T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR)
ANABİLİM DALI
Prof.Dr. Halis ALBAYRAK'ın
"KUR'ÂNIN BÜTÜNLÜĞÜ ÜZERİNE"
Adlı Eser'in Özeti
Hazırlayan Ögrenci: Muhammed SAQAAN
Öğrenci No: 20922734
Ders
Adı: Esbab-ı Nüzul I
Prof. Dr. Ahmed Nedim SERİNSU
ANKARA 2020
KUR'ÂNIN KUR'ÂNCA TEFSİRİ
Kur'ânın
Kur'ânla tefsirinden ne kast edildiğini açıklamadan önce onun nasıl bir kitap
olduğu ve bazı özelliklerinin ne olduğu bilinmesi gerekir. Bu husus onun kaynak
olark Kur'ân tefsirindeki yerinin ve değerinin ne olduğunu tesbit etme imkanı
verecekitr. Kur'ânın bu özelliğini üç ana başlık altında ele alınabilir:
1- Kur'ânın Bir Bütün Oluşu
Kur'ân, bölümleri, bölümlerinin bünyesinde ana başlıkları ve tali
başlıkları olan bir kitap değildir. Diğer kitaplarde ise genellikle bilgiler
fikirler telif metodu ile insicamlı bir şekilde belli bir kanun etrafında
döner. Kur'ân ise kesin sınırlarla konulara bölümlere ayırma adeta imkansızdır.
Çünkü Kur'ân okuşturan parçalar öylesine iç içedir ki onları ayırmak başlıklar
altında toplamak imkansız gibidir.
Mesele Maide suresi 41 ayeti bir yönüyle tebliğde ümitsizliğe
kapılmamayı yılgınlık göstermemeyi vurgularken tahribatları vurgular. Toshihiko
İzutsu Kur'ânın bütünlüğü ile ilgili oalrak şöyle der:
"Kur'ân' da kelimeler arası ilişki de son derece ilgi çekici- dir.
Meselâ, Allah, selam, nebi, iman vs. gibi çok önemli Kur' ân sözlerini
toplayıp, Kur' ân'da ne anlam verdiklerine bakmakla mananın kavranabileceği
zannedilir. Fakat hakikatte mesele, öyle sanıldığı kadar basit değildir. Çünkü
bu kelimeler, Kur'ân'da birbirinden ayrı, yalın halde bulunmazlar. Her birinin
ötekiyle yakın bir ilişkisi vardır. Bu kelimeler, müşahhas anlamlarını,
birbirleriyle olan bu ilişki sisteminden alırlar. Diğer bir ifadeyle bunlar,
kendi aralarında büyük küçük çeşitli gruplar teşkil ederler ve birbirlerine
muhtelif yollarla bağlanırlar. Bu suretle sonunda gayet düzenli bir bütün, son
derece karışık kavramsal bir münasebet ağı kurarlar. İşte önemli olan husus, bu anlam sistemini yakalamaktır."
Kur'ân Mekki ve Medeni ayetleriyle bir bütünlük içindedir.
2- Kur'ânın Açık ve Anlaşılır Oluşu.
Kur'ân kendisini (وَقُرْآنٍ مُبِينٍ) (وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ) şeklinde tarif eder yani apaçık
kitaptır. Bü özellikle onun açık ve anlaşılır bir kitap olduğuna delelet eder.
Yani kendi bütünlüğü içinde açık ve anlaşılırdır.
3- Kur'ânın Çelişkiden Uzak Bir
Kitap Oluşu
Kur'ân ilahi bir kitap olması bakımından kendine has ifade özelliklerine
sahiptir. Onun hakkında yeterli bilgisi olmayan onun bu özel yapısını gerğei
gibi kavrayamayan bazı ayetler arasında tenakuz
var zannedebilir.
Mesele Nisa suresi 3 ve 129 ayetler arasında tenakuz olduğu
zannedilmiştir. Aslında böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü her birinde
başka konulardan bahsedilmektedir. Birincisinde zahiri haklar, hukuki durum.
İkincisinde ise kalpta duyulan temayül söz konusudur. İkinci ayetin
deavamındaki "birisine tamamen meyledip diğerini muallakta
bırakmayın" ifadesi sevginin nispetinde adaletin sağlanmayacağını
anlatmaktadır.
Kur'ân alamaya çalışanların bir kısmı zaman, mekan ve şartalr itibariyle
farklılığı dikkate almadıklarında ayetler arasında çelişki var
zannetmektedirler.
Nisa suresi 82 ayet Kur'ânın çalışkiden uzak olduğunu vurgulamaktadır.
Bazıları iki ayet arasındaki farklılığı nasih ve
mensuhla açıklamaya çalışmışlardir. Bu ayetler tedricliğe göre
değerlendirildiğinde çelişki kalkacaktır.
Mesele Bakara 109 "Allahın emri gelinceye
kadar onları affedein, kendi hallarına bırakın" Bakara 191 Tevbe 5 ayette
ise "onları bulunduğunuz yerde öldürün" ayetlerindeki
ilişkiyi nesh yerine zaman zaman önceki ve sonraki ayetlerin uygulanabileceğini
anlarsak sorunun çözmüş oluruz.
Kur'ânın değişiklik yorumlar yapması tevilde zıtlığı
değil çeşitliği gösterir. Mesele ashaptan bazısı Fatiha suresindeki (اهدنا الصراط المستقيم) sırat
müstakimi bazıları bir kısmı ise Kur'âna uymalı olarak anlamışlardır. Aslında
ikiside farklı değildir. Çünkü islam dini bizatihi Kur'âna uymaktır.
Kur'ânın Kur'ânca Tefsirinden Ne Anlaşılmalı
Kur'ânın
müfret lafızlarının, terkiplerinin ve ifadelerinin Kur'ânın bütünlüğü içinde
diğer ilgili Kur'ân ayetlerinin yardımıyla açıklanmasını ifade eder.
Bu husus üç grupta ele alınabilir 1- Ayet çerçevesi
siyak sibak çerçevesi, Kur'ânın bütünlüğü çerçevesidir.
1- Ayet çerçevesi
Kelimeleri ve terkipleri önce cümle bütünlüğü
içinde anlamaya çalışmaktır. Bazen cümlenin tamamlayıcı unsurlarından herhangi
birini değerlendirmeye almadığımız takdirde varacağımız sonuç Kur'ânın o
bölümünde iletmek istediği mesajdan az çok farklı veya zıddı olabilir.
Örneğin Enbiya suresi 104. Ayette geçen (سِجِلْ) kelimesini
ibn Ömer ve Suddi luğat manalarından biri olan "melek" anlamıyla anlamışlardır. Oysa burada bir bütün
olarak ele alındığında gökyüzünün dürülmesi bir şeyin dürülüşüne benzetiliyor.
Eğer burada"سِجِلْ"
kelimesini melek
olduğunu kabul edersek böyle bir meliği iyi tanıyor olamamız gerekir. Ayrıca
meleğin kitap sayfalarını nasıl dürdüğünü bilmemiz gerekir. İnsanlar melekleri
görmemekteler. Onun içinde meleklerin nasıl dürdüklerini bilmemekteler. Oysa
kendisine benzetilenin benzetmenin yapıldığı hususta daha açık daha kuvvetli ve
daha anlaşılır olmalıdır. Üstelik bu durumuda ayetin bütünlüğü içinde (السِّجِلْ) ile (الكتب)kelimelerinin
yakın irtibatı dikkate alınmamış olur. Halbuki İbn Abbas ve Mücahid'in "sahifa" anlamı
ayetin bütünlüğüyle uyum içindedir.
2. Siyak Sibak Çerçevesi
Herhangi bir ifadeden önceki ve sonraki ifadelere
siyak sibak çerçevesinde anlamanın önemi ve bu çerçeve ile ilgisi bulunmayan
anlamların çıkarılmasının tutarsızlığını Zemahşerinin Nisa 172 ayetinde örenk
verlim. Gerek bu ayette, gerkse daha önceki ayette verilmek istenen mesaj
Allahın, oğul edinmekten beri olup yer ve gökteki her şeyin sahibi olduğu
fikrini vermektier. Fakat Zemahşeri bu ayeti açıklarken meleklerin
insanoğlundan üstün olduğunu söylemektedir.
3. Kur'ânın Bütünlüğü Çerçevesi
Gerek kelimelerin, çeşitli cümleler ve mana
çerçeveleri içindeki luğevi anlamların tesbiti gerekse Kur'âni sistem
içerisinde kazandıkları yeni manaların kavranması, hep Kur'ânın bütünü içinde
mümkün olmaktadır.
Örenğin Şuara suresi 19. Ayette Firavun Hz. Musa'ya
(وأنتَ من الكافرين) demektedir. Kafir sözcüğünün
inkar anlamında değil nankörlük olduğunu siyak sibak bütünlüğünde ve Kur'ânın
külli manzumesi içerisinde tesbit ediyoruz.
B. Kur'ânı Kendi Bütünlüğü İçinde Anlamaya Engel
Faktörler
1- Subjektiflikten Kaynaklanan Hata
İlimde sıhhatlı sonuçlara varmanın temel taşlarından biri objektiflilk
ilkesidir. Kur'ânın kendi bütünlüğü içinde anlaşılmasının vazgeçilmez
esaslarından biri belkide en önemlisi Kur'âna önyargısız yaklaşmaktır.
Önyargıdan kasıt Kur'ânı yorumlayanların kendilerinin veya görüşlerini
benimsedikleri önceki alimlerin fikirlerini esas alarak değil, Kur'ânı Kur'ânın
düşünce sistemi içinde anlamalarını kastedilmektedir. Elbette önceki
yorumlardan de istifade edeceğiz. Ancak bu, alimlerin fikrilerinin peşinen
kabul etmek almamalıdır. Onların fikirleri Kur'ânı anlamamızda derinliğe
ulaşmak için yardımcı unsurlardır.
Kur'ânla ilgili subjektif değerlendirmeler akla dayalı mantıki münakaşa
ve luğavi metode dayanmaktadır. luğavi metodu örneğin Zemahşerinin Kıyamet
suresi 23 ayetteki (ناظرة) kelimesini tenzih ilkesinden
hareketle bekleme yani Rablerinin sevabını ümit ederler beklerler şeklinde
yorumlamıştır. İmam Maturidi ise Ruyetullah konusunu açıklarken Ahirette
Allahın görülmeyecğini ileri sürenlerin delillerini tek tek ele almakta bu
düşüncenin geçersizliğini mantık yollarla çürütmeye çalışmaktadır. Görüşünü
ifadelerin sevk edildiği siyak sibak çerçevesine bakmadan yapmaktadır.
2- Metoddan Kaynaklanan Hata
a- Kur'ânı, Kendi Fikri Sistemi
İçinde Yorumlamamak
Kur'ân muayyen konulardaki açıklamalarını yaparken muhataplarına,
kendisine has bir üslupla ifade eder. O, bazen insanı duyguları coşturan,
gönüllerin derununa tercüman olan eşsiz bir edebi parçanın, ruhlarda icra
ettiği tesirle kıyaslanmayacak bir üslubla karşımıza çıkarken bazen akla ve
muhakemeye hitab eden ilmi bir eserden daha üstün bir ifade tarzı sergiler.
Diğer ilmlerinde kendinehas terminolojisinin ve sistemetiğinin olduğunu
görmekteyiz. Bilindiği gibi islam felsefesi ve kelam gibi ilimlerin oluşmasına
yol açan meseleler peygamber devrinde yoktu. Aristo metofiziğinin ve onun
felsefi metodunun etkisinde kalan islam filozofları ve kelamcıları önceleri Kur'ânın
dışında tartışılır olgunlaşan Kur'ân dışı problemleri edindikleri yeni aklı ve
mantıkı metodlerle Kur'âni bir platforma çekme gayretine girmişlerdir. Esasen
bu problemler ve onların çözümünde kullanılan metofizik kavramlar Kur'ânın dil
sisteminde yerini bulamıyordu.
Örneğin: Allahın zatı ile sıfatları arasındaki irtibat Allahtan fiilin
nasıl sudur ettiği, öldükten sonra hayatın nasıllığı (haşr cismani midir, değil
midir).
Müslüman filozof ve kelamcılar bu konularda kafa yormuşlardır fakat
hemen hepsi de Aristo kaynaklı mantık metodunu kullanmalarına rağmen çok farklı
sonuçlara varmışlardır. İbn Kuteybenin bu konudaki tesbiti ilginçtir: "Kelamcıların, düşüncedeki metotları doğru alsaydı, matematik, topoğrafya
ve geometri uzmanları gibi ihtilaf etmezlerdi. Çünkü onların aletleri sadece
aynı sayıyı ve aynı şekli gösterir."
b- Bütüncü Yaklşımdan Uzak Olmak.
Kur'ânın bir bütün olarak onlaşılmasında en büyük hatalardan biri,
bütüncü ve terkipci olamyan yaklaşım tarzıdır. Kur'ân tefsirinde yapılan
eksiklerden biri de her müfessirin yaşadığı dönemde revaçta olan ilimleri Kur'ân
tefsirinde ön plana çıkarmalarıdır. Örneğin: sarf nahiv gibi ilimlerde söz
sahibi olan müfessir bu ilimlerle alakalı izahlara dalmışlar. Kur'ânın vermek
istediği bütüncül mesaja odaklanmak yerine başka ayrıntılara ağırlık
vermişlerdir.
II. BÖLÜM
(KUR'ÂNIN KENDİNİ TEFSİR EDİŞ
BİÇİMİ)
Kur'ânın kendisinin tefsiriyle ilgili olarak hemen
herkes birtakım şeyler söylemiştir. Kur'ânın bir kısmı bir kısmını tefisr eder.
Bir yerde ummi olarak gelen bir ifade başka bir yerde tahsis edilir. Bir yerde
müphem olan lafız başka bir bölümde belirli hale gelir. Bir yerde mutlak olan
ifade diğer bir yerde mukayyet olarak geçer.
Mutlak İfadelerin Kayıtlanması
Kur'ân konuları işlerken bazı bölümlerde mutlak
ifadelerle verdiği hususları başka yerlerde kayıtlayarak yapar. Bunu iki yolla
yapar:
1- İstisna Yoluyla Açıklama
Allahu Tela, Müminlerin kafirleri, Yahudileri ve
Hristiyanları, Allah düşmanlarını ve müşrikleri dost edinmelerini
yasaklamaktadır. (Bakara 279, Nisa 144, Maide 51, Mümtehine1) fakat Ali İmran
suresinin 28. Ayetinin devamında kafirlerin dost edinilmesine isitisne
getiriliyor. Bu istisnaya göre müminlerin kafirlerin şerrinden korunmak için
onlarla dostça geçinebileceklerine müsaade ediliyor.
2- Bir Şeyin Sebebini Zikretmekle
Kur'ân, bazı mutlak ifadelerini değişik yerlerde
bir sebebe bağlayarak kayıtlar. Bazen sebebin zikredilmediği Kur'ânî ifadeyi
bütüne arzetmeden, müstakil olarak ele almak, kişiyi, Kur'ân'ın ruhuna ters
düşen sonuçlara götürebilir.
Kur'ânda "خَتَمَ" "طَبَعَ"fiilleri Türkçe olarak söylersek "Mühürledi"
anlamında gelmektedir.
Nisa 155, Araf 101, Nahl 108, Yunus 74, Gafir 35,
Casiye 23 gibi ayetlerde mühürlemenin sebeleri açıklanmaktadır. Bu ayetler
dikkate alınmazsa sanki Haşa Allah bazılarına torpil geçiyor anlaşılabilir.
C- GENEL İFADELERİN TAHSÎS EDİLMESİ
Kur'ân'da
çok sık rastlanan hususlardan biride, genel anlamlı kelimelerin hususî bir
anlamda kullanılmaidir. Genel anlamlı kelimelerin tahsîs edilmesi iki grubta
ele alınabilir:
1. Genel Anlamlı Kelimeden Kastolunan Şeyin Belirlenmesi.
Bazı
kelimeler çeşitli metinsel bağlamlarda bazen genel bazen hususi anlam içeriğine
sahip olabilir. Örneğin: "ظُلم"kelimesi genel anlamlı kelimelerindendir. Yerine göre şirk ve küfür
anlamında kullanılırken bazen de sadece yapılan bir hatayı veya haksızlığı
gösterir.
Ali İmran 151. Ayette küfür ve şirk anlamlarına
gelir Lokman suresi 13. Ayette "ظلم" kelimesi
şirk anlamına gelir. Nisa 64, 148 vev Nahl 41, Fatır 32 ayetlerde hata
haksızlık anlamına gelir.
2.
Genel Anlamlı Bir kelimenin Şümulüne Giren Hususların Birkaçının Açıklanması.
Genel anlamlı kelimeler aynı zamanda külli
kavramlar olduklarından cüz'iyyatı kapsamlar için alırlar.
Kelimelerin içinde bulunan cüz'iyyat umumiyetle Kur'ânın
diğer bölümlerinde açıklanmaktadır.
Öğrneğin: Enbiya suresi 74. Ayetteki (خبائث) kelimesi
kötü bayağı işler anlamına gelmektedir. Bu ayette Lut kavminin işledikleri
kötülüklerden söz edilmektedir. Kötülüklerin ne olduğunu Enbiya sursei 74.
Ayetteki (خبائث)den kesin bir bilgi edinmmemekteyiz. Ancak bu kötü
filler neler olduğu Ankebut 29 ayette kadınlar bırakıp erkeklerle temsta
bulunma, yol kesme, Şuara 167 ve Neml 56. Ayetlerde peygamberi yalanlama ve onu
yurdundan çıkarma tehdidinde oalrak açıklanmaktadır.
Ç. Müphem Hususların Açıklanması
Kur'ânın
dikkat çeken özelliklerinden biri de yer zaman ve şahıs isimlerini öne
çıkarmamasıdır.
Kur'ân bu durumlarda çoğunlukla ism-i işaret, ismi
mevsul ve zamir kullanmaktadır. Bu durum beraberinde bir kapalılığı getiriyor.
Ama bu belirsizlik hiçbir zaman mesajın, anlaşılır ve kavranabilir olma
özelliğini kaybettşrmez. Kur'ânda müphemlerin nasıl açıklandığını ele alalım.
1- İsmi Mevsullerle Kastolunan
Şeylerin Açıklanması.
Önceden Kur'ânın anlatım tarzlarından birinin de bazı şahıs ve nesne
adlarının açıkca vermeyip onları ismi mevsullarle anlatması olduğunu yukarıda
belirtmiştik.
Bu konudaki en bariz örnek Hz. Meryemle alakalı olandır. Enbiya
suresinin 91. Ayetinde (التي) ism-i mevsulü ile namusunu
koruyan, Allahın kendisine ruhundan üfleyip hem onu hem de öğlunu Allhın kendi
kudreti için alemlere belge kıldığı bir kadından bahsedilirken Tahrim suresinin
12. Ayetinde Enbiye suresi 91 ayetteki (التي) ismi
mevsulünün Hz. Meryem işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Garib Kelimelerin Açıklanması
Kur'ân
her zaman muhatabların kolayca anlayabileceği özellikle indiği dönemdeki konuşma
dilinde yaygın kullanımlı kelimelere yer vermemiştir.
O dönemin Arap dilinde çok az kullanılan sadece
belirli kesmelerce bilinen kelimelerde Kur'ânda yer almıştır. Sahabenin ileri
gelenleri bile Kur'ânın kullandığı bazı kerlimelerin ne anlama geldiğini
bilmediklerini ifade etmişlerdir.
Mesele Hz. Ömer (أبًّا) kelimesini
anlamadığı İbni Abbasın (غِسْلِين) ve (حنانًا)
kelimelerin manalarını bilmediği şeklinde rivayetler bulunmaktadır. Zaman
içerisinde Kur'ândaki garib kelimeleri açıklayan eserler verilmiştir.
İfadelerdeki İhtimallerin Bir'e İndirilmesi
Kur'ânda
iki veya daha fazla manaya yorulabilecek kelimeler ve ifadeler, yine Arap
dilinin bir özelliği olarak yer almaktadır. İki veya daha çok anlamda
kullanılan kelimelere lafzı müşterek denilmektedir. Örneğin: Nisa suresi 24.
Ayetteki (محصنات) kelimesidir. Bu kelime üç değişik anlamı
karşılar. "Bunlar iffetli ve namuslu kadınlar" "evli kadınlar" ve "hur kadınlar"dır. Bu kelimenin Kur'ânda
bu uç anlamda kullanıldığını müşahade etmekteyiz. Ama sözünü ettiğimiz ayette,
bu üç ihtimalden yalnızca biri ön plana çıkıyor o da "muhsanat"ın "evli kadınlar" olarak alınmasıdır. Böyle
bir tayini yapabilmek için kelimenin sevk ediliş tarzına ve gayesine bakmak yeterlidir.
Çünkü bu ayetten bir önceki usunca ayetin başından beri işlenen konu bir
erkeğin evlenmesi kendisine haram kılınan kadınlardır.
İzahı Güç Hususların Açıklanması
Kur'ândaki
izahı güç olan ihtilaf ve çelişki bulunduğu sanılan hususlara Kur'ân ilimleri
terminolojisinde (Müşkil) Kur'ânın bu tür ifaderlerini ele alarak onun
çelişkisizliğini ve tutarlığını ortaya koymaya çalışan ilme de (Müşkil'il- Kur'ân)
denilmektedir.
Müşkil'ul- Kur'ân ilmi zaman içerisinde bir
ihtiyaçta doğmuş ve bu konuda müstekil eserler verilmiştir. Bu konuda akla ilk
gelen eser İbn Kuteybe'nin Tevilü Müşkil'il Kur'ân'dır. Kur'ânda bir biriyle
çelişir gibi görünen ifadelere örneğin: İsra suresi 16. Ayetiyle Araf suresinin
28. Ayetide ilk bakışta çelişir gözükmektedir. İsra suresindeki ayetin meali:
"biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde oranın şımarık varlıklarına
emrederiz, onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir, yok almayı hak eder."
Araf suresinin 28. Ayetinde ise "Allah
kesinlikle kötü ve çirkin şeyleri emretmez" denilmektedir.
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR)
ANABİLİM DALI
Prof.Dr. Ahmet Nedim SEİNSU'yun
"KUR'ÂNIN
ve BAĞLAM"
Adlı Eser'in Özeti
Hazırlayan Ögrenci: Muhammed SAQAAN
Öğrenci No: 20922734
Ders Adı: Esbab-ı Nüzul I
Prof. Dr. Ahmed Nedim SERİNSU
ANKARA 2020
- KUR'ÂN İLİMLERİ ARASINDA
ESBÂB-I NÜZUL İLMİNİN YERİ
Kur'ân ilimlerinden biri olarak esbâb-ı nüzul
ilmi, İslâmiyet'in ilk asrından bu yana Kur'ân-ın alaşılmasında önemli bir ilim olarak mütalaa edilmiştir.
Sahabe ve tâbiûn dönemlerinde bu ilmin müstakil
olarak ele alındığı ve Kur'ân-ı Kerîm'i anlama gayreti içine girenlerin mutlaka
bilmesi gereken bir ilim olarak zikredildiği görülmektedir.
ESBÂB-I NÜZUL İLMİNİN TANIMI
Esbâb-ı nüzul ilmi, doğuşundan günümüze kadar
birçok tarifle ifade edilmiştir.
Klasik
dönemden Vahidî (468/1075), Zerkeşî (794/1391), Suyûtî(911/1505), Kâfiyecî (879/1474), ve Şâtibî' nin(790/1388) tariflerini belireteceğiz:
1- Vahidî (468/1075)
esbâb-ı nüzul ilmini şöyle tarif eder: "Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasına imkân sağlayan çok
güvenli bir yoldur".
2-
Zerkeşî (794/1391) ise Kur'ân-ı Kerîm tefsirinde
bilmeye muhtaç olduğumuz bir ilim olarak takdim eder.
3-
Suyûtî'ye (911/1505) göre: esbâb-ı nüzul,
hadisenin/ vuku bulduğu günlerde
âyetin nazil olması durumunda gerçekleşir.
4-
Kâfiyecî (879/1474) ise şöyle demektedir:
"Nüzul sebebine gelince o, Kur'ân'ın iniş sebebidir".
5-
Şâtibî (790/1388), esbâb-ı nüzulü "muktezây-ı
hali bilmek" olarak tanımlar.
Modern dönemden: İbn Âşûr (1879-1973), Zerkânî (1367/1948) ve Garaudy'nın
tariflerini zikreceğiz:
1-
İbn Âşûr (1879-1973) esbâb-ı nüzul'ü
"âyetlerin hükmünü beyân etmek, onunla ilgili olayları hikâye etmek,
reddetmek veya benzeri maksatlarla indiği rivayet olunan hadîseler" şeklinde
tarif eder.
2-
Zerkânî (1367/1948) esbâb-ı nüzulü şöyle tarif
etmektedir: "Vuku bulduğu günlerde ondan bahseden veya onun hükmünü
açıklayan âyet veya âyetlerin inmesine sebep olan ve Hz. Peygamber zamanında
meydana gelmiş bir hadîse veya O'na yöneltilmiş bir sorudur.
3-
Garaudy'e göre sebeb-i nüzul, Hazreti Peygam-ber'in
ümmeti için ortaya koyduğu bir soruya Cenâb-ı Allah'ın somut bir cevabıdır.
4-
Adnan Zarzûr, sebeb-i nüzulü şöyle tarif eder: "Sebeb-i
nüzul tarihi bir olgu (yani olmuş olan, gerçekleşmiş olarr ^) veya nüzul
asrında meydana gelmiş bir hadîsedir".
Esbâb-I Nüzul İlminin Doğuşu Ve
Gelişimi
Peygamberinin vefatından
sonra yeni müslüman olanlara bazı ayetler hakkında bir takım açıklama yapmak
gerekiyordu. Toplum üyelerinin büyük bir çoğunluğu bu ayetlerle ilgili bir
takım şeyler biliyordu. Ancak bir eksikler ancak iyi bilenlerle doldırulabilir.
Bunun içinde içlerinden İbn Abbas
gibi sebâbi nüzulları soran araştıran kişiler çıkmıştır.
Tabiûn döneminde de esbâb-ı nüzul
rivayetleri toplanmaya devam edilmiştir.
İslâmiyet'e yeni giren kavimler ve ehli
kitapla olan münasebetler sebebiyle rivayetlerde artış olmuştur. Tabiîlerin esbâb-ı nüzule bakışnı Hasan Basri'nin şu ifadesi güzelce özetlemektedir: "cenab-ı Hak inzal buyurduğu bir ayetİn sebeble indirlidiğinin, bu ayetle ne murad olunduğunun ve çıkarılan
hükümlerin bilinmesini kesinlik ister, bundan haşnud olur".
Esbâb-I Nüzule Dair Eserler:
·
Ali b. el-Medînî
(234/848), Esbâbu'n-Nuzûl.
·
Muhammed b. Es'ad el-Kırâfî, Esbâbu'n-Nuzûl.
·
Ebu'I-Hasan Ali b. Ahmed el-Vâhidî (468/1075), Esbâbu'n-Nuzûl.
·
Muhammed b. Es'ad
el-Irakî el-Hanefî (567/1171), Esbâbu'n-Nuzûl.
·
Ebu Cafer Muhammed b.
Ali b. Şuayb el-Mâzenderânî (588/1192), Esbâbu'n-Nuzûl.
·
Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali İbnu'l- Cevzî (597/1200),
Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân.
·
İbn Teymiyye
(728/1327), el-İlm bi-Esbâbi'n-Nuzûl, Dâru's-Sakâfeti'l-İslâmiyye, Riyad
(1381/1961).
·
İbn-i Hacer el-Askalânî (852/1448), el-Ucâb fî
Beyâni'l-Esbâb. Suyûtî, İbn-i
Hacer'in bu eseri hakkında: "في غاية النفاسة"
tabirini kullanmaktadır. Onun bildirdiğine
göre ibn-i Hacer eserinin yarısına gelmişken vefat etmiştir. Bu sebeple kitap
müsvedde halinde kalmış ve intişar
etmemiştir.
·
Celaluddin es-Suyûtî, Lubabu'n
Nukul fi Esbâbi'n n- Nuzûl.
·
(es-Sekkâkî'nin Miftâhu'l-Ulûm isimli eserinin kenarında). (876/1472),
Mededur'r-Rahmân fi Esbâbi Nuzûli'l-Kur'ân.
·
Lübbî Muhammed Efendi
(Hafız) (1166/1752), Lubbu't-Tefâsîr fi Ma'rifeti Esbâbi'n-Nuzûl ve't-Tefsîr.
·
Atiyetullah b.
el-Burhân eş-Şâfiî el-Uchûrî (1190/1776), Îrşâdu'r-Rahmân
Li-Esbâbi'n-Nuzûl ve'n-Nesh ve'l-Müteşâbih ve Tecvidi'l-Kur'ân. (Ezher Üniversitesi
Kütüphanesinde, Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanesinde, İstanbul Üsküdar Hacı Selim Ağa
Kütüphanesi'nde nüshaları vardır.)
·
Ahmed b. Ali b. Ahmed el-Hanefî, Kitab-u Se-bebi'n-Nuzûl fi Teblîği'r-Rasûl.
(Süleymaniye Kütüphanesi, Hüsrev Paşa 26, İstinsah tarihi: 1201/1786.) lb'de
Vâhidfnin eserini ihtisar ettiğini söylemektedir. Aynı eser Dâru'l-Kutub
(Kahire)'de Esbâbu't-Tenzîl olarak fışlenmiştir. [Fuat 40/1, (19947) - 1009.]
·
Hasan b. Hüseyin b.
Ahmed b. Muhammed et-Tulûnî el-Mîmâr el-Hanefî, Esbâbu Nuzûli'l-Kur'ân. (Süleymaniye
Kütüphanesi'nde nüshası vardır. İstanbul Fatih Murad Molla eski kayıt: 1315,
yeni kayıt: 1014/1; Ramazan Efendi, 1089.)
·
Abdulcelil
en-Nakşibendî, Esbâbu'n-Nuzûl. (Ezher
Üniversitesi Kütüphanesi'nde bir nüshası vardır.)
İlahiyat Fakültelerinde Esbâb-i Nüzul
Konusunda Hazırlanmış tezler:
·
Asuman Aydemir,
Tefsirlerdeki Sebeb-i Nüzul Rivayetlerinin Ana Kaynaklardan Tesbiti, Dokuz
Eylül Üniv. İlahiyat Fak., Lisans, İzmir 1988, 50s.
·
Ayşe Aydemir,
Tefsirlerdeki Sebeb-i Nüzul Rivayetlerinin Ana Kaynaklardan Tesbiti, Dokuz
Eylül. Üniv. İlahiyat Fak., Lisans, İzmir 1988, 109 s.
·
Yusuf Çelik, Kısa
Sûrelerin Nüzul Sebepleri, Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak., Lisans, İzmir 1983,
71s.
·
Hasan Çelikkaya, Din
Sosyolojisi Açısından Âyetlerin İniş Sebepleri Üzerine Bir Araştırma, Ankara
Üniv. İlahiyat Pak., Doktora, Ankara 1983, 493 s.
·
Muhsin Demirci,
Esbâbu'n-Nüzul ve Esbâbu'n-Nüzul'e Dair Müstakil Eserler, Marmara Üniv.
İlahiyat Fak., Yüksek Lisans, İstanbul 1984.
·
Güner Işıldak,
Esbâb-ı Nüzul ve Kur'ân'ı Anlamada Rolü, Ankara Üniv. İlahiyat Fak., Lisans,
Ankara 1988, 66 s.
·
Burhanettin Kıyıcı,
Esbâb-ı Nüzulün Hükmü ve Berâ'e Sûresinde Tatbiki, Atatürk Üniv. İlahiyat Fak.,
Lisans, Erzurum 1938, 27 s.
·
Mehmet Emin Özaşfar,
Esbâb-ı Nüzul, Buhari ve Müslim'deki Nüzul Sebeplerine Ait Rivayetlerin Derlemesi,
Ankara Üniv. İlahiyat Fak., Ankara 1987, 206
·
Enver Sağcan,
Tefsirlerdeki Sebeb-i Nüzul Rivayetlerinin Ana Kaynaklarından Tesbiti, Dokuz
Eylül Üniv. İlahiyat Fak., Lisans, İzmir 1988, 83s.
·
Osman Saruhan,
Tefsirlerdeki Sebeb-i Nüzul Rivayetlerinin Ana Kaynaklarından Tesbiti, Dokuz Eylül
Üniv. İlahiyat Fak., Lisans, İzmir 1988, 60 s.
·
Cansever Şahin,
Esbâb-ı Nüzulle İlgili Rivayetlerin Tenkidi, Erciyes Üniv. İlahiyat Fak.,
Yüksek lisans, Kayseri.
·
Günay Tümer, Kur'ân-ı
Kerîm'de Nüzul Sebeplerinin Mahiyet, Hususiyet ve Kaideleri, Ankara Üniv.
İlahiyat Fak., Lisans, Ankara 1961.
·
Ahmet Yaşar, Taberî
Tefsirinin Nüzul Sebepleri Açısından İncelenmesi, Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat
Fakültesi, Yüksek Lisans, İzmir 1987, 151 s.
·
Ahmet Yıldız, İbn-i
Hişam'ın Sîre'sinde Esbâb-ı Nüzul; Ankara Üniv. İlahiyat Fak., Lisans, Ankara
1986, 40 s.
Esbâb-I
Nüzulü Bilmenin Yolu
Esbâb-ı nüzulü tarihi bir vakıa
veya nüzul asrında meydana gelmiş bir oalydır.
O halde
esbâb-ı nüzulün bilinmesi ancak rivayet yani nakil yoluyla olabileceği aklî ve
mantıkî bir sonuçtur.
Bu ifadelerin anlamı şudur: Esbâb-ı nüzul ancak sahih nakille
bilinebilir. Dolayısıyla bu alanda fikir yürütmeye mahal yoktur. Yani nüzul sebebi
akılla idrak edilmesi mümkün olmayan, sadece işitme veya görme suretiyle
bilinebilen ve sahabîden gelen rivayettir. Bu rivayet adeta Hazreti
Peygamber'den bildirilmiş hükmünde kabul edilir. Bunun için hadîs usûlünde
hükmen merfû sayılır.
