkanına sahip olmayan avam (halk), bilginleri belli şartlarda taklit edebilir. Bu sartlar sunlardır:

ü  Müctehid ve bilgini bizzat itaat ve taklite ehil oldugu için değil, tebliğ ederek buna vasıta oldukları için taklit etmeleri. Çünkü bizzat itaat, Allah ve Resulune aittir.

ü  Taklitlerinin basit ve zanni de olsa bir tercihe dayanması, bazı karine ve emarelerle taklit ettiği kimsenin en bilgin ve layık kişi olduğuna inanmalar.

ü   Taassuptan uzak bulunmaları. Taklit ettikleri bilginin yanılabileceğini kabul edip onun görüşüne uymayan sahih bir nas ile karşılaşınca, nassı değil, imamının görüşünü terkedecek bir durumda olmaları.

ü  Taklit ettikleri hususun beş vakit namaz, oruç, hac ve zekatın farz, zina ve içkinin haram oldugu gibi kesin olarak bilinmesi gereken zarurat-ı diniyden olmaması.

 

Ø  Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri söylece ifade edebiliriz;

ü  Arapçayı bilmek

ü   Kur'ân ilmine sahip olmak

ü  Sünneti bilmek

ü   Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmek

ü   Kıyas bilmek

ü   Hükümlerin amaçlarını bilmek

ü   Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak

ü   İyi niyet ve sağlam bir itikad sahibi olmak

 



 


0 Yorum - Yorum Yaz


 

Fatıma AKTEN  

18912748 - Yüksek Lisans 2018/ Güz 

 

   Tefsir, hadis ve fıkıh tarihlerini bilginin bütünlüğü çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağım bu ödeve bilgi kelimesinin tanımlarıyla başlayacağım. Bunun sebebi bilginin bütünlüğü kavramını daha iyi kavrayabilmek, tarih mütalaası yaparken bir çerçeve oluşturabilmek.

   Bilgi sözlükte “insan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, bili, malumat” anlamındadır. İslami terminolojide ilim ve marife terimleriyle ifade edilir. Kur’an’da sıkça geçen ilim kelimesi ilk anlamıyla Allah’ın verdiği bilgidir ve bu manada kesin bilgiyi ifade eder. İlk İslam filozofu Kindi’ye göre “eşyanın hakikatleriyle kavranması”dır. Farabi’ye göre ise “varlığı ve devamlılığı insanın yapıp etmelerine bağlı olmayan varlıkların mevcudiyetiyle ilgili olarak akılda kesin hükmün hasıl olması”dır.

   Bilgi tanımlarından anladığım kadarıyla bilgi kendi içinde bir bütünlük barındırıyor. Bir sonuca ulaşma hedefinde olunan olgular ve gerçekler içeriyor. Bir araya getirilen şeyler sonucunda bilgi elde edebiliyoruz. Bilginin bütünlüğü alında onun en küçük parçasında başlıyor ve değişebiliyor, genişleyebiliyor, farklı boyutlar kazanabiliyor.

   Her bilgi kendi içinde bir bütünlüğü içeriyorsa bu bütünlüğü sağlayan her parça bilginin temel parçalarındandır. Bir benzetme yapacak olursak bilgi ulaştığımız son nokta değil, bir çemberdir. Bu çemberin içini doldurdukça onu anlama kabiliyetimiz güç kazanır.

   Bu bağlamda hadisin, fıkhın ve tefsirin önce kendi içlerindeki bütünlüğü, sonra da birbirleriyle olan bütünlüklerini değerlendirmeye çalışacağım.

 

Hadis

   Hadis kelimesi sözlükte yeni, haber, olay, yapılan konuşma gibi anlamlara gelirken İslami terminolojide yeni bir anlam kazanmıştır. Hz.Peygamber’in sözlerine, fiillerine ve tasvip ettiği şeylere hadis denilmiştir.

