Esbab-ı Nüzul I 2. Ödev: Mukayeseli Tarihler/Usuller kıraati hülasası nedir? Yazınız.
Esbab-ı Nüzul dersini ilk defa alan öğrenciden tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi kitaplarını, ikinci defa alan öğrenciden tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarını mütalaa etmesi istenmektedir. Bu kıraatinin sonuçlarının mukayeseli hülasasını yazması beklenmektedir.
Kütüphanenizde bulunan tefsir tarihi-hadis tarihi-fıkıh tarihi - tefsir usulü-hadis usulü-fıkıh usulü kitaplarından istifade edebilirsiniz.
Hedef tarih: 15 Aralık 2014 Pazartesi
Bochra REFAS
Doktora
14922707
GİRİŞ
Bu çalışmamda, birbirlerinden müstağni
kalamayacak, bilakis birbirlerinden beslenerek
neşvu nema bulacak olan tefsir fıkıh ve hadis alanlarının bir bütün o-larak
seyretmesi üzerinde duracağım.
Hadisin
Kuran üzerinde, Kuran’ın ve hadislerin fıkıh üzerinde ne denli be-lirleyici ve
etkili olduğu gerçeğini örneklerle sunmaya ve ilk asırlardan itibaren nasıl
vücuda geldikleri, birbirleriyle nerede bütünleşip nerede ayrıldıklarını
açıklamaya çalışacağım.
TEFSİR –
HADİS - FIKIH İLİŞKİSİ
Tefsir
faaliyeti, Kuran’ın nüzulünün ilk zamanlarında peygamberimizin kelime îzahlarından
ibaretti. Zira nüzul asrını yaşayan ve
ana dilinde inen kitabı anlamakta ciddi
bir sıkıntı yaşamayan insanlardan sonra, gerek üzerinden geçen zamanla, gerek
devrin değişmesi ve anlamakta sıkıntılar, farklı yorumla-alar zuhur etmesiyle, çok
geçmeden tefsire olan ihtiyaç kendini gösterdi.Evvela hadis kitaplarının içinde
bir bab olarak yer alan,hadis ilminin bir kolu olarak tedvin edilen tefsir, daha
sonraları müstakil bir ilim olarak algılanmaya başlandı.
Rasulullahın sünneti seniyyesi, hadisleri,
Kur’an karşısında inkar edilemez mühim iki fonksiyon icra ediyordu. Biri;
mecazi manada Şâri olan Rasulullahın, Kuran’da yer almayan hükümleri koyması (
yırtıcı hayvanların etlerinin haram olması, nesep açısından haram olan kişinin
süt emzirme yoluyla da haram oluşu gibi ) diğeri ise; açıklanması gereken Kuran
naslarını beyan/tefsir etmesidir (beş vakit namazın nasıl kılınacağı, orucu
bozan ve bozmayan haller gibi ) .
Kuran’da
icmali olarak bahsedilen namaz oruç hac gibi temel ibadetlerin
açıklanması,sünnetin açıklama fonksiyonunun; fıtır
sadakası,vitir namazı,bir ka-dının üzerine hala ve teyzesini almanın haram
oluşu v.s gibi birçok hüküm de sünnetin boşlukları doldurma fonksiyonunun
örnekleridir.Burada,Kuran ayetleri hadisler ışığında anlaşılır yaşanır hale
gelirken, ortaya konan hükümler dolayısı ile de fıkıh ilmi devreye girmekte,hükümler
ve ilmi fıkıh vücud bulmaktadır. İşte burada,bir alanın diğerini
değerlendirmeden ya da bir diğerinin verilerinden yararlanmadan kendine dair
bir bulguya varamayacağı,tefsir hadis ve fıkıh ilim-lerinin kombine bir yapı
oluşturduğu aşikardır. Birbirlerinin var olma ve gelişim seyrine katkıda
bulunan bu ilimler için bir yerde kısır döngü sözkonusudur.
Öyle ki;
bir müfessir aynı zamanda muhaddis, diğer yandan fakih idi. Bu-nun en güzel
örneğini hulefai raşidin temsil eder. Ayrıca, fıkhi hüküm istinbat-ında özel
bir yere sahip olan Ebu Hanife de muhaddislerin ileri gelenlerinden olmakla birlikte , hadisleri Kuran’a arz
prensibiyle de Kuran’a hakim bir müfes-sirdir.
İmam Malik’in meşhur eseri Muvatta da hem bir hadis kitabı hem bir fıkıh
kitabıdır. Ve tefsir, bu kitabın içinde bir babdır.
Fıkıh ve
tefsir de öylesine iç içedir ki, ilk asırlardan itibaren fıkhi tefsirler
yazılagelmiştir. Hicri 2. asrın başlarında hadis tedvin ve tasnif
faaliyetlerinin başlaması ile ortaya çıkan ilk hadis eserleri ise; Sünen ve
Musannaf adı verilen, fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş, ahkam hadislerini
içeren kitaplar olmuştur. Cami adı verilen hadis kitapları ise fıkhi hadisleri
içerdiği gibi, Kuran’ın fazilet-leri, tefsiri ve birçok konuyu içermiştir.
Fıkıh usulünün hadis usulünden önce tedvin edilmiş olması ise, ilk iki asır
içinde fakihler ve hadisçiler şeklinde belir-gin bir ayrım olmamasına
bağlanabilir.
SONUÇ
Tefsir hadis ve fıkıh evvela birbirleriyle sonra
diğer bilim dallarıyla ilişki içerisinde varolmuş ve gelişmiş hala da
birbirlerine katkılarıyla ilerleyen alanlar
olagelmiştir. Tefsir; hadis ışığında, fıkıh; Kuran ve hadisin şekillendirmesiyle
gelişmekte ve birbirleri için yegane merciler olmaya devam etmektedir. Zira bir
alanın kendi sahasında bir veri ortaya koyması için kendine paralel diğer o iki
alana başvurması, faydalanması kaçınılmazdır.
MUKAYESELİ TARİHLER/USULLER KIRAATİ HÜLASASI 17.11.2014
Adı ve
Soyadı: ALİ AKKUŞ
Öğrenci No:
14922706 ( DOKTORA)
Dönem:
2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Konu: ESBAB-I NÜZUL I-2.ÖDEV
İSLAM TARİHİ BOYUNCA TEFSİR, FIKIH VE
HADİSE
BÜTÜNCÜL BİR BAKIŞ DENEMESİ
İçindekiler
5. İMAM ŞAFİ’YE KADAR OLAN DÖNEM:
6. ŞAFİİ SONRASI GELİŞİM DÖNEMİ ( SÜNNİ DETERMİNİZMİN OLUŞUM AŞAMASI)
7. DURAKLAMA DÖNEMİ ( a-Şerhler
(350-656) b- Haşiyeler (654)
8. GÜNÜMÜZ- YENİ DÖNEM : DÖNÜŞÜM DÖNEMİ
9. DEĞERLENDİRME VE ÖNERİLER
Yaklaşık 1500 yıllık İslam kültürümüzün temelini
oluşturan faktörleri, temel İslam bilimlerinin bir açılımı ve gelişimi olarak
düşünmek çok abartılı bir yargı değildir.
Hadis fıkıh, tefsir ve kelam oluşum ve gelişim
süreçlerinde birbirlerini etkileyerek, siyasi ekonomik ve toplumsal alanlarda,
karşılıklı etki-tepki kuralına göre ilerlemiş gelişmiş, kendilerini
oluştururken de toplumun dünya görüşünün ve kültürel yapısının temel taşları
olmuşlardır.
Bu bilimler içsel gelişmelerinden daha çok karşılıklı
etkileşim yoluyla gelişmişler, iç ve dış faktörlerden etkilenmişlerdir. Zamanın
ve coğrafyanın getirdiği siyasi ve sosyo-kültürel ortam ve çevrelerin
kültürlerinin etkisi ve baskısı altında kalmışlar, ancak kendilerine özgün bir
yol ve üslubu oluşturmayı başarmışlardır. Bu zor ve çetin mücadeleden
güçlenerek çıkmışlardır. Temel ilimlerin bu serüvenini değişik bakış açıları
ile irdelemek mümkündür.
İslam ilimlerinin bu gelişimini kronolojik açıdan incelersek, Hicri birinci, ikinci, üçüncü,
dördüncü asır ve sonrası, oluşum
süreci açısından incelersek, oluşum, gelişim, açılım, daralma, dönüşüm
dönemi, Bölge Olarak
Arabistan, Suriye, ırak, İran, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Anadolu ve
Batı, siyasi olarak incelersek Hz. Peygamber, dört halife,
Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Türkler (Karahanlılar ve Gazneliler),
Memluklular, Selçuklular ve Osmanlılar olarak, oluşum şekli olarak incelersek hıfz, kitabet, tedvin ve
tasnif dönemi olarak, ferdi dönemler
olarak incelersek Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiinler, Tabe-i Tabiinler
ve sonraki dönem, metodolojik açıdan
incelersek oluşum, gelişim, sistemleşme, duraklama ve taklit dönemi olarak bir
çok açıdan inceleyebiliriz. Ayrıca bu bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele alabileceğimiz
gibi bir bütün içinde ve
karşılıklı etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz.
Ben burada bu
dönemlerin hepsini kullanarak ve bütünlük içerisinde tarihsel bir yöntem
ile bakmak istiyorum. Daha sonra bütün bu ilimler tarihi için yeni ve kapsayıcı
bir bakış açısı geliştirme denemesi
yapmak istiyorum. Ancak bu dönemleri birbirinden ayırmanın çok güç olduğunu ve
bunların iç içe olduğunu, kesin
sınırlar ile ayrılamayacağını da belirtmeliyiz.
Hz. Peygamber dönemi vahyin iniş süreci olarak
algılanmalıdır. Bu döneme nüzul dönemi diyebiliriz. Bu dönemde yine sahabeler
vardır fakat ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu nedenle Peygamber dönemi
olarak adlandırabiliriz.
Dönemin Özelliği bütün İslam bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi olmasıdır.
İlimlerin kaynağı da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur. Dönemin
bilgi saklama şekli HIFZ idi . sadece
kuran bu dönemde yazılmıştır. Hz. Peygamberin hadisleri kuranla karışmaması
için çok fazla yazıya geçirilmemiştir. Ancak bazı sahabiler bu dönemde Hz.
Peygamberden hadis yazmışlardır.
Öncelikle kuran Müslümanları ilme ve tartışmaya davet
etmiştir. Sağlam bilgiye dayanmayı tavsiye ediyor ve bilgiyi en önemli güç
kabul ediyordu. Peygambere ve müslümanlara kendisini anlamasını ve düşünmesini
emretmiştir. Kuran kendini açıklıyordu. Arap dili ve kurallarını çok incelikli
olarak kullanmış belağatın ve söz sanatının en üstün örneklerini vermiştir.
Bazen bir kelimeyi aynı ayet içinde, bazen başka bir ayette ve bazen başka bir sure içinde açıklamıştır.
(cerrahoğlu…) Kendini mücmel mufassal, mutlak, mukayyet, umum – husus olarak
ortaya koymuştur. Böylece kuran bütün İslami bilimlerin birinci kaynağı
olmuştur.
İkinci olarak Hz. Peygamber kuranın gaye ve amaçlarını
en iyi anlamış ve bize açıklamıştır. Kuranı en iyi anlayanın onu ilk alanın
olacağında hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Hz. Peygamber vahyi alabilecek bir ruhsal
yükselişe varmış, miraçta ise bu yükseliş zirveye ulaşmıştır. Burada
yaratılışın ve yaratıcının en yüksek sırlarını müşahede etmiştir. Başka bir
kimsenin bu ruh yüceliğine ulaşması da pratikte mümkün değildir. Kuran ise Hz. Peygamberi tebliğ ve tebyin (açıklama) ile görevlendirmiştir. Uygulamaları ile güzel bir örnek
oluşturmuştur. Kuranın mücmelini beyan
etmiş, mutlakını takyid etmiştir. Mesela namaz vakitlerini, zekat miktarını,
hac menasiklerini açıklamıştır. Hala ve
teyzeyi bir nikah altında toplamayı haram kılmış, böylece haramlar konusunda
ziyade yapmıştır. Bazen da sorulan sorulara cevap vermiştir. Açıklama yaparken
çok beliğ ve kısa konuşurdu. Karşıdaki kişinin durumuna göre hareket ederdi.
(i.cerrahoğlu).
Hz. Peygamber sahabenin anlamadığı, kuranın garip ve
müşkil kelimelerini de açıklamıştır. Ancak alimler peygamberin kuranın tamamını tefsir ettiği konusunda
ihtilafa düşmüşlerdir. Suyuti ve Gazali tamamını tefsir etmedi demişlerdir.
Taberi ise çok azını tefsir etmiş olmasına sıcak bakmaz. (Tarih içinde tefsir
ve tefsir ilimleri) İbni Haldunda Mukaddimesinde sahabenin kuranın anlaşılmayan
kelimelerini peygambere sorarak öğrendiklerini nakleder, ama kuranın tümünü
tefsir ettiğinden bahsetmez. (A.Nedim Serinsu)
Yine Hz. Peygamberin sağlığında hadisler kısmen yazıya
geçirilmiştir. Bazı sahabeler hadis yazıyorlardı. Veda hutbesi de kayda geçmiştir. Ayrıca Medine anlaşması, Yemene
gönderilen vergi düzenlemesi, Hudeybiye Anlaşması, davet mektupları vs.. yazıya geçmiştir. Hz. Peygamberin
mescitte düzenlediği sohbetler de bazen yazıya aktarılıyordu. (Hadis Tarihine
Genel Bakış) . Sab b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa, Semume
b.Cundap, Cebin b.Abdullah Hz. Peygamberden izin alarak hadis yazmışlardır.
(İslam Bilimlerinde Yöntem) Aslında Hz. Peygamber ilmi kaydetmeyi(yazı=kitabe) tavsiye etmiş ve hatta ilim için seyahati bile teşvik
etmiştir.
Hz. Peygamber insanlar içerisinde çıkan olaylarda
hüküm veriyordu. Yani yargı görevini de yerine getiriyordu. Ayrıca komutan ve
bir devlet başkanı olarak ta çeşitli uygulamalarda bulunuyordu.
Bu dönemle ilgili olarak bazı müsteşrikler mesela
Margolotti kuran dışı Hz. Peygamberin
sünnetinin olmadığını iddia etmiştir.
Hz. Peygamber devrini daha derinden incelediğimizde bu
dönemin nüzul dönemi olduğunu ve bunun ayrıcalıklı
bir dönem olduğunu anlayabiliriz. Bu dönem İslam
Dünya Görüşünün oluşturulduğu dönemdir.Kuran olaylara doğrudan müdahele
ederek iniyordu. Dolayısı ile bir pratik dönem idi. İlimler FIKIH, TEFSİR,
HADİS, KELAM vs diye henüz ayrışmamıştı.Bilgi ve dolayısı ile DÜNYA GÖRÜŞÜ bir
BÜTÜN halinde işliyordu. İLİM denince genel bilgi anlaşılıyordu. Buna tefakkuh da deniyordu. Hem ameli hem de
teorik bilgiyi içeriyordu. ilim=tefakkuh=
Bilgi ve Amel (fiil). Dolayısı ile
Hz. Peygamberin davranışları genel ilim çerçevesinde oluyordu. Aslında Hz.
Peygamberin kuranı anlaması ve yorumlaması, yargıda bulunması ve ceza
vermesi,sorulara cevap vermesi bütün fiilleri ve teorik yorumları sünnet
kapsamında idi. Sünnet kuranın yorumu ve
uygulaması idi. Ancak sünnetin yasama yönü (yani Fıkıh yönü) çok azdı.
Sünnet daha çok dini-ahlaki bir rehber idi. Hz. Peygamber yaptığı uygulamalarda
sahabesine danışıyordu. Buna kuran ŞURA demektedir. Kararlar ortak alınıyordu.
Dolayısı ile sünnetin içine sahabelerin görüşleri de dâhil idi. Hadis bu
dönemde resmi değildi. Sünnet olarak ele alınıyordu. Sünnet bu anlamda ilkeler bütünü değil yol gösterici bir rehber idi
ve sürekli gelişip büyüyordu. Buna YAŞAYAN SÜNNET diyebiliriz. (İslam,
Fazlurrahman) Yani bu Yaşayan Sünnet kavramı Hz. Peygamberin teorik, fiili ve
sözlü davranışları ile sahabenin görüşlerini kapsıyordu. Aslında buna Hz.
Peygamber ve sahabenin İCMAI da diyebiliriz. Buna aynı
zamanda NEBEVİ SÜNNET de
diyebiliriz. Bu nebevi sünnet Hz. Peygamberin ve sahabenin içtihatları ile
gelişip büyüyordu. İmam Ebu Yusuf da sünnetin bu nedenle “Müslümanların Genel uygulamasıdır” şartlara göre gelişir ve ictihatla büyür demektedir. (Erreddü ala- Siyeril Evzaii, Ebu Yusuf)
Sonuç olarak bu dönemin özelliklerini şöyle
sıralayabiliriz.
1- Bu
dönemde ilimler ayrışmamıştı. Tasnif yoktu ( fıkıh, tefsir, hadis gibi)
2- Bilgi bütün idi. Bazı
3- Bu ilim SÜNNET ile anlaşılıp yorunlanmıştır.
4- Sünnet YAŞAYAN
SÜNNET idi. Hz. Peygamberin ve sahabeler
İçtihatlarını,
sözlerini, davranışlarını içeriyordu.
5- Yaşayan
sünnet dinamikti ve gelişip büyüyordu
6- Yaşayan
Sünnet içtihatla gelişip icma halini alıyordu. Aralarında kopmaz birbağ vardı.
Sünnet--- içtihat--- icma .
7- Yaşayan
Sünnetin koruma şekli genel olarak HIFZ idi ve şifahi olarak
aktarılıyordu.
8- Yaşayan
Sünnet devam eden ve büyüyen bir süreç idi.
9- Hadis
yaşayan sünneti daraltır ve statikleştirir. (sabitler), belli bir alana
hapseder.
10- Sünnetin
içindeki kuran yorumlarından tefsir ilmi
oluşur.
11- Sünnetin
içindeki ameli yorumlardan Fıkıh İlmi oluşur.
12- Hadisin
hepsi peygambere söz olarak ulaşmasa da manen (ruh) olarak ulaşır.Çünkü hadis
isnadı daha çok sahabeye dayanır. Sahabe ise zaten Yaşayan sünnetin bir
parçasıdır.Peygamber zamanında çok az hadis yazılmıştır. Bazı sahabeler bu
konuda hz. peygamberden izin almıştır.
13- Yaşayan
sünnet duruma ve şartlara göre yorumdur.
14. Sünnetin
gelişim yöntemi İÇTİHAT idi.
15- Kısacası
nüzul döneminde İLİM kavramı branşlara ayrışmamış ve bütün idi. Bu nedenle
kuranın DÜNYA GÖRÜŞÜ’de bütün Olarak ve canlı olarak zihinlerde
yaşıyordu. Sonraki devirlerde ortaya çıkan ilimler bu dünya görüşünün ayrışması
ve parçalanması sonucunda oluşmuştur.
Aslında sahabe dönemi Hz. Peygamber dönemi ile başlar
küçük sahabelerin vefatı ile biter. Bu dönemi peygamber dönemi ile ayırmak oldukça güçtür.
Bu dönemde öncelikle 4 halife dönem çok önemlidir.
Halifeler Halk ile iç içe olmuş, birlikte şura ile hareket etmişlerdir. Tam bir
DEMOKRATİK ortam sağlanmıştır. Hz.
Ebu Bekir öneminde irtidat olayları bastırılmış, Hz.Ömer döneminde ortalık
sakinleşince istikrar durumu
yaşanmıştır. Bu istikrarın dalgası Hz. Osmanın ilk döneminde etkisini gösterir
ancak Hz. Osmanın akrabaları (mesela
Muaviyeyi Şam Valisi yapması gibi) resmi görevlere ataması olayların
karışmasına sebep olur.Hz Ömer de daha önce Ümeyye Oğularının yönetime
katılmamasını tavsiye etmiştir. Hz. Alinin halife seçilmesi ve yönetim dönemi
çok çalkantılı geçer. İç tartışmalar durmaz. Cemel ve Sıffın Savaşları yaşanır.
Bu olaylar ümmetin moralini ve birliğini Bozduğu gibi yeni fırkaların ortaya
çıkmasını da sağlar. İslam tarihinde daha sonra Kelam, Fıkıh, Hadis, Tefsir
dallarındaki ekollere dönüşen ayrılıkların hepsinin temelinde bu dönemdeki SİYASİ ayrılıklar ve fırkaların rolü
vardır.
Hz. Osman ve Hz. Ali dönemindeki çatışmaların
temelinde ise Güneyli ve Kuzeyli Arap kabilelerinin çekişmesi vardı. (İslam,
Fazlurrahman) Yani Araplar islamın kaldırdığı kabile asabiyetini kılık
değiştirmiş bir şekilde yeniden ortaya çıkardılar. Siyasi kutuplaşmanın
temelinde yatan en derin etki bu idi.
Örneğin HARİCİLERİN çıkması ve gelişimi ilginçtir.
Hariciler idealist insanlardı. Bu bakımdan fanatik, hoşgörüsüz ve zorba idiler.
Bu idealizm onları şiddete
sürüklemiştir. Ancak çokta dindar ve sade insanlardı. Bütün zamanları namaz
kılmak ve ibadet etmekle geçerdi. Bu gruptakiler Hz. Ali nin TAHKİM olayına
karşı çıkmışlar, ‘Allahtan başka Hakem
yoktur’ sloganını kendilerine şiar edinmişlerdir. Onların isyanları Hz.
Alinin öldürülmesine kadar gider. Hariciler Iraktan ve çölden gelmiş bedevi
idiler ve Kureyşli (Kuzey kabilelerinden) değillerdi. Birçok İranlıyı da
kendilerine destekçi olarak almışlardı. Bu insanlar temelde bütün kabileler
için eşitlik istiyorlardı. Bu nedenle
siyasi olarak HALİFENİN Kureyşli olmasına
da itiraz ediyorlardı. MUTLAK EŞİTLİK ve
ÖZGÜRLÜK istiyorlardı. İmanın amelden ayrılmayacağını da savunuyorlardı. Bu
nedenle tahkim olayını ve onu kabul edenleri KÜFR ile itham ederler ve
kâfirler ile savaşa başlarlar. Bunların yüzünden binlerce Müslüman kanı akar.
Bunların fanatik tutumları ve eşitlik istekleri Emevi Saltanatına uymaz.
Emeviler de Kureyşli idi ve bu nedenle Haricileri baskı ve savaşla tarih
sahnesinden sildiler. Haricilerin çok kan dökmekten endişe eden, sessiz
çoğunluğun sesi olan Ehlisünnet (ehli hadis) mevcut düzene daha çok bağlandı ve
hatta saltanatı savundu.’Yönetici zalim de olsa uyulacak’ öğretisini
geliştirdi. Çünkü onlara göre en kötü kanun kanunsuzluk ve anarşiden daha iyi
idi.
Bu olayların ikinci taraftarı ŞİA oldu. Emevilere
siyasi olarak düşman oldular.Hz.Alinin hilafetini kabul ettiler ve İslam
cemaatinden ayrıldılar. Aslında ŞİA İranlı kabileler di. Bunlar Güneyli Kabile
grubundan idiler. Kuzeyli ve Kureyşli kabilelere olan nefret ve kinlerine
Hz.Aliyi alet ederler ve ŞİA kisvesine bürünürler.
Bu dönemde kendi içine çekilen Şia daha sonraki
dönemlerde çok farklılaşmış olarak ortaya çıkar. Toplumdan itilmişlik hali
şiada BATİNİLİK ve TAKİYYE
doktrinlerinin gelişmesine neden olur.Bu olaylar İslam tarihindeki ilk düşünce
tartışmalarını başlatır. Bunların ilki iman
nedir? Kâfir Kimdir? Amel imandan bir cüz müdür?
Sorularıdır. Bu soruların tartışılması ikinci büyük tartışmayı doğurur. Bu soru
da insan iradesi özgür müdür? Yoksa
cebri midir?
Bu sorulara verilen cevaplar fırkaların doğuşunu ve
ayrışmasını sağlar. Böylece Hariciler,
Mürcie, Şia, Kadiriye ve Cebriye gibi fırkalar oluşur. Bu fırkalar diğer
ilimlerin ve düşüncelerin temelini oluştururlar. Bu olayların tabiin dönemi ve
daha sonraki dönemlerin ilim ve siyasi düşünceye etkilerini göreceğiz, ancak
daha önce Sahabe dönemindeki tefsir, fıkıh, hadis ilimlerine ve sünnet
anlayışına bakalım.
Sahabeler Hz.Peygamber ile nüzul ortamını canlı
yaşamışlardı. Bu nedenle Kuranın genel bütünlüğünü, sünnetin amaç ve gayelerini
çok iyi kavramışlardı. Sahabe Peygamberin müridi idi. Onun söz ve
davranışlarını aynen özümsediler. Peygamberin sözü ve davranışı sahabenin sözü
ve davranışından ayırt edilmez hale geldi. Bu nedenle hadislerin Hz. Peygambere
dayanmasına gerek yoktu. İsnad zinciri de
zaten sahabede son bulmuştur. Sahabe
sünneti yorumlamıştır. Önceki dönemde ( Peygamber döneminde) de
belirttiğimiz gibi YAŞAYAN SÜNNET peygamberin ve sahabenin içtihat ve
yorumlarını da kapsıyordu ve içtihatla sürekli gelişiyordu. Sahabeler yine bu yöntemle
İÇTİHAT ve Reyle yaşayan Sünneti geliştirdiler. Yeni olayları yorumladılar.
Bunun yöntemi de KIYAS idi.
Bu dönemde peygamber dönemi gibi ilimler ayrışmamış, bütüncül bir haldeydi. Bu nedenle
sahabeler de Kuran ve Sünneti canlı ve bütüncül yaşamışlar ve Tabiinlere
aktarmışlardır. Sahabe sünnetin GENEL İLKE ve amaçlarına göre
içtihat ediyordu. Sünnet, sahabeler tarafından yorumlandı. İçtihat ve icmaları
ile gelişti ve büyüdü. Yöntemleri Kuran bütünlüğü ve Hz. Peygamberin örnek
davranışlarının genel amaç ve gayeleri ile kendi rey ve içtihatları idi. Bu durum şifahi ve yaşantısal idi. Bu
nedenle ilimler tedvin edilme gereği duyulmadı. Hıfz ağırlıklı idi. Hatta
genel kanı kitabete (yazı) karşı idi. “İlim öğretimle olur, kaydetmekle değil,
sözlü olur yazı ile değil” lafı ( Kuran ve Bağlam,A.Nedim Serinsu) genel
kanaati de ifade etmektedir. Çünkü yazıya güven yoktu. Yazı değiştirilebilirdi.
Ancak zihinlerdeki hıfzedilen ilim değiştirilemezdi. Zaten bu dönemde Arap dili
ve kuralları gelişmiş değildi. Bu dönemde İLİM kavramı kuran ve sünnetin
ilkelerinin içtihadi yolla kullanılmasını ifade ediyordu. Bir anlamda İCMA ile eş anlamlı idi. Sahabe sünneti
Hz. Peygamberin sözleri ve davranışlarından almıştır. Sözlerine hadis denmesi
daha sonraki dönemlerde daha belirgin hale gelir. Kuran dışında çok fazla
yazıya geçen bir ilim yoktu. Ancak bazı sahabeler Hz Peygamberden izin alarak hadis yazdılar. Mesela sad
b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa. Cabi b. Adullah bunlardandır. Hz
Ebu Bekir ve Hz Ömer hadis yazmazlar, hatta Hz.Ömer Ebu Hüreyreyi çok hadis
söylediği için dayak attırır. Hadis nakli ve yazımı son iki halife döneminde
daha çok artar. Sahabelerden çok hadis rivayet edene MUKSİRUN (bunlar yedi
sahabedir) az hadis rivayet edene MUKİLLUN denir. Ali b.Ebi Talip (v.45), Ebu
Hüreyre(v.59), Abdullah b.Abbas, Abdullah ibni Ömer (v.74), Hz.Aişe gibi
sahabelerden yoğun hadis rivayeti yapılır. Sahbenin ne kadar hadis yazıya
geçtiği belli değildir.
İbni Hacer ‘El Babe’ sinde 1230 kişiden, İbnül Esir
‘Üsdül Babe’ adlı eserinde 755 sahabi olan hadis ravisinden bahseder. Ancak
aslolan sahabenin yazmış olduğu SAHİFELER
olduğunu kabul etmektir. Hıfza değer verildiği kitabetin yerildiği bir ortamda
fazla hadis yazılmış olmasını beklemek çok doğru bir düşünce değildir. Yine bu
dönemde sahabeler fethedilen yeni coğrafyalara yerleşmişler ve burada ilim
merkezleri kurmuşlardır. Bu ilim merkezlerinden MEVALİ denen İslam âlimleri yetişmiştir. KUFEDE Abdullah b.Mesud
yerleşti ve dersler verdi. Hz.Ali Irakı
devlet merkezi yapınca kendisi de buraya yerleşti. BASRADA Ebu Musa el-Eşari,
FİLİSTİNDE Muaz b.Cebel yerleşmiş ve ilim ve hadisi öğretmişlerdir. Sahabeler
hadisi de sünneti anlamak için kullanmışlardır. Bu anlamda hadiste sünnetin bir
parçası idi. Önemli olan sünnetin gaye
ve hedeflerini anlamak ilkelerini kavramak idi.Yine bu açıdan HİDİS-KAVL-FİİL-FITRAT kavramları da sünnet
anlamında kullanılır.
Sahabenin sünnet anlayışını kendi içlerinde üç açıdan
değerlendire biliriz. Bu üç anlayış sahabenin kendi fıtrat ve kapasitesine göre
anladıkları sünnet anlayışıdır. Birincisi
ZAHİRİ yaklaşım. Bu yaklaşımı benimseyen sahabeler lafzi anlayışı
benimsemiş ve harfiyen Hz.Peygamberi taklit etmişlerdir. Abdullah İbni Ömer,
Sait el Hudri, Ebu Zerr, Ebu d Derda, Enes B. Malik, bunlardandır. İkinci
olarak FIKHİ yaklaşım. Bu gruptakiler
sünnetin illet ve maksatlarına önem vermişlerdir. Bu yaklaşımda illetin ortaya
çıkarılması için bağlam, merkezi
noktayı oluşturmuştur. Hz.Aişe, Ümmi Seleme, Hz.Abbas, İbni Mesut, Zeyd b.
Sabit bu gruptandır. Üçüncü olarak ta İÇTİHADİ
yaklaşımı. Sünnetin bütünlüğü ve GENEL İLKELERİNDEN hareket ederek yeni durumlar
karşısında yeni ve değişik çözümlere ulaşmışlar ve yaşayan sünnete katkıda bulunmuşlardır. Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer,
Hz.Ali, Hz.Osman, Muaviye bu grup içinde kalmıştır. Burada önemli bir nokta
şudur, sahabeler sünnet koymada son durak
olmuşlardır. Tabiin ve daha sonraki nesiller konulan sünneti yorumlayarak İCMAya vardılar.
Nüzul döneminde Kuranda yasamayla ilgili çok az ayet
inmiştir. Bu nedenle yasama ve yargı (FIKIH) daha çok sünnet ile gelişmiştir.
Peygamber (AS) ve Sahabe ayetin nüzul
sebeplerini ve illetini çok iyi kavrayarak yeni yorumlar yaptılar. Özellikle
Medine döneminde, ehli kitap, savaş, aile, miras…. İle ilgili konuları
peygamberin uygulamaları ve sahabe ile istişareleri ile geliştirip bir model
olarak ortaya kondu. Buradaki yöntem önemlidir. İçtihat da TEDRİCİLİK esas idi ve KOLAYLIK,
HAFİFLİK, birey ve toplum MASLAHATI, ADALETİN gerçekleştirilmesi
gibi hedef ve sonuçlara bakılırdı.
Yasamanın genel amacı bunlar idi. Sahabeler Hz. Peygamberden sonra da alışık
oldukları bu yöntemi kullandılar ve yeni sorunlara yeni çözümler getirdiler
yasama ve yargıyı geliştirip büyüttüler. Sahabeler içtihatları REY olarak
algıladılar. Ancak bu reylerde çok fazla ihtilaf yoktu. Çünkü sahabenin
büyükleri ve fakihleri Medinede oturuyorlardı ve Şura ile karar veriyorlardı.
Bu sahabe icmasını kolaylaştırıyordu. Coğrafya henüz dar olduğundan yeni
olaylar denilen nevazil çok fazla değildi. Sadece sorun çıkınca ortaya görüşler
koyuyor, tartışılıyor ve icmaya varılıyordu.
Bu içtihat yönteminde iki şekil vardı. Birincisi, ittihadül icma:
istişare ve fikir birliği ile yapılıyordu. Bu görüşlerin temelinde de
yine maslahat, istihsan, adalet, kolaylık yöntemi göz önünde bulunduruluyor ve
Kıyas yöntemi ile içtihat ediliyordu. Dinin ruhuna aykırı olan ve ihtiyaca
cevap vermeyen görüşler (rey ve içtihatlar) kabul görmüyordu ve duruma göre
değiştirilerek yorumlanıyordu. Mesela Hz. Ömerin savaş hukuku ile ilgili
olarak, ganimet topraklarının ( fethedilen yerlerde) özellikle Irak
fethedilince, peygamberimizin uygulamasının zıttı olarak savaşan askerlere
dağıtmaması, bu tür içtihatların en güzel örneklerindendir. Hz. Ömer burada
zamanın ihtiyacı olarak sosyal-adaletin
sağlanması için bu içtihadı yapmıştır. Yine ceza hukuku ile ilgili olarak
kıtlık zamanında had cezasını (sopa ve el kesme) kaldırır. Sosyal yasama ve
aile hukuku ile ilgili olarak, ümmü veled denen çocuğu olmuş cariyelerin
satışını yasaklar. Halbuki Hz. Peygamber zamanında bunların satışına izin
verilmiştir. Hz.Ömerin buradaki tutumu, cariyeler çoğalınca ve toplumda annesiz
ve babasız çocukların sayısı artınca sosyal
adaletin sağlanması amacını taşıyordu. Yine aynı tutum ve davranışı
Hz.Alinin içki cezasını ağırlaştırıp iftira cezası ile de birleştirmesi
olayında da görüyoruz. Bu dönemde REY ile verilen görüşlerin temelinde KIYAS
olduğunu söylenebilir. Kıyas, açıkça bilinen bir olaydan, açıkça
bilinmeyen bir olaya doğru yapılan tümdengelimsel bir çıkarım idi. Buna ilkesel benzetme deniyordu ve bu
benzerlik İLLET ile tanımlanıyordu. Söz kalıbı olarak “fikrimi ortaya koyuyorum, düşünüyorum”
şeklinde ifade ediliyordu bu yöntemi kullananlara daha sonraki devirlerde Ehli Rey deneceğini göreceğiz. Ancak
burada belirtmemiz gereken bir konu var. Kıyas, tamamen keyfi ve metotsuzdu. Benzerlik noktaları ve örneklerin seçimi
serbest ve kuralsızdı. Bu durum daha sonraki dönemlerde sistemleşme durumuna
geçilmesine ve mezheplerin oluşmasına sebep olacaktır. Fakat kıyas ve reyin
itimat görecek fikir birliğine varması icmayı oluşturur. Sünnetin en sağlam
yorumu ferdi görüşlerden ziyade İCMA
olmuştur. İCMA metod ve ilke olarak yanılmazlığını
ilan eder. Hem sünnetin geçmiş bir yorumunu içerir, hem de geleceğe yönelik
görüşlerin oluşmasında rol oynayarak geleceğin tesisini ve yapılanmasını
sağlar. Böylece hem geçmişi ve hem de geleceği tesis etme görevini
üslenir.
Kuran, sahabenin fıkıhta ve sünneti anlamada en temel
kaynağı idi. Hz.Ebu Bekir döneminde cem edilir
(toplanır),Hz. Osman döneminde çoğaltılır,
diğer resmi olmayan Mushaflar imha edilir. Hz. Ali döneminde noktalama
işaretleri ve harekelemeler yapılır.
Sahabe döneminde kuran kendi müşahedeleri, bilgi birikimleri ve kavrayışlarına
göre yorumlandı. Kuranın iniş amacını, sebebini, kimin için ve nerede hangi
olay için indiğini çok iyi biliyorlardı. Bu nedenle sahabenin bize sunmuş
olduğu sosyo-kültür, tarih ve siyasi arka plan tefsir için çok önemidir. (Kuran
ilimleri ve Hadis) Hz.Peygamberin vefatından sonra sahabeler a)Kuran b) Hz.Peygamber c)Ehli Kitap
(Hıristiyan ve Yahudiler) d) Arap dili ve edebiyatı e) Kendi içtihat ve reyleri
ile kuranı açıkladılar. Kavrayışları farklı olan sahabeler farklı
yöntemleri de oluşturdular. (Fecrül İslam, Ahmet Emin)
Medinede : Ubey b.Kaab---Rivayet
ekolü
Mekkede : İbni Abbas--- Rey ve
Rivayet ekolü ( Arap dilini çok kullanmıştır)
Irakta: Abdullah b. Mesud---Rey
ekolünün temsilcileri oldular.
Tefsir konusunda da sahabeler fıkıh ve sünnette olduğu
gibi davrandılar. Sünnetin genel ilkelerini bildikleri için kuranın genel
mantığını kavramışlardı. Zaten nüzul ortamı bilgisinin de canlı şahitleri
idiler. Bu nedenle kuranı kendi reyleri ile açıkladılar. Bazen talebelerinin
sorularına cevap verdiler. Bu açıklamalarında ayetlerin zahiri ve mecazi
manalarını kullandılar. (Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi). Ancak sahabe kuranı
tamamen tefsir edememiştir. Onlar genelde yaşanan sorunlar neticesinde açıklamaya
gittiler. Zaten sahabenin sünneti yorumlaması, fıkhi bir görüş belirtmemesi
veya herhangi bir olayla ilgili olarak fetva vermesi ve yasama yapması kuranın genel bir yorumu olarak
değerlendirilebilir. Bu dönemde sahabeler kuran üzerinde imtiyaz sahibi
olmuştur. Hz.Ali (v.40), Ebu Musa El Eşari(v.44),Ubeyd b. Kaab(v.19), Abdullah
İbni Abbas (v.68) Abdullah İbni Mesud (v.32), Zeyd b. Sabit (v.45), Hz.Aişe
(v.59), Abdullah İbni Ömer (v.73) Amr b. El As(v.63), Enes b. Malik (v.41)
bunların başlıca önde gelen isimleridir.
Sonuç olarak sahabe dönemi, fıkıh, sünnet ve tefsir
konusunda aynı özelliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur. HIFZ bütün bilimlerin
yöntemi idi. Bütün bilimlerde sahabeler genel sünnet ilkelerinden hareketle içtihat
ve reylerini kullanmışlardır. Önemli bir nokta bu ilimler yine bütün
idi ve ayrışmış ve ihtisaslaşmış değildi. Onlar da sonraki dönemlere bu
ilimleri şifahi olarak aktardılar. Yazı bu dönemde yok denecek kadar azdı.
Sadece bazı sahabelerin sahifeleri ve öğrencilerine yazdırdığı nüshaları vardı.
Bu dönemin en büyük özelliği düşünce
özgürlüğü ve demokratik bir siyasetin olduğu, ümmetin birlik ve beraberlik
beraberliğinin bozulmadığı bir dönemdi. Bunu sağlayan unsur Medinede oturan
ve henüz çevre coğrafyalara dağılmamış olan büyük sahabelerin oluşturduğu İCMA
(genel görüş birliği) olmuştur. Bu dönemde yönetim ve halk iç içe birlikte idi
ve ŞURA
yöntemi ile karar alınıyordu. Ümmet ortak bir dünya görüşü etrafında birleşmiş
idi. Daha sonraki devirlerde, Hz.Osman ve Hz.Ali dönemindeki iç kargaşalıklar
ve savaşlar sonucunda yeni siyasi fırkalar ortaya çıktı. (Harici, Şia, Mürciye
, Kaderiye..) Bu fırkalar daha sonra düşünce ekollerine dönerler ve kendi
kelam, fıkıh, sünnet (hadis) ve tefsir anlayışlarını geliştirirler. Böylece
ümmetin ortak dünya görüşü, siyasi birlik ve beraberliği bozulur. İlimlerde bu parçalanmadan sonra kendi
içinde ihtisaslaşmaya gider. Bu önemli olaylar sonraki dönemlerde ilimlerin
TEDVİN ve TASNİFİ hareketlerini zorunlu olarak başlatır. Bunun derininde yatan en temel sebep ilimlerdeki bilgi birikimin
sistemleştirilme isteği ile birlikte ümmetin dağılan ve parçalanan birlik ve
beraberliğinin yeniden inşası düşüncesi olmuştur.ilimler bu zor mücadeleden
geçerek görevlerini başarmışlardır.
Özet olarak bu dönemin özelliklerini maddeler halinde
kısaca şöyle sıralayabiliriz.
1-
Hadis ve Sünnet zamandaştır. Ve
sünnet= hadistir.
2-
Sünnet pratiktir, hadis sözlüdür.
3-
Sahabeler sünnet ve hadisi
yorumlayarak yeni sünnet anlayışı ortaya koyarlar. Sonraki nesiller ancak bu
sünnet anlayışını incelemek ve yorumlamak durumunda kalmışlardır.
4-
Bu yeni anlayış sünnetin genel
ilkelerini içeren MUHTEVA yönü idi.
5-
Sahabe ittifakına İCMA dendi. Bu
icma sünnetin muhtevasını genel kabulü idi ve içtihatla gelişti, zenginleşti.
6-
Bu nedenle REY= KIYAS =
İCMA=HADİS=SÜNNET idi.
7-
Bunların hepsine birden YAŞAYAN SÜNNET deniyordu ve sahabelerin yaratıcı yorum ve
çözümlerini içeriyordu.
8-
Hz. Peygamber dönemine İDEAL SÜNNET, sahabelerin
içtihat ve icmasına da YORUMLANMIŞ
SÜNNET diyebiliriz.
9-
Sahabeler fıkıhta (yasama ve yargıda) sosyal
adalet ve DURUMA GÖRE YORUM yöntemini uyguladılar ve yeni sorunlara yaratıcı
çözümler sundular. Bu çözümlerde kolaylık, maslahat,adalet ve tericilik
ilkesini kullandılar.
10- Hz. Peygamberin uygulamasını aynen taklit
etmediler, bunun ardında ve derininde yatan AMAÇ VE GAYELERE göre hareket ettiler. Yaşayan sünneti
geliştirdiler.
11- Sahabenin bu özgür ve demokratik tutum ve
zihniyeti, siyasi olarak devlet yönetimine de yansımıştır. Hilafet dönemi tam
bir DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ ve DEMOKRATİK dönem olmuştur. Yukarıda bahsedilen
fırkaların ortaya çıkışı ve cemaatin parçalanması, Muaviye ile birlikte
SALTANATA geçişin habercisi olmuştur.
12- İçtihatta KIYAS
yöntemi kullanılmıştır. Ancak bu tamamen keyfi ve serbest idi. Metodoloji
oluşturulmamıştı.
13- Kıyasın ittifak edilen şekli İCMA idi ve sünnetin en sağlam yorumu
haline geldi. Geçmişi ve geleceği tesis
etme görevini üstlendi. Büyük sahabeler henüz medinede yaşadığı için icmaya varmak kolay oldu.Bu nedenle sahabe
icması diğer icmalardan daha kapsamlı ve sağlam olmuştur.
14- İlimlerde ihtilaf ve çatışma henüz
başlamamıştı. Aksine bu ilimler birbirini destekliyordu.
15- İlimlerin koruma ve aktarma yöntemi HIFZ idi. Ancak bazı sahabeler
öğrencilerine derslerinde not aldırmışlar ve sahifeler oluşturmuşlardır.
16- Sahabe kuran tefsirinde de, sünnette (hadis)
ve fıkıhta olduğu gibi genel ilkeler ışığında rey ile açıklamalar yapmıştır.
17- Ancak
sahabeler kuranın tamamını tefsir etmemişler, hatta buna gerek duymamışlardır.
Çünkü kuran genel olarak canlı bir şekilde zihinlerinde ve hayatlarında
mevcuttu. Fıkıhta ( yasama ve yargı) da olduğu gibi olaylar ortaya çıktıkça,
çeşitli sorular sorulunca, cevaplar vermişler ve görüşler belirtmişlerdir.
18- Sahabeler bütün bu bilgi birikimini ve mirasını
gelecek nesle ŞİFAHİ oarak aktarmışlardır
Tabiin dönemi İslami fetihlerin çok arttığı, İslam topraklarının ve
coğrafyasının çok genişlediği bir dönemdir. Coğrafyanın genişlemesi ile
birlikte Müslümanlar yeni kültür ve inanışlar ile karşılaşmışlardır. Bunlar
beraberlerinde yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. İslamın kendi içindeki
fırkalar da kendi kelami, siyasi ve fıkhi düşüncelerini oluşturmaya
başlamışlardır. Emevilerin dönemini kapayan tabiin dönemi, emevilerin baskı
rejiminin sonucu saltanata geçilmesinin yaşandığı bir dönemdir. Başkent Şam
yapılır. Devlet idaresine müşavirler atanır. Bunlar kuran ve sünneti
yorumlarlar. Fırkalardan Hariciler ve Şia Emevi saltanatını desteklemez. Bu
dönemde ortaya çıkan BÜYÜK GÜNAH meselesi değişik şekillerde cevaplandırılır.
MÜRCİE bu soruya, Allahın buna kıyamette karar vereceğini ve Allaha bırakılması gerektiğini
söyleyerek cevap vermeye çalışır. Mantık ve görüş olarak Haricilerin durumu
gibi olan Mutezile akılcı ekolün
temsilcisi olarak ortaya çıkar ve “el
menzilü beynel menzileteyn” düşüncesini ortaya atar. Hariciler ise
daha önce büyük günah işleyenin kafir
olacağını ilan etmiş ve şiddet olaylarına
başvurarak cihad ilan etmişti. Emeviler,
kendi saltanatlarını meşru göstermek
için Mürciye’yi desteklerler. Amaçlarına birliği sağlamak diyorlardı. Ancak bu
göstermelikti. Bu dönemde Mürciye düşüncelerini yayma fırsatını
bulur. Hatta daha ileri giderek CEBRİYEYE
düşer ve Emevi saltanatın Allahın bir kaderi
olduğunu iddia ederler. Bu arada Medinede yaşayan alimler ,hadis
erbabı ,sessiz bir grup bu dağınıklık ve
parçalanma ve iç savaşların engellenmesi
için iktidarı desteklerler. Ama
Emevilerin aşırılıkları nedeniyle Abbasilere yönelirler. Mutlakıyet yönetimi
olan Emeviler dönemi, Halk ve
yönetimin ayrıldığı ve SURANIN iptal
edildiği, Arap milliyetçiliğinin
aşırı radikal boyutlara ulaştığı bir baskı dönemi oldu. Bu dönem ilimlerin
gelişiminde olumsuz etki yaratmıştır.
İktidar ile uzlaşmayan alimler, susturulmuş ve hatta ders halkaları bile
yasaklanmıştır. Şimdi bunları ilimleri
ayrı ayrı inceleyerek görmeye
çalışalım.
İslam coğrafyası genişleyince, önceki küçük İslam devleti devasa boyutlara ulaşmış ve
bünyesine gayri Müslim bir çok unsur ve kültür katılmıştır. Her yere bilgi ve
bilim aktarılamıyordu. Bütün coğrafyayı bir yönetimde birleştirmek ve iyi
yönetmek çok zordu. Araplar kendilerini idareci olarak gördükleri için ilimle
uğraşmazlar. Bu dönemde ilimle arap olmayan uzak bölgelerdeki, çoğunluğu köle
olan insanlar ilgilendiler. Bunlara İslam tarihinde MEVALİ denir.(Mukaddime 3-179 ) Mevali ilim ve bilgiyi savaş
sebebiyle gidip yerleşen sahabeden almışlardır. İkrime, Ata, Said b. Cübeyr,
Mücahid, Katade bu mevaliden idiler. (İ.Cerrahoğlu,Tefsir Tarihi), İslam
tarihinde gelecek nesillere de yön verenle bu
mevaliler oldu.
Tabiiler tefsiri sahabeden öğrenirler. Ancak kendi
toplumlarının kültürünü tam olarak bırakamazlar. Bu nedenle dönemin toplumsal
şartları tabiin tefsirinde etkili olmuştur.
Yöntem olarak, önce kuranı araştırırlar, sonra sünnete
ve sahabe sözlerine bakarlar, bunlarda bulamazlarsa Arap dilini de kullanarak
REY ile içtihat ederlerdi. Reylerinde toplumsal bağlam etkili olur. Bunun
olumsuz yönleri de ortaya çıkarmıştır. Mesela İSRAİLİYAT rivayetleri bu dönemde çok etkili olmuştur. Sahabeler
İsrailiyatı çok sınırlı kullandılar, ancak tabiin döneminde israliyyatın hem konusu hem de sayısı çok fazla
artmıştır. (İ.Cerrahoğlu,Tefsir Tarihi) Bunun birçok sebebi vardır. Öncelikle ehli kitaptan
çok sayıda insan Müslüman olmuş ve tefsirle ilgilenmişlerdir. İkinci olarak
Müslüman olmayan gayri Müslimler İslamı yıkmak için bu rivayetleri tefsire
katarlar. Rivayetleri yazıya Yahudi kökenli uzmanlar geçirir. Diğer yandan arap
dili ihtiyacı karşılayacak kadar gelişmemişti. İşte tabiin döneminde bu
rivayetler çığrından çıkmış, eğri ve doğru birbirine karışmıştır. Dört müfessir
israili rivayetleri tefsire aktarır.
1-
Abdullah b. Selam (v.43)
2-
Kabul Ahbar(v.32)
3-
Vehb b. Münebbih (v.110)
4-
Abdulmelik b. Cureyc (v.150)
Bunlardan
Abdullah b. Selam ve Abdulmelik b. Cureyc çok samimi
Müslüman ve güvenilir kimseler idiler.
Ayrıca tabiin döneminde fitne ve karışıklıklar ortaya
çıkmıştır. Bu dönemde tefsir rivayetleri de kontrolsüz olarak genişlemiştir. Bu
nedenle TEDVİN hareketleri
başlamıştır. Tabiin müfessirleri aynı zamanda hadisçi ve fıkıhçı idiler. İlmi
de sahabeden almışlardı. Sahabeden hadis.fıkıh, ve tefsiri birlikte
okumuşlardır. Aşağıdaki üç büyük ekol tefsire yön vermişlerdir.