Sahabeden nakledilen esbâb-ı nüzul onu bilmenin
yoludur.
Sahabenin
bu tecrubesine tanıklık
eden tabilerde onlardan esbâb-ı
nüzul rivayetleri nakletmişlerdir.
HADİS
USÛLÜ AÇISINDAN ESBÂB-I NÜZUL RİVAYETLERİ
Hadis metdodolojisi açısından esbâb-ı nüzul rivayetlerine baktığımızda rivayetlerin merfu ve mürsel
şeklinde olduğunu görürüz.
Merfu: Senedi H.z peygambere ulaşan rivayetlere denir.
Mürsel: Senedinde sahabenin düştüğü rivayetlere
denir.
ESBÂB-I
NÜZUL RİVAYETLERİNİN KALIPLARI
rivayet
sıygalarının (kalıplarının) iki ana başlık altında ela alınabilir.
1-
Sebeb İfade etmede "nass" olan rivayetler.
2-
Sebeb İfade etmede "nass" olmayan
rivayetler.
a-
Sebeb İfade etmede "nass" olan rivayetler.
1- "Sebeb-i
nüzul" ibaresi terim olarak ele alındığında kavramın sınırları içinde
kalan rivayetlerdir.
2- "Sebebi
budur" denilerek yapılan rivayetlerdir. Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir.بسبب نزول الآية كذا
3- Sıyga, nüzul
sebebi olduğunu gösterir. Başka bir tarafa hamledilemez.
4- "Şu olay
vuku buldu da..." denilerek yapılan rivayette olay anlatıldıktan sonar
"ف" harfi ile başlayan ibareler حدث كذا فنزل قوله
تعالى كذا
Hz. Peygamber'e şu mesele hakkında konuşuldu da şu
âyet indi...وقع كذا فنزل قوله تعالى
5- "Sebeb" ifadesinin kelâmın gelişinden ve
ibaredeki açık bir delilden anlaşıldığı rivayetler قرينة واضحة
سئل رسول الله عن كذا
فنزل قوله تعالى
b-
Sebeb İfade etmede "nass" olmayan
rivayetler.
1-
"Sebebi budur" denilerek yapımayan olay
anladıktan sonra
"ف" gelmemiş ve kelamın gelişindedn nüzul sebebi rivayeti olduğu analaşılmayan rivayetlerdir.
Bu rivayetlerde sıyga, sebebin
ihtimal dahilinde olduğu ifadesini taşır.
2-
"Sıyga"dan
rivayetin kesinlikle
nüzul sebebi olduğu anlaşılmaz; sadece âyetin içerdiği
manâ veya manâlardan birini beyân ettiği anlaşılır.
3- نزلت هذه الآية في كذا Ayet şu olay hakkında inmiştir. Âyetin şu olay hakkında indiğini
zannediyorum أحسب هذه الآية نزلت في
كذا
Veya âyetin ancak şu olay hakkında indiğini
zannediyorum. ما أحسب هذه الآية إلا نزلت في كذا
4-
مراد الله من هذه الآية
كذا Bu âyetten Allah Teâlâ'nın muradı budur.
Âyet şu hususa
delâlet etmektedirتدل الآية على كذا.
Âyetten
alınacak manâ şudur يؤخذ من الآية كذا.
Esbâb-ı nüzul rivayetlerini birçok açıdan tasnife tâbi tutmak mümkündür.
a-
Esbâb-ı nüzul
rivayetlerini "vürûdu" itibariyle
tasnif etmek.
b-
Bir âyet için
çeşitli sebebler zikredildiğinde hadîs usûlü kriterleri uygulanarak yapılan tasnif.
c- Şah Veliyyullah Dihlevî'nin tasnifi.
d- Tâhir b. Aşûr'un
senedi sahîh olan esbâb-ı
nüzul rivayetlerini beş kısıma ayırması.
e-
Esbâb-ı nüzul
rivayetlerini nevileri açısından tasnif etme:
e1- Esbâb-ı nüzul rivayetleri.
e2- Tefsir için yapılan esbâb-ı nüzul rivayetleri, değerlendirmeleri.
a- Vürûdu İtibariyle Tasnif Etme
Kur'ân ayetlerinin bir kısmı bir sebebe binâen nazil olmuştur. Ekseriyeti ise bir sebebe
mebni olmaksızın "ibtidâen" nazil olmuştur. Bu kısımlar ise
şunlardır:
1- Soruya cevap olarak vârid olanlar:
a- bir soru sorma.
b- istifta
(fetva, istemek) maksadıyla sorma.
Bu gruptaki
rivayetler tasnifi en kolay olanlardır. Çünkü Kur'ân metninde "Sana soruyorlar" يسألونك kalıplarıyla
ifade edilmiş cevapları vardır.
2- Hükmü beyân maksadı ile varid olanlar:
a) bir hal veya durum sebebiyle,
b) bir hadisenin meydana gelmesi sebebiyle. Bu gruptaki rivayetler
tasnifi en zor olanlardır. Çünkü rivayetler çok fazladır. Yani bir âyet için birçok rivayet vardır.
b- Bir Âyet İçin Çeşitli Sebepler Zikredildi-ğinde hadîs Usûlü
Kriterleri Uygulanarak Yapılan Tasnif.
Hadîs mecmualarının tefsir bablarında ve tefsir kitaplarında bir âyetin
sebeb-i nüzulü olarak birçok rivayet görmek mümkündür.
Âlimler bu kabil
rivayetleri değerlendirebilmek maksadıyla hadîs usûlü kriterlerinden yararlanmışlardır. Bu tasnif şöyledir:
1- Rivayetlerden biri sahîh, diğerleri sahîh değildir. Bu durumda bir
problem sözkonusu olamaz. Çünkü hadîs metodolojisi uygulanarak "salih" olan rivayet bulunmuştur.
2- İki rivayet de sahihtir; bir rivayet için tercih sebebi vardır.
Meselâ nüzul ortamında cereyan eden hadiseyi bizzat gören ve yaşayan ravinin
(sahabî) naklettiği veya ondan nakledenin (tabiî) rivayeti tercih edilir.
3- İki rivayet de sahîh, biri için "tercih sebebi" yok, fakat
iki rivayet arasında "cem" yapmak mümkündur. Bu durumda
sebebin taaddüt ettiğine hükmedilir.
4- İki rivayet de sahîh, biri için tercih sebebi yok, aralarının cem
edilmesi mümkün değil (iki hadîse arasında zaman farkı sebebiyle), o halde
nüzulün tekerrür ettiğine (taaddudu'n-nuzûl) hükmedilir.
c-Şah
Veliyyullah Dihlevî'nin Tasnifi.
Şah Veliyyullah Dihlevî sebeb-i nüzul rivayetlerini
iki kışıma ayırır. Birinci kısım rivayetleri bilmek gereklidir. İkinci kısım
rivayetleri bilmek ise gereksizdir.
Dihlevî'nin iddiasına göre esbâb-ı nüzul konusunu
anlamak isteyen kişi onun açıklamalarını zihninde ilke halinde tutarsa bu
alanla ilgili problemleri çözmeğe muktedir olacaktır.
Dihlevî müfessirin, dolayısıyla Kur'ânı anlamak
isteyen kişinin esbâb-ı nüzulü iki yerde kullanabileceğini söylemektedir.
1- Kur'ân-ı Kerîm, metninde hususi durumlarına bir imâ (ta'riz) bulunan
gazveler ve benzeri kıssaların (hadiselerin) bilinmesi, bu âyetlerin manâlarına ulaşılabilmesini, bu imânın anlaşılmasını sağlamaktadır.
2- Kur'ân metnindeki umumî ifadeyi tahsis etmeye
sebep olacak kıssa, veya kelâmın, zahirinden çevrilmesi vecihlerinden biri
dolayısıyla ortaya çıkan problemi, yani âyetten maksud olanı anlamak ancak
sebeb-i nüzulü bilmekle mümkündür'.
Dihlevî, ilk müfessirlerin âyetin manâsıyla münasebeti
olan hadiseyi nüzul sebebi olarak zikretmekle, âyetin manâsını çevrelemeyi veya umum ifadesinin bu
hadîse için de geçerli olduğunu beyan etmeyi murad ettiklerini söylemektedir.
Dihlevî'ye göre sahabe ve tâbiûnun ""نزلت الآية في كذا وكذا Bu âyet şu ve şu sebeplerle
indi", demelerinden maksatları da anılan bağlamda değerlendirilmelidir.
Yani onlar âyetin geçerli olduğu durumları tasvir etmek istemişlerdir. Ayetin
genel anlamı ile kapsadığı hadiselerden^ bazısını zikretmişlerdir. Bu sebeple
hadiselerin âyetin inmesinden önce veya sonra vuku bulmuş olması, bunların
cahiliyet veya İslâmiyet dönemlerinde cereyan etmiş olması, israiliyattan
bulunması ile âyetin içerdiği bütün manâları veya bir kısmını ihtiva etmesi
halleri eşittir, bir fark ifade etmez.
Tefsir için yapılan ve sıygası itibariyle sebep
ifade etmede nass olmayan esbâb-ı nüzul rivayetlerinin nasıl oluştuğunu
açıklamak, konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Dihlevî bu
hususları şöyle sıralamaktadır:
1-
Hz. Peygamber'in bir hadîse karşısında bir âyet tilavet ederek olay-âyet
benzeşmesini, benzeyişini (te-messül) ifade etmesi.
2- Hz.
Peygamber'in anlattığı konuda delil gösterme maksadıyla bir âyet
tilavet etmesi.
3- Sahabînin, âyetin maksudundan
bulunan bir olay sebebiyle rivayet etmesi.
4- Sahabenin aralarında cereyan eden münazaralarda delil gösterdikleri
bir âyet. Meselâ bir hadîse üzerine tartışmakta iken bir âyetle istişhad edilmiştir. Rivayetlerde bu durumun esbâb-ı nüzul nevinden sayıldığını görmekteyiz.
Halbuki sahabî tefsiri
olarak değerlendirilmelidir.
5- Sahabînin âyetin nazil olduğu yeri belirtmesi.
6- Sahabînin âyette müphem bir ifajie ile zikredilen şahısların
isimlerini belirlemesi.
7- Sahabînin kıraat ilmi ile ilgili açıklamaları.
Netice itibariyle Dihlevî'ye göre esbâb-ı nüzul rivayetlerinden
nüzul ortamına ait bulunan ve dolayısıyla Kur'ân metninde hususî durumlarına
bir îma bulunan kıssalar ile âyetin umum ifadesini tahsise sebep olabilecek rivayetleri bilmek Kur'ân'ın anlaşılması için gereklidir. Bu rivayetler ancak sahih nakil yoluyla
bilinebilir. Diğer rivayetler ise tefsir için yapılmış esbâb-ı nüzul değerlendirmeleridir.
Re'y ve içtihada açık bir alanda cereyan etmektedir.
D- Tâhir b. Âşûr'un Tasnifi
Tâhir b. Âşûr, senedi sahîh olan esbâb-ı nüzul rivayetlerini beş kışıma
ayırmaktadır.,Onun senette sıhhat şartını Özellikle vurgulaması önemli bir
hususiyettir. Çünkü birçok âlim bu konuya gerekli önemi vermekte titiz
davranmamışlardır. Ibn Âşûr'un bu sınıflamasını Özetleyerek aktarıyoruz.
Birincisi: Âyet ve maksûdunun anlaşılması, se-beb-i
nüzulü bilmeye bağlıdır. Bu gruptan olan rivayetler ise şunlardır:
125
a- Mübhemâtü'l-kur'an tefsirleri.
Örnek: Mücadele قد سمع الله قول التي تجادلك في زوجها
b- Özel bir durum dolayısıyla gelen âyetler. Örnek:Bakara 104. âyetidir.
يا أيها الذين آمنوا لا تقولوا راعنا وقولوا انظرنا
c- Metninde " ومن الناس" ibaresi bulunan âyetler.
ikincisi: Ahkâmın teşriine sebep olan hadiseler
kısmıdır. Bu hadiselerin özelliği mücmel olanı beyân etmesidir. Ayetin
medlulüne tahsis, ta'mim veya takyîd yönlerinden muhalif bulunmamasıdır.
Üçüncüsü: Bir ferdin işlemesi ile birlikte insanî yapıp etmeler cümlesinden olan, dolayısıyla da çok sık meydana gelen
hadiseler kısmıdır. Âyet, böyle hadiseleri ilan etmek, hükümlerini açıklamak
ve bu hatalı fiili isleyen insanı uyarmak üzere nazil olmuştur.
Dördüncüsü: Nüzul ortamında birçok hadîse olmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm, bu hadiselerden önce veya sonra nazil olmuş ve manâları bu
olaylarla ilişkili veya
benzer âyetler içermektedir.
Beşincisi: Mücmel olanı beyân eden ve müteşâbih olma
ihtimalini uzaklaştıran kısımdır. Âyetlerin birbir-
leriyle münasebet yönlerini açıklayan rivayetler de bü kısımdandır.
D- ESBÂB-I NÜZULLE İLGİLİ MESELELER
Esbâb-ı nüzul ilminin alanı dahilinde bazı problemli hususlar vardır. Bunlar taaddüt ve taahhür meseleleridir.
Bir diğeri ise nüzule sebep olan hadise dolayısıyla inen âyetin bu
hadiseye hâs mı olduğu, yoksa umum mu ifade edeceği meselesidir.
1. TAADDÜT MESELESİ
Birçok nüzul sebebi dolayısıyla bir âyet nazil olmuş ise buna "sebebin
taaddütü" denilmektedir. Tam tersi bir durumda, yani birkaç âyet tek sebep
için inmiş olabilir. Bu durum da "nüzulün taaddütü" olarak ifade
edilmektedir.
a-
Nüzul Sebebin Taaddütü
Burada üzerinde önemle durulması gerkli olan bu husus, taaddüt
meselesinin varlığından varlığından söz edilen rivayetlerin mutlaka sahih
rivayetler olmalarıdır.
Zerkânî'ye görte iki rivayet:
a. sıhhat bakımından eşitse,
b. birini tercih etmek için bir sebep yoksa,
c. iki sebebin de bilfiil vuku bulması dolayısıyla aralarını cem etmek
mümkün oluyorsa, âyet bu iki hâdisenin akabinde nazil olmuştur. Burada önemli
bir şart vardır. O da iki hadisenin zaman bakımından yakınlığıdır.
Örnek: Nûr sûresinin 6-9. Âyetlerinin nüzul sebebi olarak zikredilen hadiselerdir. İlk rivayete göre Hilâl b.
Umeyye, Hz. Peygamber'in huzurunda karısını zina etmekle itham etti. Hz.
Peygamber onu delil getiremezse hadde maruz kalacağı şeklinde uyardı. Fakat
Hilâl:
"Seni Hakk ile gönderene yemin ederim ki, ben doğru söylüyorum ve
Allah da sırtımı hadden kurtaracak vahyi mutlaka indirecektir", diyerek
karşılık verdi. Bu sırada Cibril hemen iniverip, ona yukarıdaki âyet-i
kerimeleri getiriverdi.
İkinci rivayete göre Uveymir, kabilesinin lideri olan Asım b. Adiyy'e gelip bir
adam karısıyla birlikte. birisini bulup öldürürse, onu öldürdü
diye ona kısas uygulanıp uygulanmayacağını kendisi için Hz. Rasûlul-lah'a
sormasını istedi. Asım da O'na sordu. Ancak Hz. Peygamber böyle sorular
sorulmasını ayıpladı. Uveymir durumu öğrenince Hz. Peygamber'e giderek sordu.
Hz. Peygamber: "senin ve karın hakkında ayetler nazil oldu buyurdu.
Üçüncü rivayete göre Ensâr'dan biri, karısını zina halinde yakalayan adamın
halini tasvir ederek bu adamın ne yapması gerektiğini Hz. Peygamber'e sordu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber;
"Allah'ım! bu konuda hüküm beyan et", diye dua etmeye başladı.
Bunun üzerine Liân âyeti nazil oldu.
b- Nüzulün Taaddütü
Bir hadise sebebiyle birden çok âyeti kerimenin
nazil olması murat olunmaktadır. Örnek: Bir sebep için birçok âyet nâzü olması. Ümmü Seleme, Hz. Peygamber'e kadınlarla ilgili üç
ayrı soru yöneltmiş ve akabinde âyetler nazil olmuştur.
1- "Erkekler Kur'ân'da. zikrolundukları halde, bizler niçin zikrolunmuyoruz?"
2-
"Allahü Teâlâ'nın Hicret konusunda
kadınlarla ilgili bir şey zikrettiğini duymuyorum?"
3- "Erkekler savaşıyor, biz ise savaşmıyoruz. Keşke bizler de
onlar gibi savaşıp şehit olabilseydik! Sonra bize miras olarak, erkeklere
verilenin yarısı veriliyor."
el-Hâkim'in tahrîc ettiği habere göre birinci sorunun akabinde Âl-i İmrân sûresi 195. Âyeti
ile Ah-zâb sûresi 35. Âyeti nazil olmuştur.
ikinci sorunun akabinde Al-i İmrân sûresi 195. âyeti nazil olmuştur.
üçüncü sorunun akabinde Nisâ sûresi
32. âyeti ile Ahzâb sûresi 35. âyeti nazil olmuştur.
2- HÜKMÜN VEYA NÜZULÜN TAAHHÜRÜ MESELESİ
Bu meseleden bahseden iki âlim Zerkeşî ile Suyû-tî'dir, İlkisi de benzer
şeyler söylemişlerdir.
Zerkeşî nüzulün, hükümden Önce olabileceğini A'lâ sûresi 14. Ayetle açıklar: "قد أفلحَ منْ
تزَكَّى"
Bu âyetle, Beyhakî'nin İbn Ömer'den rivayet ettiğine göre fıtır
sadakasına istidlal olunmuştur. Halbuki bu âyet Mekkî'dir. Mekke döneminde
ise ne fıtır sadakası ne de bayram vardır.
E- ESBÂB-I NÜZULLE İLGİLİ DİSİPLİNLER
(İLİMLER)
Selef, bazı âyetlerin manâları
hakkında güçlükle karşılaştıklarında nüzul sebeplerine başvurarak ayetlerdeki gayelere vâkıf olmuşlardır. Onlar bu sayede şer'î ahkâmın
hikmetini de belirlemiş oluyorlardı.
Örnek: "Her namazda Kıble'ye
yönelmenin bir fariza olduğunu biliyoruz. Halbuki Bakar suresi 115 âyette
"فأينما تُولُّوا
فَثَمَّ وجْهُ الله"
-
Onun için her nereye yönelirseniz Allah'ın vechi (Allah'a yönelecek cihet)
vardır." âyet-i kerimeden zahiren bu farziyetin olmadığı anlaşılabilir,
bunun neticesi olarak yanlış bir düşünce hâsıl olabilir.
Fakat hu âyet-in Kıble'nin hangi
tarafa doğru olduğunda şüpheye düşen yolcular hakkında nazil olduğu bilinince
böyle bir hatalı anlayışa meydan kalmaz.
2-
MÜBHEMÂTU'L-KUR'ÂN İLMİ
Mübhemâtu'l-Kur'ân ilmi Kur'ân-ı
Kerîm'de müphem bırakılan (anlaşılması açık ve belirli olmayan) bazı
kelimeleri açıklamayı konu edinen ilimdir.
-İsm-i işaretler,/
- ism-i mevsûller,
- zamirler,
- cins isimler, .
- belirsiz zaman zarfları,
- belirsiz mekân zarfları, mübhemâta
girmektedir.
3-
TENÂSÜB VE İNSİCAM İLMİ
Ayetler ve sûreler arasındaki tenâsüb
(münâsebât) ve insicamı konu ediner. Yani sûreler ve âyetler arasında irtibat
kurma eylemidir. Selef âlimleri münâsebet-insicâm ilmi ile uğraşmamışlardır. Ancak halef
âlimleri onların bu tavrına karşı çıkmışlar ve münâsebet-insicâm ilmi ile
uğraşmayı pek önemli görmüşlerdir.
Konuyla ilgili Burhaneddîn İbrahim el-Bikâî'nin
(885/1480) yazmış olduğu "Nazmu'd-Durer fî Tenâsubi'l-Âyi ve's-Suver"
adlI eser bu alandaki en
önemli erserleden kabul edilir.
M.A. Draz,
Kur'ân-ı Kerîm'deki münâsebet ve insicamı hakıındaki dörüşleri şöyledir:
a- Sûreyi başından sonuna kadar seri
bir şekilde okumak,
b- sûrenin manâ düzeninin akış
hattını bulup ortaya koymak,
c-sûrenin belli başlı cüzlerini
(bölümlerini) ve maksatlarım tespit etmek,
d- böylece sûre hakkında genel ve
toplu bir fikir sahibi olunduktan sonra.
e- bütün gücüyle âyetler hakkında
tedebbür etmek.
F- İSLÂM
KÜLTÜR TARİHÎNDE
ESBÂB-I
NÜZUL RİVAYETLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE GENEL BİR BAKIŞ
Tefsir
tarihi incelendiğinde müfessirlerin esbâb-ı nüzule tedvin çağından bu yana çok
önem verdikleri görülmektedir.
Hz. Peygamber döneminde, O'nun tefsir
izahları ile yetinildiği malumdur4^. Sahabenin tefsirinin ana karakteristiği
ise Hz. Peygamber'in tefsirini nakilden ve içtihatlarıyla yaptıkları yorumlardan
ibaretti denilebilir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılma ihtiyacı ve zarureti
fetihlerle birlikte artınca sahabe, önceleri çekingen davrandıkları ve hatta
içlerinden bazılarının caiz görmediği Kur'ân'ı tefsir işine yöneldiler. İslâm
fütuhatı, farklı kültürlerden insanların müslüman olmasına sebep olmuştur. Bu
insanlar ne Arapça biliyorlardı ve ne de Kur'ân'm nüzul ortamından,
şartlarından ve sebeplerinden haberdar idiler.Birtakım özel bilgileri
kendilerinde toplayan bilgin sahabîler, bu boşluğu doldurma çabası içerisinde
oldular. Sahabeyi ise onlardan ilim alan tabiîler izlediler.
ilk
zamanlarda az sayıda rivayet olduğunu ortaya koymaktadır. Bilahare "bu rivayetler çoğalmış
ve genişlemiştir. Hatta zamanla daha ileri gidilerek, sağlam olmayan rivayetler
bile bunlara ilave edilmiştir. Bu nedenle raviler hakkında tenkit
olduğu gibi rivayetler hakkında tenkitler yapılmıştır. Mesela İmam Ahmed b.
Hanbel (241/885): "Üç şeyin senedi (bir rivayette: aslı) yoktur: Tefsîr, Melâhinı,
Megâzî" demiştir. el-Hatîbu'I-Bağdâdî (463/1071) bu sözden belirli
kitapları kasdettiğini anlamış. Aliyyu'l-Kârî ve el-Fettenî de bu görüşe
katılmaktadırlar.
Kur'ân-ı
Kerîm'in anlaşılmasında esbâb-ı nüzulün yetersiz kalma sebebi:
a-
Merfû-Musned
Esbâb-ı Nüzul Rivayetleri Üzerine: "mevkuf" denilen sahabî sözleri ile
"maktu" denilen tabiî sözlerinin "merfu-musned" olmayacağını
bazı alimler dile getirmişlerdir. Mesele Ahmed Şâkir, bazı sahabenin geçmiş
milletler hakkında Ehl-i Kitap'tan naklettikleri haberlerin "merfû"
olamayacağını söylemektedir.
b- Mursel Esbâb-i Nüzul Rivayetleri
Üzerine:
Mursel hadîs konusu onun hüccet olup
olamayacağı bakımından âlimler arasında tartışılmıştır. Bu hususta önemli
görülen bilgiler önceki bölümde zikredilmiştir. Burada mürsel esbâb-ı nüzul rivayetleri hakkında şunlar söylenebilir:
1- Sebeb-i nüzul rivayetini nakleden
mursil,
"sika"dan rivayetle irsâl'de bulunuyorsa bu mursel kabul edilir
("makbul" olur).
2- Mursil, sika ve gayr-i sika'dan
rivayet etmekle maruf ise, rivayeti de hali meçhul olandan yapıyorsa bu mursel
"mevkuf" olur.
2- Sika ravilerin
rivayetlerine muhalif murseller ise "merdud"dur.
İmam Şâfîî, tabiîlerin önderlerinden (kibâru't-tâbiîn)
olmak şartıyla mursel haberi kabul etmektedir. Ahmed Şâkir, İmam Şafiî'nin bu
kabil haberlerde hata ihtimalinin yüksek olması nedeniyle İmam Şâfîyi eleştirmektedir.
c- Senedlerin Hazfedilmesi
Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında
esbâb-ı nüzulün rivayetler açısından yetersiz kalmasının bir başka sebebi de
senetsiz rivayetlerin bir dönem mevcut olmasıdır. Suyûtî, sahabeden senetsiz yapılan sebeb-i
nüzul rivayetleri için "munkatı" dedikten sonra bu kabil rivayetleri
" لا يُلتَفَتُ إليه" Kakılması gerekmeyen" haberler olarak
nitelemektedir.
Öte yandan esbâb-ı nüzule dair birçok
eserde veya esbâb-ı nüzulü eserlerinde değerlendiren ve senetleri zikretmeyen
âlimler sorunu çözmek yerine problemin çoğalmasına sebep olmuşlardır.
2- UMUMU HUSUSÎLEŞTİRME AÇISINDAN
Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında
esbâb-ı nüzulün yetersiz kaldığı bir husus da sebebiyet ifade eden sebeb-i
nüzulün (nass) olarak umum değil de husus ifade ettiği şeklinde anlaşılması
çabasıdır.yani - Kitab ve Sünnet'in umumî ifadeleri
muayyen (belirli) bir kişi ile tahsis olunabilir mi? Veya nassların vürûduna neden olan sebeplerin onların
gayrına ta'diyesine imkân var mıdır, gibi sorular tartışılmamaktadır. Çünkü
hiçbir âlimimiz,
a-
Kitap ve Sünnet'in umumîliği belirli bir kişi ile
tahsis olunabilir dememiştir.
b- Ayrıca nassların vürûduna neden olan esbabın
onların gayrına müteaddî (geçişli) bulunduğunda da ittifak etmişlerdir
Umumun hususîleştirilme hatasına bir
örnek Humeze sûresinin,
Hz. Peygamber'i gördüğünde, O'nu diliyle çekiştirip, kaş göz hareketleriyle
alay eden Umeyye b. Halef mahsus kılınmasıdır.
Kur'ân-ı
Kerîm'in anlaşılmasında esbâb-ı nüzulün yetersiz kalma olgusunu önceki maddede
inceledik. Şimdi ise esbâb-ı nüzulün yetersiz kaldığı bu hususların Kur'ân'm
anlaşılmasında hangi sonuçların ortaya çıkmasına sebep olduğunu araştıracağız.
3-
TAADDÜT-TAAHHÜR AÇISINDAN
Kur'ân-ı
Kerîm'in anlaşılmasında esbâb-ı nüzulün yetersiz kaldığı sebeblerden biri de
nüzul sebebi olarak bir âyet için birçok rivayet bulunması sebebiyle ortaya
çıkan nüzulün taaddütü veya taahhürü meselesidir.
4- TARİH İLMİNDEN YARARLANMAMA
Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında esbâb-ı nüzulün
yetersiz kalma sebeplerinden biri de bu rivayetlerin bir kısmında görülen
tarihî gerçeklere aykırılık ile zaman-sal uyumsuzluktur. Bu konuda en çarpıcı örnek Bakara
114. Âyetteki zalim kişiyin Vahidî dahil birçok âlim Buhtunnasr ve avenesi olarak görmüşlerdir. Halbuki tarihte iki Buhtunnasr görülmektedir.
kur'ân-ı
kerîmin Anlaşılmasında esbâb-ı
nüzul rivayetlerinin doğurduğu olumsuz sonuçlar
1-
YORUM
ZENGİNLİĞİNE ENGEL OLMASI
Esbâb-ı nüzul rivayetleri yorum zenginliğini şu şekilde
engeller:
1- Her âyete nüzul sebebi arama çabaları,
2- Ayetin manâ bakımından birçok veçhesi olabilir diye düşünmek varken,
nüzul sebebi ile sınırlı kalma ihtimali,
3- Âyetin sebeb-i nüzulündeki olayın çerçevesinde sıkışıp kalmak.
2-
KUR'ÂN-I KERİM'ÎN EVRENSEL HEDEFİ OLAN
KUR'ÂN-İNSAN-HAYAT BÜTÜNLEŞMESİNİ ÖNLEMESİ
Örneğin: Nahl suresi 24 ve 30 ayetlerin değerlendirilmesi. Bu ayetlere sebebi nüzul aramak
evrensel boyutu gölgelemek olur. . Âyette anlatılan olgu ne ise ona bütün zamanlara
şamil kılınabilir.
Konunun İstismar Edilmesi: iki
şekilde olmaktadır:
Şahısların ebedîleştirilmesi: Esbâb-ı nüzul rivayetlerinin bir kısmı âyet veya
âyetlerin nüzul sebebi olarak şahısları hedef gösterir. "Falan şahıs hakkında nazil olmuştur"
kaydıyla kaynaklarda nakledilen rivayetler,
1- Hadîs metodolojisi açısından kritiğe
tabi tutulmadıkça.
2- Nüzul ortamına ait veya tefsir için sebeb-i
nüzul değerlendirmesi olup olmadığı tasnif sonucu anlaşılmadıkça,dikkatler
fani kişiler üzerinde toplanacaktır. Bunun sonucu ise, Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında görüş açısının
daralması demektir. Örneğin: Suyûtî, Leyl 17 ve 18 ayetlerin Hz. Ebu Bekr hakkında nazil olduğunu, hatta ona has
bulunduğunu söyler.
c- Mezhep Hareketlerine Etkisi
Kur'ân-ı Kerîm'in
anlaşılmasına yani muhtevasını kavrayıp temel prensiplerini akl-ı selîm ile
idrak etmeye engel olan hallerden biri de mezhep taassubu veya mezhep gözlüğü
ile Kur'ân'a yaklaşmak olmuştur.
Örneğin:
İmâmiye şiası âlimlerinden Ebû
Ali et-Tabresî
(543/1153) "Mecmau'l-Beyân Li Ulûmi'l-Kur'ân"
adlı eserinde, Mâide sûresi 55. âyetinin Hz. Ali hakkında nazil olduğunu söylemekte ve senediyle birlikte uzun
bir haber nakletmektedir.
1- ESBÂB-I NÜZULE OLAN İHTİYACIN SINIRLARINI BELİRLEYEN İLKELER
Kur'ân-i Kerîm'i anlama çabasında esbâb-ı nüzulden yararlanmada
ihtiyacın sınırlarını belirleyen iki grup ilke sözkonusudur. Birinci gruptaki
ilkeleri genel ilkeler ve ikinci gruptaki ilkeleri de özel ilkeler olarak
adlandırmaktayız.
a- Genel İlkeler
Birinci ilke:
Esbâb-ı nüzul rivayetlerinin
tamamını ihata etmek çok büyük bir kolektif (şura) etmek istemektedir.
ikinci ilke:
Esbâb-ı nüzulü bilmeden de Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak
mümkündür. Bu iki yolla olur:
a- Kur'ân-ı Kerîm'i bütünlüğü içinde
okuyarak.
b- Zahirinden gücümüzün yettiğini anlamaya gayret
ederek çözümü Kur'ân'da, onun manâlarında bulabiliriz.
Birinci ilke:
Sebeb-i
nüzulü bilmenyince anlaşılmaz.Bakara
suresindeki kıbleyle ilgili her yöne dönme ayeti.
b- Özel İlkeler
Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında esbâb-ı nüzule
olan ihtiyacın sınırlarını esas belirleyecek olan bu ilkelerdir.
Birinci ilke:
Arap dilinde kelâmın anlaşılması, birçok unsurun
birarada veya tek tek düşünülmesi ile bağlı bulunmaktadır. Hitap eden, hitap
edilen ve hitabın durumuna, keyfiyetine (niteliğine) veya hepsinin birden
mütalaa edilmesine göre kelâmın anlamı farklılık göstermektedir.
Örneğin:
istifham (soru) tek lâfızdır. Ama bu tek lâfız
birçok manâ taşıyor olabilir: Takrîr (beyân etme) ve tevbîh (kınama, azarlama)
gibi.
ikinci ilke:
Kur'ân'ın zahir nassları mücmel nasslar konumuna gelme
durumda Sebeb-i nüzulü bilmek gerekir.
Üçüncü ilke:
Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan veya dinleyen kimse bu
eylemi sırasında âyet veya âyetlerde bulunan üstü kapalı bir ifade (ima,
telmih) hakkında manâyı yakalamak için bir bekleyişe, arayışa giriyorsa o zaman
sebeb-i nüzulü nakletmeye, olayı ayrıntılarıyla anlatmaya ihtiyaç
var demektir.
Örneğin:
Hz.
Ömer'in hilafeti döneminde, ilk muhacirlerden bir adam içki içtiği için halifenin huzuruna getirildi.
Hz. Ömer
had cezası uygulanmasını emretti. Adam Maide 93. Ayete göre had uygulamayacağını söyledi. Bu ayette "iman edip sâlih amel-i işleyenler güzel
işler devam ettikleri sürece önceden yaptıkları hususunda bir günah yoktur.
Kişi bu kategoriye girdiğini
kendisinin Bedir, Uhud ve Handek gazvelerine katıldığını beliretti. H.z Ömer
yanındaki sahabelere bu konuda ne dersiniz dedi. İbn-i Abbas: "Bu âyetler (içkinin haram kılınmasından önce) vefat
edenler için mazeret, münafıklar aleyhine hüccet olarak indirilmiştir dedi. Ve kişiye had cezası uygulandı.