   Hadis ilmi Hz. Peygamber’le başlıyor. Ancak bu kelimeyi tanımlarken sadece sözleri demek yeterli olmuyor. Onun fiilleri ve takrirlerini de eklemediğimiz sürece tam manasıyla doğru bir anlam ifade etmiyor. Doğru bilgi bütün temel parçaların tamamlanmasıyla elde edilebiliyor. Hadis tarihini incelerken en küçük çemberi buradan doldurmaya başlayabiliriz.

   Hz. Peygamber Kur’an nazil olmaya başladığından beri onu açıklayan elçi olarak Kur’an’ı anlamamız hususunda bize en iyi şekilde rehber olmuştur. Bu sebeple peygamberin varlığıyla var olan bir ilim kapısı açılmıştır. O dönemde Araplar bilgiyi yazarak değil, ezberleyerek akılda tutuyor ve şifahi yolla aktarıyorlardı. Yine de Mekke’de yazı kültürü diğer bölgelere göre daha fazla idi. Kur’an’ı yazmaya başladıklarında hadisleri de yazmak istediler. Ancak Hz. Peygamber kendi dönemimde Kur’an’la karışır düşüncesiyle önceleri hadislerin yazılmasına izin vermemiş, daha sonra Kur’an’ın üslubu kavranınca yazılmasına müsaade etmiştir. Sahabenin bu isteği bize Kur’an’la hadisi birbirinden ayrılmaz parçalar olarak gördüklerini gösteriyor.

   Sahabe döneminde hadis yazılıyordu ancak ezbere ve şifahi aktarım yoluna teşvik halen devam ediyordu. Tabiin döneminde hadis yazımı sahabeye göre oldukça fazlaydı. Çünkü hadislere vakıf sahabe sayısı azalıyordu, fetihler sayesinde Müslüman nüfusuyla beraber ilme olan ihtiyaç da artmaktaydı. Hadisler şifahi yolla aktarılıyordu ancak bu sebeplerden ötürü yazıyla bir araya toplamaya ihtiyaç duymuşlardı.

   Hadis kelimesinin anlamı çeşitlenerek sahabe ve tabiinden gelen haberler de mevkuf ve maktu hadis olarak tanımlanmıştır. Sahabe Hz. Peygamber’le yaşayıp tecrübi bilgiye sahipti, tabiin de o haberlere sahabenin bizzat kendi ağzından dinleyen, yaşamlarına şahit olan ilk muhataptı. Onlardan gelen bu haberlerin hadis kelimesinin çemberine alınmış olması peygamberi anlamamız için bize bütünlük sağlıyor, o dönemin ve muhatapların hadisleri anlama noktasında bilgimizi genişletiyor.

   Hicri 1. asırda isnad konu edinilmiş, ravilerin yaşamları takip edilmiş, cerh ve tadil ilmi doğmuştur. Bu dönemi kaynaklardan okurken hadisin ulaşılabilir bir bilgi niteliğinde olabilmesi için bilgi çemberinin ne kadar genişlediğini görebiliyoruz.

   Hicri 2.asırda hadis yazımı yoğunluk kazanmış ve sistemli bir şekilde kitaplaşmaya, usülleri geliştirilmeye başlanmıştır.

   Hicri 3.asırda tanif edilen en önemli eser Kütüb-i Sitte’dir. Bu tasnifte yer alan Buhari ve Müslim’e ait el-Camiu’s-Sahih’ler Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak olarak zikredilirler.

   Hadis ilmi nakli ilimler arasındadır, sonraki yüzyıllarda da ilk yüzyıllarda atılan temeller üzerine bu ilmin aktarımı devam etmiştir.

 

Fıkıh

   Fıkıh sözlükte “bir şeyi bilmek, iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak”  manasına gelir. Hicri 2. yüzyıla kadar da fıkıh bu anlamda kullanılmıştır. İlk dönemde fıkıh diye ayrı bir ilim dalı ihtiyacı yoktu. Peygamber her zaman sorularını cevaplıyor, hükümleri açıklıyor ve yaşıyordu.