MEKKEDE:
İbni Abbas
·
Said b. Cübeyr (v.95)
·
Mücahid ( v.103)
·
İkrime (v.105)
·
Tavus (v. 106)
MEDİNE: Ubey
b. Kaab
·
Ebul Aliye (v.90)
·
Kabel Kurazi (v.119)
·
Zeyd b. Eslem (v.136)
IRAK:
Abdullah b. Mesud
·
Alkame (v.62)
·
Katade (v.117)
·
Hasan El-Basri (v.116)
·
İbrahim en-Nehai (v.91)
·
Mesruk b. El-Ecda (v.63)
·
El-Hemadani (v.90)
Yukarıda belirtilen tabiin müfessirleri tedvin hareketinin başlatıcısı
olmuşlardır.hocaları olan sahabelerden öğrendikleri ilim ve tefsiri yazıya
geçirmeye çalışmışlardır. Bu açıdan tefsirin tedvinihadis tedvininden önce
başlar. Hatta ilk tedvin edilen ilim
tefsirdir. ( kuran ve Bağlam, Ah.Nedim Serinsu). Tefsir tedvini ihtiyaca binaen
başlamıştır. Bu dönemdeki olumsuz gelişmeler , Abbasi yönetimin desteği,
ilimlerin artık yazıya geçilmesi, bütün ilimler de bir tedvin hareketini
zorunlu olarak başlatır. Çünkü ilim artık Medinede küçük bir çevrede ve
şifahi değildi, çok geniş coğrafyalarda özelikle arap olmaya mevaliler
tarafından öğreniliyor ve öğretiliyordu. En önemli hususlardan birisi de tefsir
ve diğer ilimlerde bölünmeler, gruplaşmalar ve mezhepleşmeler
başlamıştı. Sahabe devrindeki ittifak artık yerini ihtilaflara bırakmıştı. Bu
nedenle her ekol kendi görüşlerini ortaya koyabilmek için tedvin hareketine
başlamıştır. Ayrıca yeni bölgelerde, sorulan sorulara cevap vermek için tabiler
ayetlerin detaylarına inmeye başladılar. İsrailiyyat rivayetleri bu boşluğu çok
iyi bir şekilde doldurmuştur. Çünkü bu dönemde ilim artık canlı ve şifahi
olmaktan çıkmış, rivayet ağırlıklı hale
gelmiş ve yazıya aktarılmıştır. Yazı
işlerini daha çok ehli kitaba mensup
uzmanlar yapmışlardır. Yazıya geçişin sebeplerinden biri de tefsir
alanındaki uydurma haber ve yorumları
engellemektir. Bu devirde ilim kavramı Rivayet kavramı ile anlatılmıştır.Sahabe
ve tabiinden yapılan rivayetler tefsir ilmi olarak anılmıştır. Bu rivayetlerde
bulunmayan konular ortamın ilim kültür ve şartlarına uygun olarak
çözümlenmiştir. Bununla birlikte tefsir anlayışı da değişir. Sahabenin gerekli
gördüğü yerde kuran ayetlerini açıklama yöntemi, bütüncül bir kuran anlayışına
kendini bırakmıştır. Bu aynı zamanda tabiindeki zihniyet değişikliğinin
de bir göstergesidir. Çünkü sahabe zamanındaki canlı ve bütüncül dünya görüşü
artık kalmamıştır. Ekoller bu dünya görüşünü parçalamışlardır. Bu nedenle her ekol kendi içinde bütüncül bir
kuran anlayışı geliştirme ihtiyacı duymuşlardır. Mesela Medine ekolü Rivayet
ağırlıklı bir yöntem kullanmış ve bunun dışına çıkmamıştır. Ancak Irak gibi
uzak bölgelerde müfessirler REY yöntemini tercih etmişlerdir. Çünkü yeni
sorunlarla başa çıkmanın başka bir yolu
da yoktu. Her ekol kendi yöntemi ve görüşleri için müstakil tefsir kitapları
oluşturur. Ancak kuranın tam (bütün) bir tefsiri henüz yazılmamıştır. Bu
dönemde yazılan tefsirler tartışılan konular üzerinde yoğunlaştığı için daha
çok SORUNLAR TEFSİRİ olarak
adlandırılabilir.
Tefsir ilminde yaşanan olaylar aynı şekilde FIKIH ilminde de yaşanmıştır. Dönemin
sosyal ve siyasi olayları aynı tarzda ve çizgide fıkhı da etkilemiştir.
Bu dönemde kendilerini oluşturan fırkalar (Harici,
Şia..) kendi fıkıh sistemlerini de oluşturmaya başladılar. Bunlara tepki olarak
ehli sünnet adı altındaki grup kendi içinde hem sistemleşmeye gitmiş ve hem de ehli Hadis ve ehli Rey
grubu olarak kutuplaşmaya başlamıştır. Devlet yönetiminde şura iptal
edildiği için de, iktidar hangi grubu desteklemişse o grup ön plana çıkmıştır.
Bu da gruplar arsındaki gerginliği ve çatışmayı artırmıştır. Bu dönemin en
hakim unsurları Mevali fakihlerdi. Uzak bölgelerde yetişen bu alimler Rey ile
hükmederler. Hadise çok fazla dikkat etmezler ancak sünnete itibar ederlerdi.
Bunun sebebi bu dönemde UYDURMA
hadislerin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle hadis fıkhın güvenilir bir
kaynağı olarak görülmemiştir. Ehli hadis ise hadise (rivayetlere) bağlı
kalmış daha sonraki dönemlerde devam edecek olan hadis hareketini
başlatmışlardır.
Dönemin en önemli iki ekolü:
1-
Medine ekolü (Ehli Hadis): Hz.Aişe,
Abdullah b.Ömer;
- Said el
Müseyyib başkanlığında yedi Medine imamı
2- Kufe ekolü ( Ehli Rey): Hz.Ali, Abdullah İbni
Mesud, Musal el-Eşari;
- Alkame,
İbrahim Nehai, Said b.Cubeyr, Mesruk
Emeviler
dönemi baskı dönemi olduğundan,
alimler yönetimden uzak durmuşlardır. Ve okullar şahısların etrafında oluşmuştur.
Her bölgede okullar gelişince fıkıh alanı da genişlemiştir. Yine fırkalar
oluşumlarına devam etmişlerdir. Mesela Şia icmayı reddederek MASUM İMAM görüşünü savunmuştur. Bunun
en temel sebebi Emevi baskısı yüzünden Şianın kendi içine çekilmesi ve kendi fıkhını
oluşturmasıdır. Hacriler de icmayı redderek Emevi baskısına karşı durmaya
çalışırlar. Bunun yanı sıra reye ve
diğer düşünceye dayandığı için kıyası
kabul etmişlerdir. Bu tepkiler Emevi determinizmine ( cebriyesine) karşı
idi. Fakihlerin genel yöntemi Kuran, Sünnet, Sahabe icması ve Rey
(Kıyas) idi. Rey çok fazla
kullanmış ve her konuda farklı görüşler
ortaya konmuştur. Tabi ki bu durum ihtilafların çoğalmasına birlik ve beraberliğin
daha çok bozulmasına neden oldu. Yani bu esnada başka bir grup olan HADİSÇİLER bu dağılmışlığı
önlemek için tarih sahnesinde yerlerini aldılar.
Daha öncede belirtildiği gibi fitneden sonra ( Sıffın-
Cemel savaşları, hakem olayı) fırkalar ortaya çıkar ve gelişmelerini bu dönemde
sürdürürler. Tabiin döneminin göze çarpan en önemli olayı şüphesiz HADİS
UYDURMACILIĞI dır. Bahsedilen bu fırkalar kendi taraftarlarını haklı
çıkarmak ve görüşlerini ispat etmek için hadis uydurmaya başlarlar. Mürciye,
Kadiriye, Cebriye, Müşebbehe, Şia kendiler için hadis uydururlar. Uydurulan bu
hadislere FİTEN ve MELAHİM hadisleri
denir. Özellikle Şia çok fazla hadis uydurur ve aşırıya kaçar. Diğer yönden
Emevilere yakın olanlar kendilerini ve iktidarlarını ( saltanat ) haklı
çıkarmak ve meşru göstermek için hadis uydururlar. Ayrıca bunlara tepki duyan
zahitler ve iyi niyetli cahil insanlar halkı ibadete ve birliğe çağırmak için
hadis uydururlar. Bunu fırsat bilen gayri Müslimler ve ehli kitap tarihte
görülmemiş bir şekilde hadis uydurma işine girişmişlerdir. Buna benzer olayı
tefsir konusunda israiliyyat rivayetleri
ile yapmışlardır. Tefsirciler hadislere itibar etmeseler de israiliyyattan çok
etkilenmişlerdir. Hadis erbabı da bu yıkımın önüne geçebilmek için İSNAD tenkidini başlatır, cerh ve
tadil yöntemini geliştirir. Böylece hadisler senedleriyle birlikte toplanıp
yazıya geçirilmeye başlanır. Fıkıh ve tefsirde olduğu gibi hadisçilerde TEDVİN dönemini başlatarak ilim
mirasını korumaya çalışmışlardır.
Bu dönemin önemli muhaddisleri tefsirdeki silsilenin
aynısıdır. Said b.Cübeyr, Said el-Müseyyeb, Katade, Ata, Sihab ez-Zuhri, İbni
İshak, Hasan Basri, İbrahim en-Nehai, Evzai vs. dir. Bu alimler sahabeden hadis
, tefsir, fıkıh, kelam tedris ettikleri için hepsinin kuşaklara aktarımında
kavşak noktası olmuşlardır.
Bu dönemin en etkin kutuplaşması Rey ve Hadis eksenli tartışmalardır. Özellikle fıkıh alanında, daha
önce belirtilen Rey ehli ve hadis ehli arasındaki tartışmalar kitaplar kaleme
alınarak daha sonraki asırlarda da devam etmiştir.
Yine bu dönemde gelişen çok önemli bir olay da hadis tedvininin devlet eliyle RESMİ OLARAK
başlatılmasıdır. Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz (v.101) ilk kez devlet eli
ile hadis yazılımını başlatır ve bunun için bir genelge yayınlayarak valilere
gönderir. Dönemin ünlü hadisçisi ZÜHRİ (v.124) yi hadis yazımı ve tedvini için resmi olarak görevlendirir. Bu nedenle
İmam Zuhri tarihte ilk hadis tedvini yapan kişi olarak geçer. Ömer bin
Abdulazizin hadis tedvini başlatmasının birkaç sebebi vardır. Birincisi; hadis
alimleri ölmüştü ve ilim yok olmaya başlamıştı. İkincisi;sahih hadislerin
yerini uydurma hadisler ve batıl fikirler doldurmaya başlamıştı. Üçüncüsü;
kaderiye fırkasına karşı çok şiddetli mücadele başlamıştı ve hadisler bu
mücadelenin baş aktörleri idi. Zühri bunun için “er-redd ale’l mutezile”
risalesini yazar. Mutezilenin/ kaderiyenin aşırı akılcılığı yıpratılmaya ve
Emevi saltanatına karşı muhalefeti bastırılmaya çalışılır. Dördüncüsü ;
fakihler kıyas ile hükmettikleri için bu konuda çok sayıda fetva ortaya
çıkmıştı. Fakihler ise genel bir metod ortaya koyamamışlardı. Bu nedenle hukuk
sisteminde karışıklıklar ortaya çıkmıştı. Bu olumsuzluğu kaldırmak ve hukukun birliğini tesis etmek istemişti.
Beşincisi ; hukuktaki (fıkıh) düzensizlik devlet yapısına da yansıyordu.
Devlette kanun ve uygulamalarda düzensizlik ve bölgelere göre farklılıklar baş
göstermişti. Bu durumu düzenleyip yasal bir birliği ( bir nevi anayasa )
oluşturmak düşüncesi ile hareket etmiştir. Çünkü bu dönemde devlet yasama
yapmıyordu. Yasama işi bireysel çalışan veya devletin görevlendirdiği
fakihlerin yetkisindeydi. Devlet genelde yürütme işine bakıyordu.
Sonuç olarak Ömer b. Abdulazizin tedvin uygulamasını
başlatma sebeplerinden de anlaşılacağı gibi, toplumsal ve siyasi düzenin
parçalandığı, birliğinin dağıldığı bir ortamda, fıkıh, hadis, tefsir ilimleri
kendilerini korumak için kitabet ve tedvin işlemlerine başlamışlar, ancak
ortamın olumsuz koşullarından da etkilenmişlerdir. Uydurma rivayet ve israiliyyat
haberleri ile uğraşan bu dönem bütün ilimlerde zorunlu olarak TEDVİN dönemi
olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemin özelliklerini kısaca şöyle özetleyebiliriz;
1-
Hz. Peygamber ve Sahabe dönemindeki
bütüncül dünya görüşü parçalanmış ve ilimlere dağılmıştır. ( DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN
PARÇALANMASI)
2-
Sahabe dönemindeki fikir birliği ( icma ),
coğrafyanın genişlemesi ve sahabelerin fethedilen yerlere dağılması sonucunda
yok olmuş, ihtilaflar artmıştır.
3-
İlimler genel sünnet kavramından
ayrılarak bağımsızlaşmışlar, fıkıh, tefsir, hadis, kelam gibi branşlara
ayrılmışlardır. (AYRIŞMA DÖNEMİ)
4-
Bağımsızlaşan ilimlerde yöntem
tartışmaları başlamıştır ve İslam tarihinin
en belirgin kutuplaşması olan Ehli Rey ve Ehli Hadis ekolleri olmuştur.
(YÖNTEM ARAYIŞI)
5-
İlimleri aktarım yöntemi hıfz
olmaktan çıkar ve KİTABET dönemi başlar. Yazılı eserler ve kitaplar oluşur.
6-
Canlı ve şifahi dönem sona
erdiğinden artık RİVAYET dönemi başlamıştır. İlim kavramı rivayet ile eş
anlamlı hale gelmiştir. Artık öncekilerin
mirasından söz edilir. (İLİM=RİVAYET)
7-
Bütün bilimlerde yöntem; kuran,
sünnet, sahabe icması, hadis ve kıyas olarak belirginleşir. YAŞAYAN SÜNNET YOK
OLUR ( SABİTLEŞME DÖNEMİ)
8-
9-
En önemli gelişmelerden biri de
FİTEN ve MELAHİM adıyla bilinen hadis uydurmacılığının çıkışıdır. (UYDURMA
HADİSLER)
10- Bu durumdan dolayı fıkıhçılar ve tefsirciler
hadise çok itibar etmez sünnete uyarlar. Ancak tefsirde çok aşırı bir seviyede
israiliyyat rivayeti yerini alır.
11- Hadisçiler
uydurma hadisleri ortaya çıkarmak ve cemaatin birliğini sağlamak için İSNAD
zincirini oluştururlar. Cerh ve tadil ilimlerini başlatırlar. (TEDVİN DÖNEMİ)
12- Yönetimde Saltanat dönemi ve sünni
determinizmin ( cebriyeciliğin ) başlangıcı.
Bu dönemde başlayan ehli Rey ve Ehli Hadis arasındaki
yöntem tartışmaları daha sonraki dönemlerde çok daha derinden tartışmalara
sebep olmuştur.
Bu döneme biz MÜÇTEHİT İmamlar dönemi de diyebiliriz.
Bu dönem siyasi olarak Abbasiler dönemidir. Abbasilerin yumuşak tavırları ilim
adamları ve devletin arasını iyileştirir ve devletin desteği ve teşviki ile TASNİF dönemi başlar ve gelişir.
Fıkıhta üç büyük mezhep oluşur ve sistemleşir. Hadisçiler fıkıhtaki ehli rey
ekolüne karşı tepki ve reaksiyon olarak kendi fıkıhlarını, yine fıkıhçıların
tasnifini ve bablarını aynen taklit etmek üzere oluşturmaya başlarlar . bu
dönemde yabancı düşünce ve felsefeler İslam dünyasını karıştırmaya başlar.
Mecusiler ve maniheizm bu konuda çok
ileri gider, geniş bir kamuoyu oluşturur ve Abbasi devletinin dolayısı ile
İslam dininin varlığını tehdit eder bir duruma gelir. Bunlara ZINDIKLAR denir.
Zındıklar ile kendi yöntemlerinde mücadeleyi MUTEZİLE kelamcıları yapar. Akli
yöntemi kullanarak karşı hareket başlatırlar. Ancak daha sonra kendileri de
Akli fıkıh ve sünnet anlayışını geliştirirler. Hatta sünneti inkar eder konuma
gelirler. Ehli hadis mutezileye de saldırır ve çok çetin bir mücadeleye
girişir. Dolayısı ile bu dönem ehli
hadisin (HADİSÇİLERİN), EHLİ REY (fıkıhçılar) ve kelamcılar (MUTEZİLE) ile
mücadele ve reaksiyon dönemidir. Bu nedenle ilimlerdeki TASNİF hareketi;
öncelikle İslam dışı akımlarla mücadele, ikinci olarak ta – hadisçilerin-
fıkıhçılar ve kelamcılar ve de tefsirciler ile olan mücadelesinin bir
açılımıdır. Hadisçiler bu tasnif işini belirtilen sebepten dolayı “imana
hizmet” olarak görürler. Şimdi bu mücadeleye daha detaylı bakalım.
Fikirler geliştikleri ortamlardan bağımsız olamazlar.
Bu nedenle önce tasnif döneminin geliştiği sosyo-politik ortamı
inceleyebiliriz. İlimler Abbasiler döneminde ivme kazanır ve altın çağını
yaşarlar. Çünkü bu dönemde ekonomi de çok gelişmiş ve büyümüştür. Emeviler tek
taraflı, kabileci (Arap Milliyetçiliği) ve hakim bir siyaset izlemişlerdi. Arap
olmayanları küçük gördüler. Cahiliye asabiyetini yeniden canlandırdılar.
Ekonomik ve sosyal dengesizlikler arttı ve fikri hareketler ile bunların
desteklediği İSYANLAR başladı. Hariciler ve Şia mevaliyi kendi
taraflarına çekerek Emevilerin Arap aristokrasisine karşı hareket başlattılar.
Başta Ebu Hanife (v.150), Süfyan-i Servi (v.161) , Süfyan b. Üyeyne (v.198)
fıkıh ve hadis alimleri Ehli Beyti destekleyerek , Emevilere karşı ortak bir
tavır sergilerler. Fethedilen uzak bölgelerde halkçı hareketler başlar (Hadis
edebiyatının oluşumu, Ömer Özpınar)
İlk Abbasi halifesi Seffah (132-136) Kufe’de ihtilal
başlatır ve Halifeliğe seçilir. Hilafet
merkezini Kufe yapar. İlk iş olarak Emevi
kültürünü yok eder. İlk Hutbesinde “Biz emeviler gibi dünyayı tercih
etmeyiz. Ahireti tercih edip Hz. Peygamberin yolundan gideceğiz.” Diyerek
hutbeyi ayakta okur. (Hadis edebiyatının oluşumu, Ömer Özpınar) bu mantıkta hareket eden Abbasi
halifeleri ilme ve alimlere çok iyi ve
yakın davranarak destek ve teşvik verirler. TASNİF hareketinin başlamasına ve
ilimlerin ALTIN ÇAĞLARINI YAŞAMASINA önayak olurlar. İlimler bunların
döneminde gelişir ve uzmanlaşır.
Bu dönemdeki coğrafi bölgeler ve kültürel yapısına bakınca
ilginç tablolarla karşılaşırız. Ehli Kitap ( Yahudi ve Hıristiyanlar) bu
dönemin en etkin gruplarındandır. ŞAM ve FİLİSTİN bölgesinde bulunan ehli
kitap, Allah, peygamber, Ahiret, Sünnet, Cehennem ve kitap ile ilgili konuları
tartışır. Mutezile Allahın sıfatları konusunun bu tartışmalardan alır.
Hıristiyanlar Tevratın yaratıldığını ve Hz.İsanın kelime olduğunu iddia
ederler. Mutezile sıfatlarda ileri giderek benzer şekilde Halk ul- Kuran
olayını kabul etmek zorunda kalır. Yahudiler, kıssalar ve peygamberler
hakkındaki rivayetleri hadis aracılığı ile İslama sokar. Yine ehli kitap
hadisin oluşumunun zayıflığından faydalanarak UYDURMA HADİS yoluyla, imamet,
VESAYET, ARŞ, İSTİVA, RUYET, MEHDİ gibi İslamın kelamında , felsefesinde, fıkıh
ve hadisinde çok tartışılacak metafizik konuların temelini atarlar. Ehli
kitabın bu rivayetleri haddini aşınca Halife Mütevekkil Yahudi ve
Hıristiyanları uyarır. Olayların tırmanmasının en önemli sebeplerinden biri de,
Arapların yazıda çok geri olmalarından dolayı, Katiplik ve mütercimlik
işlerinin Süryani kilisesi tarafından yürütülmesi idi.
Ehli kitaptan sonra ikinci büyük kültür dalgası
İrandan gelmiştir. Çünkü Abbasiler İRAN İDARE SİSTEMİNİ aynen kopye
etmişlerdir. (Hadis edebiyatının
oluşumu, Ömer Özpınar) İranlıların bu
dönemde nufuzları çok artmıştır. Özellikle aydın BERMEKİ ailesi yönetim
kademesinde çok önemli yerlere gelirler ve BÜROKRASİYİ tamamen ele geçirirler.
Bermekiler eski iran kültürünün yayılması için siyasi ve maddi destek verirler.
Harun Reşidin Bermeki ailesini ortadan kaldırmasına kadar kültür ve bidat
faaliyetlerine devam ederler. İslam tarihinde bu eski İran kültürünün bidat
düşüncesine ZINDIKLIK denmiştir. Zındıklar Bermekilerden aldıkları ekonomik
destek ile kitap yayınlarlar, bidatlarını ve İslamı yıkma faaliyetlerini
güçlendirirler. Coğrafyada KİTAPLAR SAVAŞI başlatırlar. Bu kültür savaşı ve yıkım faaliyetleri içinde saldırdıkları en
zayıf nokta yine HADİS olur. Çünkü hadis henüz
ilim haline gelip tasnif edilmemiştir. Muhammed bin Zeyd (v.198)
Zındıkların bu dönemde 12.000 hadis uydurduklarını söyler. Hadisçiler bu
uydurma faaliyetine engel olmak için özellikle FASIK ravi kavramını ortaya
atar. Zındıkların uydurma ve yıkım faaliyetleri öyle bir noktaya varmıştır ki İmam Malik “Zındıklar tevbe edilmeden
öldürülür” fetvasını vermiştir. Genel durum ise şöyledir.
IRAK,İRAN—Kozmopolit, Hıristiyan,
Yahudi, maztek, mani, Yahudi
ŞAM--- Finikeliler, Gassaniler,
Bizans Ermenileri, Hıristiyan, Yahudi
MISIR--- İskenderiye felsefe okulu, Romalı Yahudiler.
Fethedilen coğrafyalarda ilim kültür, sanat ve devlet
idaresi çok gelişmiş medeniyetler vardı. Abbasiler bunların etkisi altında
kalmıştır. Ancak yanlış düşünceleri ve kültürel yıkım faaliyetleri ile de, ilim
adamlarını destekleyerek mücadele etmişlerdir. Böylece kendi siyasi
varlıklarını da korumuşlardır. 2. Halife Mansur (v.136) dönemi bu kültürel
yıkım dalgaları ile uğraşmakla geçmiştir. Bu dalgaların en önemlisi de
şüphesiz MANİHEİZM dinini yayan ZINDIKLAR
dır. Zındıklar teşkilatlanarak, gizli açık propaganda yaparak kitap ve ilim
yayarlar. Devlete ve İslama tehlike oluştururlar. Mansur zındıklara karşı
MUTEZİLEYİ kullanır. Mutezile bu fırkaların diliyle onlarla mücadele eder.
Tevhidi ve İslamı savunur. Bu dönemlerde hukuk ve yargı işleri özel imamlar
aşırılığı ile yapılıyordu. Devlet merkezi otorite olarak kanun yapmıyordu. Bu
nedenle ortalık çok farkı uygulamalar ile doldu. Mansur’un baş danışmanı İbni
MUKAFFA (v.142) yargıdaki bu karışıklığı gidermek için Mansura teklifte
bulundu. GENEL BİR KANUNUN ( bir nevi
anayasa) merkezi devlet tarafından yapılmasını ve birlik sağlanmasını önerir. İmam Malik bu öneriyi içtihat özgürlüğünü engeller diye reddetmiştir. Zaten
İbni Mukaffa bu düşünceyi İRAN devlet yapısından örnek alır. Daha sonra Mansur
zındıkları ve şiayı zayıflatmak için bir KÜLTÜR POLİTİKASI hayata geçirir. Amaç
hukukta birlik ve İslam dışı akımlarla mücadele. Böylece TASNİF faaliyeti
devlet eli ile resmi olarak başlatılır. Emeviler devrinde kopan ULEMA ve
İDARECİ bağı yeniden kurulur.
Tasnif işlemini sürdürenler MEVALİLER olmuştur. Çünkü
Araplar yazıda ve gramerde çok geri kalmışlardır. Araplar kitabeti Fars ve
Rumlardan öğrenirler. Bu nedenle tasnif işlemi uzak merkezlerdeki Mevalilerce
yürütülür. Medinede ilk tasnif işini yapan İBNİ CÜREYC (80-150) in bile Rum
asıllı olduğu ve isminin Rumca GEORGES
den gelmesi çok ilginçtir. İbni Cüreycden başka tasnif işlemini yürütenlerde
olmuştur. Ancak genelde ilk hadis tasnif edenin İbni Cüreyc olduğu kabul görmüştür. Ayrıca
İmam Malik (v.179 ) MUVATTA yazımı başlatılır. Bitirince halife 4000 dinar
verir. İmam Malik MUVATTA yı bablara
ayırır. Konulara göre tasnif eder. Tasnif dönemini iki ölümde inceleye biliriz.
a) Tebvib:konulara bölme b) Tasnif: Sınıflandırma
Hadisi ilk
tebvib edenler yani ilk BAB’çılar; Rabi
b. Es-Sabih (v.160) ve Said b. Ebi Arabi (v.156) dir. İlk hadis tasnifçisi ise
ibni Cüreyc (80-150) dir.
Bablar konulara göre toplandıktan sonra tasnif işlemi
kendiliğinden ve doğal olarak gelir. Çünkü malzeme bu bablarda toplanmıştır
ancak karışıktır ve kullanışsızdır.
Tasnifçile malzemeyi sadece düzenler,
sistemleştirir ve kullanışlı hale getirir.
Hadisçiler
tasnifi 1- RAVİ’lere göre 2- KONULARINA göre yapmışlardır. Bu bağlamda ibni
cüreyc, kitabu s-Sünen , kitab ul menasık ve kitabut- tefsiri kaleme alır. Bu dönemde yazılan ilk kitaplar,
1-
Camii – mamur b. Raşid
2-
Kitabul menasık – said b. Ebi Arube ( Kataden,
Niyet)
3-
El cami – Rabi b. Hab. El BASİR dir.
Tasnif dönemi tedvin dönemine dayanır. Aslında bu iki
dönem iç içedir. Bu nedenle tedvin dönemini
ve ikinci kuşak tabiinleri ( hadisçi olması bağlamında ) şöyle
belirtebiliriz.
Said el-Münebbih (v.101), ibni Şirin (v.110), el-
Haccac (v.160), Malik b Enes (v.170) Ali b. Mübarek (v.189), Vaki b. El- Cerrah
( v.197), İbn Uyeyne (v.189) , Abbas b. Mehdi (v.198)
Bu ikinci
kuşak tabiinler tedvin hareketinin temelidir. Tasnif hareketleri bunların üzerine kurulur.
Ancak hadis tasnifinden önce FKIH çoktan tasnif
edilmiştir. Fıkıh tasnifini KUFE ekolünün imamlarından İbrahim En-Nehai’nin
zeki talebesi İmam Azam Ebu Hanife (v.150)
fıkhı ilk kez sistematik hale
getirip tasnif yapmış kişidir. Daha sonra gelen hadisçiler, hadis
tasnifinde Ebu Hanifenin tasnifini ve
konu bölümlemelerini taklit
etmişlerdir. Böylece bu dönemdeki , iki fıkıh ekolü oluşmuştur. Birincisi ehli
Kufe ; İmam Azam Ebu Hanife, fıkıh kaynaklarını Kuran, Sünnet, İcma, Kıyas
(rey) olarak belirler. Hadislere, çok aşırı derecede uydurma karıştığı için
temkinli yaklaşır. Kıyas yöntemini kullanarak İÇTİHAD eder. REY ekolünün
temsilcisi unvanını alır. Fıkıhta ilk kavramları ve tanıları da Ebu Hanife
oluşturur. Farz, Vacip, Sünnet, Mendup
vs kavramları tanımlar. İçtihatlarında sünnetin genel ilkelerine dayanır.
Haberi Vahitlere itibar etmez. İSTİHSAN kavramını geliştirir. Ve hukukun kaynaklarını koyar. En
önemlisi FARAZİ hukuku geliştirir. Teorik problemler üretir ve cevaplar arar.
Bu şekilde 70.000 konuda içtihat ettiği söylenir. Bu sırada hadisçilerin en
ünlüsü Suriyede el Evzai ( v.157) dir. Evzai fıkıhtaki Rey ekolüne eleştiriler
yöneltir. Sünneti reddettiklerini söyler. Hadisiçi Evzai ve Hanefi fıkıhçıları
arasında tartışılan en önemli konu SÜNNETİN
TANIMI ve fıkıh kaynakları ve
yöntemidir. Hanefi fakihleri peygamber dönemindeki YAŞAYAN SÜNNETi kabul eder.
İçtihat ve rey ile geliştirirler. Hadisi direk almazlar, içinde sünneti
ararlar. Nebevi sünnete ( Genel İlkelere) ulaşarak REY ile İÇTİHAT ederler. İmam Yusuf bu
nedenle ŞAZZ hadisi reddeder. Şazz hadis genel sünnet içinde tek başına kalmış
hadistir, bu nedenle itibar edilmez der. Bu ortamda İmam Malik de hadise karşı
MEDİNE UGULAMASI (icması) nı savunur. Kendisi de Medine uygulamasının genel
ilkelerinden hareketle REYini söyler. ‘Bize
göre sünnet’ , ‘Bizim yanımızda sünnet’ şudur gibi kalıpları kullanır. Ebu
Hanife de sünnete (genel ilkelere)
dayalı hür düşünce (REY) yöntemini geliştirir. Evzai’nin hadisi
ezberlediğini ancak içindeki sünneti anlamadığı için, Müslümanların maslahatını
bilmediğini söyler. İmamı Malikte sünneti hadise üstün tutar ve Medine
uygulamasını ( Medine Sünnetini) ispat için hadis ileri sürer. Ebu Yusuf ta ilk kez hadis karşıtı hadis ileri sürer. Bu anlamda Hadis SENTETİKTİR.
Birden fazla sünnet olabileceği gibi, hiç sünnet olmayabilir de . Fıkıhla
ilgili olabileceği gibi, tefsir ve kelamla da ilgili olabilir. Bu nedenle
fakihler hadisçileri;
1- yaratıcı düşünceyi öldürmek ve 2- Uydurma Hadisler
konusunda uyarırlar. Ancak Rey ehli
bölgelere ve özelliklere göre içtihat ettiği için ihtilaflar ve görüş
ayrılıkları artar, uygulamada düzensizlikler ve eşitsizlikler ortaya çıkar.
Yabancı düşünce ve akımlar ve mutezlile ile mücadele eden hadisçiler fıkıhtaki Rey ekolü ile, birlik ve beraberliği
bozdukları, ümmeti parçaladığı ve hadisi reddettikleri için mücadeleye girişir.
Ancak hadisçiler sistematik olamadıkları için fazla varlık gösteremezler. Tam
bu sırada imdatlarına İMAM ŞAFİİ (v.204) yetişir.
İmam Şafi dönemi Harun Reşidin ( 170-193 ) halife
olduğu dönemdir. Hem ilimler hem de devlet ALTIN AĞINI yaşar. Hadisçilerin
Harun Reşit döneminde itibarı artar, mutezile kelamcıları gözden düşer. Çünkü,
hadis ehline halk nezdinde çok itibar ediliyordu. Hadisçiler de çok büyük bir
kamuoyu oluşturdular. Ayrıca hadisçilerin
inanç ve amelde BİRLİĞİ oluşturma istekleri, devletin politikaları ile tam
örtüşmüştür. Kelamcılar gözden düşer ve hatta hapsedilir. Bu arada devletin
resmi mezhebi HANİFİLİK tir. Ebu Yusuf (v.192) devletin Başkadısı olarak
atanır. Ve Kitab Ul-Haraç yazdırılır. Harun Reşit imam Yusuf ve İmam Maliki
huzurunda tartışma yaptırır. İmam Şafiyi de Bağdattan kendi yanına getirir ve
bu tartışmalara katar. Harun Reşit hadisçilerin gönlünü almak için halkın
eğitimini onlara bırakır. Hukukun yönetimi hala fakihlerin elindedir.
İmam Şafi fıkıh (hukuk) kaynakları ve yöntemi
konusunda Reyciler ile tartışır. KIYASI sınırlandırır, hadisi icmanın önüne
alır. KURAN, HADİS, İCMA, KIYAS yöntemini değişmez bir sıra ile uygular. İlke olarak Hadisin lafzına dayanmayı
koyar. İlk kez hadisi destekleyen hadis nakleder. ( Fazlurrahman,
Metodoloji anlayışı)
Tek ravili olsa bile hadisi İCMA ya tercih eder. İmam
Şafi Kum da HADİSİ İLK DEFA HUKUKUN TEMELİ olarak koyar. Sünneti
donuklaştırır ve hadiste sabitler. Fazlurrahmanın dediği gibi HADİS ŞAMPİYONU
olur. İstihsan ve Mesalihi Mürseleyi, Medine Halkının icmaını reddeder. Hadis
rey ehline karşı zafer kazanır. Bunun sebebi Şafiinin İcmaya inanmamasıdır. İcmanın
imkansızlığını savunur. Fakihler arasında icma ve ittifak yok sadece
ihtilaf var diyordu. Tabiî ki Şafinin asıl amacı ehli sünnet vel cemaat oluşturma
kampanyasının hadis temelli oluşturulmasıdır. Bunun için tek bir UNİTER ( tek
biçimli) bir topluma geçmesi ve BİRLİĞİN TESİSİ . Şafii şunu iddia eder: Hadis ,
temeli olan RİVAYET KAYNAKLARI ile aktarılabilir. İmam Şafi
1-
Aklı
sınırlar ,kıyasın şartlarını belirler,
2-
İcmayı sınırlayarak zararsız bir
hale getirir.
3-
Sünneti hadisle sabitleyerek
dondurur.
Böylece yaşayan sünneti ve hür düşünceyi yok eder. Geçici bir
birlik sağlanır ama bu uzun sürmez. Şafiden sonra tartışmalar daha da
derinleşerek devam eder. Bu nedenle imama Şafii bir dönüm noktası olmuştur. Er
-Risalesi kendinden sonra da tartışılmıştır.
Şafi hadisçilerin ( Ehli Hadis) , REY ehline karşı
sözcüsü ve kurtarıcısı olmuştur. Şafii ile birlikte FIKHUL HADİS gelmiştir. Ancak Şafii KELAMİ konulara hiç
girmemiştir. Bu boşluğu da daha sonraki hadisçiler dolduracaklar Hadisçilik
konusunda çok aşırı noktalara gidecektir.
Hatta Ahmet B.Hanbel(v.241) Şafii bile kıyası kabul ettiği içi eleştirecektir.
Bu dönemin tefsircileri de fıkhın ağırlığından dolayı
Ahkamla uğraşırlar. Fakat tefsir rivayeti kullansa da daha çok dirayet olarak
gelişir. Ancak hadis kitaplarında tefsir için bablar açılır.
Özet olarak Ebu
Hanifeye göre hadis, ilk
nesillerden nakledilen rivayettir ve değerlendirmeye açık, tarihi bir
malzemedir. İçinde sünnet aranır.
İmam Şafiye
göre hadis sünnettir. Sünnet olması için
subutu yeterlidir. Kabul ve itat edilmesi zorunlu, dini bir delildir.
Buraya kadar anlattıklarımızı aşağıdaki maddelerde
özetleyebiliriz:
1-
Tasnif dönemi Abbasiler dönemidir. (TASNİF)
2-
Ekonomik gelişme ilimlerin de
gelişmesini etkilemiştir. ( SOSYAL REFAH)
3-
Dönemin üç büyük sorunu (KÜLTÜREL
MÜCADELE)
a)
ZINDIKLIK hareketi. (İran
Maniheizmi)
b)
Ehli Kitabın yıkıcı eylem dalgaları
c)
Bu nedenle aşırı HADİS UYDURMALARI
dır.
4-
Mutezile kendi fıkhını ve kelamını
oluşturur (FIRKALAR)
5-
Üç büyük fıkıh mezhebi oluşur. ( MÜÇTEHİD İMAMLAR )
a)
Hanifi
b)
Maliki
c)
Şafii
6-
Farazi Hukuk gelişir.
7-
Kavramlar oluşur. (Farz, vecip,
sünnet) ( SİSTEMLEŞME)
8-
Aşırı ihtilaf
dönemi
9-
Şafinin icmayı reddi
10- Hadisi
fıkhın temeli yapması (yaşayan sünnet ve hür düşünce yok edilir) (HADİS
ŞAMPİYONU)
11- Hadis
resmileşir.
12- Hadisçi –Rey ehli tartışması daha derinden
devam eder.
13- Ulema –
devlet işbirliği yapar.
14- İlim =
Rivayet = Hadis olur.
15- UNİTER ( tek
biçimli) devlet politikası ve EHLİ SÜNNET VEL CEMAAT kampanyasının oluşumu. (SİYASİ BİRLİK)
Bir önceki Şafii döneminde, yaşayan sünnet ortadan
kalmış Hadis yaşayan sünnetin yerini almıştı. Böylece içtihat ve icma ile
gelişip büyüyen sünnet ( sünnet bir süreçtir) hadis ile donuklaşır ve
sabitleşir. Böylece hadis hukukun temel kaynağı olur. Ebu Hanife hadisi ilk
nesillerin nakledilen bir rivayeti olarak tanımlayıp, değerlendirmeye ve
incelemeye açık TARİHİ bir aktarım olarak görürken, İmam Şafii hadis sünnetin
kendisidir şeklinde tanımlayarak , hadisi kabul ve itaat edilmesi zorunlu, dini
ve hukuki bir delil olarak görür. Bunun en temel sebebi ŞAFİİ nin uygulama ve
yargıda ümmetin birliğini tahsis etmek, ihtilaflar ile dolu olduğunu ve
imkansız olduğunu iddia eder.Birlik
ancak sened yoluyla aktarılan hadis ile teşekkül edebilir der ve hadisin
şampiyonluğunu ilan eder (Tarih boyunca metodoloji sorunu, F.Rahman). Ancak,
ŞAFİİ ‘den sonra tartışmalar ve parçalanma durmaz, aksine daha derinden devam
eder. Bu şekildeki bir siyasi birlik ve doktrin birliği projesinin başarısı çok
uzun sürmez.
(
İLİM=HADİS=FIKIH + KELAM + TEFSİR)
Şafiden sonraki bu dönem hadisin gelişim dönemi olur.
Ehli Rey ve Ehli Hadis çatışmaları ile, mutezile ve hadisçilerin çatışmaları
doruk noktaya ulaşır. Hadis kitaplarının tasnifi altın çağını yaşarken,
fıkıhçılara ve kelamcılara karşı, kendi görüşlerini sistematize yapmak isteyen
hadisçiler, devletin de desteğini alarak, fıkhul hadis ve fıkhul kelamı
oluşturur. Böylece hadisçi bakış açısı, dünya görüşü ve paradigmasını
oluştururlar. Bu hadisçi hareketi Sünni
paradigmanın oluşumunu ve özellikle Ahmet İbni Hanbel ile SELEFİYYE ekolünün
ortaya çıkışını sağlar. Daha sonra hadis yazımı ve hadis RIHLELERİ (
seyahatleri) başlar ve Buhari, Müslim gibi şahıslar ve sünenler yazılarak
Kütübü Sitte Külliyatı oluşturulur. Eşari ve Maturidi kelamının
sistemleşmesiyle de Sünni doktrin son şeklini alır. Bu dönemle birlikte yaratıcı faaliyet sona
erer ve İslam düşünce tarihinde DURAKLAMA VE GERİLEME DÖNEMİ BAŞLAR. Şimdi bu
süreci de detaylı olarak görelim.
Önceki dönem Harun Reşit ile sona erer. Harun Reşit
İran BERMEKİ sülalesini iktidardan uzaklaştırır ve İranlıların tepkisini ve
muhalefetini artırır. Bu durum Şiada kızgınlığı ortaya çıkarır. İranlıların ve
şia taraftarlarının desteğini alan ME’MUN (198-248) İHTİLAL ile halife olur ve
saltanatı ele geçirir. Ehli hadis ise bunu tasvip etmez ve Me’muna muhalefet
eder. Çünkü ehli hadis araptır ve Emevi milliyetçiliğine daha yakındır. Harun
Reşit zamanındaki hadisçiler iktidar (devlet) ilişkileri tekrar kopar ve
hadisçiler yönetimden ayrılarak halka yaklaşır ve büyük bir kamuoyu
oluştururlar, halkın desteğini alırlar. (Hadis Edebiyatının Oluşumu, Ömer
Özpınar)
Ancak Me’munun amacı Harun Reşit döneminde iyice
tırmanan Şii muhalefeti kırmak ve denge sağlamaktır. Aslında zamanında Harun
Reşit te hadisçilerin muhalefetini kırmak için aynı taktiği uygulamış ve
hadisçilere yakın davranmıştır.
Tabiki ME’MUN
kendisini iktidara getiren Şiilere çok
iyi davranmıştır. Şia bu dönemde Altın Çağını yaşamıştır. Me’munun iktidarının
ilk yılları fikri özgürlüğün yaşandığı bir dönemdir. Bu yıllarda Memun Beytül Hikmeyi kurar ve ilimlerin
tartışıldığı, tercümelerin yapıldığı bir Üniversite haline gelir. Tabiî ki bu
dönemde İranlılar ve özellikle Şia düşüncesine yakın olan kelamcı grubu yani
Mutezile çok ayrı bir yere sahip olur ve yönetimin her kademesinde yer alarak bürokrasiyi
doldururlar. Mutezile ve Hadisçi
gerginliği ise tırmanarak MİHNE
olayının ortaya çıkmasına neden olur.
Mihnenin temeli halk
ul-Kuran olayıdır. Mutezile ehli kitap ile girdiği tartışmada bu sonuca
ulaşmıştır. Suriyede bulunan ehli kitap
tevratın yaratılmışlığını ve Hz. İsanın
kelime durumu (sonsuzluğu) tartışıyordu. Mutezile bu tartışmaları İslama çekmiş
ve Kuranın yaratılmış olduğunu, çünkü Allahın sonsuz olup hadis sıfatlardan
uzak olduğunu, bu nedenle kelam gibi yaratılmış bir sözün onun sıfatı
olamayacağını söyleyerek Allahı tenzih konusunda aşırıya kaçmışlardır. Bu
dönemin en hararetli tartışması bu olmuş ve hadis tasnifinin ve kitapların
yazılmasındaki en büyük etken olarak yerini almıştır. Halk ul Kuran fikrini ilk
olarak ortaya atan Cehm Bin Saffan dır.(v.128 ) Bunu Hıristiyan zındıklardan
almıştır. Daha sonra ceh bin Dirhem (
v.150) bu düşünceyi savunmuştur. Ancak ikisi de Abbasi halifeleri tarafından
öldürülmüştür. Memun ise Mutezile
akaidini kabul eder. Hadisçilerin artan muhalefetine karşı sert tedbirler
uygular. H.212’de Bağdatta Kuranın Mahluk
olduğunu ilan eder. Hz.Ali’nin
üstünlüğünü ve ruyetullahın imkansızlığını resmi olarak kanunlaştırır. Bütün hadisçileri bu üç
konuda sorguya çeker ve bu konuları ( Ruyetullah, Halkul Kuran, Hz.Alinin
üstünlüğü) kabul etmeye zorlar. (aslında burada İranlı Şia taraftarlarının
Hz.Ali ve Ehli Beyte yapılan işkence ve katliamların bir intikamının alınması
düşüncesi de yatar) Memunun tek rakibi ve
muhatabı HADİSÇİLER dir. Çünkü fakihler ve tefsirciler kısmen yönetimde
olup, hadisçiler gibi, tepki ve muhalefet
oluşturmamışlardır. Bunun bir sebebi belki en önemli sebebi
hadisçilerin genelde Arap oluşlarıdır. Bu nedenle yönetimin İranlılar
ve Mutezilelilerin eline geçmesini istememişlerdir. Fakihler ve müfessirlerin hemen
hepsi ise MEVALİ (Arap olmayan insanlar)dır. Bu nedenle iktidarın gayri
arap insanların elnde olmasından rahatsız olmazlar. Bundan dolayı Hadisçiler Arap Milliyetçiliğini destekleyen
Emevi yanlısı olmuşlardır.
İşin aslında Me’nun da yaratılmış Kuran fikrini
siyaseten kullanır. Çünkü, idareci iradesi bu durumda daha rahat işler. Kuran
yaratılmış ise, bu durum yöneticilerin otoritesini artırır, öyle değil de yaratılmamış ise bu durum ulema ve öncelikle
hadisçilerin değerini artırır ve halk içindeki otoritesini sağlamlaştırır. Yani
yaratılmış bir kuran fikri, kutsallığı sarsarak yöneticilerin rahat
davranmasını sağlar. Bu ise derindeki ulema- umera çatışmasının
su yüzüne çıkmasıdır.
Mihne olayı 16 yıl sürer. Bu süre içinde hadisçi
ulemaya baskı ve işkence yapılır. Bu dönemin en önemli şahsı olan Ahmet
b.Hanbel (v.241) i de 2. Memun lakaplı Halife VASIK işkenceye tabi tutar. Ancak
halkul kuranı kabul ettiremez ve Ahmet
b.Hanbeli serbest bırakmak zorunda kalır. Ancak yine ömrünün sonuna kadar göz
hapsinde tutar. İşkence (mihne) olayından sonra Ahmet b.Hanbelin halk
içindeki otoritesi ve saygınlığı artar.
Hadisçi hareketin İMAMI lakabını alır. Bağdatta SELEFİ ekolün temeli atılır.
Ahmet b. Hanbel Mutezile kelamını reddeder. Metod
olarak KURAN ve HADİSİ ortaya koyar. Bu
bakımdan bütün mezhepleri de reddeder. Maliki, Şafii ve Hanefileri ehli rey
olarak görür ve hiç birini kabul etmez. Bunların metotlarından uzak durulmasını
tavsiye eder. İmamı Şafii ve İmam Malik “rey değişkendir ve itikadi sahada
kullanılmaz, ancak fıkıhta kıyas ile içtihat edilir” derler. Ahmet b. Hanbel
ise “rey hiçbir sahada kullanılmaz” der. Bu
nedenle kıyası kabul eden Şafii ve Maliki eleştirir. “ Amelde bile zayıf
hadis Ebu Hanifenin reyinden hayırlıdır” der.
Ahmet b. Hanbel
kendi kelam,fıkıh,tefsir ve sünnet anlayışını ortaya koymak ve Selefi
Paradigmayı oluşturmak için MÜSNED isimli hadis kitabını yazar. Böylece bütün ilimleri HADİS ile çözeceğini
iddia eder. Ona göre ilim rivayettir (İLİM=RİVAYET) , DİN ise ASAR dır. Bu nedenle Hanbel Kıyas, İstihsan, Maslahat,
Medine İcmaını toptan reddeder. Süfyan ı Servi bile “rey ile din olmaz”
der. Eş Şabi “sahabeden geleni al, kendi reyinle söylediklerine bevlet” der.
Bu çok ilginç bir ithamdır.
Daha sonra Ahmet b. Hanbel reycilere suçlamalar
yönlendirir. Reyciler sünnet düşmanı BİDATÇILAR olarak damgalanır. Bu arada
Ahmet b. Hanbel sünneti kurtaran olarak adlandırılır. “Ahmet b. Hanbeli seven sünneti sever” diye slogan yayarlar.
Hadisçiler kendilerini diğer fırkalara göre
özel bir konumda görürler. Allah bunları bidatçilere karşı seçmiştir. Fırkaı
Naciye bunlardır. Sünneti koruyanlar bunlardır. Dini koruma görevini
üstlenirler ve kitap tasnif ederler. Tasnif işini ilahi bir görev bilirler. ,
Bütün bu olayların altında temel bir zihniyet
yatmaktadır. Selefi zihniyeti. BİLGİDE
MUTLAK SABİT BİR DOĞRU arayışının bir sonucudur. Bu zihniyet doğa
bilimlerindeki determinist kesin doğru anlayışı ile özdeştir. Mutezilenin
insanın özgür iradesine karşı girişilen karşı mücadele ve tepki selefi anlayışı
büyük bir cebriyeye- determinizme düşürür. Bu anlamda insan aklı değişkendir ve bu
nedenle güvensizdir. Ahmet b. Hanbel, “daha sonra yine değişecek olan bir reye neden inanayım” der.
Aslında bu cebriye anlayışı siyasi alanda UYSALLIK fikrini
ortaya çıkarır. (İslam, F.Rahman). çünkü artık iktidar determinist bir şekilde
oluşmuştur. Yönetici zalim de, fasık ta olsa itaat edilecektir. Bu iktidarında
işine gelir. Daha sonra Halife MÜTEVEKKİL Ahmet b. Hanbeli danışman olarak atar
ve Ahmet b. Hanbel hilafeti hadisçileri atayarak doldurur, mutezileyi
iktidardan uzaklaştırır. Hadisçiler ve idareciler tekrar barışırlar. Bu
yakınlaşma öyle safhaya ulaşır ki , Ahmet b. Hanbel idarecilere karşı
ayaklanmayı teşvik eden hadisleri MÜSNETTEN çıkarılması emrini verir. Böylece devletin hadisçi muhalefeti
ERİTME POLİTİKASI tekrar başarıya ulaşır. Hadisçiler de özellikle Ahmet b.
Hanbelin idareye karşı bu tutumu ile, yönetime tekrar destek çıkarlar. Ancak
Ahmet b. Hanbelin bu tutumu, ayaklanmaya teşvik eden hadislerin çıkarılması,
hadise karşı olan samimiyeti konusunda bende
şüphe uyandırmıştır. Bu konu üzerinde düşünülmesi ve incelenmesi gereken
bir konudur.
Ayrıca hadisçiler kendi içlerinde de ihtilafa
düşerler. Bazıları hadislerin bablara ayrılmasını bile kerih görürler. Hadisi
tetkik etmeyi anlamayı çalışmayı bile güzel görmezler. İlim geldiği şekli ile yani sadece sened ve
rivayettir derler.bu mantıkta olanlar MÜSNEDLERİ oluştururlar. Hadisçiler bu
bakış açısından iki genel
gruba ayırırlar. Birincisi VAKFİYECİLER: bunlar
tasnifi kabul ederler ancak Kuranın Mahluk olması konusunda susmayı tercih
ederler. Görüş bildirme ve yorum yapmazlar. İKİNCİSİ LAFIZCILAR : bunlar mahluk konusuna orta bir
çözüm yolu bulmayı denerler. Dağılan birliği toparlamaya çalışırlar. Kuranın
lafız (yazı) olarak mahluk olduğunu ancak mana ve kelam olarak mahluk
olmadığını çünkü Allahın bir sıfatı olduğunu söylerler. BUHARİ (v.251) ,
MUHASİBİ (V.243) ve İSFAHANİ (v.276) bu lafzın grubundandır. Ancak birinci
gruptaki VAKIF çılar diğer hadisçiler tarafından KÜFÜRLE itham edilirler. İkinci gruptaki LAFIZCILAR ise Ahmet b.
Hanbel tarafından ZINDIK olarak ilan
edilirler ve bunlardan hadis almazlar. Sonuç olarak Ahmet b. Hanbel tarafından
oluşturulan SELEFİ hareket, rey ve kelama şiddetli saldırarak bunları
reddeder , hatta küfürle suçlar. Fıkıhta
malik , Şafii ve ebu Hanife ehli rey olarak reddedilir. Kınanır ve
bunlardan uzak durulması tavsiye edilir.
Hatta hadisçiler içinde bile VAKFİYE
kolu küfürle ve LAFZİYE kolu zındıklıkla suçlanır. Yani selefiyeciler Kuran ve Hadis mantığı ile bütün bilimlere muhalif
bir ekol olma özelliğine kavuşur. HANBELİLİK İslam tarihinde dördüncü
büyük mezhep olarak yerini alır. (Hadis
Edebiyatının Oluşumu, Ö.Özpınar).
Daha önceden hadisçi rivayet eder, fakih yorumlardı. Şimdi ise hadisçi hem
rivayet eder hem de yorumlar. Bu fıkhi hadis oluşumuna işaret eder. Artık fıkhın kaynağı hadistir.