2- ESBÂB-I NÜZUL RİVAYETLERİNİN HADÎS USÛLÜ
AÇISINDAN TENKİDİ:
Rivayet tefsirinde uydurma haberlerin çokluğu
sözkonusu ise bu esbâb-ı nüzul rivayetleri için de geçerlidir. Hadîs usûlünün
kriterleri ciddiyetle uygulandığında sağlam isnatlı haberlerle, zayıf ve
uydurma olanları birbirinden ayrılacaktır. Çünkü hadîsçiler, Kur'ân'a, meşhur sünnete, tarihî gerçeklere aykırı düşen, te'lif imkânı olmayan
birçok hadîsi reddetmişlerdir.
b- kur'ân-ı kerîmin bütünlüğünün dikkate Alınması
Kur'ân'daki
kelimeler, Kur'ân-ı cümleler, ayetler ve sureler Kur'ân-ı Kerîm'in özel türdeki parçalarıdır.
Bunları Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılması sürecinde daha fazla parçalara ayırmak
mümkün değildir. Kur'ân'ın bütünü içerisinde bu kelimelere, cümlelere ve
onlardan oluşan âyetlerle sûrelere bakıldığında bu kısımların kendi başlarına
asla var olamayacakları anlaşılacaktır. Bu bağlamda Kur'ân-ı Kerîm'in
kendisinden "أحسن
الحديث" "sözün en güzeli" olarak bahsetmesi Kur'ânî bütünlüğün niteliğinin
tam ve açık bir tanımlaması olarak değerlendirilmelidir.
Örneğin:
Maide suresinin 41. Âyetin ele alalım: Bu âyet bir yönüyle tebliğde ümitsizliğe kapılınmaması, yılgınlık
gösterilmemesi gereğini vurgularken, başka bir yönüyle de, yahudilerin,
kitaplarında tahrifat yaptıklarını anlatıyor. Dolayısıyla bu âyet, bir yandan
tebliğle ilgili diğer pasajlarla irtibatlı iken, Öte yandan da yahudiler
hakkında tarihi bir gerçeği anlatması bakımından, özelde yahudilerle, genelde
ise Ehl-i kitapla ilgili Kur'ân'ın diğer bölümleriyle bağlantılıdır".
c- siyak-sibak'ın Gözönünde Bulundurulması
Siyak-sibak'ın kavram karşılığı olarak günümüz Türkçesinde
Bağlam, konteks sözcükleri kullanılmakta ve terim olarak şu ankamı ifade
etmektedir:
a- Bir dil birimini çevreleyen, ondan Önce veya
sonra gelen, birçok durumda sözkonusu bu birimi etkileyen, onun anlamını,
değerini ve içerimini (tazammunu-nu) belirleyen olgusal (vâkiî), kavramsal veya
sistematik (dizgesel) çerçeve ya da çerçeveler bütünüdür. Kur'ân-ı Kerîm'in doğrudan (ibtidâen) veya bir sebebe
mebni olarak müneccemen (parça parça) inişi sonrasında kazandığı tertib, onun
siyak-sibak'ınm nasıl oluştuğunu gösterir.
d- Esbâb-I Nüzul Ve Tarihîlik Kavramı
Esbâb-ı nüzul, Kur'ân-ı Kerlm'in nüzul ortamına ait
bir gerçeklik olarak gerçekliğini o dönemde yaşamış kişilerden (Hz. Peygamber ve Ashabı) ve onların yapıp-etmeleri sonucu meydana gelen
olaylardan almaktadır.
Esbâb-ı nüzul, Kur'ân-insan ilişkisinin bir bölümünde
oluşmuş insanî yapıp etmelerdir. Dolayısıyla her mekân-zaman'da benzeri
insanî yapıp etmelerle temelde aynilik gösterir.
Esbâb-ı nüzul, Tarihi koşulluluk, tarihe bağlı olma olarak da tanimlamak mümkün
değildir.
Esbâb-ı nüzul bilgisi Kur'ân-ı Kerîm'in nüzul
ortamının temel bir parçası olabilir ama yokluğu halinde Kur'ân gerçeğinin vücut
bulması mümkün olamaz diye bir şey de sözkonusu edilemez.
Esbâb-ı nüzulün tarihi bir gerçek olması ile onun
tarihe bağımlı olması da birbirinden farklı şeylerdir.
Sa'lebe kıssası özetle şöyledir.
Sa'lebe, Hz. Peygamber'in huzuruna
gelmiş:
- Ta Rasûlaîlah, Allah'a dua et de bana çok mal versin" demiş. Hz.
Peygamber de:
- "Ya Sa'lebe, hakkını eda
ettiğin az, takat getiremeyeceğin çoktan hayırlıdır.
diyerek cevap vermiş. Sa'lebe dileğini tekrarlamış ve demiş ki:
- "Seni Hakk ile gönderene yemin ederim ki bana çok verirse mutlak
ve mutlak her hak sahibinin hakkını veririm".
Bunun üzerine Rasûlullah dua etmiş, o da bir davar edinmiş derken
çoğaldıkça çoğalmış, Medine dar gelir olmuş. Bir vadiye gitmiş ve cemaat ve
Cuma'dan kesilmiş. Hz. Peygamber sual buyurmuş, denilmiş ki:
- "Malı çoğaldı, vadi almaz oldu". Hz. Peygamber:
-"Vay Sa'lebeye!"
buyurmuş ve sadakaları toplamaları için iki tahsildar göndermiş,
insanlar bunlara sadakalarını vermişler. Sa'lebe'ye uğrayıp Hz. Peygamber'in farzları
açıklayan fermanını okuyarak sadakayı istediklerinde içerisinde ele almış
olmaları tabiî olarak yorum zenginliği açısından bir eksikliktir.
Kur'ân-ı Bütünlük ve Siyak-Sibak Bağlamında
değerlendirlmelidir.
Tarihîsellîk ve Esbâb-u nüzul
Tarihîsellîk , batı düşünce Tarihînde aydınlanma öncesine dayanan,
aydınlanma sonrasında bu asrın başlarına kadar ulaşan, modernite ve
postmodemite ile ilgil uzun bir geçmişi vardır. Dolaysıyla Tarihîsellîk kavramı kullanılmak istendiğinde bu
vakıanın gözardı edilmesinin yerinde bir tavır olacağı açıktır.
Tarihîlîk kavramı Felsefe Terimleri Sözlüğü'nde
şöyle tanımlanmaktadır:
1- Tarihsel olanın varlık biçimi.
2- Zamana
bağlılık, gelip geçicilik.
3- Tarihsel koşulluluk, tarihe bağlı olma.
4- Bir şeyin gerçekten tarihsel olarak var olduğu
olgusu.
Şimdi tarihîlik kavramının tanımıyla gelen manâlar ışığında esbâb-ı
nüzulün tarihîliğine bakalım.
Birinci anlam: Tarihsel olanın varlık biçimi.
Esbâb-ı nüzul, Kur'ân-ı Kerlm'in nüzul ortamına ait bir gerçeklik olarak
gerçekliğini o dönemde yaşamış kişilerden (Hz. Peygamber ve Ashabı) ve onların
yapıp-etmeleri sonucu meydana gelen olaylardan almaktadır.
Bunun mekân-zaman içinde olmuş, sahîh rivayetle bize ulaşmış
musned-merfû haberler olması sebebiyle
elle tutulur gerçekliği vardır.
Böyle düşündüğümüzde esbâb-ı nüzulü, tarihî olanın varlık biçimi,
tarihî olanın niteliği olarak anlayabiliriz. Yani nüzul ortamında ne gibi
olaylar olmuş, sorular sorulmuş veya nasıl olmuş da bu âyet veya âyetler nazil
olmuş sorularının
karşılığı olarak algılanabilir.
İkinci anlam: Zamana bağlılık, gelip geçicilik.
Esbâb-ı nüzulün tarihîliği hakkında zamana bağlılık, gelip geçicilik
tanımının isabetli olmayacağını düşünüyoruz.
Çünkü, Esbâb-ı nüzul Kur'ân ile birey toplum ilişkilerinin bir bölümüne verilmiş ilâhî bir cevap olarak görülebilir.
Verilen
bu cevaplar vahyin nüzul asrı ve
insanı için ne kadar gerçek ve
geçerli ise, bugünün insanı ve toplumu için de o kadar gerçek ve geçerlidir.
Çünkü sebeb-i nüzul ve inen âyet, insanın yapıp etmeleriyle ilgilidir. İnsanın önemli yapıp etmeleri sürekli olduğuna, insan zamanın boyutları arasında bir bağ
kurduğuna ve yalnız "şimdi" içinde yaşamadığına göre, onun yapıp etmeleri arasında
bir süreklilik sözkonusudur.
Üçüncü anlam: Tarihsel koşulluluk, tarihe bağlı
Kalma.
Esbâb-ı nüzulü tarihî koşulluluk, tarihe bağlı kalma olarak da
tanımlamak mümkün değildir. Esbâb-ı nüzul bilgisi Kur'ân-ı Kerîm'in nüzul
ortamının temel bir parçası olabilir ama yokluğu halinde Kur'ân gerçeğinin vücut
bulması mümkün olamaz diye bir şey de sözkonusu edilemez.
Dördüncü anlam: Bir şeyin gerçekten tarihî olarak var
olduğu olgusu.
Esbâb-ı nüzul, Kur'ân-ı Kerîm'in nüzul ortamının, bu ortamın akışının ve
oluşumunun temel bir parçası olduğuna, nüzul ortamında bilfiil vuku bulan hâdiseleri
gösterdiğine göre gerçekten tarihî olarak var olmuş bir olgudur. Mesela bu
anlamda Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.
Peygamber'in tarihî olduğu gibi.
Netice itibariyle esbâb-ı nüzul, Kur'ân-ı Kerîm'in soyut bir düşünce veya düşünce
biçimi olarak kalmadığının, aksine, yaşanmış, yaşanabilir ve yaşanacak bir
hakikat, bir hidayet rehberi olduğunun en büyük delilidir. Esbâb-1. nüzulün
Kur' ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında tespit edilen ilkeler çer- çevesinde ve onlara
uyarak değerlendirilmesi birçok faydalar temin edecektir:
1. Kur'ân-ı Kerîm'in anlaşılmasında insanın bakış ufkuna henüz girmemiş, insanın
dikkatine açılmamış sınırsız sayıda olgu olduğu göz önünde tutulacaktır.
2. Konulu tefsir çalışmalarında esbâb-ı nüzulün, nüzul ortamının ve şartlarını aksettiren yönünden sağlıklı bir şekilde
istifade olunacaktır.
3. Esbâb-ı nüzul bilgisi ile oluşan nedensel halkaları nüzul asrına doğru izleme
imkânı doğacaktır. Bundan da insanî davranışların tarihini tespit etmede,
yazmada yararlanılabilecektir.
4. Müfessirler üzerine yapılan monografik çalışmalarda esbâb-ı nüzulle ilgili zikredilen ilkelerin
uygulanması çok isabetli olacaktır. Bir kere müfessirin esbâb-ı nüzul alanındaki ilkelerini ortaya koymak
mümkün olacaktır. Bu da Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması sürecinde bu malzemenin nasıl
değerlendirildiğini tespit etme imkânı verecektir.
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TEFSİR)
ANABİLİM DALI
MUHAMMED HÜSEYiN ez-ZEHEBÎ'NİN (1915-1977),
"ET-TEFSÎR VE’L-MÜFESSİRÛN" ADLI ESERİN ÖZETİ VE
HULASASI
Hazırlayan Ögrenci: Muhammed SAQAAN
Öğrenci No: 20922734
Ders
Adı: Esbab-ı Nüzul I
Prof. Dr. Ahmed Nedim SERİNSU
ANKARA 2020
MUHAMMED HÜSEYiN ez-ZEHEBÎ (1915-1977)
Kefrüşşeyh’e bağlı Metûbes’te
doğdu. Küçük yaşta babasını kaybettiğinden ağabeyinin yanında yetişti. Kur’an’ı
ezberleyip temel dinî bilgileri aldıktan sonra liseyi Desûk’taki
el-Ma‘hedü’d-dînî’de okudu. Ardından Ezher’e girdi; 1939’da Şeriat Fakültesi’ni
bitirdi, 1946’da o dönemde doktora pâyesine tekabül eden âlimiyye derecesi
aldı. Ezher’deki öğrenimi sırasında Muhammed Mustafa el-Merâgī, Îsâ b. Yûsuf
Mennûn, Muhammed Zâhid Kevserî, Muhammed Habîbullah eş-Şinkītî ve Muhammed
Hıdır Hüseyin gibi hocalardan faydalandı. Önceleri evkafa bağlı mescidlerde
imamlık yaptı.
1948-1951 yılları arasında bir grup Ezherli
hoca ile birlikte Suudi Arabistan’da Tâif ve Medine’de ders verdi. Mısır’a
dönüşünde bir süre Ezher’e bağlı el-Ma‘hedü’d-dînî’de öğretmenlik görevi aldı.
1955’te Ezher’in Şeriat Fakültesi’ne hoca oldu.
1955-1956 ve 1961-1963 yıllarında
Hukuk Fakültesi’nde ders vermek üzere Irak’a gönderildi. Bağdat’ta bulunduğu
yıllarda İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Mescidi’nde hutbe okudu. 1963-1964’te Mısır’da
Külliyyetü’l-benâti’l-İslâmiyye’nin kuruluşuna katkı sağladı. 1968’de Küveyt Üniversitesi’ne
gönderildi ve 1971’de Mısır’a döndü. 1973’te Ezher’in İlâhiyat (Usûlüddîn) ve
Şeriat fakültelerinde dekanlık, Mecmau’l-buhûsi’l-İslâmiyye’de genel
sekreterlik (1974), ayrıca Vakıflar ve Ezher İşleri bakanlığı (1975-1976)
görevlerinde bulundu. İlâhiyat Fakültesi’ndeki hocalık görevini ölümüne kadar
sürdürdü. 3 Temmuz 1977’de evini basan silâhlı kişiler tarafından kaçırıldıktan
sonra öldürüldü. Bulunan naaşı, 7 Temmuz 1977’de Câmiu’l-Ezher’de kılınan
cenaze namazının ardından İmam Şâfiî’nin kabri yakınlarındaki aile mezarlığına
defnedildi. Kesin biçimde aydınlatılamayan bu olay, Zehebî’nin Evkaf
Nezâreti’ndeki bazı yolsuzlukları önlemeye çalışmasıyla ilişkilendirildiği gibi
(Nizâr Abâza – M. Riyâz el-Mâlih, s. 231) cinâyetin aşırı görüşlere sahip bir
örgüt tarafından işlendiği de ileri sürülmüştür. Hanefî mezhebine mensup olan
Zehebî, İslâmî ilimlerdeki birikimi ve hitâbetiyle tanınmıştır.
Eserleri
1. "et-Tefsîr
ve’l-müfessirûn". Müfessirlerin izlediği metotlarla ilgili ilk
kapsamlı çalışma olup (Kahire 1381/1961-62, 1976, 1985, 1989, 1995, 2003;
Beyrut 1976, 1987, ts.) aslı müellifin İlâhiyat Fakültesi’nde 1946 yılında
hazırladığı doktora tezine dayanmaktadır. Bu çalışma aynı zamanda daha sonra
bir kısmı Zehebî’nin danışmanlığında hazırlanan müfessirlerin metotlarına dair
çok sayıda tezin öncüsü durumundadır. Muhammed Ebû Zeyd, Muḫtaṣarü’t-Tefsîr
ve’l-müfessirîn li’ẕ-Ẕehebî adıyla bir eser yazmıştır (San‘a
1999). Zehebî’nin tefsir tarihini mezhep bakış açısından suni ayırımlara tâbi
tuttuğu, yapısal bütünlüğe ve kronolojik sürekliliğe dikkat etmediği gibi
gerekçelerle esere bazı eleştiriler yöneltilmiştir.
2. "el-İtticâḥâtü’l-münḥarife
fî tefsîri’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm devâfiʿuhâ ve defʿuhâ". Kur’an
tefsirinde mezheplere ve şahsî kabullere dayalı sapmalara ve aşırı yorumlara
dairdir (Kahire 1966, 1976, 1986). Öte yandan Zehebî, doktora tezine
danışmanlık yaptığı sırada kitabının bir daktilo nüshasını kendisine verdiği
talebesi Remzî Na‘nâa’nın intihal yoluyla el-İtticâhât’ı
kendisine mal ederek Bidâʿu’t-tefâsîr fi’l-mâżî
ve’l-ḥâḍır adıyla yayımladığını (Amman 1390/1970) ileri
sürmüştür (el-İtticâhâtü’l-münḥarife, s.
101-109). Nurettin Demir eseri Kur’an-ı Kerim
Tefsirlerinde Hurafe ve Bidatler adıyla Türkçe’ye çevirmiştir
(İstanbul 1984).
3. "Tefsîru
İbn ʿArabî li’l-Ḳurʾân": Ḥaḳīḳatüh ve ḫaṭaruh (Medine,
ts.). et-Tefsîr ve’l-müfessirûn’un,
“Tefsîrü’s-sûfiyye” başlıklı beşinci bölümünün bazı ilâve ve çıkarmalarla
yeniden düzenlenmesiyle meydana gelmiştir. Ancak müellif burada, Abdürrezzâk
el-Kâşânî’ye ait olup Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye nisbet edilen tefsire dair
önceki eserinden daha sert bir üslûp kullanmış ve müslümanlar arasında fesada
yol açacağı gerekçesiyle bu eserin toplatılmasını istemiştir.
4. "el-İsrâʾiliyyât
fi’t-tefsîr ve’l-ḥadîs̱" (Kahire 1971, 1986, 1990, 1995,
2008; Dımaşk 1985).
5. "eş-Şerîʿatü’l-İslâmiyye":
Dirâse muḳārene beyne meẕâhibi Ehli’s-sünne ve’ş-Şîʿa (Kahire
1968, 1991). Müellifin Irak’ta Hukuk Fakültesi’nde verdiği fıkıh dersine ait
notlara dayanmakta olup ilk baskısı Irak’ta gerçekleştirilmiş (el-Aḥvâlü’ş-şaḫṣiyye: Dirâse muḳārene beyne meẕâhibi Ehli’s-sünne
ve meẕhebi’l-Caʿferiyye), ardından tekrar basılmıştır (Kahire 2010).
6. "ʿİlmü’t-tefsîr".
Muhtasar bir eserdir (Kahire 1397).
7. "Es̱eru
iḳāmeti’l-ḥudûd fi’stiḳrâri’l-müctema" (Kahire 1986).
1976’da Riyad’da toplanan Mü’temerü’l-fıkhi’l-İslâmî’ye sunulan bir tebliğdir.
8. "Müşkilâtü’d-daʿve
ve’d-duʿât fi’l-ʿaṣri’l-ḥadîs̱" (Medine, ts.). Bu eser de
1977’de Medine’de gerçekleştirilen davet konulu kongreye sunulan tebliğden
ibarettir.
9. "el-Vaḥy
ve’l-Ḳurʾânü’l-kerîm" (Kahire 1986).
10."ʿİnâyetü’l-müslimîn
bi’s-sünne" (baskı yeri yok, 1978).
11. "Nûrü’l-yaḳīn
min hüdâ ḫâtemi’l-mürselîn" (Kahire, ts.).
12. "Buḥûs̱
fî ʿulûmi’t-tefsîr ve’l-fıḳh ve’d-daʿve". Müellifin ölümünden sonra
ailesi tarafından yayımlanmıştır (Kahire 2005).
Zehebî’nin bunların dışında Muḳaddime fî ʿilmi’t-tefsîr, Muḳaddime
fî ʿulûmi’l-Ḳurʾân, Muḳaddime fî
ʿulûmi’l-ḥadîs̱, el-İslâm ve ehlü’ẓ-ẓimme gibi
eserlerinin bulunduğu zikredilmiş, Muhtâr Nûh tarafından Men
ḳatele’ş-Şeyḫ eẕ-Ẕehebî adıyla bir eser kaleme alınmıştır
(Kahire 2008).
ET-TEFSÎRVE’L-MÜFESSİRÛN
(TEFSİR TARİHİ)
Çağdaş müellif Muhammed Hüseyin
ez-Zehebî’nin (ö. 1977) İslamî ilimlerin çeşitli alanlarında ve özellikle de tefsir
tarihi alanında temel başvuru kaynağı olarak kullanılmakta olan et-Tefsîrve’l-Müfessirûn adlı bu eseri, tefsirin doğuşundan, gelişiminden, müfessirlerin Allah’ın Kitabı’nı açıklarken takip ettikleri yöntemlerden,
Müslümanların en meşhur mezheplerine ve kendisini İslam’a nispet edenlere göre
tefsirin çeşitlerinden ve içinde bulunduğumuz asırda öne çıkmış tefsir türlerinden bahseden kapsamlı bir araştırmadır. Söz konusu bu kitapta uydurma rivâyetlerin
ve israiliyatın tefsire girmesi, Kur’an’ı anlamaya çalışan veya tefsir yazmaya yönelen
bir müfessirin hangi şartları taşıması gerektiği konuları ile tefsirle ilgisi bulunan daha pek çok mesele ele alınmıştır.
Eser üç ciltten meydana gelmektedir. Birinci ciltte, Hz. Peygamber,
sahabe ve tabiûnun tefsirdeki yerleri ele alınarak bazı meşhur müfessirlerin hayatları anlatılmış ve bu müfessirlerin tefsirlerinden
örnekler verilmiştir. Ayrıca bu ciltte tefsirin tedvin ve te’lif dönemine yer verilmek suretiyle rivâyet
ve dirâyet tefsirlerinin özellikleri ele alınmış, bunların içerisinden seçilen bir kısım tefsirler geniş bir biçimde tanıtılmıştır.
İkinci ciltte ağırlıklı olarak Şia, İmamiyye, Batıniyye, Babiyye, Bahaiyye, Zeydiyye ve Haricîler gibi bir kısım mezheplerin kendi eğilimleri doğrultusunda yazmış oldukları tefsirleri üzerinde durulmuş, akabinde işrî/sûfî karakterli tefsirler için
de bir bahis açılarak işarî/sûfî tefsir ekolü incelenmiştir. Ayrıca kimi İslam filozoflarının tefsirlerine de yer verilerek bu
tefsirlerle ilgili olarak birtakım tespitlerde bulunulmuştur.
Üçüncü
ve son ciltte ise fakihlerin tefsirleri üzerinde durulmuş, ardından bilimsel/ilmî tefsir
hareketi ele alınmıştır. Üçüncü cildin son kısmını ise Zehebî’nin “On İki İmam Şîası’na göre Tefsir ve Müfessirler” adlı çalışması için kaleme aldığı ancak vefatından sonra basılan “Şia ve Kur’an Tefsirindeki Konumları” adlı bölüm oluşturmaktadır.
Çok zengin bir tefsir tarihi araştırması olan
bu eserde Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar tefsirin geçirdiği aşamalar ve farklı tefsir eğilimleri ele alınmış ve en
temel tefsir çalışmaları hakkında geniş bilgiler verilmiştir. Eser bu haliyle tefsir ilmi ve tarihiyle ilgilenen
herkes için en temel başvuru
kaynağı özelliğini taşımaktadır.
İlk ciltte, yazar, tefsiri şöyle tanımlar:
"علم التفسير علم يبحث عن
مراد الله تعالى بقدر الطاقة البَشرية"
"Tefsir ilmi, insan yeteneği kadar Yüce Allah'ın arzusunu
arayan bir bilimdir".
Fıkhcılar, Kelamcılar, Hadisciler ve Sufilere göre tevili ise, şöyledir:
"صرف اللفظ عن المعنى الراجح إلى المعنى المرجوح لدليل يقترن
به."
"Te'vil mümkün olabilecek mana yerine
bir delil nedeniyle başka bir anlama yönelmektir". Tefsir ve Te'vil arasındaki farka gelince, sonuç, tefsir, rivâyet kaynaklıdır. Te'vil ise: dirâyet kaynaklıdır.
Ku'rân Çevirisi Meselesi:
Ku'rân'ın Arapçadan başka bir yabancı dile çevrilmesi,
birebir tercümeyse ve tercüme kelime kelime yapılmaya çalışılıyorsa buda Ku'rânın
üslubunun yerini alırsa, o zaman bu şekilde tercüme Allah'ın kitabı için mümkün
değildir. Çünkü bu yöntem Ku'rân icazının
ve Ku'rân'dan amaçlanan rehberliğin ve hidâyetin kaybına sebeb olacaktır.
Ancak, açıklamalı tercüme, ya da manevi tercüme
veya Ku'rân kelimelerinin bir açıklamasını ele alan tercüme ve Arapça dışında
bir dilde yapılan çeviriler, bazı koşullar ve kısıtlamalar dahilinde mümkündür
ve caizdir.
Peygamber ve Sahabeler Devrinde Tefsir:
Allah Peygamberin Ku'rânı
eksiksiz ezberlemesini ve doğru anlamasını sağlamıştır. Konuyla ilgili Kıyâmet Suresi 17-18. Âyetlerde şöyle
buyrulur:
(لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ * إِنَّ عَلَيْنَا
جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ)
"Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir .
O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et."
Ashab-ı
Kerim, Ku'rân'ı daha çok zahiri olarak anlamışlardı Bazı ince ayrıntıların anlaşılması
hususunda farklılık göstermişlerdi. Ve Peygamber Efendimize, ihtilaf ettikleri
hususlar için müracaat ederlerdi. Sahabe Ku'rânı anlama hususnda aynı derecede bilgiye
sahip değildi, Yani seviyeleri birbirinden
farklıydı..
Sahaber Devrinde Tefsir Kaynakları:
Sahabeler, Ku'rân-ı Kerim yorumlamada dört kaynağa müracaat
etmişlerdir:
1- Ku'rân-ı Kerim.
2- Peygamber, (Eylemleri, sözleri ve muvafakat etmeleri).
3- İctihad ve rey (düşüncenin gücü).
4- Ehli'l-kitap (Yahudiler ve
Hıristiyanlar).
1- Ku'rân-ı Kerim:
Ku'rân'ın Ku'rânla tefsiri, Ku'rân'a bakmak ve
konuyla ilgili âyetleri toplamak, sonra âyetleri birbiriyle karşılaştırmaktır. Çünkü, sözün sahibi,
sözlerinin anlamlarını en iyi bilendir.
2- Peygamber:
Sahabelerden
biri Kur'ân-ı Kerim'deki bir mesele
hakkında çıkmaza girerse, veya net anlayamadıysa
Peygamberimizin yanına döner ve ona sorar ve Peygamber, ona doğru cevabı verir ve kafası karışan kişinin problem
çözülmüş olurdu.
(وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا
نُزِّلَ إِلَيْهِمْ)
Nahl Suresi 44. Âyet: "İnsanlara
indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (ola ki üzerinde) düşünürler
diye sana da uyarıcı kitabı indirdik".
Alimler,
Peygamber'in Kur'an'ın tamamını mı yoksa sadece bir kısmını mı açıklayıp
yorumladığı konusunda ihtilaf etmişlerdir şöyle
ki:.
Sünnetin Ku'rânı BeyanYolları:
a-Ku'rân'daki Mücmeli
Açıklamas.
Örneğin: Peygamberimizin namaz
vakitlerini açıklaması.
(صَلٌّوا
كَمَا رأيتُمُونِي أُصَّلِي)
Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde "Sallû Kema Raeytumuni üsalli" (Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, öyle kılınız.) buyurmuştur
ki, Resûl-u Ekremin (a.s) namaz kılma şekli Kur'an'daki namaz kılma emrinin
beyan ve tefsiri demektir.
Sünnetin Ku'rândaki müşkili açıklaması,
Örneğin: Bakara suresinin 187. Âyetindeki
(حَتَّى يتَبَيَّنَ لكًم الخيطُ
الأبيضُ من الخيطِ الأسودِ)
Buradaki Siyah iplikten ve beyaz iplikten ne
kastetiği, peygamber efendimiz tarafından açıklanmıştır.
Sünnetin Âmı tahsisi (Âm bir lafzın, kapsadığı fertlerden bir
kısmının kastedildiğinin bir delille açıklanması)
Örneğin: En'am suresi 82. Âyetteki ((ظُلْم
kelimesinin.
(الذين
آمَنُواْ وَلَمْ يلبسوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ)
"İnanıp
da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven
onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır." Hz. Peygamber, bu âyetten Yüce Allah'ın "Haksızlık" ifadesinden ne kastettiğini,
şirk olarak açıklamıştır.
Sünnetin Mutlakı Takyidi (Mutlak: Bir Lafzın
Vasıf, Şart, Zaman Ve Mekân Gibi Kayıtlarla Sınırlandırılması)
Örneğin: Maide suresi 38. Âyet
والسَّارِقُ والسَّارِقَة فاقطعوا
أَيْدِيَهُمَا))
Bu âyet
mutlak bir mana işaret etmektedir.Peygamber sağ elin manasını belirlemiş ve sınırlandırmıştır.
b-
Bir kelimenin anlamının veya bağlantısının beyanı:
Örneğin: Fatiha suresindeki (المغضوب
عليهم) cümlesinden kastedilenin Yahudilerdir,
(الضَّالين)
kelimesinden ise kastedilen Hıristiyanlardır.
c-
Kur'ân-ı Kerimde Zikredilen Ötesinde Hükümlerin Açıklanması.
Örneğin: Fıtır sadakasının miktarının beyanı ve büyükannenin
mirasının beyanı gibi ifadeler.
d-
Nesih Beyani (Şer‘î bir hükmün daha sonra gelen şer‘î bir delille kaldırılması.)
Örneğin: Peygamber'in dediği
gibi: "Varis için vasiyet yoktur(vasiyet
olmaz)".
Böylelikle, vasiyet âyetinin
(كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِنْ تَرَكَ
خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا
عَلَى الْمُتَّقِينَ)
"Birinize ölüm yaklaştığında, eğer geriye
mal bırakıyorsa anasına, babasına ve akrabasına uygun bir vasiyette bulunması,
sakınanlara bir borç olmak üzere yazıldı." peygamberinin sözünden, bu âyetinin
tilavetinin devam ettiği fakat tatbik noktasında neshedildiği anlaşılmaktadır.
e-
Tekit/Onay/:
Bu yöntem
Sünnet'in Kur'ân-ı Kerim'de ispatlanmış bir hükmü onaylayıp
güçlendirmesi yoluyla yapılmaktadır.
3-İctihad ve İstinbat Gücü:
Sahabeler, âyetlerin tefsirini
Allah'ın Kitabında Reslullah'ın açıklamalarında bulamadıkları durumlarda,
ictihada, başvururlardı. Bu da,
dikkat ve özen gerektiren bir durumdu. Arap diliyle ilgili hususlarda anlamak
için çok çaba sarfetmezlerdi.Çünkü onlar halis ve özgün araplar idi. Arapların
sözlerini ve söyleme şekillerini biliyorlardı, Ve Araplar, İslam öncesi şiirde
bahsedilenlere dayanarak Arapça ifadeleri ve anlamlarını biliyorlardıdır.
4-Yhudiler ve Hıristiyanlar/Kitap Ehli:
Hz. Peygamber’in amcasının oğlu, tefsir ve
fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve çok hadis rivâyet edenler arasında
yer alan sahâbî. Peygamber Efendimiz ona şöyle dua etmiştir:
“اللهُمَّ
فَقِّهْهُ في الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّأْوِيل”
“Ey
Allâh’ım, onu din ilminde fakihlerden
eyle ve ona te’vili öğret”
Bu
duanın dışında, İbn Abbas'ı ayıran şey, Hz.Peygamber'e olan uzun birlikteliğidir.
Aşırı
bilgisi nedeniyle mürekkep ve deniz olarak da anılmıştır.
Ona
atfedilen "Tanveir'ul-Mikbası Min Tefsiri İbni Abbas" adlı eser İbn Abbasa ait değildir.
İlk
müslümanlardan ve aşere-i mübeşşereden biri, Kûfe tefsir ve fıkıh mekteplerinin
kurucusu. Resûlullah,
sesi güzel olması nedeniyle İbn Mes‘ûd’un Kur’an okuyuşunu zevkle dinlerdi. O,
sahâbe arasındaki Kur’an hâfızlarının önde gelenlerinden biriydi ve bizzat kendisinin
belirttiğine göre yetmişten fazla sûreyi Peygamber’in kendisinden öğrenmiştir
"من سَرَّه أن يقرأَ القرآنَ
رطباً كما أُنزِل، فليقرأه على قراءة ابن أُم عبد".
"Ku'rân'ı vahyedildiği gibi okutmaktan
hoşnut olan, onu İbn Ümmü Abd'nin okunuşunda okusun."
Ve
İbn Abbas şöyle diyor:
"والذي لا إله غيره ما نزلتْ آيةٌ من كتاب
الله إلا وأنا أعلمُ فيم نزلَتْ وأين نزلَتْ، ولو أعلمُ مكانَ أحدٍ أعلمُ بكتابِ
اللهِ مِنِّي تنالُه المَطَايا لأتيتُهُ".
"kime vahyedildiğini ve nerede
vahyedildiğini Allah'ın kitabında vahyedilen hiçbir âyet yoktur ki İbn Mesud
bilmesin"Yani
bilir
Bu söz, İbn Mesud'un
Allah'ın Kitabının anlamlarını ne kadar iyi anladığını gösterir.
عن أبى الطفيل
قال: "شهدتُ عليًّا يخطُبُ وهُوَ يقولُ: سَلُونِي، فوالله لا تسألوني عن شيءٍ
إلا أخبرتُكُمْ، وسَلُونِي عن كتاب الله، فواللهِ ما من آية إلا وأنا أعلمُ أبليلٍ
نزلتْ أمْ بنهارٍ، أم في سهلٍ، أم في جَبَلٍ".
Ebu Al-Tufayl'in bir rivâyeti var, diyor ki:
"Ali'nin şöyle dediğine şahit oldum:" Bana sorun, Allaha aşkınıza, cevabını söylemem dışında bana sorulacak bir şey
yoktur, Allah'ın kitabını bana sorun, yemin ederimki, gece veya
gündüz, bir ovada veya bir dağda vahyedildiğini bilmediğim âyet yoktur."