   Hz. Peygamber dönemi her İslami ilimde olduğu gibi fıkıhta da en önemli dönemdir. Çünkü paygamberin fıkhı mutlak bilgi olan vahiy kaynaklıdır ve bütün uygulamaları vahiy denetimindedir. Bu noktada fıkıh ilminde bilgiyi bütünleştiren temel parçaların Kur’an ve hadis olduğunu anlıyoruz.

   Bu dönemde insanı muhatap alan Kur’an, hükümlerle ona öğretmiş ve onu zamanla eğitmiştir. Mekke döneminde inanç, ibadet ve ahlaktan bahsederken, Medine döneminde sosyal hayatı düzenlemeye yönelik kaideler getirmiştir.

   Hz. Peygamber döneminde fıkıh uygulamalarını daha iyi kavrayabilmemiz adına şu 3 özelliği zikretmek gerekir; tedric, kolaylık ve nesih. Tedric hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulmasıdır. Böylece hükümleri uygulayabilmek daha da kolaylaşmıştı. Kolaylık özelliği ise hükümleri belirginleştirirken insan fıtratını göz önünde bulundurmaktır. Nesih ise alıştırma ve kolaylaştırmaya bağlı olarak önce konan bir hükmün sonra kaldırılmasıdır. Bu özelliklerin bize anlattığı temel şeylerden biri hükümleri basmakalıp bilgiler olarak görmeyip her açıdan değerlendirme çabalarıdır. Doğru bilgiye gereken parçaları göz önünde bulundurarak ulaşılabilir.

   

Tefsir

   Tefsir kelimesi sözlükte müşkil olan lafızdan kastedilen manayı keşfetmek olarak tanımlanır. Terim olarak tefsir, “Arap dili ve belagatı ile ilgili bütün araçları kullanıp ayetleri çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır.”

   Tefsir tanımı yapıldıktan sonra te’vil, tercüme ve meal kelimelerinin tanımı kitaplarda çok sık karşımıza çıkar. Tefsirin neleri kapsadığını, neleri kapsamadığını kavrayabilmemiz için bu tür kelimeleri tanımamız tefsiri anlam olarak benzerlerinden ayırt etmemizi sağlıyor. Bu noktada bilgi bütünlüğü içerisinde edindiğimiz bilgilerin her zaman destekleyici değil, aynı zamanda ayırt edici olabildiklerini de anlıyoruz.

   Hz. Peygamber her sözü, her fiili, her açıklamasıyla ilk müfessirdi. Ayetleri okuyarak, ashaba sorular sorarak, sözünü delillendirmek maksadıyla ve sahabilerin soruları üzerine Kur’an’ı tefsir ederdi. İlave beyana ihtiyaç duyulan lafızları açıklardı. Anlamı kapalı olan mübhem lafızlara belli ölçüde açıklık getirirdi. Mutlak olanı takyid eder, ihtilaf ve tezat gibi görünen hususları da açıklardı.

   Anlaşılacağı üzere Kur’an’ı anlamak isteyen her kişi ilk muhatap olan peygamberin anladığı manaya ihtiyaç duyar. Onun verdiği her bilgi Kur’an’ın ayrılmaz bir parçasıdır.

   Sahabe döneminde Kur’an anlaşılır vaziyette idi. Esbab-ı nüzule hakimlerdi, sorularını peygambere sorabildikleri bir dönem yaşamışlardı. Bu sebeple Kur’an medreselerinin temeli atılabildi ve ekoller oluşmaya başladı. Ancak Kur’an baştan sona tefsir edilmiş değildi, bilgiler şifahi yolla aktarılmaya devam ediyordu.

    Tabiun döneminde ise tefsire duyulan ihitiyaç artmıştı. Peygamberin gidişinden sonra vakit geçtikçe kavrama gücü için bilgi çemberinin genişlemesi gerekiyordu. Sorular artmıştı, dil bilmeyenler için her kelime açıklanmaya muhtaçtı. Bu sebeple Kur’an baştan sona bu dönemde tefsir edilmiştir. Sahabenin attığı temeller üzerine medreseler kurulmuştu. Bunlar; Mekke, Medine ve Kufe medreseleri idi.