Ve bütün fıkıh hadis içindedir.
Ahmet b. Hanbelden sonra her ne kadar kendisi sert ve
radikal bir tutum sergilese de, daha sonraki hadisçiler daha yumuşak bir tavır
sergilemişlerdir. Hadis sistematiğini tamamlamışlar, isnad ve rical ilimleri
ile hadis usulunu tasnif edip kullanıma sunmuşlardır.
Diğer taraftan, mutezile ve rey ehli de, hadisçileri
yalan rivayetlerde bulunan ve uydurma hadisler aktarmakla, içerisinde Allahı
teşbih ve tescim yapan sözler bulundurmakla ve hadisi anlamayacak kadar cahil
olmakla suçlamıştır.
Bu dönemde tefsir hareketleri de devam etmiştir. Ancak
dönemin olaylarından tefsir de etkilenmiştir. Tartışılan konular fıkıh ve fıkıh
usulü olması nedeniyle yazılan tefsir
kitapları da, fıkıhla ilgili olmuştur. Böylece AHKAM tefsirleri ortaya çıkmıştır. Bir çok fıkıh ve
kelamdaki tartışmalar ve suçlamalar tefsire de yansımıştır. REY eksenli
tefsirler yerilmiştir. RİVAYET tefsirleri önem kazanmıştır. Rey tefsirleri de
Hadisçilerin saldırısına uğramışlardır. Çünkü Tefsirde israiliyyat rivayetleri
artmıştır, aktarılan hadislerin senedleri bırakılmış ve söylenmemiştir. Bu
nedenle yine Ahmet b. Hanbel “üç şeyin
aslı yoktur. Tefsir, melahim ve megazi” diyerek REY tefsirini ve hatta
rivayet tefsirini kötülemiştir. Ve tefsircilere saldırmıştır. Bu konuda dah da
ileri giderek Mukatil b. Süleymanın tefsirini tefsiri için “ baştan
sona kadar yalan” demiştir. Halbuki Mukatil ilk tam tefsiri yazan,
tefsiri ilk telif eden kişi olarak tarihe geçmiştir. İmam Şafii bile Mükatili
övmüştür. Zaten Ahmet b. Hanbel Şafii bile eleştirmiş ondan hadis almamıştır.
Kıyası ve Reyi kabul ettiği için Şafiyi yermiştir. Bu selefi ekol tefsirde aklı kaldırır. Hadisi baz alır. Mesela
müteşabihler konusunda akli yorum yapmaz ve zahiri olarak da almaz. Sadece
konuşmaz ve keyfiyeti bilinmez ( bila keyfe), iman etmek gereklidir” der.
Sonuçta akla karşı nakli, tevile karşı taklidi, dirayete karşı rivayeti kabul
ederek kendi tefsir anlayışını ortaya koyar ve hadis kitaplarında TEFSİR bölümü
bab olarak ayrılır.
Halife mütevekkil (H.233-247) Şia ve Mutezileyi
kaldırır ve yönetimden uzaklaştırır. Yerine ehli hadisi getirir. Çünkü
akılcılar çok daha devrimci ve isyancı oluyorlardı ve bu da idarenin işine
gelmiyordu. Halbuki hadisçiler siyasette uysalığı
kabul ediyorlar ve yönetimin işine yarıyorlardı. Bu nedenle mütevekkil kelamı
ve felsefi tartışmaları yasaklar. İbnu Ziyadı görevden alarak MİHNE
olayına bir son verir. Mutezili eğitimi okullardan kaldırır, buralara
hadisçileri yerleştirir. Hadis kitaplarını yazdırıp tasnif ettirir. Buna
tarihte SÜNN İ DEVRİM denir.
Mütevekkilden sonra Sünni paradigma birliği fazla
sağlayamaz. Arap olmayan coğrafyalarda iç isyanlar başlar. Abbasiler tarih
sahnesinden silinirler. Bundan sonraki günümüze kadar olan dönem TÜRKLERİN
iktidar olduğu dönem olarak gelişir.( Hadis Edebiyatının Oluşumu,Ö. Özpınar)
Şafiden sonraki bu GELİŞİM DÖNEMİNİ iki dönem olarak
inceleyebiliriz. Birinci dönem buraya kadar anlatmış olduğumuz dönemdir. Bu
birinci dönemde FIKIHTA 4 mezhep oluşmuş ( Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli) ve
oluşumlarını tamamlamıştır. TEFSİRDE, ahkam tefsiri dönemi başlamış ve rivayet
tefsiri tasnif edilmiştir. HADİSTE ehli hadis paradigması oluştrulmuş, fıkhul
hadis dönemi başlamış ve hadisin ALTIN KİTAPLARI yazılmıştır. Yani kütübü sitte
külliyatı oluşmuştur. Buhari (v.194), Müslim (v.206), Ebu Davud (v.202),
Tirmizi (v.209), ibni Mace (v.209), Nesai (v.205).B unlar SAHİHLER, SÜNENLER ve
MÜSNEDLER adı ile anılarak hadiste RİVAYET DÖNEMİ KAPANMIŞTIR.
Gelişim
döneminin ikinci aşaması, Mutezileye karşı geliştiren kelam ekollerinin
gelişimidir. Bu ekoller EŞARİ ve MATURİDİ ekolleridir.
İslam
toplumunda siyasi fırkaların ve görüş ayrılıklarının temeli iman ve mümin
tanımı ve insan iradesinin özgürlüğü gibi iki temel konudur. Bu konulardaki
ayrılıklar ümmeti parçaladı.Ancak
Sünni doktrin bunları bir orta yolda birleştirerek birliği yeniden sağladı.
Selefi hadisçiler mutezileyi tarihten silince yeni kelami ekoller bu Sünni
paradigmanın yansıtıcısı oldular . Mesela Hasan El-Eşari (v.330) Mutezili Cübbaiden ayrılarak Eşari ekolünü kurdu. İlahi
adalet beşeri terimlerle tanımlanamaz dedi. Fiiller konusunda KESB nazariyesini kurdu ve kazanmayı
insan iradesine bağladı. İlahi iradeyi insan özgürlüğü ile uzlaştırma
konusunda, Kesb yetisini yaratan Allahtır, kazanan ve sorumlu olan insandır
diyerek uzlaştırmaya gitti. İlahi sıfatlarda, sıfatlar Allahın ne aynısıdır ne
de ayrısıdır dedi. Böylece TEŞBİHTEN ve aşırı TENZİHTEN kaçındı. Kuran mahluk
değil , ezeli bir sıfattır dedi. Mutezilenin
Allahın iradesini sınırlandırmasını reddetti ve tabiatta da katı bir
nedenselliği onaylamadı. Ahmet b. Hanbelin bu konudaki görüşünden ayrılmak
istemedi ve Allahın mutlak iradesini tekrar ortaya koydu. Bu nedenle tabiatta
yaratmaya ve Allahın iradesine yer açan ATOMCU
görüşü savundu.
İkinci ekol Maturidilik, İmam Maturidi (v.333)
tarafından geliştirildi. Eşariliğe çok benzer ancak bazı noktalarda ayrılır.
Mesela kötü fiiller Allahın rızası değildir ve İnsan fiillerinde hürdür der.
İmanın artıp eksileceğini söylerler ama fiille ortadan kalmayacağını kabul
eder. Böylece fiillerin zahirini fıkha
ve batınını incelemek sufizme kalır.
Bu kelam ekollerinin oluşmasından sonra Sünni görüş
üçe bölünür.
Birincisi eski Medine
ehlinin görüşünün devamı olan HADİS EHLİ görüşleri.
Bunlar İmam Şafinin ZAHİR teorisini alıp benimserler. İkincisi Ahmet b. Hanbelin izinden gidip kelam ve Eşariyi
reddederler. İbni Teymiyye bunun devam ettiricisidir. Bu radikal ruha SELEFİYE denir. Üçüncüsü Eşari ve Maturidi kelamlarının
devamı olan, Gazali, Fahruddin Razi, Nesefi ile devam eden hem rey, hem de
hadisi (rivayeti) kullanan grup. Bunlar EHLİ SÜNNET KELEMCILARI dır.
Kelamcılardan sonra , Sufizm ve kelam felsefi bir boyut kazanarak devam eder.
(İslam,F.Rahman)
Kelam ekollerinin oluşması ile de Sünni paradigma
tamamlanmıştır. Siyasette de siyasi dogma oluşturulmuştur. İdareciler Allahın
gölgesi olur ve adil olmayan sultana bile itaat şart olur. Cemmatin bütünlüğü
amacını taşıyan bu siyasi düzen fikri SİYASİ UMURSAMAZLIĞI ve ortaçağ İslami DETERMİNİZM
görüşünü oluşturur. Ümmetin birliği ve dengesi sağlanır. Parlak bir
devir yaşanır , ancak bu uzun sürmez.
Ehli sünnet paradigmasını kısaca şöyle değerlendirebiliriz: 1- Ayrı uçlar bir araya getirilmiştir. 2-
Orta yol tespit edilir ve sıkıca sarılınır. 3-
Cemaat yok olmaktan kurtarılır. 4- Paradigma gelişince muhteşem bir
sosyal denge kurulur. Ancak diğer yandan
bu paradigma 1) kendini nebevi/yaşayan
sünnetin tek yorumu görür ve Allahın iradesinin tek tezahürü sayar. 2-)
Bu nedenle KUTSALLIK ve DEĞİŞMEZLİĞE
bürünür. 3-) Yaşayan sünnetin yaratıcı faaliyeti ortadan kalkar. 4-) İslam Kültürü gelişmeye
başladığı sırada TIKANIR 5-) Bu yüzden kurulan bu SOSYAL DENGE çok kısa ömürlü
olur ve bozulmaya başlar. (Tarih Boyuna metodoloji sorunu, F.Rahman)
Ehli Sünnet doktrininin bu genel özet ve
değerlendirilmesinden sonra sonuç olarak, buraya kadar anlattıklarımızı
maddeler halinde belirleyelim.
1-
Hadisin zaferi ( hadis >sünnet)
2-
Mihne olayı ve Ahmet b Hanbel
(İşkence Dönemi)
3-
Selefi doktrin oluşumu ( Sünni Ortodoks )
4-
Hadisin resmiyet kazanması ( Resmi
Hadis)
5-
İLİM=HADİS İlim anlayışı daralır.
6-
Hadis rıhleleri (seyahatler)
7-
Kütübü
sittenin yazılımı, Sünenşer ve Sahihler ( Buhari, Müslim, İbni Mace,
Tirmizi,Ebu Davud, Nesei)
8-
Hadiste rivayet dönemi böylece
kapanır (Rivayetin Bitişi)
9-
Yaratıcı düşünce de sona erer. ( metodolojik donukluk )
10- Hadisçiler
Reycileri Bidatçı olarak damgalar. (suçlamalar)
11- Hadisçiler
bidatçılara karşı seçilmiş kişiler olarak görülür.
12- Hanbeli
mezhebinin oluşması
13- Böylece FIKIHTA 4 MEZHEP tamamlanır.
14- Tefsir de fıkıhla ilgilenir. AHKAM tefsiri
yazılır.
15- Hadisçiler tefsire de saldırır. Dirayeti ve
Te’vili reddeder.
16- Kelamda EŞARİ ve MATURİDİ ekolleri
oluşur. ( Sünni doktrin tanılanır)
17- İnsan aklı değişken olduğu için güvenilmez
rededilir.
18- Mutlak
Sabit Bir Doğru Arayışı amaçlanır. (Selefi Bilgi Anlayışı)
19- İLİM=RİVAYET ve DİN=ASAR dır. (İçtihat ve Aklın yokoluşu)
20- SİYASETTE UYSALLIK yönü oluşur.
21- Felsefi olarak DETERMİNİZM görüşü hakim olur. ( ortaçağ İslam anlayışı amaç:
Allahın iradesini kurtarmak)
22- Bu nedenle
DURAKLAMA ve GERİLEME dönemi başlar. Kurulan sosyal denge çok kısa sürer.
23- Bunlar
İÇTİHAT ve YARATICI akli düşüncenin yok olmasının sonucudur.
24- Bu olaylardan
sonra Abbasiler yıkılır ve TÜRKLER dönemi başlar.
Önceki dönemde, yani gelişim döneminde, fıkıh alanında dört büyük mezhep oluşmuş, hadis
alanında selefiye görüşü Ahmet b. Hanbel ile ortaya çıkmış ve kütübü sitte
yazıya geçirilerek tamamlanmış, kelam alanında mutezile ekolünün hadisçiler
tarafından siyaseten ortadan kaldırılması sonucunda EŞARİ ve MATURİDİ kelam
okulları oluşmuş ve sitematiğini tamamlamıştı. Böylece günümüze kadar gelecek
olan SÜNNİ PARADİGMA / DÜNYA GÖRÜŞÜ son halini almıştır. Bunlardan sonraki
gelişmeler ancak bu paradigma nın taklidi, açılımı veya özeti şeklinde
olmuştur. Çünkü İslam düşünce sistemi paradigma nın oluşumu ile tamamlanmış,
içtihat kapısı kapanmış, canlı ve dinamik olan yaşayan sünnet kalkarak yerini
Hadise bırakmış ve neticede yaratıcı ve akli düşünce son bulmuştur.
Duraklama döneminde fıkıh konusunda çok fazla bir
ilerleme olmaz. Sadece mezhep kavgaları başlar. Mezhep taassubunun doruğa
ulaştığı bir dönem olur. Mezhep imamlarının eserleri şerh edilir. Mezheple
ilgili kitaplar yazılır. İçtihat ancak mezhep içinde olur. Mutlak müçtehidin
şartları öyle ağırlaştırılır ki ulaşmak neredeyse imkansız olur. Bundan sonraki
dönemler, Osmanlı da dahil, fıkıhta okullaşma ve kurumlaşma dönemi olur. Siyasi
otoriteler fıkıh okulları kurarlar. Müfti ve kadı yetiştirirler, müftüler hukuk
danışmanı, kadılar ise yargıçlık görevini yaparlar. Siyasi otorite hangi
mezhebi desteklerse o mezhep resmi hale gelir ve yayılır gelişir. İlk dönem
olan şerhler döneminde yetişen fıkıhçılar şunlardır.
Hanefi
fıkıhçıları: Kerhi (v.260), El-Cessas (v.270), Semerkandi
(v.373), Cürcani (v.393), Bağdadi (v.424), seymeri( v.436), Serahsi (v.490),
Bezdavi (v.400), Saffar (v.427), Kasani (v.387), Fergani (v.590), Merginani
(v.543)
Maliki fıkıhçıları:
El-Endülisi(v.326), Kureyşi (v.314), Abdulberr (v.380), Kayrevani (v.386),
el-Ezdi (…), el-Ebheri (v.395), Mearifi (v.403), el- Maliki (v.422), el-Baki
(v.484), el-Kurtubi ( v. 525), el- Avfi (v.581), ibn Rüşd (v.595), es- Sadi (
v.620)
Şafii
fıkıhçıları: el-Harzemi
(v.340), en- Nisaburi (540), Dareki (v.375), Saymari (v.286),
Esfarayini(v.401), el-Maverdi (v.350), eş-Şirazi (v.476), İmamul Haremeyn
el-Cüveyni (v.487), el-Gazali(v.450), el-Iraki(v.596), er-Reffii (623),
en-Nevevi (651)
Zahiri Fıkıfçı: İbn Hazm
Şerh döneminin isimlerini zikrettiğimiz fıkıhçıları,
fıkıhta taklit döneminin temsilcileri olmuşlardır. Bu fıkıhçılar
mezhepler arası münazara ve tartışmalara çok önem verdiler. Kendi mezheplerini
savundular. Ancak bu dönemin önemli bir gelişmesi usul-ü fıkıh konusunun
sistemleşmesi olmuştur. Her mezhep mensubu kendi mezhep imamlarının görüşlerini
iyi anlamış bunları detaylı bir şekilde izah etmiş ve imamların kitaplarını
şerh etmişlerdir.
Siyasi olarak bu dönem zaten İslam ümmetinin de
parçalandığı bir dönemdir. Tıpkı ilimlerin parçalandığı hatta fıkıhta bile
mezheplerin parçalanıp ayrıldığı döneme rastlar. Abbasiler yıkılınca Fatimiler,
Endülüs Emevileri,Mısırda ve Suriyede beylikler oluşur. Orta Asya dan gelen
Cengiz Han ve oğulları İslam topraklarını kan gölüne çevirir. Selçukluların
kurulması ise duruma biraz da olsa istikrar katmıştır.
Kısaca bu
dönem fıkhının özellikleri şöyledir.
1-
Taklit ruhunun
yeleşmesi,
2-
Münazara ve Mücadelenin
yaygınlaşması,
3-
Mezhep
taassubunun başlaması ( İslam Hukuk Tarihi, M.El- Hudari)
Duraklamanın ikinci
dönemi haşiyeler dönemidir. Bu dönem siyasi olarak 657 den başlayıp
Türklerin iktidar olduğu ve özellikle OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN hakim olduğu
dönemdir. Yedi asırdan fazla süren bu dönem alimlerin TAKLİT prensibine
sımsıkı sarıldıkları bir dönemdir. Bir
kaç kişi hariç mezhep içi içtihat seviyesine ulaşan bile çok azdır. Bu dönemin alimleri mütekaddimin alimleri ile
irtibatı kesmiştir. Sadece bu dönemde yazılan kitaplar okunmuştur. Bu nedenle
fıkıh gerilemiş neredeyse yok olmuştur. Fıkıhta gerilemenin iki sebebi vardır.
1-
Farklı bölgelerde oturan İslam
alimleri arasındaki irtibat kopar.
2-
Alimlerin temel eserlerle (
Mütekaddimin kaynaklarla ) ve sonraki asırlarla irtibatları kopar.
Bu dönemde eğitim sistemi MEDRESELER şeklinde
yürütülmüştür. Ancak buralarda ilk orta ve yüksek eğitimde basitten zora doğru
olmak üzere sadece ait olunan mezheple ilgili kitaplar ve şerhleri okutulmuştur. Bu dönemde yazılan
eserlerin ortak noktası HAŞİYELERDİR. Şerh
dönemindeki büyük imamlar yoktur. Alimler ancak kitapları küçük notlar yani
haşiyeler almakla yetinirler. Sonuç olarak duraklama döneminde Fıkıh ilmi inişe
geçmiş, şerh döneminde çok zayıflamış haşiyeler döneminde yok olmaya yüz
tutmuştur. ( İslam Hukuk Tarihi, M.El-
Hudari)
Duraklama döneminde HADİS ilimleri de aynı gelişmeleri yaşamıştır. Tabiî ki bu gelişmeler İslam
dünyasının siyasi olarak parçalanma ve gerileme olaylarından etkilenmiştir.
İlimler de sosyal ve siyasi gerilemeye paralel bir çizgi izlemiştir.
Hadis kitapları, kütübü sitte oluşunca, hadiste
rivayet dönemi sona ermiştir. Mevcut kitapları korumak ve öğretmek dönemi
başlamıştır. Bu amaçla hadis eğitim merkezleri kurulur. Bu okullara DARUL- HADİS
denir.
Fıkıhtaki gibi önemli bir gelişme Hadis Usulünün
tamamlanmasıdır. İlk hadis usulü telif eden
Ramehürmuzidir. (v.369)
Diğer hadis usulcüleri Neysaburi (v.405), Kadı İyaz (v.544), ibn Salah
(v.643), an-Nevevi (676), İbn Hacer El-Askalani (v.852), Sehavi (v.903) ve
özellikle büyük imam ES-SUYUTİ ( v.911-r.
1505) dir. Hadis Usulü, mevcut malumatın
sistemleştirilmesinden ibarettir. Hadis olarak orijinal herhangi bir kitap
yazılmamıştır. Bu dönem hadiste ŞERH dönemidir. Mukaddim kitaplar bu
dönemde sadece şerh edilir. Kütübü sittedeki
hadisler açıklanır. Ciltler dolusu açıklayıcı yazılar yazılır.
Dönemin en önemli ŞARİHLERİ Hattabi (v.388) ve İbn
Hacer (v.852) dir. Özellikle ibn Hacer Buhari üzerine yazdığı şerhler ile ün
yapmıştır.
Şerh döneminde usul kitapları ve bazı biyografiler de
yazılır. Dönemin en önemli okulları SELÇUKLU MEDRESELERİDİR. Buralarda
yetişen en önemli hadisçiler şunlardır:
Bağdadi,
Abdilberr, Baci, Bağavi, Kadı İyaz, İbni Asakir, eş-Silefi, İbnul Cezvi, İbn Salah, Nevevi, Ez-Zehebi(v.748),
Iraki, el-Ayni, es-Sahavi, SUYUTİ (v.911) (Hadis Tarihine Kısa Bakış,
ilitam yayınları)
Hadis ilminin ikinci
dönemi yani HAŞİYELER döneminde fıkıh ilminde yaşanan olayların benzerinin
yaşandığı dönemdir. Orijinal eserler yazılmadığı gibi hadis şerhleri bile çok
fazla yazılmamıştır. Sadece önceki dönemin kuru bir tekrarı niteliğinde eserler
ortaya çıkmıştır.
Bu dönemden bir önceki dönemde hadis alanında Mısır ve
Suriye merkez idi. Haşiyeler dönemi ise tamamen Osmanlı dönemi olup merkezin
İstanbul ve Anadolu’ya kaydığı dönemdir. Ayrıca bu dönemde Şah VELİYULLAH
DEHLEVİ nin
çalışmaları ile HİNT-PAKİSTAN ALT KITASINDA medreseler oluşturulmuş
fıkıh ve hadis çalışmaları yapılmıştır. Yine bu dönemin ortak özelliği
kitapların kısaltılarak MUHTASARLARIN yazılması
ve kitaplara küçük notların düşülerek haşiyelerin
oluşturulmasıdır. Ancak Osmanlı döneminin en güzel tarafı ilimlerin KURUMLAŞMASIDIR.
Avrupa, Balkanlar, Asya, Ortadoğuda medreseler kurulmuş ve buralara resmi
hocalar tayin edilmiştir.
H.737( m.1331) de İznik Medresesi kurulmuş Davud
el-Kayseri (v.754) buraya hoca olarak atanmıştır. Osmanlı döneminde medrese
hocaları ve yetişen hadis ve fıkıh alimlerini şöylece sıralayabiliriz:
İbni Melek (v.797), Molla Gürani (v.893), et- Tusi,
Semerkandi, Fehrettin el- ACEMİ (v.865), Tarihçi MAKRİZİ (v.869), Tokatlı Molla Lütfi, Münavi (v.1051),
er-Razi (1094), ünlü Tacül Arus sözlüğünün yazarı meşhur Murtaza ez-ZEBİDİ(1732), İbn
Kemal (940), Birgivi Mahmut Efendi (v.981), el-Kevseri (1371) ve meşhur hadisçi
GAYTİ (v.984), İsmail el-ACLUNİ (1162) meşhur kırk Hadisin yazarı, Yusuf
Efendizade Abdullah (1167), yine meşhur Ramuz El-Ehadis yazarı GÜMÜŞHANEVİ (1877),
meşhur Safranbolulu Ahmet Şakir (1315) talebeleri Erzurumlu Musa Kazım- Mahmud
Esat- İzmirli İsmail Hakkı (İlmi Kelam yazarı,v.1924)
Osmanlı döneminde kurumlaşma bütün ilimleri
kapsamıştır. Yine bu dönemde tasavvuf- hadis kaynaşması ve birlikteliği
yaşanmıştır. Halbuki aşağıda belirteceğimiz gibi, bu şerh ve haşiyeler
döneminde en önemli gelişmeler kelam,felsefe ve tasavvufta olmuş,hadisçiler
telif döneminde olduğu gibi yine bu üç
ilme saldırmışlardır. Ancak bu sefer fazla başarılı olamamışlardır. Hatta çok
eleştirdikleri tasavvufu Sünnileştirerek kendi bünyelerine çekmek zorunda
kalmışlardır. Bu dönemin başlarında, tefsirde kendi gelişimini oluşturmaya
başlamıştır. Bu zamana kadar gelen tefsirler ve rivayetler tefsir kitaplarında
toplanmışlardır. Bütüncül tefsir kitaplarının yazıldığı bu dönemde genel
ağırlık DİRAYET tefsirindedir. En önemli müfessir TABERİ (v.330)
dir. Taberi Zahir teorisini geliştirmiş ve kendisine gelen bütün rivayetleri
toplamıştır. İkinci müfessir Ebi
Hatimdir.(v.927). Taberiye benzer bir tefsir yazmıştır. Bunlar rivayetleri
tarif ederken kendi görüşlerini de aktarmışlardır. Diğer müfessirler
Semerkandi, Vahidi (v.408), Bağavi, ibni Atiye(546), İbni Kesir (v.774), Suyuti
(v.911) ve El Kasimi’dir. Bu müfessirler tefsir rivayetlerini toplamışlardır.
Daha sonrakiler daha çok dirayet ağırlıklı tefsir yazmışlardır. İçinde
bulundukları sosyal sınıflar ve bilimsel malumattan etkilenirler. Mezhepler ve
gruplar kendi görüşlerini desteklemek için tefsir yazmışlardır. Sünni, Mutezili,
Şii, Harici, Fıkhi, Felsefi, Filolojik, Tasavvufi tefsirler yazılmıştır.
Dirayet
müfessirlerini şöyle
sıralayabiliriz: Havrani, Tusi, Zemahşeri (v.538), Tabresi, Fahrettin Razi
(v.606), Kurtubi (v.631), Beydavi (v.635), Nesefi (v.710), İbni Hazin (v.740),
Endülüsi, Şibrini, Ebussuud (v.977), Alusi (v.1270)
Bu dirayetçi müfessirler belli mezheplere sahip
olsalar da kendi görüşlerine göre tefsir tanzim etmişlerdir. Mesela Fahrettin Razi, kelami, fıkhi, hadis,
felsefe, matematik, sosyal, tarihi bütün bilgilerini tefsirde kullanmıştır.
Filolojik
tefsirler: Meanil Kuran, Garib ul- Kuran ve
İcaz ul- Kuran tarzı tefsirlerdir. Sağleb, El-Ferra, Ebu Ubeyde, Ahfeş,
İbn Kuteybe.
Fıkhi
Tefsirler: Bunlar Ahkam tefsirleridir. Tahavi (v.321), Cassas (v.370) Ebu Bekir
el-Arabi (v.543)
İlmi
Tefsirler: el-İskenderani (v.1306) Bilimi baz alan tefsirler.
Felsefi
Tefsirler: ibni Sina
Tasavvufi
tefsirler: Bunlar işari tefsir türüdür. Muhyiddin Arabi, Gazali (v.505), Tusteri,
Sülemi (v.459) Kureyşi(v.465)
Tefsir İlmi,dönemin ilmi gelişmelerine göre bir seyir
izlemiştir. Rivayetler bitip şerh dönemi başlayınca ve mezhepler oluşunca,
tefsirde rivayet ve dirayet olarak ayrılmış, dirayet tefsirleri bilimsel
branşlara göre ve mezheplerin görüşlerine göre oluşmuştur.
Şerh ve haşiyeler dönemi fıkıh, hadis ve tefsir
ilimleri açısından gerileme dönemi olmuş, içtihat kapısının kapanması ile
yaratıcı düşünce sona ermiştir. Ancak bu dönemde bu ilimlere tepki olarak
gelişen başka ilimleri görmekteyiz. Felsefe, tasavvuf ve kelam değişik bir
gelişme çizgisi oluşturmuştur.
Mesela SUFİZM (tasavvuf)
siyasi alandaki bu olumsuz gelişmelere ve kurtulma ümitlerinin yok oluşuna
karşın, kendi içine çekilerek farklı bir etik sistemi oluşturmuştur. Mehdi inancı sufizm inancı içinde gelişmiştir.
Adaletsizliğe ve ümitsizliğe karşı geliştirilen bu kurtarıcı fikri sosyo-
psikolojik çaresizliğin, bir göstergesidir. Daha sonra Veliler, Makamatlar (Zunnun Mısri), Vecd ve Salahat ve Marifet
nazariyeleri geliştirilir. Veliler ve mehdi inancı genellikle şianın gaib
imam inancına karşı oluşturulmuştur.
Felsefe ise mutezilenin öncülüğünde oluşmuştur. Batı
felsefesinin girişi ile de boyut değiştirmiştir. Kindi (v.261), Farabi, İbni
Sina (v.427) ve İbn Rüşd en önemli temsilcileri olmuşlardır. İbni Sina, bedeni
haşrın inkarı, alemin ezeli oluşu ve Allahın cüzleri bilemeyeceği konularında
görüşlerini geliştirmiştir. Allahın evrenin ilk sebebi olduğunun mantıken
söylemiştir. Yani fiillen Allahın evreni
yaratması gerekmez diye iddia etmiştir. Buna karşın ibn Rüşd ikili gerçek fikrini
geliştirmiştir. Ona göre din ve akıl
birbirine paralel ve birbiri ile çelişmeyen iki gerçekliktir.
Ancak bu dönemin en önemli ismi şüphesiz İMAM GAZALİDİR.(v.505)
İmam Gazali bütün ilimleri değerlendirmiş, artı ve eksisini ortaya koymuştur.
Felsefecilerin üç konuda küfre düştüklerini diğer konularda bidata düştüklerini
söyleyerek felsefeye büyük bir darbe indirmiştir. Gazali tasavvufu da felsefe
gibi eleştirmiştir. Tasavvufu fena ve vecd gibi aşırı uçlardan kurtarır. Takva
bilincini ve Zühd hayatını yeniden inşa etmeye çalışır. Bunları yaparken Akıl
ve Kalbi birleştirmeye çalışır.
Gazalinin eleştirilerinden sonra KELAM ve SUFİLİK felsefileşir.
Felsefi Kelam ve Felsefi Sufilik gelişir. Felsefe ise Din ile Felsefeyi
uzlaştıran felsefi bir din haline gelir.
Gazaliden sonra gelen felsefi kelamcı Meşhur Fahreddin Razi (v.606) dir. Kelamı
felsefe olarak sistemleştirir. Ve El-Mufassal’ı yazar. Bilgi teorisi, tabiat
felsefesi ve varlık nazariyesini Kelamın içinde sistemleştirir. Ayrıca Razi
yazmış olduğu tefsirde de bir dönüm noktası olur. Tefsirinde doğa bilimleri,
insan bilimleri ve bütün dini ilimleri kullanır. Razi bu anlamda bütün ilimleri
sentez yapmıştır. Raziden sonra ilmi, felsefi, tasavvufi tefsirler yazılmaya
başlamıştır.
Raziden
sonra önemli isim İCİ (v.752) dir. El-Mevakıf ı yazmıştır. Daha sonra TAFTAZANİ
Şerh ul-Mekasid i yazmıştır. Osmanlı döneminde kelamda bu iki ekol, İCİ ve
TAFTAZANİ ekolü hakim olmuştur. Kelam bu dönemde Tevhit ilmi adını da almıştır.
Ve Sünni paradigmanın oluşması için yumuşatılmış ve zararsız hale
getirilmiştir. Ahlaki gaye gütmeyen
bu kelam sırf nazari bir amaç gütmüştür. Allahın iradesinin kurtarılması adına
determinizmin oluşmasına neden olmuştur.
Gazaliden sonra sufizm de felsefeleşir ve İbn Arabi de
doruk noktasına ulaşır. İbn Arabi, İbn Sina’nın Vücut nazariyesini kullanarak
Vahdet-i Vucut nazariyesine ulaşır.
İslamda ilk panteist görüşün
oluşumu böyle başlamıştır. Ancak İbni Teymiyye hocası Ahmet b.Hanbel gibi
SELEFİ ekolün temsilcisi olarak, sufizme çok şiddetli saldırmıştır. İkinci
hadisçi hareketi diyebileceğimiz bu olay ilki kadar başarılı olamamıştır.
İbni Teymiyye aynı zamanda felsefeye ve kelama da
saldırmış ve selefi hareketin tipik bir örneğini vermiştir.
Kendisi de yeni bir şeriat kavramı geliştirerek,
filozofun aklını, sufinin sezgisini (kalbini), hukukun zahirini bir kavramda
birleştirmeye çalışmıştır. Ancak daha sonra Taftazani (v.791), Semnani (v.736),
Şah Veliyullah Dehlevi gibi Sünni kelamcıların uzlaştırması ile sufizm de
yumuşatılır ve Sünnileşir. Sünni tasavvuf
olan Rıfai, Kadiri ve Nakşibendi tarikatları oluşur. Sonuçta Sünni
doktrin sufizm tehlikesini de kelam gibi ehlileştirmiş ve Sünni doktrine
yardımcı olacak bir mahiyete büründürmüştür. Sufizmin her şeyin Allah olduğu
fikri, Sünni paradigmanın her şeyi (her fiili) Allahın yarattığı tezi ile
uzlaştırılarak, yumuşak bir cebriyeye varılmıştır.
Yine Gazaliden sonra felsefe kendini yeraltına çeker.
Bir yandan tasavvufun içine girerek yaşamını sürdürürken diğer yandan, felsefi
bir din halinde kendini oluşturmuştur. Sühreverdi (v.587), İbni Arabi(v.633) ve
Molla Sadra (v.1050) felsefeyi geliştirerek VAROLUŞÇU nazariyenin temellerini atmışlardır. Aslında bunlar
İranın Şia düşüncesi, tasavvuf ve felsefesinin bir sentezi durumundadır. Mesela
düşünce ve varlığın özdeşliğini savunan Molla Sadra varoluşu doruk noktaya
taşımıştır. Cevheri Hareket kuramı bu gün bile hala güncelliğini
korumaktadır. İranda Sebzevari okulu bu ekolün devam ettiricisi durumundadır.
Sonuçta Sünniliğin saldırısına uğrayan felsefe, kılıktan kılığa girerek
kendisini değişik şekillerde tezahür ettirmiştir. Varlık konusu Osmanlı
medreselerinde özellikle, İzmirli İsmail Hakkının İlmi Kelam isimli eserinde
sistematize edilmeye çalışılmıştır.
Sonuç olarak; Şerh ve
Haşiyeler döneminde tefsir, hadis ve Fıkıh ilimleri oluşumlarını tamamlamış,
medreseler sistemiyle okullaşıp kurumlaşırken, kendilerine tepki olarak
gelişen, sufizm, felsefe ve kelamı yumuşatarak zararsız hale getirmişler, suni
paradigmanın oluşum hizmetinde
kullanmışlardır. Özellikle haşiyeler döneminin yaşandığı Osmanlı dönemi kendine
kadar oluşan SUNNİ PARADİGMANIN dünya görüşünün tamamen koruyuculuğunu yapmış, bilgi birikimini
resmi kurumlar ile, Avrupa, Balkanlar, Afrika, Orta Asya gibi uzak ülkelere
taşımışlardır.
1-
Duraklama dönemi genelde ŞERH
ve HAŞİYELER dönemidir.
2-
FIKIHTA mezhep taassubu başlar.
3-
İçtihat ancak mezhep içinde olur.
4-
Fıkhi mezhepler çekişmeye başlar.
5-
Usulü Fıkıh oluşur
6-
Haşiye dönemi fıkıhta sırf taklit dönemi olmuştur.
7-
Bunun sebebi temel eserlerle fıkıh
alimlerinin irtibatı kesilmiştir.
8-
HADİSTE rivayet dönemi sona erer.
9-
Hadis usulü oluşur.
10- Hadis
öğretimi için okullar kurulur.( Dar ul-Hadis)
11- Hadislerin
sadece şerhleri yazılır. Orijinal hadis kitapları yazılmaz.
12- Şerh
döneminde Selçuklu Medreseleri oluşmuştur.
13- Hadis
Tasavvuf ile kaynaşıp birleşir. Sünni Tasavvuf oluşur.
14- TEFSİRDE mezhep tefsirleri oluşur.
15- İlim branşlarında tefsirler oluşur. Fıkhi,
filolojik, ilmi, felsefi, tasavvufi tefsirler yazılır.
16- Gazali’den sonra sufizm ve kelam felsefi boyut
kazanır.
17- Ancak Sünni paradigma üç branşı da ( felsefe,
kelam, sufizm) yumuşatıp Sünnileştirir.
Determinizmin destekçisi haline getirir. Kendisi içtihadı yok ettiği gibi, bu
alanlarda da düşünceyi durdurmuştur.
18- OSMANLI
dönemi, Sünni paradigmanın KURUMSALLAŞTIĞI ve
korunarak, uzak ülkelere taşındığı dönemdir.
İlimlerdeki biriken bütün bu malumat ve birikim
günümüze kadar gelmiştir. Günümüz bilim adamları bunları yeniden değerlendirmek
durumundadır.
Günümüzde islami bilimler yeniden değerlendirme ve
yeniden bir dünya görüşü oluşturma dönemine girmiştir. Müslüman bilim adamı
öncelikle geçmişteki bu malumatı ile yüzleşmeli ve daha sonra kendi dönemini
aydınlatacak yeni ve kullanışlı bir paradigmanın oluşumuna gitmelidirler.
Aslında günümüz dönemi eski dönemlerden daha karışıktır. Çünkü önceki dönemler
islamın hakim olduğu dönemlerdir. Günümüz toplumları İslama siyasi ve ekonomik
olarak zayıfladığı bazı devletlerin farklı yönetim biçimiyle yönetildiği,
bazılarının da hala eski tutumunu devam ettirdiği bir dönemdir. Bu nedenle günümüz
bilim adamlarının, batının ortaya koyduğu bilgi birikimi ve kendi geçmiş bilgi
birikimi arasında değerlendirme, karşılaştırma ve sentez yapması çok daha
zordur.
Gümüz üniversitelerinde hadis, tefsir ve fıkıh
ilimleri artık AKADEMİK BİR
BAKIŞ açısı ile değerlendirilmektedir. Batı tarzı
teşkilatlanan üniversitelerin gelişimi Dar ul-Funundan beri devam etmektedir.
Bu konuya tekrar dönmek için daha önce son dönemdeki tefsir gelişmelerine
bakalım.
Yirminci yüzyıl tefsiri pozitif ve akılcı bilim
anlayışından etkilenmiştir. Elmalı Hamdi Yazır günümüz bilimlerini de
kullanarak Kuranın mana yönüne
ağırlık vermiştir. Cemalettin Afgani (1938), Muhammet Abduh (1805), Reşit Rıza
(1865), İzzet Derveze, Kasimi (1866), Mustafa Meraği ( 1871), Abdulaziz Çavuş
(1876) ile temsil edilen yenilikçi tefsir
hareketi, Kuranın nazil olduğu ilk asıra geri dönmek düşüncesini savunmuştur.
İslam ülkelerindeki sömürü düzenine karşı çıkmak için oluşan ve Kuranın siyasi
yorumunu içeren ideolojik tefsir
hareketleri de oluşmuştur. MEVDUDİ (1903-1979)
ve SEYYİT KUTUB(1906-1966) bu akımın temsilcisidirler. Hakimiyetin
Allaha verilmesi ve Kurana dayalı yeni bir hayat düzeninin kurulmasını
savunmuşlardır. Seyyit Kutup kuranın indiği asırdaki ilk Müslüman cemaatin
atmosferini aynen yaşamayı istemiş ve romantik
– ideolojik selefilik hareketinin başlatıcısı olmuştur.
Daha yakın dönemlerdeki tefsirler, batıda gelişen
tarihi tenkitçi felsefi hareketlerden özellikle hermonotikten çok
etkilenmişlerdir. Bu düşünüler Kuranın belli bir tarihi dönem ve zaman
diliminde hayata müdahale ederek inmiş olduğunu bu nedenle ORTAM bilgisinin
çok önemli olduğunu savunmuşlardır. Kuranın iniş ortamındaki temel ilke ve
amaçlarını çıkararak günümüze uygulamayı hedeflemişlerdir. Emin el-Huli bunu
sağlayabilmek için konulu tefsir
yöntemini kullanmıştır. Aişe Abdurrahman (1982) semantik yöntemi kullanarak aynı amaca ulaşmayı denemiştir. Ahmet
HALEFULLAH aynı yöntemi kuran kıssalarına uygular ve kıssalara psikolojik
unsurlar olarak bakar. Bu kıssaların
tarihi bir gerçeklik değil eğitim amaçlı olduğunu iddia etmiştir.
Muhammet ARKOUN (1929) semitoloji, antropoloji ve
sosyolojiyi kullanarak tarihsellik
yöntemine katkı yapmıştır.
Hasan HANEFİ (1978) ve Ebu ZEYD (1943) Kuranın kültürel, linguistik ve tarihsel bir
metin olduğunu iddia eder.
Bütün bu düşünürler tarihsellik yöntemini
değişik şekilde kurana uygulamaya çalışmışlar ve farklı görüşler ortaya
koymuşlardır. Günümüz kuran anlayışını batının son felsefi akımı olan TARİHSELCİLİK ve HERMENÖTİK yöntemler
çok derinden etkilemiştir.(Kuran ilimleri ve hadis, İletişim Yayınları)
Bu dönemin en önemli ismi şüphesiz FAZLURRAHMAN (1919-1988)
dır. Hermenötik yöntemi kullanan
Fazlurrahman, felsefi Hermenötiğin kurucusu GADAMAR’a karşı
itiraz etmiş, geçmişin bilgisinin elde edilme imkanını savunmuştur. Kendi
yöntemini ikili bir yöntem olarak
geliştirmiştir. Birincisi, Kuranın indiği tarihsel ortama gitmek, oradaki TEMEL- GENEL
ilkeleri
yaşayan sünnetten ortaya çıkarmak. İkinci aşama, günümüze tekrar dönerek bu
genel ilkeleri yeniden yorumlayarak uygulamak. Aslında bu temel ilkeler,
Kuranın en derin AHLAKİ İLKELERİ dir. Zaten Kuran devrimi de AHLAKİ bir
devrimdir der Fazlurrahman( İslam ve Çağdaşlık, Fazlurrahman).
Günümüz HADİSÇİLERİ eski
dönemdeki gibi şerh ve haşiye yazmamaktalar. Tefsirdeki gibi Tarihsel yöntem ışığında
çalışmaktadırlar. Hadise tarihsel bir metin olarak bakarlar, metodik bir
bakışla hadisin tarihsel, sosyo-psikolojik analizini yaparlar. Bu bakış
açısının ortay çıkardığı tartışma, eski dönemlerde de tartışılmış HADİS – SÜNNET tartışmasıdır.
Günümüz hadisçileri yeni bir sünnet anlayışı ve teorisi geliştirmeye
çalışmaktadır. Seyit Ahmet Han, Muhammet
Abduh, Fazlurrahman, Musa Carullah Bigiyev , İzzet Derveze, Garudy bu
çabaların içindedirler.
Ayrıca bazı oryantalistler de tarihi tenkitçi metodu
kullanarak sünneti ve kuranı incelerler. Arbery, D.Gibb, İ.Goldziher (1850)
Concordance (Hadis Fihristi) yazarı,J. Schacht, GUP Juynbool bunların
başlıcalarıdır.
Sonuç olarak günümüzde özellikle son dönemlerde tefsir
ve Hadis anlayışında temel dönüşümler olmuştur. Üniversitelerde tefsir, hadis
ve fıkıh bölümlerinde çalışan bilim adamları, bu ilimlerdeki malumat ve mirasa KÜLTÜR TARİH ALANI olarak
bakmaktadırlar. Bu mevcut ve zengin muhteva akademisyenler için artık direk bir
bilgi kaynağı değil, projeler, tezler geliştirmek için bekleyen bir birikimdir.
Artık Müslüman bilim adamları geçmişiyle yüzleşmek ve birikmiş malumatlarını
yeniden yorumlayarak, çağdaş dünyaya yeni ve tutarlı bir dünya görüşü sunmak
zorundadırlar. Bunun için Kuran Teorisi, Sünnet Teorisi, Fıkıh Teorisi gibi
kavramlar uygun olabilir.
Günümüz yeni dönemini kısaca özetleyebiliriz:
1-
Günümüz dönemi ilim anlayışında
dönüşümün yaşandığı bir dönemdir.
2-
İdeolojik,
yenilikçi ve tarihselci tefsirler yazılmıştır.
3-
TARİHSELCİ
hermenötik yöntem çok etkili olmuştur.
4-
Hadis Sünnet tartışması yeniden
gündeme gelir. Ancak yeni sünnet görüşleri oluşturulur.
5-
Oryantalistler de tarihselci
yöntemle bu tartışmalara katılırlar.
6-
Bu dönem ilimlerde AKADEMİK BAKIŞ AÇISI hakim
olmuştur.
7-
Bu nedenle bilgi artık bir PROJE ve
TEZ dir.
8-
Proje ve tezler ile yeni bir, Kuran,
Hadis ve fıkıh TEORİSİ geliştirilmelidir.
Günümüz döneminde bilim anlayışındaki bu köklü
değişiklikler, üniversitelerde kullanılan yöntemleri de değiştirmiştir.
Bilgisayarlar sayesinde bilgiye erişim çok kolaylaşmıştır. Bilgiyi kullanma
yöntemi, tarihsel sırayla HIFZ, KİTABET,TEDVİN,TASNİF olarak gelişmiş ve
günümüzde DİJİTAL sanal ortamda koruma şekline dönüşmüştür. Teknolojinin
kullanımı Müslüman bilim adamlarında yeni ufuklar açacaktır.
Buraya kadar anlatılanları aşağıdaki tabloda
göstererek, İslami ilimlerin geçirdikleri tarihsel sürecin daha somut olarak
görülmesini ve anlaşılmasını sağlayabiliriz.
Tabloda görüleceği üzere, İslam bilimleri (tefsir,
hadis, fıkıh, kelam, felsefe, sufizm..) Genel olarak sekiz aşamada tarihsel
olarak incelenebilir. Hz. Peygamber dönemi, Sahabe dönemi, Tabiin Dönemi, İmamı
Şafii’e kadarki dönem, İmam Gazali ve yakın dönemi, Şerh Dönemi, Haşiyeler
dönemi ( Osmanlı Dönemi). Daha öncede belirttiğimiz gibi bu dönemler
birbirinden bariz sınırlarla ayrılan dönemler değildir. Aksine iç içe geçmiş
karmaşık dönemlerdir. Biz dönemleri özellik ve söylemlerine göre ancak genel
hatlarla ayırabiliriz. Çok detaylı bir dönemleme önerisi pratik olarak pek
mümkün görünmemektedir.
İlk başlangıcın da – Hz. Peygamber döneminde İslam
İlimleri bütüncül bir halde ve bütüncül bir dünya görüşünün unsurları idiler.
Bu ilim sahabelerle tabiinlere aynen aktarılır. Ancak tabiinler döneminde CANLI
ve bütüncül bu İLİM ,tarihsel bir zorunluluk ile rivayete dönüşür, kaybolan
bütünlüğün yerini ayrışmaış bir haldeki ilimler alır. Fıkıh, tefsir, hadis,
kelam, bu bütüncül dünya görüşünden ayrılır ve bağımsız bilgi haline gelirler.
Ancak 3. yüzyılda imam Şafii, fıkıh bilimindeki özgür düşünce ( içtihat) ile ortaya çıkan çok fazla ayrılık ve
ihtilafları görerek yargı ve yasamada birliği sağlamak ve parçalanan ümmetin
siyasi birliğini yeniden oluşturmak amacı ile yöntem arayışına gider. Bu
arayışın sonucunda Hadisi şampiyon ilan eder ve fıkhın temeline koyar. Böylece
Kuran, sünnet ve içtihat olan islami metodolojiyi Kuran, hadis, içtihat
eksenine oturtur. Hadis senet ile aktarıldığından sabit idi ve birliği
sağlamaya yapı itibariyle müsait idi. Böylece kaynaktaki birlik içtihatlardaki ve yasmadaki birliği de sağlayacaktı.
Ancak durum hiç de Şafiinin düşündüğü gibi olmadı. Ne hadis bu birliği sağladı
ne de tartışmalar son buldu. Aksine daha derinden devam etti. Ayrıca imam Şafii
tarafından yaratıcı ve gelişen sünnet sürecine ( yaşayan sünnet) darbe vuruldu.
İslam ilimleri tam gelişeceği dönemde tıkanıp kaldı. Bu dönem yöntem tartışmalarına
İ.Şafii tarafından yapılan 1. eleştiri
dönemidir. Bu eleştirirler sonucu, 4 mezhep ( Hanefi, Maliki,
Şafii,Hanbeli) kelami ekoller ( Eşari,Mutezili, Maturidi,Zahiri), Tefsir
ekolleri (rivayet, dirayet) oluşumunu hemen tamamlama yoluna gitmiştir. Hadis
kitapları (sünenler ve sahihler) oluşturulmuş ve tasnif süreci tamamlanmıştır.
Bu dönemin oluşum sürecinin temelinde iki unsur yatar. Birincisi tabiin
döneminde başlayan ve Arap olmayan adına MEVALİ denilen Müslüman alimlerin çıkması ve ilim ve kültür
sahibi olan mevalinin REY ekolünü benimsemesi. İkincisi, Tabiin ve Şafii
döneminde fetihlerle genişleyen İslam coğrafyasında ortaya çıkan yabancı
unsurlardır. Geniş coğrafyalardaki eski ve büyük medeniyetler (İran,
Hint,Bizans,Habeş, Mısır, İskenderiye, Endülüs…) kendi ilim ve bilimsel
sürecini tamamlamış ve bilim geleneğini oluşturmuştu. Ancak Araplar daha önce
hiçbir ilim geleneğine sahip olamamışlardı. Bu nedenle karşılaştıkları bu büyük
medeniyetlerin sistemleri ve kültürleri karşısında yetersiz kaldılar ve
bocalama geçirdiler. Önceleri bu medeniyetlerin yönetim sistemlerini aynen alıp
taklit ettiler. Daha sonra bunu özümsemeye çalıştılar. Ancak bu medeniyetlerin
etkisinden kurtulamadılar. Bunların ortaya koyduğu sistemle bilgisel alanda çok
fazla hesaplaşmaya giremediler. Büyük medeniyetlerin etki ve baskısı İslam
toplumunu hem çok karıştırdı hem de geliştirdi. Bu baskı karşısında İslam
toplumu korumacı bir tutum
benimsedi. Kaybolmasından korkulan İslam ilimleri tasnife tabi tutuldu ve hadis
olarak senetle aktarılmaya başlandı. Ancak bu esnada İslam toplumu çok büyük
bir yanlışa düştü. Bu medeniyetlerdeki bilim ve akli yapıyı eleştirerek alma yerine
akla ve bilime saldırarak yok etme yoluna gitti. Akla karşı
takınılan bu yanlış tutum olaya çözüm getirmediği gibi İslam toplumunu hemen
her alanda temel yanlışlara sürükledi. Siyasi ve ahlaki çözülme ve yozlaşmaya
neden oldu. Sonuçta determinizmin kucağına düşüldü. Aslında Sünni paradigma
İslam ilimlerinin kendi içinde gelişmekte olan akli yönteme (ehl-i rey) de
insafsızca saldırdı. Hadisçi hareketi denen bu oluşum sonuçta Sünni paradigmayı
oluşturdu ve Hakim söylemi korudu. Ancak determinizmin ( cebriye) sözcülüğünü
yapmaktan ve İslam toplumunun bilimsel
gelişmesini tıkamaktan başka çok fazla bir işe yaramadı. 1. eleştiri döneminden
( şafi dönemi) sonra ikinci eleştiri
diye nitelendirdiğimiz Gazali dönemi gelir. Bu dönemde yöntemlerini oluşturan
İslam ilimleri, mantık, felsefe, matematik, fizik, kimya,… gibi ilimlerle
çeviriler sonucu tanıştı ve kendisini bilimsel olarak sistematize etmeye,
bilimsel yöntemlerini kurmaya başladı. Ancak bu bilimsel ve akli gelişme ikinci
defa İmam Gazali ile eleştiriye tabi tutuldu. İmam Gazali bilimleri sınıfladı
ve sistematize etti. Akla ve felsefeye saldırdı ve felsefeyi dışladı. Ancak
Aristo mantığını kabul etti ve kelamın ve fıkhın temel yöntemi olarak tespit
etti. Gazali sonrasında felsefi ve akli bilimler şekil değiştirerek gelişti.