3-
Übey b. Kâ‘b (ö.
33/654 [?])
Hz.
Peygamber’e kâtiplik yapan ve Kur’an’a hizmetleriyle tanınan sahâbî.
Yahudilerin
ileri gelen hahamlarından biriydi ve Peygamber Efendimizin vahiy
katiplerindendi Bu görev ona Kur'ân-ı Kerim ve onun
şartları hakkında büyük miktarda bilgi sahibi olmasını sağladı.
Peygamber Devrinde Tefsir Özelliklerinin
Bir Özeti:
Birincisi: Ku'rân bütünüyle açıklanmadı,
aksine bir kısmı yorumlandı/tefsir edildi
Sahabe
Devrinin Tefsir özellikleri
1: Ku'rân anlamada aralarında çok
az fark var.
2: Genellikle genel anlamla
sınırlıydılar ve Ku'rân anlamlarını ayrıntılı olarak anlamak zorunda kalmazlardı.
3: Arapçayı
bilmeleri sayesinde metni kolayca anlamaları. Örneğin: Maide Suresi'nde 3. âyetteki:
(غير متجانف لإثم)
"günah sınırına varmaksız" Sahabeler, o âyetten " günahkar
bir durumda değil ise
"kolayca bu manayı anlamışlardı.
4: Ku'rân âyetlerinin
içtihadına ilişkin metodolojik bir değerlendirme
olmaması ve dini düşünce okullarının
daha teşekkül etmemesi.
5: Bu dönemde
Tefsir ile ilgili hiçbir şey kaydedilmedi/ yazılmadı/ tedvin olmadı, çünkü, tefsir
tedvini sadece ikinci yüzyılda başlamıştır.
6: Sahabenin yorumları
hadis şeklini aldı, onun bir parçası ve dallarından biri olarak kabul gördü Bu
yorumlar sistematik bir şekilde yapılmadı dağınık olarak yapıldı.
Tefsirin İkinci Aşaması/ Tabi'un Döneminde Yorumlama
Tefsirin ilk aşaması, sahabe devrinin sona ermesiyle biter ve ikinci
tefsir aşaması, sahabelerin öğrencileri olan ve kendilerinden çok bilgi alan, Tabi'un
döneminden başlar.
Bu
müfessirler/yorumcular, Yüce Allah'ın Kitabını anlamalarında
şunlara dayandılar:
-
Ku'rân'ın kendisinde bildirilen,
-
Ve Allah Reslü'ne ve sahabe'ye ait rivâyetler üzerine,
-
Ve sadece sahabe'ye ait yorumlar
-
Kitap Ehli'nin kitaplarında geçen bilgiler,
-
Kendi ictihatları
Tabi'un Döneminde Tefsir Okulları:
Birincisi: Mekke'deki Tefsir Okulu:
Bu
okul daha önce Abdullah b. Abbas tarafından başlatılmıştı. Bu ekolün
tabiun dönemindeki meşhur isimleri şunlardır:
Übey b. Kâ‘bla başlar.
Tabi'un arasında bu okulun en ünlü
adamları:
- Zeyd b. Eslem (ö. 136/754)
- Ebü’l-Âliye Rufey‘ b. Mihrân er-Riyâhî
el-Basrî (ö. 90/709)
- Muhammed b. Kâ‘b b. Süleym
el-Kurazî (ö. 108/726)
Üçüncüsü, Irak'taki Tefsir Okulu:
Irak
halkı fikir ve rey insanlarıdır.
Bu
okulun kurucusunun sahabe Abdullah bin Mesud olduğu kabul edilmektedir.
Bu
ekolün tabiun döneminde meşhur olanları şunlardır:
Tabi'un'un Tefsirinin Değeri:
Müferssirlerin çoğu, Tabi'un'un yorumlarını/tefsirlerini kabul edilir görmektedirler. Çünkü, Tabi'un'un yorumlarının çoğu Sahabe'den aldıklarıdır.
Kitabın
yazarı, Tabi'un'unun yorumuna
ilişkin açıklamada, oybirliğiyle kararlaştırılmadıkça dikkate alınmaması
gerektiğine inanmaktadır.
Tabiu'n Döneminde Tef'sir Özellikleri:
Bu aşamadaki tefsir, aşağıdaki özelliklerle karakterize
edilebilir:
İkincisi: Tefsir, anlatım/rivâyet niteliğini korudu,
ancak Peygamber ve sahabeleri devrinde olduğu gibi kapsamlı bir anlamda alınmadı ve anlatılmadı. Aksine, yetkinlik karakterine
sahip kişiler eliyle yapılan anlatma işiyidi.
Yani her bölgenin öncü kişileri
vardı
Üçüncüsü: Bu dönemde
mezhepsel anlaşmazlığın özü ortaya çıktı.
Dördüncüsü: Tefsirdeki ihtilaflar sahabeye kıyasla daha fazla
çoğaldı
Tefsirin Üçüncü Aşaması/ Tedvin Çağında Tefsir:
Üçüncü tefsir aşaması, Emeviler döneminin
sonu ve Abbasi döneminin ilk dönemleri yani yazma/tedvin'in ortaya çıkması ilkesiyle başlar.
Tefsirin İçinden Geçtiği Adımları:
1-
Rivâyet:
Sahabeler ve Tabi'un
döneminde tefsir rivâyet yoluyla aktarılırdı. Onlar Reslullah'tan rivâyet ediyorlardı ve Bazılarını birbirinden de rivâyet ediyorlardı.
Bu, tefsir'in ilk adımıdır.
2-
Hadis ile Tedvin (yazı yazmak):
Sahabe ve Tabi'un döneminden sonra tefsİr ikinci bir aşamaya geçti. Bu dönem hadisin tedvini de başladı
hadislerde yer alan bölümlerden biri tefsir idi. Fakat Ku'rân'ı başından sonuna
kadar, tüm sureleri ve âyetleri yorumlayan özel bir tefsir eseri/kitabı olmadı.
3-
Hadisten ayrılma:
Bu adımda
tefsir hadisten ayrılmış ve başlı başına bir ilim olmuştur.
Tefsir, Ku'rân'ın
her âyeti için yapıldı ve bu, Ku'rân'ın tertbine göre düzenlendi. Bu, İbn Mâce (ö.
273/887), Taberî, Muhammed b. Cerîr (ö. 310/923), Nîsâbûrî, İbn ebi Hatim, İbn Hibbân (ö. 354/965) ve diğerleri dahil olmak üzere bir grup
bilginin eliyle yapıldı. Bu Tefsir kitapları Reslullah'a, Sahabe'ye, Tabi'un'e
ve Tabi't-Tabiin'e atıfta bulunularak yazılmıştır. Ve o tefsir kitaplarında me'sur
tefsirinden daha fazla bir tefsir yoktu.
5-
Zihinsel Çabayla Yapılan Tefsir:
Bu adım, en geniş adımlardan
biri olarak kabul edilir ve Abbasi döneminden günümüze kadar uzanır.
Tefsirin tedvini, sadece önceleri selefden gelen raivâyetlerle sınırlı iken daha sonra, dirâyet
ile naklin meczedildiği bir alana dönüştü. bu gözle görülür bir kademi
ilerlemeydi.
Zihinsel/Akli Tefsir:
Zihinsel akli tefsir ilk olarak
kişisel olarak anlama girişimleri şeklinde başladı ve bazı sözlerin bazılarına göre değerlendirilmesiyle başladı. Bu, zihinsel yön dilin sınırları ve Ku'rân
kelimelerinin anlamından kaynaklandığı sürece kabul edilebilirdi. Daha sonra bu alandaki bilgiler, farklı
bilimler, farklı görüşler ve farklı inançlardan bilgilerle artmaya ve
güçlenmeye devam etti. Bunun neticesinde ne yazık ki, az da olsa tefsirle pek
ilgisi olmayan birçok şeyi birleştiren tefsir kitapları ortaya çıktı.
Objektif Tefsir:
Bazı alimler Ku'rânı anlama yorumlama
için çaba sarfetmişlerdir Örneğin İbn-i Kayyim (ö. 751/1350), tüm eserlerinden Ku'rân'ın bölümleri hakkında
konuşmak için "et-Tibyân fî Aksâmi’l-Kur’ân" adlı bir eser yazmıştı. Ebû Ubeyde de (ö. 209/824 [?]) , Ku'rân mecazı üzerine konuşma
için "Mecâzü’l-Kur’ân" adlı bir kitap ayırdı. Râgıb el-İsfahânî de (ö.
v./xı. yüzyılın ilk çeyreği), kur’ân-ı Kerîm’in
kelime ve kavramlarıyla açıklamak için "Müfredâtü’l-Kur’ân" adlı bir
kitap oluşturdu. Ebu Ca‘fer en-Nahhâs
(ö. 338/950) Ku'rân'daki neshedilen ve
nasheden âyetleri üzerine "en-Nâsih
Ve’l-Mensûh" adlı bir kitap ayırdı. Ebü’l-Hasen
Vâhidî (ö. 468/1076) de Ku'rân'ın nuzül sebeplerine bir kitap oluşturdu. Hanefî
âlimlerinden Cessâs (ö. 370/980) ahkâm âyetlerinin tefsirine dair "Ahkâmü’l-Kur’ân"eseri de yazdı.
Ve bunların
dışında Ku'rân'da özel bir konu üzerine çalışan alimlerde olmuştur.
Me'sur Tefsiri:
Me'sur Tefsiri: Ku'rânın Ku'rânla
tefsiri, Peygamber'den sahabelerden nakledilenlerle Yüce Allah'ın Kitabının
anlaşılması için yapılan tefsir çeşididir.
Me'sur Tefsir'in
zayıflığın nedenleri:
Me'sur Tefsir'in zayıflığın nedenleri, üç şeyden kaynaklanmaktadır:
- Tefsirde yalan/yanlış yorumlar yer
almaktadır.
- İsrailiyyet rivâyetleri Tefsir'e
girmektedir.
- İsnat zinciri silinmektedir.
Birincisi: Tefsirde çok sayıda kasıtlı
yalan/yanlış yorumlar bulunmaktadır.
Tefsir'de yalan söyleme hususu,
hadisteki yalan söylemeyle birlikte ortaya çıkmıştır, Çünkü bu iki ilim önce
bir karışımdı ve birbirinden bağımsız değillerdi.
Tefsirde yalan rivâyetlerin
ortaya çıkışının başlangıcı, Müslümanların siyasi olarak anlaşmazlığa
düştükleri ve Şii, Harici diye grublara ayrıldıkları dönemdir Yani Hicretin
kırk bir yılıydı. Bazı kişiler bidatlarını ve fikirlerini yaymak için
bu yola başvurdular Bunu arzularına uyup şöhret için yapanlar olduğu gibi islam
ehlini yanıltmak için yapanlarda olmuştur.
Tefsirde kasıtlı yalan söyleme
etkisi:
İlk nesillerden müfessirlerinin
bize bıraktığı büyük mirasın içine yalan haberler sokularak bu miras zarar
görmüştür. bu tür rivâyetler kendi içinde doğru olabilmesine rağmen biraz
zayıflık içerme nedeniyle reddetmek zorunda kaldık. Çünkü etrafındaki şüpheler
çok olduğundan dolayı ona olan güvenimizi kaybettik.
İkincisi: İsrailiyyet Rivâyetlerinin,
Tefsir'e Girmesi.
İsrâiliyat,Yahudilik ve
Hıristiyanlık’tan Tefsir kaynaklarına geçen bilgiler ve rivâyetleridir.
Yahudilere gelince, kültürleri
öncelikle Tevrat'a dayanıyordu ve Hıristiyanlara gelince, kültürleri çoğu zaman - Yeni Ahit olarak adlandırılan İncil'e bağlıydı. Ve Hıristiyanlar için
kutsal kitap, Tevrat ve İncil'i içerir.
İsrâiliyat'tan Gelen Rivâyetlerin Değeri:
İsrâiliyat haberleri/rivâyetleri, üç bölüme ayrılır ve bunlar
şöyledir:
1:
-
Peygamberimizden
doğruluğu kanıtlanarak sahih olduğu bilinen şey.
Örneğin:
Çünkü Bu konuya
ile ilgili olarak Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif
nakledilmiştir:
كَانَ أَهْلُ الْكِتَابِ يَقْرَءُونَ التَّوْرَاةَ
بِالْعِبْرَانِيَّةِ وَيُفَسِّرُونَهَا بِالْعَرَبِيَّةِ لِأَهْلِ الْإِسْلَامِ
فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا تُصَدِّقُوا
أَهْلَ الْكِتَابِ وَلَا تُكَذِّبُوهُمْ وَقُولُوا: {آمَنَّا بِاللّٰهِ وَمَا
أُنْزِلَ} الْآيَةَ.
"Ehl-i
Kitap, Tevrat’ı İbranice okuyup Müslümanlara da Arapça olarak açıklıyorlardı.
Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Ey
Mü’minler! Deyin ki: ″Biz, Allah’u Teâlâ’ya, bize indirilene, İbrâhim’e,
İsmâil’e, İshâk’a, Yâkub’a ve torunlarına indirilmiş olana, Mûsâ ile Îsâ’ya
verilene ve diğer Peygamberlere Rablerinden verilmiş olan şeylere îman
ettik...″ diye devam eden Sûre-i Bakara, Âyet 136’yı okuyun".
İsrâiliyat Haberlerini Rivâyet Eden
Meşhurlar
- Abdullāh b. Selâm
b. (ö. 43/663-64),
-
Kâ‘b el-Ahbâr (ö. 32/652-53 [?])
- Vehb b. Münebbih (ö.
114/732)
- Abdülmelik b.
Abdilazîz b. Cüreyc el-Kureşî (ö. 150/767)
Üçüncüsü: İsnat Zinciri
Silmek.
Sahabelerin isnat/nakil zinciri
hakkında sorular sorduğu bilinmiyordu (pek çok
araştırmıyorlardı), çünkü hepsi adil ve dürüst olarak biliniyordu. Sonra, yalan
ve yanlışlıklar Tabi'un döneminde ortaya çıkmaya başladı. Ve bu yüzden
müfessirler, yalanların çok yayıldığından dolayı, bir hadisi veya bİr
rivâyet eğer senet ile gelmedikçe, ve rivâyet edenlerin adaleti onlara ispat
olmadıkça kabul etmeyip redderlerdi.
Durum Tâbîler devrinde bu şekilde kaldı, dolayısıyla müfessirler, Peygamberden
veya sahabeden gelen me'sur tefsiri rivâyeti, sadece isnat ile rivâyet
ediyorladı.
En Meşhur Rivâyet Metodu/Me'sur Tefsir Kitapları şunlardır:
1- "Câmiu’l-Beyân
an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân"
Bahrü’l-Ulûm Alâeddin
Ali b. Yahyâ es-Semerkandî’nin İbn Cerîr et-Taberî’nin (ö. 310/923) Kur’ân-ı
Kerîm tefsiri.
6- "El-Cevâhirü’l-Hisân"
Ebû Zeyd es-Seâlibî’nin
(ö. 875/1470) Kur’an tefsiri.
7- "Ed-Dürrü’l-Mensûr"
Süyûtî’nin (ö. 911/1505)
rivâyet tefsiri.
Rey Tefsiri:
Rey Tefsiri, Müfessirin Tefsir
yapma şartlarını bildikten sonra Ku'rân'ı içtihat yoluyla, yorumlamasıdır..
Bilim adamlarının, Rey Tefsiri
konusundaki tutumu:
Eski zamanlardan gelen âlimler, Ku'rân'ı
rey ile yorumlamanın caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığına düştüler:
1-
Bunun üzerine Muhafazakar bir grub şöyle dedi: Ku'rân'dan kimsenin tefsiri caiz
değildir. Ve Peygamber Efendimizin anlattıklarıyla/ondan gelen rivâyet,
Sahabelerden veya Tabi'undan gelen rivâyet ile ancak sonuca varılabilir.
2-
Ve bir başka grup, onların görüşleri tam tersiydi, Ku'rân'ı
müfessirin gayretleriyle/içtihatleriyle yorumlamakta yanlış bir şey görmedi. Ve
edepli, ahlaklı ve dürüst kim olursa olsun, onun fikri ve gayretiyle Ku'rân'ı
tefsirinin caiz olduğunu söylediler.
Bir Müfessirin İhtiyaç Duyduğu
Bilimler:
-
Arapça luğavi bilimler: (Nahiv ve Sarf ilimleri gibi
-
Belağat
Bilimler: (İlmu'l Meani - İlmu'l Bedii - İlmu'l Beyan gibi ilimler)
-
Kur’ân-ı Kerîm’in Kırâat- bİlimleri
-
Din
Usulu Bilimi
-
Fıkıh
Usulu Bilimi
-
Esbab-I
nüzul ilmi
-
Kıssalar bilmi
-
Nesh ve mensuh ilmi
-
Hadis
İlmi
-
Yetenek
bilgisi
Yorumlama Kaynakları
-
Ku'rân'ın
Ku'rânla Tefsiri/ Ku'rân'ın Bütünlüğü üzerine
- Sünnetten doğru ve sahih olan haber/rivâyet.
- Sahabeden doğru ve sahih olan harberler/rivâyet.
- Arapça dilinden en meşhur yöntem/üslup.
Kelimelerin
anlamlarına göre/iktiza etmesine göre ve şeriatın gücünden alınmış yorumlama. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ibni- Abbas'a şöyle dua etti:
“اللهُمَّ
فَقِّهْهُ في الدِّينِ وَعَلِّمْهُ التَّأْوِيل”
“Ey
Allâh’ım, onu din ilminde fakihlerden eyle
ve ona te’vili öğret”
Müfessir'in Yorumunda Kaçınması Gereken Şeyler:
-
Bir müfessirin ihtiyaç
duyduğu bilimleri bilmeden Yüce
Allah'ın âyetlerini tefsir etmeye çalışması
-
Muradını sadece Allahın bileceği Müteşâbih ifadeleri tefsir etmeye çalışması.
-
Tefsir yolunda, meşhur olma arzusu.
- Müfessirin doktrin/mezhebine göre
yorum yapmaya çalışması
- Allahı'nın muradını çarpıtmak
veya yoruma açık hususlarda kesin hüküm bildirmek.
Rey Tefsiri'nde Hata
Kaynakları:
Mu'tezile ve Şiilerin tefsir kitaplarında affedilemez hatalar
vardır Yine sahabe ve tabi'un'un görüşlerinin dışında salt fikir ve tutku ile
yorumlanan kimi rey Tefsiri'nde çok fazla hata vardır.
Rey Tefsiri'nde Hatalar,
genellikle Sahabelerin, Tabi'un'un ve Tabi't-Tabi'un'un tefsirindeki farklılıklardan
kaynaklanmaktadır.
İlk Husus: Müfessir anlamlardan birini tercih
etmek istediğinde, Ku'rân'ın yorumlanması, müfessir'in düşüncesine göre
şekillenmiş olur
"Eğer onlara
kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın diye emretmiş olsaydık, pek azı
müstesna bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi,
bu onlar için hem daha hayırlı hem de (imanları için) daha sağlamlaştırıcı
olurdu."
İsrâ Suresi - 59. Âyetteki
Rey Tefsiri İle En önemli Tefsir Kitapları:
- "Mefâtîhu’l-Gayb"
Fahreddin er-Râzî’nin
(ö. 606/1210) Kur’ân-ı Kerîm tefsiri.
-
"Envârü’t-Tenzîl" Ve Esrârü’t-Te’vîl Beyzâvî’nin (ö. 685/1286) Kur’an
tefsiri.
- "Medârikü’t-Tenzîl
Ve Hakāiku’t-Te’vîl" Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin (ö. 710/1310) Kur’ân-ı Kerîm tefsiri.
-
"Lübâbü’t-Te’vîl" Ali b. Muhammed el-Hâzin’in (ö. 741/1341) Kur’an tefsiri.
-
"El-Bahrü’l-Muhît" Ebû Hayyân el-Endelüsî’nin (ö. 745/1344) nahvî-edebî
tefsiri.
-
"Garâibü’l-Kur’ân Ve Regāibü’l-Furkān"
Nizâmeddin en-Nîsâbûrî’nin (ö. 730/1329
[?]) Kur’ân-ı Kerîm tefsiri.
- "Tefsîrü’l-Celâleyn" Celâleddin
el-Mahallî’nin (ö. 864/1459) yarım bırakıp Celâleddin es-Süyûtî’nin (ö.
911/1505) tamamladığı Kur’ân-ı Kerîm tefsiri.
-
"Es-Sirâcü’l-Münîr" Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed el-Hatîb eş-Şirbînî
el-Kāhirî'nin (ö. 977/1570) Kur’an tefsiri.
-
"İrşâdü’l-Akli’s-Selîm" Ebüssuûd
Efendi’nin (ö. 982/1574) Kur’ân-ı Kerîm tefsiri.
-
"Rûhu’l-Meânî" Şehâbeddin
Mahmûd el-Âlûsî’nin (ö. 1270/1854) Kur’ân-ı Kerîm tefsiri.
İyi Olmayan/ Hatalı Rey Tefsiri
Peygamberlik çağı bittikten sonra,
Müslümanlar arasında anlaşmazlık, farklılık ve fitne ortaya çıkmaya başladı.
Sonra çeşitli dini doktrinler/mezhepler ortaya çıkmaya başladı, Ve
doktrinlerini desteklemeye ve inancını mümkün olan her yöntemle ve hile ile
savunmaya çalışanlar bulundu. Kur'an onların ilk hedefiydi, Âyetleri eğdirerek
ve onları doktrine taşıyarak bile olsa,herkes kendi fikrini güçlendiren ve
mezhebini destekleyen bir şey bulmak için Ku'rân da ararlardı. Böylelikle iyi
ve caiz rey tefsirini aşıp, şeriat kurallarına uymayan, kötü, ve caiz olmayan
rey tefsirine geçtiler.
Mu'tezile'nin Bazı Tefsir kitapları:
-
"Tenzîhü’l-Kur’ân" Kādî
Abdülcebbâr’ın (ö. 415/1025) Kur’an hakkında nazım ve anlam yönünden ileri
sürülebilecek itirazlara cevap verdiği eseri.
-
"Gurerü’l-Fevâid Ve Dürerü’l-Kalâid" Şerîf el-Murtazâ’nın (ö. 436/1044) birçok âyet ve hadisi
Mu‘tezilî bakış açısıyla tefsir ettiği kelâmî ve edebî sohbetler mahiyetindeki
eseri.
-
"El-Keşşâf" Mu‘tezile
âlimlerinden Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) ağırlıklı olarak dirâyet metoduyla
yazdığı tefsiri.
İmâmiyye'nin (Şîa İsnâaşeriyye ) Bazi Tefsir Kitapları:
-
"Mecmau’l-Beyân" Şiî âlimi Tabersî’nin (ö. 548/1154) Kur’ân-ı Kerîm tefsiri.
-
"es-Sâfî fî Tefsîri
kelam'llah"
Kâşî'nin tefsiri.
-
"Miratü'l-Envar'i ve Mişketül Esrar'i" kazeranini tefsiri.
Zeydîler'in Bazı Tefsir Kitapları:
-
"et-Tehzîb" Muhsin b. Muhammed'in (ö.494) kur'an tefsiri.
-
"Fethu’l-Kadîr" İbnü’l-Hümâm (ö.
861/1457) tarafından Burhâneddin el-Mergīnânî’nin el-Hidâye adlı
eserine yazılan şerh.
-
Atiyye b.
Muhammed En-Necvani'nin kur'an tefsiri.
-
"Et-Teysîr Fi’t-Tefsîr" Hasan B. Muhammed ez-Zeydi es-Sanaani.
İşari Tefsir'in En Önemli
Kitapları:
- "Tefsirul Kur'ani'l Azim" Sehl et-Tüsterî'nin (ö. 283/896) kur'an tefsiri.
- "Hakāiku’t-Tefsîr" Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin (ö. 412/1021) tasavvufî
tefsiri.
-
"Arâisü’l-Beyân" Rûzbihân-ı Baklî’nin (ö. 606/1209) Arapça işârî
tefsiri.
-
İbnü'l- Arabî'ye atfedilen Tefsir Muhyiddîn
Muhammed b. Alî el-Arabî (ö. 638/1240) Tasavvuf
ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif.
AD-SOYAD: SEDA KESİK
ÖĞR. NU.: 18952705 TARİH:16.01.2020
TEFSİR, HADİS, FIKIH TARİHİ MÜTALAASI
TEFSİR TARİHİ MÜTALAASI
Sözlükte “açıklamak, beyan etmek” anlamındaki fesr kökünden
türeyen tefsîr “açıklamak, ortaya çıkarmak, kelime veya
sözdeki kapalılığı gidermek” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in yorumu için fesr ve
aynı anlamda tefsire kelimeleri kullanılırsa da tefsir
yaygınlık kazanmıştır. Tefsir kelimesinin maklûb olduğu ve fesr ile benzer
anlamlar taşıyan sefr kökünden geldiği de ileri sürülmüştür.
Sefr kelimesinin kadının yüzünü açması, baştaki sarığın alınmasıyla başın
ortaya çıkması ve sabahın aydınlıkla belirmesi gibi “bir şeyin üzerindeki
perdenin kalkması ve belli olması, kapalı bir şeyin aydınlanması” anlamlarında
kullanıldığı bilinmektedir. İnsanın iç yüzünü, tabiatını ortaya çıkaran “sefer”
de bu kökten gelmektedir. “Beyan etmek” anlamındaki tefsirin çoğulu tefsîrât,
bu alanda yazılan eserlere verilen isim olarak tefâsîrdir. Tefsiri
çeşitli tanımları bir araya getirerek şöylece tarif etmek mümkündür: “Sarf,
nahiv ve belâgat gibi dil bilimlerinden; esbâb-ı nüzûl, nâsih-mensuh,
muhkem-müteşâbih gibi Kur’an ilimlerinden; hadis ve tarih gibi rivayet
ilimlerinden; mantık ve fıkıh usulü gibi yöntem bilimlerinden yararlanılarak
Kur’an’ın mânalarının açıklanmasını ve ondan hüküm çıkarılmasını öğreten ilim”.
Bu tanımla başka eserlerin yorumu kapsam dışında tutulmuş ve tefsirin mutlaka
bir dayanağının olmasına, tefsir işini yapacak kişinin başta dil ve Kur’an
ilimleri olmak üzere pek çok konuda bilgisinin bulunmasına vurgu yapılmıştır.
Tefsiri, “Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’deki muradını beşerin gücü oranında bulmaya
yardımcı olan bir ilim dalı” şeklinde kısaca tarif etmek de mümkündür.
Kur’an’ı doğru anlamak ve tefsir etmek için en önemli
şart, onun Allah kelâmı olduğunu ve kendisine özgü bir yapısının bulunduğunu
kabul etmektir.
Kur’ân-ı Kerîm dili iyi kullanan, lafızların delâletini
ve sözün söyleniş biçiminden neyin kastedildiğini iyi bilen bir kavme
indirilmiştir. Ancak Kur’an’ın ilk muhataplarının her âyeti anlayıp kavradığını
iddia etmek mümkün değildir. İbn Haldûn’un ileri sürdüğü, Kur’an’ın nâzil
olduğu dönemdeki Araplar’ın tamamının Kur’an’ı anlayıp bildiği yönündeki görüş
Ahmed Emîn tarafından haklı gerekçelerle eleştirilmiştir. Zira Kur’ân-ı Kerîm
onların bildiği lafızlar ve konular yanında hiç duymadıkları konuları hiç
duymadıkları isimlerle birlikte ortaya koymakta, yer yer kullandıkları kelime
ve kavramlara yeni anlamlar yüklemektedir. Dolayısıyla Araplar nâzil olan
âyetlerden bir kısmını ya hiç kavrayamıyorlar ya da kelime bilgilerine
dayanarak ancak yüzeysel biçimde anlıyorlardı. Özellikle Mekke döneminin ilk
yıllarında inen ve âhiret hayatına vurgu yapan, yaratılış konularını ve fezanın
derinliklerini alışılmışın dışında bir üslûpla beyan eden âyet ve sûreler
Mekkeliler’i hayrete düşürüyordu. Râgıb el-İsfahânî’nin de belirttiği gibi
özellikle müteşâbih âyetleri ancak ana hatlarıyla anlayabiliyorlardı. Kur’an’ın
muhtevası, üslûbu ve kelime uyumu incelendiğinde onda hem konu hem üslûp
bakımından nüzûl döneminde yaşayan Araplar’ın özel durumuna uygun bir anlatımın
söz konusu olduğu görülür. Buna göre vahyin çeşitli yönlerinden bir kısmı ilk
muhatapların durumuna uygun düşüyor, bu da onların Kur’ân-ı Kerîm’e ilgi duymasını
sağlıyordu. Müşriklerin kendi yandaşlarını Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemekten uzak
tutmaya çalışmaları onun insanları etkileyen bu kuşatıcı yapısıyla ilgilidir.
İlk müslümanların anlayamadıkları konuları Resûl-i Ekrem’e sormaları ya da
anladıklarıyla yetinip diğer hususları Allah’ın kudretine, hikmetine ve
iradesine bağlamaları meseleyi büyük oranda çözmekteydi. Hadis ve tefsir
kaynaklarında Resûlullah’ın özellikle göklerden, yeryüzünün durumundan,
dağlardan bahseden âyetleri yorumladığına dair rivayetler bir hayli azdır ve
bunlar da genel niteliktedir. Daha sonra tefsirlere giren İsrâiliyat’ta bu
hususlara dair rivayetlerin çokça yer alması bu görüşü desteklemektedir. Hz.
Peygamber insanlara kevnî âyetleri açıklasaydı anlayamayacakları için İslâm’dan
uzaklaşacaklar veya bu ayrıntılar içerisinde yollarını şaşıracaklardı.
Hz. Peygamber’in Kur’an’ın ne kadarını tefsir ettiği
hususuyla ilgili iki görüş bulunmaktadır. Âlimlerden bir kısmı Resûl-i Ekrem’in
Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını tefsir etmediği noktasında birleşmektedir. Bu görüşü
savunanlar içerisinde Zerkeşî’nin konuya yaklaşımı oldukça tutarlı
görünmektedir. Süyûtî’nin el-İtḳān’da
kendilerinden görüş naklettiği kişiler içerisinde yer alan Huveyyî de
Resûlullah’ın tefsir ettiği âyetlerin az olduğunu söylemektedir. Hz. Âişe’den
rivayet edilen, “Peygamber, Cibrîl’in kendisine öğrettiği sayılı âyet dışında
Allah’ın kitabından herhangi bir şey tefsir etmezdi” şeklindeki rivayet de bu
görüşü desteklemektedir. İbn Teymiyye’nin dile getirdiği, kaynağı Taberî’ye ve
öncesine kadar giden diğer görüşe göre Resûl-i Ekrem, Kur’ân-ı Kerîm’in
tamamını veya tamamına yakınını ashabına açıklamıştır. Eğer böyle olmasaydı
Allah’ın kendisine verdiği tebyin görevinin bir anlamı kalmazdı. Sahâbîlerin
bir kısmından gelen, Kur’an’ın on âyetini Hz. Peygamber’den öğrenmedikçe diğer
on âyete geçmedikleri yolundaki rivayetler ve onların, “Biz Kur’an’ı ilim ve
amel olarak birlikte öğrendik” şeklindeki ifadeleri bunun delilini
oluşturmaktadır. Bu yaklaşım ilk anda kuşatıcı bir bakış gibi algılansa da
tefsirin miktarını gösterme bakımından somut bir delile dayanmadığı için teorik
bir görüş niteliğinde kalmaktadır. Zira gerek bu fikre meylettiği hissedilen
Taberî’nin gerekse bu görüşü açık biçimde ileri süren İbn Teymiyye’nin eserleri
üzerinde yapılan çalışmalar, Kur’an’ın her âyetiyle ilgili en az bir hadisin
bulunduğunu ortaya koyacak nitelikte değildir. Ayrıca hadis kaynakları ve
bunlardan faydalanılarak yazılan rivayet tefsirleri isnadı Resûlullah’a ulaşan
fazla rivayet kaydedememiştir. Ashabın önde gelenlerinden birçok kişinin
kendilerine anlamı sorulan bir âyet veya kelimeyi bilmediğini söylemesi, ayrıca
Hz. Ömer’den nakledilen ribâ âyetiyle ilgili rivayet teorik anlamda Kur’ân-ı
Kerîm’in tamamının Hz. Peygamber tarafından tefsir edilmediğini ispat etmeye
yeter durumdadır.
Resûl-i Ekrem, Kur’an’ın tamamını ashabına açıklamışsa bu
takdirde iki mesele ortaya çıkmaktadır. Resûlullah’ın bu tefsirinin bir
alternatifi bulunmayan bir tefsir olduğu ileri sürülürse gerek sahâbîler gerek
sonra gelenler için bu tefsiri sadece nakledip bunun üzerine bir şey söylememek
gerekir. Halbuki ashabın ve ardından gelen nesillerin kendi görüşlerini ileri
sürdüğü ve Kur’an’ı kendi sözleriyle tefsir ettiği bilinmektedir. Diğer
ihtimale göre ise Hz. Peygamber Kur’an’ı ashabına açıklamış, ancak âyetlerin
alternatif yorumu için ashabı serbest bırakmıştır. Bu durumda da ashaba tanınan
bu serbestliğin sonraki nesillere tanınmadığı yolunda bir delilin bulunması
gerekir. Taberî’nin Kur’an üzerinde düşünmeyi emreden âyetleri açıklarken
benimsediği olumlu bakış açısının ve Selef âlimlerinin Kur’an’ı tefsir etme
konusunda yetkili oldukları, Kur’an’ı tefsir etmekten menedilmedikleri
yolundaki beyanının yukarıda zikredilen görüşüyle çeliştiğini belirtmek
gerekir. Resûlullah’ın Kur’an’ın tamamını yorumlamadığı farzedildiğinde de bazı
meseleler ortaya çıkmaktadır. Sadece Peygamber dönemindeki muhataplara değil
kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa gönderilen bir kitapta o kitap üzerine
düşünülmesi emrediliyorsa o takdirde bu düşünme işi her dönemdeki insanın
görevi olmaktadır. Düşünme Kitap ve Sünnet’in geneline ters düşmeyen bir
mahiyet arzediyorsa böyle serbest bir düşünmede Hz. Peygamber’den ve ashaptan
gelmeyen birtakım bilgilerin ileri sürülmesi ve yeni fikirlerin üretilmesi kaçınılmazdır.