   Mevali olarak adlandırılan kölelikten azat olmuş, kendini ilme vermiş müfessirler tefsirin gelişmesinde ve ilerlemesinde önemli rol oynar.

   İsrailiyat sahabe dönemine kıyasla daha çok bu devirde Kur’an tefsirine girmiştir. Bu dönemde de tefsir tedvin edilmemiş, şifahi olarak aktarılmıştır. Arap şiiriyle bazı garip lafızları izah etmişlerdir.

   Yüz elli yıl sonra tedvin edilmeye başlanması diğer ilimlere kıyasla geç kalınmış bir başlangıç sayılabilir. Kur’an’ı açık ve anlaşılır olarak görmeleri, üzerine söz söylemek hususunda hassas olmaları sebepleri arasında sayılabilir. Tefsir rivayetleri hadis ilminin bir parçası olarak tedvin edilmiştir. Ancak bir araya getirip sıralı bir şekilde açıklayan ilk kişi Mukatil b. Süleyman(ö.150)’dır.

   Tedvin döneminde kaleme alınan eserler dilbilimsel tefsirlerdir. Kelime anlamları, eş anlamlar, sesteşler, eski Arap şiiri gibi dil bilimine ağırlık vermişlerdir. Bir insanın bilgi çemberi nasıl genişleyip yeni bir boyut kazanıyorsa, ilimler de başlangıçlarından itibaren bilgi çemberleri genişler, zamanla boyut kazanır ve gelişirler.

   Sonuç olarak bilgi, kendi varlığı içinde nasıl bir bütün haline geliyorsa bilgilerin birleşmesi de daha kapsamlı ve daha doğru bilgi haline gelir. Bu bağlamda herhangi bir ilmi bir çember olarak görürsek, onun varoluşu ve gelişimindeki her bilgiyi de bu çembere katmalıyız. Muaz b. Cebel’in vali olarak gittiğinde önce Kur’an’ı, sonra hadisi sonra da içtihadı kullanacağını söyleyebiliyor olması sahabedeki bilgi bütünlüğünün en güzel örneklerinden sayılabilir. Bu incelediğimiz 3 ilmin tarihi de bize Kur’an’ın ayrılmaz parçaları olduklarını gösteriyor. Bu ilimler birbirlerini güzelleştiren maddeler değil, birbirlerini tamamlayan temel maddelerdir.

 


0 Yorum - Yorum Yaz

Usul ilimleri    04.12.2018

 الوجيز في أصول الفقه - عبد الكريم زيدان

الحديث في أصول الحديث - مصطفى سلامة

Tefsir Usulü- İsmail Cerrahoğlu  

 