Felsefi kelam ve felsefi sufizm oluştu. Varoluşçu felsefe bu ilimler aracılığı
altında gelişti. Tefsir ilmi de Gazaliden sonra boyut değiştirdi. Fahruddin
Razi tefsirinde her türlü ilmini ve bilgisini kullandı. Tefsirin alanı ve yöntemi çok değişti ve gelişti. İmam Gazali
özünde Eşari idi. Bu nedenle felsefenin bilgi teorisine ve nedensellik
anlayışına saldırdı. İslam toplumunda Gazaliden sonra Allahın yaratıcılığına
yer açmak, yani imkan tanımak için, nedenselliği reddeden Atomcu Varlık
Nazariyesi geliştirildi. Ancak 2.kez Gazalinin akla ve akli bilimlere (
felsefeye) saldırısı Sünni paradigmayı bilimsel yönteme taşıdı ve SİSTEMATİZE yaptı. Böylece İslami bilimsel yöntem oluşmuş oldu. Bu
dönemden sonra bilimlerde herhangi bir gelişme olmadı. ŞERHLER döneminde
yığılmış, bir dağ gibi bekleyen İslam ilimleri ancak ŞERH edilmiştir. Bu
dönemde büyük şarihler çıkmıştır. Ancak yöntem ve sistem anlayışı aynı
kalmıştır. Son dönem HAŞİYELER dönemi
tam bir Osmanlı dönemidir. Bu dönemin hakim karakteri kurumsallaşmadır. Hemen her alanda kurumsallaşmaya gidilmiş
ve bilimler de bundan nasibini almıştır. Bilimlerin öğrenilmesi ve öğretilmesi
için okullar kurulmuş ve dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Ancak Gazalinin
akla ikinci saldırısından sonra İslam ilimleri doğa ilimlerden ayrılmıştır ve
ilimler, rivayet ilimleri (tefsir, fıkıh, kelam,sufizm…)ve akli ilimler
(mantık, felsefe, matematik, fizik, kimya…) olarak ikili bir yapıya bürünmüştür. Osmanlı medreseleri bu ikili yapının
koruması ve aynen aktarılmasından ibarettir. Gazalinin algılayan akıl (kalp) ve
ifade eden akılı (rasyonel akıl) ikiye ayırmasından sonra İslam toplumu bu
ikili ayrımı hep bünyesinde taşıdı, birleştirme imkanı bulamadı. Aslında bu bir
nevi bilgide laiklik idi. Yani
akıl-nakil, din-dünya bilgisi. Bu temel ve çok yanlış ayırım, hem toplumsal
sahada hem de bilgisel sahada İslam ümmetini yirminci yüzyıla taşıdı.
Osmanlı imparatorluğu zaten bu ikili bilgi anlayışını
toplumsal olarak uygulamış ve hilafet ve saltanatı siyaseten oluşturmuştur.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ bu ikili toplum yapısını ( ikli bilgi anlayışına dayanan)
tek yapıya, özellikle dünyevi yönde /saltanat dünyevi yöndür) dönüştürerek
ortadan kaldırdı. Bu dünyevi yön Türkiye Cumhuriyetinde Laik bir yapı
anlayışının doğmasına neden olmuştur, en azından en güçlü nedenlerinden birisi
olmuştur.
İslam bilimlerinin oluşum süreci ile ilgili olarak çok
şey söylenebilir. Bu konuda yazılacak cümlelerin sonu pek gelmez. Ancak ben,
yazımın da başında belirttiğim gibi, İslam ilimleri tarihine daha genel bakmak,
kısa bir yöntem önerisi sunmak istiyorum.
Aslında bu önereceğim yöntem sadece İslam bilimleri
için değil genel olarak bütün bilimler, dünya üzerindeki diğer toplumların,
yani her hangi bir toplumun, geçirmiş olduğu bilimsel süreçler için,
geliştirilmiş genel bir bakış açısı olarak görülebilir.
Sayın Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç hocamızın, İslam
Medeniyetinde Bilgi ve Bilim adlı kitabında, bilimlerin bu gelişim sürecini
incelemiş ve genel bir yöntemi önermiştir. Aynı eserinde “ Her medeniyette bilimsel sürecin takip ettiği tarihi yol, değişik olsa
da, geçirdiği aşamalar aynıdır”
( s.58) diyerek bu aşamaların ayniliğinden bahsetmiştir.
Bu bilimsel gelişim sürecini 4 aşamada incelemiştir:
1-
Bilgiyi yönlendirici bir dünya
görüşü oluşumu
2-
Bu dünya görüşü ekseninde bilgi
faaliyetleri oluşması ve bilgi geleneğinin meydana gelmesi
3-
Bu bilgi birikiminin bir yönteme
bağlı olarak düzene sokulması.
4-
Düzenlenen bilginin
sınıflandırılması ve sistematize edilmesi. Bilimsel bilgi
geleneğinin oluşması.
Ayrıca sayın hocamızın kitabında, hem batı hem de doğu
İslam bilimlerinin bu aşamalarını kendi yöntemine uygun olarak göstermiştir.
Ben de aşağıda sunmuş olduğum tablonun 9. satırındaki “BİLİM GELENEĞİNİN OLUŞUM SÜRECİ” başlıklı bölümüne bakarak bu süreci incelemek
istiyorum.
Tabloda birinci
aşama bütüncül dünya görüşü aşaması olarak belirtilmiştir. Bu aşama Hz. Peygamber ve sahabe dönemine
rastlamaktadır. Bütün bilimler bu dünya görüşünün içinde saklıdır. İkinci aşama Tabiin dönemidir.Sahabenin
aynen aktardığı bu dünya görüşü, tabiin döneminde bilgi birikimi sürecine
girer. Buna biz MALUMAT sürecinde diye biliriz. Malumat
aşaması, İslam coğrafyasının gelişmesi sonucunda topluma katılan yeni
medeniyetler ve kültürlerin etkisi ve bilgi katkısı ile oluşmuş ve
genişlemiştir. Bu dönemde çıkan bölgesel sorulara cevap aranmıştır. Felsefi
açıdan bilgi birikiminin oluşum aşamasına, sorunlar felsefesi dönemi de
diyebiliriz. Üçüncü aşama bilginin YÖNTEMİ aşamasıdır.
Bu dönem İslam ilimlerinde İmam Şafii ile son bulmuştur. Şafinin serbest aklı
eleştirisi, ilimlerde ortak ve sabit bir yöntem arayışını ortaya çıkarmıştır.
Parçalanan ümmetin imdadına bu yöntem birliği koşmuştur. Ancak bu birlik çok
uzun sürmemiştir. Bu dönemde dünya görüşünden ayrılan İslam ilimleri ( fıkıh,
hadis, tefsir, kelam…..) kendi içinde tedvin ve tasnif işlemlerini bitirmiş ve
bilgisel YÖNTEMLERİNİ oluşturmuşlardır. İslami
disiplinler son halini almıştır.
Dördüncü ve
son aşama bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Yani bilimsel geleneğin oluşumudur.
Aslında bu çok doğal bir süreçtir. Çünkü islamın gelişinden önce Arap
toplumunda bilimsel herhangi bir gelenek yoktu. İslamdan, kuranın getirdiği
dünya görüşünden sonra İslam toplumu,
4. ve 5. yüzyıllarda bilimsel geleneğe kavuşmuştur. Bu 5 yüzyıllık uzun
bir süreç iç ve dış etkiler sonucu oluşmuştur. Bu dönemin en etkin ismi
şüphesiz Gazalidir. Tabloda bu dönem 2. eleştiri dönemi olarak
isimlendirilmiştir. İmam Gazali bu dönemde felsefi ve akli bilimlere saldırır
ve bilimler için yöntem arayışına gider. Sonuçta aklı ve kalbi ayırarak İslam
toplumundaki ikli (dualist) bilgi anlayışının temellerini atar. Ancak bu arada
bilimler dini ve dünyevi (akli-nakli) olarak sınıflanmış ve sistematize
edilmiştir. İslam bilim geleneği tamamlanmıştır. Daha sonraki dönemler (Şerh ve
Haşiyeler dönemi) bilimsel geleneğin yok oluşu da diyebiliriz. Bu dönemler çok
geneldir. Her türlü eleştiriye açıktır. Ancak bir ufuk vermesi açısından
incelemeye ve üzerinde düşünmeye değer görünmektedir.
Günümüz bilim anlayışı artık şekil değiştirmiş ve yeni
bir sistem sürecine girmiştir. Artık İslam bilimleri, Müslüman akademisyenler
tarafından, kültürel ve bilimsel bir veri olarak incelenmektedir. Bu dönemde
her türlü ekol ve yönteme eşit durulmaktadır. Ancak tarihsel bir yöntem olarak HERMENÖTİK yöntem
ağırlık kazanmıştır. Müslüman bilim adamları hermenötik yöntemi kullanarak, çok
zengin tarihi ve kültürel mirasına yeniden bakmalı, bu süreçten edinecekleri
eleştirel bilgi ile, kendilerine ve yüzyıllarına ışık tutacak bir dünya
görüşünü yeniden oluşturmalıdırlar. Ancak böylece yeni bir bilgi edinme ve
bilimsel bilgi geleneği oluşturma dönemlerini başlatma süreci ivme kazanabilir.
Kısacası biz dört döneme ayırdığımız ( 1- dünya görüşü, 2- bilgi birikimi, 3-
bilgi yöntemi, 4- bilimsel bilgi sistemi) ÇEVRİMSEL SÜRECİN, ta en
başından başlamalı ve tarihin çevrimine böylece katkıda bulunmalıyız. Bunun
için de tablomuzdaki 1. Yüzyıla Hz. Peygamber ve Sahabeler dönemine dönmeli, bu
dönemi en ince ayrıntısına kadar incelemeli, eleştirel bir yöntemle bilgileri
ayıklamalı, sonuçta, bizi bir dünya görüşüne götürecek basamakların ilki olan
teorileri geliştirmeliyiz. Bu teorileri; kuran teorisi, sünnet teorisi, hadis
teorisi, fıkıh teorisi vs. olarak adlandırmak mümkündür.
1- PEYGAMBER DÖNEMİ |
2- SAHABE DÖNEMİ |
3- TABİİN (MEVALİ) DÖNEMİ |
4- 1. ELEŞTİRİ (ŞAFİİYE KADAR) DÖNEMİ |
5- 2. ELEŞTİRİ (GAZALİ ) DÖNEMİ |
6- ŞERH DÖNEMİ |
7- HAŞİYE DÖNEMİ |
8- AKADEMİSYENLER DÖNEMİ |
1-DÖNEM |
2-EKOLLER |
3-SÜNNET |
4-YASAMA |
5-SİYASET |
6-AHLAKİ TUTUM |
7- BİLGİ AKTARMA ŞEKLİ |
8-İLİM |
9-BİLİM GELENEĞİ OLUŞUM SÜRECİ |
1. YÜZYIL |
2. YÜZYIL |
3. YÜZYIL |
4-5. YÜZYIL |
5-12. YÜZYIL |
13. YÜZYIL |
15. YÜZYIL (GÜNÜMÜZ) |
Bütüncül Dünya Görüşü Ekolleşme yok |
Yaşayan Sünnet =İCMA=İÇTİHAT (dinamik ve büyüyen bir süreç) |
Devlet ve Halk İç içe (demokrasi) |
HİLAFET |
ÖZGÜR İRADE |
BÜTÜNCÜL İLİM |
ŞİFAHİ |
HIFZ |
BÜTÜNCÜL DÜNYA GÖRÜŞÜ |
BİLGİ ( DÜNYA GÖRÜŞÜ) AKTARIMI |
Ehli Hadis ↕ Ehli Rey |
Yaşayan Sünnet = Rivayet |
Şahıslar (Mezhep İmamları) Yasama yapar |
Saltanat (Emevi ve Abbasiler) |
DETERMİNİZM (Cebriye) |
HIFZ ve KİTABET |
TEDVİN ve TASNİF |
BİLİMLER TASNİFİ |
AYRIŞMA (Hadis, Fıkıh, Tefsir,
Kelam) |
Fıkıh: 4 mezhep Kelam: Eşari, Maturidi
Mutezili, Zahiri, Tefsir: Rivayrt Dirayet (Hadisin zaferi Sünni
paradigmanın oluşması) |
Pozitif ve dini bilimler
eleştirilir. Bilimlerin sınıflandırılması (Sünni doktrinin bilimsel hale
gelmesi) |
Sünni paradigmada iki Ekol 1- İCİ ↕ 2- TAFTAZANİ |
Hepsine eşit yaklaşım. Tarih ve kültür
alanını YENİDEN DEĞERLENDİRME |
Sünnet = Hadis (Donuklaşma ve Sabitleşme ) |
Hadis ( Fıkıh, tefsir, Kelam,
Sünnet) |
Yeniden Sünnet -Hadis tartışması
ve SÜNNET TEORİLERİ |
DEVLET (Yasama+Yürütme+Yargı) |
Devletin Yasaması Görevli Fakihler |
Kadı (Yargıç) + Müftü ( Hukuk
danışmanı) KURUMSALLAŞMA |
CUMHURİYET (Türkiye) |
HİLAFET VE SALTANAT (Osmanlı) |
SALTANAT (Fatimi + Memlüklüler + Selçuklu
) |
KURUMSAL DETERMİNİZM |
BELİRSİZLİK |
BİLGİSAYAR ÇAĞI (Üniversiteler) |
Pozitif Bilim Anlayışı |
YENİDEN YAPILANMA VE DEĞİŞİM ( Akademik Bilim Anlayışı) |
GERİLEME DÖNEMİ (Mevcudu koruma ve taklit.
Haşiyeler) |
DURAKLAMA DÖNEMİ (Bilimlerin Şerhi Büyük Şarihler)) |
YÖNTEM AŞAMASI (Bilimsel bilincin Oluşumu) |
BİLGİ BİRİKİMİ ( MALUMAT) Sorunlar Felsefesi |
GENİŞLEME (Felsefe, Doğabilimlerinin
gelişmesi, Sufizm, Matematik, Varoluşçu Felsefe, Dil bilimleri, mantık) |
SABİTLEŞME (aynen aktarım) |
YAYGIN EĞİTİM OKULLARIN
KURULMASI |
SİSTEMLEŞME AŞAMASI (Bilimsel bilincin gelişimi ve
bilim geleneğinin oluşumu. Bilimler Tasnifi) |
KAYNAKÇA
Hatice Merve ÇALIŞKAN, 13922768
(DOKTORA)
TEFSİR, HADİS VE FIKIH TARİHİNİN
MUKAYESELİ OKUNMASI
Kur'ân-ı
Kerim Arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri
nisbetinde anlamışlardır. Anlayamadıkları kısımları ise Hz. Peygamber’e
sormuşlardır. Tefsir tarihi bizlere
nüzul ortamını, o dönemdeki insanların zihin yapılarını ve bu doğrultuda
Kur'an-ı Kerim’e bakışlarını resmederken, Hadis tarihi, Sünnetin Kur'ân-ı
Kerim’in umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyetini, nâsih ve mensûhunu ve diğer
hususlarını izah etiğini belirtir.[1] 4.asrın
ilk yarısından itibaren hadis ilminin konularını içine yer alan müstakil
kitaplar telif edilmeye başlanmıştır. Bu konulardan birisi de nâsih ve mensûh
hadisler konusudur.[2]
“Hukuk, cemiyette düzen kuran, müeyyidesini toplum vicdanının tepkisinde ve bu
tepkiye tercüman olan devletin maddi zorlama kuvvetinde bulan kâideler
toplamıdır.” “Fıkıh, anlamak derinlemesine kavramak, tam bilgi sahibi olmak
anlamına gelir.”[3]
Aynı zamanda kişinin amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer’i hükümleri bir
meleke halinde bilmesi anlamına da geldiği söylenmiştir.[4] Kur'ân-ı
Kerim ve Sünnetten elde edilen bilgilerin adı demek olan fıkıh, iman ve
ibadetten sosyal nizama ve ahlâka kadar birçok bilgi dalını kapsamaktadır. Görüldüğü
gibi Fıkıh da kaynağını önce Kur'ân-ı Kerim’den almıştır. Daha sonra hadisleri
de hüküm vermede kullanmıştır. Aslında bakılan olay, kişiler, mekân aynıdır.
Hepsi bir bütünsellik arz eder. Ama olayı ele alışlarında farklılıklara
rastlanmaktadır.
Tefsir,
Hadis ve Fıkıh tarihinin tarih sahnesindeki gelişimlerine bakarak, bu ilimlerin
birbirleriyle nasıl ilişki içerisinde olduğunu bir kere daha görelim. İlk
dönemlerde gelen vahiyler Hz. Muhammed’in vahiy kâtipleri tarafından
yazılıyordu.[5]
Ancak başlarda hadislerin yazımına ayetler ile karışır endişesiyle izin
verilmemişti. İkinci dönemde sahifeler yazılmaya başlanmıştır.[6]
İslâmın bidayetiyle birlikte ise hadis yazımının çoğaldığı görülmektedir. [7] Fıkıh
ise, tarihin ilk devirlerinde oluşmaya başlamış, hicri ikinci yılın başlarında
yazılmıştır. [8]
Kur'ân-ı Kerim’in yazıldığı, hadislerin ise yazımına izin verilmediği dönemde
ispat delilleri ise şahitlik, itiraf ve yemin ile olmaktaydı.[9] Sünnetin
düzensiz ve müsned tarzında tedvini fıkıh tedvininden önce olsa da konularına
göre tasnifi daha sonradır.[10]
Zamanın
geçmesiyle bir taraftan tedvin hareketi geniş bir şekilde faaliyet gösterirken,
diğer tarafta fıkhi, itikadi ve siyasi fırkalar teşekkül etmiş, her fırka bir
hüküm için lazım olan nassı aramaya koyulmuş, onlar kendilerini teyid edecek
bir delil aramışlardır.[11] Tefsir,
Hadis ve Fıkhın tarih sahnelerine baktığımızda, sınırların da genişlemesiyle
birlikte farklılaşma ve gelişmelerin olduğunu görmekteyiz. Mesela Sahabilerin Hz.
Peygamber’den sonra hadisleri nakletmedeki rolleri büyüktür.[12] Aynı
zamanda Hz. Peygamberin stratejilerine de çoğunlukla uymuşlardır.[13] Bu
anlamda Hadis tarihiyle ilişkiliyken, söz konusu rivayetleri ayetleri tefsir
etmek için kullanmaları ise Tefsir tarihini ilgilendirmiştir.
Hadis
toplama ve muhafaza işi Hz. Peygamber döneminde yalnız hafızalara tevdi edilip,
yazıdan istifade edilmediğini daha önce de belirtmiştik. “Bir şeyde ihtilafa
düştüğünüzde onu Allah’a ve Peygamber’e götürün”[14]
ayetine dayanarak Sahabiler, ihtilaf ettikleri hususları Hz. Peygamber’e
sormuşlar ve Hz. Peygamber hayatta olduğu müddetçe de hadisleri, müzakere ve
münakaşa etmişlerdir.[15] “Hz.
Peygamber’den sâdır olan hadislerde zaman zaman ilimden, fıkıhtan bahsedilmesi,
sahabenin dini meselelerde bilgi sahibi olmak, meselelerin inceliklerini
kavramak arzusunu uyandırmıştır. Bazıları muhkem ve müteşâbih ayetleri anlamaya
çalışırken, bazıları sadece Hz. Peygamber’in sözlerini toplamaya çalışmıştır. Hz.
Peygamber hayatta olduğu için hüküm çıkarmayla doğrudan ilgilenmeseler de,
bunun yollarını Hz. Peygamber’den öğrenmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim de ilmin
başkalarına öğretilmesini tavsiye ediyordu.”[16] Yine
Sahabiler tefsirde sebeb-i nüzûle vakıftılar.[17] Ayetlerin
izahını peygamberden işiterek ya da ictihadlarıyla yapmışlardır. Dile ve dini
yöne önem vermişlerdir.[18] Görüldüğü
gibi Hadis tarihinin yakından ilgilendiği, Hz. Peygamber ve ashabının durumları,
aslında yapılan Kur'ân-ı Kerim’i anlama faaliyeti olduğundan, Tefsir tarihi
içinde de pek çok kere yer almıştır. Bir örnek verecek olursak sahabilerden İbn
Mesud’un Kur'ân-ı Kerim tefsirindeki en mühim kaynağı Kur'ân-ı Kerim olmuştur.
Ondan sonra Hz Peygamber’in sünnetidir. Bunun yanında içtihadıyla da hareket
etmiştir.[19]
Tarih sahnesinde gördüğümüz İbn Mesud hem tefsir ile ilgilenmiş, bunu yaparken
sünneti kullanmış, hem de hüküm vererek Hukuk tarihinin de içinde ismini
zikredilmesini sağlamıştır.
Vahyin
hukuk nizamını oluşturmasında; bazı olayların ortaya çıkmasının ardından,
Sahabilerin Hz. Peygamber’den çözüm istemeleri, bazen problem çıkmadan hükümler
çıkması, bazen de probleme rağmen vahiy gelmeyince Hz. Peygamber’in içtihada
başvurması etkili oluyordu.[20]
Mekke devrindeki ayetler iman ve ahlakla ilgilidir. İslam Hukukunun da bu
alanlarla ilişkisi dikkate alındığında temelinin teferruat olmadan bu dönemde
atıldığı söylenebilir. Sonraları Kur'ân-ı Kerim ve Sünnette açıkça bulunmayan
meseleler ortaya çıktığında istişareye başvurulmuştur. [21]
Tâbiun dönemine baktığımızda İslâmiyete
yeni giren unsurlar nedeniyle müslüman olmayanları bir çatı altında toplamak ve
onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu yüzden yeni nizamlar ihdas etmek
için fakihler müfessirler Kur'ân-ı Kerim’e sarılıyorlardı. Şahsi görüşlerde
böylece rol oynamaya başlamıştı. [22] Siyasi ihtilaflar ve bu ihtilafların neticesi
ortaya çıkan şia ve havâric fırkaları, hadis vaz’ının başlamasında başlıca âmil
olmuşlardır. Her fırka kendi siyasi görüşlerinin doğruluğunu teyid edecek dini
nasslara ihtiyaç duymuşlardır.[23] Hadis
uydurma hareketinin ortaya çıktığı Emeviler devrinde, nazari fıkıh da başlayıp,
gelişti.[24]
İslâm ülkesinin sınırlarının genişlemesi, yeni düzenlemeler yapma ihtiyacını
doğurdu.[25]
Kısacası bu dönemde yaşanan bir takım
olaylar, herkesin kendi görüşünü Kur'ân-ı Kerim’den destekleme uğraşı ve
akabinde gelen hadis uydurma faaliyetleri yeni hukuk kaidelerine ihtiyacı
doğurmuştur. Bu olayların her birinin birbirini gerektirdiğini ya da birinin
diğerine neden olduğunu görmekteyiz.
Yine tarih içerisinde dikkatimizi
çeken bir durum da her bir alana ait ihtilaflar ve onların sebepleri olmuştur.
Sınırların genişlemesi ve İslam’ın yayılmaya başlamasının beraberinde getirdiği
bir takım olgular tabi ki bazı ayrılıkların da oluşmasına neden olmuştur. Müfessirler
arasındaki ihtilaf sebepleri; kıraat ihtilafları, i’rab yönlerindeki ihtilaflar,
kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı, lafzın iki veya daha fazla manada
iştirakı, ıtlak ve takyid ihtimali, umum
ve husus ihtilafı, hakikat ve mecaz ihtimali, kelimenin ziyadeliği ihtimali,
hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali, Hz. Peygamber ve seleften gelen tefsir
rivayetlerinin ihtilafıdır.[26]
Sahabe İhtilafları; Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete ait nasların bir manaya gelme
ihtimali olduğu gibi bir başka manaya gelme ihtimali de vardı. Yaşadıkları
çevreler farklı olduğundan ihtiyaçları da değişikti. Hadislerin sahabe devrinde
tedvin edilerek, Müslümanların arasında neşredilmemesi ayrılıklara neden
olmuştur.[27]
İhtilaf sebepleri, Hz. Peygamber’den uzakta bulunan bazı Sahabilerin bu arada
geçen ayet ve hadislerden haberdar olmamaları, hadisi sağlam bir kaynaktan elde
etmemiş olmak, farklı anlamak ve yorumlamak, yanılmak ve unutmak olmuştur.[28]
Her üç tarih kitabından aktardığımız
ihtilaf sebeplerine bakınca, hepsinin de bu konuyla ilgilendiğini görüyoruz.
Çünkü bu ihtilafların doğurduğu bir takım olgular tefsiri, hadisi ve fıkhı
etkilemiştir.
Bu alanların birbirleriyle olan
ilişkilerinin bir başka yönünde de Elimizdeki en eski örnek olan Şâfii’nin
er-Risâle ismindeki eserinde, Kur'ân-ı Kerim ve onun hükmünü açıklama metodu,
nâsih-mensûh, haber-i vâhid, kıyas, istihsan gibi konuları işlediğini
görüyoruz.[29]
Tefsirin konularından biri olan nâsih-mensûh ve hadisin bir yönünü teşkil eden
haber-i vâhidin bir İslâm hukukçusu tarafından ele alındığını görmekteyiz. Yine
islâmın ilk dönemlerimde “fıkıh” kelimesinin, Ebû Hanife’nin akaid alanına dair
eserine verdiği “el-fıkhu’l ekber” adından, tüm ilimler için kullanıldığını
fark ediyoruz. Yani bilgi bütün olarak görülmüş, derin düşünme anlamındaki
“fıkıh” kelimesi farklı ilimlerde de kullanılmıştır.
Hadisçiler, “Mütevâtir hadis gelişi
itibariyle sahihtir. Ancak sahih olduğu kadar zayıf olma ihtimali de bulunan
hadisler ise âhaddır”[30] diye
sınıflamalarla hadisleri sıhhat derecelerine ayırırken, hukukçuların bu olaya
bakışları ise, bu tarz hadislerle amel etmenin hükmü bağlamında olmuş ve bu
bağlamda farklı yorumlarda bulunanlar olmuştur.
İslâm Hukuku Kur'ân-ı Kerim ve Sünnete dayanır.
Din, ibadet, ahlak ve hukuk birbirini tamamlamaktadır. Kur'ân-ı Kerim ve
Sünnette ifade edilen hukuk kâideleri ve hükümlerin sayısı azdır ve
teferruattan ziyade genel esaslara dayanır. [31] Oysaki
tefsir ilminde her ayetin farklı tezahürlerde üzerinde durulmaktadır. Hukuk bu
bağlamda sadece kâide ifade eden ayetlerle ilgilenmektedir.
Tüm bu örneklerden anlaşılacağı üzere,
farklı birer disiplin olarak gelişen tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinin
tarihlerine baktığımızda aslında aynı kaynaktan beslenip, farklı bir ihtiyacın
tezahüründe oluştuğunu görmekteyiz. Her üçünün de aslında bu anlamda birbiriyle
ilişkili olduğu göz ardı edilmeyecek bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.
KAYNAKÇA
KUR’ÂN-I
KERİM
ATAR,
Prof. Dr. Fahrettin, Fıkıh Usûlü, M.
Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008.
CERRAHOĞLU,
Prof. Dr. İsmail, Tefsir Usûlü, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. b.t.yok.
DEMİRCİ,
Prof. Dr. Muhsin, Tefsir Tarihi, M.
Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008.
-------------,
Tefsir Usûlü, M. Ü. İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, İst. 2008.
KARAMAN,
Prof. Dr. Hayreddin, Anahatlarıyla İslâm
Hukuku, Ensar Neşriyat, İst. 2008.
KOÇYİĞİT,
Prof. Dr. Talât, Hadis Tarihi,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank. 2011.
----------------,
Hadis Usûlü, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ank. 1993.
ŞA’BÂN,
Prof. Dr. Zekiyüddîn, İslâm Hukuk İlminin
Esasları, çev. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ank.
2009.
[1] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.231.
[2] Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.266.
[3] Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.32.
[4] Fahrettin Atar, Fıkıh Usûlü, M.Ü. İlahiyat Vakfı
Yayınları, İst. 2008, s.2.
[5] Muhsin Demirci, Tefsir Usûlü, M.Ü. İlahiyat Vakfı
Yayınları, İst. 2009, s.78.
[6] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.26.
[7] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.68.
[8] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.36.
[9] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.47.
[10] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.57.
[11] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.289.
[12] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.69.
[13] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.86.
[14] 4. Nisa, 58.
[15] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.20-21.
[16] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.22.
[17] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.234.
[18] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.235.
[19] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.238.
[20] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.46.
[21] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.45.
[22] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.243.
[23] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.109.
[24] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.51.
[25] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.53.
[26] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s.226-227.
[27] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.99.
[28] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.50-51.
[29] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.36.
[30] Koçyiğit, Hadis Tarihi, s.183.
[31] Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, s.43-44.
Adı ve Soyadı: Habib BAYGIN
Öğrenci No: 14952703 (B.DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
FIKIH
TARİHİ SÜRECİ
FIKIH İLMİNİN GELİŞİM SAFHALARI
1-Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu)
Peygamber Efendimize (s.a.v) dini ve hukuki konularda
sorulan sorular ya vahiy yolu ile ya da bizzat Hz. Peygamber’in ictihadı ile
cevaplandırılıyordu. Bu soru ve cevapları Kur’an ve hadis-i şeriflerde bulmak
mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de “senden soruyorlar”, “senden fetva istiyorlar”
gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından
cevaplandırılan hususlar bulunmaktadır. “Ey Muhammed! Sana hürmet edilen ayı
ve ondaki savaşı sorarlar, de ki: O ayda savaşmak büyük suçtur” (Bakara,
217), “Ey Muhammed! Sana kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar, deki:
Size temiz olanlar helal kılındı.” (Maide, 4) ayetleri bu özelliktedir.
Hz. Peygamber(s.a.v) sahabilerine de icitihad etme
yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu zaman bu yetkiyi kullanmışlardır.
Hz. Ayşe, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Muaz b. Cebel, Zeyd b.
Sabit ve Huzeyfe Hz. Peygamber zamanında fetva veren sahabilerdendir.
Bu devir teşrîinin en önemli vasfı kolaylığın ve
tedriciliğin olmasıdır. “Allah size kolaylık diler, güçlük istemez”
ayeti kolaylığı; vahyin 23 yıl sürmesi ve şarabın yasaklanmasında
olduğu gibi bazı hükümlerin bir anda değil de zamanla tekevvün etmesi tedriciliği göstermektedir.
2- Sahabe Dönemi
Bu devreye Hulefa-i Raşidin devri de denir. Hz.
Peygamberin vefatı ile başlar hicri 40 senesine kadar devam eder. Bu dönemde
fetihlerle İslam ülkesinin toprakları genişlemiş, farklı kültürden insanlar
müslüman olmuş bunun neticesi olarak daha önce karşılaşılmayan sorulara cevap
verilmesi gerekliliği doğmuştur.
Ashab içersinde yüzotuz küsür şahıs fetva verecek
salahiyete sahipti. Meselelerin çözümünde önce Kur’an-ı Kerim’e sonra da
hadislere başvuruluyordu. Bu iki kaynak ile sonuca varılamayınca rey ictihadına
başvuruluyordu. Rey ictihadı ile kastedilen, nasların açıklamadığı hükümleri
nasların ve İslami prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktı. Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer en doğru hükme ulaşabilmek için şura ictihadına başvurmuşlardır.
Hz. Bu devirde, farklı bölgelerde yaşama, farklı
bilgi, kabiliyet ve düşünceye sahip olma gibi etkenler sebebiyle Medine ekolü,
Mekke ekolü ve Kufe ekolü gibi değişik fıkıh ekolleri ortaya çıkmıştır. Nazari
fıkıh ile meşgul olunmamış, sadece meydana gelmiş olayların hükümleri
araştırılmıştır.. Fetva verenler, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçmiş, Arap
kültür ve edebiyatını çok iyi bilen ve ayetlerin nüzul, hadislerin de vürud
sebeplerine vakıf kişiler idi. Bu sebeplerden dolayı hem iftâ kaynağına ulaşma,
hem de ulaşılan iftâ kaynaklarını anlama hususunda bu dönemde de fazla problem
yaşanmamıştır. Bu sebeple sahabe döneminde iftâ usulünü belirlemek için bir
çaba sarfedilmemiştir.
Çeşitli vazifeler sebebi ile Medine’den uzakta bulunan
sahabelerin kendileri yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri ve hadisin sağlam
bir kaynaktan elde edilememesi gibi sebepler kaynağa ulaşma bakımından birtakım
problemler doğursa da, iftâ kaynağına ulaşma konusunda sonraki dönemlerde
ortaya çıkan engellerle karşılaştırıldığında fazla önem taşımamaktadır.
Sahabe döneminde farklı fıkıh ekolleri ortaya çıkmış
olmakla birlikte henüz mezhepler kurulmamıştı. Bilgisi az olan sahabi,
kendisinden daha bilgili kabul ettiği kişiden karşılaştığı meselenin çözümünü
delili ile birlikte öğreniyor ve ona göre dini hayatını yaşıyordu. Delil ön
planda tutulduğu için yapılan bu faaliyet taklid değil ittiba niteliği
taşımaktadır.
3- Tabiun Dönemi
Bu devir, hicri 40 yılında başlar (Emevi Devletinin
kuruluşu), hicri 132 yılına kadar devam eder.
Bu devirde İslam ülkesinin sınırları batıda Atlas
Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve Afganistan, kuzeyde kısmen Küçük Asya ve
İspanya’ya kadar genişlemişti.
Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile başlayan ihtilaflar
Ehl-i sünnet, şia ve havaric fırkalarının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemde
çıkan bölünmeler, siyasi olaylar ve isyanlar teşri faaliyetini etkilemiştir.
Tabiun döneminin önemli özellikleri şunlardır.
a- İslam alimleri çeşitli şehirlere dağılmıştır.
b- Hadis uydurma hareketi başlamıştır. Bu durum Iraklı
alimleri, hadisleri kabul konusunda daha titiz olmaya sevketmiştir.
c- Hadisleri toplama faaliyeti başlamış, Emevi
halifesi Ömer b. Abdülaziz hadislerin tedvini için Zühri ile Ebu Bekir Muhammed
b. Amr b. Hazm’ı görevlendirmiştir.
d- Fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır.
e- Fıkıh sahasında ihtilaflar artarak devam etmiştir.
Hadisleri sahih kabul etme şartları ile örf-adet farklılığı ihtilafların temel
sebebini oluşturmuştur.
f- Üstad, muhit ve malumat farkına dayalı olarak Hicaz
ve ırak medresesi ortaya çıkmıştır.
g- Nazari fıkıh çalışmaları başlamıştır.
h- Arap olmayan bir çok İslam alimi yetişmiştir.
Hulefa-i Raşidin’den sonra saltanat dönemi geldi. Bu
saltanatın, bir siyaseti ve bu siyaset istikametinde dine müdahalesi vardı.
Alimlerin ya onların istediği gibi konuşmaları ya da susmaları gerekiyordu.
Yanlış, gayr-i meşru işlerle karşılaşınca tepki gösterme imkanları yoktu.
Ashabın merkezden çevrelere yayılma sebeplerinden birisi de budur.
Bu devirde hem yeni müslüman olan bazı Arapların
dillerinin Mekke ve Medine’de konuşulan Arapça’dan farklı olması, hem de başka
dilleri konuşan insanların İslam’a girmesi sebebiyle iftâ için ulaşılan
kaynaktaki bilgiyi anlama problemi çıkmıştır.
Hadis uydurma faaliyetinin başlaması ve alimlerin
merkezden uzaklaşmaları da iftâ için kullanılacak malzemeyi elde etme hususunda
problemlerin yaşanmasına sebep olmuştur.
Fıkıh bu devirde tam manasıyla tedvin ve tertip
edilmediği için henüz müctehidler için ışık tutacak kaideler ve kurallar
oluşmamış, buna bağlı olarak iftâ usulü konusu da yeteri kadar işlenmemiştir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid İmamlar Devri)
Bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü
asrın ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin
devri” diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai,
Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu
dönemde yetişmiştir.
Bu dönemin fıkhın altın çağı olmasını sağlayan başlıca
etkenler şunlardır:
a- Ülkeyi Yöneten Abbasi Halifelerinin Din İlimlerine
ve Alimlere Yakın İlgi Göstermesi
b- İslam Ülkesinin Genişlemesi: İslam ülkesinin
toprakları İspanya’dan Çin’e kadar uzanıyordu. Bu da çok farklı kültürlere sahip
insanların İslam ile tanışmasına sebep olmuştur. Değişik örfler, değişik
ictihadlara sebep olmuş böylelikle de fıkıh kültürü zenginleşmiştir
c- Kabiliyetli Kişilerin Fıkıh İlmiyle Meşgul Olması
d- Fikir ve İctihad Hürriyetinin Olması: Bu devirde
hem müftüler, hem de hakimler belli bir kanuna veya mezhebe bağlı değillerdi.
Müctehid olmayanlar, istedikleri alimden fetva istiyorlar, herhangi bir
müctehide bağlanma mecburiyeti taşımıyorlardı.
e-Tefsir, Hadis, Kıraat, Fıkıh, Fıkıh Usulü Gibi
İslami İlimlerin Tedvin Edilmesi
f- İlmi Seyahatlerin Yapılması
g- Fıkıh Mezheplerinin Ortaya Çıkışı
h- Fıkhi Istılahların Doğuşu: Farz, vacip, mendup,
haram, illet, sebep, batıl ,fasit vb. ıstılahlar alimler tarafından
kullanılmaya başlamıştır.
h- İlmi Münazaraların Yapılması
İctihadın ehil kimseler tarafından yapılması, ictihad
hürriyetinin olması, mezhep taassubunun olmaması ve ictihadlar arası tercih
yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün bir problem olarak kabul edilmesine
engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü konusu bu dönemde de fazla inceleme ve
araştırma konusu olmamış sadece fıkıh usulü kitaplarında genel hatları ile ele
alınmıştır.
5- Taklid ve Duraklama Dönemi
Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar,
Mecellenin tedvin edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar
ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek
dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem
alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine
bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi
kendisi için caiz görmüyordu.
Taklit ve taassup ictihad faaliyetinin durmasına,
ictihad kapısının kapatıldığı iddiasının İslam dünyasında yerleşmesine etki
etmiştir.
Taklid devrinde mezhep taassubu ortaya çıktığı için,
alimler kendi mezheplerinin daha tutarlı ve teşrîin ruhuna daha uygun olduğunu
ispatlamak üzere fıkıh usulü kitapları kaleme almışlardır. Fıkıh usulü
yazılırken iftâ usulüne dair olan konular önceki dönemlere göre daha
teferruatlı işlenmeye başlamıştır.
Bu devri önceki devirlerden ayıran en büyük özellik
bilen ile bilmeyen arasındaki ilmi seviye farkının artması, müctehid imamların
yanılmaz otorite kabul edilmesi, hükümlerin delilleri ile değil sadece
sonuçları ile ilgilenilmesi buna bağlı olarak fetva kitaplarının derlenmeye
başlanması ve ictihadın artık ulaşılması mümkün olmayan bir değer olarak
görülmesidir..
6- Kanunlaştırma Dönemi
Mecellenin tedvini ile başlayıp günümüze kadar devam
eden bu dönemde, fıkhi özellik olarak şu hususlar önem arz etmektedir.
a- İslam ülkelerinde kanunlaştırma hareketleri
başlamıştır.
b-İctihadın önemi günden güne artmış, ictihad
melekesini güçlendiren eserler yayınlanmaya başlamıştır.
c- Bazı İslam ülkelerinde fıkıh ansiklopedileri
hazırlanmıştır.
d- İslam hukuku ile ilgili mukayeseli çalışmalar
yapılmıştır.
e- Hem usul, hem furu konularında ictihada dayalı
tezler ortaya konulmuştur.
FIKIH İLE
FIKIH USULÜ ARASINDAKİ FARK
Fıkıh ilminin
konusu, mükellefin hukuk düzeniyle ilgili fiilleri ve bu fiillerin
hükümleridir. Fakîh, mükellefin alış-veriş, kiralama, şirket, rehin, vekâlet,
namaz, vakıf, hırsızlık ve benzeri fiillerinin her birine ait şer´i hükmün ve
delilin ne olduğunu araştırır. Biraz önce de geçtiği gibi Fıkıh Usûlü, şer´î
hükümleri, tafsili delillerden istinbât etmek için gerekli kaideleri öğreten
bir ilimdir. Mesela, emir sıygasının vücûb, nehiy sıygasının hürmet ifade
ettiğini bize Fıkıh Usûlü öğretir. Fakîh, vâcib olup olmama yönünden namazın
hükmünü ortaya koyacağı zaman, "namazı dosdoğru kılınız" âyetine
bakar.Zekât da böyledir. Hacc´ın hükmünü açıklamak istediği zaman
"Resulullah’ın "Allah, size haccı farz kıldı, haccediniz."
hadisini ileri sürer. Aynı şekilde içkinin dini hükmünü tayin edeceği zaman, ´
´Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi
pisliklerdir; bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" âyetini
zikreder.İşte, Usûlcü mes´eleleri ayrı ayrı ele alarak onlarla meşgul
olmuyor, genel âideler koyuyor. O kaideler fakîh için hüküm çıkarmada malzeme
oluyor. Fakîh her meseleyi ayrı ayrı ele alıyor ve her mes´elenin hükmünü ve
delilini ayrı ayrı değerlendiriyor ve bir neticeye varmış oluyor. İşte Fıkıh
ile Fıkıh Usûlü arasında böyle bir fark vardır.
HADİS
TARİHİ VE USULÜ
Sünnetin Kur'an dan sonra ilk başvurulacak merci
olması ve Kur'an'ın pratiğe geçirilmesi açısından İslami ilimler arasında
hadis ilimlerinin ne kadar önemli olduğunu belirtmeye hacet yoktur. Kur'an
ayetleri bize hiç bir bozulma olmadan ulaştığı için onun orijinalliğini
araştırmaya gerek yok ise de, bize ulaşan sünnetin hangilerinin ne doğrulukta
ulaştığını araştırmak hadis ilimlerinin konusu olmuştur. HADİS
İLİMLERİ Hadis
ilimlerinden bir diğeri de ihtilaf-ul-hadis'dir. Bu ilim dalı sıhhaten aynı
kuvvette olup birbiri ile uyuşmayan iki hadis arasındaki ihtilafı çözmekle
meşgul olur. Bu durumlarda muhaddisler ve fakihler cem ve te'lif, tercih,
nesh ve tevakkuf denilen metodlar kullanırlar. Hadis
rivayet eden kişilerin rivayete ehil olup olmadıklarını araştıran ilim dalına
da cerh ve ta'dil veya nakd-i rical denir. Bu ilim dalı hem şahıslar hakkında
bilgi toplamak, hem de bu bilginin objektifliğinin sağlanması açısından ve bu
kimselerin hangi kriterlere göre hadis rivayetine ehil olup olmayacaklarının
tesbiti bakımından çok zor ve çok mesuliyetlidir. İşte bu yüzden Buhari,
Yahya b. Main, Ahmed b. Hanbel, Hafız Zehebi gibi az sayıda alim bu işin
hakkını verebilmişlerdir. HADİS
İSTİLAHLARI Ravi,
hadisi rivayet eden kişidir. Bir ravi hadisi başkasından aldığında aldığı
kişiye o ravinin şeyh'i denir. Hadisi alan ravi de talib'dir. Hadis almaya
ahz, başkasına rivayet etmeye de eda tabir edilir. Cerh ve
ta'dil ilminde ravilerin kalitesini belirtmek için sika (hadis rivayetine tam
ehil kişi) dan vadda (hadis uyduran kişi) ya kadar çeşitli tabirler
kullanılır. Bir ravi, durumu araştırıldıktan sonra, ya bu iki uçtan birinde,
ya da arada bir yerde değerlendirilir. Hadisin
ne şekilde rivayet edildiği de önemlidir. Bunlardan bazılarına sema, kıraet,
icazet denir. Sema talibin şeyhden doğrudan işitmesidir. Kiraet ise talibin
hadisleri bir yazılı metinden okuyarak şeyhine arz etmesi, şeyhin de onları
rivayet ettiğini onaylamasıdır. Burada,
yazılı belgelere günümüzde haber bakımından verilen önemi göz önüne alarak
bir noktaya dikkat çekmekte yarar var: Sema,
hadisçilerin nazarında en sağlam ahz yoludur. Her ne kadar ilk hicri
asırlarda hadislerin yazılması vuku bulmuş aksini iddia eden müsteşriklere
gereken cevaplar verilmişse de bu, semanın birinci derecedeki önemini
azaltmaz. Çünkü hadis tahsilinde asl olan kalitedir. Mesela tarihi bir vesika
bulunsa hadisçiler şu soruları soracaklardır: Bu vesikayı kim yazmıştır? Bu
kimse haber vermede ne kadar dürüsttür? Vesikada yazdığı haberleri öğrenip
yazıncaya kadar hafızasında bozmadan tutabilmiş midir? Olayı bizzat kendisi
mi müşahede etmiştir yoksa başkasından mı almıştır? Yazdığı haber siyasi ise,
bu kişi taraf mıdır veya ona yazdırılmış mıdır? Daha sonra bu vesikada
tahrifat yapılmış mıdır? Görüldüğü gibi vesikanın sahte olmadığı bilinse bile
bu yetmemektedir. Halbuki haberin doğrudan raviden dinlenmesinde bu zorluklar
en aza iner. Elbette ki ravi hadisi ahz ederken şeyhin hadisi hem ezberden
bilip, hem de yazdığı bir kâğıttan okuması daha da kuvvetlidir. Bu konuda
hadisçilerin nasıl titiz davrandığına dair bir örnek verelim: Tirmizi
(ra) bir hadisi senedi ile rivayet ettikten sonra bu hadisdeki şeyhi Abd b.
Humeyd'in, Muhammed b. Fadl'in şunu anlattığını söyler: Muhaddislerin,
ravilerin kalitesi üzerinde ne kadar dikkatle durduğuna da İmam Malik şu
sözleri ile işaret etmektedir: HADİSLERİN
ÇEŞİTLİ YÖNLERDEN SINIFLANDIRILMALARI Sıhhat
yönünden: Sahih: Aşağıdaki üç şartı sağlayan hadise denir: Hasen: Sahih hadisin şartları bunda da geçerlidir. Şu farkla ki ravilerden
birisi iyi olmasına rağmen hafıza gücü gibi bir bakımdan sika mertebesine
çıkamamışsa o hadis "hasen" olur. Hasen hadis sahihden aşağı fakat
ona yakın, zayıf hadisden yukarda bir yerdedir. Zayıf: Genelde sahih ve hasen şartlarını, senedde kopukluk (munkati)
olması, ravilerden bir veya bir kaçının zayıf görülmesi, illet, ve diğer
sebeplerden dolayı sağlayamayan hadisdir. Mütevatir: Yalan üzerine birleşmesi aklen imkansız olan bir grup insanın
rivayet ettiği hadisdir. Bu şart her tabakada tahakkuk etmelidir. Mütevatir
hadise "kesin" gözü ile bakıldığından inkarı tehlikeli görülmüştür.
Mamafih mütevatirlerin sayıları pek azdır. Mevzu: Uydurma hadisdir. Kimi alimlere göre mevzu hadis, zayıf hadislerin
en düşük derecesidir. Bir başka görüşe göre de mütevatir ve mevzu hadisler,
ilki kesin olduğundan, ikincisi de uydurma olduğundan hadis araştırmalarına
dahil edilmezler. Sahibi
yönünden: Merfu: Peygamber (sav)'e ait olan hadisdir. Mevkuf: Söz veya fiilin sahabeye ait olduğu hadisdir. Maktu: Söz veya fiilin tabiiye ait olduğu hadisdir. Bir
hadisin merfu olması onun sahih olduğunu göstermez. Merfu bir hadis pekala
sahih, hasen veya zayıf olabilir. Senedde
uzunluğu yönünden: Ali: Senedin muttasıl olmakla birlikte az sayıda raviden oluşmasıdır. Nazil: Seneddeki ravi sayısının çok olmasıdır. Elbette
ki hadisin az sayıda insandan geçerek muhaddise ulaşması tercih edilir.
Mamafih nazil bir hadisin ali'den daha sahih olması da mümkündür. Hadislerin
sıhhatlerine göre hükmü: Sahih ve
hasen hadisler içtihada elverişli kabul edilirler. Zayıf hadisler ise
müçtehidin metoduna, hadisin zayıflık derecesine, kendini destekleyen başka
hadisler olup olmamasına göre kabul veya red edilirler. Zayıf hadisler
genelde içtihada elverişli görülmese bile "fedail-i a'mal"
konularında, yani insanları iyi amellere teşvik etme babında
anlatılabilirler. Çünkü zayıf hadis, mevzu hadis gibi uydurma olmayıp
içtihadda, helal, haram gibi önemli konularda istifade edilebilecek kuvvete
çıkamamış hadisdir. Mevzu hadisle, zayıf hadis arasındaki bu fark hatırda
tutulmalıdır. Mevzu hadislere
gelince, muhaddisler bunların asılsız olduğu belirtilmeksizin söylenmesinin,
yazılmasının haram olduğunu söylerler. Çünkü böyle bir hadisi gören kişi onu
peygamberimize ait sanacaktır. Mevzu hadisler asılsız oldukları belirtilerek
insanları bunlara karşı uyarmak için söylenip yazılabilir. Bir
hadisin makbul olup olmadığının araştırması iki safhadan geçer: - Metin
tenkidi Metin
tenkidi hadisin metninin incelenmesi ile içinde tutarsızlıkların olup
olmadığının, daha kuvvetli ve yaygın hadislerle çelişip çelişmediğinin
araştırılmasıdır. Sened
tenkidi ise senedin yapısının incelenmesi ve tarihi bilgilerle ravilerin
ömürlerine bakarak kopukluk olup olmadığının, ravilerin rivayete ehil olup
olmadığının araştırılmasıdır. Metin ve
senedden bahsetmiş iken muhtemel bir şüphenin izalesi için muhaddisler
nazarında hadisin metin ve senedden oluştuğu bilinmelidir. Bazen büyük
muhaddislerden bahsedilirken yedi yüz bin hadis yazmıştır, bir milyon hadis
toplamıştır gibi ifadelere rastlanır. Bunlar şüphesiz kabaca rakamlar olmakla
birlikte, yine de okuyucuya mübalağalı gelebilir. Gerçekten de
peygamberimizin nübüvvet yılları, bilhassa hicret sonrası günleri göz önüne
alınırsa bu rakamlar çok fazladır. Ama her hadisin muhaddislerce sened ve
metni ile birlikte bir bütün olarak görüldüğü bilinirse durum anlaşılır. HADİSLERİN
TOPLANMASI, HADİS KİTAPLARI Hadislerin
yazılarak mecmualarda toplanması Ömer b. Abdülaziz zamanında, ikinci hicri
asrın ortalarında başlamış, aşağı yukarı üçüncü hicri asrın ortalarında
Buhari ve Müslim'in sahihleri ve diğer bazı sünenlerin yazılması ile kemale
ermiştir. Hadis
kitaplarının türleri: Hadis
kitaplarının türlerinden bir kısmı şunlardır: Cami: Akaid, ahkam, zühd, edeb, tefsir, siyer, fitneler, menakib
konularındaki hadisleri toplayan eserlere denir. Mesela Buhari'nin sahihi bir
"cami" dir. Sünen: Yalnızca namaz, oruç, taharet vb. ahkam hadislerini havi
kitaplardır. Sünen-i Ebu Davud, Sünen-i Nesai gibi. Tirmizi'nin sünenine cami
de denilir. Müsned: Hadislerin onları rivayet eden sahabe adları altında gruplandığı
kitaplardır. Mesela önce Ebu Bekir (r.a) in rivayet ettiği hadisler, sonra Ömer
(r.a) in rivayet ettiği hadisler... diye devam eder. Müsnedlerin en
meşhuru Hadis
kitaplarının sıhhatçe en kuvvetli olan altısı Kütüb-ü Sitte adı altında
toplanmıştır. Bunlara "sıhah-i sitte" veya "usul-ü sitte"
de denir. Bu altı kitaptan ilk beşi Buhari ve Müslim'in sahihleri, Nesai, Ebu
Davud ve Tirmizi'nin sünenleridir. Altıncı kitap olarak İmam Malik'in
Muvatta'sını veya Darımi'nin sünenini koyanlar olmuşsa da sonunda İbn-i
Mace'nin süneni ağırlık kazanmıştır. Bu demek değildir ki İmam Malik'in
Muvatta'sı sıhhat bakımından İbn-i Mace'den geridedir. Sebep, Muvatta
hadislerinin diğer hadis kitaplarında zaten mevcut olmasıdır. Kütüb-ü
Sitte'nin her birinin kendine göre ayrı bir meziyeti vardır. Ravilerin
ahzında daha sıkı şartlar koymuş olan Buhari'nin Sahihi Kütüb-ü Sitte'nin
sıhhatçe en kuvvetli kitabıdır. İmam Müslim'in sahihi sıhhat bakımından
Buhari'den sonra gelir. Fakat tertibi daha güzel, metin ve senedlerdeki
ifadelerde daha titizdir. Subhi es-Salih Ulum-ul-Hadis'inde şöyle der: Ayrıca
Nesai'nin süneni Buhari ve Müslim den sonra sıhhatçe en kuvvetli olan, en az
zayıf hadis ihtiva eden kitaptır. Diğer üç sünende de az da olsa zayıf
hadisler bulunmaktadır. Bunlardan
başka Taberani'nin mu'cemleri, Hakim'in Müstedrek'i, daha bir çok müsnedler,
müstahrecler vb. varsa da bunlar sıhhat bakımından Kütüb-ü Sitte'nin
aşağısındadır. SONUÇ |
Mukayeseli tarihler/ usuller
kıraati hulasası nedir?