Kur’an’ın tamamının Resûl-i Ekrem tarafından tefsir edildiği görüşü bir
faraziyeden ibarettir. Resûlullah’ın, ashabın ve tâbiîn neslinin koyduğu
prensipler çerçevesinde hareket edip bazı yeni metotlar geliştiren müslüman
ilim adamlarının Kur’an’ı yorumlama çabası, onun evrenselliğinin ve kıyamete
kadar insanların problemlerini çözecek bir nitelik ve içerikte bulunduğunun
kabul edildiğini göstermektedir.
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğu
noktasında bir ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul
etmektedir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne
aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde
gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında
Resûl-i Ekrem’in Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür.
Resûlullah yer yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer
yer doğrudan bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını
açıklamakta, bazan da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir.
Âyetteki kapalılığın giderilmesi, bilinmeyen bir kelimenin izahı, âyetin âyetle
tefsir edilmesi, âyette anlatılan bir olaya dair ayrıntı verilmesi bu tefsir
şekillerindendir. Böylece Resûlullah yaptığı yorumlarla Kur’an’ın mücmelini
beyan, mutlakını takyid, müşkilini tavzih, müphemini beyan, umumunu tahsis ve
neshini beyan etmiş, yer yer başka açıklamalar da yapmıştır. Hadis
kaynaklarında nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh
konularında bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin
açıklandığı, İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze
çarpmaktadır. Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları,
bilmedikleri konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b.
Mes‘ûd ve Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i
Ekrem’den intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir
ettikleri bilinmektedir. Sahâbe tefsirinde kelimelerin tahlili için Arap
şiirinden ve nesrinden yararlanıldığı, müşkil konuların halli için Arap
tarihinden faydalanıldığı dikkat çekmektedir. Ancak sahâbe tefsirinde göze
çarpan en önemli husus Ehl-i kitap’tan intikal eden bilgilerin kullanılmaya başlanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de
tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin yorumu için yardımcı bilgilere
ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in Ehl-i kitap’tan gelebilecek
bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması Kur’an ile çelişmeyen İsrâiliyat’ın tefsirlere
girişini kolaylaştırmıştır. Sahâbe döneminde ilk örnekleri görülen bu
rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde telif edilen tefsirlerde önemli
bir yer işgal etmiştir. İlk tam Kur’an tefsirini kaleme alan Mukātil b.
Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki bu değişimi açıkça ortaya
koymaktadır. Öte yandan İslâm toplumunda İsrâiliyat’ın sakıncalı görülmeyen
kısmını kabullenme eğilimi tefsirin genişlemesini sağlayan önemli unsurlardan
biri olmuştur.
İlk dönem tefsir okulları arasında en güçlü olanı Mekke
tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allahım! Onu dinde derin
anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn Abbas’a
dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr, Mücâhid
b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi tefsirde
görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri
muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar bulunduğu
gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır. Tefsirde bir
diğer önemli okul Medine okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine
okulunun temsilcileri arasında Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b
el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi
âlimler mevcuttur. İlk müslümanlar arasında yer alan ve tefsire dair geniş
bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un
öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak okulu da Mekke okulu kadar
güçlüdür. Onun takipçileri arasında Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda‘, Esved b.
Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme ve İbrâhim en-Nehaî
gibi şahsiyetler vardır.
Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde tefsir bir hayli
genişlemiştir. Bu genişlemede bir âyetle ilgili rivayetlerin farklı isnad
çeşitlerinin anılması, dil ilimlerinin gelişmesi ve tedvin faaliyetlerinin
artması ile oluşan dil bilgilerinin, şiir, nesir, deyim ve atasözlerinin delil
olarak kullanılması, İsrâiliyat’ın daha da artması ve ulemâ arasındaki
tartışmaların nakledilmesi etkili olmuştur. Bu dönemde dirâyet tefsiri
kategorisine giren yorumların dikkate değer biçimde çoğaldığı görülmektedir.
Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli
azdır; yine de tefsirin kitap olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150
(767) yılında muhtemelen 100 yaşında vefat eden Mukātil b. Süleyman’ın günümüze
ulaşan Kur’an tefsiri ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin
ilklerindendir. Ancak gerek Hasan-ı Basrî gibi ilk dönem müfessirlerinin yorumları
ve halka açık tefsir dersleri, gerek Katâde b. Diâme’nin tefsir tartışmaları,
gerekse kendilerine çokça başvurulan I ve II. yüzyıl tefsir âlimlerinin
değerlendirmeleri bunların talebeleri tarafından çok iyi korunmuş ve
nakledilmiştir; hatta bunlar tedvin edilmiş eserler gibi görülebilir. Belki de
bu sebeple İbnü’n-Nedîm el-Fihrist’inde
tâbiînden ve tebeu’t-tâbiînden çok sayıda müfessirin tefsir rivayetlerini
“Kitâbü tefsîri ...” gibi başlıklar altında vermiştir. Bu durumda tefsirlerin
tedvinini II. yüzyılın başlarına kadar götürmek mümkün görünmektedir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin yanında başlayan
lugavî tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı bir hareketlilik kazandırmış,
böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır. Bunda İslâm toplumundaki fikrî
gelişimin ve değişimin büyük payı vardır. Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın
açıklamaları ile yetinen müslümanlar, İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu
Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni problemlerle karşılaşmaya başlamıştır.
Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz
edemeyen müslümanlar, Kur’an kelimeleri ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam
dışında kullanmaya başlayınca dil âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân,
meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân, müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi
çalışmalar yapmıştır. Bunlar, bir yandan Kur’an’ın farklı bir tefsiri gibi
kabul görürken öte yandan Kur’an’ı yorumlayacak olanlar için kelimelerin ve
âyetlerin anlam sınırlarını belirleyen kaynaklar olarak görülmüştür. Tefsir
tarihinin bu aşamasında rivayetlere dayanan tefsirle dil tahlilleri ve anlam
genişletmelerini içine alan re’y tefsiri birlikte devam etmiştir.
İlk dönem Kur’an tefsiri için belki de son söz
niteliğindeki çalışmayı İbn Cerîr et-Taberî gerçekleştirmiştir. Taberî, bir
yandan bu noktada öncülük yaparken öte yandan dağınık halde bulunan tefsir
rivayetlerini bir araya getirmiş ve tefsirin tedvini için önemli bir hizmet
görmüştür. Câmiʿu’l-beyân ʿan teʾvîli âyi’l-Ḳurʾân adını
verdiği eseri genellikle bir rivayet tefsiri olarak kabul edilse de iyi bir
inceleme onun aynı zamanda dirâyet tefsirine ait pek çok unsur içerdiğini
ortaya koyar. Nitekim son zamanlarda Taberî’nin tefsirinin dirâyet yönüne
dikkat eden çalışmalar yapılmaktadır. Taberî’den sonra hacimli ve derli toplu
bir çalışma yapılmamışsa da farklı metotlarla onun eseri kadar şöhret kazanan
tefsirler yazılmıştır. Bunların içinde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ını
ve Fahreddin er-Râzî’nin Mefâtîḥu’l-ġayb’ını
özellikle anmak gerekir. İslâm’ın dünyanın birçok yerinde yayılması ile
İranlılar’ın, Türkler’in, Türkistanlılar’ın, Kafkas kavimlerinin, Hintli
müslümanların, Malaylar’ın, Endonezyalılar’ın, Afrikalılar’ın, Endülüslüler’in
yazdığı çok sayıda tefsir meydana getirilmiştir.
Tefsir Çeşitleri; Kaynakları ve Yöntemleri Bakımından
Tefsirler (Rivayet Tefsiri, Dirâyet Tefsiri, İşârî Tefsir, Lugavî/Filolojik
Tefsir, Karma Yöntem; Yaklaşımları Bakımından Tefsirler (Mezhebî Tefsir, İlmî
Tefsir, İçtimaî Tefsir); Konu Merkezli Tefsirler ( Ahkâm Tefsiri, Konulu Tefsir)
HADİS TARİHİ MÜTALAASI
“Eski”
anlamındaki kadîmin zıddı olan hadîs kelimesi tahdîs masdarından isim olup “haber”
mânasına gelir. İnsana uyanıkken veya uykuda duyurulmak yahut vahyedilmek suretiyle
iletilen her söze, ayrıca anlatılan kıssaya, “hadîsü’lcünûd” ve yapılan
konuşmaya da hadis denmektedir. Çeşitli âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’den
“hâze’l-hadîs”, “ahsenü’l-hadîs” diye bahsedilmektedir. Hz. Peygamber de
Kur’an’ı ifade etmek üzere “ahsenü’lhadîs, hayrü’l hadîs, asdaku’l-hadîs” tabirlerini
kullanmıştır. Ehâdîs kelimesi, Ferrâ’nın belirttiğine göre “konuşulan şey”
anlamındaki uhdûsenin çoğulu olmakla beraber sonradan hadisin çoğulu olarak
kullanılmaya başlanmıştır. “Hadîsü’n-nebî” ifadesi yaygın olduğu halde “uhdûsetü’nnebî”
denmemesi de bunu göstermektedir.
Hadis kelimesi İslâmiyet’le birlikte farklı bir
anlam kazanmış, âdeta onunla kadîm olan Kur’ân-ı Kerîm’in mukabili kastedilerek
Resûl-i Ekrem’in sözlerine “el-ehâdîsü’l-kavliyye”, fiillerine
“el-ehâdîsü’l-fi‘liyye” ve tasvip ettiği şeylere de “el-ehâdîsü’t-takrîriyye”
denilmiştir. Hadis âlimleri, Hz. Peygamber’in yaratılışıyla ilgili
özelliklerini ve ahlâkî vasıflarını da hadisin kapsamı içine almışlardır. Kendi
sözleri hakkında hadis kelimesini ilk defa Resûl-i Ekrem’in kullandığı
anlaşılmaktadır. Nitekim Ebû Hüreyre’nin, kıyamet gününde kendisinin şefaatine
ilk önce kimin nâil olacağını sorması üzerine Resûlullah: “Ey Ebû Hüreyre!
Hadise olan merakını bildiğim için bu hadis hakkında ilk soruyu senin
soracağını tahmin ediyordum” dediği nakledilmektedir.
Bazı âlimler, hadis teriminin kapsamını daha da
genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama
almışlar, Hz. Peygamber’e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait olanlara
mevkuf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir. Sonraları merfû,
mevkuf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi
kullanılmaya başlanınca bir kısım âlimler sadece merfû rivayetlere, bazıları da
merfû ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uygun görmüşlerdir. Yine ilk
devirlerde Resûl-i Ekrem’in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sahâbe ve
tâbiîne ait her türlü haberi ifade etmek üzere eser kelimesi de kullanılmıştır.
Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu
iki terimin eş anlamlı olarak Resûlullah’ın söz, fiil ve takrirleri için
kullanılması özellikle hadis âlimleri arasında daha fazla kabul görmüştür.
Sünnet ve hadisin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber’in ahlâkını,
şemâilini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıklarını da bu çerçeve içine
alanlar olmuştur. II. yüzyıldan itibaren hadisi ifade etmek üzere kullanılan
terimlerden biri de ilimdir. İlk dönemlerde ilim kelimesinin kapsamına Kur’an,
hadis ve fıkhın girdiği, fakat sonraları ilim sözüyle daha çok hadisin
kastedildiği anlaşılmaktadır.
Hadis Tarihi’nin amacı, hadis metinlerini doğru
anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, hadisin tarihi geçmişini ortaya
koymaktır. Bu tarihi geçmiş içerisinde yaşananlar, hadis malzemesinin başından
geçenler ortaya konmalıdır ki, hadis metinlerinin doğru ve sağlıklı bir şekilde
anlaşılabilsin. Şüphesiz ki hadis ve sünnet, Müslümanın günlük hayatını
şekillendirdiği gibi, toplumun oluşmasından kimliğini kazanmasına kadar son
derece etkili bir kaynaktır. Bu kaynak olmaksızın İslam’ın anlaşılması ve
yaşanması noktasında ciddi sorunlar ile karşılaşılması kaçınılmaz olacaktır.
Diğer taraftan hadislerin Kur’an gibi korunmadığı da ortada duran bir
gerçektir. İşte Müslümanın ve İslam toplumunun hayatında bu kadar önemli yeri
olan hadislerin tarihi cephesinin incelenmesi, ortaya konması HADİS Tarihi'nin
esas amacını oluşturmaktadır.
Hadis Tarihi’nde yöntem, modern tarih, sosyal
tarih, kültürel tarih, siyasal tarih incelemelerinde olduğu gibi, aynı veya
benzer metotların kullanılmasıdır. Her şeyden önce burada ele alınan, bir bilim
tarihi olduğu için, tüm tarih inceleme metotlarından ayrıldığı noktalar
olacaktır. Öyleyse Hadis tarihi, hadis bilim tarihi incelemesidir ve kendi
nev’i şahsına münhasır yöntemleri bulunmaktadır.
Miladî XVIII. asırdan günümüze kadar geçen
süreyi kapsamaktadır. Bu dönemin temel özelliği, oryantalistlerin
geliştirdikleri yöntemlerle hadîs tarihi, hadîs usûlü ve hadîs literatürü
hakkında yaptıkları çalışmalarıdır. İkinci ayırıcı özelliği, İslâm dünyasında
hadisle ilgili farklı yaklaşımların ortaya çıkmasıdır. Bir diğer özellik ise
hadîs tarihi, hadîs usûlü ve hadîs literatürü hakkında yapılan akademik
çalışmalardır. Hadîs tarihini dönemlere ayırarak incelemeye başlamadan önce
rivayet döneminde özellikle hicrî birinci asır ile nakil dönemi hakkında
gerekli bilgileri elde etmenin zorluğuna işaret etmeliyiz. Hicrî birinci asırla
ilgili zorluğun sebebi, gerek rivayetin gerekse diğer bilgilerin genelde şifahî
olması, henüz yazılı rivayete bütünüyle geçilmemesi ve bu dönemle ilgili bilgilerin
daha sonraki dönemler vasıtasıyla elde edilmesidir. Nakil dönemiyle ilgili
zorluk ise bu devredeki tarihi süreci orta ya koyan müstakil ilmî çalışmaların
henüz gerçekleştirilmemiş olmasıdır. Dolayısıyla bu çalışmada sözü edilen
dönemler mevcut imkanlar çerçevesinde tetkik edilecektir.
FIKIH TARİHİ MÜTALAASI
Sözlükte “bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak,
derinlemesine kavramak” mânasına gelen fıkıh kelimesi ilim,
fehim gibi yakın anlamlı diğer kavramlara göre daha özel bir anlam taşır. Fakīh de
“bir konuyu derinden kavrayan, ince anlayış sahibi kimse” demektir. Kur’an’da,
hadiste ve İslâm’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı bu sözlük
anlamı çerçevesinde kalmış olmakla birlikte, Kur’an ve hadisin İslâm toplumunun
iki temel bilgi kaynağı olması sebebiyle kelime genelde Kur’an ve hadis
merkezli dinî bilgiyi ve anlayışı ifade eden kavramlardan biri olarak
kullanılmış, İslâm toplumunda dinî bilginin gelişip alt ilim dallarının
oluşmasına paralel olarak II. yüzyılın sonlarından itibaren İslâm’ın ferdî ve
içtimaî hayata dair amelî hükümlerini bilmeyi ve bu konuyu inceleyen bir ilim
dalını ifade eden bir terim halini almaya başlamıştır. Kelimenin terim
anlamının netleşmesi ise daha ileriki yüzyıllardadır.
Fıkıh kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi yerde çeşitli fiil
kalıplarıyla geçmekte olup genelde “bir şeyi iyi ve tam anlamak, kavramak, bir
şeyin hakikatini bilmek ve akletmek” gibi anlamlarda kullanılır. Bu âyetlerden
birindeki “fi’d-dîn” kaydı kelimeye “dinde derin bilgi sahibi olmak” şeklinde biraz
daha özel bir anlam kazandırmıştır. Hadislerde geçen fıkıh kelimesi ve
türevlerinin, mutlak olarak kullanıldığında sözlük anlamı çerçevesinde “iyi,
doğru ve derinlemesine bilgi ve kavrayış” mânasına geldiği, “fi’d-dîn” kaydıyla
kullanıldığında ise din ve Kur’an konusundaki bilginin kastedildiği görülür.
Fıkıh kelimesi, “Kendisinden daha anlayışlı kimseye fıkıh aktaran niceleri
vardır” meâlindeki hadiste ise anlamaya dayalı bilgi yanında Kur’an ve Sünnet
bilgisi mânasını da ihtiva etmektedir. Ancak daha yaygın olarak re’y ve fetva
ile birlikte fıkhın “Kitap ve Sünnet’ten çıkarılan mâna ve hüküm” karşılığında;
ilim, rivayet ve hadisin ise “doğrudan Kitap ve Sünnet” karşılığında
kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Hz. Peygamber ve ashap devrinde
fıkha göre kaza ve re’y kelimelerinin daha yaygın bir kullanıma sahip
bulunduğu, dinî konularda bilgi sahibi olanlara da okur yazarlık ve ezberle
bilgi arasındaki yakın bağ sebebiyle “kurrâ” denildiği, ilmî birikim ve
metodolojinin gelişmesiyle birlikte fıkhın bir ilim dalı haline gelip kurrâ
kelimesinin yerini fakih ve âlim kelimelerinin aldığı söylenebilir.
Ana kaynaklardan zihnî çaba ile elde edilen dinî
bilgilerin hemen tamamına fıkıh isminin verilmesi ve bu mânada fıkhın terim
haline gelmesinin tarihini Ebû Hanîfe zamanına kadar götüren kayıtlar vardır.
Fıkhın bu geniş anlamı en azından V. yüzyıla kadar devam etmiş, bu arada iman
ve itikad konusuyla ilgili bilgiler “el-fıkhü’l-ekber, ilmü’t-tevhîd, ilmü
usûli’d-dîn” gibi isimlerle anılan ayrı bir ilim dalının; müslümanın iyi ve
kötü huyları, özel hayatı, sosyal ilişkileri ve davranışlarıyla ilgili
hususların ise ahlâk ve tasavvuf ilim dallarının konusu haline gelmesinin
ardından fıkıh terimi dinin fürûuna tahsis edilir olmuştur. İmam Şâfiî’ye
nisbet edilen, “Fıkıh, dinin amelî hükümlerini muayyen delil ve kaynaklarından
çıkararak elde edilen bilgidir” şeklindeki tarif giderek yaygınlık kazanmıştır.
Başta Ebü’l-Usr el-Pezdevî, Şemsüleimme es-Serahsî, Abdülazîz el-Buhârî ve
Sadrüşşerîa olmak üzere sonraki dönem Hanefî usulcüleri Ebû Hanîfe’nin
tarifini, Şâfiî usulcüleri de Şâfiî’ye nisbet edilen tarifi büyük çapta
korumuşlardır. Bununla birlikte aralarında İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî,
Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Cemâleddin İbnü’l-Hâcib ve Ebü’l-Berekât
en-Nesefî’nin de bulunduğu bir grup usulcü fıkhı, “şer‘î delillerden ictihad ve
istidlâl yoluyla elde edilen hükümleri bilme” şeklinde tanımlayarak, Kur’an ve
Sünnet’in açık ifadelerine dayanan ve dinden olduğu zorunlu olarak bilinen
şer‘î hükümlerle bu şer‘î delillerden istidlâl yoluyla elde edilen görüş ve
hükümler arasında bulunan, diğer bir ifadeyle şer‘î hükümlerle bu hükümler
etrafında oluşan hukuk doktrini arasında mevcut ince farka işaret etmek
istemişlerdir. Öte yandan Hanefî fakihlerinden İbnü’l-Hümâm fıkhı “şer‘î
ahkâmdan katiyet taşıyanları bilme” şeklinde tanımlamıştır. Fıkhın bu farklı
tanımları din, şeriat, fıkıh, ahkâm-ı fer‘iyye gibi temel kavramlar arasındaki
farklılıkları ve genellik-özellik ilişkisini yakından etkilemektedir.
Fıkıh dinin fürûuna, amelî hayata ait bilgileri ve
hükümleri ihtiva eden ilim dalının adı olduktan sonra da kapsamı geniş kalmış,
çağımıza kadar ilmihal, hukuk ve hukuk metodolojisi, ekonomi, siyaset, idare
bilimleri ve bu bilimlerle ilgili kurumlar İslâmî ilimler sayımında fıkıh dalı
içinde görülmüş ve incelenmiştir. Fıkıh usulü adıyla bilinen ve dünyada ilk
defa müslümanlar tarafından kurulup geliştirilen ilim dalı, fıkhın usul-fürû
şeklindeki ikili ayırımı içerisinde fıkhın bir alt ilim dalını teşkil etmekle birlikte,
baştan beri ayrı bir ilim dalı şeklinde geliştiği ve bu alanda ayrı bir
literatür oluştuğu için yukarıdaki ikili ayırım yerine fıkıh - usûl-i fıkıh
ayırımı yapılmış, bunun sonucu olarak da öteden beri fıkıh terimiyle fürû-i
fıkıh kastedilmiştir. Bunun yanı sıra fıkhın bütünü içinde kalan konulardan
bazıları ya eğitim öğretim gereği yahut pratik ihtiyaçlar sebebiyle -genel
fıkıh kitapları içinde de bulunmakla beraber- ayrı isimlerle yazılan müstakil
kitapların konusunu teşkil etmiştir. İdare, anayasa, vergi ve kısmen cezayı
ihtiva eden “el-ahkâmü’s-sultâniyye, siyâsetü’ş-şer‘iyye”, devletler hukukunu
ele alan “siyer”, daha ziyade vergi hukukuyla ilgili olan “harâc” ve “emvâl”,
miras hukukunu içeren “ferâiz”, resmî ve hukukî yazışmaları, senetleri vb.
belgeleri konu edinen “şürût”, muhakeme usul hukukundan bahseden
“edebü’l-kādî”, bir çeşit mukayeseli hukuk demek olan “hilâf”, hukuk
felsefesine tekabül eden “hikmetü’t-teşrî‘” özel kitaplara konu olan bu
dalların başlıca örnekleridir. XIX. yüzyıldan itibaren Batı’nın etkisiyle
kanunlaştırma hareketi başlayınca çıkarılan kanunlara paralel olarak fıkıh
ilminin alt dalları ve konuları yeni adlarla anılmaya başlanmış ve fıkhın yeni
alt dalları oluşmuştur. “Ahvâlü’ş-şahsiyye” (şahıs ve aile hukuku), “münâkehât-mufârekāt”
(aile hukuku), “ukūd ve iltizâmât” (borçlar hukuku), “cinâyât” (ceza hukuku),
“düstûr” veya “nizâmü’l-hükm” (anayasa hukuku) bu değişimin örnekleridir. Fıkha
mutlak anlamda hukuk bilgisi, fakihe de hukukçu anlamı yüklenip klasik fıkıh
teriminin Türkçe’de “İslâm hukuku”, Arapça’da “el-fıkhü’l-İslâmî” terkipleriyle
karşılanması da yine Batı hukuk anlayışının etkisiyle oluşan bu değişimin
sonuçlarındandır.
Fıkhın kaynağı ve fıkha tesir eden çevreler konusu
araştırılırken doğuşla gelişmeyi ve buna bağlı olarak fıkhın devrelerini
birbirinden ayırmak gerekmektedir. Farklı iddialar bulunmakla beraber fıkhın
doğuşunda, usul ve fürû olarak ortaya çıkışında en önemli ve belirleyici kaynak
vahiydir. Kur’ân-ı Kerîm ve kısmen de hadisler içinde ümmete intikal eden vahiy
insan-Allah, fert-toplum arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde birinci kaynak
olmuş, başka tesirler bu kaynağın süzgecinden geçtikten ve meşruiyet vasfını
buradan aldıktan sonra İslâmî hayatı etkileyebilmiştir. Fıkhın ibadet,
helâl-haram konuları dışında kalan bölümleriyle bunlara dayalı kurumların İslâm
tarihi boyunca diğer kültür ve medeniyetlerden etkilenmiş olması ihtimalden
uzak değildir, hatta sınırı tartışmalı da olsa vâkidir.
Fıkıhla diğer çağdaş ve doğuşu itibariyle ondan önce
teşekkül eden hukuklar (Roma, Sâsânî, Câhiliye, yahudi hukukları) arasındaki
tesir konusunda üç ayrı tez ileri sürülmüştür. I. Goldziher, A. von Kremer,
Sceldon Amos gibi şarkiyatçılara göre “İslâm hukuku” mânasında fıkıh Roma
hukukundan iktibas edilmiştir. İslâm hukukunun yahudi hukukundan aldığı
kısımlar da aslında Roma hukukuna aittir; bunlar önce yahudi hukukuna geçmiş,
buradan da İslâm hukukuna intikal etmiştir. Buna karşı bazı müslüman
müelliflerin tezi, İslâm hukukunun başka bir hukuktan etkilenmediği, aksine
daha sonraki devirlerde önce İspanya yoluyla Roma hukukunu ve Batı devletler
umumi hukukunu, ardından da Fransız, İngiliz, hatta İsrail hukuklarını
etkilediği şeklindedir. Joseph Schacht, Sholomo Dow Goitein, S. V. Fitzgerald,
H. G. Bousquet gibi bazı şarkiyatçıların da aralarında bulunduğu ve çoğunu
müslüman hukuk tarihçilerinin oluşturduğu üçüncü gruba göre ise İslâm hukuku
doğuşu itibariyle orijinaldir, vahye dayanır, hiçbir yabancı hukuktan iktibas
edilmiş değildir. Tesir sonraki dönemlere ait olup daha ziyade kamu hukuku
alanındadır ve bu da oldukça sınırlıdır.
İktibas tezini savunanların iddiaları şöylece
özetlenebilir: 1. Hz. Peygamber Doğu’da, Roma’nın hâkimiyeti
altında bulunan Suriye bölgesi yoluyla Roma-Bizans hukukunu öğrenme imkânı
bulmuş, bu hukuktan alıntılar yapmıştır. 2. Kayseri, İstanbul,
İskenderiye ve Beyrut’ta Roma hukukunu öğreten medreseler ve bu hukuku
uygulayan mahkemeler vardı. Adı geçen merkezler müslümanların eline geçince
Evzâî ve Şâfiî gibi ilk İslâm hukukçuları bu medrese ve mahkemelerden Roma
hukukunu öğrenmiş ve İslâm hukukuna aktarmışlardır. 3. Eskiden
Romalılar’ın yönetiminde bulunan bölgelerde Roma hukuku halkın örf ve âdetine
sızmış ve aynı örfü hukukî uygulamalara temel kılan fıkıhçılar yoluyla İslâm
hukukuna geçmiştir. 4. Câhiliye ve yahudi-Talmud hukuku daha
önce Roma hukukundan etkilendiği için bunlardan iktibaslarda bulunan İslâm
hukuku dolaylı olarak Roma hukukunu da almıştır. 5. Bu iki
hukuk arasındaki karşılaştırmalar önemli benzerlikleri ortaya çıkarmaktadır; bu
da sonrakinin öncekinden alıntı yaptığını göstermektedir.
İslâm hukukunun doğuşunu kendi kaynaklarına borçlu
olduğunu, özellikle bu dönemde başka hukuklardan etkilenmediğini savunanların
tarihî vâkıalara dayalı cevapları da şu şekilde özetlenebilir:
1. Hz. Peygamber Roma hukukunun yazıldığı dilleri
bilmezdi, hatta okuma yazması da yoktu. Sekiz yaşında bir çocuk iken yaptığı
seyahat dışında Suriye’ye yirmi dört yaşında gitmiş ve on beş gün kadar
kalmıştır. Bu yaştaki bir gence on beş günde Roma hukukunun öğretilmesi mümkün
değildir.
2. a) I. Iustinianos (Jüstinyen) 533 yılında bir emirnâme
ile Roma, İstanbul ve Beyrut dışındaki medreseleri kapatmıştı. Medresesi açık
kalan yerlerden Roma müslümanların eline hiç geçmedi, İstanbul ise ancak
1453’te fethedildi. Beyrut medresesi İslâm fethinden çok önce tarihe
karışmıştı. b) Evzâî Beyrut’a, Şâfiî de Mısır’a ancak
hayatlarının sonlarına doğru gidip yerleştiler; İslâm hukukunun doğuşu ve
gelişmesi bundan çok önce gerçekleşmişti. c) İslâmiyet gayri
müslimlere hukuk seçme hakkı verdiği ve bu hak sahiplerince fiilen kullanıldığı
(kendi mahkemelerinde yargılandıkları) için mahkemeler yoluyla etki iddiası da
mesnetsiz kalmaktadır. Milâdî V. yüzyıla ait olup Hz. Ömer’in Suriye’yi
fethinden sonra burada yaşayan hıristiyanların mahkemelerinde kanun gibi
kullandıkları Suriye-Roma kodu üzerinde yapılan mukayeseli bir araştırma, bu
iki hukuk arasındaki önemli farklılıkları ve tesir ihtimalinin uzaklığını
ortaya koymuştur.
3. İlk fıkıh âlimlerinden herhangi birinin Roma
hukukunu bildiği ve çalışmalarında bu hukuka atıf yaptığı sabit değildir.
Müslümanların fethettiği ülkelerde yaşayan örf ve âdetler yoluyla, İslâm’ın
amaç ve tâlimatına uygun sınırlı bir tesir mümkünse de bunu yalnızca Roma
hukukuna inhisar ettirmek vâkıaya uygun düşmemektedir; bu mânada daha ziyade
Câhiliye hukuku ve kısmen Sâsânî hukukundan söz edilmesi daha yerinde olur.
Ayrıca bu tesir bir hukukun özgünlüğüne (asliyet) halel getirmez.
4. Talmud yoluyla tesir iddiası tutarsızdır; çünkü
Roma-Bizans hukuku III. yüzyıldan sonra Talmud’dan etkilenmiş, bunun aksi vârit
olmamıştır. Ayrıca Talmud hukuku ile fıkıh arasındaki cüzi ve muhtemelen
tesadüfî benzerliklere karşılık bu iki hukuk arasında önemli farklılıklar
mevcuttur.
5. Roma hukuku ile İslâm hukuku arasındaki benzerlikleri
iktibas ve istifadeye delil saymayı engelleyen sistem, kurum ve norm farkları
vardır. a) Roma hukuku laik karakterli olup şahıslar, eşya ve
kazâ bölümlerine ayrılmaktadır. Fıkıh ise kaynak itibariyle vahye dayanır ve
ibâdât, muâmelât, ukūbât kısımlarına ayrılır. b) Roma
hukukunda pederşahîliğe bağlı aşırı baba hâkimiyeti, koca hâkimiyeti, evlât
edinme kurumu vardır; İslâm hukukunda bunlar yoktur. Vakıf, şüf‘a, süt
kardeşliği, hisbe, ta‘zîr, borcun havalesi gibi hukukî kurum ve telakkiler
fıkha mahsustur. Fıkha göre erkek birden fazla kadınla evlenebilir, talâk
kocanın hakkıdır, mirasta erkek genellikle kadının aldığının iki mislini alır,
vâris mûrisin borçlarını yüklenmez (halefiyet yoktur), hukukî işlemlerde şekil
şartı asgari boyutlara indirilmiştir. Buraya kadar özetlenen tesir iddiaları
konusunda yapılan araştırmalar şarkiyatçıların hüküm değiştirmesine sebep
olmuş, sonuç şu cümlelerde ifadesini bulmuştur: “... Bununla birlikte İslâm’ın
mülkiyet, akidler ve borçlar hukukunun ana hatlarını, İslâm öncesi Araplar’ının
örfî hukukunun bir parçasının teşkil ettiği sanılmamalıdır. Böyle bir
faraziyenin dayandığı düşünce, İslâm hukuku tarihine ait yeni araştırmalar
neticesinde geçerliliğini kaybetmiştir. İslâm fıkhı mevcut olan bir hukuktan
doğmamış, kendi kendisini yaratmıştır”.
İslâm hukuku yapısı, içeriği, kategori ve kavramları
itibariyle diğer hukuklara (Roma-Cermen, sosyalist hukuklar, common law)
nazaran büyük bir orijinallik taşır. Asıl olan, İslâm hukukunun diğer hukuklar
ve özellikle kendisi gibi dinî mahiyetteki kanonik hukuk karşısında ortaya
koyduğu fevkalâde orijinal yapıdır. Böyle bir kaynağı bulunmayan bütün
sistemlere göre İslâm hukukunun esasta vahye dayanmakta oluşu onun en belli
başlı karakterini oluşturur.
Fıkhın doğuşundan günümüze kadar geçirdiği değişme ve gelişmelerde
bazan kişiler ve nesiller, bazan da siyasî, sosyal ve kültürel şartlar
belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın dönemleri Hz. Peygamber,
sahâbe, Abbâsîler, Selçuklular, Moğol istilâsından Mecelle’ye
ve Mecelle’den günümüze kadarki devirler şeklinde bir sıralamaya
tâbi tutulmuştur.
Hz. Peygamber devri fıkıh dönemlerinin en önemlisidir;
çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında gerçekleşen yasama ve uygulama
bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu devir daha sonraki dönemlere de
kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten önce Mekke’de geçen kısmında
sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç, ibadet ve ahlâk konuları
üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur. Resûl-i
Ekrem’in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine’de ise İslâm
Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir
taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza,
muhakeme usulü, muâmelât, devletler arası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm
ve kaideler konulmuştur. Bütün bu hüküm ve kaideler iki şekilde ortaya
çıkıyordu. a) İlâhî hükmün açıklanmasını gerektiren bir olay
meydana geliyor veya soru soruluyor, bunun üzerine ya bir âyet nâzil oluyor
yahut hüküm Hz. Peygamber’e bildiriliyor, o da kendi sözü ve üslûbu ile
(sünnet) hükmü açıklıyor, uyguluyordu. Bazan vahiy de gelmiyor, Resûl-i Ekrem
Allah’ın iradesiyle ilgili irfan ve tecrübesine dayanarak (ictihad) bir
uygulamada bulunuyor, eğer hata ederse Allah tarafından tashih ediliyordu.