 Usul ilimleri bilgi bütünlüğü çerçevesinde

  Din bilimlerin de usul ilimi mevcut olan bilgileri toplama ve düzenleme sırasında temel ilkler olarak kullanmak üzere tedvin başlaması ile yazılmadığına rağmen zamanla çıkan usulsuz çalışmaları engellemek amacıyla alimler tarafından düzenlendi. Din ilimleri özellikle ilk kaynakları açısından iç içe olması ve birbirinden etkinlenmesinin en önemli örneği İmam Şafi'i nin Risalesi, çünkü bu eser Hedis ve Fıkıh Usulü ilimlerinin ilk temeli olarak görülmektedir. 
Bunun ışığında, bu ilimlerde usul düzenleme ihtiyacı erken dönemde başlamıştı, o dönemde insanların hayatına Fıkıh sadece ilim olarak değil tam bir anayasa olarak görülmektedir, bu alanda Kur'an i kerim ve sünnet (hadis) önde gelen kaynaklar sayılmaktadır (bunlar aynı zamanda Tefsir dalının ilk kaynakları), fıkıh usulü'nde üç eser yazarak (Resül sallallahu aleyhi vesellem itaati, Al-Nasih vel'Mensuh, El-İlel) İbn Hanbel bu alanın ikinci alimi kabul edilmektedir. Fıkıh usulü toparlamak sırasında Hadisleri delil olarak kabul eden alimler bu hedilerin kaynaklarını ve sahih (doğru) olduğunu kanıtlamak zorundaydı, bu nedenle hadis usulü eş zamanda gelişmeye başlamıştır. 
Fıkıh usulü üç farklı şekilde gelişti, ilk ekol: kurulan bir usul üstüne hüküm çıkarmak ve istinbat etmek bu durumda bazen ictihadi hükümlerde mezhebin branşlarına hizmet etmiyor ve bu yöntem Mütekellim'lerin ekolü sayılır. İkinci ekol: bilimsel sekilde mezhep imamı nın hükümlerini araştırmak ile istinbat yöntemini usul olarak kabul etmek, bu yöntem mezhep branşlarına hizmet etmektedir. Üçüncü ekol: mezhep e uygun olarak her iki ekol arasında karıştırmak, bu yöntemin en bariz örneği Caferi mezhepte görülmektedir.
Fıkıh usulü ile ilgili yazarları araştırma sırasında bunları mezheplerinegöre ayırmak lazım. Şafii mezhebi ilk usulü yazan İmam Şafii (204) Risale sinde, el-Feyruzabadi (476) (et-Tebassur fi Usul el-Fıkıh), eş-Şirazi (476) (Şerh el-Lem'ı), ec-Cüveyni (478) (el-Burhan fi Usul el-Fıkıh), el-Gazali (505) (el-Müstasfa min ilmi'l-Usul), er-Razi(606) (el-Mahsul fi ilmi'l-Usul).
Maliki mezhebi ilk usul yazan İbn El-Kassar (397) (Usulü'l-Fıkıh), el-Beeci (474) (el-İşarat ), el-Karafi (684) (Şerh Usulü'l-Fıkıh), İbn Raşid el-Kafasi (736) (Lübabü'l-Elbab). Hanefi mezhebi yazarları el-Cessas (370) (el-Fusul fil Usul), ed-Debbusi (430) (Takvim'ül-Edille), es-Serahsi (483) (Usulü'l-Serahsi). Hanbeli mezhebi nde el-Aakbari (428) (Risale fi Usuli'l-Fıkıh), İbnü Aki'il (513) (el-Vadih), Yusuf İbnü'l-Cevzi (656) (el-İzah li-Kavanin'il-İslah) ve el-Bağdadi (739) (Kavaid el-Usul ve Ma'akid el-Fusul).
Yukarda geçen alimler dışında bir çok isim daha mevcut ancak özet olarak bunları seçerek zikrettik. Usul olarak aralarında ehli sünnet mezheplerini bozmayacak kadar farklar var,

Hanefi: Kur'an, Sünnet, el-Kıyas, el-İstihsen, el-Hiyel el-Şar'iye
Maliki: Kur'an, Sünnet, Amel Ehli'l Medine, Kavlü'l Sahabi, el-Masalihel-Mursele, el-Kıyas, Sedüz-Zeraii
Şafii: Kur'an, Sünnet, İcma, Kavlü'l Sahabi, el-Kıyas
Hanbeli: Kur'an, Sünnet, İcma, Kavlü'l Sahabi, Şer'ü men Kablina, el-Kıyas, el-İstishab, el-Maslaha, el-İstihsen

Hadis usulünde ilk yazanlar İmam Şafii (204) ve sonrası İmam Ahmet ibn Hanbel (241), bunlara takiben İmam Buhari'nin hocası Al-Humeydi (219) istîlah kitabı, İmam Buhari (256)(Tarih kitapları), İmam Müslim (261) (Sahih'inin mukaddimesinde), İmam Tirmizi (279)(el-İlel'il-Sağir), İbn Hibban (354) (kitab el-Tekasiim vel-Envaa, Sahih İbn Hibban), ancak ilk Hadis usulü ile ilgili müstakil kitap yazan er-Ramahurmuzi (360) (el-Muhaddis' ül-Fasil), sonra daha iyi şekilde hadis ilminde ve usulünde kitap yazan el-Hakim (405)(Marifet Ulumül-Hadis). 