Ali KAŞIKIRIK
Öğrenci no: 13922707
2014/2015 güz dönemi –Doktora
İslami ilimler bir bütünün parçaları gibidir. Onun alanlarından biriyle uğraşan mutlaka diğerlerine de ihtiyaç duyar. İnsanlık tarihinin bir parçası olması itibarıyla İslam tarihinin tüm dönemleri genel dünya tarihinden ayrı düşünülemez. Kur’an’ı Kerim içinde bulunan kıssalar ve imalar ya vahiy süreci içinde yaşanan bir kişi veya olaya işaret eder ya da genel insanlık tarihi içinde yaşanmış olan bir olaya işaret eder. Sosyal bilimlerin sağlama ve kontrol alanı olan tarih bilimi ve onun hadiseleri bu anlamda çok önemlidir. Kur’an, kıssalarında ifade edilen farklı tarih hadiseleri farklı tarih dilimleri içinde cereyan etmiş olmasına rağmen aynı ortak konuyu ele alır ve aynı sonuçlara ulaşır. Bir nevi yaşanmış tarih içinde sebeplerin aynı olması halinde sonuçlarında benzer olduğunu söyler. Helak edilen kavimlerin ve azap edilen insanların peygamberlere karşı tepkileri ve yapıp etmeleri hemen hemen aynıdır. Dolayısıyla herhangi bir alanla ilgili tarih okuması yapılırken bir olaydan yola çıkarak sonuçlara ulaşmak yerine benzer hadiselerden sonra oluşan durumun tespit edilmesiyle sonuca ulaşmak daha doğru olacaktır ki, bu Kur’an kıssalarında görebildiğimiz en belirgin özelliktir.
Ancak Kur’an bir hidayet kitabı olması hasebiyle sadece geçmiş ümmetlerin başlarına gelen iyi veya kötü hadiselerin sebep ve sonuçları üzerinde durmaz, geleceğe yönelik de bir perspektif açar. Çünkü Kur’an kıssaları insanları aynı zamanda iman ve hidayet açısından bilgilendirmeyi de amaçlar. İnsana kendine özel bir tarihi perspektif vererek ondan kendisine ait bir tarih yazmasını ister. Ona kendisini özne yaptırır. Ve derki “eğer şu kötü örnektekiler gibi yaparsan, senin de ulaşacağın sonuç aynısıdır.” Çünkü bu sebep sonuç ilişkisi genel anlamda ” sünnetullah” olarak adlandırılabilir. Bu sünnetullahtan, kötü akıbetten kurtuluşun tek yolu vardır. O da; yolunu değiştirmek ve tevbe etmektir.
Usul kıraati hulasasına gelince; burada da İslami ilimlerin bir bütün olduğu ve ayrılamaz yönlerinin bulunduğu reddedilemez bir gerçektir. Tefsir usulu okuyan bir talip kendini aynı zamanda fıkıh usulunun de bazı bablarını okumuş hisseder. Veya hadis usulu okumalarında ele alınan sahih hadise dair kriterler belirlenirken bunların Kur’an ve Sünnet’e dayanan ahlaki kriterler olduğunu görür. Bunlara örnek verecek olursak Kur’an ilimlerinde ele alınan muhkem ve müteşabih kavramı her ne kadar aynı amaca ulaşmak için ele alınmış olmasa da usulu fıkhın da önemli konularından biridir. Tefsir usulunde muhkem; manası kolaylıkla anlaşılan, harici bir tefsire ihtiyaç duymayan ve manası tek olandır. Müteşabih ise; birçok manaya ihtimali olup, bu manalardan birini tayin edebilmek için harici bir delile ihtiyacı olan ayettir. Fıkıh usulunde de tanımlar hemen hemen aynıdır. Ancak birisi mananın ne olduğu üzerine yoğunlaşırken diğeri-usulu fıkıh- onlardan hüküm çıkarmak için bunları araştırır. Yine nasih- mensuh, esbab-ı nuzül, garibul Kur’an, hakikat-mecaz, müşkilü’l-Kur’an, mücmel-mübeyyen, Kur’an’daki hitaplar, emir-nehiy gibi konuları ister “nas” kavramı adı altında Kur’an ve sünnet müşterek olarak ele alalım isterse tek tek, birbirlerinden müstağni olmadığı açıktır.
Sonuç olarak, fıkıh usulunde de belirtildiği üzere şeri deliller genel anlamda dört olarak ifade edilir; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas. Ancak bunların asıl merci yine Kur’andır. Hepsi meşruiyetini ondan alır ve ona istinad eder.
Hazırlayan
D. Erdal
ATAK
Öğrenci no
14922720
Doktora 2014
güz dönemi
GİRİŞ
FIKHIN
TANIMI
A – İmam Ebu
Hanife’nin Fıkıh Tanımı
B – İmam
Şafi’nin Fıkıh Tanımı
Mecelleye
Göre Fıkhın Tanımı
Genel Olarak
Fıkhın Konusu ve Sistematiği
Fıkıh ve
Diğer İslam Bilimleri
A- Fıkıh ve Fıkıh usulü
B- Fıkıh Usulü Konusu
C- Fıkhın Amacı
Dini
Hükümlerin Gayesi
Fıkhın
Tarihçesi
1- Fıkhın
Doğuşu
A- Hz.
Peygamber Devrinde Fıkıh
1- Mekke
Dönemi
2- Medine
Dönemi
B- Sahabe ve
Tabiin Devrinde Fıkıh
Küfe Rey
Ekolü
Hicaz Ekolü
Fıkhın
Oluşumunun Tamamlanışı ve Mezheplerin Ortaya Çıkışı;
Hukuk
Mevzuatına Duyulan İhtiyacın Mezheplerle Karşılanması:
A- İmam Ebu
Hanife
B- İmam
Malik ve Mezhebi
C- İmam
Şaafii ve Mezhebi
D- İmam Ahmed ve Mezhebi
E- Şia ve Caferi Mezhebi
F- F- Zahiriye Mezhebi
HADİS TARİHİ
RIVAYET DÖNEMİ
A. Hz
peygamber dönemi
B. Sahabe
dönemi
C. Tabiîn ve
Tebe-İ Tabiîn Dönemi
1- siyasi ve
sosyal gelişmelerin hadis ilminin oluşumuna etkisi
A. isnad
faliyetlerinin Başlaması
B. CERH ve
tadil faliyetlerinin Başlaması
C. Yazılı
rivayete geçiş
Ca.tedvin
faliyetinin başlaması
Cb.yazıdan
kaynaklanan problemler
Cc. ALINAN
tedbirler
2- Ekoller
ve yaklaşımları
Ekoller ve
Hadis Uydurma Sebepleri
Ekoller
Arası Tartışmalar
C-TEMEL
HADIS KAYNAKLARININ YAZILMASI
D.HADİS
USULÜ VE İLİMLERİYLE İLGİLİ GELİŞMELER
HİCRİ
DÖRDÜNCÜ VE BEŞİNCİ ASIRLAR
A.Sosyo
kültürel ortam
B. Hadis
ilmi ile ilgili gelişmeler
C. Hicri
dördüncü ve beşinci asırların temel özellikleri
TEFSİRİN
TANIMI ve NİTELİĞİ
Tefsir Tarihi
Kur’an’ın
İnzali ve Kitaplaşma Süreci
Tesfirin
Tanımı ve Niteliği
1.Tesfirin
Tanımı
A.Tesfir
Kavramı
B.Tefsirle
Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar
1.Te’vil
2.Tercüme
a.Tanımı
b.Çeşitleri
3.Meal
II.Tefsirin
Niteliği
A.Tefsirin
Konusu ve Amacı
B.Tesfirin Gerekliliği
C.Tefsirin
Diğer İslami İlimlerle İlişkisi
TEFSİRİN
DOĞUŞU ve TEDVİNİ
1.Tefsirin
Doğuşu ve Gelişmesi (Sözlü Nakil Dönemi)
A.Hz
Peygamber Tefsiri
1.Peygamber’in
Kur’an’ı Tefsir Vesileleri
2.Hz.
Peygamber ‘in Kur’an’ı Tefsir Yöntemi
3.Hz. Peygamber’in
Tefsir Ettiği Nasların Mikatarı
4.Sünnetin
Kur’an Karşısındaki Fonksiyonu ve Değeri
II.TESFİRİN
TEDVİNİ (Yazılı Nakil Dönemi)
B.Tefsirin
Hadisle Birlikte Tedvini
C.Tefsirin
Müstakil Olarak Tedvini
D. Tedvin
Döneminin İlk Müfessirleri ve Tefsiri
1.Mukatil
bn.Süleyman,et-Tefsiru-l-kebir
2.Süfyanu’s-Sevri,Tefsirü’s-Sevri
3.Yahya b.
Sellam,Tefsirü Yahya
4.Ferra,Meani’l-Kur’an
5.Ebü
Ubeyde,Mecazu’l Kur’an
6.Abdurrezzak
b. Hemmam,Tefsir
E.Tedvin
Dönemi Tefsirlerinin Genel Özellikleri
TEFSİR
ÇEŞİTLERİ
Meşhur
Rivayet Müfessirleri ve Tefsirleri
1.Taberi
(ö.310/923), Camiu’lbeyan
2.Begavi(ö.
516/1122), ME’alimu’t –tenzil
3. İbn
Atiyye el-Endülüsi (ö.546/1151) ,el-Muharreru’l-veciz
4.İbnül’l-Cezvi
(ö.597/1201), Zadu’l-mesir
5.İbn kesir
(ö. 774/1377), Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim
6.Süyuti
(ö.911/1505), ed-Dürrü’l-mensür
2.Dirayet
Tefsiri
a.Dirayet
Tefsiriyle İlgili Yaklşımlar
Ab. Caiz
Görenlerin Delilleri
b. Dirayet
Tefsirindeki Hata ve Nedenleri
c.Meşhur
Dirayet Müfessirleri ve Tefsiri
II.MEVDU
(KONULU) TEFSİR
A.Tanımı ve
Amacı
B.Tarihi
Seyri
C.Yöntemi
D.Önemi ve
Faydaları
TARİHTEN
GÜNÜMÜZE TEFSİR AKIMLARI
A.Ehl-i
Sünnet Tefsiri
1.Mezhebi
Tefsirler
C.Şia
Tefsiri
D.Harici
Tefsiri
II.İŞARİ
TEFSİRLER
A.Tanımı ve
Şer’i Yönü
B.Makbul
Olmasının Şartları
C.Doğuşu,
Gelişmesi ve Sistemleşmesi
D.İşari
Tefsir Örnekleri ve İşari Tefsire Yöneltilen Tenkitler
1.İşari
Tefsir Örnekleri
2.İşari
Tefsire Yöneltilen Tenkitler
III.FIKHİ
TEFSİRLER
A.Konusu ve
Gayesi
B.Kaynakları
C.Önemli
Bazı Fıkhi Tefsirler
1.İmam Şafi
(ö.204/819),Ahkamu’l-Kur’an
2.el-Tahavi
(ö.321/933) Ahkamu’l-Kur’an
3.el-Cessas
(ö.370/980), Ahkamu’l-Kur’an
4.el-Kiya
el-Herrasi (ö.504/1110), Ahkamu’l-Kur’an
5.Ebu Bekr
İbnu’l-Arabi (ö.543/1148), Ahklam’ul-Kur’an
6.el-Kurtubi
(671/1272), el-Cami’li ahkami’l-Kur’an
IV. İlmi
Tefsirler
A.Tanımı
B.Ortaya
Çıkış ve Gelişmesi
C.İlmi
Tefsire Karşı Çıkanlar
V.İçtimai
Tefsirler
A.Kurucusu,
yöntemi ve Amacı
B.Diğer
Temsilcileri
1.Olumlu
Eleştiriler
3.Olumsuz Eleştitiriler
VI.Modernist
Tefsirler
A.Modernist
Tefsirin Amacı
B.Modernst
Tefsir Yöntemleri
1.Klasik
Modernist Tefsir
2.Çağdaş
Modernist Tefsir
SONUÇ
KAYNAKÇA
GİRİŞ
Bu Özet
çalışmamızda bir biriyle bağlantılı olan, hatta birbirine geçmiş ve adeta birinin
Varlığı diğerine bağlı olan islami ilimlerden; teşri'i, tefsir ve hadis
tarihlerini özetlemeye ve kıyaslamaya çalıştık.
Aslında bütün islami ilimlerin ne denli bir
birini besleyip desteklediğini kısa kısa izah edeceğiz.
أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
Geleneğimizde
İslam, ibrahim 14/24 ayetinden de esinlenerek bir ağaç benzetmesiyle
anlatılmıştır. O, Kökleri Kur'an ve
vahiy ilişkisi ile sapasağlam zemine dayanmış, Fıkıh ve usulü ile gövdesi
yükselmiş, Dalları göğe ağmış(furu'u Fıkıh) her an meyve vermeye duran
görkemli, ulu bir ağaç gibidir. Bu ağacın Kökleri inançlarımız yani
kelam,gövdesi temel kabullerimiz ilke ve esaslarımız yani usul ilimleri,
Dalları yapıp ettiklerimiz fıkhın
muamelât kısmı,meyvesi de erdemlerimiz.
Bunların tamamı bir bütündür ve birbirinden
ayrılması mümkün değildir.işte bu bütün, ilmin konusu olunca yani insanlar bu
bütünü anlamaya, kavramaya, yaşama ve yaşatmaya, nesilden nesile aktarmak için
öğretme yoluna gidince ilk önceleri bu bütünü anlama çabaları olan Fıkıh,
tefsir ve Hz.peygamberin hayatı olan Sünnet, giderek zenginleşmiş, buna bağlı
olarak bölünüp parçalanarak diğer islami ilimler ortaya çıkmıştır.
Örnekte ağacın tutunduğu zemin insanlık
Dünyamız,köklerin taşıdığı Şeyler, insanlığın özündeki cevherlerimizdir. Bu ulu
ağaç vahiyle sulandıkça özündeki cevherler ortaya çıkmaktadır.
Vahy-i
temsil eden Kur'an ve sünnettir. Hz. Peygamber Döneminde Müslümanlık bilgisi,
doğrudan kendisinden alınıyordu. Kur'an ve onun tek yorumlayanı Hz. Peygamber
idi. Onu Ölümünün ardından vahiy kesildi, ama onun emaneti olan Kur'an ve
Sünnet Yorumları ve ilimleri inananlara emanet olarak Kıyamete kadar devam
edecektir.
İşte bu ağacın, yetiştiği yani islâmın geldiği
muhiti bilmek, bu ağacı ve hakikatını bilip anlamak adına, Asrı saadet ve Hicri
birinci, ikinci asırları tanımak bir zaruret olarak önümüzde duruyor.
FIKHIN
TANIMI
“fıkıh” sözlükte: Bir şeyi iyice
akletmek, derinlemesine kavramak demektir. Bu şekildeki sözlük anlamıyla Kur’an
da on dokuz yerde geçmektedir. Fıkıh kelimesi zamanla özel anlam kazanmış ve
bir ilim dalına özel ad olmuştur. Bu suretçe kazandığı ilk özel anlam’’ bir
bütün olarak dini yerli yerince ve doğru biçimde anlamadır.’’“Allah kimin
hakkında hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar” (buhari, ilim 10) hadisi
şerifinde
قا ل النبي (صلى الله عليه وسلم) : من يرد الله به خيرا يفقه في الدين
Tevbe
suresi(9/122) de “ li yetefekahu fiddin” ayeti kerimede dini bir bütün olarak
anlama ve kavrama manası kasdedilmiştir. Zaman içinde “din” kelimesi olmadan da
bu anlam fıkıh kelimesiyle fıkıh kelimesiyle ifade edilmeye başlamış ve böylece
terim halini almıştır. “Fıkıh, Şer’i delillerden istinbat olunan hükümlerin
heyet-i mecmuasıdır.(Müberred, el Kamils.529) Şer’i dini delillerden hüküm
çıkarana fakih denir ki bugünkü hukukçu karşılığıdır. Fıkıh, kulun hem Allah’la
hem insanlarla münasebetini tanzim eder.”
A – İmam Ebu
Hanife’nin Fıkıh Tanımı
Bir ilim
dalı olarak fıkhı ilk tanımlayan İmam-ı Azam’dır.
معرفة النفس ما لها و ما عليها(عملا)
diye tarif
etmiştir. Yani fıkıh ‘’kişinin yararına ve zararına olan şeyleri bilmesidir.’’
Bu tarif inançtan ahlâka çok kapsamlı bir alanı içine alır. Fakat zaman içinde
uzlaşma ve alan ayrışması kaçınılmaz olunca fıkhın tanımı ve içeriğinde de bir
daralma meydana gelmiştir.
Bu dönemde İmam Ebu Hanife’nin takipçileri bu veciz tanımı(amalen) kaydını
ekleyerek fıkhı ‘’ gündelik davranışlarımıza ilişkin yararlı ve zararlı olanı
bilme’’ şeklinde sınırlandırmışlar ve böylece inanç ve ahlâk konuları fıkıh
tanımının dışında kalmıştır. Bu tarifi hukuk alanına indirgeyerek ‘’kişinin hak
ve vazifelerini bilmesidir.’’ Şeklinde ifade edebiliriz.
B – İmam Şafi’nin Fıkıh Tanımı
“gündelik davranışlarımıza ilişkin
dini hükümleri sahip olunan meleke ile özel delillerinden çıkararak bilmektir.
الفقه : العلم بالأحكام الشرعية العملية المكتسب من ادلتها التفصيلية
Bu tanıma
göre fıkıh bir insana ait özelliktir ve zamanla kazanılan meleke ile özel
delillerden yapılan çıkarımlarla elde edilen ilimdir. Fakih’te delillerden
hareketle herhangi bir konuyla ilgili dini hükmü ortaya koyabilme yeteneğine sahip
kimsedir. Bu anlamda fıkıh ile içtihat, fakih ile müçtehit eşanlamlıdır.
Mecelleye Göre Fıkhın Tanımı
Zamanla fıkhın bu anlamı da değişime
uğramış ve insan özelliğinden akıp salt dini hükümlere ait bilgi hâlini
almıştır. Mecellede de “Mesa’il-i şeriyye-i ameliyyeyi bilmektir.”
Şeklinde tarif edilmektedir. (Madde 1)
Hatta zaman zaman öznesinden bağımsız olarak “dini hükümler” içinde fıkıh
terimi kullanılır olmuştur. “Fıkıh kitabı” tabiri bu sonuncu anlamda
kullanılmaktadır. En yaygın fıkıh tabiri ise şudur: “Ahk’am-ı şeriyyeyi
ameliyyeyi tafsilatlı bir surette
delilleriyle bilmektir.” Ameli ve fer’i meselelerin hükümlerinin delillerden nasıl istinbat edildiği usl-u
fıkhın konusudur.
Genel Olarak
Fıkhın Konusu ve Sistematiği
Fıkhın asıl
konusunu kişinin iradesiyle yapmış olduğu eylemleri oluşturur. Ayrıca insanın
fiilerine ilişkin olan doğa hadiselerini de ele alır. Sözgelimi insanın namaz
kılması için vaktin girmesi zekat vermesi için nisab miktarında bir mala sahip
olması, bir yakınına varis olabilmesi için o kişinin ölmüş olması gibi şart
sebeb ve mani olarak bilinen konularla da ilgilenir. Kişinin kendi iradesiyle
yapmış olduğu fiilin geçerli yada
geçersiz olması sonradan düzeltilme imkanına sahip olup olmaması gibi sonuçları
ile de ilgilenir.
Dini
hükümler, usul-i din ve füru-i din olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i din itikat meselelerini de kapsar.
Füru-i din
meseleleri de dört kısma ayrılır.
İbadat,
muâmelat, ukubat, münekehât ve
müfârakât. Bu taksimin esası Mecellede 1. Maddede açıklandığına göre …
a) İbâdat,
insanın ahirete ait işleri ibadetleridir. Kulun Allah’la münasebetleridir.
b) Muamelât,
insanların arasındaki münasebetleri tanzim eden hükümlerdir.
c) Münekehât
ve Müfarakât(evlenme ve boşanmalar), aile hayatının tanzimidir.
d) Ukubât(cezalar),
emniyet ve asayişi temin için suçluların cezalandırılmasını içerir.
İnsanların kendi iradesiyle yapmış olduğu
fiiller Allah ile olan ilişkiler bağlamında olduğunda ibadetler adını alır.
Fıkhın ilk
ve en önemli konusu budur. İbadetlere ön hazırlık için yapılması gereken
temizlik işlemleri ibadetlerden önce ele alınır. En önemli temizlik olarak da
su ile ilgili konular fıkıh kitaplarında önce gelir. Bundan sonra taharetlenme,
abdest alma boy abdesti Teyemmüm ve daha sonra da ibadet konuları ele alınır.
İbadetlerden sonra çok önem verilen aile kurumu, oluşması evlenme-nikah ve sona
ermesi(boşanma-tefrik ve talak) konuları işlenir. Daha sonra gündelik
hayatımızda insanlarla sürdürdüğümüz ilişkiler, alış veriş, kira, rehin gibi
konular “muemalat” adı altında ele alınır. Bir kimsenin başka birinin malına
canına karşı işlemiş olduğu suçlar ise ukubat adı altında işlenir. Nihayet
insanını ölümü ve mirası ile ilgili konular vasiyet ve miras başlıkları altında
işlenir. Son devrin fıkıh kitabı ibn-i Abidin de şöyle taksim yapılmıştır.
Fıkıh
1- İtikat
2-
Âdâb(Ahlâk)
3- İbadât
a- Namaz
b- Zekat
c- Oruç
d- Hac
e- Cihad
4- Muamelât
a-
Muavezat-ı maliye(ivazlı akitler)
b-
Emanet(vedia)
c- İzdivac
d-
Muhakemat(yargı)
e- Miras
5- Ukûbat
a- Kısas
b- Sirkat
c- Zina
d- Kazif
e- Riddet
hadleri
Çağdaş
yazarlarda sistematik şu şekilde belirlenmektedir
1- İbadetler
2- Ahval-i
şahsiyye
3- Muamelât
4- Ukubat
5- Ahkâm-ı
sultaniyye
6-
Siyer(devletler hukuku)
7- Adâb
Fıkıh ve
Diğer İslam Bilimleri
A- Fıkıh ve
Fıkıh usulü
Fıkhın en
ilgili olduğu ilim fıkıh usulüdür. Çünkü fıkıh, onun üzerine kuruludur. Fıkıh
usulünün varlığı ve tedvini düşünceye nisbetle mantık ilminin tedvinini
andırır. Buna göre fıkıh usulü varlık olarak fıkıhtan önce, tedvin olarak ise
ondan sonradır.
Fıkıh usulü
üç anlama gelmektedir.
1- Fıkhın
temelleri ilke ve esasları : Fıkhı bir yapıya benzetirsek bu binanın temelleri,
burayı taşıyan sütun ve kolonları mesafesinde olan kısımlarına, fıkıh esasları
anlamında fıkıh usulü denir. Buna göre fıkıh usulü fıkhın bir parçasıdır, ondan
ayrı düşünülemez. Zarurat-ı diniyye denilen, dinin olmazsa olmazlarını
oluşturan kısımlarına karşılık gelir. Namaz, oruç, zekat ve haccın farziyeti,
alış verişin helâl, ribânın haram oluşu
gibi
2- Fıkhın
Kaynakları: Bu anlamıyla fıkıh usulü, ‘’herhangi bir fıkhî hüküm, hangi
kaynaklardan alınır? Sorusunun cevabı ile uğraşır. Bu manada fıkıh usulü fıkhın
bir parçası değil ayrı bir varlığı olan bilim dalıdır.
3- Fıkha
ulaştıracak yol ve yöntem bilim(metodolojisi) hangi yöntemlerle sağlıklı
sonuçlar elde edileceği, kaynaklardan
nasıl hükümlerin çıkarılacağı konularını ele alır, işler.
Fıkıh Usulü
Konusu
fıkıh usulü
dini hükümleri ele alır, bunun doğal sonucu olarak bu hükümlerin çıkarıldığı
kaynaklar, kaynaklardan hüküm çıkarma metotları ve nihayet bu işi yapacak olan
müçtehit üzerinde durur.
Fıkhın Amacı
En genel
ifadesi ile ‘’dünyada salah, ahirette felah’’ olan maksadlar şu şekilde
sıralayabiliriz.
1- Zoraki
kulluktan gönüllü kulluğa ulaşmanın yollarını hazırlamak
2- Zararımıza
ve yararımıza olan şeyleri bilerek dünyada mutlu bir hayat imkanı sağlamak
3- Vazife
ahlâkını yerleştirmek
4- İnanç
temelli davranış ve kalıpları oluşturarak, ahenkli huzurlu ve istikrarlı bir
toplum oluşturmak
5- İnsanlar
arası ilişkileri yaratılışta eşitlik ve inançta kardeşlik esasına oturtmak
Dini
Hükümlerin Gayesi
Hükümlerde,
kulların maslahatına olarak şu beş amacın gerçekleşmesi hedeflenmiştir.
1- Can
emniyeti muhafaza-ı nefs: Dinimizde insan mükerremdir, hayat hakkı masundur.
Hayat hem haktır hem vazifedir. Canı korumak malı korumaktan daha öndedir.
2- Mal
emniyeti: islam şahsi mülkiyeti esas bir hak olarak tanır. Mülkiyet, meşru
yolla elde edilir. Çalmak, gasp, yağma gibi gayri meşru kazançlar haramdır.
3- Dinin
muhafazası(vicdan hürriyeti): İslamiyet nazarında din en kutsaldır. Vicdan
hürriyeti de esastır. لا إكراه في الدين(bakara 256) ‘’dinde zorlama yoktur.’’ Kafirlerle düşmanlıkta
tecavüzlerinden dolayıdır. İmanın muhafazası ibadetlerin teklifiyle olur.
4- Aklın
muhafazası: akıl teklife vasıtadır. Kişinin tasarruf ehliyeti aklının olmasına
bağlıdır. İslam bu sebeple aklın muhafazası için gerekli hükümleri
vazetmiştir.Aklı zehirleyen her şey yasaklanmıştır. İçki uyuşturucu yanında
falcılara kahinlere inanmak da yasaklanmıştır.
5- Neslin
muhafazası: neslin muhafazası için aile kurmak, nikah meşru kılınmış, zina
haram kabul edilmiştir. İnsanın ırz ve namusu şerefidir. Din bu hakları korumak
için hükümler koymuştur.
Fıkhın
Tarihçesi
1- Fıkhın
Doğuşu
Dini anlama
ve yorumlama çabası olarak fıkıh en baştan beri vardı. Peygamberimiz (sav)
gelen vahiyleri tam bir inançla okuyor, açıklıyor, öğretiyor ve özenle
uygulamaya koyuyordu. Sahabeler dini hükümleri daha çok görerek öğreniyorlardı.
Kendisi bunu tavsiye ediyordu. صلوا كما رايتموني أصلي ‘’beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız siz de öyle
kılın.’’(Buhari ezan18). Namaz vakitlerinin ilk ve son anlarını Hz. Peygambere
birbirini takip eden iki gün içinde bizzat Cebrail (as) uygulamalı olarak
öğretmişti.(buhari bediulhalk-6). Hz.Peygamberin vefatından sonra ise çözüm
bekleyen yeni meselelerle karşılaşılmış, bakış açısı farklılıkları, zaman ve
mekan özellikleri gibi sebeplere, problemlere karşı oluşturulması gereken dini
cevapların farklılaşmasına yol açmıştır.
İslam
öğretisi zaman içinde bir çekirdekten kocaman bir ağacın oluşması gibi muazzam
bir islam medeniyetine dönüşmüştür. Bu arada fıkıh ve fıkıh usulü belli
aşamalardan geçmiştir.
A- Hz.
Peygamber Devrinde Fıkıh
Hz peygamber
Dönemi Teşri açısından iki kısma ayrılır. On üç yıl süren Mekke ve on yıl süren
Medine dönemi.
1- Mekke
Dönemi
Bu dönemde
inen ayetler daha çok iman ve ahlak konularına dairdir. Kuran hicretten önce on üç boyunca şirk ve
delaletle mücadele ederek ruhlara hidayet yolunu açmaya çalıştı. Ahkamın teşri
u vazı hicretten sonra oldu. Hicretten önce teşri edilen ayetler akideyi
korumak içindir. Allah adı anılmadan kesilen hayvanların ve leşlerin yasak
edilmesi bu kabildendir. Aslında 6236 ayetten ahkama dair olanlar 200 veya 300
kadardır. Çoğu akideye dairdir.
2- Medine
Dönemi
Bu dönem ise
teşri tarihi açısından çok önemlidir. Bireysel alanda olduğu gibi kamusal
alanda da çok önemli düzenlemelere gidilmiş bir çok alanda hükümler
verilmiştir. Bu dönemde teşride en önemli özellik tedriciliktir. Yani toplumun
hazır olmadığı noktalarda nihai hüküm bir anda verilmemiş zaman içinde peyder
pey oluşturulma yoluna gidilmiştir.
Mesela içki
üç dört aşamadan sonra tam olarak yasaklanmıştır. Riba yasağı en son inen
hükümlerdendir. Bu devirde teşri vahiy yoluyladır. Meydana gelen hadiseleri ele
alır. Olmamış şeyleri ele alarak hüküm vermez. Takdiri hüküm yoktur.
Bu devri
özetlersek;
1- Bu
devirde teşri vahye dayalıdır, Kuran esastır.
2- Hz
peygamberin(sav) sünnetleri Kuranı izah eder.
3- Hz
peygamber(sav) bazı konularda kendi rey ve içtihadıyla hüküm vermiştir.
İçtihadın hataya da sevaba da ihtimali vardır. Tebük seferinde münafıklara izin
verilmesinde tevbe suresinde عفى الله عنك لم أذنت لهم (tevbe, 43)buyruluyor. Bu da
içtihatta hatanın affedileceğine işarettir. Peygamberimizin içtihadı ümmetine
içtihadı telkin ve talim, irşat ve temrin içindir.
B- Sahabe ve
Tabiin Devrinde Fıkıh
Hz. Ebubekir
dönemi kısa sürmüş bir dönemdir. Bu dönemde namaz ve zekatı kabul etmeyenlerin
başkaldırmaları ile mücadele edilmiştir. İrtidat hadiseleri dediğimiz bu
olayların bastırılması ve birliğin yeniden sağlanması yanında Kuranın toplanıp
Mushaf haline getirilmesi de bu dönemde başarılmıştır. Bu dönemde Müslümanlar
yabancı kültürlerle karşılaşmışlardır. Bunların bir kısmı Müslüman olmuş bir
kısmı ise eski inancı üzerine yaşamaya devam etmişlerdir. Dini merkezler Mekke
ve Medine’den uzakta Kufe ve Füstat gibi yerleşim merkezleri kurulmuştu. Bu
dönemin en önemli fıkıh faaliyeti Şura içtihadı olmuştur.
Hz Ömer
Medinede ileri gelen sahabelerin Medineden çıkmalarını yasaklamıştır. Önceden
hükmü bilinmeyen bir olay olduğunda bu içtihat ehliyeti olan sahabeleri toplar,
konuyu onlara açar, görüşlerini alır ve müzakere sonucu verilen kararı
uygulardı. Bu anlayış icmanın (dini bir konuda uzlaşı) oluşmasına ve fıkhın
temel kaynaklarından kabul edilmesine zemin hazırlıyordu. Bazen alınan kararlar
Peygamberimiz (sav) döneminde uygulananlardan farklı oluyordu. O dönemdeki sade
hayatta bu karışık dönemin karmaşık hayatı farklı uygulamaları gerekli kılabiliyordu.
Mesela Hz Peygamber döneminde elde edilen taşınmazlar savaşa katılanlar
arasında paylaştırılırdı. Hz Ömer karşı çıkanları ikna ederek bunu değiştirdi
ve yeni bir toprak hukuku sistemi oluşturdu. Kıtlık yıllarında hırsızlık gibi
suçların cezalarını uygulamadı. Atlardan da zekat aldı.
Müellefi
kulub denilen kalpleri islama ısındırılması istenilen bu zümreye Hz
Peyagamberimiz zekattan bir fon ayırırdı. Hz Ebubekir döneminde Hz Ömerin
müdahalesiyle bu uygulamaya gerek kalmadığı gerekçesiyle onlara ayrılan mallar
verilmez oldu. Genel ahlakın bozulmaya başlayabileceği endişesiyle bazı cezalar
artırıldı. İlk hapishane açıldı. Yanlarına bırakılan emanet malların zayi
olmasından esnaf sorumlu tutulmaya başlandı. Ekonomik gelişmeler dikkate
alınarak diyet, nisap giibi konularda yeni ayarlamalar yapıldı.
Özet olarak;
1- Ashab
şura esasına riayet ederdi
2- Kibar-ı
ashab bir arada bulunduğundan icma kolaydı.
3- Hadis
rivayeti azdı. Hz Ömer ve Hz Ali hadis rivayetini gayet sıkı tutardı.
4- Olmuş
vakalar ele alınır. Mesele farz ve takdir etmezlerdi. Bu sebeple ihtilafa az
düşerlerdi.
Ashabın
Fukahası
Yedi fakih
dediğimiz sahabeler meşhurdur.
1- Hz Ömer
(ö.23 h)
2- Hz Ali
(ö. 40 h)
3- Abdullah
ibni Mesut (ö.32)
4- Hz Aişe
(ö.58)
5- Zeyd ibni
Sabit (ö.55 h)
6- Abdullah
ibni Abbas (ö.66 h)
7- Abdullah
ibni Ömer (ö.74 h.)
Bunlar en
büyükleri, başta gelenleridir. Abdullah
ibni Ömer de en çok fetva verenleridir. (o.keskinoğlu s 60-61)
Sahabe ve
Tabiin Döneminde Fıkhî Yaklaşımların Ortaya Çıkışı ve Karakteristik Özellikleri
Fetihlerle beraber sahabelerin çoğu yeni kurulan yerlere ve fethedilen şehirlere gitmişlerdi. Buralarda
islamın öğreticiliğini, tebliğini yapıyorlardı. Mesela yeni kurulan Kufe
şahrine emir olarak Ammar b. Yasir, kadı ve öğretmen olarak İbni Mesut
gönderilmişti. Hz Ali de hilafet merkezini buraya taşımıştır. Sahabeler
gittikleri yere dağarcıklarındaki ilimle gidiyorlardı. Bu ilim öncelikle Kuran
ve Sünnet ve bunun yanında kendi reyleri vardı. Rey, bir alimin kuran ve sünnet penceresinden baktığında
görmüş olduğu şey demektir.
Hilafet
merkezli ihtilaflar sonrasında Müslümanlar üç fırkaya ayrıldılar.
1- Harîciler
2- Şia
3- Ehl-i
sünnet
Ehli sünnet
dediğimiz mutedil fırka da fıkıh meselelerini inceleme ve çözme konusunda takip
ettikleri usule göre ikiye ayrıldılar. Bir kısmı nassların illetlerini
inceleyip kıyas yoluyla hükümler verme yolunu tutmuşlardır. Bunlara ‘rey ehli’
denmiştir. Diğer kısmı da sadece naslara bağlı kalmışlardır. Bunlara da ‘hadis
ehli’ denmiştir. Ehli hadisin merkezi Medine idi. Onu için bunlara hicaz
fukahası da denir. Ehli reyin merkezi Irak olduğu için Irak fukahası olarak
adlandırılırlar.(o.keskinoğlu s 62)
Küfe Rey
Ekolü
Küfeye gelen
ibni Mesud, küfede özel meselelerle karşılaşmış ve bu problemlere sahip olduğu
ilimle cevaplar bulmaya çalışmış ve başarılı olmuştur. Küfe ekolü Abdullah ibni
mesut’un açtığı yolda yürümektedir. İbni mesut da Hz. Ömer yolunda dır.
Hz. Ömer ile aynı meslek ve meşrepteydi.
Görüş ve düşünceleri, değerlendirmeleri birbirine çok yakındı. Böylece ibni
Mesut Hz. Ömer’in fıkhını küfeye taşımış oluyordu.
İbni mesut
sürdürdüğü resmi vazife yanında dini faaliyetlerde rey ağırlıklı tefsir ve
fıkıh mektebinin ve kıraat ilminin temellerini atmıştır. Bu ekolün
temsilcileri: ibni mesut,Alkame b. Kays en Nehai, İbrahim en Nehai, Hammad b.
Ebi Süleyman ve Ebu Hanife idi.
Hicaz Ekolü
Küfe ekolü
ile eş zamanlı olarak medine merkezli hicaz bölgesinde ‘eser’ ağırlıklı bir
ekol oluşmaktaydı.
Eser; Hz Peygamberin hadisleri ile sahabe ve
tabiinlerin fetvalarıdır. Bu zatların içinde bulunduğu ortam Hz peygamberden
miras kalan ortamdı ve şartlar ve ihtiyaçlar benzerlik arz ediyordu. Bu
sebepten çok fazla reye ihtiyaç duyulmamıştı. Bu ekolün temsilcileri(mutedil
eserciler); Şu'be, Ma'mer b. Raşit, el
Leys b Sad, Abdullah b. Mubarek, Ebu Avane ibn Lehia, Süfyan b. Uyeynedir. İmam
Malik bu ekolde yetişmiş fakat reye de önem vermiştir. Bu ekolün aşırı
taraftarlarının tutumları zahirilikle sonuçlanan mezhep anlayışına götürmüştür.
Davud b. Ali Ez Zahiri en önde gelenleridir. İbni Hazm'ın elinde
sistematikleşmiştir.
Fıkhın
Oluşumunun Tamamlanışı ve Mezheplerin Ortaya Çıkışı;
Hz
peygamberin ölümünün ardından bir buçuk asırlık bir zaman geçtiktiğinde geriye
baktığımızda bunca yetişmiş alimin yoğun ilmi faaliyetleri sonucunda büyük bir
fıkıh mirasının oluştuğunu görmekteyiz. Alimler çoktu ama içlerinde bazı
temayüz edenler vardı. Bunlar birbirine geçmeli halkalar gibi ilim zincirleri
halindeydi. Bu zincir halkaları ilk önce şehirler düzleminde oluştu. Sonunda
oluşan bu zincirler adeta fıkıh halkası ihtiyacı oldu. Ebu Hanifeler,
malikiler, bunun için yaratılmış gibiydiler. Onlar biz imamız demediler fakat
attıkları adımlar, yaptıkları işler onları fıkıh dünyasının en büyük imamları
yapmıştı.
Ebu
Hanifenin en büyük talebesi Ebu Yusuf Abbasi döneminde baş kadı olmuş diğer
talebelerinin bir çoğuda diğer şehirlerde kadı olmuşlardı. Ancak onlar
mahkemelerde kendi reyleri ile değil, İmam-ı Azam ekolünde öğrendikleriyle
anlaşmazlıkları çözmekteydiler. Küfe ve Irak için anlatılanlar Medine gibi
diğer İslam merkezleri içinde geçerliydi. Mesela İmam Malikin oluşturduğu fıkıh
müdevvenatı, başta medine olmak üzere çevre olarak daha çok benzerlik gösteren
Mısır ve Kuzey Afrika’da, daha sonrada Endülüste duyulan mevzuat (pozitif hukuk)
ihtiyacını karşılayacaktı.
Hukuk
Mevzuatına Duyulan İhtiyacın Mezheplerle Karşılanması:
İmamların
karizması altındaki bu oluşumların, bölgesel mahiyette hukuk ihtiyacını
karşılaması mezhep olgusunu ortaya çıkarmıştır. Artık kadılar o bölgede olan bu
mezheplere göre hüküm vermek zorundaydılar. Bu gidişat devrin hükümdarları
tarafından da destekleniyordu. Üstelik bu sonuç resmi bir çaba sonucu değil
tamamen sivil ve kendiliğinden gerçekleşiyordu. Öbür taraftan koskoca İslam
ülkesini mahalli renkler taşıyan tek bir fıkhi okul içine doldurmanın imkanı
yoktu.
Belli bir
mezhebe bağlı kalma içinde teminat anlamı taşımakta yargının siyasallaşması
önünde bir engel olarak görülmekteydi. Çünkü hüküm kadıyla kalmıyor önceden
mezhepçe belirlenmiş oluyor böylece yöneticilerin müdahalesi mümkün olmuyordu.
A- İmam Ebu
Hanife
Küfe Rey Ekolü ve Hanefi Mezhebinin
en önemli özelliği şuydu:
1- Nassın
bulunmadığı yerde istihsan ve kıyasa dayalı rey içtihadına başvurması
2- Sahih
olduğu kesin olarak bilinmeyen hadisler yerine içtihadın tercih edilmesi
Ebu Hanife
mezhebinin itikatta da öncüsüdür. Daha sonra gelen el Maturidi onun inancı
sistemleştirmiş Maturi'dilik mezhebini tesis etmiştir.
B- İmam
Malik ve Mezhebi
Kaynak
sıralaması kitap, sünnet, icma, kıyas şeklindedir. Ancak o, ahad yolla gelen
hadislerde (amel-i ehli Medine) Medine halkının uygulamasına ters düşmemek
şartıyla delil kabul eder, aksi halde kabul etmezdi. Mesalihi murseleyi dikkate
alması fıkhının karakterestik özelliklerindendir.
C- İmam
Şaafii ve Mezhebi
Irakta iken yazdıkları eserlerine mezhebi
kadîm, Mısıra yerleştikten sonra yazdıklarına ise mezhebi cedid denilmiştir.
İçtihat usulü özetle şöyledir:
Delillerden
kitap ve mütevatir sünnet en önce gelir. Hem zahir hem batında hakkı temsil
eder. Sonra ahad sünnet(haber-i vahid)gelir. Sadece zahirde hakkı temsil eder.
Derece itibariyle daha sonra icma vardır. Sahabe fetvaları da deliller
arasındadır. Kıyas en son gelir. Kıyasın ahad da olsa haberden önce esas
alınması caiz olmaz. İstihsanı, maslahatla amel etmeyi, ameli ehli medineyi
sübjektif, Zayıf karakterde oldukları ve
sünnetin terkine yol açabileceği gerekçesiyle delil kabul etmez.
D- İmam
Ahmed ve Mezhebi
İmam Şafiin
talebesidir. Büyük bir hadis alimidir. O yüzden onu mezhep imamı olarak
görmeyenler de vardır. Ona göre esas alınması gereken kaynaklar kuran ve
sünnettir. Ancak uydurma olduğu sabit değilse sahih olmasa da kıyas ve reye
tercih eder. Kıyasa zaruret halinde girer. Buna mukabil, bir şeyin bulunduğu
hal uzeri kalması ilkesi olan istishab delilini çokça kullanır. Haram kılıcı
bir delil olmadıkça eşyanın mübah olması berayı zimmetin yani kişinin
ispatlanmadıkça suçsuz ve borçsuz olmasının asıl olması bu ilkenin sonucudur.
E- Şia ve
Caferi Mezhebi
Şianın
günümüze uzanan üç büyük fırkasından biri Zeydiye mezhebidir. Yemende
revactadır. Görüşleri Hanefi mezhebine çok yakındır.
İkinci fırka
İsmailiyye koludur ve aşırılığa kaçmıştır. Şianın en büyük kolu, akaitte ve
fıkıhta Caferilerdir. İsna aşeriyye ve imamiyye adlarıyla da anılır.
Delil olarak
kitap,sünnet, icma ve akıl kullanır. Sünnet ve icma delilleri Sünnilerinkinden
farklıdır. Sünnete Hz Peygamberin yanında masum olan on iki imamın söz, fiil ve
amelleri de dahildir. İcma da onların icmasıdır. Her şey onlara bildirildiği
için reye ve kıyasa gerek yoktur.
F- Zahiriye
Mezhebi
Yaklaşımlarının
esası kitap ve sünnetin zahirine dayanma anlayışıdır. Kaynakları:
1- Nass 2-
İcma 3- Bu ikisinden alınan delillerdir.
HADİS TARİHİ
Hadis tarihi; Hadislerin kaynağı olan
hazreti peygamberle başlayıp günümüze kadar devam eden yaklaşık 15 asırlık bir
zaman dilimini kapsamaktadır. bu kadar uzun bir süreyi bir bütün olarak
incelemenin zorluğu ise ortadadır. bu
durum ilk dönemlerden itibaren hadis tarihinin farklı kriterler esas alınarak
dönemlere ayrılarak incelemesini gerekli kılmıştır. ibni sa'd'ın "et-
tabakatül kübra'sı"halife bin Hayyat'ın "kitabıt tabakat'ı" gibi
konuyla ilgili eserler de önceki dönemler tabaka esaslı incelenmiştir. daha
sonra hadis ricali ve hadis usulü eserlerinde aynı yöntem takip edilmiştir.
hadislerin naklinde ve hazreti peygambere aidiyetini tespitte isnadın son
derece önemli olduğunu düşünen ilk dönem âlimleri, raviler arasındaki hoca
talebe ilişkisi ve isnatların ittisalini araştırmada sağlayacagi kolayligi da
dikkate alarak hadis tarihini sahabe, tabiin, tebei tabiin şeklinde tabaka esaslı
ayrıma tabi tutmuşlardır.
Bu ayrıma
göre yaklaşık ilk dört asırlık dönemi
mutekaddimun sonraki dönem için müteahhirun olarak isimlendirilmektedir.
buna göre isnatlı bilgilerin bulunduğu ilk dönem mutekaddimun, hadis ve hadis
ilmi ile ilgili bilginin senetsiz olarak nakledildiği dönem müteahhirun olarak
kabul ediliyor.
Hadis tarihi
ile ilgili tabaka, nesil, literatür merkezli yapılan çalışmaların yeterli
olmadığını belirten Mehmet Emin Özafşar ise hadis tarihinin oluşum dönemi,
gelişim dönemi, açılım dönemi, daralma dönemi, yeni dönem dönüşüm dönemi olmak
üzere beş ayrı dönem olarak incelenmesi gerektiği görüşündedir. ilk Dönem
alimlerinin hadis tarihini genelde râvi merkezli tabaka, mütekaddimun,
mütaehhirun, şeklinde ayrıma tabi tutarak İncelemeleri son Dönem Çalışmalarını
da etkilemiştir. dolayısı ile son dönem yazılan eserlerde hadis tarihi
genellikle nesil ve literatür esaslı ele alınarak ilk dört asırla sınırlı
bırakılmıştır .Bu ayrılmada hadis tarihinin gelişiminde kişi ve nesillerin
katkılarını, rivayet esnasında kullanılan yöntemi ortaya koymakla birlikte
siyasi ,sosyal, kültürel şartlarla ekollerin hadis anlayışına yeterli yer
verilmemiştir .
hadis tarihini önce :
1 - rivayet
dönemi , Hz peygamber den yaklaşık hicri beşinci asrın sonlarına doğru olan
zamanı kapsıyor .
2 - nakil
dönemi, hicri 6. asırdan miladi 18.asrin başlarına kadar olan zamanı kapsıyor.
3 - son
Dönem, miladi 18.asirdan günümüze kadar geçen zamandır .
RIVAYET
DÖNEMİ
Hicri birinci ve ikinci asırlar
Hadisin sonraki nesillere aslına uygun
naklini sağlamak için konan kuralların
temellerinin atıldığı dönemdir.
A. Hz peygamber dönemi
Tebliğ görevinin yanında tebyin
vazifesinin de bulunduğunu Hz.
Peygamber kendisi ifade etmiş ve sözlerini kendisinden duyanlar orada
olmayanlara ulaştırmalarını istemiştir.
muhataplarının büyük bir kısmı okuma yazma bilmediği için Hz. Peygamber sadece Kur'ân'ı vahiy katiplerine
yazdırmış,kendisine ait bilgilerin ise Kur'an la karışması ihtimalin den dolayı şifahi olarak aktarılmasını teşvik
etmiştir.
B. Sahabe dönemi
Sahabeler
bir taraftan Hz peygamber den rivayette hataya düşmemek diğer taraftan da
yapılan hataları düzeltmek amacı ile bir kısım kurallar geliştirmişlerdir.
ancak kaynaklarda anlatılan örneklerden hareketle bu kuralların sistematik
olarak işletildigini söylemek mümkün değildir.
Bu kurallar:
1 -hadis
rivayetinde ihtiyatlı davranmak.
Sahabeler
bazen ilk defa duydukları, daha önce bilmedikleri Hz peygamber e ait bilgiler
kendilerine ulaşınca bunun doğruluğunu araştırırlardi.
2 - az hadis
rivayet etmek
sahabe
ihtiyaç ve zaruret olmadıkça her duyduğu ve bildiği hadisi rivayet etmemeye gayret
göstermiştir .
3- hatalı
rivayetleri düzeltmek
Sahabeler
bir birlerinin eksik duyma,unutma vs. gibi sebeplerle eksik rivayet edilen veya
ettikleri bir hadis varsa onu duyunca düzeltiyorlardi.
4 -
hadisleri müzakere etmek
Hz
peygamberin ilk başta kuran la Karışma endişesi ile yasakladığı hadis yazma işi
sonradan zaruret olunca ezber yoluyla muhafaza edilen hadisler
hafızalarinda tazelenmesi için müzakere
ihtiyacı duymuşlardir.
5-
hatırlamak amacı ile hadisleri yazmak
C. Tabiîn ve
Tebe-İ Tabiîn Dönemi
Hz.
peygamberin sahabesini Müslüman olarak görenlere TABİÎN denilir. Yaklaşık 170
yıl sürmüştür. Miladi 651/796 Yılları arası dönemdir. Tebeî TABİÎN Sahabeden
herhangi birini Müslüman olarak gören ve Müslüman olarak Ölene denilir. TABİÎN
den sonra gelenler kaydedilir. Hicri 110/220 Yılları Arasını kapsar.Bu dönemde
sahabe Döneminde olmayan birtakım siyasi, sosyal, kültürel faliyetler ortaya
Çıktığı için hadis rivayeti ile alakalı yeni bir takım kurallar koymak gerekli
olmuştur.