Kur’ân-ı Kerîm’de “yes’elûnek” (Senden soruyorlar) ifadesi on beş yerde
geçmektedir ve bunların sekizi fıkıh konularıyla ilgilidir. İki yerde de
“yesteftûnek” ifadesine yer verilmiştir. Esbâb-ı nüzûl kitaplarında vahyin
gelmesine ve dinî hükmün açıklanmasına sebep olan birçok örnek hadise
zikredilmektedir. b) Bir olay veya soru beklenmeden ilâhî
plandaki yeri ve zamanı geldiği için bazı hükümler doğrudan bildiriliyordu.
Çünkü İslâm’ın amacı yalnızca belli bir sosyokültürel düzeydeki toplumun
ihtiyaçlarını karşılamak değildi; İslâmiyet hem muhatabı olan toplumun
ihtiyaçlarını karşılıyor, onları geliştiriyor, hem de evrensel hüküm ve
değerler getiriyordu.
Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği vardır: Tedrîc,
kolaylık ve nesih. Tedrîc hükümlerin zamana yayılarak peyderpey konulması,
böylece hem toplumun hazırlanmasına hem de yeni hükümlerin toplum tarafından
özümsenmesine imkân verilmesi, sonuçta derecelerin ve parçaların bir araya
getirilerek teşrîin tamamlanmasıdır. Zaman açısından tedrîc yirmi üç yılı
kaplamıştır. Hazım, hazırlanma, aşamalar halinde tamamlanma bakımından namaz,
zekât, içki ve faiz yasağı, cihad örnekleri ilgi çekicidir. Kolaylık ise
yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını, yaratılıştan gelen
özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle muhatabı arasına zorluk
engelini koymamak, tekâmül eğitiminde tabii olan uygulamalar dışında sevdirme
ve kolaylaştırmayı esas almaktır. İbadetlerin günün kısa sayılabilecek
parçalarına dağıtılması, insanların tabii ihtiyaçlarını karşılayan nesnelerin
mubah kılınması, hastalık, yolculuk, baskı, yanılma, unutma gibi hallerin
mazeret olarak kabul edilmesi ve darda kalma halinde haramların mubah hale
gelmesi önemli kolaylaştırma örnekleridir. İslâm âlimleri arasında tartışma konusu
olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı hükümlerin
önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir. Fıkhın usul ve fürû
kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması, kitaplara
geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber gerek usulün
gerekse fürûun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta esas itibariyle
tamamlanmıştır. Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur’ân-ı Kerîm yahut Sünnet
tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde düşünme, kafa yorma
(ictihad: kıyas, istidlâl), yahut da bunlardan birine dayalı ittifak (icmâ)
yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu kaynakların ilk ikisi
tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise ya kullanılmış veya
ileride kullanılabileceği açıklanmıştır. Âyet ve hadisler ibadetler, aile
hayatı, içtimaî hayat, beşerî münasebetler, fert-toplum ilişkisi, devletler
arası ilişkiler gibi ferdî ve içtimaî hayatın her alanında bazan genel hüküm ve
ilkeler, bazan da özel ve ayrıntılı hükümler koyarak sonraki dönemlere ölçü ve
örnek olabilecek yeterli açıklamayı getirmiş, bu yönüyle İslâm teşrîinin çatısı
Hz. Peygamber döneminde tamamlanmıştır. Âyetlerin açık ve doğrudan hüküm
getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili âyet sayısı 200 civarındadır. Ancak
çeşitli istidlâl yollarıyla ulaşılabilen hükümler göz önüne alındığında bu sayı
artmaktadır. Meselâ Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’nin Aḥkâmü’l-Ḳurʾân adlı
eseri fıkhî hükümler getiren âyetlerle ilgili olup eserde yaklaşık 800 âyet üzerinde
durulmuş, bunlardan çeşitli hükümler çıkarılmıştır. Fıkıh kaynağı olarak sünnet
Kur’an’ın açıklanması gereken âyetlerini açıklamakta, temas etmediği konularda
doldurulması gerekli boşlukları doldurmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de genel
çizgileriyle anlatılan iman ve İslâm konularının, namaz, oruç, hac, zekât gibi
temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve uygulama örnekleri
sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı, bazı cezalar,
kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının yasaklanması, evcil
eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefâreti gibi yüzlerce örnek de
boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır. İbn Kayyim
el-Cevziyye’nin tesbitine göre fıkıh hükümlerine esas teşkil eden hadislerin
sayısı, aynı konudaki farklı veya mükerrer rivayetler hariç tutulursa 500
civarındadır; bu temel hükümlerle ilgili hadisleri açıklayan, tafsilât veren,
kayıt ve şartları bildiren hadislerin sayısı ise 4000’e ulaşmaktadır.
Fıkhın fürû kısmından Mekke dönemine ait olanlar arasında
gusül, abdest, necâsetten tahâret, namaz, cuma namazı gibi önemli ibadetler
vardır. Medine döneminin birinci yılında hutbe, ezan, nikâh, cihad, belediye
nizami; ikinci yılında oruç, bayram namazları, fıtır sadakası, kurban, zekât,
kıblenin değiştirilmesi, ganimetler ve taksimi; üçüncü yılında miras hükümleri,
boşanma; dördüncü yılında yolculukta ve tehlikeli durumlarda namaz, recm,
toprak iktâı, teyemmüm, kazif cezası, örtünme, evlere izinle girme, hac ve
umre; beşinci yılında yağmur duası ve namazı, îlâ; altıncı yılında
milletlerarası anlaşmalar, hac ve umre yolunda engellenmeyle ilgili hükümler,
içki ve kumarın yasaklanması, zıhâr, vakıf, isyan ve haydutluğun cezası;
yedinci yılında evcil eşeğin, dişi ve pençesiyle avlanan et oburların haram kılınması,
ziraî ortaklık; sekizinci yılında Mekke’nin kutsîliği ve dokunulmazlığı, kısas,
içki satışının ve geçici nikâhın yasaklanması, hukuk karşısında insanların
eşitliği, kabir ziyaretine izin verilmesi; dokuzuncu yılında çıplak olarak
tavaf etmenin yasaklanması, mülâane; onuncu yılında insan haklarının ilânı,
vasiyet, nesep, nafaka ve borçlarla ilgili bazı hükümler, cezanın şahsîliği,
faiz yasağı hükümleri gelmiştir.
Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir kırılma noktasıyla
Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Her iki dönemde de
sahâbe nesli fıkıh açısından belirleyici bir role sahip olmakla beraber
siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emevîler devri hilâfetin saltanata dönüşmüş
olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Hulefâ-yi Râşidîn
devri dinî hayatın, İslâm’ın insanlığa getirdiği inkılâbın tekâmül devridir. Bu
dönemde her şey din için, dinin amaçlarını gerçekleştirmek içindir. Emevîler
devrinde ise fazilet ve mânevî tekâmülün yerini siyasî istikrar ve maddî gelişme
almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın ve siyasî baskıların doğurduğu
muhalefet (Havâric ve Şîa), özellikle fıkhın kamu hukuku alanında yeni düşünce
ve teorilere zemin hazırlamıştır. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde fıkhın kaynakları
bakımından önemli olan gelişmelerden biri vahyin sona ermesi, sahâbe
ictihadının Hz. Peygamber’e arzı ve tasvibinin alınması imkânının ortadan
kalkmış bulunmasıdır. Bundan böyle fıkıh, Kitap ve Sünnet’in sınırlı nasları
ile re’y ictihadına dayanmaktadır. Bu devirde re’yin mânası, Kitap ve Sünnet’in
hükmünü açıklamadığı meseleleri nasların parça parça ve bütün olarak
açıklamalarına dayanıp bunlar üzerinde düşünerek hükme bağlamaktır. Terim
olarak adları konmamakla beraber sonradan istihsan, istislâh, örf, kıyas
isimlerini alan metotlar da re’y çerçevesi içinde kullanılmıştır. Birinci ve
ikinci halifeler ihtilâfı azaltmak, birliği sağlamak ve şâriin maksadına isabet
ihtimalini arttırmak için bilhassa kamu hukuku alanında istişareye
başvurmuşlar, bunun aksamaması için Hz. Osman devrine kadar halifeler şûra
üyelerinin Medine’den ayrılmasına izin vermemişlerdir. Şûra ictihadları ferdî
ictihadlardan daha kuvvetli ve bağlayıcı kabul edilmiş, ferdî ictihadlar ise
yalnızca sahiplerini bağlamış, ictihada gücü yetmeyenler için seçeneklerden
biri olmuştur. Dinî-içtimaî bir kurum olarak mezhep şeklini almasa da sahâbe
arasında bir hayli ictihad ve hüküm farkları, bir anlamda müctehid sayısı kadar
mezhep vardır. Sahâbe arasındaki metot ve görüş farklılığının başlıca sebepleri
olarak, fetihler ve başka amaçlarla Medine’den uzakta bulunan ashabın vahiy
kaynağına dayalı bilgi eksiklikleri, bu kaynaktan elde edilen bilginin farklı
anlaşılması, yanılma, unutma, çelişik gibi gözüken nasların farklı şekillerde
uzlaştırılması veya hakkında nas bulunmayan konularda farklı görüşlerin
benimsenmiş olması gibi hususlar sayılabilir. Aksine iddialar da bulunmakla
beraber sahâbenin tamamını müctehid derecesinde fıkıh âlimi olarak
değerlendirmek mümkün değildir. Hatta kendilerinden daha bilgili ve zeki olanlara
fıkıh malzemesi taşıyan sahâbe ile bu malzemeyi anlayan, yorumlayan ve yeni
hükümler çıkaran sahâbe 100.000’i aşkın ashap arasında azınlığı teşkil
etmektedir. Verdikleri fetva sayısı bakımından ashabın fakihleri üç gruba
ayrılmıştır. Fetvalarının sayısı birer büyük cilt teşkil edecek kadar çok olan
sahâbîler Hz. Ömer, Ali, İbn Mes‘ûd, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sâbit ve Hz.
Âişe’dir. İçlerinde Hz. Ebû Bekir, Osman, Ebû Mûsâ, Talha, Zübeyr gibi
şahsiyetlerin bulunduğu yirmi kadar sahâbînin verdiği fetvalar birer küçük
kitabı dolduracak hacimdedir. Üçüncü grupta yer alan 120 kadar sahâbînin
verdiği fetvaların tamamı bir cilde sığacak kadardır.
Şarkiyatçıların ısrarlı inkârlarına ve olumsuz
yorumlamalarına rağmen son elli yıl içinde yapılan araştırmalar, diğer temel
İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıhta da tedvinin Hz. Peygamber devrine kadar
uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugün anlaşıldığı mânada fıkıh risâlelerinin
yazımı sahâbe devrinin sonlarında başlamış ve Emevîler döneminde gelişmiştir.
Ancak bu risâlelere ve daha sonraki dönemlerde yazılacak kitaplara kaynaklık
eden fıkıh yazıları daha önceden başlamıştır. Fuat Sezgin bu gerçeği ortaya
koyan bazı önemli örnekler tesbit etmiştir. a) Hişâm, babası
Urve b. Zübeyr’in çok sayıda fıkıh yazmasına sahip olduğunu, bunların Harre
olayında (63/683) yandığını ve babasının buna çok üzüldüğünü ifade
etmiştir. b) Resûlullah’ın bir kısım sahâbeye yazılı tâlimat
verdiği veya gönderdiği bilinmektedir. Ömer b. Abdülazîz halife olduktan sonra
vergi ve sadaka konularında biri Resûl-i Ekrem’e, diğeri Hz. Ömer’e ait olan
iki yazının bulunmasını emretti; yazılar bulununca birer nüsha çıkarılmasını
istedi ve yazıların aslı Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm’da kaldı. Amr b.
Hazm Hz. Peygamber’in bu yazısından daha önce söz etmişti. c) Enes
b. Mâlik, Halife Ebû Bekir’den vergi ve zekâtla ilgili bir mektup
almıştır. d) Hz. Ömer’in torunu, dedesinin vefatından sonra
onun metrûkâtı arasında hayvanların zekâtı ve vergisiyle ilgili bir yazı
bulduklarını bildirmiştir. e) Hz. Ali’nin oğlu
İbnü’l-Hanefiyye, babasının Hz. Osman’a götürmesi için kendisine bir yazı
verdiğini ve burada Hz. Peygamber’in zekâtla ilgili tâlimatının bulunduğunu
ifade etmiştir. f) Eski kaynaklarda, Resûlullah’ın teşrî‘
usulünü anlatan ve Sa‘d b. Ubâde tarafından muhafaza edilen bir kitaptan
bahsedilmektedir. g) Hz. Ömer’in biri Ebû Mûsâ’ya, diğeri
Muâviye’ye hitaben yazdırdığı, kazâya dair iki mektubu pek çok kaynakta
zikredilmiş ve metinleri verilmiştir.
Beşinci Halife Hz. Hasan’ın Muâviye lehine hilâfetten çekilmesiyle
başlayan ve 132 (750) yılına kadar süren Emevîler devrinde sahâbe nesli zamanla
âhirete intikal etmiş ve bunların yerini tâbiîn nesli almıştır. Hz. Ömer’in
Kur’an bilgisini yaygınlaştırmak ve ona yabancı unsurların karışmasına engel
olmak için yasakladığı hadis rivayeti, ondan sonra sahâbîlerin İslâm dünyasına
dağılmaları ve gittikleri yerlerde Hz. Peygamber’den gördüklerini ve
işittiklerini nakletmeleri sebebiyle yeniden başladı; bu arada çeşitli
maksatlarla hadis uydurma olayı da baş gösterdi. Hulefâ-yi Râşidîn devrinden
farklı olarak Emevîler’de bilhassa kamu hukuku alanında Kitap ve Sünnet’in
lafız ve ruhundan sapmalar görüldüğü gibi o dönem içtimaî hayatının yaşayan
sünnet olma niteliği de hayli azalmıştı. Bu durumun yaygınlık kazanmasının İslâm’a
zarar vereceğini düşünen sahâbe ve tâbiîn Hicaz’da ve özellikle Medine’de
toplanarak sahih hadisleri derlemeye başladılar. Aynı maksatla herhangi bir
olayın meydana gelmesini beklemeden hazır ve nazarî fıkıh hükümleri üretildi.
Sahâbenin yetiştirdiği tâbiîn nesli müctehidleri üstat, muhit ve mâlûmat
farkına dayalı olarak Hicâziyyûn (ehl-i hadîs) ve Irâkıyyûn (ehl-i re’y)
şeklinde iki gruba ayrıldılar. Büyük tâbiîn devrinde bu iki gruptan
birincisinin imamı Saîd b. Müseyyeb, ikincisinin imamı İbrâhim en-Nehaî idi.
Ashaptan İbn Mes‘ûd Irak’a giderek Kûfe’ye yerleşmiş, burada muallimlik,
hâkimlik ve müftülük görevlerini ifa etmiş, Hz. Ali de halife olunca hilâfet
merkezi Medine’den Kûfe’ye taşınmıştı. Hz. Ali buraya intikal etmeden önce İbn
Mes‘ûd’dan başka Sa‘d b. Ebû Vakkās, Ammâr b. Yâsir, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Mugīre
b. Şu‘be, Enes b. Mâlik, Huzeyfe b. Yemân, İmrân b. Husayn gibi sahâbîler, Hz.
Ali ile birlikte de İbn Abbas gibi sahâbîler gelmişlerdir. Iraklılar fıkhı
bunlardan öğrendikleri ve sünnetin tamamının bunlar sayesinde Irak’a intikal
ettiğine inandıkları için kendilerini Medine fıkıhçılarına denk saymış ve
birçok konuda onlardan farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Medine’de ise daha
çok sayıda sahâbe vardı. Resûlullah Huneyn Gazvesi’nden döndükten sonra
Medine’de 12.000 kadar sahâbe bırakmış, bunların 10.000’i ömürlerini burada
tamamlamışlar, 2000 kadarı da diğer İslâm bölgelerine dağılmışlardır. Medine’de
fıkıh ve hadis bilgisi aktaran ashabın ileri gelenleri Hz. Ebû Bekir, Ömer,
Osman, Ali (Kûfe’ye gidinceye kadar), Zeyd b. Sâbit, Âişe, Ümmü Seleme, Hafsa,
İbn Ömer, Übey b. Kâ‘b, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Ebû Hüreyre;
Mısır’da Zübeyr b. Avvâm, Ebû Zer el-Gıfârî, Amr b. Âs, Abdullah b. Amr; Şam’da
Muâz b. Cebel, Ebü’d-Derdâ, Muâviye; Kuzey Afrika’da Ukbe b. Âmir, Muâviye b.
Hudeyc, Ebû Lübâbe, Ruveyfi‘ b. Sâbit’tir.
Her bölgenin fıkıhçıları burada bulunan sahâbeden
aldıkları bilgiye, bunların ve talebelerinin verdiği fetva ve hükümlere, kendi
örf ve âdetlerine dayanarak birtakım fıkhî istidlâl ve ictihadlarda bulunmuş ve
zaman zaman da diğer bölge fukahası ile ihtilâfa düştükleri olmuştur. Ancak
fıkıh tarihi bakımından en önemli gruplaşma Irak ile (Kûfe) Hicaz (Medine)
fukahası arasında meydana gelmiştir. Fıkıh ve hadisle ilgili bilgiler Medine’de
daha çok olduğu içindir ki ilk halifelerin sünnetini ihya etmek isteyen Ömer b.
Abdülazîz Medine’de önce kadı, sonra vali olan Ebû Bekir b. Hazm’a bir tâlimat
göndererek bu bölgede yaşayan sahâbe ve tâbiînden hadisler toplayıp yazarak kendisine
göndermesini istemiştir. Medineliler, kendi bölgelerinde yaşayan âlimlerden bir
teyit bulunmadıkça Kûfe ve Şam kaynaklı rivayetleri kullanmıyor, bunları delil
olarak geçerli saymıyorlardı; gerekçeleri de bu bölgede meydana gelen siyasî
olaylar, kargaşa ve fitnelerin re’y ve rivayetlere olumsuz tesiriydi.
Emevîler’in sonu ile Abbâsîler devrinin başlarında Irak medresesinden ehl-i
re’y, Hicaz medresesinden ehl-i eser (ehl-i hadîs) çıkacaktır. Hicaz ve Irak
grupları arasındaki ihtilâf daha ziyade muhit ve hoca (bilgi kaynağı) farkına
dayanmakla birlikte bu iki okul arasında bazı usul farkları da bulunmaktadır.
Her iki grup Kitap, Sünnet ve sahâbe icmâını hüküm kaynağı olarak kullanır.
Hicazlılar Medine halkının örfüne Hz. Peygamber’in yaşayan sünneti diyerek ayrı
bir değer verirler, muhitleri gereği hadis malzemeleri de daha zengindir.
Iraklılar Medine örfünü kaynak olarak kabul etmezler, hadis malzemeleri azdır,
mevcut üzerinde daha titiz ayıklama yaparlar ve re’y ictihadına daha fazla yer
verirler. Sahâbe fakihlerinin hemen tamamının Arap olmasına karşılık tâbiîn
fukahası arasında çok sayıda Arap olmayan kimse (mevâlî) vardır. Bu dönemde
önemli merkezlerde fıkıh ilmini temsil eden başlıca âlimleri şöylece sıralamak
mümkündür: Medine’de Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kāsım b. Muhammed,
Hârice b. Zeyd, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Süleyman b. Yesâr, Ubeydullah b.
Abdullah b. Utbe, Ebû Bekir b. Hazm, Ebû Ca‘fer Muhammed el-Bâkır,
Rebîatürre’y, İbn Şihâb ez-Zührî; Mekke’de Atâ b. Ebû Rebâh, Mücâhid b. Cebr, İkrime,
Süfyân b. Uyeyne; Basra’da Hasan-ı Basrî, Muhammed b. Sîrîn, Katâde b. Diâme;
Kûfe’de Alkame b. Kays, Şüreyh b. Hâris, Mesrûk b. Ecda‘, Abdurrahman b. Ebû
Leylâ, İbrâhim en-Nehaî, Hammâd b. Ebû Süleyman; Şam’da Mekhûl b. Ebû Müslim,
Ömer b. Abdülazîz, Ebû İdrîs el-Havlânî; Mısır’da Leys b. Sa‘d.
Hadisler fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda kısmen
toplanmış olmakla beraber bunların belli sistemlere göre tasnif edilmesi fıkhın
tedvininden sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının
Emevîler döneminde yazıldığı anlaşılmaktadır. İbn Kayyim’in verdiği bilgiye
göre İbn Şihâb ez-Zührî’nin fetvaları üç ciltte toplanmıştır. Hasan-ı Basrî’nin
konulara göre düzenlenmiş fetvaları ise yedi cilttir. Bu dönemde yazılıp
günümüze kadar gelen dört kitap tesbit edilmiştir: Süleym b. Kays el-Hilâlî’nin
fıkıh kitabı, Katâde b. Diâme’nin el-Menâsik’i Zeyd b.
Ali’nin Menâsikü’l-ḥac ve âdâbüh ile el-Mecmûʿ adlı
eserleri. Yine bu dönemde yazıldıkları bilindiği halde günümüze kadar gelmeyen
kitaplar da uzunca bir liste teşkil edecek kadar fazladır.
Abbâsîler devri fıkhın olgunluk çağıdır. Bu hânedan,
hilâfeti hakkı olana geri vermek ve Hulefâ-yi Râşidîn devrini ihya etmek gibi
bir dava ile iktidara talip olduğundan, halifeler görünüşte de olsa hem din hem
de dünya işlerinde Allah resulünün halifesi ve müslümanların başkanı sıfatı ile
davranıyorlardı. Bunun tabii sonucu olarak din ulemâsının söz, fiil, düşünce ve
inançlarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Nitekim Ebû Ca‘fer el-Mansûr
siyasetine ters düşmeyen âlimlere ihsanlarda bulunmuş, öte yandan verdiği
görevi kabul etmediği ve gizlice muhalefeti desteklediği için Ebû Hanîfe’yi
kırbaçlatmıştır. Mehdî-Billâh zındıklara karşı çok sert davranmış, onların
takip edilerek cezalandırılması için bir daire kurmuştur. Hârûnürreşîd, Ebû
Yûsuf’u yargının başına getirmiş ve yanından hiç ayırmamıştır. Me’mûn Kur’ân-ı
Kerîm’in mahlûk olduğuna dair bir emirnâme çıkarmış, müt‘a nikâhını münakaşa
ettirmiş, cevazına dair emir çıkarmaya teşebbüs etmiştir. Abbâsîler’in bu
tutumları bilgi ve uygulama olarak fıkhı da etkilemiştir. Sulama düzeni,
vergiler, kanallar, çeşitli divanlar vb. bir yönüyle dinî işlerdi ve bu konuda
yapılacak düzenlemelerin şer‘î esaslara aykırı olmaması gerekiyordu. Bu sebeple
Ebû Yûsuf el-Ḫarâc adlı eserini kaleme almış, diğer
müctehidler de çeşitli çözümler ve görüşler ortaya koymuşlardı. Bu dönemde
fıkhın gelişmesini ve alanının genişlemesini sağlayan başka âmiller de
vardır. 1. Sahâbe devrinde fıkhın kaynağı olan Kur’an ve
Sünnet’e tâbiîn devrinde sahâbe ictihadları ve uygulamaları, daha sonraki
tebeu’t-tâbiîn neslinde ise tâbiîn ictihadları eklenmiştir. 2. Nazarî
ve farazî fıkıh çalışmaları hızlanmış; boşama, yemin, adak, âzat etme gibi
konularda vuku ihtimali çok uzak meseleler üzerinde durulmuş, fikir temrinleri
yapılmıştır. Iraklı fakihlerin geliştirdiği bu harekete daha sonra Şâfiî ve
Mâlikî fukahası da katılmıştır. 3. İslâm ülkesinin sınırları
yeni fetihlerle alabildiğine genişlemiş, birçok kavim ya İslâmiyet’i kabul
ederek veya müslümanlara tâbi olarak kültürlerini ümmetin ortak kültürüne
taşımıştır. Fıkıhçılar yeni ihtiyaçlara cevap ve çözüm ararken bu kültürleri,
örf ve âdetleri gözden geçirmişler, kimini red, kimini kabul ederek, kimini de
değiştirerek fıkha katmışlardır. 4. Âlimler hac, cihad, ilim
gibi maksatlarla seyahat ederek birbirleriyle görüşme, bilgi ve fikir
alışverişinde bulunma imkânını bulmuşlardır. Meselâ Rebîatürre’y Medine’den
Irak’a gidip dönmüş, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî Medine’ye giderek İmam
Mâlik’in el-Muvaṭṭaʾını okumuş, Şâfiî Medine, Irak ve Mısır’a
gitmiştir. 5. Sahâbe ve büyük tâbiîn devrinde görülen ictihad ihtilâfı, eski
sebeplere ek olarak fıkıh âlimleri ve meseleler daha da çoğaldığı ve genişleyen
İslâm dünyasında örf, âdet ve ihtiyaçlar çeşitlendiği için artarak devam etmiştir.
6. İctihad kapısı sonuna kadar açık olduğu gibi ictihad hürriyeti de tam
anlamıyla mevcuttur; gücü olanlar ictihad ederek dini anlayıp yaşamakta,
ictihada kudreti olmayanlar ise müctehidlere tâbi olmaktadırlar. Daha önceki
dönemde henüz doğmamış bulunan mezhepler aşağıdaki sebeplerle bu devirde ortaya
çıkmaya başlamıştır: a) Daha önceki müctehidler fıkhın bütün
konularında sistemli ictihadlarla hüküm üretmedikleri halde bu dönemin
müctehidleri bunu yapmışlardır. b) İctihadlar belli kitaplarda
toplanmış ve bunlardan istifade etmek isteyenler için ulaşma kolaylığı
sağlanmıştır. c) Hicaz ve Irak grupları içinden hadis ve re’y
okulları doğmuş, bu okullara mensup olanlar arasında münakaşa ve münazaralar
yapılmıştır. d) Bu tartışmalar, belli okullara mensup müctehidlerin
ictihad usullerini sistemli olarak kaleme almalarına ve böylece fıkıh usulü
ilminin doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde, “belli bir müctehidin kendine
mahsus ictihad usulü ve bu usulle elde edilmiş fıkıh hükümleri bütünü”
mânasında mezhepler doğmaya başlamış olmakla beraber IV. (X.) yüzyıla kadar
müslüman halk dört mezhebe bölünmediği gibi fıkıh mezheplerinin sayısı da dört
değildir. Daha birçoğu arasında Hasan-ı Basrî, Ebû Hanîfe, Evzâî, Süfyân
es-Sevrî, Leys b. Sa‘d, Mâlik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, Şâfiî ve daha sonra
İshak b. Râhûye, Ebû Sevr, Ahmed b. Hanbel, Dâvûd ez-Zâhirî, İbn Cerîr
et-Taberî’nin mezhepleri meşhurdur. Bunların her birinin farklı ictihad
usulleri, buna dayalı re’yleri ve hükümleri, çeşitli bölgelere yayılmış
tâbileri vardır.
Abbâsîler devrine girerken fıkıhçılar arasında
tartışılagelen, hüküm çıkarmada re’ye ve hadise verilecek yer ve değer konusuna
bağlı olarak re’yciler ve eserciler diye bilinen yeni bir gruplaşma meydana
geldi. Her birinin aşırıları ve mutedilleri ayrı ayrı değerlendirildiğinde dört
ayrı gruptan söz edilebilir. a) Aşırı re’yciler. Sünneti delil
ve hüküm kaynağı olarak kabul etmeyen, delil olarak Kur’an’a ve re’ye dayanan
bu grup zaman içinde tarihe karışmış ve eser bırakmamıştır. Basra Mu‘tezilesi
veya Hâricîler içinden çıktığı tahmin edilen bu grubun görüş ve delillerini
İmam Şâfiî nakletmiştir. b) Mutedil re’yciler. Sünneti delil
olarak kabul etmekle beraber sıhhatini tesbit konusunda titiz ölçüler kullanır,
hadis rivayetinde çekimser davranırlar. Kıyas, istihsan, maslahat gibi re’y
içinde yer alan usul ve kaynakları kullanmaktan çekinmezler; farazî meselelere
hüküm üretirler, üstatların söylediklerinden hareketle hüküm çıkarırlar. İbn
Ebû Leylâ, Ebû Hanîfe, Rebîatürre’y, Züfer b. Hüzeyl, Evzâî, Süfyân es-Sevrî,
Mâlik b. Enes, Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Osman el-Bettî bu grup
içinde yer almaktadır. c) Aşırı eserciler. Re’y ictihadını ve
özellikle bunun en önemli kısmı olan kıyası, sahâbe ve tâbiîn fetvalarını delil
olarak kabul etmezler. Bazı Mu‘tezile imamlarına da nisbet edilen bu tutum,
bilhassa Zâhiriyye adıyla bilinen mezhebin imamı Dâvûd ez-Zâhirî ve tâbilerine
aittir. d) Mutedil eserciler. Genel olarak hadisçiler mutedil
esercilerdir. Re’y ve kıyası reddetmemekle beraber buna nâdiren başvururlar,
hadislerin yanında sahâbe ve tâbiîn fetvalarını da kaynak olarak
değerlendirirler; hiçbir re’yi hadise tercih etmezler, farazî meselelerin
fıkhını da yapmazlar. Şu‘be b. Haccâc, Hammâd b. Zeyd, Ebû Avâne el-Vâsıtî, İbn
Lehîa, Ma‘mer b. Râşid, Leys b. Sa‘d, Süfyân b. Uyeyne, Vekî‘ b. Cerrâh, Şerîk
b. Abdullah, Fudayl b. İyâz, Abdullah b. Mübârek, Yahyâ b. Saîd el-Kattân,
Abdürrezzâk es-San‘ânî, Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ebû Bekir b. Ebû Şeybe, Ahmed b.
Hanbel ve daha sonraki tabakadan meşhur altı hadis kitabının müellifleri
mutedil esercilerin ileri gelenleridir. Fıkıh ve mezhepler tarihi müellifleri
meşhur mezhep imamlarını, re’y ve eser taraftarlarındaki aşırılık ve itidali
göz önüne alarak farklı gruplara yerleştirmişlerdir. İbn Kuteybe, Ahmed b.
Hanbel’in ismini fıkıhçı olarak zikretmemiş, diğer üç imamı ise re’yciler
listesine almıştır. Makdisî Aḥsenü’t-teḳāsîm’de, muhtemelen
terimlere farklı mânalar vererek bir yerde Ahmed b. Hanbel’i fıkıhçı değil
hadisçi olarak zikretmiş, buna karşılık Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Zâhirîler’i
fıkıh mezhepleri içine almış, bir yerde Şâfiîler’i ehl-i hadîs, Hanefîler’i
ehl-i re’y saymış, bir başka yerde ise Ebû Hanîfe ve Şâfiî’yi re’yci, İbn
Hanbel ve tâbilerini hadisçi olarak göstermiştir. Şehristânî, İmam Mâlik,
Şâfiî, Süfyân es-Sevrî, Ahmed b. Hanbel ve Dâvûd ez-Zâhirî’nin mensuplarını
ehl-i hadîs, Ebû Hanîfe ve mensuplarını ise ehl-i re’y olarak tesbit etmiştir.
İbn Haldûn’a göre ehl-i Hicaz eserci ve hadisçi, ehl-i Irak ise re’ycidir.
Birincisinin imamı Mâlik, ikincisinin imamı Ebû Hanîfe’dir. Şâfiî, Ebû Hanîfe
ve Mâlik’ten istifade ederek bu iki usulü mezcetmiştir. Ahmed b. Hanbel ise
muhaddistir; ancak onun talebesi Ebû Hanîfe’nin talebesinden okumuş,
faydalanmış ve Hanbelî fıkhını tedvin etmiştir.
Abbâsîler döneminde fıkhın tedvinine gelince, kısmen
hadislerin ve fıkhın daha önceki devirlerde toplanıp yazıya geçirildiği
bilinmektedir. Bu iki ilim dalı dışındaki bütün İslâm ilimlerinin tedvini
Abbâsîler döneminde başlamıştır. Bunlar arasından sünnet, fıkıh ve fıkıh usulü
ilimlerinin tedvini bu asırda önemli gelişmeler kaydetmiştir. a) Sünnet.
Konulara göre sünnetin kitaplara geçirilmesi bu dönemde gerçekleştirilmiş ve
daha önce bu usule göre yazılmış olan fıkıh kitapları örnek alınmıştır. Hadis dalında
meşhur olan altı kitabın telifi de bu dönemdedir. b) Fıkıh.
Emevîler devrinde başlayan fıkhın tedvini bu dönemde kemiyet ve keyfiyet olarak
zirveye ulaşmıştır. Abdullah b. Mübârek, Ebû Sevr, İbrâhim en-Nehaî, Hammâd b.