Tefsir ilminin özellikle Fıkıh ile önemli şekilde bağlantılı olduğuna rağmen usulü nün yapılmasına gereksinim diğer ilimlere nazaran geç görüldü, İmam Suyuti ye göre öncü alimlerin ihmali nedeniyle ancak olası neden tefsir ilk dönem sadece nakil ile yapılmaktaydı ve İmam Taberi (310) tercih meselesi başladı bununla birlikte akli tefsir başlamış sayılır, olası gereksinim böyle başlamış olabilir, ilk Tefsir usulü ile ilgili ilk yazar Ebü'l-Nasr El-Haddadi (410 sonrası?)(el-Medhel li-Tefsir Kitab-illahi Te'ala), tekrar bu konuda yazmak uzun süre sonra gerçekleşti el-Harati (638) (Muftah'ü-llübi'l-Mukfel li-Fehmi'l-Kur'an'il-Munzel), sonrası İbnü Teymiye (728) (el-Mukaddime), ilk tefsir ilminin tanımını belirten alim ez-Zerkeşi (794) ''Kur'an'ın anlamlarını ortaya çıkarma ilmi'', sonra Tefsir usulü nde el-Belkini (824) ve el-Kefeci (879) tefsir konuları, yöntemleri ve şartları ile ilgili kitapkar takdim ettiler, son noktayı koyan alim es-Suyuti (911) kitabı (et-Tehbir fi İlmi't-Tefsir) ile sayılır.Fıkıh usulü basit şekilde anlatılırsa, Kur'an'i kerim-Hadis-Sahabeler-İsrailiyet-Lügat, müfessirler bu usulden farklı şekilde ihtiyaç ve kanaatlerine göre yararlanmışlar.

Bütün usul de dikkat edilen şey İsnad in önemi, zaten dünyada mevcut semavi dinler arasında İslam dini ilimlerin önde gelen özelliği nakil ile gelen bütün yazılar (Kur'an i kerim dahil) tahkik edilen isnad zinciri ile günümüze kadar varması. Çok önemli olan Rical ilmi sayesinde zaten bu zincirler sağlam şekilde birden fazla alim tarafından tahkik edilmiştir, tahkik sırasında adamların sadece doğruluğu ve ilmi araştırılmıyor aynı zaman yaşadıkları toplum (adet ve genelekleri) ve siyasi ortam (özellikle fitne zamanları), bütün etkenler ilmi nakli etkilediği için sağlam şekilde araştırıldı.
Bilgi bütünlüğü konusunda dikkat çeken bir konu, bazı alimler sadece bir alanda ün göstermedi, önemli örnekler İmam İbn Hanbel hadis rivayetinde iştigal etmişti, hatta Taberi onu muhaddis olarak göstermektedir, er-Razi Fıkıh usulü alanında yazıları mevcut.
Hadis nakil ile yazılıyor ama usulü araştırıldığı zaman rivayet zinciri ve metni dirayet şeklinde takip, tetkik ve tasnif edilmektedir. Fıkıh ve Tefsir usulüne bakıldığı zaman içinde hem tetkik edilen nakil hemde rayi (dirayet) ekolü görülüyor, burada kaynaklar açısından iç içe oldukları için tahsil aşamasında alimler her tür ilmi bilgiyi yeterli şekilde tahsil edip topladığı bilgi birikimini kendini daha verimli olduğu alanda yoğunlaşıp öğrencilerine naklediyor. Bu seçim ve ilim rihlesinde hayat şartları, çevre ve toplum ihtiyacı en büyük etkenler olarak görülmektedir. 

0 Yorum - Yorum Yaz
Ders Malzemeleri
Lütfen Kopyalamayınız!
2021-2022 Arşivi
2020-2021 Arşivi
2019-2020 Arşivi
2018-2019 Arşivi
2017-2018 Arşivi
2016-2017 Arşivi
2015-2016 Arşivi
2014-2015 Arşivi
2013-2014 Arşivi