1- siyasi ve
sosyal gelişmelerin hadis ilminin oluşumuna etkisi
Hz Osman'ın
şehadeti, cemel ve sıffin gibi vakaların neticesi ortaya çıkan siyasi ve
itikadi mezhepler guruplar ve bunların mensupları kendi görüşlerini
desteklemek, karşı tarafı yermek için hadisler uydurmuşlardır.
Bunun
üzerine İslam alimleri hadis uydurma faaliyetlerini engellemek Amacıyla bir
takım tedbirler almışlardır.
A. isnad
faliyetlerinin Başlaması
İlk hadisi
nakledene ulaşıncaya kadar ravileri Sırası ile zikretme ilmidir. M.B. Sirin
" bu ilim dindir,dininiz kimden aldığınıza dikkat ediniz " diye tarif
ve tembih eder. Isnadı ilk kullanan Âlim ibni Şihab ez-Zuhrî(ö.124/742) dir.
B. CERH ve
tadil faliyetlerinin Başlaması
Hicri
birinci Asrın sonlarından itibaren isnadın yaygınlaşıp Hadisin ayrılmaz bir
parçası olmaya başlaması ile senedde yer alan ravilerin ehliyetleri açısından
araştırılması zorunlu hale gelmiştir. Râvinin hadis rivayetine ehil olmadığını
, fısk,Tedlis,yalancılık gibi ravide olanı koymaya CERH, râvinin Güvenilir
OLDUĞUNU, hadis rivayet edebileceğini tesbit etmeye de ta'dil denilmiştir.
Hicri ikinci asırda prensipler tesbit edilip uygulanmaya başlanmıştır.
C. Yazılı
rivayete geçiş
Ca.tedvin
faliyetinin başlaması
Alimlerin
yok olup gitmesinden endişe taşıyan
halife Ömer bin abdülaziz'in (ölümü 101/ 720) Medine valisi Ebubekir bin
Muhammed bin hazm a gönderdiği mektupta “hazreti peygamberin hadislerini
sünnetlerini ve Amr bin Abdurrahman'in rivayetini araştır ve yaz zira ben
bunları bilen alimlerin ölüp gitmesiyle ilmin kaybolmasindan korkuyorum.” talimatıyla
resmi tedvinin başlaması yazılı hadis metinleri çoğalmasına vesile olmuştur.
Ömer bin abdülaziz'in tedvinle ilgili emrini ilk gerçekleştiren zühri (ö.h 124)
olmuştu kaynaklarda onun bu husustaki
geniş faaliyetine işaret etmektedir.
2- böylece
birinci asırda hadisler genellikle şifahi olarak nakledilirken ikinci asırdan
itibaren yazılı olarak rivayet dönem başlamıştır.
Cb.yazıdan
kaynaklanan problemler
1- yazıya
geçirilmesi bir taraftan hadisin kaybolmasini önlerken diğer taraftan ehli olmayanların ona el
uzatmasına engel olmuştur.
2- Arap
yazısının yetersizliği, zira bu dönemde Arap yazısı henüz nokta ve harekelerden
mahrum olduğu için şeklen bir birine
karıştırılması söz konusu idi.
3-islâm
coğrafyasının genişlemesi ile Arap olmayan müslümanlarin islami ilimler ile
meşgul olmalarının arttığı da dikkate
alınmalıdır. Arap dilini teleffuzda dahi hata yapabilen bu müslümanların henüz
gelişimini tamamlamamış yazının kullanıldığı kitaplardan rivayette bulunurken
tashif ve hata yapmaları doğaldır. Alimler bu hataları önlemek için bazı
tedbirler almaya gerek görmüşlerdir.
Cc. ALINAN
tedbirler
Sahifelerden
yapılan istinsahlarda hatalar olacağına
dikkat çekmek, sema ve Kıraat metotlarını geliştirmek,ehil olmayanların eline
geçer endişesi ile Kitaplarını yakmak,özellikle rivayet lafız ve ifadelerini
kullanmak ve tasnif faliyetlerini başlatmak gibi tedbirler almışlardır.
2- Ekoller
ve yaklaşımları
tahkim
olayından sonra hazreti Ali'yi terkedenlerden meydana gelen ve hakem heyeti tayin
etmeyi ve bu heyetin verdiği kararlara uymayı benimseyenler başta olmak üzere
bütün Müslümanların büyük günah işlediklerini ileri sürerek tekfir eden, onlara
savaş açan Hariciler ortaya çıktı. Haricilerin bu tutumu Cemel ve Sıffin
savaşlarında ölen ve öldürülenlerin dünyadaki ve ahirette ki durumlarının ne
olacağı tartışmasını başlattı. bu tartışmalar sonucunda Mürcie, Cebriyye,
Kaderiyye ve Cehmiyye gibi siyasi ve
itikadi mezhepler ortaya çıktı. ancak başta Hariciler olmak üzere oluşan siyasi
ve itikad mezhepleri bir ekol olmaktan daha ziyade bir görüş ve siyasi anlayışı
savunan siyasi bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. belli kişilere bağlı
onların isimleri anılan siyasi ve birer Fırka özelliğini taşımaktaydılar.
Ekoller ve
Hadis Uydurma Sebepleri
Siyasi ve itikadi mezhep taraftarları görüşlerini desteklemek ,karşı
tarafı Tenkit etmek,kendi liderlerini övmek, diğerlerini yermek amacıyla hadis
uydurmuşlardır. bu durum söz konusu fırkaların İslam dışı ve ehli bidat görüşleri savundukları
Gerekçesiyle dışlanmalarına ekolleşemeyerek marjinal kalamalarına sebep
olmuştur. Tesbit edilebildiği kadarıyla bu marjinal fırkaların kendi görüşleri
uğruna hadis uydurduklarına dair
bilgiler dışında hadisin sıhhatinin tespiti, yorumu ve hadis metodolojisi ile
ilgili diğer konularda farklı yaklaşımları ve iddiaları söz konusu değildir.
Hicri
ikinci asır siyasi ve itikadi fırkaların yanında İslam düşüncesi ile
ilgili farklı ekollerin oluştuğu bir dönemdir. bu dönem başta hadisin
sıhhatinin tesbit olmak üzere, hadisle ilgili farklı metot ve yaklaşımlara
sahip "ehli hadis","ehli
rey","Mutezile","Şia"ile "ehli züht ve tasavvufun" ortaya çıktığı bir zamandır.
Sünneti dinin ikinci kaynağı kabul etmekle
birlikte itikadi ve fıkhi hususlarda
olduğu gibi hadislerin bilgi açısından değeri,sıhhatin tespiti, yorumlanması ve
benzeri konularda farklı metot uygulayan ehli hadis, ehli rey ve
Mutezile'Nin ayrı birer ekol olarak
incelenmeleri hadis tarihi açıdan önem arzetmektedir.
2-Hicri
üçüncü asır
İslam düşünce tarihi açısından en yoğun
fikir tartışmalarının olduğu bir dönemdir. hadis tarihi açısından hicri üçüncü
asır gelişme dönemi olarak nitelendirilebilir. zira söz konusu asırda ehli
Hadise yöneltilen eleştirlere cevaplar verilmiş daha önce belirlenen hadis
usulü kural ve ıstılahlarının bir kısmı yazılı hale getirilmiş, hadis
disiplinleri ile ilgili temel eserler kaleme alınmış Hadisin İslam anlayışı
temel hadis kaynaklarında da ortaya konulmuştur.
Ekoller
Arası Tartışmalar
Hicri ikinci asırda oluşan ekoller
arasındaki ilgili tartışmalar üçüncü asırda da devam etmiştir. haberi Vahid in
bilgi değeri, kulların fiillerinin yaratılması ve kader, Allah'ın ahirette
müminler tarafından görülmesi,Allahın sıfatları ve halkıl kur'an gibi konular
ehli hadis ile mu'tezile arasındaki tartışma konularıydı. bunlar arasındaki
özellikle kur'an'ın yaratılmış olup
olmadığı ve Allah'ın ahirette müminler tarafından görülmesi konularının
Mutezile ile Ehli Hadis arasındaki en önemli tartışma konuları olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu tartışmalarda ehli hadis ayet,hadis
sahabe ve TABİÎN görüşlerini
Mutezili âlimler ise bunlarla birlikte
felsefe tabiat ilimleri ve diğer dinlerle ilgili bilgileri de kullanmaktaydı.
Mutezili âlimler felsefe,mantık,
tabiat,astronomi, fizik, kimya ve tabii ilimler gibi sahalarda Yunanca,
Latince, Süryanice ve Hintçe'den yapılan tercümelerden istifade etmekteydiler.
C-TEMEL
HADIS KAYNAKLARININ YAZILMASI
Hicri ikinci
asırda ortaya çıkan hadislerin sıhhatini tespit ve yorumlanmasıyla ilgili
ekoller arasındaki farklı yaklaşım ve tartışmalar üçüncü asırda eleştiri ve
cevap şeklinde yazılı olarak devam etmiş ve bu durum temel hadis kitaplarının
telifi ile hadis usulü ve ilimlerinin gelişmesinde etkili olmuştur. hicri
üçüncü asır, daha sonra Kütüb-i Sitte veya Süneni Erbaa veya Kütüb-i Erbaa diye isimlendirilen temel hadis kitaplarının
yazıldığı dönemdir.
Tirmizi'nin
verdiği bilgiye göre üçüncü asır öncesinde hadis âlimleri sadece güvenilir
Ravilerden rivayette bulunmadıkları gibi eserlerine de sadece sahih hadisleri
almamaktaydılar. bu durum üçüncü asrın başlarında hadis alimlerinin çelişkili
zayıf ve Uydurma rivayetleri nakletmeleri sebebiyle eleştirmelerine sebep
olmuştu. hadis âlimleri bu eleştirilere bir taraftan ihtilafı hadis başlığıyla
kaleme aldıkları eserlerde diğer taraftan da sadece sahih hadisleri bir araya
getiren eserler meydana getirerek cevap vermeye çalışmışlardır. tespit
edilebildiği kadarıyla kitabına sadece sahih hadisler alan ve eserini sahih
olarak Niteleyen ilk âlim İbaziyyenin
imamı Rebii B. Habib ( ölümü hicri 180 ) olmuştur. SAhih hadisleri
müstakil eserlerde toplama faaliyeti ise hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda
gerçekleşmiştir. Buhari ve Müslimin "el camius sahihleri , ibni
Huzeyfe'nin (ölümü hicri 311)sahihi ve ibn-i Hiban'ın ( ölümü hicri 354) "el- müsned Üs sahihi" bu dönemde
sadece sahih hadisleri ihtiva etmek amacıyla telif edilen eserlerdir.
D.HADİS
USULÜ VE İLİMLERİYLE İLGİLİ GELİŞMELER
İkinci
asırda geliştirilip uygulanan hadis usulü kuralları üçüncü asırda kısmen yazıya
başlanmıştır.nitekim imam Şâfiî'nin er risale ve cimaul ilim isimli eserleri,
Ali B. Medininin farklı konularda yazdığı cüzler (ölümü hicri 234), imam
Buhari'nin "el camius
sahihi"nin kitabul ilim ve kitabul ahad bölümleriyle, imam müslim'in
(ölümü hicri 261) "El cami Üs sahihi" ne yazdığı Mukaddimesi, Tirmizi'nin
"es-Sünen"inin sonundaki
"kitabul ilel'i", Ebu Davud'un (ö.h.275) eserini tanıtmak üzere
Mekkelilere yazdığı mektup üçüncü asırda hadis usulünün temel konularını yazılı
hale getiren çalışmalardır.
HİCRİ DÖRDÜNCÜ VE BEŞİNCİ ASIRLAR
A.Sosyo kültürel ortam
Dördüncü ve
beşinci yüzyıllar siyasi açıdan Abbasiler ile emirlikler veya Hanedanlıklar
dönemi olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde Endülüs döneminde Emirlikler
hâkimdir. ilmi ve fikri açıdan ise dördüncü ve beşinci asırlar İslami ilimlerin
tamamen teşekkül ettiği, mezheplerin kökleştiği, Batiniler ile karmatilerin
önemli ölçüde etkili olduğu, İslam felsefesi ve tasavvufunun gelişmeye yüz
tuttuğu zengin bir kültür ortamı görünümündedir.
B. Hadis ilmi
ile ilgili gelişmeler
Ehli hadis
ile mutezile ve ehli rey arasındaki tartışmaların devam ettiği ve ehli hadis
lehine geliştiği bu dönemde, hadis usulü eserlerinin yanısıra rivayet usulüne
ait temel hadis eserleri de telif edilmiş,ayrıca ilk dönem hadis kaynaklarına
dayalı eserler de yazılmaya başlanmıştır.
C. Hicri
dördüncü ve beşinci asırların temel özellikleri
Hicri
dördüncü ve beşinci asırlar siyasi ve fikri tartışmaların yoğun olduğu bir
dönemdir. bu dönemde ekol tartışmaları devam etmiş Eş'ariyye ve Maturidiyye
gibi ehli sünnet mezheplerinin genel kabul görmesi ve yoğun olarak yöneltilen
eleştiriler sonucunda mutezile giderek zayıflamış, hatta ehli rey onlardan
uzaklaşma ihtiyacı hissetmiştir. ancak mutezile ve ehli reyin hadisle ilgili
bir kısım anlayış ve kavramları bazı hadis âlimleri tarafından da
benimsenmiştir. özellikle Hatip el Bağdâdi hadisin sıhhatini tespit ve
haberlerin ahat ve mütevatir şeklindeki ayırımında eserlerinde Mutezile ve ehli reyin bir kısım görüşlerini
aktarmıştır.
Bu dönemde
telif edilen ilk hadis usulü eserleri hadisi savunma amaçlı kaleme alınmış,
azımsanmayacak kısmı ilk defa olmak üzere gerek ravilerin kimliği gerekse
güvenilirliği ile ilgili daha sonraki dönemlerde kaynak olarak kullanılan bir
çok eser telif edilmiştir. Bu dönemde müsnet ve mucem turu eserler kaleme
alınmıştır. Müstedrek ve müstahreç türü temel hadis kaynaklarını tamamlayıcı
çalışmalar yapılmış. İlk şerhler yazılmış onların ravi ve isnatlarındaki
kopukluk ve metinleri açısından eleştirilen eserler de bu dönemde yazılmıştır.
ayrıca temel hadis kaynaklarının hadislerini bir araya toplayan cem' türü
eserlerin ilk örnekleri de bu dönemde telif edilmiştir.
Şia'nın
sahih hadis kaynakları olarak kabul edilen kütübü Erbaa diye tanınan,"el
kafî fi ilm ilmiddin,men la yehduruhul fakih, tehzibul ahkam ve el
istibsar" isimli dört temel eser de bu dönemde yazılmıştır.
İkinci dönem: Nakil döneminin temel
özellikleri
En temel
özelliği rivayetin sona ermesi ve rivayet döneminde telif edilen hadis
kaynaklarının aktarılmasının başlamasıdır. Camii, Sünen,müsnet, musannaf gibi
temel hadis kitaplarının isnatları oluşmaya başlamıştır. dolayısıyla bu dönemde
isnat hadisle değil hadis kitaplarıyla ilgilidir. özellikle darül hadislerin
eğitim kurumu olmasıyla kitap esaslı bir eğitime geçilmiş ve bu muhaddisler
vasıtasıyla temel hadis kitapları oluşan isnatlarıyla korunmuş ve sonraki
nesillere aktarılmıştır.
Dârul
hadislerde öğrenci bir hadis kitabını hoca'dan dinleyince veya ona okuyunca bu
durumu belgelemek üzere kitabın ilk veya son sayfasına icazet yazılmaktaydı.
böylece bir taraftan öğrenci kitabı rivayet yetkisini elde etmekte, diğer
taraftan da kitabın isnadına dahil olmaktaydı.
Rivayet döneminde icazet Sema veya kıraat
yoluyla alınamayan bir hadis metnini belirli şartlarda hocadan rivayet izni
alma anlamına gelmekteydi. Bu dönemde ise icazet öğrencinin sema veya kıraat
yollarından biriyle aldığı bir kitabı rivayet yetkisine sahip olduğunu bildiren
bir belge anlamında kullanılmaktaydı.
Bu dönemde
başta Buhari ve Müslimin “el camiiuz sahih” leri olmak olmak üzere kütübi sitte otorite
kazanmış ve diğer hadis kaynaklarından daha çok ön plana çıkmıştır. yazılan
Cem, zevait etraf ve şerh gibi edebi
türlerin telifinde genellikle kütübi sitte esas alınmıştır. dolayısıyla bu
dönemde yapılan eserler orijinal olmak yerine rivayet dönemi eserleri üzerine
yapılan çalışmalardır. bu dönemde kaleme alınan ravilerle ilgili kitapların
önemli bir kısmı daha kütübi sitte merkezli olmuştur. hadislerin sıhhatini
belirlemede başta buhari ve müslim in el camiüs sahihleri olmak üzere temel
hadis kaynaklarının esas alınmasının da bu dönemde ön plana çıktığı
görülmektedir.
Bu dönemin
bir diğer ayırıcı özelliği ise terimlerin tanımlarının yapılmasıdır. Zira
önceki dönemlerde çok miktarda hadis Terim'i kullanılmakla beraber genellikle
tanımları yapılmamıştı. bu dönemde özellikle İbn us Salah ile birlikte hadis
terimlerinin hemen tamamının tanımları yapılmıştır.
Şia
açısından da bu dönem derleme evresi olarak kabul edile bilir. dönemin
bir başka özelliği de hadis anlayışında hadis Yaklaşımının genel kabul görmesi
mutezile ve ona yakın olan ehli rey anlayışının ise Zayıflamasıdır. Mutezile
Mütevekkilin hilafete gelmesiyle siyasi desteğini kaybetmişti. Miladi 10.
yüzyılın ilk yarısından itibaren ise Maturudiye ve Eşariye ile Sünni akide ekolleri teşekkül etmişti bu
durum mutezilenin ilmi desteğini kaybetmesi anlamına gelmekteydi.
Hadis usulü sahasında esas kabul edilen
eserler de bu dönemde kaleme alınmıştır. bunlar arasında sahasında ilk derli
toplu eser olduğu için en büyük ilgiyi ibn Nuss Salah'ın “ulumul hadisi” ilgi
görmüştür.
Son dönem
Son dönem
ile yaklaşık 13. asırdan günümüze kadar geçen süre kastedilmektedir.
oryantalistlerin hadis tarihi usulü ve literatürü hakkında yaptıkları
çalışmalar ile gerek Batı'da gerekse İslam dünyasında yapılan akademik
araştırmaların bu dönemi öncekilerden ayırt eden temel özellik olduğu
söylenebilir. 19. yüzyıl hıristiyan misyonerliğinin ve özellikle hindistan'daki
dinler arası tartışmaların yoğun olduğu müslümanların İslam rivayet geleneğinin
güvenilirliğine yönelik eleştirel bir tavrı başlatan oryantalistlerin giderek
artan itirazlarıyla karşılaştıkları bir dönemdi. Oryantalistler özellikle hadis
literatüründe yer alan hadislerin Hazreti Peygambere aidiyeti ile sahih olan
hadisleri sahih olmayandan ayırt etmeye dair klasik metotların geçerliliğini
sorgulamaktaydı. oryantalistlerin hadisle ilgili sözü edilen itirazlarının ilk
gündeme geldiği yer ise Hindistan olmuştu. dolayısıyla bu dönemde Hindistan
hadisle ilgili ehli kur'an, ehli hadis, Diyobend, aligarh gibi farklı ekollerin
ortaya çıktığı bir bölge olmuştur.
Batılı devletlerin sömürgesinden kurtulan
İslam ülkelerinde kurulan üniversitelerde hadis tarihi usulü literatürü
hakkında yapılan akademik çalışmalarda bu dönemin bir başka özelliğidir.
Bu dönemin
en temel özelliği Müslüman olmayan oryantalistlerin hadis ilmi alanında
yaptıkları çalışmalardır onlar hadis tarihi usulü ve literatürü ile ilgili bir
çok araştırma yapmış ve Müslümanlardan bütünüyle farklı sonuçlara varmışlardır
onlara göre hadislerin Hazreti peygamber ile herhangi bir ilişkisi
bulunmamaktadır. Hadisler özellikle hicri ikinci ve üçüncü asırlarda
Müslümanlar tarafından ortaya atılan görüşlere otorite kazandırmak amacıyla hazreti
peygambere nispet edilmişlerdir. Buna göre yapılması gereken söz konusu
görüşlerin ne zaman kim tarafından ortaya atıldığını ve hazreti peygambere
nispet edildiğini tespit etmektir. Oryantalistlerin geliştirdikleri sözü edilen
yöntemler bu amacı gerçekleştirmeye yönelik olmuştur.
Bu dönemde
yapılan çalışmalarla, Oryantalistlerin gerek hadislerin Hazreti Peygamberle bir
ilişkisinin bulunmadığı anlayışlarının gerekse kullandıkları yöntemlerin isabetli
olmadığı ortaya konulmuştur.
19. ve 20.
yüzyıllar İslam düşüncesi açısından önemli gelişmelere sahne olmuştur. hadis
ilmi açısından özellikle Hint kıtasında siyasi gelişmelerin de etkisiyle farklı
ekoller ortaya çıkmıştır. bir tarafta sömürgeci İngiliz hükümeti ile işbirliği
yaptığı ve batı etkisinde kaldığı belirtilen Sir Seyyit Ahmet Han'ın kurduğu
Aligar ekolü, diğer taraftan İngilizlerin eğitim politikalarına tepki olarak
dini eğitimi ihya etmek üzere Hanefi mezhebine bağlı Diyobend geleneği ve
mezhepleri dışlayarak hadis merkezli ve dini metinleri lafzi yorumuyla ihya
etmek isteyen selefi karakterli ehli hadis ekolleri doğmuştur.
19. yüzyılın
sonuna doğru ise ehli Hadisin katı
nasçılığına tepki olarak ehli kur'an'ın ekolleri ortaya çıkmıştır. Pakistan'da
ise ehli hadis, Diyobend ve
Fazlurrahman'ın temsil ettiği modernist ekolü ortaya çıkmıştır. Hindistan ve
Pakistan'da ehli kur'an, Mısır'da ise Mahmut eboue Reyya ve muhammet tevfik
sıdkî Hadis'in otoritesini ve güvenilirliğini açıkça reddetmişlerdir. ancak bu
görüşler genel kabul görmemiş marjinal olarak kalmıştır. Son dönem İran'ın da
kaynakları yeniden gözden geçirmeyi, temel hadis eserlerindeki rivayetlerin
sihhatlerini ele almayı benimseyen Usuliyye
anlayışı ön plana çıkmıştır.
Görüldüğü
gibi İslam dünyasında son dönemde hadislerle ilgili farklı görüşler ortaya
çıkmıştır öncelikle ehli kur'an'ın ekolü
kur'an'ın yeterli olduğu ve hadislerin dini delil olmayacağını söyleyerek
reddetmişlerdir. bu anlayışın Mısır'daki temsilcisi Muhammet tevfik Sıdkî idi.
Âligarh ekolu ise sağlam bir şekilde ulaşmadıkları güvenilir olmadıkları gerekçesiyle hadislerin büyük bir kısmının
delil olamayacağını ileri sürmekteydi. Şibli Numan, Mevdudi, Reşit rıza, Kevseri, musa Carullah,yusuf
ziya Yörükan, Gazzâli, hayri Kırbaşoğlu gibi âlimler ise tarihte hadisçilerin
yaptığının istinat tenkidinden ibaret olduğunu ve bunun yeterli olmadığını
dolayısıyla metinleri açısından hadislerin yeniden ele alınması gerektiğini
savunmaktaydı. bunlara göre hadislerin sıhhatini tespit ile ilgili eksik olan,
tarihte fakihlerin gerçekleştirdiği metin tenkidi kısmıdır, dolayısıyla bugün
de hadislerin sihhatini tespitte tarihteki ehli reyin yaklaşımına uygun ve
özellikle kur'an esas alınarak metin tenkidi yapılmalıdır. Mustafa eş-sibaî ve
Eboue Şehbe gibi âlimler ise klasik hadis usulü anlayışını savunmaktaydı.
bunlar metin esaslı sıhhat tespitini reyin egemenliğine kapı aralamak olarak
yorumlamaktaydı.
Diğer
taraftan hadis tetkikinde içtihat kapısını kapatma çabalarına, başta çağdaşları
olmak üzere pek çok İslam âlimi karşı
çıkmış ve onu eleştirmişse de son dönem hadis usulü anlayışının önemli ölçüde
ibn Nus Salah'ın etkisi altında kaldığı söylene bilir. onun eser esaslı yedi
kısma ayırdığı sahih hadis anlayışı ile sahihayn hadislerinin sıhhatli
konusundaki yaklaşımı son dönem alimlerini de etkilemiştir. Nitekim Tahir el
Cezairî tenkide uğramış çok azı dışında sahihayn hadislerinin sihhatinin kesin
olduğu görüşünü belirtmiştir.
İslam
dünyasında hadisleri bütünüyle reddeden görüşün marjinal olduğu büyük
çoğunluğunun ise hadisler olmadan İslam'ın doğru anlaşılamayacağını Görüşünü
benimsediği görülmektedir. Genel olarak ulema arasındaki ihtilaf ise hadislerin
sihhatini tespitte kullanılan yöntemle ilgilidir. bunlardan bir kısmı klasik
hadis usulündeki isnat merkezli sıhhat tespitini yeterli görürken diğerleri
metin merkezli ve kuran esaslı bir yöntemi tercih etmektedir .nitekim
cumhuriyete geçiş dönemi âlimlerinden Babanzade Ahmet naim hadis tespit
sistemiyle ilgili yaklaşımları ortaya koymak suretiyle modern dönemde öne çıkan
metin tenkidine özel vurgu yapmıştır.
Son dönemin
hadis ilmi açısından bir diğer özelliği de hadislerin anlaşılmasıyla ilgili
yapılan çalışmalardır. özellikle Yusuf el Kardavi bu husustaki çalışmalarıyla
tanınmıştır. bu hususta hadislerin kur'anı kerim ışığında anlaşılması bir konudaki
bütün hadislerin ve riayetlerinin bir
araya getirilmesi ihtilaflı hadisler arasındaki çelişkilerin giderilmesi,
hadislerin söylendiği ortam ile sebep ve gerekçelerinin tespit edilmesi
,hadislerdeki araç ile amacı ayırt edilmesi metinlerde yer alan kelimelerdeki
hakikat ile mecazın ayırt edilmesi, hadislerin Hazreti peygamberin hangi
vasfıyla söylendiğinin tespit edilmesi ve hadislerin maksatlar ışığında
anlaşılması gibi hadislerin anlaşılmasında uyulması gereken temel prensiplere
dikkat çekmiştir. Hadislerin Hazreti peygamberin hangi vasfıyla söylendiğinin
tespit edilmesi prensibi ise son dönemde üzerinde en çok durulan
hususlardandır. yukarıda işaret edildiği üzere Ahmet hamdi Akseki ve yusuf ziya
Yörükan Hazreti peygamberin risalet, imamet,ifta,kaza vasıflarını bulunduğunu
bunlara dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Muhammet tahir B. Aşur
ile hayrettin karaman da bu konuyu müstakil başlıklar altında incelemişlerdir.
TEFSİRİN
TANIMI ve NİTELİĞİ
Tefsir Tarihi
Tefsir: Bilindiği gibi Kur’an’ın dil bakımından
tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli olan verilerin bir araya
getirilmesiyle gerçekleştirilen bir faaliyettir. Bu faaliyet, önceleri şifahi
bir tarzda hicri 2. asrın ikinci yarısından itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin)
günümüze kadar devam edip gelmiştir. Kur’an mesajının anlaşılmasına yönelik bu
aktiviteler tarihsel bir süreci oluşturmaktadır ki buna ‘’Tesfir Tarihi’’
denilmektir.
Kur’an’ın
İnzali ve Kitaplaşma Süreci
Allah
Resulü, bir tarafından tebliğ vazifesini yerine getirirken diğer taraftan da
sahabileri, Kur’an’ı okuyamaya ve ezberlemeye teşfik ediyordu.
Esasen,Müslümanlar
yeni bir dine girmenin verdiği heyecan ve imanla Kur’an metnini ezberliyor ve
onu gece gündüz okuyorlardı. Ancak Hz.Peygamber nazil olan Kur’an vahyinin
sadece ezberlenmesini yeterli bulmuyordu. Çünki onu ne kadar çok insan
ezberlerse ezberlesin, hafıza daima unutkanlık illetiyle karşı karşıya olduğu
için belli bir zaman sonra yanılma, unutma, karıştırma ve hata söz konusu
olabilirdi. İşte bu yüzden Hz. Peygamber, ashabı Kur’an’ı ezberlemeye teşvik
etmekle birlikte, onun yazıya geçirilmesin de emrediyordu.
Hz.
Peygamber tarafından vahiy katiplerine
dikte ettirilen Kur’an metinleri, bizzat Allah Rasulü tarafından tashih
edildikten sonra Hz. Peygamber’in evinde muhafaza ediliyordu.
Sonuç olarak
şu anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber devrinde her ne kadar Kur’an’ı kitap olarak
derleme mümkün olmamışsa da, tilaveten derleme tam ve mükemmel bir şekilde
gerçekleştirilmiştir. Kur’an’ın kitaben derlenmesi, bilindiği gibi Hz.
Peygamber ‘in vefatından sonra halifeliğe seçilen Hz. Ebu Bekr devrinde yapılmıştır.
Kur’an’ın
ilahilik vasfını korumak amacıyla girişilen beşeri faliyetlerin en
önemlilerinden biri de, onun çoğaltılmasıdır. Hz. Osman’ın devlet başkanlığı
esnasında yapmış olduğu hizmetlerin en büyüğü olarak nitelendirilmiştir.
Hz. Osman
devrinde Zeyd b. Sabit başkanlığında oluşturulan bir heyet, beş sene kadar
süren titiz bir çalışmanın sonunda
birkaç Kur’an nüshası yazıp, çeşitli İslam beldelerine göndermek suretiyle söz
konusu ihtialafları bertaraf etmiş ve Kur’an’ı daha önceki ilahi kitapların başına gelen tahrif ve
tebdilden korumuştur. Kur’an, bilindiği gibi Hz. Peygamber’le çevresindeki
müslim ve gayr-i müslim unsurlardan meydana gelen muhataplar topluğuyla canlı
bir diyalog niteliği taşımaktadır.
Tesfirin
Tanımı ve Niteliği
1.Tesfirin
Tanımı
Kur’an insanlığa doğru yolu göstermek için
gönderilen ilahi bir metindir. Kur’an ilahi iradeyi konusu edilen metnin,
epistemolojik anlamda ilahi alana ait bir metin olduğu anlaşılır. İşte bu metnin anlaşılır hale getirilmesi
faaliyeti esasen tesfir demektir.
A.Tesfir
Kavramı
Tesfir
kelimesi (…) veya taklib tarikiyle türediği iddia edilen (…) kökünden (…)
vezninde bir masdardır.Sözlükte ‘’bir şeyi açıklmak, ortaya çıkarmak ve kapalı
bir şeyi açmak’’ gibi manalara
gelmektedir.(…) masdarı ise, ‘’ aydınlatmak, ortaya çıkarmak, üzerindeki örtüyü kaldırmak’’ gibi
manalarada kulanılmaktadır.bundan dolayıdır ki kadın yüzünü
açtığında Araplar (………) derler.
Tesfir
kelimesinin sözlük anlamlarıyla ilgili
bu kısa açıklamalardan sonra birazda
onun (kavramolarak) ifade ettiği anlam üzerinde duralım. Söz gelimi İbn
Manzur ‘’Lisanu’l-arap’’ adlı
Arapça lügatında tesfiri, ‘’ müşkül olan lafızdan kastedilen manayı
keşfetmektir ‘’ şeklinde
tanımlamaktadır. Zerkani’nin tanımı da şöyledir, ‘’ Allah Taala’nın muradına
delaleti bakımından beşer gücünün yettiği ölçüde Kur’an’ın manasını araştıran
bir ilimdir.
Daha başka
tanımlarda yapılmıştır. Ancak sözü daha fazla uzatmadan bütün bu farklı
tanımlardan hareketle tefsiri daha genel
anlamda, ‘’ Arap dili ve belagatı ile ilgili bütün araçları kullanıp, ayetleri
çevreleyen tarihsel şartları da dikkate alarak, Allah’ın muradını kitap ve
sünnet çerçevesinde ortaya çıkarmaktır’’
şeklinde tanımlayabiliriz.
Sahabe
devrinde tefsir denilince daha çok akla tevkifi beyanlar geliyordu.Yani bu söz
onlara göre Allah’ın ,Kur’an’ın Kur’an’la tesfiri gibi veya O’nun elçisinin
açıklaöalarını ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdı. Bu yüzden onda hata
ihtimali asla söz konu değildi. Böylece denilebilir ki, ashab döneminde (….)
lafzı Allah ve Hz. Peygamber’in beyanları için söz konusu iken sonraları
muhtevası biraz daha genişletilerek sahabe açıklamalarını da içine almaya
başlamıştır. Nitekim İmam Matüridi (ö.333/944) ‘’ Te’vilatü
Ehli’sünne’’ adlı Kur’an tefsir ile
te’vilin farkına işsret ederek tefsirin ashab, te’vilin de fakihler için söz konusu edilmesi
gerektiğini beyan etmekltedir.
B.Tefsirle
Anlam Yakınlığı Olan Kavramlar
1.Te’vil
a.Tanımı
Te’vil
kelimesi, sözlük manası itibariyle aslında dönmek anlamına gelen (…) kökünden
(…) vezninde masdar olup, döndürmek ve herhangi bir şeyi varacacağı yere
vardırmak demektir. Bu kelime, Kur’an bütünlüğü içerisinde farklı anlamlarda
kullanılmıştır.
Terim olarak
da,’’meşrü bir sebep veya delilden ötürü,herhangi bir ayeti ya da kelimeyi
zahiri manasından alıp,bağlamından koparmadan kitab ve sünnete uygun bir
şekilde yorumlamaktır.’’ şeklinde
tanımlanabilir.
b.Şartları
İslam
bilginlerinin çoğunluğuna göre naslardan hüküm
çıkarmada esas olan, te’vile gitmemektedir. Yani nasların zahiri
manalarılya amel etmek vaciptir ve kuvvetli delil olmadıkça zahiri manalarını
bırakıp te’vile gitmek caiz değildir. Müteşabih nasların açıklığa
kavuşturulması gibi durumlarda da te’vil
kaçınılmazdır.İşte bu hallerde bir takım şartların göz önünde
bulundurulması gerekmektedir.
1.Te’vile
esas olan mananın, mecaz yoluyla da olsa lafzın kendisine delalet ettiği
manalardan olması gerekmektedir.
2.Te’vil
manası acik olan bir nassa ters düşmemelidir.
3.Te’vil,
bir lafzın ilk anda akla gelen zahiri anlamından başka manada yorumlanmasına
imkan tanıyan şer’i bir delile dayanmalıdır.
c. Çesitleri
Nasları
yorumlama faaliyeti anlamındaki te’vilin Müslümanların ondört asrı aşkın ilmi
geleneğinde üç çeşidi mevcuttur.Bunlar, beyani,irfani ve burhani te’vilden
ibarettir.
Ca.Beyani
Te’vil
Daha ziyade
kelamcıların,fakihlerin,müfessir ve dilcilerin yaptığı bir yorum yönetimidir.
Cb.İrfani
Tev’il
Tavvuf
erbanın kalbine sezgi,keşf ve ilham yoluyla doğan bir bilgi türüdür.
Cc.Burhani
Te’vil
Burhani Tev’lin İslam düşüncesindeki en meşhur
kuramcısı İbn Rüşd (ö595/1198) ‘dür.İbn Rüşd’ün tanımladığı burhani te’vil
yöntemi, nasları aklın ve dilin örfi kullanımı dahilinde yorumlamayı esas
almaktadır.
Sonuç olarak
şunu belirtelim ki, Üç kısım olarak ele almaya çalıştığımız te’vil tarzlarından
Kur’an yorumu için en uygun olanı beyani te’vil yöntemidir.
d.Te’vil ile
Tefsir Arasındaki Farklar
1.Te’vil,
bie delilden dolayı lafzın muhtemel manalarından birisini tercih anlamı
taşıdığı için kesinlik ifade etmez. Ancak tefsire konu olan naslarda tek anlam
bulunduğu için onda kesinlik vardır.
2.Te’vil
genellikle nasların içsel manalarında, tefsir ise lafızlarda söz konusudur.
3.Te’vil
ekseriya akla tefsir ise rivayete dayanmaktadır.
2.Tercüme
a.Tanımı
Kök
itibariyle, dört harfli (rubai) “terceme” veya üç harfli (sülasi) “receme”
fiilinden türediği “tercüme” kelimesi , sözlükte, “ bir kelamı bir dilden başka
bir dile çevirmek, bir sözü diğer bir dilde tefsir ve beyan etmek, bir lafzı
kendisinin yerini tutacak bir lafızla değiştirmek” gibi manalara gelmektedir.
Tercüme
terim olarak da “bir kelamın manasını
diğer bir lisanda dengi bir tabirle ifade etmek” şeklinde tanımlanabilir.
b.Çeşitleri
Tercime iki
çeşittir. Bunlardan biri harfi yahut lafzi,diğeride tefsiri ya da manevi
tercümedir
ba.Harfi
Tercüme
Lafzi
tercüme diye de isimlendirilen bu tercüme. ‘’nazmında ve tertibinde aslına
benzemesi gözetilen’’ tercümedir.
Kur’an’ı, belagat,fesahat,icaz ve üslubuyla başka bir dile harfi tercüme
yoluyla tam ve doğru bir şekilde tercüme etmek mümkün değildir.
bb.Tefsiri
Tercüme
Asıl dildeki
kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını
bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmektedir. Manevi tercüme olarak
da adlandırılan bu tercüme tarzında
önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde
ifade edilebilmesidir.
Tefsiri,
tercüme, harfi tercüme gibi zor bir tercüme değildir. Kur’an’ın tercümesinden
söz edilecek olursa, bu durumda zorunlu olarak tefsiri tercüme akla gelir.
3.Meal
Sözlükte
‘’bir şeyin özü, hülasası ve akıbeti’’
anlamına geldiği gibi, ‘’eksik bırakmak’’ manasını da
içermektedir.Kavram olarak da:’’ Bir sözün manasını her yönüyle değilde biraz
noksanıyla ifade etmek’’ demektir.
Kur’an’ın
ifade ettiği bütün manaları tercüme yoluyla aksettirmenin imkansızlığı
düşünülürse, tercüme yerine ‘’meal’’ kavramını kullanmanın ne derece isabetli
olduğu kolayca grülebilir.
II.Tefsirin
Niteliği
A.Tefsirin
Konusu ve Amacı
Bu konuda da
Kur’an’ın içerdiği yüce manalardır. Çünkü tefsir ilimi, Kur’an’da yer alan
nasların içerdiği anlamları, yüce hakikatleri ve derin nüktleri araştırıp
ortaya çıkaran bir ilimdir.
Amaç da hiç
kuşkusuz insanlığa hidayet yolunu açık ve net bir şekilde gösterip, onların
dünya ve ahrette mutlu olmalarını sağlamktadır. Bu,esasen Kur’an’ın da yegane
gayesidir.
B.Tesfirin
Gerekliliği
Kur’an,
gerek bireysel be gereksede toplumsal planda insanın bütün davranışlarına yön
vermeyi esas almış, itikadi ahlaki ve hukuki alanlarda getirmiş olduğu
esaslarla her dönemde insanlığa yol göstermiştir. İşte bu özelikleri sebebiyle
söz konusu kitabın tefsir edilmesi elbette ki gereklidir.
C.Tefsirin
Diğer İslami İlimlerle İlişkisi
İslami
ilimler, Müslümanların Kur’an’ı anlamak üzere geliştirilimiş oldukları dini
ilimlerdir. Bunlar tefsir, hadis, fıkıh, kelam, siyer, tarih ve ahlak ilminden
ibarettir.
Kur’an’ın anlaşılmasını temin etmeye çalışılırken başta
hadis olmak üzere siyer , tarih, Arapça, ahlak vb. İslami ilimlerden yararlanan
tefsir, elde ettiği sonuçları Müslümanların itikadi ve ameli hayatlarında çok önemli
bir yere sahip olan kelam ve fıkıh gibi iki temel bilim dalına takdim etmiştir.
A.Kıraat
İhtilafları
Bilindiği
gibi Kur’an’ın okunmasında çeşitli kıraatler söz konusudur. Bu kıraatlerin bir
kısmı da şaz olarak nitelendirilmektedir. Ancak ekseriyetin anlayışına göre şaz
kıraatlerle amel caiz değildir.
B.Çok
Anlamlılık
C.Itlak –
Takyid Anlayışı
D.Umüm-
Husüs İhtilafı
E.Mensüh-
Muhkem İhtimali
F.Seleften
Farklı Rivayetlerin Gelmesi
G.Mezhep
Taraftarlığı
H.Tefsirde
Dirayet ve Rivayet Olgusu
İlk
dönemlerden itibaren Kur’an tefsirinde başlıca iki eğilim söz konusudur.
Bunlardan biri dirayet diğeri de rivayettir.
Sonuç olarak
Kur’an’daki kelimelerin farklı okunuşları, lafızların lügat itabariyle birden
fazla anlam için vazedilmiş olmaları gibi temel sebepler yanında, müfssirlerin bilgi birikimleri,
naslara yaklaşım tarzları, tefsirde geliştirdikleri yöntemler ve herhangi bir ekole
mensubiyetleri gibi tali nedenler de Kur’an tefsirinde bir farklılık ve
çeşitliliği beraberinde getirmiştir. Ancak bitin bunlar bir ihtilaf ve kargaşa
değil, Müslümanlar için bir bilgi ve kültür
zenginliğidir.
TEFSİRİN
DOĞUŞU ve TEDVİNİ
1.Tefsirin
Doğuşu ve Gelişmesi (Sözlü Nakil Dönemi)
Bilindiği
gibi semavi kitapalrın sonuncusu olan Kur’an,yaklaşık yirmi üç senelik bir
zaman içinde Hz.Peygamber (sav)’e vahyedilmiş kutsal bir metndir. Bu yüzden
tebliğ ve teşride olduğu gibi Kur’an’ın tefsirinde de ilk muhatap Allah
Resülüdür. Buna göre diyebilir ki, tefsirin ortaya çıkış sürecide, Hz.Peygamber
(sav) ile başlamaktadır. Ondan sonrada ashab ve tabiün dönemlerinde Müslüman
alimler Kur’an rehberliğinde bir hayat kurma düşüncesiyle kendi zihin
dünyalarında tefsire müstesna bir yer verilmişlerdir.
A.Hz
Peygamber Tefsiri
Hz.
Peygamber, bir taraftan kendisine vahyedilen Kur’an bölümlerini muhataplara
okuyor, diğer tarftan da manası anlaşılmayan hususları açıklayarak tebliğ
ediyordu. Gerçi her ne kadar ilk
muhataplar, ana dilleri Arapça olduğu için Kur’an’ı genel çerçeve itibariyle
anlama imkanına sahip iseler de yinede onun bir kısım müteşabih lafızlarını ve
bazı ayrıntılarını anlamada sıkıntı çekiyorlardı.Dolayısıyla Kur’an’ın
indiği dönemde yaşayan bu insanların hem anlamadıkları ayetlerin
manalarını kendilerine açıklayacak, hem de bazı ameli hükümlerin uygulanış biçimlerini gösterecek
bir rehbere ihtiyaçları vardı.İşte bütün bu hususlarda ashabın tek müracaat
kaynağı Hz. Peygamberdi.
1.Peygamber’in
Kur’an’ı Tefsir Vesileleri
Hz.
Peygamber (sav) ashabına açıklamış olduğu Ku’an’ı hakikatler, tamamen onları irşad maksadına
yönelikti. Allah Resulü bu irşad görevini bazı vesilelerle gerçekleştiriyordu.
Bu vesileleri şöyle sıralamak mümkündür:
a.Ayet
Okuyarak Tefsir Etmesi
Kaynaklardan
öğrendiğimize göre Hz.Peygamber bazen bir ayeti nüzülünü müteakip tebliğ
maksadıyla okuyarak açıklar yahut kırat esnasında veya hutbe irad ederken
tefsir ederdi.
b.Ashaba
Soru Sorarak Tefsir Etmesi
Bu da, Hz.
Peygamber ‘in zaman zaman herhangi bir ayet hakkında soru sormak suretiyle
muhatapların dikkatlerini çekerek açıklaması şeklinde gerçekleşir.
c. Sözünü
Delillendirmek Maksadıyla Tefsir Etmesi
Hz.Peygamber
bazen de,bir hükmü belirttikten sonra yahut bir nasihatın ardından veya ashab
için lüzumlu olan bir hususu beyan ederken mana bakımından ilgili gördüğü başka
bir ayeti okur ve onu açıklardı ki buna,’’ Resülullah’ın ayeti temessül etmesi’’ yani delil getirmesi denilmektedir.
d.Sahabilerin
Soruları Üzerine Tefsir Etmesi
Kaynakların
belirttiğine göre sahabiler daha ziyade hükümlerin pratiği ile konularında
Resülullah (sav)’tan soru soruyorlardı. Ancak bazen de iki veya daha çok
ihtimalin bulunduğu hallerde onlardan birinin tercihi yahut meraklılarının
tahrik etmesi sonucunda gaybi veya uhrevi bir meseleyi öğrenme amacıyla
Resülullah (sav)’a sorular yönelttikleri oluyordu.
2.Hz.
Peygamber ‘in Kur’an’ı Tefsir Yöntemi
Resülullah
(sav) ‘a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir
açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen ayetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de
tersi olur, açıklama zarureti doğardı.Ozamanda genellikle Hz. Peygamber ihtiyaç
kadar tefsir ederdi.
Sünnet,
Kur’an’ı açıklamaya yönelik bu misyonu gelişi güzel değil belli bir yöntemle
gerçekleştirmiştir ki, bunları şöyle sıralamak mümkündür.
a.Mücmelin Tebyini
Mücmel,’’
kendisinden ne kastedildiği kapalı olup anlaşılması için ilave bir beyana
ihtiyaç duyan lafız’’ demektir. Bu tür nasların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı
da Hz. Peygamber tarafından açıklamıştır. Allah Resulü (sav)’nün açıkladığı nasların başında ahkam, gayb,
yaratılış, kader, kıyamet vb. konuları içeren ayetler gelmektedir.
b.Müphemin
Tavzihi
Mübhem
kavramı,’’ insan, melek ve cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya
kabilenin veya bir kelime nitelemenin Kur’an’da açık değil de ism-i işaretler,
ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz
mekan isimleriyle zikredilmesi’’ anlamına gelmektedir. Görüldüğü gibi müphem
lafızlar anlam bakımından bir belirsizliği ve anlaşılmazlığı ifade etmektedir.
Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir
zaruret söz konusudur. Bu zaruretin ortadan kaldırılmasında da belirleyici akli
muhakeme ve yaklaşımlar değil bizatihi nakildir. Bu sebeplerdir ki İslam
alimleri mübhem lafızların açıklığa kavuşturulması noktasında sahabe
kavillerini bağlayıcı görmüşlerdir. Çünki onlara bu tür bilgilerin Hz.
Peygamber’e dayanması kuvvetle muhtemeldir.
c.Mutlakın
Takyidi
Sözlükte
“karışık olan” anlamına gelen müşkil kavram olarakta “Kur’an’ın bazı ayetler
arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen huşular” diye tanımlanabilir.Ancak şunu
hemen belirtmek lazım ki,(….) ‘’ Eğer o (Kur’an) Allah’tan başkası tarafından
olsaydı,elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şey bulurlardı’’ ayeti
Kur’an’da birbirlriyle çelişen ayetlerin bulunmasını imkansız kılmaktadır.
3.Hz.
Peygamber’in Tefsir Ettiği Nasların Mikatarı
Hz.
Peygamber’in Kur’an’a dair beyanlarının miktarı konusunda alimler farklı
görüşler ortaya atmışlardır. Bazıları söz konusu tefsirin çerçeve itabiriyle
Kur’an’ın bir kısmını, bazıları da tamamını içerdiğini iddaia etmektedirler.
a.Kur’an Bir
Kısmını Tefsir Ettiği İddasiası
Bu görüşü
ilk defa Gazzali (ö.911/1505) ortaya atmış, daha sonra da süyüti (ö.911/1505)
onu savunmuştur. Hz. Peygamber’in Kur’an’dan az bir kısmı tefsir ettiğini ileri
süren bu alimlerin delilleri şunlardır:
Hz.Aişe(ra) naklettiği
bir hadiste şöyle demiştir: ‘’ Hz. Peygamber, Cebrailin kendisine öğrettiği
belirli ayetlerden başka Kur’an’dan bir şey tefsir etmezdi.’’ Dolayısıyla bu
hadis, söz konusu peygamberi tefsirin belli ayetlerle ilgili olduğunu ifade
etmektedir.
b.Kur’an’ın
Tamamını Tefsir Ettiği İddaiası
Bu iddiayı
da ilk olarak İbn Teymiyye (ö.728/1328)’nin ortaya attığı,daha sonrada bazı
alimlerin aynı kanaati paylaştıkları ifade edilmektedir.
(……)’’
İnsanlara, kendilerine indirileni beyan
etmeden için sana da Kur’an’ı indirdik…’’ayeti, Hz. Peygamber’e
Kur’an’ tefsir etme sorumluluğu yüklemektedir. Ayrıca ayetteki “beyan” lafzı,
Kur’an’ın bütününü içine alan bir lafızdır. Buna göre Hz. Peygamber Kur’an’ın tamamnı tefsir etmek durumdadır.E
ğer o böyle yapmamış olsaydı, ozaman Allah’ın kendisini sorumlu tutuğu beyan
görevinde kusur işlemiş olurdu.
Hz.
Peygamber’in Kur’an’ın tamamını tefsir ettiğni söyleyebiliriz. Bilindiği gibi
Allah Resulü (sav), Kur’an’ı sadece metinsel anlamda tebliğ edip pratikleriyle
ilgilenmeyen bir peygamber değildi. Aksine Kur’an’ın mesajını ilk önce hayata
geçiren ve ashabına da bunu bizzat gösteren model bir insandı. Yani
Hz.Peygamber yaşayan bir Kur’an’dı. Böyle olunca o,Kur’an’ı baştan sona fiilen
tefsir etmişti.Buna göre diyebiliriz ki, Hz. Peygamber’in bize bırakmış olduğu
Kur’an tefsiri kısmen sözlü; kısmende fiili bir tefsirdir. Ancak onun kavli
tefsiri de esasen pratiğe döküldüğü için, baştan sona bütün Kur’an Allah Resulü
tarafından yaşanarak tefsir edilmiştir.
4.Sünnetin
Kur’an Karşısındaki Fonksiyonu ve Değeri
a.Sünnetin
Fonksiyonu
Büyük
müfessir Kurtubi(ö.671/1273) tefsirinin mukaddimesinde, İslam bilginlerinin
ekseriyetinin fikirlerine tercüman
olarak, sünnetin Kur’an karşısnda iki fonksiyon icra ettiğini
belirtmektedir.Bunlardan biri sünnetin, açıklanması gereken Kur’an’ı nasları
tefsir etmesidir ki buna teybin, diğeride bazewn helal ve haram noktasında
bazen de değişik konularda Kur’an’da yer almayan bir hükmü koymasıdır ki, buna
da teşri (hüküm koyma) fonksiyonu denilmektedir.Tebyin fonksiyonu
onun,Kur’an’daki mutlak nasları takyid, müphemleri tavzih, mücmelleri beyan, müşkilleri te’lif
ve genel manalı ayetleri tahsis etmesinden ibarettir.