Ebû Süleyman gibi fıkıh âlimlerinin telif ettikleri fıkıh kitapları günümüze
kadar gelmemişse de İmam Mâlik’in, hadislerle beraber sahâbe ve tâbiîn
fetvalarını ve kendi ictihadlarını ihtiva eden el-Muvaṭṭaʾı, İmam
Muhammed’in el-Mebsûṭ, el-Âs̱âr gibi kitapları,
Ebû Yûsuf’un el-Ḫarâc’ı ve İmam Şâfiî’nin el-Üm külliyatı
zamanımıza ulaşmış, üzerlerinde çalışmalar yapılmış ve defalarca basılmış
eserlerdir. Daha sonraki fıkıh kitaplarına da örnek olan bu eserlerde takip
edilen telif sistemi, bir konu (kitab, bab, fasıl) içine giren meseleleri ve
bunların hükümlerini bir araya getirmek, delillerini zikretmek, farklı
ictihadlara cevap vererek bunları çürütmekten ibarettir. Fıkıh kitaplarında
meseleci bir sistemin takip edilmesi, fıkhın yaşanan günlük hayatla ve
problemlerle sıkı bir bağ içinde olması, fıkhî tartışmaların gündemini ve
sistematiğini belirlemede vâkıaların önemli rolünün bulunması, fıkhın
başlangıçtan beri münferit meselelere getirilen çözümler şeklinde gelişmesi,
fıkıh kitaplarının da müslümanların âcil ve güncel mesele ve ihtiyaçlarına
fakihlerin getirdiği fıkhî çözüm ve yaklaşımları derlemeyi amaçlamış olması
gibi sebeplerle açıklanabilir. Buna bir de her bir fıkhî meselenin kendine has
şartları içinde ele alınmasının, benzer meseleleri genel bir ilke ve hükümle
çözmeye göre daha isabetli ve hakkaniyetli olacağı düşüncesi de ilâve
edilebilir. Bununla birlikte fıkıhçılar, fıkıh meselelerinin hükmünü çıkarırken
dayandıkları, zihinlerinde tuttukları kaideleri, genel hükümleri, fıkıh
kitaplarında değil fıkıh usulü ve kavâid kitaplarında zikretmişlerdir. c) Fıkıh
usulü. Fukaha arasındaki ilke ve metot itibariyle görüş ayrılıkları ve bunlarla
ilgili tartışmalar fıkhın tedvininden çok önce meydana gelmiştir. Bu ihtilâf ve
tartışmalar bir yandan karşılıklı reddiye kitaplarının yazılmasına, öte yandan
fıkıh usulü ilminin doğmasına sebep olmuştur. Müctehidler, tartışmaları ve
ihtilâf sebeplerini dağınıklıktan kurtarmak ve bir temele oturtmak için
kullandıkları delilleri, delillerden hüküm çıkarma ve yorumlama, deliller
çelişir gibi göründüğünde uzlaştırma kurallarını derleyip yazmak durumunda
kalmışlar, bu ise usûl-i fıkıh ilim dalını oluşturmuştur. Daha sonraki
devirlerde yazılan bazı fıkıh usulü kitapları da belli bir müctehidin
ictihadları ile ortaya koyduğu hükümler incelenerek elde edilen usul
kaidelerinin derlenmesi şeklinde yazılmıştır. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in
usul konusunda da kitap yazdıkları zikredilmişse de bunlar günümüze ulaşmamış
olup elde bulunan ilk usul kitabı İmam Şâfiî’nin Kur’an ve onun hükmü açıklama
metodu, nâsih-mensuh, haber-i vâhid, kıyas, istihsan, sünnet ve Kur’an ile
ilişkisi, hadislerin gizli kusurları, icmâ, ictihad ve ihtilâf konularını
ihtiva eden er-Risâle’sidir. Fıkhın fürû ve usulü tedvin edilirken
farz, vâcip, mendup, sünnet, haram, mekruh, şart, rükün, illet, sebep gibi daha
önceki dönemlerde tanım ve kapsamı kesinlik kazanmamış birçok terim yaygın
olarak kullanılmaya başlanmış, bir kısım terim de daha ziyade vuzuh ve kesinlik
kazanmıştır.
Abbâsîler’in son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın
duraklama dönemidir. Merkezî otoritenin sarsılması ve birçok İslâm devletinin
kurulması, bu devletler arasındaki dostane ve hasmane münasebetler, çeşitli
kültürlerin karşılıklı etkileşiminin meydana gelmesi, hak ve bâtıl birçok fikir
cereyanının, inanç ve düşüncenin ortaya çıkıp yayılması vb. âmiller, İslâm
toplumunda düşünce ve kültür hayatını ve ilmî gelişmeleri hem olumlu hem de
olumsuz yönden etkilemiş olmakla birlikte bu dönemde fıkıh ilminde tekâmül
grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya doğru seyretmeye başlamıştır. Artık
büyük müctehidler ve mezhep imamları devrinin hür ve mutlak ictihadı, Kitap ve
Sünnet kaynaklarından hukukî ve dinî hayata doğrudan çözümler ve aydınlık
getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik ruhu almaya başlamış, sonu
gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep taassubu yerleşmiş ve ictihad
kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti, menfi münazara ve münakaşalarla
mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli başlı hususlardır.
Taklit ruhu ve zihniyeti. Fıkıhla meşgul olan âlimlerle
halkın kendilerini, ictihadı terkederek belli bir müctehide bağlanma
mecburiyetinde hissetmeleri, müctehidlerin re’y ve ictihadlarını vahiy gibi
bağlayıcı telakki etmeleri bir taklit zihniyetidir ve bu zihniyet bu dönemin
eseridir. Hanefî fıkıhçılarından Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin şu sözleri taklit
ruhu ve zihniyetinin tanımı gibidir: “Mezhebimizin hükmüne uymayan her âyet ya
te’vil edilmiştir veya mensuhtur; muhalif hadisler de böyledir; ya te’vil
edilmiş, zâhirî mânalarıyla alınmamıştır, yahut da hadis mensuhtur”. Bu
anlayışa göre fıkıhçıyı bağlayan âyet ve hadisler değil mezhep imamlarının
sözleridir; bir âyet veya hadis bu sözlere aykırı görünürse imamın sözü
alınacak, naslar buna göre yorumlanacak veya hükümden kaldırılmış sayılacaktır.
Şâfiî mezhebinden İmâmü’l-Haremeyn’in babası Rüknülislâm el-Cüveynî’nin mezhep
taassubunu terkederek sahih hadislere dayalı el-Muḥîṭ adıyla
bir kitap yazma teşebbüsünden Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin tenkidi üzerine
vazgeçmesi de aynı zihniyetin bir başka tezahürüdür. Taklit zihniyetinin
yerleşip kökleşmesine sebep olan başlıca âmiller şöylece özetlenebilir: a) Yetişkin
talebe. Her mezhep imamının iyi yetişmiş, yaşadıkları dönemde halkın saygısını
ve güvenini kazanmış öğrencileri olmuştur. Kendileri de âlim olan bu
öğrencilerin hocalarına karşı besledikleri aşırı saygı ve bağlılık, vazife ve
menfaatlerde üstadın öğrencilerine verdiği öncelik daha sonraki öğrencileri ve
halkı etkilemiş, gittikçe taklit zihniyetinin kökleşmesine zemin
hazırlamıştır. b) Siyaset, kazâ ve vakıf menfaatleri. Menfaat
ve mevkilerin belli bir imamın öğrencilerine verildiği zamanlarda ictihad
ehliyetini elde edenler menfaati tercih ederek bu vasıflarını açıklamamayı,
ictihadlarını imamın mezhep ve usulü içinde yürütmeyi tercih etmişlerdir. Daha
önceki dönemlerde kadılar müctehidler arasından seçilirken, giderek hukukî
istikrar ihtiyacı ağır bastığından, ictihadları kitap haline getirilmiş bir
müctehide bağlı kadılar tercih edilmeye başlanmıştır. Devlet başkanları ile
vezirlerin belli bir mezhebi iltizam etmeleri de görevlerin verilmesinde bu
mezhebe bağlı âlimlere öncelik sağlıyordu. Nitekim Selçuklular daha ziyade
Hanefî mezhebini terviç etmişlerdir. Ebû Yûsuf’tan beri Abbâsîler’in bu mezhebe
meyilleriyle Selçuklu siyasetine uygunluğu bu tercihte rol oynamıştır. Tuğrul
Bey’in veziri Amîdülmülk el-Kündürî’nin Eş‘arî ve Şâfiîler’e yaptığı baskı ve
zulme son vererek bu mezheplere bağlı âlimlerin memleketlerine dönmesini
sağlayan Nizâmülmülk’ten sonra Şâfiî mezhebi de ülkede hayat hakkı elde
etmiştir. Doğuda Gazneli Mahmud, batıda Selâhaddîn-i Eyyûbî Şâfiî mezhebi için
aynı imkânı sağlamışlardır. Bazı vakıf menfaatlerinin belli bir mezhebe bağlı
âlim ve öğrencilere tahsis edilmesi de taklit ruhunun yerleşmesine sebep
olmuştur. c) Tedvin. Müctehidin mezhebinin tedvin edilerek
kitaplara geçirilmesi istifade için başvurmayı kolaylaştırmış ve bu gelişme hem
o mezhebin yaşamasına yardımcı olmuş hem de yetişenleri tembelliğe
sevketmiştir.
Münazara ve münakaşalar. Gerçeği bulmaya yönelik
tartışmaların faydalı olduğu açık olmakla birlikte bu dönemde fıkıh alanında
sürdürülen tartışmaların amaç ve sayısında olumsuz gelişmeler olmuştur.
Gazzâlî’ye göre bu dönem tartışmalarının amacı nüfuz kazanmak, bilgisini
göstermek, mezhebinin propagandasını yapmak, idarecilere şirin görünmektir.
Tartışmalar aşırı derecede çoğalmış ve yaygınlaşmıştır. Başta Irak ve Horasan
olmak üzere hiçbir büyük merkez yoktur ki orada iki büyük âlim arasında
tartışma yapılmamış olsun. Bu tartışmalar, tarafları her hâlükârda mezhep görüşlerini
benimsemeye ve müdafaaya mahkûm ediyor, sonuçta da grup ve ekoller arası bilgi
alışverişi âdeta imkânsız hale geliyordu.
Mezhep taassubu. Daha önceki dönemde de bir müctehidin
ictihad usulü ve bu usule göre çıkardığı hükümler mecmuası mânasında mezhepler
ve bu mezheplerin tâbileri bulunmakla beraber mezhep taassubu yoktu, mezhepler
arasına duvarlar çekilmemişti. Fıkıh âlimleri birbirleriyle görüşür, karşılıklı
istifade ederler, halk da gerektiğinde birden fazla müctehidden faydalanırdı.
III. yüzyıldan itibaren başlayan mezhep taassubu gittikçe güçlendi ve âdeta
düşmanlığa dönüştü. Taassubun çeşitli tezahürleri vardı. a) Tefrika,
fitne ve tahrip. Mezhepleri farklı olanların birbiri arkasında namaz
kılamayacakları, nikâhlarının sahih olmayacağı gibi bölücü telakkiler yayılmış,
Bağdat, Rey, İsfahan, Merv şehirlerinde fıkıh mezheplerine mensup gruplar
birbirleriyle vuruşmuşlar, birçok insanı ve serveti telef etmişlerdir. İbn
Cerîr et-Taberî, İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ adlı kitabında Ahmed b.
Hanbel’in görüşlerine yer vermediği için Hanbelîler tarafından taşa tutulmuş,
vefat ettiği zaman ancak gece defnedilebilmiştir. b) Hatada
ısrar. Taklit, bir şeye delilsiz olarak uyma ve bağlanma olduğundan karşı
tarafın delili kuvvetli, ictihadı isabetli de olsa hatada ısrar edilmiş, “Benim
imamım en doğrusunu bilir” zihniyetinden hareket edilmiştir. c) Muhaliflerin
yıpratılması. İmamlara, mezhep fıkıhçılarına delile dayanarak muhalefet
edenlere hücum edilmiş, bulundukları çevrede dışlanmaları için elden gelen
yapılmıştır. d) IV. yüzyıldan önce en şerefli bir iş ve farz-ı
kifâye derecesinde bir ibadet olarak bilinen ictihada karşı çıkılmış, bu sıfat
ve ehliyetlerini açıklayan âlimlere eziyet edilmiş, yeni yetişenlerin de
cesaretleri kırılmıştır. Bu sebeple IV. yüzyıldan itibaren “mutlak müstakil
ictihad” nâdir hale gelmiş, mezhepte ve meselede ictihad birkaç asır daha devam
etmiş, giderek o da azalmış ve yerini koyu taklide terketmiştir.
Mezhep imamlarının müctehid talebelerinden sonra başlayan
bu devirde tedvin hareketini takip edilen usul ve gaye bakımından birkaç gruba
ayırmak gerekir. 1. Mezhep hükümlerinin usul ve dayanaklarını
tesbit için yazılan kitaplar. İctihad hareketi duraklayınca yürüyen hayatın
ihtiyaçlarını karşılamak ve imamlardan sonra meydana gelen boşlukları doldurabilmek
için “tahrîc” diye daha önceki uygulamadan farklı yeni bir usul icat
edilmiştir; bunu yapanlar, önce imamın ictihadlarını inceleyerek her bir
hükümde dayandığı usul ve illeti tesbit etmekte, daha sonra bunu esas alarak
emsal hükümler üretmektedirler. Ebü’l-Hasan el-Kerhî ve Debûsî’nin
risâleleriyle Cessâs, Ebü’l-Usr el-Pezdevî, Şemsüleimme es-Serahsî’nin usul ve
fürûa dair kitapları bu maksatla yazılmıştır. İmam Şâfiî usulünü bizzat yazdığı
için Şâfiî mezhebinde fürûdan usule değil tersine bir metodun geliştiği
söylenebilir. Aynı fıkıh döneminde usulden hareket eden ve “Şâfiî veya
kelâmcılar mesleği” denilen bu usule göre de kitaplar yazılmıştır.
Ebü’l-Hüseyin el-Basrî’nin el-Muʿtemed, İmâmü’l-Haremeyn
el-Cüveynî’nin el-Burhân, Gazzâlî’nin el-Müstaṣfâ adlı
usul kitapları bu türün seçkin örnekleridir. 2. Tercih amacına
yönelik eserler. Mezhep imamlarının ictihadları talebeleri tarafından derlenip
yazılırken birbirini tutmayan ve açıklanmaya muhtaç bulunan ictihad ve re’ylere
de yer verilmiş, daha sonra yazılan eserlerde imama ait ve muteber olanlarını
muteber olmayanlardan ayırmak için yapılan çalışmalara “tercih” denilmiş, bunun
da rivayet ve dirayet şeklinde iki türü olmuştur. Rivayet bakımından tercih,
imamın sözünü nakleden râvinin güvenilirliğine göre yapılmaktadır. Meselâ
Hanefîler, İmam Muhammed’in kitaplarından mevsuk olarak nakledilenleri tercih
etmişlerdir. Ebû Hafs el-Kebîr, Ebû Süleyman el-Cûzcânî gibi Hanefîler’in
rivayetlerine dayanan kitaplar bu kabildendir ve bunlara “zâhirü’r-rivâye”
denilmektedir. Daha zayıf rivayetlerle nakledilenler ise “nâdirü’r-rivâye” veya
“nevâdir” adını almaktadır. Şâfiîler, Rebî‘ b. Süleyman el-Murâdî’nin
rivayetini Müzenî ve diğer öğrenci râvilerin rivayetlerine tercih etmişlerdir.
Mâlikîler ise İbnü’l-Kāsım’ın rivayetini daha sağlam bulmuşlardır. Bir imamdan
nakledilen ve rivayet yönünden eşit derecede mevsuk olan veya biri imama,
diğeri yine mezhebin imamı sayılan talebesine ait bulunan iki zıt görüşten
birini Kitap ve Sünnet’e, usule bakarak tercih etme işi de “dirayet yoluyla
tercih”tir ve bu dönemde başlamıştır. Bu tür çalışmaların günümüzde de
kullanılan örnekleri vardır. İmam Muhammed’in mevsuk altı kitabını Hâkim
eş-Şehîd el-Kâfî adlı eserinde özetlemiş, Serahsî de
bunu el-Mebsûṭ adlı kitabında şerh ve ikmal etmiştir. İmam
Mâlik’in mezhebinin esaslarını ihtiva eden el-Müdevvenetü’l-kübrâ’yı
İbn Ebû Zeyd el-Kayrevânî ve Ebû Saîd el-Berâziî yukarıda açıklanan usulü
kullanarak ihtisar etmişlerdir. Şâfiîler’den Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin el-Müheẕẕeb’i,
Gazzâlî’nin el-Basîṭ, el-Vasîṭ ve el-Vecîz adlı
kitapları da aynı türün örnekleridir. 3. Mezhep savunmasına
yönelik kitaplar. Mezheplerin farklı hükümlerini bir kitapta toplayıp mukayese
ederek bir sonuca varmak isteyen fakihler, “hilâf” adıyla bilinen yeni bir
fıkıh bilim dalı meydana getirmişlerdir. Bunlar da iki gruba ayrılır. Birinci
grubun amacı kendi mezhebini savunmak, diğer mezheplerin delillerini
çürütmektir; yukarıda zikredilen kitaplar bu türün de örnekleri sayılabilir;
ayrıca Debûsî’nin bu konudaki eseri ilk hilâf kitabı olarak kaydedilmiştir.
İkinci grubun gayesi ise İslâm’ın genel olarak bağlayıcı ve muteber
delillerinden hareket ederek fıkıhçıların ihtilâf ettikleri hükümleri incelemek
ve isabetli olanı belirlemeye çalışmaktır. İbn Cerîr et-Taberî’nin İḫtilâfü’l-fuḳahâʾ adlı
kitabı böyle bir eserdir. İbn Rüşd’ün Bidâyetü’l-müctehid,
Muvaffakuddin İbn Kudâme’nin el-Muġnî, İbn Hazm’ın el-Muḥallâ adlı
eserleri kısmen de olsa bu tercih çalışmalarına örnek olarak zikredilebilir.
Bu fıkıh döneminde adliye teşkilâtı ve kanunlaştırma
konularında da önemli gelişmeler olmuştur. Abbâsîler devrinin birinci döneminde
(846-946) giderek ictihad hareketi duraklamış, mezhepler doğmuş ve kadılar
hükümlerini bu mezheplerden birine göre -meselâ Irak’ta Hanefî, Suriye ve
Mağrib’de Mâlikî, Mısır’da Şâfiî mezhebine göre- vermişlerdir. Mahkemeye
kadının bağlı bulunduğu mezhep dışından biri başvurduğunda kadı o dava için
davacının mezhebinden bir nâib tayin etmiştir. Kadıların görev ve yetkileri
genişlemiş, daha önce medenî ve cezaî davalara bakan kadılar artık vakıflar,
vesâyet, emniyet, belediye işleri, darbhâne, hazine işleriyle de meşgul
olmuşlardır. Hem duruşma yazıya geçirildiği, hem de yazılı belgelere önem
verilmeye başlandığı için fıkha “şürût” ve “sicillât” gibi kavramlar ve
müesseseler girmiştir. Abbâsîler’in ikinci döneminde (946-1258), bilhassa Şiî
Büveyhîler’in Bağdat’a hâkim oldukları zamanda kadılık makamına önemli bir
meblağ ödenerek gelinebilmiş, bunun sonucu olarak davalarda taraflardan mahkeme
harcı alınmıştır. Selçuklular’ın hâkimiyet bölgesinde kazâ, genel hatlarıyla
Abbâsîler’in ilk döneminde olduğu gibi Hanefî ve kısmen Şâfiî mezhebine göre
yürütülmüştür. Şer‘î mahkemelerin yanında kamu düzenini bozan veya siyasî yönü
bulunan suçlara bakan örfî mahkemelerin kurulması da bu dönemdedir. Ayrıca ordu
mensuplarının şer‘î davalarına bakan kazaskerlik kurumu da faaliyete
geçirilmiştir.
Selçuklular’ın, Uygurlar ve Hazarlar’da mevcut din ve
dünya işlerini birbirinden ayıran bir devlet telakkisini ilk defa İslâm
âleminde uyguladıkları, kamu menfaatini korumak için dinî hukukun nazarî ve dar
kalıplarını terkettikleri iddiası bilgi eksikliğine ve aceleye gelmiş bir
genellemeye dayanmaktadır. Bu iddiaya delil olarak halifelerin dünya işlerine
karıştırılmaması, şeriata aykırı vergiler ve cezalar, bazı Türk örf ve
âdetlerinin uygulanması ve askerî iktâ gibi bir kısım toprak tasarrufları ileri
sürülmüşse de halifelerin dünya işlerine karıştırılmaması onların
iktidarsızlıklarından kaynaklanmış olup görünüşte halifeye bağlı bulunan
sultanların uyguladıkları hukuk da İslâm hukukudur. Kamu menfaatini korumak
için -buna ters düşer gibi görünen- nasların askıya alınması, fıkıh
hükümlerinin terkedilmesi, Hz. Ömer zamanından itibaren yine fıkıh içinde yer
alan maslahat ve zaruret prensipleri çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
İslâm’ın kesin hükümlerine aykırı olmayan örf ve âdetlerin uygulanması Hz.
Peygamber’den beri câri olmuştur. İktâ usulü yine kamu yararı prensibine bağlı
olarak Hz. Ömer devrinde başlamıştır; Nizâmülmülk’ün yaptığı da bunun bir
çeşidi olan askerî iktâ uygulamasıdır. Şeriatın belirlediği suç ve cezalar
dışında kalan suçlar için belli cezaların verilmesi ta‘zîr alanına girer ve bu
uygulama İslâm’ın ülü’l-emre tanıdığı yetkiye dayanmaktadır. Bir ferdin,
toplumun, devletin herhangi bir uygulaması, niyet ve beyan şeklinde İslâm’ı
terketmeye dayanmadığı ve meşruiyetini -zorlama yorumlarla da olsa- dinden
aldığı müddetçe laik ve din dışı oluştan, şeriatın terkedilmesinden söz
edilmesi doğru değildir.
Moğol istilâsından Mecelle’ye kadar süren
dönem fıkhın gerileme çağıdır. Hukuk ilmi ve kurumlarının gelişmesinde onu
uygulayan yönetim ve devletin rolü önemlidir. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetine
son veren Moğollar, İlhanlı Hükümdarı Gāzân Han’a kadar (1295-1304) devleti
Cengiz yasasına göre idare etmişler, halkı şahsî ve dinî işlerinde serbest
bırakmışlardır. Halk ve fıkıhçılar belli mezheplere sımsıkı sarılmış, bunları
meşrû savunma aracı olarak kullanmışlar, ictihada ve mezhepler arası iletişime
kapılarını kapamışlardır. Daha önceki dönemlerde seyahatler yoluyla fakihler
arasında kurulan bağlar ve ilişkiler bu devirde zayıflamış, her mezhep
fıkıhçısı kendi kabuğuna çekilmiştir. Müctehidlerin ve talebelerinin fakih
yetiştiren kitaplarının okunması terkedilmiş, onların yerine hazır hüküm ve
bilgileri delilsiz, tahlilsiz ve tartışmasız nakleden kitaplar okunur olmuştur.
Medreselerde belli zaman içinde fıkhın bütün konularını okutabilmek için
başlatılan ihtisar ve metin yazarlığı giderek bir sanat şeklini almış, bilmece
haline gelen metinlere bu defa şerhler ve hâşiyeler yazma gereği hâsıl
olmuştur. İctihadın çözüm getiren ışığı söndürülünce yürüyen hayatın
ihtiyaçları amaçtan uzak, şekle bağlı yorumlar ve hilelerle (hiyel ve mehâric)
karşılanmış, bu da fıkhın müslüman hayatını kuşatma kabiliyetini olumsuz
etkilemiştir. Mısır Abbâsîleri ve Memlükler devrinde bir ara Mısır, Suriye,
Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi canlanır gibi olmuş, ancak teşvik
görecek yerde baskı ve hücuma mâruz kaldığından yaygınlık kazanamamıştır. VI.
yüzyılın ortalarından itibaren Kuzey Afrika’da ve özellikle Fas çevresinde
devlet eliyle bir ictihad hareketi başlatılmış, fakat başarılı olamamıştır.
Muvahhid Hükümdarı Abdülmü’min el-Kûmî’nin tasarladığı, oğlunun ve özellikle
torunu Ebû Yûsuf el-Mansûr’un yürüttüğü bu hareketin sebebi, Zâhiriyye
mezhebine mensup bulunan yönetimin halkın Mâlikî fıkıh kitaplarına mahkûm
olarak ana kaynaklarla alâkalarının kesilmiş olduğunu görmeleridir. Fıkıhçıları
yeniden ana kaynaklara döndürebilmek için Mâlikî fıkıh kitaplarının okutulması
yasaklanmış, ele geçirilenler yakılmış, bunların yerine on hadis kitabının
ihtiva ettiği hadisler konularına göre derlenerek yazdırılmış, öğretim ve
uygulamanın bu kaynaklardan yapılması emredilmiş, başarılı olanlara mükâfatlar
verilmiştir. Ancak bu hareketin arkasında bir Zâhiriyye temayülünün bulunması,
baskı yapılması ve yönetimin değişmesinden sonra yeni yöneticilerin eskilere
ait her şeyi yıkma ve değiştirme arzuları hareketi başarısız kılmıştır. Bu
dönemde, Gāzân Han’dan önceki Moğol hâkimiyeti dışında kalan zamanlarda İslâm
ülkesinin hâkimiyet bölgelerinde şeriat uygulanmıştır. Genel olarak kamu hukuku
alanında İslâmî esaslar ve hükümler çerçevesinin dışına çıkılmadan örf, âdet ve
kanunnâmeler, özel hukuk alanında ise fıkıh ve fetva kitapları gereken yerlerde
kanun gibi kullanılmıştır. Akkoyunlular, Memlükler ve Anadolu Beylikleri’nden
intikal eden kanunlar bulunmakla beraber derlenmiş en eski tipik
kanunnâmelerden günümüze gelenler Osmanlılar’a aittir. Bu kanunnâmeler de
Selçuklular devrindeki uygulamalarda olduğu gibi maslahat, zaruret ve
ülü’l-emre verilen yetkiye dayanılarak hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. J.
Schacht’ın da işaret ettiği gibi kanunnâmeler, “hükümlerine karşı gelmemek ve
mer‘iyete halel vermemek şartıyla dinî hukukun noksanlarını doldurmaya çalışan
formel kanunlardır”. Kadılar ta‘zîr cezaları, toprak hukuku gibi konularda bu
kanunnâmelere, kamu ve özel hukukun diğer alanlarında ise fıkıh ve fetva
kitaplarına göre hüküm vermişlerdir. Kadıların hükümde tâbi olacakları mezhep,
kullanabilecekleri fıkıh ve fetva kitapları ile bunlarda bulunan ihtilâflı
hükümlerde tercih usulü ilgili eserlerde açıklanmış, bazı zamanlarda bu konuyla
ilgili fermanlar da çıkarılmıştır.
Mecelle’den
günümüze kadar devam eden dönem fıkhın uyanma, canlanma, kanunlaşma çağıdır.
Cemâleddîn-i Efgānî ve tâbilerinin başlattığı uyanış ve kalkınma hareketinin
programında ictihadın önemli bir yeri vardır. Programa göre yeni bir İslâm
dünyası kurulurken ihtiyaç duyulan çözümler ve mevzuat, bir yandan çeşitli
fıkıh mezheplerine ait ictihadlardan tercihler yapılarak, öte yandan gerektiği
yerlerde ictihad edilerek ortaya konacaktır. Fıkıhta ictihad ve tercih hareketi
Osmanlı ülkesinde Mecelle’nin tedvinini etkileyememiş, bu kanun
Hanefî mezhebinin fetvaya esas olan hükümlerinden derlenmiştir. Ancak hareket,
bazı dârülfünun hocaları ile Sırât-ı Müstakîm, Sebîlürreşâd gibi
mecmuaların yazarlarına tesir etmiş, bunlar çeşitli kitap ve makalelerinde
ictihadı savunmuşlardır. Mısır’da Muhammed Abduh’un öğrencilerinden Reşîd
Rızâ’nın çıkardığı el-Menâr dergisinde bir taraftan ictihad hararetle
savunulmuş, taklide şiddetle cephe alınmış, diğer taraftan ictihad ve tercih
mahsulü fetvalar, yorumlar ve çözümler neşredilmiştir. Aynı hareketin izlerini
Hindistan’dan Fas’a, Kazan’dan Yemen’e kadar o günkü İslâm dünyasının çeşitli
ilim müesseselerinde, ulemâsında ve mevzuatında görmek mümkündür.
Bu dönemde fıkıh araştırma ve uygulamalarında önemli
gelişmeler kaydedilmiştir.
1. Kanunlaştırma hareketi başlamıştır. Bundan önceki
dönemlerde görülen kanunlar, fıkhın kanunlaştırılmasından ziyade fıkıh
kitaplarına girmeyen hukukî alanlardaki boşlukları şer‘î esaslara göre doldurma
mahiyetinde idi. Bu dönemde başlayan hareket fıkhın kanunlaştırılmasına,
mahkemelerde kullanılan fıkıh ve fetva kitaplarının yerini usulüne göre
hazırlanmış şer‘î kanunların almasına yöneliktir. Döneme ismini veren Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliyye kanunlaştırma hareketinin ilk önemli adımını teşkil
etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine
girilmiştir. Mecelle’nin ortaya konmasına sebep olan dış ve iç
âmiller vardır. İngiltere, Avusturya, Fransa, Rusya gibi siyasî ve iktisadî
ilişkiler içinde bulunulan devletlerin, azınlıkları da bahane ederek yeni
mahkemelerin kurulması için baskı yapmaları ve bilhassa Fransız büyükelçisinin
gayreti, içeriden de bazı devlet ricâlinin desteğiyle Fransız Medenî Kanunu’nun
tercüme edilerek olduğu gibi iktibası fikrinin güç kazanması dış âmillerdir.
Nizâmiye mahkemelerinin bazı davalarda şer‘î hükümlere ve dolayısıyla bunları
ihtiva eden kanunlara ihtiyaç duyması, şer‘iyye mahkemelerinde görev yapan
hâkimlerin fıkıh ve fetva kitaplarından hüküm çıkarmada zorlanmaları, bu
kitaplarda yer alan bazı ictihadların eskimiş olması ve zamanın değişmesiyle
ahkâmın da değişeceği kuralına göre değişme ihtiyacının hâsıl olması da iç
âmillerdir. Osmanlılar’daki bu âmiller gibi İslâm dünyasında kanunlaştırma
hareketinin de zorlayıcı sebepleri vardır. a) Millî ve
milletlerarası hukuk ve münasebetler gelişmiş, kanunî şirketler, komisyon,
sigorta, çok taraflı anlaşmalar gibi yeni kurum, kavram ve ilişkiler ortaya
çıkmıştır; fıkıh kitapları bunları ihtiva etmemektedir. b) Hanefîler
başta olmak üzere bazı müctehidlerin câiz görmedikleri akdî şartlara ihtiyaç
hâsıl olmuştur. c) Malî, hukukî ve siyasî sebeplerle
hükümetler, akarlara ve taşınmazlara ait tasarrufları düzenleme ve
sağlamlaştırma ihtiyacını hissetmişlerdir; tapu ve kadastro kanunları bu
ihtiyaçtan doğmuştur. d) Dava, muhakeme ve icra gibi konularda
yeni usul ve kaideler gerekmiştir; usul, icra, iflâs, noterlik kanunları bu
ihtiyacın eseridir. e) Eski zamanların sosyal, siyasî ve
içtimaî şartları içinde oluşmuş ictihadlar yeni zamanların ihtiyaçlarına cevap
veremez olmuş, tek mezhebi aşan, gerektiğinde yeni ictihadlarla üretilecek olan
kurallara, hükümlere ihtiyaç duyulmuştur. İleride, son dönemde fıkhın
uygulanması bahsinde örnekleri görülecek olan bu yeni kanunlar kaynakları
bakımından iki gruba ayrılır. Birinci grupta yabancı ülkelerden iktibas edilen kanunlar
vardır; bunların muhakeme usulüyle ilgili olanları İslâm hukukuna oldukça
uygundur; diğer kamu ve özel hukuk alanlarına ait bulunan kanunlar ise esasta
ve ayrıntıda büyük farklar, zıtlıklar arzeder. Bu kanunlar Batı’nın insan,
aile, cemiyet, iktisat ve siyaset anlayışının birer aynaları gibidir. İkinci
grupta yer alan yerli ve İslâmî köke bağlı, fıkıh ve ictihad kaynağına dayalı
kanunlar şekil itibariyle Batı kanunlarına benzemekle beraber muhtevaları İslâm
hukukuna, millî örf ve âdetlere dayanmaktadır. Kanunlaştırma hareketinde İslâmî
kanunların tasarılarını hazırlayanlar iki farklı metot takip etmişlerdir.
Birinci metot, bazı konularda diğer mezheplerden de ictihadlar almakla beraber
kanunlaştırmada prensip olarak belli bir mezhep fıkhının esas alınması
şeklindedir. Mecelle ve Mısır’da Kadri Paşa’nın Mecelle gibi
kullanılmak üzere hazırladığı Mürşidü’l-ḥayrân bu usulün
nisbeten eski örnekleridir. Câmiatü’l-Ezher’e bağlı
Mecmau’l-buhûsi’l-İslâmiyye’de kurulan komisyon dört mezhebin fıkhını, her biri
ayrı bir kanun mecmuasında olmak üzere kanun kalıbına sokarken bu yoldan
yürümüştür. Aynı şekilde Pakistan İslâm Cumhuriyeti yönetimi ceza, zekât, öşür,
kısas ve diyet kanunlarını çıkarırken Hanefî mezhebini esas alarak bu metodu
takip etmiştir. 1905 yılında Tunus’ta Zeytûne Üniversitesi’nden bir ulemâ
heyetiyle şer‘iyye mahkemesinden belli sayıda hâkim Mâlikî mezhebine göre bir
borçlar kanunu hazırlamış ve bu kanun 1906 yılından itibaren yürürlüğe
konmuştur. İkinci metot ise İslâm hukukunun bütün mezheplerini bir bütün kabul
ederek her mezhebin amaca uygun hüküm ve ictihadlarını seçmek suretiyle kanun
taslakları hazırlama şeklindedir. Mecelle’den sonra İslâm
dünyasında başlayan uyanış hareketi Türkiye’yi de etkisi altına aldığı için
1917’de hazırlanan aile kanunu birden fazla mezhebin ictihadını ihtiva etmiş,
Mısır, Güney Yemen ve Sudan’da yapılan kanunlarda da bu yol takip edilmiştir.
Ancak bu kanunların çoğu acele ile hazırlandığı, gerekli ilmî araştırmalara
dayanmadığı, kanun tekniğine göre eksikleri bulunduğu ve kuşatıcı bir bakış
açısı içinde bütün İslâm hukukunu ihtiva etmediği için yürürlüğe konduktan bir
müddet sonra yeniden ele alınmaları gerekmiş, önemli tâdillere ve eklere
ihtiyaç hâsıl olmuştur.
2. Bir zamanlar örfen yasaklanmış gibi kabul edilen,
ancak İslâm hukukunu öğrenmek ve ictihad melekesini elde etmek için görülmesi,
okunması zaruri olan kitaplar tahkik edilerek yayımlanmıştır. Şah Veliyyullah,
Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi âlimlerle mezhep
imamlarının ve müctehid öğrencilerinin eserleri bu kitapların başlıcalarıdır.
3. Çeşitli mezheplerin hükümlerini delilleriyle veya
delilsiz olarak belli bir sistematik içinde toplayan kitaplarla belli başlı
fıkıh terimlerini ve hükümlerini alfabetik sıra ile açıklayan ansiklopedi
türünde eserler telif edilmiştir.
4. Üniversitelerde, akademilerde ve araştırma
enstitülerinde fıkıh tarihi, usul ve fürûun birçok konusu üzerinde
çalışılmıştır.
5. Batı’da olduğu kadar İslâm dünyasında da yaygın
olan Batı hukuku mensuplarına İslâm hukukunu tanıtmak maksadıyla Batı
sistematiğinde İslâm hukuku kitapları yazılmış, mezhepler arası ve yabancı
hukuklarla mukayeseler yapılmıştır.
6. Batılı araştırmacılar önceleri sömürgecilik
siyasetinin bir parçası ve aracı olarak İslâm araştırmalarına yönelmişler, bu
arada İslâm hukukuna ait önemli kaynakları tercüme etmişler, daha sonra kısmen
hasbî ve ilmî düşüncelerle makale ve kitaplar neşretmişler, bazı
üniversitelerde İslâm hukuku öğretim ve araştırmalarına da yer vermişlerdir.
7. Doğu’da ve Batı’da İslâm hukuku konularına da
programlarında yer veren ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiş, tebliğler
ve tartışmalar kitap haline getirilmiştir.
AD-SOYAD: Mustafa Yılmaz ÖĞR. NU.: 19922780 TARİH: 16-01-02021
I. İNSANIN ANLAM ARAYIŞI VE KUR'AN-I KERİM
A.1. İnsanı insan yapan en büyük kuvvet nedir? s. 23 1. paragraf
A.2. İnsanoğlundaki "anlam arayışı" nereden gelmektedir? s. 25 2. paragraf
A.3. İnsanlar hayatlarını anlamlandırma çabası esnasında farklı kültürlerden etkilenmiş midirler? s.27 2-5. paragraf
B.1. "İnsanın anlam arayışı" ifadesindeki "anlam" ne demektir? s. 33 2. paragraf
B.2. Yüksek değerlerin gerçekleştirilmesini nasıl sağlarız? s. 39 1. paragraf
B.3. Fıtratına yabancılaşmış bir kişinin yapması gereken şey nedir? s. 59 6. paragraf
C.1. Her insan doğuştan hayatını anlamlandırabilme yeteneği ile doğar. İnsanın bu fıtri kabiliyetinin kaynağı nedir? s.69 2. paragraf
C.2. İnsanın, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olmasının anlamı nedir? s. 79 1. paragraf
C.3.İnsanın hayatını anlamlandırma sürecinde Kur'an'ın insandan beklentisi nedir? s.83 1. paragraf
II. KUR'AN NEDİR?
A.1. Kur'an nasıl bir kitaptır ve kendisini nasıl niteler? s. 91 1. paragraf
A.2. Kur'an içerik olarak insanın hayatını nasıl anlamlandırmasına yardımcı olur? s. 95 4. paragraf
A.3. Bütün peygamberler aynı misyonla gelmişlerdir. Peki bu ortak misyon nedir? s. 101 3. paragraf
B.1. Vahiy kelimesinin kökü ve anlamı nedir? s. 105 1. paragraf
B.2. Vahyin geliş şekilleri nelerdir? s. 109 3. paragraf
B.3. Kur'an sadece anlam itibariyle mi Allah'tan nazil olmuştur? s. 113. 2. paragraf
C.1. Ayet kelimesinin sözlük anlamları nelerdir? s. 115 3. paragraf
C.2. Ayet ve vahiy kavramları arasında nasıl bir ilişki vardır? s. 123 2. paragraf
C.3. Sure kelimesi dini bir terim olarak ne anlama gelmektedir? s. 129 2. paragraf
D.1. Kur'an'ın klasik tarifi nedir? s. 131 4. paragraf
D.2. Kur'an'da yer alan "Kur'an'ın isimleri" nelerdir? s. 135 2. paragraf
EK MAKALE I:
1. Değer nasıl oluşur? s. 149 6. paragraf
2. İnsanın anlam arayışı ne demektir? s. 150 3. paragraf
3. Kültürün insan hayatındaki yeri nedir? s. 153 4. parragraf
4. İnsani değerlerimizin ve yaşantıların temelinde ne var? s. 156 4. paragraf
EK MAKALE II:
1. Güzel yazıların ve levhaların insanın derinliklerine ne gibi bir etkisi vardır? s. 172 6. paragraf
2. Levhalar insanlara hangi mesajları vermektedir? s. 174 3. paragraf
3. İlk gruba bir örnek verir misiniz? s. 174 5. paragraf
4. İkinci gruptaki levhaların insan üzerindeki etkisi nedir? s. 175 2. paragraf
EK MAKALE III:
1. Sosyal psikologlara göre insanların birbirinden farklı dört mekanı vardır. Bunlar nelerdir? s. 182 4. paragraf
2. "Mimari mekan" kavramı ne anlama gelir? s. 183 3. paragraf
3. Mimaride rasyonellik nasıl başlamıştır. Bunun etkileri nelerdir? s. 186 2. paragraf
4. Mekana biçim verme ile hayatı anlamlandırma arasındaki etkileşimi açıklayınız? s. 189 1. paragraf
Ömerül
Faruk ALTUN
Dr.19922783
Esbab-ı Nüzul I
Kur’an nedir?
Kitabı soruları
A) İnsanın
anlam arayışı ve Kur’an-ı Kerim
1)Anlam
nedir?
Cevap: Sh.30
1. Ve 2. Paragraf
2)Anlamlı ve
anlamsız hayatı açıklayınız?
Cevap: Sahife
45 şema
3)Zihniyet
nedir?
Cevap:
Sahife 46 3. Paragraf
4)İnsanın hayatını
anlamlandırması nasıl olmalıdır?
Cevap:
Sahife 60 2. Paragraf
B) Kur’an
nedir?
5)Vahye
uymak neyi sağlar?
Cevap:
Sahife 69 2. Paragraf
6)Emanet
kavramının içeriğini yazınız.
Cevap:
Sahife71 2. Paragraf
7)Kur’an-ı
Kerim’in diğer kitaplardan ayırt edici özelliklerini yazınız.
Cevap:
Sahife 89 şema
8)Vahyi
kavram olarak açıklayınız.
Cevap:
Sahife 99 2. Paragraf.
9)Ayet
kavramının Kur’ani anlamını nedir?
Cevap:
Sahife 117 1. Ve 2. Paragraf.
AD-SOYAD: Mikail AKBOĞA ÖĞR. NU. : 19922778 TARİH: 17. 01. 2021
1.
Ödev: Kur’an
Nedir? kitabının üç ana başlığı (Romen rakamlı) ve alt başlıkları
(büyük harfli) için üçer soru yazın. Üç ek makale için beşer soru yazın.
Cevapları için sayfa numarası verin.
Şule
yayınları, 7. Baskı İstanbul, 2018
Kitabın birinci ana
başlığı için üç soru ve cevap sf. no;
1. İnsanı
insan yapan en büyük kuvvet nedir? (cevap sf. 25. 1. Paragraf)
2.
Kitapta
“vahşetin fotoğrafı” manşetli 27 Temmuz 1996 tarihli gazete kupürü ile
anlatılmak istenen nedir? (cevap sf. 26. 1. Paragraf)
3.
Anlam
arayışı bağlamında Viktor Frankl’ın araştırması neyi amaçlamaktadır? (cevap sf.
27. 3. Paragraf)
Kitabın ikinci ana başlığı
için üç soru ve cevap sf. no;
1.
İnsanın
anlam arayışı neden kaynaklanır? (cevap sf. 71. 1. Paragraf)
2.
İnsanın
hedef ve amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmasının sebebi nedir? (cevap sf. 73.
1. Paragraf)
3.
İnsanın
özel fıtri kabiliyetlerinin kaynağı nedir? (cevap sf. 73. 2 ve 3. Paragraf)
Kitabın üçüncü ana
başlığı için üç soru ve cevap sf. no;
1.
Kur’an
kelimesini açıklayınız? (cevap sf. 101. 1 ve 2. Paragraf)
2.
Kur’an
kelimesinin türediği kök hakkındaki ihtilafı tartışınız? (cevap sf. 102. 1 ve
2. Tablo)
3.
Kur’an’ın
diğer isminin el-Kitap olduğu düşünülürse neler söylenebilir? (cevap sf. 103. 7
ve 8. Paragraf)
Kitabın sonundaki üç ek
makale için beşer soru ve cevap sf. no;
Birinci makale
1.
Değerlerimizin
hayatımızı anlamlandırmadaki rolü nedir? (cevap sf. 161-162. 1 ve 2. Paragraf)
2.
Hayat
ve değer ilişkisini tartışınız? (cevap sf. 162 son iki paragraf-163 1. Paragraf)
3.
Değeri
felsefi açıdan tanımlayınız? (cevap sf. 163. 2, 3, 4. Paragraf)
4.
Değeri
sosyoloji açısından tanımlayınız? (cevap sf. 163. Son üç paragraf)
5.
İnsanın
anlam arayışı ne demektir? (cevap sf. 164. 3. Paragraf)
İkinci makale
6.
İnsanın
ve toplumun davranışını etkileyen mekanları değerlendiriniz? (cevap sf. 183. 1.
Paragraf)
7.
Güzel
yazı veya söz’ün insanın sanatsal ruhuyla karşılaştırınız? (cevap sf. 184. 4.
Paragraf)
8.
Türk
ailesindeki eski-yeni levhaları karşılaştırınız? (cevap sf. 185. 2. Paragraf)
9.
Türk
ailelerindeki levhaların verdiği iki ana mesaj nedir? (cevap sf. 186. 3 ve 4.
Paragraf)
10. Türk ailelerindeki levhaların ikincisini
tartışınız? (cevap sf. 187. 3. Paragraf)
Üçüncü makale
11. Osmanlı mimarisinde kültürel ifadelerin
görsel kullanımını Ahmet Hamdi Tanpınar’dan yapılan alıntıya göre açıklayınız?
(cevap sf. 193. 1. Paragraf)
12. İnsanın mekanla psikolojik yönden ilişkili
olması ne demektir? (cevap sf. 194. 3. Paragraf)
13. “Mimari mekan” kavramını açıklayınız?
(cevap sf. 195. 2. Paragraf)
14. Richard Neutra’ya göre mimari mekanın en
önemli özelliklerinden bir hangisidir? (cevap sf. 196. 1. Paragraf)
15. Victor Hugo’nun mekan değerlendirmesini “Notre Dame de Paris” adlı eserinden yapılan alıntıya göre yorumlayınız? (cevap sf. 196-197. 3. Paragraf)
I.
ÖDEV:
1.
Kur’an
insandan ne ister? (s.9)
2.
Ayağı
taşa takılarak yere düşen bir çocuk neden o taşa saldırır? (s.23)
3.
Filozof
ve düşünürler tam anlamıyla insan zihninin anlam arayışına yönelik sorduğu sorulara
cevap verebilmişler midir? (s. 25,29)
4.
Anlam
kavramından ne anlaşılır? (s. 31, 33)
5.
İnsan
eylemlerini yöneten değerler kaç gruba ayrılır? (s. 37)
6.
Yüksek
değerler nasıl gerçekleştirilir? (s. 39)
7.
Araç
değerler nasıl geçekleştirilir? (s. 41)
8.
Alışılan
değerler nasıl gerçekleşir? (s.41)
9.
Anlamlı
ve anlamsız hayat özellikleri nelerdir? (s. 48)
10.
İnsanın
fıtri kabiliyetlerinin kaynağı nedir? (s. 67)
11.
Fıtri
ilkeleri temel alan anlam verme nasıl olur? (s.73, 75)
12.
Fıtri-vahiy
temelli gerçekleştirilmiş anlam insana ne yarar sağlar? (s.85)
13.
Kur’an
kelimesinin menşei hakkındaki görüşler nelerdir? (s.92)
14.
Ayet
hangi anlamlara gelmektedir? (s. 114)
15.
Âlimlerin
çoğunun birleştiği Kur’an tanımı nedir? (s. 131)
16.
Hayata
anlam vermek ne demektir? (s.150)
17.
İnsanın
anlam arayışı ne demektir? (s.150)
18.
İnsanın
bir bütün olarak hayatın anlamını hangi yollardan keşfeder? (s. 151)
19.
Değerlerimizin
temelinde var olan dinimizin hangi unsurlarıyla ortak kültüre katılırız?
(s.157)
20.
Değerlerimizi
yeniden hayata katmada TKY nin rolü nedir? (s.163)
21.
Levhalar
ev içinde hangi mekânlara asılırdı? (s. 169)
22.
Ev
içine asılan levhalar hangi sanatlar sonucu oluşmuştur? (s.169,170)
23.
Levhalar
çerçevesinde F. Schoun’un “maddi simge manevi bilinci kuvvetlendirmiştir”
sözünden ne anlıyorsunuz? (s.170)
24.
Levhalar
hangi konularda mesajlar içermektedir? (s. 172)
25.
“Bu
da geçer ya hu” yazılı bir levha ile ne mesaj verilmiş olabilir? (s. 173)
26.
Sosyal
psikologlara göre kişinin birbirinden farklı kaç mekânı vardır? (s. 180)
27.
Osmanlı
mimarisinde iç mekân özelliği nasıldır? (s.181)
28.
Victor
Hugo anıt kent ile kitap arasındaki benzetmeyi nasıl yapar? (s. 183)
29.
Mimariyi
toplumların inanışları hayatı anlamlandırmaları nasıl etkiler? (s. 184)
30.
Sanayi
devriminin “dikey şehir” yapılaşmasında nasıl etkisi olmuştur? (s. 185,186)
AD-SOYAD: Muhammed SAQAAN ÖĞR. NU.: 20922734 TARİH: 16.01.2021
1.
Ödev: Kur’an Nedir? kitabının üç ana
başlığı (Romen rakamlı) ve alt başlıkları (büyük harfli) için üçer soru yazın.
Dört ek makale için beşer soru yazın. Cevapları için sayfa numarası verin.
Şule yayınları. 7. Baskı İstanbul 2018
Kitabın I. ana başlığı için üç
soru ve cevap S. No:
1. İnsanoğlunu evreni ve kendisini
anlamaya teşvik eden etken nedir? (Cevap: S. 25, I. paragraf).
2. Tahkiki imanın insana katkısı
nedir? (Cevap: S. 27, I. Paragraf).
3. Başkalarının yaptığı çalışmaların
insanlık medeniyetine katkısı nedir? (Cevap: S.29, III. Paragraf).
Kitabın II. ana başlığı için üç
soru ve cevap S. No:
1. İnsan doğanın neresinde durur? (Cevap: S.75, III. paragraf).
2. Filozoflar olayları ve
gördüklerini açıklarken ilk olarak hangi delili kullanırlar? (Cevap: S.77, II. paragraf).
3. İnsan, hayatında sürekli ulaşmış
olduğu şeyle, ulaşmayı amaçladığı ve ulaşması gereken arasındaki gerilimi
yaşamaması için vahyin (Kur'ân- Kerîm'in) rolu nedir? (Cevap: S.69, son paragraf).
Kitabın III. ana başlığı için altı
soru ve cevap S. No:
1. Kur'ânı kerimin herhangi bir kitapla ortak yönleri ve farklı
özelliklerine dair yazınız. (Cevap: S.
104, Tablo).
2. Kur'ânı kerimin başka bir kitapta
bulunması mümkün olmayan mümeyyiz niteliklerini özetin. (Cevap: S. 106, Tablo).
3. Her semavi kitap, bir önceki
kitaplar arasında fark var mı? Varsa farıklılıkları açıklayın ve örnek verin.
Yoksa, neden fark olmadığını açıklayın. (Cevap:
109-111. Sayfalarında).
4. Kur'ân ile diğer semavi kitaplar
arasındaki anlaşma noktalar ve farıklılıklardan bahsedin. (Cevap: 109 – 111. Sayfalarında. S.109, III. ve IV. Paragaraf. S.111, I. paragaraf).
5. Kevni ayet ve kavli ayetleri
açıklayınız. (Cevap: 137 – 138. Sayfalarında. S. 137, III. Paragaraf, S.
138, Tablo).
6. Kur'ân neden 114 ayete
bölünmüştür? Sizce bu bölmenin hikmeti nedir? (Cevap: S. 141, I. Paragraf).
Kitabın sonundaki üç ek makale için beşer soru ve
cevap S. No:
Birinci makale:
1. Geçmişin değerleri ile mevcut
çağın değişkenleri nasıl birleştirebiliriz? (Cevap: 162-163. Sayfalarında. S.
162, Son Paragraf, S. 163, Sayıfanın başı.)
2. Değer/kıymet nasıl şekilleniyor? (Cevap:
163- 164. Sayfalarında. S. 163, Son Paragraf/Sayfanın Altkısmında,
S. 164, I. Paragraf).
3. insan anlam arayışında başarlı
olmakta faideleri nelerdir? (Cevap: S. 166, III. Paragraf).
4. Eğer insan kendini ve ortamını
anlamadığı takdirde ulaşacağı sonuçlar nelerdir? (Cevap: S. 169, III. Paragraf/Sayfanın
Ortasında.)
5. Hayatımızı daha parlak hale getirmek
üzere kültürel değerlerimizden nasıl ışık alabiririz? Ondan nasıl bir katkı
sağlarız? (Cevap: S. 173, I. ve II. Paragraf).
İkinci Makale:
1. Türk ailesinin ev içi düzeninde
yeri olan levhalar hakkında görüş/yorum bildiren düşünürler kimlerdir?
Cevap şu
şekilde olabilir:
-
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, son hattatlar: "vaktiyle ağniya (zengin) ve fakir evleri –
mali........" (S. 184, I. Paragraf).
-
F. Schoun "Maddi simge, manevi
bilinci kuvvatlendirmiş" (S. 184, SON Paragraf/Sayfanın
Son 2 Satır).
-
Mahmud Bedreddin Yazır, kalem Güzeli: "Nün, ve'l kalemi vema yesturun......."
(S. 187, I. Paragraf).
2. Güzel yazının muhatabı kimlerdir?
Cevap şu
şekilde olabilir: (Güzel
yazının muhatabı fıtrı temizliğini kaybetmemiş, zevk ve idraki bozulmamış selim
kimseler ve böyle bir topluluk olduğu gibi ...... S.184, IV. Paragraf).
3. Türk ailesinin ev içi düzenünde
kullanılan levhalar daha çok hangi zamanlarda ve hangi amaçla kullanılmıştır? Cevap şudur: (Kitle iletişim araçlarının günümüzdeki
kadar etkili olmadıği ve insanlarımızın aile içi ve dışı ilişkilerinde bugünkü
kadar zaman ve zihin işgâl etmediği dönemlerde levhalar, sanat nitelikleri,
taşıdıkları anlam ve verdikleri mesaj ile Türk ailesinin gerek ...... S.185, I. Paragraf).
4. Benlik" kavramının
oluşumu geçmişten günümüze nasıl bir değişikliğe uğramıştı?
Cevap ise şudur: (Eskiden aile
içinde şekillenen benlik, günümüzde daha okul çağına gelmeden, mahalle
takımından, radyo, televizyon ve internet gibi kitle iletişim araçlarına
varıncaya kadar bir dizi aile dışı etmen tarafından vaktinden önce
"toplumsallaştırılmakta" dır. S.185,
II. Paragraf).
5. Levhaların verdikleri mesajlar
kaç grupta ela alınır? Cevap şudur: [Levhaların verdikleri mesajları iki grupta ela alabiliriz:
1. Grup: Aşkın Varlık (Tanrı) insan ilişkisine yönelik mesaj: (Kur'ân-i
Kerim âyetleri, Hz. Muhammed'in sözleri -Hadis-i Serif'ten alıntı yapılan.)
2. Grup: İnsan-Hayat ilişkisini içeren mesaj: (Kur'ân-ı Ke- Tìm
âvetleri, Hadis-i Şerifler, Şiirler, özlü sözler, deyimler v.b.'den kâğıda
aktanılan.) S.186. II. Paragraf.]
6. Türk ailesinin ev içi düzeninde
önemli bir yere sahip olan levhaların yerini günümüzde hangi materyaller
almıştır? Cevap ise şudur: (Duvarları
süsleyen herbiri sanat şaheseri levhalarımızın yerini posterler, afişler,
çıkartma yazılar ve pankartlar almıştır.
S. 188, 13. Satırdan).
Üçüncü Makale:
1- Sosyal piskologlara göre fertlrin
birbirinden değişik yerleri nedir? Ve insan o yerleri kullanması gereken
değerler ve standartlar nelerdir? (Cevap:
S. 194, III. Paragraf).
2- Jean Christophe Bailly mimari ve
kentin dilini roman diliyle nasıl karşılaştırmış. (Cevap: S. 195, I. Paragraf).
3- Mimarlığın doğuşu/başlangıcı ve
geçirdiği gelişim aşamaları hakkından bahsedin. (Cevap: 197, I. VE II. Paragraf).
4- Kur'ân'ın insanları içinde
yaşadıkları yerlerle/çevrelerle yönlendirilmesini açıklayın. (Cevap: S. 202, I. Paragraf).
5- Kur'ânı kerim açısından
bakıldığında mimari simbolların/simgelerin doğru görüntüsü nasıl yansıtılır? (Cevap: S. 202, SON Paragraf /III. Paragraf)
6- Kur'ân ifadeler taşıdıkları
anlamlarla ilgili işlevi olan mimari mekanlarda nasıl bir yer almaktadır? Bir
örnekle açıklayın. (Cevap: 206- 207. Sayfalarında).
RAMAZAN ÜNSAL (19922782) DOKTORA ESBABI NÜZUL
KUR’AN NEDİR (5. Baskı)
I.
ÖDEV:
1.
Kur’an
insandan ne ister? (s.9)
2.
Ayağı
taşa takılarak yere düşen bir çocuk neden o taşa saldırır? (s.23)
3.
Filozof
ve düşünürler tam anlamıyla insan zihninin anlam arayışına yönelik sorduğu sorulara
cevap verebilmişler midir? (s. 25,29)
4.
Anlam
kavramından ne anlaşılır? (s. 31, 33)
5.
İnsan
eylemlerini yöneten değerler kaç gruba ayrılır? (s. 37)
6.
Yüksek
değerler nasıl gerçekleştirilir? (s. 39)
7.
Araç
değerler nasıl geçekleştirilir? (s. 41)
8.
Alışılan
değerler nasıl gerçekleşir? (s.41)
9.
Anlamlı
ve anlamsız hayat özellikleri nelerdir? (s. 48)
10.
İnsanın
fıtri kabiliyetlerinin kaynağı nedir? (s. 67)
11.
Fıtri
ilkeleri temel alan anlam verme nasıl olur? (s.73, 75)
12.
Fıtri-vahiy
temelli gerçekleştirilmiş anlam insana ne yarar sağlar? (s.85)
13.
Kur’an
kelimesinin menşei hakkındaki görüşler nelerdir? (s.92)
14.
Ayet
hangi anlamlara gelmektedir? (s. 114)
15.
Âlimlerin
çoğunun birleştiği Kur’an tanımı nedir? (s. 131)
16.
Hayata
anlam vermek ne demektir? (s.150)
17.
İnsanın
anlam arayışı ne demektir? (s.150)
18.
İnsanın
bir bütün olarak hayatın anlamını hangi yollardan keşfeder? (s. 151)
19.
Değerlerimizin
temelinde var olan dinimizin hangi unsurlarıyla ortak kültüre katılırız?
(s.157)
20.
Değerlerimizi
yeniden hayata katmada TKY nin rolü nedir? (s.163)
21.
Levhalar
ev içinde hangi mekânlara asılırdı? (s. 169)
22.
Ev
içine asılan levhalar hangi sanatlar sonucu oluşmuştur? (s.169,170)
23.
Levhalar
çerçevesinde F. Schoun’un “maddi simge manevi bilinci kuvvetlendirmiştir”
sözünden ne anlıyorsunuz? (s.170)
24.
Levhalar
hangi konularda mesajlar içermektedir? (s. 172)
25.
“Bu
da geçer ya hu” yazılı bir levha ile ne mesaj verilmiş olabilir? (s. 173)
26.
Sosyal
psikologlara göre kişinin birbirinden farklı kaç mekânı vardır? (s. 180)
27.
Osmanlı
mimarisinde iç mekân özelliği nasıldır? (s.181)
28.
Victor
Hugo anıt kent ile kitap arasındaki benzetmeyi nasıl yapar? (s. 183)
29.
Mimariyi
toplumların inanışları hayatı anlamlandırmaları nasıl etkiler? (s. 184)
30.
Sanayi
devriminin “dikey şehir” yapılaşmasında nasıl etkisi olmuştur? (s. 185,186)
AD-SOYAD: Azime Betül DEMİREL
YİĞİT
ÖĞR. NU.: 20922731/Doktora TARİH: 16.01.2021
1.
Ödev: Kur’an
Nedir? kitabının üç ana başlığı (Romen rakamlı) ve alt başlıkları
(büyük harfli) için üçer soru yazın. Dört ek makale için beşer soru yazın.
Cevapları için sayfa numarası verin.
I.BÖLÜM
1-Kur’ân-ı Kerîm’i hayata tatbik etme usûlü nasıl olmalıdır? (s.16)
2-İnsan eylemlerini yöneten değerler nelerdir? (s.43, 45, 47)
3-İnsanın, hayatın anlamını keşfetmesi hangi yollarla
gerçekleşebilir? (s.49, 51)
II. BÖLÜM
1-İnsanın fıtrî kabiliyetlerinin kaynağı nedir? (s.73)
2-Kur’ân’ın, insanın hayatını anlamlandırması için insana önerileri
nelerdir? (s.89)
3-İnsanı fıtrî- vahiy temelli kendini gerçekleştirmesine
yönlendirmek için, Kur’ân hangi hitap metotlarını kullanmaktadır? (s.95)
III. BÖLÜM
1-Kur’ân-ı Kerîm’in diğer kitaplarda bulunması mümkün olmayan
mümeyyiz nitelikleri nelerdir? (s.106)
2- Kur’ân-ı Kerîm’in muciz muhtevasındaki amaç nedir? (s.107)
3- İsimleri çerçevesinde, Kur’ân-ı Kerîm nasıl tanımlanabilir?
(s.147)
I.MAKALE
1-İnsanın anlam arayışı ne demektir? (s.164)
2-İnsanın, hayatın anlamını keşfetmesi nasıl ve hangi yollarla
gerçekleşir? (s.165)
3-İnsanın anlam arayışında başarılı/başarısız olmak hangi sonuçları
doğurur? (s.166)
4-İnsanın, hayatını
anlamlandırmada kendisine örnek olabilecek şahıslar kimlerdir? (s.168)
5-İnsanın değerlerini yeniden inşa edebilmesi için neler yapması
gerekir? (s.173)
II. MAKALE
1-Hayatı dönüştürmeyen bilginin günümüzde yol açtığı olumsuz
sonuçlar nelerdir? (s.185)
2-Günümüzde kitle iletişim araçlarının, ailenin yerini alması
değerlerimizi nasıl etkilemektedir? (s.185)
3-Değerlerin, hayata dokunması için hangi şartları taşıması
gerekir? (s.186)
4-Kültürümüzdeki levhalar, hangi mesajları kullanarak insanların
hayatlarına anlam katmıştır?
(s.186)
5-Günümüzdeki levhalar, kültürümüzdeki gibi işlevsel hale nasıl
getirilebilir? (s.188)
III. MAKALE
1-Mekânın insan fıtratına etkisi nedir? (s.199)
2-Mimarinin, hayatı anlamlandırmaya katkıları nelerdir? (s.202,203)
3-Kültürümüzde Kur’ânî ifadeler mimari ile kültürümüze nasıl
yansıtılmıştır? (s.204,205)
4-Kültürümüzde mimari yapılar hangi amaçlara hizmet etmiştir?
(s.205)
5-Günümüzdeki yanlış mimari
örnekleri, insan psikolojisini nasıl etkilemektedir? (s.210)
Mehmet Akif ÖZDEMİR
Öğrenci numarası:
20922777
Tefsir Usülü
Bugünkü anlamda tefsir usülü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yoktu. Vefatından sonra bir meşru otoriteye, yani Kuran-ı Kerîm’e ihtiyaç duyuldu. Bu konuda vahyin dilini bilen ve ilk muhatabı olan sahabeye başvuruluyordu. Ibn Abbas, Ibn Mesud, Ubey b. Ka’b (radiyallahuanhum) farklı şehirlerde tefsir dersleri vermiş ve buralardan ekoller oluşmuştu. İlk olarak usûle dair bilgiler burada çıkmaya başladı. Hicri 1. Yüzyılın ortalarından itibaren bu bilgiler şifahen kayıtlara geçmeye başladı. İkinci yarısında yazıya geçirilmeye başlandı. Kitapların telif edilmesi ise 2. Yüzyılın başından itibaren başladı. Yazıya ve kitaba geçmesi tefsir usulünün önce müstakil alan olması, sonra ise bir bilim haline geldiğini ifade eder. Böylece tefsir usulü tarihin akışına bağlı olarak teşekkül etmiştir.
Hadis Usûlü
Birinci asrın ortalarında ortaya çıkan siyasî ihtilaflar ve ikinci asırdan sonra farklı kültürlerle temasa geçilmesiyle itikâdî konulara kadar bir sarsıntı yaşanmıştı. Karşı safta bulunmayı tercih eden gruplar fikirlerine bir mesned bulmak ve meşrulaştırmak için Kur’an’ı ve Hadisleri isti’mal etmekte idiler. Bazı hadisler reddediliyor, bazen uyduruk hadisler ihtilak ediliyordu. Bu hareketlere karşı Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetini korumak adında muhaddisûn harekete geçti. Önlem olarak cerh ve ta’dil başlattılar ve isnad ilmini geliştirdirler.
Hadislerin tedvini ikinci asrın başından itibaren başlamıştır. Bu aşamada muhaddislerin benimsediği usul ve kaideler henüz kitaplaşmamıştı. Onlar bu ilmin birbirinden ayrı muhtelif nevilerine muttali idiler ve değişik görüşlere sahip idiler. Hadis rivayet, rivayetin şartları, çeşitleri, ravilerin şart ve ahvali, merviyyatın sınıflarını bahsede Usûlu’l-hadîs (Mustalahu’l-Hadis) ilk defa 4. Asırda tedvîn edilmiştir. Hadis ıstılahlarından bahseden ilk musannıf Ebu Muhammed er-Râmahurmuzî (ö. 360) olarak bilinir. En önemli geliştiricileri ise Ibn Abdillah el-Isfahânî (ö. 430), el-Hatib el-Bağdadî (ö. 463), Ibni’s-Salâh (ö. 643), en-Nevevî (ö. 676) olarak bilinir. Böylece hadis usulü tarihin akışına bağlı olarak teşekkül etmiştir.
Fıkıh Usûlü
İlk dönemde İslam’ın genel hükümleri Kur’an ve Peygamber tarafından belirlendi. Yani nüzûl döneminde sorular (yes’elûneke) veya ihtilaflar doğrudan kendisine arz ediliyor, vahyedilen Kur’an’la veya Peygamber’in hüküm koymasıyla sabit oluyordu. Hükümleri öğrenen sahabesine aynı zamanda istinbat metodunu öğretiyordu. Nitekim Muaz’a (r.a.) Kuran, Sünnet ve ictihad metodunu vermişti. Vahyin sona ermesi ve Peygamber’in (a.s) vefatı ile yargı artık en ehil olan kişilere geçmişti. Teşrî tarihi sürecini ve Peygamber’in sünnetini müşahede eden Sahabe istinbat etmek için Kur’an’a, Sünnete, ictihada başvuruyorlardı. Sonraki dönemde ise fütuhat ve İslam coğrafyasının genişlemesi ile önceden mevcut olmayan yeni durumlarla karşılaşıldı. Arap dili zayıflamaya başladı. Yeni bir olay gördükleri zaman, benzeri bir olayı Kur’an/Sünnetten bulup onun hükmünü diğerine hüküm çıkarırlardı. Kıyas edecek bir hüküm bulamayınca İslam’ın gözettiği maslahatı göz önünde bulundurarak hüküm verirlerdi. Eğitimden geçen Tabi’un nesli de böyle devam ettirdi. Ancak şartların gerektirmesiyle önü açılan ictihad faaliyetinin disipline edilmesi ve keyfî hükük vermeye karşı tedbir alınması gerekliydi. Müctehid imamlar bu ilmi açıktan açığa bir metodolojiye göre yapmaya başladılar. Fıkıh ilminin kurallarını ilk kez müstakil bir eser halinde telif eden Muhammed b. İdris eş-Şafii’dir (h. 204). Fıkhın tedvin dönemi ise böylece başlamıştır. Bu bağlamda Şafii metoduna ‘mütekellimîn’ , Hanefilerin metoduna ise ‘hanefiyye’ denilmiştir. Böylece fıkıh usulü tarihin akışına bağlı olarak teşekkül etmiştir.
Zekiyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları
İsmail Çalışkan http://www.tefsir.gen.tr/img/KTA01-ismail-caliskan.pdf
Hadis usulu – Talat Koçyiğit