B.Sahabe
Tefsiri
Sahabe,
arkadaş anlamına gelen ‘’sahibi’’ kelimesinin çoğulu olup,Hz.Peygamber’i
sağlığında görmüş ve onunla karşılaşmış olan müminlere verilen bir sıfattır.
Sahabi olamada Hz.Peygamber’den hadis rivayet etme şartı olamadığı gibi
yaş sınırı da söz konusuda söz konusu
değildir.Buna göre sağ iken bir an bile
olsa onunla görüşüp sohbet etmek ve Müslüman olarak ölmek sahabi olamada
yeterli bir şart kabul edilmektedir.
Kur’an
tefsirinin doğuşunda sahabe tefsirinin çok önemli bir yeri vardır. Çünkü
sahabiler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerini ,Arap örf ve
adetlerini iyi biliyorlardı.Aynı zamanda üstün bir idrak gücü ve sarsılmaz bir
imana sahiptiler.Ayrıca onlar eski medeniyetlerin ve felsefi akımların
tesirinden oldukça uzak yaşadıkları için zihinleri berrak ve dilleri
fasihti.Bütün bunların yanında Kur’an’ın işine şahit idiler.Bu yüzden ayet ve
surelerin hangi sebepten ötürü inzal edildiğini biliyorlardı. Anlamda sıkıntı
çektikleri ya da açıklama ihtiyacı
duydukları zaman da Resülullah (sav)’a
sorarak öğreniyorlardı.Böylece yaklaşık yirmi üç sene boyunca Kur’an’ın inişini
müşhade edip hem de iman noktasında
belli bir olgunluğa erişmişlerdi. Bu da, Kur’an naslarını tefsir
konusunda ashabı Resülullah’tan sonra en güvenilir konuma getirmişti.
1.Yaklaşım
ve Yöntem
Hz.
Peygamber’in vefatının ardından Kur’an’ı tefsir etme vazifesiyle karşı karşıya kalan sahabiler,
Allah Resulü (sav)’nün alternatif
yorumlar için bırakmış olduğu alanda bir
taraftan rivayetleri esas alarak diğer taraftanda kendi görüşlerine yer vererek Kur’an’ı
yorumlamışlardır.Bu da tabii olarak iki eğilimin doğmasına yol açmıştır.Söz
konu eğilimlerden biri rivayet diğeride re’ydir.
a.Rivayet
Taraftarları
Kur’anı
nakle bağlı kalarak tefsir etme yuolunu tercih eden sahabiler,İslam’ın ilk
günlerinden itibaren özellile müphem, mutlak, mücmel ve müteşabih nasları
açıklama konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsire karşı çıkmışlardır. Mesla Hz. Ebu
Bekr(ö.13/634):’’ Allah’ın kitabına dair
herhangi bir şeyi kendi fikrime göre tefsir eder veya anlamını
bilmediğim bir şey hakkında konuşursam, hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi
sema beni altında gölgelendirir?’’ demiştir.
Bu
rivayetler bize gösteriyor ki , o dönemde bir kısım sahabi Kur’an ayetlerini
yorumlama ve fetva verme noktasında çok duyarlı hareket ederek, nasları kendi
tercihleri doğrultusunda anlamlandırmayı
ilahi iradeye müdehale olarak telakki ediyor; bunun içinde böyle bir
müdehaleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı. Rivayet
tefsirinde altı ayrı yol ve yöntem kullanıldığını görüyoruz:
1.Kur’an’ı
tefsir ederken re’yi isabetli bir yol olarak görmeyen sahabilerin müracaat
ettikleri kaynakların başında Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri gelmektedir.
2.Sahabilerin
rivayet tefsir kaynaklarından biri de Resülullah(sav)’ın sünnetidir.
3.Ku’an’
rivayet tefsir kaynaklarıyla açıklamaya çalışan sahabilerin başvuru
kaynaklarından biri de eshab-ı nüzul rivayetlerdir.
4.Rivayet
taraftarları olan sahabiler Kur’an’ı
bazen de nesh yöntemiyle tefsir etme cihetine gitmişlerdir.
5.Sahabiler
tefsirinde eski Arap şiirini de referans olarak kullanmışlardır.
6.Bu hususta
üzerinde durulan bir başka kaynak da Ehl-i kitaptan yapılan nakillerdir.
b.Rey
Taraftarları
Sahabenin
Kur’an’a yaklaşımının ikinci önemli ayağı da daha önce belirttiğimiz gibi
tefsirde re’yin kullanılamsıdır.Bu görüşü benimseyen sahabiler, herhangi bir
ayeti tefsir ederken öncelikle rivayet tefsir kaynaklarına müraacat ediyorlar;
şayet aradıklarını onlarda bulamazlarsa, o takdirde kendi re’yleriyle tefsir
ediyorlardı.
Sahabe
dönemi tefsiri hem rivayette hem de dirayette dayalı bir tefsir özelliği
taşımaktadır.Bu iki yaklaşım tarzı, sonra da diğer nesiller yoluyla tarihten
günümüze intikal olarak gelmiştir.Bu sebeple denilebilir ki, her dönemde
Kur’an’ı hem rivayete hem de dirayete dayanarak tefsir eden alimler söz
konusudur.Ancak bütün bunlara rağmen hicri
III. asırdan itibaren tefsirde dirayet olgusu rivayete nazaran daha
büyük bir ivme kazanmış ve bazı dirayet müfessirleri Kur’an’la ilgili görüş ve
düşüncelerini serbestçe ortaya koyabilecekleri geniş hacimli tefsirler kaleme
almışlardır.
2.Bağlayıcılığı
Nüzul
sebepleri, Kur’an’ın müphemleri ve ahret ahvali gibi içtihad edilmesi mümkün
olamayan konularda sahabe tefsiri bağlayıcıdır. Ancak içtihad edilmesi ve fikir
yürütülmesi mümkün olan ve aynı zamanda Resülullah(sav)’a herhangi bir yolla
isnad edilmeyen yerlerde ise, Ebu
Hanife’nin de içinde bulunduğu coğunluğun kanaatine göre sahabe tefsiri tercih
sebebi olmakla birlikte bağlayıcı değildir.
3.Genel
Özellikleri
1.Sahabiler
Kur’an’ı ayet ayet baştan sona tefsir etmiş değillerdir.Yaptıkalrı açıklamalar,
garip, müphem, müşkil ve nüzül sebepleri ile açıklamaktan ibaretti.
2.Zaman
zaman sahabiler arasında bir kısım ihtilaflar ortaya çıkmıştır.Ancak bu
ihtilaflar tezat ihtilafı olmaktan ziyade tenevvü (çeşitlilik)ihtilafı idi.
4.Hüküm
ayetleriyle ilgili içtihadlara rastlanmıyordu.
5.Tefsir bu
dönemde henüz tedvin edilmiş değildi.
4.Meşhur
Sahabi Müfessirler
Süyuti,’’
el-itkan’’ adlı kitabında tefsir ilminde şöherte ulaşan sahabi müfessirleri
şöyle sıralamaktadır. Hz. Ebu Bekr (ö.13/634), Hz.Ömer (ö.23/634), Hz.Osman
(ö.35/635), Hz.Ali (ö.40/661), Abdullah b. Abbas (ö.68/687), Abdullah b. Mes’üd
(ö.34/654), Ubey b. Ka’b (ö.30/650), Zeyd b. Sabit (ö.45/665), Abdullah b.
Zübeyr (ö.73/692), Ebu Musa el-Eş’ari (ö.44/664). Ancak tefsirle yapmış
oldukları rivayet ve katkı noktasında bu sahabiler arasında bir farkın
bulunduğu da bir gerçektir. Bu anlamda bir sıralama yapılacak olursa ,o
takdirde Abdullah b. Abbas, zikretmek gerekir.Tefsirde en az nakilde bulunanlar
ise, Hz.Ebu Bekr, Hz.Ömer ve Hz. Osman’dır.Bunun sebebi de söz konusu üç
sahabinin halifelik görevini üstlenip fetihlerle uğraşmaları, yaşadıkları
dönemde Kitabullah’ın sırlarına vakıf olan, onun mana ve hükümlerini bilen alim
sahabilerinin bulunması ve onaların erken sayılacak dönemde vefat etmiş
olmalarıdır.Ancak halifeler içersinde Hz.Ali (ra) tefsirle ilgili nakillerinin
çokluğuyla bilinmektedir.Bu da onun en son halife olması dalayısıyla uzun
müddet kendisini ilme verme imkanını
elde etmesi ve o dönemde İslam topraklarının genişlemesi sonucunda yeni
Müslüman olan insanların ihtiyaçları nedeniyle özellikle Kur’an’ın tefsiriyle
uğraşma zorunluluğunun ortaya çıkması gibi sebeplerle dayandırılabilir.
Tefsire olan
katkılarından dolayı Ebü Hüreyre (ö.58/678), Hz.Aişe(58/678), Abdullah b. Amr
b. el-As (ö.65/684), Abdullah b. Ömer (ö.73/692), Cabir b.Abdillah (ö.78/697)
ve Enes b. Malik(ö.93/712)’in isimlerinide burada zikretmek gerekmektedir.
C.Tabiün
Tefsiri
‘’Tabi’’ kelimesinin çoğulu olan ‘’tabi
ün’’ uyanalar peşinden gidenler, izlerini takip edenler anlamına
gelemektedir.Ashabın ardında gelip din ve şeriat konusunda onların izinden
gittikleri için bu kuşağa tabiün denilmiştir.İşte sözü edilen bu kuşağın Kur’an’a yönelik beyanlarıda ‘’tabiün tefsiri’’ diye anılmaktır.
1.Tefsir
Metodları
Tabiiler de
tıpkı ashab gibi tefsirde öncelikle Kur’an ve sünnete başvuruyorlardı.Ancak söz
konusu bu iki kaynakta nasları tefsir edecek yardımcı bir malzeme
bulamadıklarında, özellikle eshab-ı nüzül,
1.Kur’an’ı
Kur’an’la ve rivayetlere dayanarak tefsir etme
2.Akli
çıkarımlarda bulunarak yorum yapma tarzında iki yol takip ediyorlardı.
Tabiiler
Kur’an’ı, bir tarfatan sahabilerden devraldıkaları tefsir mirasına dayanarak
rivayet yöntemiyle,diğertaraftan da
dirayet metodu kullanarak akli çıkarımlarla yorumluyorlardı.
2.Tefsir
Medreseleri
Bilindiği
gibi Hz.Peygamber (sav)’in hicretiyle Medine’de İslam Devleti’nin temelleri
atılmış ve daha Hz.Peygamber hayatta
iken bu devletin sımırları Arap Yarımadası’nın dışına taşmaya başlamıştı.
Peygamber’in vefatından sonra da fetihler aynı hızda devam ettirilerek söz
konusu devletin toprakları daha da genişletilmişti.Tabiatıyla yeni fethedilen
ülke insanlarının İslam’ı bilen yöneticilere, valilere, kadılara ve
öğretmenlere ihtiyaçları vardı.İşte bu ihtiyacın bir sonucu olarak fethedilen
her yeni beldenin halkına İslam’i öğretmek için muallimler ve asayişi temin
etmek için de valiler,kadılar gönderildi.Böylce çeşitli beldelere vazifeli
olarak giden sahabiler,burada tedris halkları oluşturarak Müslümanlara Kur’an’ı ve sünneti öğretmeye
başladılar.Çeşitli medreseler oluşturuldu ki,daha öncde ifade ettiğiğmiz bu
medreselerin hocaları sahabiler, öğrencileri de tabiiler idi.
Bahis konusu
beldelerin birçoğunda fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilafların
baş göstermesi,hergurubun kendi görüşün haklılığını ispat etmek için öncelikle
Kur’an’a sarılması ve bunun doğal bir sonucu olarak bir takım yanlış ve bozuk
te’villerin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı, Kur’an’ın doğru bir şekilde
tefsirinin yapılamsına şiddetle ihtiyaç duyulmuştu.İşte bunuda tefsir
medreseleri üstlendi.Şimdi sözünü ettiğiğmiz medreslerle ilgili bazı bigiler
vermeye çalışalım.
a.Mekke
Medresesi
Bu
medrese,Mekke’de tesis edilmiştir.Kurucusu da , içlerinde Raşit Halifelerin,Hz.Aişe’nin
ve Peygamber’in diğer eşlerinin de bulunduğu sahabe arasında, Müslümanların
kendisini isnatta en büyük otorite kabul ettiği, ‘’ilim denizi’’ ve ‘’
tercümanü-l Kur’an ‘’ ünvanının sahibi olan Abdullah İbn Abbas(ö.68/687)’tır.
Nakledildiğine
göre bu büyük sahabi, Kur’an’ı tefsir ederken daha ziyade müşkil lafızlar
üzerinde durarak onarlı Arap şiiriyle tefsir etme yolunu tercih etmiştir.Bu
medresenin yetiştirdiği en seçkin öğrencileri,
1.Mücahid
b.cebr(ö.103 /701)
2.İkrime
(ö.107/722)
3.Sa’id
Cübeyr (ö.95/714)
4.Tavus b.
Keysan(ö.106/24)
5.Ata b.Ebi
Rabah(ö.114/732)
b.Medine
Medresesi
Böylece
denilebilir ki,Medine’deki sahabiler bu şehirde kaldıkları müddetçe
kendilerinden sonra gelenlere Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’in sünnetini
öğretmeye çalışıyorlardı.İşte bunlardan birisi de Medine’nin en büyük
alimlerinden olan Ubey b. Ka’b(ö.30/650)’tır.
En meşhur
öğrencileri de şunlardır:
1.Ebu’l
Aliye (ö.90/709)
2.Muhammed
b. Ka’b el-Kurazi(ö.118/736)
c.Küfe
Medresesi
Bu
medresenin kurucus da Abdullah b. Mes’üd (ö.32/652)’dur.Kaynakların
belirttiğine göre bu medrese daha çok rasyonel bir temel üzerine bina
edilmişti.Bu sebepten dolayıdır ki İsla alimleri İbn Mes’üd’un teşekkül
ettirdiği bu medreseyi, icdihadi
hareketlerin çekirdeği kabul edip onu ‘’re’y medresesi’’ olarak
nitelendirdiler.Bu mederesenin yetiştirdiği pek çok alim vardır.En ünlüleri
şöyle sıralanabilir:
1.Alkame b.
Kays(ö.61/681)
2.Mesruk
b.el-Ecda(ö.63/682)
3.Müreretu’l
–Hemedani(ö.76/695)
4.el- Hasan
el- Basri(ö.110/728)
Bu zatlar
arasında el-Hasan el-Basri ile Katde’nin ismine tefsirde sıkça
rastalanmaktadır. Ancak Katade daha çok nakilciliği diyeride tefsirdeki
dirayeti ile tanınmaktadır.
3.Mevali
Müfessirler
Mevali
sözcüğü ile kölelikten azad edilmiş ve kendilerini ilme verecek, özellikle
tefsir de temayüz etmiş müfessirleri kast ediyoruz. Burada şunu hemen
belirtelim ki kaynakların verdiği bilgilere göre yukarıda sözünü ettiğimiz üç
tefsir medresesinde yetişen tabiün müfessirleri ekseriyet itaibariyle
mevalindendir.Mesala İkrime İbn Abbas’ın , Zeyd b. Eslem Hz.Ömer’in, Mücahid b.
Cebr beni Mahzüm’ün mevalası
idi.Ayrıca Ata b. Ebi Rabah ve Irak re’y
medresesine mansup çoğunun da mevalinden olduğu bildirilmiştir. Hatta tabiün
dönemi alimlerinden Mesruk (ö.63/683), Şurayh (ö.85/704), Said b. el-Müseyyeb
(ö.94/712) ve benzeri bazı alimler dışında diğerlerinin mevalinden olduğu bile
iddia edilmektedir.
Tabiün
döneminde yetişen müfessirlrin mevalinden oluşunu İbn Haldün (ö.808/1405),
bedeviliğin ve ümmügilin Araplarda hakim bir unsur olamasına bağlamaktadır.
Mevalinin
tefsirle uğraşamasını esasen tefsir açısından
bir kazanç sayılabilir.Çünkü farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür
muhitinden gelmiş olan bu insanlar, Kur’an tefsirine yeni bir soluk,anlayış ve
yorum katmışlardı. Sahabe döneminde icmali (külli) mana ile yetinme söz konusu
iken,tabiün döneminde daha ayrıntılara yer verilmesi bu hususu doğrular
mahiyettedir.Gerçi Kur’an ,sahabiler döneminde daha da genişlemiş, hatta
itikadi ve ameli mezhep hareketlerinin temelleri bu dönemde atılmıştır.
4.Kaynak
Değeri
Tefsir
medresleri hakındaki bu kısa açıklamadan sonra şunu ifade edelim ki , kurulan
bu medreselerde sahabe tarafından yetiştirilenilim ve fazilet sahibi tabilerin
Kur’an tefsirinde sahabeden sonra söz sahibi oldukları muhakaktı.İslam alimleri
bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır.
a.Kaynak
Değeri Taşımadığı İddiası
Bir kısım
İslam bilginine göre tabiiler,Kur’an tefsirine yönelik bilgileri Resülullah
(sav)’tan alamadıkalrı için onların tefsiri,bizzat Hz.Peygamber’in beyanlarına
muttali olan sahabe tefsiri niteliğinde değildir.
Nitekim Ebu
Hanife: ‘’Resülullah (sav)’tan gelen baş-göz üstüne,sahabeden gelen hakkında
serbestiz (uygun bulduğumuzu tercih edebiliriz),tabiundan ankledilene gelince
onlarda rical (insan) biz de ricaliz’’ diyerek tabiün tefsirinin bir ayrıcalığa
sahip olamadığını ifade etmektedir.
b.Kaynak
Değeri Taşıdığı İddiası
Görebildiğimiz
kadarıyla müfessirlerin bir kısmını da,tabiün tefsirinin kaynak değeri taşıdığı
görüşündedir.bu görüşte olanlara göre tabiiler her ne kadar Resülullah’ı
görmemiş ve ayetlerin nuzül sebeplerini müşahede etmemişlersede, tefsirlerini
genellikle sahabeden almışlardır.
c.İttifak
Edilen Hususların Kaynak Olabileceği İddiası
Bu gruptaki
ailimler de: ‘’ Tabiün sözlerinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar bizim
için başvuru kaynağıdır.İttifak edilmeyenlerine gelince,onların isabetli
olduğunu görürsek alırız değilse ,kabul etmek zorunda değiliz.’’ Derler.
Sonuç olarak
şunu ifade edelim ki, nuzül sebepleri,muggayyebat,müphematu-l Kur’an
vb.ictihadın mümkün olamadığı meselelerde tabiün müfessirlerinden nakledilenler
alınmalıdır.Çünkü onlar bu konulardaki rivayetleri ashaptan
ankletmişlerdir.İçtihadın mümkün olduğu konularda ise,tabilerin de diğer
müfessirler gibi hata ve isabet etme ihtimalleri vardır. Ancak herhangi bir
konuda tabilerin ittifakı söz konusu ise,orada hata ihtiamli yoktur.İşte bu tür
rivayetler tereddütsüz kullanılabilirler.Sahabe gibi tabiün tefsirinde kendine
has özellikleri vardır.
5.Belirgin
Nitelikleri
Maddeler
halinde şöyle sıralamak mümkündür:
1.Sahabe
tefsiri, kendilerine manası kapalı gelen ayetlerle sınırlı kalmışken, tabiiler
döneminde Kur’an’ın bütünü tefsir edilmeye başlamıştı.
2.Tabiün
döneminde Kur’an bir taraftan baştan sona ayet ayet tefsir edilirken, diğer
taraftan da ortaya koyulan görüş ve iddaların delillendirilmesi için bazı
kelime ve tabilerin izahına geniş yer verilmiştir.
3.Tabiün
tefsirinde kelime açıklamalarını yanında, geniş fıkhi izhalar,ayetlerden geniş
istinbat ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgilerde yer
almıştır.
4.Şiirle
işhad metoduyla bazı garip kelimeleri şerh ve izah etmekte bu dönemin bir başka
özelliğidir.
5.İsrailiyat
denilen gayr-i İslami bilgiler,bir
önceki döneme kıyasla daha çok bu devirde Kur’an tefsirine girmiştir.
6.Bu
dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş
değildi.Tefsire dair haberler yine şifahi nakil yoluyla aktarılmıştır.Ancak bu
haberler,Mekke,Medine ve Küfe gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan
ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş;böylece tabiün dönemindeki
rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir.
II.TESFİRİN
TEDVİNİ (Yazılı Nakil Dönemi)
Tefsir
,yazıya geçirilinceye kadar sözlü nakil yoluyla aktarılmıştır.Bu sürecin ilk
halkasında Hz.Peygamber, ilk halkasında da vahyin nuzül ortamını müşhade eden
ve meydana gelen hadiseleri bizzat yaşayan ashab vardır.Ashab bir taraftan
Hz.Peygamber’den işittiklerini ve çeşitli şekillerde ki müşahedelerini diğer,
diğer taraftan da kendi ichad ve kavillerini yine aynı yolla tabilere
nakletmişlerdir.Ama ne yazık ki ,tefsir bu dönemde de sözlü nakledien
kurtulmamıştır.Burada şunuda ifade etmek gerekir ki , tabilere şifahi olarak nakledilen bu
bilgiler,onlardan sonra gelen tebe-i tabiin nesline intikal ederek aynı neslin
özelliğini korumuştu.Ancak diğer dönemlere kıyasla bu dönemde tefsir bir hayli genişlemiştir.Bu genişleme
ayetlerle ilgili rivayetlerin farklı isnad zincirlerinin nakledilmesi ve dil
ilimlerinin genişlemesi etkili olmuştur.Bu döneme kadar geçen süreçte tefsirle
ilgili bilgiler, beyanlar, açıklamlar,tartışmalarsözlü nakil yoluyla korunarak
nihayet tedvin asrına yani tebe-i tabiin dönemine gelinmiş ve bu dönemde
tefsire dair malzemeler yavaş yavaş yazıya geçirilmiştir.Böylece İslami
ilimlerin diğer şubelerinde olduğu gibi tefsirde de ilk dönemin özelliğini
taşıyan şubelerinde olduğu gibi tefsirde
deilk dönemin özelliğini taşıyan bazı eserler ortaya çıkmaya
başlamıştır.Söz konusu dönemde tefsir belki tedvin edilmişti ama yaklaşık 150
senelik bir sürede geride bırakılmıştı.Şayet bunu İslami ilimlerin, Özelliklede
tefsirin tedvini açısından bir gecikme olarak kabul edersek, tabii ki bu
hususla ilgili bir takım sebepler üzerinde durmamız gerekecektir.Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
1.Kaynakların
bildirdiğine göre Kur’an indirilmeye başladığı andan itibaren
Hz.Peygamber,vahyi yazdırmak üzere görevlendirdiği bazı katiplere Kur’an
parçalarını kaydettiriyordu.Ancak başlangıçta Kur’an’la karışma endişesiyle
hadislerin yazılmasına müshade etmemişti.Verielen izinden sonra da öyle
anlaşılıyor ki ashab öncelikle zayi olur endişesiyle hadisleri yazmaya
başlamıştı.
2.Bu konuda
ileri sürülebilecek bir diğer sebep de, Kur’an’ın ilk muhataplarının ummi bir
toplulukm olmasıdır.
3.Tefsirin
tedvinindeki gecikmenin önemli bir sebebi de ilk muhatap kitlenin yazıdan
ziyade hafızlarına güvenmeleriydi.’’Araplar Kur’an’ın naklinde yazıdan çok
hafızlarına güvenirlerdi.
4.Yazı malzemelerindeki
zorluk ve sıkıntılar da sözü edilen tedvinin gecikme sebeplerinden biri
sayılabilir.Zirakaynakların belirttiğine göre vahyin indiği dönemde henüz kağıt
mevcut degildi.Durum böyle iken
sahabilerin, tefsir ilmini tedvinde
gereken hassasiyet ve ihtimamı göstermedikleri söylenebilir mi?
B.Tefsirin
Hadisle Birlikte Tedvini
Kaynakların
verdiği bilgiye göre tefsir,ilk defa hadis ilminin bir şubesi olarak tedvin
edilmiştir.
C.Tefsirin
Müstakil Olarak Tedvini
İlk defa
hadis ilminin bir kolu halinde tedvin edilen tefsir ,çok kısa bir süre sonra
çok kısa bir süre sonra müstakil bir duruma getirildi.Elimizdeki dökümanlar
nakilleri bir araya toplayarak Kur’an’ısure ve ayet tertibine göre tefsir eden
ilk şahsın,Mukatil b.Süleyman(ö.150/767)olduğunu göstermektedir.Gerçi bazı
kaynaklarda ilk müfessir olarak Ali b.Ebi Talha (ö.143/760)’nın isminede yer
verilmektedir.İlk müstakil tefsirlerden olduğu ileri sürülen bir diğer tefsirde
Ebü Zekeriyya Yahya b. Ziyad el-Ferra (207/822)’nın ‘’Maani’l-Kur’an’ı’’dır.Elimizeki
verilere bakarak tedvin edilen ilk tefsirin Mukatil’in kalame aldığı tefsir
oldğu söylenebilir zira Mukatül Faridan yarım asır önce vefat etmiştir.
D. Tedvin
Döneminin İlk Müfessirleri ve Tefsiri
1.Mukatil
bn.Süleyman,et-Tefsiru-l-kebir
Belh şehrinde
dünyaya gelen Mukatil,Merv ve Bağdat’ta ilim tahsil etmiştir.Emevilerin
Horosan’daki nüfuzları zayıflayınca da Basra’ya giderek Ata b.Ebi Rebah,İbn
Şihab ez-Zühri ve Atiyye el-Avfi gibi zatlardan ilim tahsil etmiş ve ölünceye
kadar (150/767) orada yaşamıştır.
Kendilerinden
ilim aldığı şahıslara bakarak Mukatil, tebe-itabiden olduğunu söylemek mümkün
gözükmektedir.Çünkü onun hocaları arasında sahabi bulunmamaktadır.
Fıkri
cereyanların kaynaştığı ve düşüncelerin yavaş yavaş rayına oturmaya başladığı
ikinci hicri asrın ilk yarısında tefsir yazan Mukatil,b.Süleyman Kur’an’ı
başından sonunsa kadar mevcut sure tertibine göre ele alarak yazdığı söz
konusu eserinde, bir yandan ayetlerin
nuzül sebepleri ve nuzul zamanları konusunda bilgiler vermiş;diğer yandan da
kelimelerle ilgili etimolojik açıklamalar ve nahvi tahliller yapmıştır.Ayrıca
müfessir bu eserinde anlamı kapalı olan bazı sözcüklere izahalr getirmiş,Ehl-i
kitabı tavsif eden ayrtlerde ise bol bol şahıs isimlerine yer vermiştir.Nadir
olarak bir kısım ayetlerle ilgili açıklamaların naklinde isnadlarıda zikreden
Mukatil söz konusu tefsirini otuz kadar şeyten yaptığı rivayetlerden
oluşturmuştur.
2.Süfyanu’s-Sevri,Tefsirü’s-Sevri
es-Sevri,tebe-i
tabinin önemli şahsiyetlerinden biridir.Hicri 95 veya 97 senesinde dünyaya
geldiği kaydedilmektedir.Babası,Küfe’nin güvenilir muhaddislerinden biri olan
Sa’id b.Mesruktur.Anneside zühd ve takvası ile tanınmaktadır.Müthiş bir hafıza
kabiliyetine sahipolduğu söylenen es-Sevrin’nin bütün muhadisler tarafından güvenilir
(sika)bir ravi olduğu öne sürülmektedir.Kur’an’ dair geniş bilgi sebebiyle
yaşadığı dönemin en büyük müfessirlerinden biri kabul edilmiştir.Müellifin
kaleme aldğığ tefsrin mukkadimesinden bu eserdeki bigilerin, Süfyanu’s
Sevrin’in talebaesi olan Ebü Huzeyfe Musa b.Mes’üd el-Basri (ö.220/835)
tarafından nakledlidği analsşılmaktadır.es-Sevri bu eserinde Kur’an ayetlerinin tamamını değil bir kısmını tefsir
etmiştir Sureler Hz.Osman’ın
Mushaf’ındaki sıralamaya göredir.Müellifin Kur’anı tefsir ederken re’y
ile tefsirden uzak durarak sahabe ve taibün kavilleriyle nasları açıklamaya
çaçlıstığı zikredilmektedir. Rivayetelrin çoğu ,Mekkelimüfessirlerden
nakledilmektedir. Bu haberler arasında zaman zaman merfü hadislere rastlamkta
mümkündür.
Süfyanu’s-Sevri
tefsirinde Arap dilinin fizyoljik inceliklerine dayanan lügat,kıraat gibi
hususlar yanında nuzul sebepleri,nasih-mensüh
ve fkıhla ilgili açıklamalrda da yer vermiştir.Eski arap şiiriyle
istişhadda bulunmayan bu tefsirin en önemli özelliği onun israiliyata kapı
aralamamiş olamsıdr.
3.Yahya b.
Sellam,Tefsirü Yahya
Tebe-i
tabiinin önemli simalarından biri de Yahya b.Sellam’dır.Midessir Yahyai,ilk
asırlarda İslam’ın önemli ilim merkezlerinden biri sayılan Küfe’de 124/741
senesinde dünyaya gelmiştir.Musannafat sahibi olduğu bilinen Yahya’nın ayrıca
bir de tefsiri vardır.Bu tefsir tenkid ve tercihe yer vermesi bakımından
Taberi’nin tefsirine nispetlebir önceliğe sahiptir. Ancak onda,Taberi’nin
tefsirinde olduğu gibi mantık,felsefe,tıp,tabiat ve astronomi vb. yabancı kültürlere dayanan
ilimler yer almaktadır.Kısacası,İslami ilimleri ve İslami kültürü bir araya
toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir.Ancak ilim ehli tarafından tarafından
tanınmamıştır.
4.Ferra,Meani’l-Kur’an
Asıl adı
Yahya b.Ziyad olan Ferra 144/761 senesinde Küfe’de dünyaya gelmiş, çocukluğunu
ve ilk tahsil yıllarını burada geçirmiştir.Bilgi ve görgüsünü geliştirmek
maksadıyla daha sora Basra’ya gideb Ferra,Kaynakların belirttiğine göre
başlangıçtan beri lügat ve tefsir ilmine daha fazla ilgi göstermiştir.
Meani’l-Kur’an,
Ferra’nın tefsir sahasında kaleme almış olduğu en meşhur eseridir. Bu eser,
daha sonraki lügat ve gramer çalışmalarına esas teşkil eden başlıca
kaynaklardandır.Çünki söylendiğine göre müellifin,söz konusu eserinde ayetlerle
ilgili olarak ortaya koyduğu dil özelliklerinden hareketle,Arapçanın sarf ve
nahvi tespit edilmiştir.
5.Ebü
Ubeyde,Mecazu’l Kur’an
Basra
nahivcilerinin en meşhurlarından biri olan Ebu Ubeyde Ma’mer b.el-Müsenna, Basra’da dünyaya gelmiş ve
orada yetişmiştir.Tenkitçi bir üsluba sahip olması sebebiyle aleyhinde çok şey
söylenmiş,bazıları onu haricilikle bazıları da Kaderiyecilikle itham
etmiştir.Ebu Ubeyde ‘’Mecazu’l-Kur’an’isimli eserini, sure ve ayet tertibine
göre kaleme almakla birlikte bütün ayetleri tefsir etmemektedir.Daha ziyade
kelimerin anlamları, iştikakları ve irapalarını konu edinmektedir.
6.Abdurrezzak
b. Hemmam,Tefsir
Hicri 126
(743-744) yılında San’a’da doğan Adurrezzak ilk tahsilini aile çevresinde yapıp
yirmi yaşlarında ilmi seyahatlere çıkmıştır.Hicaz,Şam ve Irak gibi ilim
merkezlerinde Ma’mer b.Raşit,Sufyanu’s- Sevri,Süfyan b. Uyeyne, Malik b. Enes
ve diğer alimlerden hadis ve fıkıh tahsis etmiştir.Bunlar arasında kendisinden
en çok yararlandığı hadis alimi Ma’mer b.Raşid’dir.
Abdürrezzak’ın
tefsiri sahabe tabiün ve daha sonrakilerden yapılan nakillerden oluşmaktadır.Bu
nakiller özellikle lügat,sebeb-i nüzul,nesih,kıraat,fıkıh ve israili haberleri
içermektedir.Tercih ve tenkidin hiç yer almadığı söz konusu eser,tam bir
rivayet tefsiridir.Kur’an’ın her ayetini içeren bir tefsir değildir.
E.Tedvin
Dönemi Tefsirlerinin Genel Özellikleri
1.Kur’an’ın
açıklamasına yönelik olarak bu dönemde yazılan eserlerin ortak özelliği dil bilimsel tafsirler olmasıdır.
2.Söz konusu
tefsirler öncelikle garib,müşkil,Mübhem ve mücmel kelimelerin Arap dilndeki
anlamlarına, etimolojik alan içerisindeki değişik formlarına ve irab
durumlarına yer vermişlerdir
3.Ayetlerin
anlaşılmasında anahtar konumunda olan sözcüklerin izahi için zaman zaman eski
Arap şiiriyle istşhadda bulunulmuştur.
4.Ayetlerin nüzul sebepleri,kıratı ve neshi gibi
konuların da ele alındığı bu tefsirlerde
ayet ve sure tertibine riayet edildiği görülmekle birlikte Kur’an’ın her
ayetine yer verilmemiş,ayrıca ayetler daha sonraki klsik dönem tefsirlerinde
olduğu gibi her yönüyle izah konusu edilmemiştir.
5.Sözü
edilen tefsirler genellikle
garibü’l-Kur’an,me’ani’l-Kur’an,mecazü’l-Kur’an,müşkil’ü-Kur’an ve
i’rabü’l-Kur’an adıyla kaleme alınmışlardır.Varlığını Hicri IV. Asra kadar
devam ettiren söz konusu tefsir geleneği bundan sonra yerini geniş hacimli
rivayet ve dirayet tefsirlerine bırakmıştır.
TEFSİR
ÇEŞİTLERİ
Ömer Nasuhi
Bilmen, ashaptan başlayarak kendi zamanına kadar tefsir yazanmüfessirleri
sıraladığı,’’Büyük Tefsir Tarihi’’ isimli eserinde sure tefsirleri dahil 1700
civarında tefsirin kaleme alındığı tespit etmiştir. Ancak bunlardan bize
ulaşanların sayısı 465’tir.Ondan sonra da hem Türkiye’de hemde diğer İslam
ülkelerinde tefsirler kaleme alınmıştır. Dolayısıyla bu bsayının büyük bir
ihtimalle bugün için 500’ü aştığı söylenebilir.
Tarihten
günümüze ulaşan bu tefsir müsebatını genel nitelikleri itibariyle ele alıp bir
tasnife tabi tutarsak öncelikle onları;
1.Mevdi’i
(konumlu)
2.Mevdu’i
(konulu) şeklinde iki kısıma ayırabiliriz.
I.Mevdi’i(konumlu)Tefsir
(…..)
(….)
kelimesi lügatte bir şeyin bırakıldığı yer,mahal, kitabın bölümü,durum ,
vaziyet ve konum gibi manalara gelmektedir. Bu sebeplerdir ki (….) terkibi ‘’
konumlu tefsir’’ şeklinde tercüme edilebilir.Mevd’i (konumlu) tefsir terimi
olarak da,’’herhangi bir müfessirin
Kur’an’daki sure ve ayet sıaralasını
esas alarak her ayeti mevcut teryibe göre tefsir etmesi’’ demektir.Burarda sözü
edilen metodlar da rivayetl ve dirayetten ibarettir.
1.Rivayet
Tefsiri
a.Tanımı ve
Kaybakları
Rivayet
tefsiri en kısa tanımıyla Kur’an’a,sünette ve selef alimlerinden nakledilen
sahih rivayetlere dayanan tefsir demektir.Başta İbn teymiyye olmak üzere
selefin önde gelen alimlerine göre en güzel ve isabetli tefsir isabetli tefsir
rivayet tefsiridir.
Rivayet
tefsirinin kaynaklarını şöyle sıralamk mümkündür:
1.Kur’an
2.Sünnt
3.Sahabe
sözleri
4.Tbiün
kavilleri
5.Arap Dili
ve Belagatı
6.Arap Şiiri
7.Ehl-i
kitap kültürü
Ashab
döneminde başlayan şiirle istişhad olayı daha sonraki dönemlerde de devam
etmiştir.Çünki bazı sahabiler Kur’an’da yer alan garip lafızların manalarını
tespitte eski Arap şiirine başvurmakla kalmamış; diğrlerlnlde buna teşvik
etmişlerdir. Ashabıın şiirine verdiği bu değe öyle anlaşılıyor ki, sonraki
müfessirleri de etkilemiş; bunun doğal sonucu olarak da her müfessir aynı
yoğunlukla olamasa da şiirle istişhadda bulunmuştur.Mesela, Taberi ve Kurtubi
gibi bazı müfessirler söz konusu şiiri çok fazla kullanırken, müfessierlerin
bir kısmı nadiren ona müracatta bulunmuştur.Bu da şiirle istişhadın Kur’an
tefsiri için ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.
Rivayet
tefsir geleneğine göre tefsir kaleme alan müfessirler az da olsa bazen kendi
bireysel tercihlerini kullanmayı da ihmal etmemişlerdir.Bu yüzden rivayet
tefsirini iki kısma ayırmak mümkündür:
1.Salt rivayet
tefsirleri,
2.Dirayetle
karışık rivayet tefsirleri
Salt rivayet
tefsirleri,sahabe ve tabiündan gelen rivayetlere dayanan tefsirlerdir.Bu tüt
tefsirler için Nesai(ö.303/915)’nin kaleme almış olduğu ‘’Tefsiru Nesai’’ile
Süyuti (ö.911/1505)’nin te’lif etmiş olduğu ‘’ed-Dürru’l-mensür’’ isimli
tefsirler örnek olarak verilebilir.Sözünü ettiğimiz bu iki tefsirin ortak
özeliği, her ikisinin de sadece rivayete dayalı olarak kaleme alınmış olmaları
ve rivayetlerin isnadlarıyla birlikte zikredilmesidir.Az da olsa dirayetle
karışık rivayet tefsir geleneği doğrultusunda kaleme alınan tefsirlerin
örnekleri de bilindiği gibi oldukça fazladır.
b.Rivayet
Tefsirinin Zaafları
Rivayet
tefsir metodu açısından Kur’an’ın, Kur’an’la veya sahih hadislerle yahut da merfü hükmündeki sahabi kavilleriyle
yapılan izahların makbuliyetin de herhangi bir şüphe yoktur.Ancak uydurma
rivayetler tefsire sokularak yahut isnad zinciri tamamen ihmal edilerek veya
irsaliyat denilen haberlere dayanarak yapılan açıklamaların güvenilir olduğunu
ileri sürmek pek mümkün değildir. Çünkü bunlardan biri, rivayet tefsirinin zayıflığı için başlı
başına birer sebeptir.
ba.Uydurma
Rivayetlerin Tefsire Sokulması
1.Kaynakların
katdettiğine göre bazı mezhep mensupları kendi görüşleri peygamberi bir nalsa delillendirmek
amacıyla zaman zaman hadis uydurmuşlardır.Sözgelimi, bazı Şiiler hadis diye bir
takım sözler uydurarak Hz.Ali(ra) ‘ye nisbet etmişler, sonra da bunları Kur’an
tefsirine sokmuşlardır.
2.Alim
geçinen insanlar , idarecilere yaklaşmak, bu sayede makam ve mevki elde etmek
için haber uydurmuşlar ve bunları tefsire bir sokmuşlardır.
3.Yine
Kur’an okumayı teşvik maksadıyla surelerin fazileti hakkında uydurulan
hadislerin bazı müfessirler tarafından nakledilmiş olması da, uydurma
rivayetlerin tefsire sokulmasının bir başka sebebidir.
4.Ehl-i
kitap veya başka dinlere mensup bazı inkarcılar da İslam’ı harp ve kuvvetle
yıkamayınca, bir takım uydurma ve asılsız haberler üreterek onları özellikle
tefsire sokmak suretiyle bu mukaddes dini yakmaya çalışmışlardı.
bb.
Rivayetlerin Tahkiksiz ve Senedsiz Nakledilmesi
Rivayet
tefsirinin önemli zaaf nedenlerinden biri de, nakillerin tahkik edilmeden yani
sahihlerin sahih olamayanlardan ayıklanmaksızın zikredilmesidir.
bb.İsrailiyata Yer Verilmesi
Tefsir için
zayıflık sebebi sayılacak önemli
problemlerden biride israliyattır.bu nitelikteki bilgiler de daha ziyade Kur’an
kıssalarıyla ilgili açıklamalar esnasında tefsire sokulmuştur.Bilindiği gibi
Kuu’an’da geçmiş milletler ve
peygamberlerle ilgili pek çok kıssa bulunmaktadır.Aynı kıssalar Tevrat ve
İncilde’de mevcuttur.Ancak Kur’an’la Tevrat ve İncil’deki kıssalar arasına
icmal(kısalık) ve tafsil (uzunluk)yönünden farklılıklar vardır.Kur’an, yer
verdiği kısaları zaman , mekan ve kahramanları itibariyle ele almadan ihtiyaç
kadar anlatır.Yani tafsilata girmez.
Öyle
anlaşılıyor ki bütün bu hususların Kur’an’da detaylandırılmamış olaması, buna
mükabil oalayların ayrıntılarını öğrenme merakı alimleri,Kur’an kıssalarında
müphem bırakılmış yahut çok kısa olarak zikredilmiş olan bu ve benzeri
hususların detaylarını araştırmaya sevk etmiştir..Böylece shabiler döneminde
başlayan irsaliyatı nakletme hareketi,tabiün döneminden sonra daha da gelişerek
müfessirleri.sahih olup olamadığı konusunda ciddi bir araştırma yapmadan Ehl-i kitab’tan
nakilde buluınmaya götüştür.
bca.
İsrailiyatın Tanımı ve Kısımları
İsrailiyat,
‘’israiliye’’ kelimesinin çoğuludur.Manası, her ne kadar Yahudilikten
nakledilen asılsız haberler demek ise de,Kavram olarak ‘’Yahudilik,
Hıristiyanlık ve diğer dinlerden İslam kültürüne özellikle Kur’an tefsirine
girmiş olan gayr-ı İslam bilgileri’’ ifade etmektedir.
İsrailiyat İslam’a uygun olup olmama açısından ikiye
ayrılmaktadır. Bunlardan biri, Hz. Peygamber (sav)’in: ‘’ … (Dini konularda)
Ehl-i kitaba hiçbirsey sormayın. Ziraa kendileri sapıtmış olan bu insanlar sizi
asla doğru yola iletmezler...’’ sözüyle nakli caiz olamayan, diğeride, ‘’…
Ben-i israilden nakilde bulunun. Bunda bir sakınca yoktur.’’ Hadisinin
delaletiyle nakli caiz olan kısındır. Tabii ki,
Hz.Peygamber’in
nakline ruhsat vermediği isaraili haberler İslam’a ters düşenler naklini caiz
gördüğü de İslam’a aykırı
olamayanlardır.
Bcb.İlk
Nakilcileri ve Naklediliş Amacı
Kaynakların
belirttiğine göre israili haberler
Kur’an tefsirine ilk defa
Abdullah b. Selam, Ka’bu’l-Ahbar ,Vehbb.Münebbih ve İbn Cüreyc gibi bazı zarlar
vasıtasıyla girmiştir. Bu şahıslar, Yahudi ve Hıristiyan iken Müslümanlığı
kabul etmiş Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen alim kişilerdir.İlk zamanlarda
sahabiler Kur’an’da ayrıntıları verilmeyen bazı kıssaların tafsilatı konusunda
söz konusu zatlara sorular sormuş ve onlardan almış oldukları bilgileri tabiuna
nakletmişlerdir. Tabiiler de sahabilerden aldıkları bu bilgilere,Ehl_i kitaptan
sorup öğrendiklerini ilave ederek israiliyata konu olan biginlerin çerçevesini
dahada genişletmişlerdir.
Dolayısıyla
onarlın, söz konusu haberlerin
anklinde art niyetli olduklarısöylemek
mümkün değildir. Ancak Ehl-i kitaptan bazıları da Müslümanlığı yok etmek ya da
zayıflamak iman kisvesi altında İslam’i içten yıkabilevek pek çok uydurma
haberi onunbünyesine sokmaya çalışmıştır. İşte asıl tehlikeli olanlar
bunlardır.
Meşhur
Rivayet Müfessirleri ve Tefsirleri
Rivayet
tefsir geleneğine göre kur’an’ı tefsir eden bir hayli müfessir bulunmaktadır.
Bunlar arasında en çok şöhrete ulaşanlar ,Taberi,Begavi, İbn Atiyye
el-Endülüsi, İbnü’ Cevzi, İbn Kesir ve Süyuti’dir.bunlardan başka İbn Munzir ‘’
et-Tefsir’’, İbn Ebi Htim ‘’ Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim’’,el-Keşf ve’l-beyan an
tefsirir’l Kur’an’ ve ibn Trmiyye ‘ et-tefsiru’l-kebir’’ gibi
müfessirler,nisimleride sayılabilir İlim dünyasında çok haklı bir şöhrete ilk
altı müfessirin biyografisini kısaca takdim edip tefsirlerini ana hatlarıyla
tanıtmaya çalışacagız.
1.Taberi
(ö.310/923), Camiu’lbeyan
Kaynakların
verdiği bilgiye göre Taberi, 225/839 senesinde Taberistan’ın Amül şehrinde
dünyaya gelmiştir.Yediyaşında Kur’an’ı ezberlemiş. Dokuz yaşında da hadis
yazmaya başlamıştır. Tahsil hayatını tamamlamak için Rey, Basra,Küfe,
Medine,Suriye ve Mısır’ı dolaşmış sonra hilafet merkezi olan Bağdata giderek hayatının sonuna kadar orda
kalmıştır. Tefsir yanında kırat, hadis,kelam ve tarih ilimlerinde de otorote
olan taberi fıkıhta da müçtehid olarak görülmektedir.Çok sayıda talebe okutan
ve bu arada otuza yakın kitap te’lif eden
müfessir Taber’i, 310/923 senesi Şevval ayında vefat ettiği evin
içersinde defnedilmiştir.
Taberi’nin
kalame almış olduğu ‘’cami’u’l-beyan an tevi’li-Kur’an’’dır.Bu özelliğinden
dolayı olmalı ki Taberi tefsiri, rivayet tefsiri bağlamında yazıldığı zamandan
günümüze kadar ulaşan tarih çizgisinde hep zirve noktayı işgal ederek, tefsir
edebiyetının temel taşı olarak nitelendirilmiştir.Tefsir usuiüyle ilgili çok
önemli bilşgilerin yer aldığı bir mukaddime ile başalayan bu kitap, oldukça
hacimli bir tefsirdir.
Bu tefsirde
Taberiaçıklamak üzere ele aldığı ayete önce ‘’el-kavlu fite’vili kavlihi
Te’ala’’ ifadesiyle kısa bir izaha başlar,sonra o ayetle ilgili olaraksahabe ve
tabiundan gelen haberleri nakleder, arkasından da ekseriya bu rivayetlerden
elde etmiş olduğu bu bilgilerin bir özetini verir.
Buna göre
rivayetleri içersinde birbirine muvafık veya muhalif oluşları itibariyle
tasnife tabi tutar. Şayet özet olarak sunduğu bilgilere ayıkırı rivayet varsa
bunu da rivayetlerin sonuna kaydetmeden geçmez .
Bu,onun her
bir ayeti ,Kur’an’ıKur’an,sünnet,sahabe,tabiün ve etbau’ttabin kavli ilke
tefsir yönteminin bir neticesidir.Eğer sözü edien kaynaklarda aradığını
bulmazsa, ozamnda Arap dili bilgilerine dayanarak ayetleri yorumlamaya
çalışır.Bu bakımdan Taberi’nın tefsiri, genellikle rivayet tefsirleri arasında
sayılırsa da söz konusu özelliğinden ve
rivayetlere yönelik olarak yapmış olduğu tenkid ve tercihlerden dolayı dira
geçemeyiz.
Her ne kadar
Taberi zaman zaman bazı hususlarda
tenkid ve tercih yöntemini kullanarak kendi düşüncesine yer vermişse
de,esasen o hiçbir zaman mücerred reyle ayetlere yorum getirmekten yana bir
tavır sergileyememiştir.hatta böyle hareket edenlere karşı her zaman mücadele
vermiştir Bu yüzdendir ki herhangi,bir kisenin bir ayeti te’vil ederken
Hz.Peygamber’denrivayet edilen bir nakle dayanmadan sırf kendi aklıyla hareket
ederek görüş beyan etmesini tecviz etmemiştir.Çünki ona göre böyle
birisi,yapmış olduğu yorumda isabet etmişolsa bile hata içersindedir.
Bilindiği
gibi müfessir Taberi,tefsirinde rivayetleri senedli olarak
vermektedir.Kendilerinden nakilde bulunduğu ravileri tescilde çok dikkatli
davranan müellif başkalarıyla birlikte aynı üstadtan işitmiş olduğu haberler
için ‘’haddesena’’,yalnız olarak işittikleri içinde ‘’haddeseni’’ tabirini
kullanmaktadır.Onun yapmış olduğu bu nakiller arasında merfü ve nevküf haberler
olduğu gibi maktü olanlarda vardı.O selef mezhebine aykırı düşen tüm akidevi
yönelişlere karşı durarak hareketle Ehl’i sünneti savunur.
Taberi
tefsiri Hz.Pegamber,,sahabetabiün ve daha sonraki zamanlarda yapılan nakilleri
toplayıp kendisinden sonrakilere aktaran sistematik bir tefsir, lügat, kıraat,
tarih, fıkıhkelam,nahiv, ve cahiliye şiiri açısından eşsiz bir kaynaktır.Bu
yüzdendir ki söz konusu tefsir naklitefsirlerin en mükemmel bnir örneği olarak
kabul,edilmiş,tefsir ve tefsir tarihi ile ilgili araştırma yapacak kimselerin
kendisinden asla müstağni kalmayacakaları bir eser olarak telakki
edilmiştir.Nevevi ,bu tesfrin bir benzerinin yazılmadığıkonusnda ümmetin
ittifak ettikleri öne sürerken. Süyüti onun, tefsirlerin en değerlisi olduğunu
beyan etmektedir.
Kısaca Hem
taberi tefsiri hakkında söylenenler hemde araştırıldığı zaman ortaya çıkan
manzara göstermektedir ki Camiu’l –beyan, ihtiva ettiği nitelikler açısından
hiçbir zaman yeri doldurulmayacak eşsiz bir tefsirdir.
2.Begavi(ö.
516/1122), ME’alimu’t –tenzil
Asıl adı Ebu
Muhammed el-Hüseyin b.Mes’üd Muhammed
b.Ferra olan Begaci , Merv ile Herat
arasındaki Bağşür (bağ) kabasında dünyaya gelmiştir.İlk dini bilgilerini bulunduğu
muhitte almış, daha sonra da bilginsi arttırmak için Merverrüz ve Horasan
illerini dolaşmıştır.
Hadis,tefsir
ve fıkıh alnında kitaplar yazan Begavi, seksen yıllık bir ömür ilm ve irfan
uğurunda geçirmiş, ancak hicri 516/1122 senesinde Merverrüz’de vefat ederek
hocası Hüseyin el-Merverrüzi’nin yanına defnedilmiştir.
Bilindiği
gibi rivayet tefsirirnin önemli kaynak eserlerinden biri de Begavi’nin
‘’Me’alimü’t-tenzil’’adlı tefsiridir. Orta derecede bir hacme sahip olan söz
konusu tefsir, ayetleri hadisler,sahabe ve tabiün kavilleri ve daha sonraki
alimlerin görüşleri doğrultusunda açıklaya bir eserdir.Bu eserd ayetin ayetle
tefsirine önem verildiği gibi, bir rivayet tefsiri olması hasebiyle hadislerle
tefsire de önemli derecede yer verildiği görülmektedir.
Kelami
konularda Ehl-i sünnet çizgisinin dışına çıkmamıştır. Hemen her rivayet
tefsirinde olduğu gibi bu tefsirinde olumsuz olarak nitelendirilebilecek yegane
özelliği, israiliyata bolca önem vermesididr.
3. İbn
Atiyye el-Endülüsi (ö.546/1151) ,el-Muharreru’l-veciz
Pek çok alim
ve idaeci yetiştiren bir aileden gelen Ebü Muhammed Abdulhak b.Glib b.Atiyye
481/1088 senesinde Gırnata’da dünyaya gelmiştir.İlk dini bilgilerini babasından
öğrenen İbn Ayiyye,henüz on iki –on üç
yaşlarında iken bir çok hocadan çeşitli ilimlerde icazetler alarak
tefsir,kıraat,fıkıh, hadis, kelam ve tarih gibi İslami ilimlerin hemen her alanında kendisini yetiştirmiştir.
Özellikle Arap dilinde imam olarak tanınan İbn Atiye ‘nin edip vew şair olduğuda
zikredilmektedir.Biyografisine yer veren kaynaklar onun son derece zeki ve
idraki yüksek bir insan, bid’atlerden uzak duran adil bir kadı,cesur ve atılgan
bir kişiliği olduğundan söz etmektedirler. Müfessir İbn Atiyye, 546/1151 ‘de
kadılık yaptığıLarka’da vefat etmiştir
İbn Atiyye’nın
kaleme aldığı ‘’el-Muharerru’l-veciz fi tefsiri’l-kitabi’l aziz’’ adlı
tefsir rivayet tefsirlerinin önemli biri sayılamaktadır. Müfessir söz konusu
eserinde rivayete ağırlık vermekle birlikte,
dirayet yönünü de ihmaletmeyerek
kendi görüş ve tercihlerine yer vermiştir. Başka bir ifade ile İ,bn Atiyye
tefsirinde rivayet ve dirayet yöntemini birlikte uygulamış, gerek hadis
kaynaklarından gerekse tefsirlerden suretiyle
almış olduğu rivayetleri yer yer
sened ve yer kritiği yapmak suretiyle tenkid süzgecinden geçirmiştir.Bu
yüzdendir ki, İbn Teymiyye ‘’el-Muharremu’l-veciz’’i Zemahşeri (ö.538/1143)’nin
tefsirinden daha üstün görmekte ;Müfessir Ebü hayan (ö.754/1353) da
‘’el-Bahru’l-muhit’’adlı tefsirirnin mukaddimesinde İbn Atiyye’yi Zamahşeri ile birlikte tefsir tarihinin en
değerli iki müfessiri olarak takdim etmektedir.Müellif, mevcut rivayetleri
olduğu gibi nakletmeyip (……..) diyerek mutlaka kedi düşüncelerine de yer
vermiştir.
4.İbnül’l-Cezvi
(ö.597/1201), Zadu’l-mesir
Kaybakalrın
belirttiğine göre Hz.Ebu Bekr’in soyundan gelen Ebu’l Ferec Abdurrahman
İbnu’l-Cevzi, 510/1116 senesinde Bağdat’ta dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta
babasını kaybettiği için amacanın himayesinde büyümüş, babasından kalan
servetle de kimseye muhtaç olmadan öğrenimini sürdürmüştür. Tahsil hayatını
tamamladıktan sonra bir taraftan eser te’lif etmiş; diğer taraftan da hem
talebe okutmuş haemde haklı irşad etmek
için vaazlar vermiştir. Pek çok sayıda eser yazan İbn’l-Cevzi’nin te’lileri
daha çok tarih, niyografi, hadis, tefsir, ve akaid alanlarına aittir.Çok yönlü
bir alim olamsına rağmen ilmi şahsiyetinde ağır basan tarafı,onun bir kelam ve
akaid alimi olmasısıdr. Yazdığı eserlerle tarihe mal olan İbnu’l-Cevzi,
597/1201 senesinde Bağdat’ta vefat ederk Babü Harb Kabristanı’nda medfün bulunan
Ahmed b. Hanbel’in yanına defnedilmiştir.
Hanbeli
bilgini İbnu’L-Cevzi’yi müfessir olarak ilim alimine tanıtan eseri
‘’Zadu’l-mesir fi ilmi’t-tefsir’’dir. Bu eser, rivayet tefsirleri arasında
oldukça öenemli bir yere sahiptir. Müellif söz konusu tefsirinde her sünnetin
başında o surenin Mekki veya Medeni
oluşuyla ilgili rivayetlere yer vererek, ulaşabildiği bütün nakilleri hiçbir
tenkidi tabi tutmadan sırlamakta; bazen de ‘’fal’’ adı altında surenin ismi
yahut nüzul sebebiyle alalkalı farklı rivayetleri nakletmektedir. Hz.
Peygamber, sahabe, ve sonraki alimlerden nakillerde bulunan İbnu’l-Cevzi,
rivayetlerde isnadi hazfederek gebelikle ilk raviyi zikretmektedir.
5.İbn kesir
(ö. 774/1377), Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim
İslami
ilimlerin çeşitli alanlarında eserler kaleme alıp şöhrete ulaştıranlardan biri
de şüphesiz Ebu’l-Fida İsmail b. Ömer b.Ömer b.Ksir’dir. 701/1301 senesinde Şam
civarında bulunan Busra’nın bir köyünde dünyaya gelen İbn Kesir, küçük yaşta
babasını kaybederek yetim kalmış, ilk dini bilgilerini, himayesi altıonda
büyüdüğü ağabeyi Kemalüddin Abdulvehab’tan öğrenmiştir.On yaşın da Kur’an’ı
Kerim’i ezberlemiş, ardından da İslami ilimler sahasında kendisini yetiştirmek
için devrinin çeşitli bilginlerinden hadis, fıkıh, tefsir ve tarih dersleri almıştır.
İbn Kesir öğrenimini tamamladıktan sonra da hatip, müderris, müfti ve mahkeme
haeyeti üyesi olarak değişik görevlerde bulunmştur. Akide yönünden Eş’ari,
fıkıh yönünden de Şafii olmasına rağmen o, hiçbir zaman mezhebi bir taassup
içersinde olmamıştır. Hatta denildiğine göre hocası İbn Teymiyye’ye aşırş
bağlılığından dolayı Hanbelilerin görüşlerinide benimsemiş, hilafetin
Kuryşiliğiğni savunması dışında diğer dini-siyasi konularda hocasının
görüşlerine bağlı kalmıştır.Bütün hayatını kitap yazmaya ve öğrenci
yetiştirmeye adayan İbn Kesir, ömrünün
sonuna doğru gözlerini kaybetmiş, 26 Şaban senesinde de dünyasını değiştirerek
Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
Taberi’nin
‘’Camiu’lbeyian’’ ından sonra rivayet tefsirinin temel kaynaklarından biriside
hiç kuşkusuz ‘’Tefsiru’l-Kur’anil-Azim’’ dir. İbn Kesir’in kaleme aladığı bu
eşsiz eser , yazıldığı günden beri insanların hem okumak hem de bilimsel
araştırmalarda referans olarak kullanmak suretiyle bir eser olmuştur.
Mukaddimesinde
şunları şöyler: Eğer Kur’an’ tefsir etmenin en gğüzel yolu nedir?diye sorulacak
olursa buna cevap olarak deriz ki, bu
konuda en güvenilir yol, Kur’an’ı Kur’an’la tefsir tefsir etmektir.Çünkü
Kur’an’ın bir yerinde mücmel olan bir husus başka bir yerde tefsir edilip
vuzuha kavuşturulmuştur.Şayet Ku’an’ı Kur’an’la tefsir etme noktasındabir engel
söz konusu olursa, ozamn da Hz.Peygamber’in sünnetine müraacat etmek gerekir.
Müelif
sözünü ettiğimiz tefsirinde ayeti ayet, sünnet, sahabe sözü , tabiün ve tebe-i
tabiin kavilleriyle açıklamaya çalışmıştır. Müfessir, bu bağlamda yapmış olduğu
nakillerin senedlerini de zikrederek hem rivayetleri tahkik etmiş hem de
okuyuculara onların sahihini zayıfından ayırma imkanı vermiştir.
İbn Kesir
VIII.Hicri asırda yaşamış bir müellif olarak tefsirdeki bu za’fiyeti ortadan
kaldırmak maksadıyla kaleme aldığı tefsirinde, tıpkı Taber’inin yaptığı gibi
rivayetleri senedli olarak nakletmeye başlamıştır.Onun bu tavrı da tefsirine
olan güveni bir kat daha artırmıştır.
Pek çok
müfessir gibi İbn Kesir de tefsirinde israili haberleri nakletmektir. Ancak
onun,bu hususta diğerlerinden biraz daha titiz davrandığı söylenebilir.
Anlaşılıyor
ki İbn Kesir’in kaleme aldığı’’Tefsiro’l-Kur’ani’il-Azim’’ öncellikle Kur’an’
Kur’an’la sonra da merfü, mevküf ve maktü hadislerle açıklamaya çalışan,
israiliyata fazla dalmayıp zaman zaman o tür rivayetleri tenkid eden, irap
konularına, belaği nüktelere, fıkhi ahkama ihtiyaç nispetinde yer veren ,
ayetlere yaklaşımı, ilmi üslubu ve irşadını takdimi itibariyle son derece
başarılı olan kısacası, pek çok özelliği aynı anda bünyesinde barındıran bir
tefsirdir.
6.Süyuti
(ö.911/1505), ed-Dürrü’l-mensür
Müfessir,
muhaddis, fakih, tarihçi ve edebiyatçı olan Celaluddin b. Kemauddin Süyuti
Kahre’nin güneyindeki Suyüt kasabasında dünyaya gelmiştir.911/1505 yılında
doğum yeri olan Kahire’de vefat
etmiştir.
Müfessir
Süyuti’nin kaleme almış olduğu ‘’ed-Dürrü’l-mensür fi’t-tefsir bi’l-me’sür’’ ,
örneği sadece ilk asırlardaki tefsirler arasında nbulunan bir tefsirdir. Başta
gelen özelliği, ayetleri rivayetlerle tefsir edip başka bir açıklama ihva
etmemesidir.Sayıları 100’ü aşan müeliffin eserlerinden nakiller bulunmaktadır.
2.Dirayet
Tefsiri
Bir taraftan
İslam coğrafyasının genişlemesi neticesi yeni hadislerin, felsefi fikirlerin ve
mezheplerin ortaya çıkması, diğer taraftan da nübüvvet asrından uzaklaştıkça
Müslümanların bilgi ve kültürlerinin zayıflaması hem daha önce üzerinde
durulmayan hem de açıklanmış olamakla birlikte yeniden ele alınması gereken
ayetlerin tefsirini zorunlu hale getirmişti.İşte böyle hahas bir döenemde söz
konusu edilen tefsirin, rivayet kaynakları yanında ictihada da yer vermesi icap
ediliyordu.Böylece bu doğal süreç, vakti gelince dirayet tefsirini ortaya
çıkarmış oldu.
Dirayet
tefsiri, ‘’ Müfessirin yalnızca rivayetlere bağlı kalmayıp dil, edebiyat ve
çeşitli ilimler yanında kendi bilgi birikimi ve re’yine dayanarak yaptığı
tefsir’’ anlamına gelmektedir.
a.Dirayet
Tefsiriyle İlgili Yaklşımlar
Kur’an’ın
dirayete dayalı tefsiri konusunda tarih boyunca iki farklı yaklaşım ileri
sürülmüştür. Bunlardan birine göre dirayetle tefsir caiz değildir, diğerine
göre de caizdir. Görebildiğimiz kadarıyla her iki grup kendi görüşünü
destekleyen deliller serdetmiştir.
Ab. Caiz
Görenlerin Delilleri
Bugün için
böyle bir konuyu tartışmaya açmak oldukça anlamsız görünmektedir. Çünki dirayet
tefsiri yöntemiyle Kur’an’ı anlamaya ve açıklamaya çalışmak, onun içsel
anlamını tespit etmede önemli bir unsurdur. Şunu iyi biliyoruz ki, Kur’an belli
belli bir tarihe ve belli bir topluma ,o toplumun dilini kullanmak suretiyle
dini, hukuki, ahlaki vb. yönlerden müdahil olmuştur. Bütün bunları yaparken de
Kur’an ,Mekke ve Medine toplumunu, onların inançlarını, örf ve adetlerini esas
almıştır. Esasen bunda dillerine indirmeyi murad ettiği toplumu, dini, ahlaki, siyasi, sosyal tolumu
örneğinde bütün insanlığı şekillendirmesi anlamına gelmektedir.
b. Dirayet
Tefsirindeki Hata ve Nedenleri
1. Akli
istidlallerle tefsir yapamk isteyenlerin başta lügat, sarf,, nahiv ve iştikak
olamk üzere beyan, bedii, me’ani, kıraat, usul’d-din (kelam), usul-i fıkıh,
esab-ı nüzul, nasih-mensüh vb. ilimler de mütehassıs olmaları gerekmektedir.
2.Müfessirin,
herhangi bir ayetin tefsiri esnasında ön yargılı hareket etmeside de dirayet
tefsirinde bir hata nedeni sayılabilir.
3.Dirayet
tefsirinde görülen bir diğer hata nedeni de müfessirin Kur’an’ı tefsir ederken
onun, ilk muhatapların dili üzerine indirildiğini hesaba katmadan mevcut Arapça
bilgisiyle tefsir etmeye kalkışmasıdır. Kur’an tefsirinde sağlıklı bir zemeın
oluşturmak için ilk muhatapların anlayışlarından hareket etmek bir zarurettir.
4. Konuyla
ilgili ileri sürülecek bir başka husus da müfessirn, sağlam senedlerle gelen
rivayetleri bir tarafa bıakıp yahut kendi görüşüne aykırı düştğü için
görmezlikten gelip şahsi arzu ve isteği istikametinde açıklamalar yapmasıdır.
5.Kıyametin
vakti, ruh,sür,dabbetü’l-arz vb mahiyeti hakkında naslarda yeteri kadar bilgi
bulunmayan mutlak müteşabihlerle ilgili konularda Allah’ın muradını belirlemeye
çalışmak da hata nedenleri arasında sayılabilir. Çünkü bu nevi konularda
belirleyici olan dirayet değil rivayettir.
c.Meşhur
Dirayet Müfessirleri ve Tefsiri
1.İmam
Matüridi (ö.333/944), Te’vilatü’l-Kur’an
İmam Matüridi’nin
tam adı Ebu Mandur Muhammed b.Muhammed b. Mahmud el-Hanefi, el-Matüridi,
es-Semerkandi’dir. Genellikle ‘’Matüridi’’ nisbesiyle anaılmaktadır.Bu nisbenin
ona verilmesi, doğduğu yere nisbetledir.
Kaynakların
belirttiğine göre Tevilatü’l Kur’an’ı müellifin bizzat kendisi almamış, ders
takririleri esnasında öğrencileri yazmışlardır. Bu yüzden ibareleri arasında
tertiten ve üslup bakımında bir bütünlükten söz etmek oldukça zordur.Aynı
şeyin’’Kitabu’t-tevhid’’ adlı eseri için de
söz konusu edildiği hatta bu sebepten dolayı eleştiri ye maruz kaldığı
ifade edilmektedir.
Te’vilatü’l-Kur’an
İslam dünyasında 2004 yılından itibaren tanınmış olmasına rağmen Müslümanların
kendisiyle iftihar edecekleri çok önemli bir eserdir.İmam Matüridi bu eserinde
hem rivayet hem de dirayet yöntemini birlikte kullanmıştır.Rivayet bağlamında
kendilerinden nakilde bunduğu sahabe ve tabiün sayısı yaklaşık 90
civarındadır.Ancak tabiundan yaptıpı nakilleri bazen kabul, eden bazen de
reddetmiştir. Kabul etmediği durmlarda aklın hakemliğine başvurarak yorumlar
yapmış yaptığı nakillerde de sened
zincirine yet vermemştir.Bu yüzden nasları tefsşrş esnasında önce rivayetleri
sendsiz olarak (…….) gibi tabirlerle nakletmiş, sonra da kendi tercihine yer
vermiştir.
Bazen de bir
ayetin diğerini nashettiğini söyleyerek , Kur’an bütünlüğü içinde neshi kabul
ettiğini ortaya koymuştur.İsarili rivayetlerin bu tefsirde oldukça azyer işgal
ettiği söylenebilir.
İmam
Matüridi’nin bu eserinde ayrıca ilk üç asırdaki kelami meseleler yoğun bir
şekilde ele alınıp tartışılmış; bunun doğal bir sonucu olarak da Mu’tezile Şi’a
ve Havaric gibi mezhep mensuplarının görüş ve iddialarına münasip cevaplar
vermiştir.
Matüridi
Te’vilat’ta müteşabih ayetler konusunda da gereken titizliliği göstereek söz
konusu türdeki nasları Kur’an’n ruhuna uygun düşecek tarzda yorumlanmıştır.
‘’……………….. Hükümranlığı gökeleri ve yeri
kapsamıştır’’ ayetinde yer alan kürsisözcüğünü ilim ve kudret olarak
te’vil etmesi bu husus için bir örnek teşkil etmektedir.
İmam
Matürüdi,kaleme almış olduğu söz konusu tefsirle yalzm-nızca Ehl-i sünnet inanç
sistemini oluşturmakla kalmamış,tefsir ilmine yeni ve orijinal boyutlar da
kazandırmıştır.Tüm bunların yaynında o, ayrıca Sünni akideyi pekiştirip Hanefi
fıkhını savunmak suretiyle kensdisine izafe edilen ‘’Matüriddiye’’ isimli
kelami mezhebin çok geniş bir coğrafyaya yayılmasınıda temin etmiştir.
2.Razi(ö.606/1210),
Mefatihu’l-gayb
Asıl adı
Fahuriddin Muhammed b. Ömer b.Hüseyin Rzi, 543/1149 senesinde Büyük Selçuklu
Devleti’nin başşehri Rey’de dünyaya
gelmiştir.Arap asıllı bir ailenin çocuğudur.İlk dini bilgilerini babası Ömer
b.Hüseyin’den aldığı rivayet edilmektedir. İbnu’l Hatip diye tanınmakla
birlikte daha çok Fahuriddin Razi adıyla meşhur olmuştur.
Müfessirin
eseri ‘’Tefsir-i Kebir’’ diye bilinen ‘’Mefatihu’ l-gayb’’ dır.bazı surelerin
sonuna koyulan kayıtlara göre Razi’nin ömrünün son yıllarında yazmış olduğu bu
tefsir, müellifin dirayet metodu başarıyla kullandığı bir eserdir ve yazıldığı
günden bugüne kadar kaleme alınan pek çok tefsire kaynaklık etmiştir.
Tefsirinde
dirayet metodunu kullanmış olsada ,rivayet tefsir esaslarını terk etmiş
değildir.Mefatihu’l-gayb incelendiğinde müellifin tefsire, nüzul sebepleri
bağlamında önem veren bir müfessir olduğuda görülür. İsarili haberleri ahad olarak
nitelendirerek onlara itibar etmemeyi esas alan bir müfessirdir.
Tefsirinde
zikre konu olanlar, şaz değil mütevatir kıraatlerdir.Çünlü Razi’ye göre tevatür
ile sabit olamyan bir nasKur’an ayeti olamaz.razi, Kur’an nasları arasındaki
anlam ilişkisinden söz eden ilk müfessir olarak bilinmektedir.
Fahruddin
Razi, kevni (kozmolojik) eyetleri tefsir ederken de söz konusu nasların
arka planındaki maksatları dile getirmek
suretiyle onların, Allah’ın varlığına, Birliğine ve kudretine delil olduğunu
söylemektedir.İslami ilimlerin her alanlında söz sahibi bir bilginin olmasına
rağmen daha çok kelam ilminde temeyüz etmiştir.Bunu, onun tefsirinde de açık
bir şekilde görmek mümkündür.
Bir
Eş’ariyye kelamcısı olan Razi, İbn Sina kanalıyla Aristo ve Eflatun’un felsefi
görüşlerinden etkilenmişsede,dahasonra Gazali’nin yolunu takip ederek İslam
filozofları karşısında Eş’ariyye doktorinini savunmuş ve bu doktorine aykırı gördüğü felsefi görüşleri
eleştirmiştir.Son dönemlerinde ise özellikle itikadi meselelerin kelamı delillerle
değil, Kur’an ‘ı Kerim’in delil ve yöntemleriyle çözümlenmesini gerektiğini
savunmuştur.
Razi,
tefsirinde fıkhi meseleleri oldukça geniş bir pepektifle ele
almıştşr.Mefatihu’l-gayb, müelifin dirayeti başarılı bir şekide kullanması
sebebiyle içersinde isabetli Ku’ani yorum ve tahlillerin bolca yer aldığı bir
esedir.Bu sebeplerdir ki o, kendisinden sonra gelen bütün tefsirlere kaynak
olmuştur.
3.Beyzavi
(ö. 685/1286),Envaru’t-tenzil
Şiraz
kadılkutadlığı (başkadılık)yaptığı için
‘2el-kadi’’ diye anılan Ömer b. Muhammed Bezavi, 585/1189 tarihinde
Şiraz yakınlarında ki Beyza kasabasında dünyaya gelmiştir. İlk dini bilgilerini
babası Abdulla b. Ömer’den almış, dah sonrada Şiraz ulemasından akli ve nakli
ilimler tahsil etmiştir.Babasının vefatından sonra Şiraz kadılkutadlığına
atanan Beyzavi, bir müddet bu vazifede kaldıktan sonra aşırı tizliğinden ve bir
anlamda fazla müshamasız davrandığından dolayı söz konusu görevinden
azedilmiştir..Ancak daha sonra yaptığı başvuru üzerine tekrar aynı göreve
getirilmiş, bir müddet b u görevde bulunduktan sonra kadılıktan ayrılarak
Tebriz’e yerleşmiştir. Kaynakların belirttiğine göre Beyazavi, ömrünün geri
kalan kısmını ilim, ibadet ve riyazetle geçirerek , 685/1286 tarihinde vefat
etmiştir.Daha çok tefsir,kelam, fıkıh, usül-i fıkıh, nahiv, belagat ve mantık
alanındas eserler veren Beyazavi’nin İslami ilimlerde bir ototrite olduğu kabul
edilmektedir.Hayatından bahseden müellifler onun yüksek derecede ilmi
kabiliyete ve geniş bir kültüre sahip olduğu noktasında ittifak etmişlerdir.
Kadı
Beyazavi’nin tefsire dair kalame almış oldıuğu eser bilindiği gibi ‘’
Envarü’-tenzil ve esrarü’te’vil’2dir. Üzerine çok sayıda haşiye yazılacak kadar
takdir gören ve ün kazanan bu esrin pek çok baskısı
yapılmıştır.Mukaddimesnebelirttiğine göre gençliğinde belirttiğine göre
Beyazavi tefsir konusunda sahabelerin büyüklerine, tabiin alimlerine, onların
dışında kalan selef’i salihine ait görüşlerin özünü ihva edn ,şaz kıraatler de
dahil olmak üzere bütün kırat vecilrine,ayrıca nahiv ve belagat inceliklerine
yer veren bir tefsir yazmayı arzu etmiş; ancak böylesine zor bir işin o dönemde
kendi bilgi seviyesini aştığını düşünerek bundan vazgeçmişti Nihayet bilgi
birikiminin yeterli seviyeye ulaştığı olgunluk dönemine girince, bir istihare
sonucunda tasarladığı buı eseri yazmaya karar vermişti. Katip elebi onun bu
kararında şeyhi Muhammed b. Muhammed l-Kutahai’nin etkili olduğunu
nakletmektedir.
Müellifin en
çok yararlandığı kaynak ise Zemahşeri’nin ‘’el-Keşşaf’ ıdır.Bütün bu olumlu
tarafları yanında Envaru’t-tenzil’e isnad edilen olumsuz bir nitelik vardır ki
oda müfessirin, surelerin
faziletlerine dair nsklettiği uydurma
rivayetlerdir.
4.Nesefi
(ö.710/1310), Medariku’l-tenzil
Asıl
adı,Ebu’l-Bereket Abdullah b.Mahmud olan
Nesfi, Moğol istilasının hemen sonrasın da, siyasi çaşlkantıların çok yoğun
olduğu bir dönemde, Maverağnnehir bölgesinin yetiştirdiği önemli İslam
alimlerinden biridir.Kaynakların belirttiğine göre Özbekistan’da bulunanSoğd
ülkesindeki Nesef şehrinde dünyaya gelmiştir.
Nesfi, ‘’
Muderaku’t-tenzil ve hakaiku’t-te’vil’’ adlı tefsirini, Mu’tezile mezhebinin
yorumlarını içeren ‘’el-Keiiaf’’ a karşılık Ehlül’l sünetine akaidini savunmak
gayesiyle yazmıştır.Akidevi konularda Zamşehri’ti tenkid etmiş, diğer konularda
ondan istifadeyi esas olarak bazen kısa ilavelerde bazen de istiharda bulunmuştur.Dirayet
müfessiri olmakla birlikte diğer akli tefsirlerde olduğu gibi Nesefi de
tefsirinde rivayete yer vermiştir. bunun için öncelikle takip ettiği yöntem Kur’an’ı
Kur’an’ tefsiridir.
Müfessir aradığını
Kur’ani naslarda bulamazsa o takdirde Hz.Peygamber’in merfü habaerlerine
başvurarak rivayet tefsirinin vazgeçilmez malzemesi sayılan sahabe kavli,
tabiin ve tebe-i tabiinin tercihleride müfessirin müracat ettiği nakiller
arasında yer almıştır.
Medarik’te
ahkam ayetlerinin tefsirine büyük bir özen göstermiştir.Görebildiğimiz
kadaeıyla müfessir,fıkhi konuların geçtiği yerlerde sdece mensubu bulunduğu
Hanefi mezhebinin görüşlerini serd etmekle yetinmeyerek diğer mezheplerin
görüşlerinede yer vermektedir.
Tevcitlerinde
Eş’ariler veya Matüridiler diye bir diye bir ayrım yapmadan kelami konuları
Ehl-i sünnet’in görüşü diye takdim etmektedir.Çünki müelelifin daha çok üzerinde durduğu mesele,
Ehl-i sünnet dışı mezheplerin görüşleridir.Tefsirinde dil,irab ve belagat
konularına da oldukça geniş yer vermiştir.
Ne yazık ki,
Nesefi de pek çok müfessir gibi tefsirinde, isaraili haberleri zikretmekten
kendini alamamıştır.Diğertefsirlerle mukayase edildiği zaman israiliyatın
Medarik’te oldukça az olduğu görülmektedir.
Medarik;Kur’an’ı
baştan sona açıklayan özgen bir eser olmakla birlikte, özellikle akaid
konusunda Maturidi, fıkıhta da Hanefi mezhebinin görüş ve tercihlerine dayanak
olan Kur’ani nasları, dil, kıraat, belegat ve diğer hususlar itibariyle veciz
bir tarzda ele alan bir dirayet tefsiridir.
5.Şirbini
(ö.977/1570),es-Siracu’l-münir
Hicri
X.asırda yetisen seçkin bilginlerden biride Hatip Şiribini ‘dir. Asıl ismi
Şemsuddin b. Ahmed olan, Şirbini, Kahire yakınlarında bulunan Şirbin
kasabasında dünyaya gelmiştir.Şirbini’yi şöherete ulaştıran
‘’es-Sıracu’l-munir’’ adlı,daha çok akli
izahları içerdiği için dirayet tefsiri olarak mütalaa
edilmiştir.Ayetleri açıklarken önce Hz. Peygamber, sahabe, tabiun ve
etabu-tabiinden nakledilen rivayetleri toplamış, naklin bulunmadığı durumlarda
ise ,lafızların nuzül dönemindeki manalarına itibar ederek lügat ve sarf
yönlerini dikkaete alamk suretiyle tefsir etmiştir.
Şibrini,
tefsirinde kelami konular üzerinde de genişçe dururak, çoğu kere hiçbir mezhebe
maletmeden ayetleri açıklamış. Ehl-i sünnet, Hariciler, Mu’tezile ve Murcie
‘den bazılarının görüşlerine yer vererek Ehl-i sünnet’in görüşünü tercih ettiği
görülmektedir. Kur’an’ın 114 suresi hakkında nakletmiş olduğu bu tür
rivayetlerin büyük bir ekseriyetinin uydurma olduğunu söylerek okuyucuları
uyarmayı da ihmal etmemiştir.
Şirbi’nin
ayetlerdeki nukte ve müşkilleri izah ederken gösterdiği gayret, onun dirayetli
bir müfessir olduğunun açık bir delilidir. O, bunu genelliklei ‘’tenbih’’ ve
‘’faide’’ başlıkları altında ve bazen de soru cevap yöntemiyle yapamaya
çalışır.Çünkü müfessirler akli izahlar yaparken genellikle özel yöntemlerle
hareket ederler.
6.Ebussud
(Ö. 982/1574), İrşadu’l-ali’s-selim
Yaygın
kanaate göre Ebussuüd Efendi, 17 Safer 896 ‘da (30 Aralık 1490) İstanbul yakınlarındaki
Meteris (Metris-Müederris) köyünde dünyaya gelmiştir. Ailesi İskilip
eşrafındandır. Hocası Mevlana Seydi-i Karamani’nın kızı Zeyneb Hanım’la evlenen
Ebussuud Efendi ilk olarak Yavuz Sultan Selim döneminde (922/1516) İnegöl İshak
Paşa Medresesi’ne müderris olarak tayin edilmiş , 22 sene değisik medreselerde
hocalık yaptıktan sonra , 944( Ağustos 15137)
senesine Rumeli kazaskerliğine atanmıştır.
Sekiz yıl
süren bu görevin ardından Şaban 952’de (Ekim 1545) Fenarizade Muhyiddin
Efendi’nin yerine şeyhülislam olmuştur. Yirmi sekiz yıl on bier ay
şeyhülislamlık mypan ve bu arada bazı sisyasi olayalarda ağırlığını hissettirip
Kıbrıs seferinin başlamasını da fetvasıyla destekleyen Ebussuud Efendi, 5
Cemaziyelevvel 982 ( 23 Ağustos 1574) tarihinde vefat etmiştir.
Ebussuud
Efendi hukukla ilgili pek çok eser vermiş olmasına rağmen daha çok tefsiriyle
tanınmaktadır. Onu ölümsüzleştiren bu muhteşem eser,’’ İrşadu’l-akli-‘s-selim
ila mezaye’l-kerim’’dir. Dönemindeki tefsir geleneğine uyarak başka
tefsirlerden de gerektiği kadar faydalanmıştır.Ebussuud Efendi’nin tefsiri
incelendiğinde görülecektir ki. O da tıpkı diğer dirayet müfessirleri gibi hem
naki hem de akli tefsir yöntemini birlikte kullanmıştır.
Fıkıhta
Hanefi mezhebi bir taassup içerisine girmemiştir. Bu da müellifin tefsirinde
geniş bir fıkhi zenginliğin oluşmasısna yol açmıştır.Öyle anlaşılıyor ki bu
özellik Ebussuud Efendi’nin fıkıhtaki derinliğinden kaynaklanmaktadır. Zaten
fıkıh ve fıkıh usulü ilminde ki kudretinden dolayı ona, ‘’ikinci Ebu Hanife’’
denilmiştir.
Ebussuud
Efendi’nin dirayet bağlamında geniş izahlarda bulunduğu alanlardan biride
kelami konulardır. Onun bu hususta takip ettiği metod, kelami meseleleri bazen
herhangi bir mezhebi referans göstermeden ele alam, bazen sadece Matüridi’ye yahut
Cübbai’ye atıfta bulunma, bazen de Rafızilerin ve Mu’tezile imamlarının
görüşlerine yer vererek onları tenkid etme biçiminde kendini göstermektedir.
Ebussuud.
Tefsirinde ayet ve sureler arasındaki münasebete geniş yer veren müfessirlerden
biridir.Onun bu hususta uyguladığı yöntem, bir surenin diğer bir sura ile yahut
bir ayaetin müteakip ayet ya da ayet gruplarıyla veya bir ayetin kendisinden
önceki ayetlerle olan münasebetini ortaya koymaktan ibarettir.
Ebussuud Efendi tefsirinde kıraate de büyük çapta önem
vermiştir.Müellifin kırraler konusunda yaptığı şey, yalnız nakilden iabaret
olamayıp aynı zamanda farklı okuyuşlara dayanarak ayetin irabını açıklamak,
fıkhi hükümler çıkarmak ve meydana gelen bir takım analam değişikliklerini
göstermektedir.
Ebussuud ‘un
başarısız bulunarak tenkid edildiği anlar da vardır. Bunların başonda surelerin
faziletleriyle ilgili olarak yapmış olduğu nakiller gelmektedir.Çünkü müellif
tıpkı Zamşehri ve Beyazavi gibi tefsir ettiği her surenin sonunda, o sureyi
okuyana verilecek sevabı gösteren bazen bir bazen birden çok uydurma hadisi
tefsirinde ziktermiştir.Ebussuud Efendi’nin tefsirindeki başarısını
gölgeleyecek ikinci husus sa irsaliyat konusudur. Yapmış olduğu nakiller
mucize, yaradılış, Hacer-i esved, israiloğulları ve bazı peygamberle ilgili
konularda daha yoğun bir şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Ebussuud,
tefsirini başta ‘’el-Keşşaf’’ ve ‘’Envaru’l-tenzil’’ olamak üzere pek çok
eserden istifade ederek yazmış, fakat sadece nakille yetinmeyip yerine göre
bazı hususlarda yararlandığı müfessirlere karşı itirazlarda bulunmuş bazen de
onların ele almadıkları konulara yer vererek pek faydalı bir tefsir meydana
getirmiştir.
7.Elmalı
Hamdi Yazır (ö.1942) Hak Dini Kur’an Dili
Hamdi Yazır,
1878 yılında Antalya’nın Elmalı ilçesinde dünyaya gelmiştir.İlk tahsilini
babasından alan Elmalılı, dayısyla birklikte İstanbul’a giderek Küçük Ayasofya
Mederesesi’ne yerleşöiş ve Beyazıt Camii’nde derlerine devam ettiği Kayserili
Hamdi Efendi’den icazet almıştır.İstanbul’da geçen uzun
bir tahsil süresinin sonunda da Elmalılı
verdiği çok başarılı bir sınav neticesinde (1906) da Beyazıt Dersiamı olmuş ve
burada fıkıh usulü ve mantık dersleri vermiştir.
1926
senesinde Büyük Millet Meclisinin almış olduğu bir kararla Diyanet İşleri
Başkanlığı tarafından bir Kur’an tefsiri yazım işiyle görevlendirilmiş; bunun
üzerine obunun üzüerine on iki sene çalışma sonunda ‘’ Hak Dini Kur’an
Dili’’adıyla bir tefsir kaleme almıştır.
Bu eserini
rivayet ve dirayet ve rivayet tefsir yöntemiyle yazmıştır. Ona göre hakiki bir
tefsirin dört esesı vardır. Bunlar Sünnet, sahabe ve tabiün sözleriyle bu üç
esasın araştırılmasından sonra lisani, şer’i ve akali ilimler çerçevesinde
yapılabiecek te’vildir.
Elmalılı,
dirayet tefsirindeki bu başarısını ahkam ayetlerinin tefsirinde de
göstermiştir. Çünkü müellif, fıkhi
konularda sadece kaynaklardaki bilgileri aktarmakla yetinmemiş, çeşitli
çeşitli medreslerde tenkid ve tercihlerde bulunarak kendi görüşünü de ortaya
koymuştur.
Elmalılı,
Hak Dini Kur’an Dili’nde kevni (kozmolojik) ayetleri tefsir ederken de
diraytini yoğun bir şekilde ortaya koymaktadır.Müsbet ilimlerdeki gelişmelere
yer vererek Kur’an’i hakikatleri ilim diliyle açıklama yoluna gitmektedir.O, bu
husustaki ilkesini tespit ederken ilimi keşiflerin, Kur’an’ın muhtevasına
aykırı sonuçlar ortaya koymadığı fikrinden hareket etmektedir.Kelami ayetleri
izah ederken aynı derinliği ve yoğunluğu göstermemiştir. Söz konusu nasların
izahında klasik mezhep tartışmalarına girmeyerek, Sunni anlayışı tefsirinde
hakim kılmaya gayret etmiştir.
Muhammed
Hamdi Yazıre diğer müfessirlerle kıyas edildiği vakit , israili haberleri
nakilde oldukça titizlik gösteren bir müellif olarak karşımıza
çıkmaktadır.Ancak Müellifin ayanı titizliği hadislerin naklinde gösterdiğini
söylemek mümkün degildir.
Başta temel
tefsir kaynakları olmak üzere Fıkıh, hadis,kelam, felsefe, tarih, dil ve
edebiyat gibi anlara ilişkin İslami literatürden geniş çlçüde faydalanarak Hak Dini Kur’an Dili’ni meyadana getirmiştir.
tefsirler arasında seçkin bir yere sahiptir.Buda onun Türkiye’de bilhassa
aydınlar arasında geniş bir ilgiye mazhar olmasına yol açmıştır.
II.MEVDU
(KONULU) TEFSİR (……..)
A.Tanımı ve
Amacı
Mevdu’i(konulu)
tefsir,’’ Kur’an’ın bütününü veya ondaki herhangi meseleyi araştırma konusu
yaparak ayetleri nüzul tarihine göre sıralayıp incelemek Kur’an’ın bakış
açısını tespit etmek ‘’ analamına gelemektedir. Bu tanıma göreMevdü’i tefrsir
yöntemi için iki alan söz konusudur. Birincisi, bu yöntemi Kur’an’ın bütünü
için uygulanmaktadır ki, bu anlamda Kur’an’ın tamamı konuları itibariyle ele
alınarak her konuyla ilgili naslar tespit edildikten sonra, o konularda
Kur’an’ın bakış açısı ortaya çıkarılabilir.
İkincicsi
herhangi bir konudaki Kur’ani perspektifi tespit amacıyla ayetler nüzul
sırasına göre sıralanarak incelemk suretiyle araştırılır; Bu durumda da
üzerinde çalışılan konu müstakil olarak tespit edilmiş olur. Kur’an’ın tüm
konularını mevdü’i tefsir bağlamında baştan sona inceleyen herhengi bir tefsir
henüz literatürümüze girmiş değildir.Fakat müstakil konular itibariyle dün
olduğu gibi bugünde çeşitli tezler ve araştırmalar yapılmakta; hatta yapılan bu
çalışmalar artarak devam etmektedir.
B.Tarihi
Seyri
Allah Resulü
ihtiyaç anında Kur’an’ın herhangi bir ayaetini açıklarken zaman zaman bu
yönteöi kullanıyordu.Ancaktedvin dönemini müteakip yıllarda konulu tefsir
yönteminin kendini daha çok fıkhi alanda ortaya koyduğu analşılmaktadır.Zira bu
dönemde bazı Sünni mezhepler, Kur’an’ın teşriini konu edinen naslardan yola
çıkarakgörüşlerini sistemleştirirken, bu yöntemi yoğun bir şekilde kullanmaya
gayret etmiştir.
Hz.Peygamber’in
uygulamasıyla ilk oalarak temeli atılan konulu tefsir anlayışı, daha sonraki
zamanlarda da devam ederek günümüze kadar gelmiş; hem konu tefsirinde hem de
tahlili tefsirde en faydalı ve hüvenli bier yöntem olduğu için özellikle
müstakil bir konu bağlamında en çok başvurulan bir tefsir şekli olmuştur.
C.Yöntemi
1.Takip
edilen bir yöntem ilk başta üzerinde çalışma yapacakları konunun öncelikle
sınırlarını ve hedefini belirlemekle işe başlama durumundadır.
2.Mevdu’i
tefsirinde İslam bilginlerinin takip ettikleri usullerden biride konu
bütünlüğünü sağlamak amacıyla bir araya getirilen Kur’ani nasların tarihi
bağlamlarını oluşturmaktadır.
3.Ayetlerin
siyak ve sibak ilişkileri de bazı araştırmacı müfessirlerin ister mevdi’ı
isterse mevdu’i tefsirde olsun görmezlikten gelmedikleri önemli bir meseledir.
4.Konulu
tefsir yapan araştırmacı aynı zamanda Hz.Peygamber ‘in sünnetinden de istifade
etmek durumundadır.
5.Aynı
şekilde sahabe, tabiün, tebe-itabiin ve sonraki dil bilgilerinin söz ve
tercihleri de yararlanılması gereken tefsir malzemesi olarak telakki edidiği
için buda müfessierlerin, çoğunlukla başvrdukları bir yol olmuştur.
D.Önemi ve
Faydaları
1.Toplumların
yenilenen ihtiyaçları, insanla ilgili alanlarda yeni düşüncelerin ortaya
çıkması ve modern bilimsel teori alanlarının gittikçe genişlemesi karşısında
sağlıklı bakışlar ve üretebeilmek,ancak Kur’an’ı konulu tefsir yöntemiyle
yorumlamakla mümkündür.
2.İnsanın,
herhangi bir mesele de Kur’an’ı kendisine rehber edinebilmesi içinde o konuyla
ilgili kapsamlı, net ve nii bilgilere sahip olması gerekmektedir.
3.Konulu
tefsir çalışmalarından yararlanıldığı takdirde hem problemlerin çözümü kolay
yoldan halledilecek he de Kur’an’ın hidayetine kısa yoldan ulaşılmış olacaktır.
4.Bilindiği
gibiiçinde yaşadığımız çağ ihtisaslaşmanın çok yaygın olduğu bir zaman dilimini
oluşturmaktadır.Bubakımdan tefsir çalışmalarının da buna paralel olarak
mevzulara ayrıııııııııı olarak ele alınıp incelenmesi artık bir zorunluluk
halini almıştır.
Kısacası
Kur’an’ın içerdiği her konun söz konusu yöntemle ele alınıp muhataplara
sunulmasında sayısız yarar vardır. Çünkü ihtiva ettiği konular itibariyle
beşeri te’lif tarzına uymayan Kur’an’ın çok daha sağlıklı bir şekilde
anlaşılması diğer tefsir yöntemlerine nisbetle daha çok konulu tefsirlerle
sağlanabilir.
TARİHTEN
GÜNÜMÜZE TEFSİR AKIMLARI
A.Ehl-i
Sünnet Tefsiri
1.Mezhebi
Tefsirler
Mezhebi
tefsir herhangi bir fırkaya ait Kur’an’i anlayışa denir.’’Mezhebi Tefsir’’
sözüyle fıkhi görüşleri değil, inanç sistemlerini üzerine bina edildiği.Kur’ani
anlayışları kastediyoruz.İslam’ın biirnci asrının sonlarından itibaren gerek
dini, gerekse siyasi bir anlayışla ortaya çıkmaya başlayan bir takım itikadi
mezhepler,tefsire hız veren amillerin başında yer almıştır. Herşeyden önce
Müslüman oldukalrını unutmayan bu mezhep mensupları ortaya koydukları
görüşlerin doğruluğunu göstermek için
Kur’an’a başvuruyorlardı.Çünkü her mezhep Kur’an sünnete dayandığı
oranda güçleniyor ve taraftar topluyordu
A.Ehl-i Sünnet Tefsiri
Ehl-i sünnet
Hz. Peygamber ve sahabenin inanç sistemlerini izleyen Müslümanların ortak
adıdır.Söz konusu mezhebin tefsir anlayışını ,’’Meşhur Dirayet Müfessirleri ve
Tefsirleri’’ başlığı altında ele alıp örnekleriyle anlatmaya çalıştık.
B.Mu’tezile
Tefsiri
Mu’tezile,Haşim
b. Abdulmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b. Ata (ö.80/ 131) ‘nın kurmuş
olduğu mezhebe verieln bir isimdir. Bu mezhep, Emeviler derinde ortaya çıkmış
olamkla brlikte, onun kendi yöntem ve fikirleriyle İslam düşüncesine ivme
kazandırması Abbasiler dönemine rastalamktadır. Bu dönemde akılcı bir analyışla
hareket eden Mu’tezile alimleri, önce kendi tercihlerini ortaya koymuşlar,
ardından da bunları delillendirme cihetine giderek Kur’ani nasları te’vile
koymuşlardır.
1.Mu’tezile’nin
Tefsirdeki Metodu
Mu’tezile
imamları, Kur’an’ı tefsir ederken genellikle aklı ön plana çıkarmıştır. Bunun
sebebi de mümin inancını tevhid ve adalete aykırı olan her şeyden
temizlemektir. Bu husustaki yaklaşımları kısaca şöyledir: Allah hikmeti gereği
bir şeyi diğer bir şeyin sebebi olarak yaratmıştır. Kainatta hiçbir şey
sebepsiz meydana gelmez. İnsan aklı, bu sebepleri bulamaya ve bir şeyin iyi
‘hüsn), veya kötü (kubh), güzel veya çirkin, faydalı veya zararlı, marüf veya
münker, helal veya haram olduğunu tayin etmeye müktedirdir. Aklın bu kudreti
sayesindedir ki, sahih nakil ile sağlam akıl birbiriyle çelişmez. Şayet akil
ile nakil arasında herhangi bir çelişki meydana gelirse, bu durumda tabii ki
akıl tercih edilir. Çünkü nakil , akla mutakabat sağlarsa ancak delil olarak
alınabilir. Eğer akla nakil arasında bir mutakabat bulunmazsa, o zaman naklin
mutlaka te’vil edilmesi gerekir.
Akli
tercihlere önem vermelerinden dolayı Mu’tezile alimleri, Kur’an’daki bazı
ayetlerin sembolik anlam içerdiğini ileri sürmektedir.Mu’tezile alimlari bazı
kelami meselelerin tefsirin de ‘’usül-i hamse’’ diye bilinen beş temel prensibi
esas almıştır.Bu presibler, 1) Tevhid, 2) Adalet, 3)Va’d-va’id, 4)el-Menzile
neyne’l-menziletyn, 5)Emir bi’l-ma’rüf nehiy ani’l-münkerden ibarettir.
Mu’tezili alimler, bu hususta daha çok ilk iki prensip ekseninde hareket
etmişlerdir.Çünkü onlara göre tefsir bir uzmanlık işidir. Bu alanda uzman
olabilmek içinde Arapça ile fıkıh, fıkıh usulü ve hadis gibi dini ilimlerin
bilinmesi zaruridir. Ancak bu ilimleri bilmek, bir bakım sözü edilen uzmanlığa
giriş mesabesindedeir. Zira tefsir alınındaki asıl uzamnlık, Usl-i hamseyi
özellikle onun tevhid ve adalet gibi ilk iki prensibini bilmeyi gerekmektedir.
Akla
gereğinden fazla yer vermeleri sebebiyle olsa gerektir ki, Mu’tezile sihir ve
büyü olayını reddetmektedir.İşte bütün bu yaklaşımlardan dolayı Mu’tezile
imamları, Ehl-i- sünnet ulemasının şiddetli tenkitlerine maruz kalmış; bu
bağlamda İbn Kuteybe (ö.276/889) onlarınj Kur’an’ıkendi keyiflerine göre te’vil
ettiklerini ve bununda Allah’a karşı bir cüretkarlık oldupunu ileri sürerken
İ,bn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350) de Mu’tezile tefsirirnin, kalpleri
şüphelerle ve yeryüzünü fesatla dolduran sözlerden ibaret eserler olduğunu
söylemiştir.
2.Meşhur
Mu’tezile Tefsirleri
1.Ebu Müslim
Muhammed b. Bahr el-İsfahani
(ö.322/934), camiı’t-te’vil li muhkemi’t-tenzil
2.Kadı
Abdulcebbar (ö.415/1024), Tenzihu’l-Kur’anani’l-metan
3.Ali b.
et-Tahir, eş-Şerif el-Muratada (ö.436/1044), Ğureru’l-fevaid ve düreru’l-kalaid
4.Zamşehri
(ö.538/1144), el-Keşşaf
Bir taraftan
kelimelerin anlamları, iştikakları ve gramatik tahlilleri üzerind özenle
durularak, sözcüklerin asıl kullanım maksatlarının ortaya çıkarılmaya çalışıldığı,
diğer taraftan da istiare, mecaz ve belegat nüktelerinin son derece itinalı ve
güzel bir üslupla işlendiği bir tefsiridir.Onun bu yönü farlı mezhep mensupları
y-tarafından da takdirlr karşılanarak, özellikle Kur’an’ın belagi ve muzicezi
yönünü ortaya koyması sebebiyle müellifi, tefsirde bir otorite olarak kabul
edilmiştir.
C.Şia
Tefsiri
Burada ele
alacağımız grup,Şia’nın büyük çoğunluğu için söz konusu olan ‘’ İmamiyye
Şiası’’ diğer adıyla ‘’Caferiye Mezhebi’’olacaktır.
1.Şia’nın
Tefsir Anlayışı
Onlara göre
Kur’an’ın hem zahiri hem de batıni manası vardır.Esas kastedilen mana Batıni
manadır.Zira zahiri manalar, Batıni manaları muhafaza eden kılıf
mesabesindedir.Kur’an’ın zahir ve batınına verilerin manalar arasında bir
irtibat söz konusudur.Bundan dolayı insan için Kur’an’ın zahirine inanmak nasıl
vacipise, batınada inamka da aynı
şekilde vaciptir. Yüce Allah Ku’an’ın zahirini, tevhid nübüvet ve risalete
çağırmaya batınını da imamet, velayet ve bunlara bağlı olan şeyleri has
kılmıştır.
Yine Şia’ya
göre Kur’an’ın her döneme mahsus manaları vardır. Zamanın değişmesiyle
Kur’an’ın manaları da değişebilir. Ancak Kur’an’ın bütün manalarını yalnız
Ehl-i beytten olanlar bilir.Çünkü Kur’an onarlın evine inmiştir. Bu sebeple
İmamiye Şiası Kur’an’a yaklaşımda Ehl-i sünnetten ayrılmıştır.
2.Meşhur Şia
Tefsirleri
İmamiyye
Şiası,Kur’an tefrsirine dair eserler yönünden pek zengin sayılır.bu mezhebin
görüşleri doğrultusunda kalame alınan tefsirşerden önemlilerini şöyle sıralamk
mümkündür:
1.Kummi, Ali
b. İbrahim (Hicri III. Veya IV. asır) Tefsiru’l-Kummi. Bir ciltten
ibarettir.Son baskısı 1386/1966 yılında Necef’de yapılmıştır.
2.Tusi, Ebu
Ca’fer Muhammed b. el-Hasen (ö.460/1068), et-Tibyan. 10 cild halinde Necef’de
basılmıştır.
3.Tabatabai,
Muhammed Hüseyin, el-Mizan fi tefsir’l-Kur’an. 20 cilt olarak 1973 senesinde
Beyrut’ta basılmıştır.
D.Harici
Tefsiri
Hariciler
Kur’an’ın lafzına tavizsiz sarılan bir gruptur. Bu mezhebin çoğunluğunu, medeni
yaşatantıdan uzak olan insanlar oluşturduğu için, fikri seviyeleri M’tezile ve
Şia gibi kapasiteli tefsirler yazmaya yeterli olmamıştır.Esasen fazla sayıda
tefsirleri de mevcut değildir. Haricilere isnad edilen en önemli tefsir,
Muhammed b. Yusuf Itfiyyiş (ö.1332/1914)’in kalame almış olduğu
‘’Himayanu’z.zad ila dari’l-mead’’ adlı tefsirdir. Bu tefsir 13cildden
ibarettir, 1300-1314 yılları arasında Zengibard ‘da basılmıştır.
II.İŞARİ
TEFSİRLER
A.Tanımı ve
Şer’i Yönü
İşari
tefsir,’’ yalnız tasavvuf erbabına açılan bir takım gizli anlamlar ve işaretler
yoluyla Kur’an’ı açıklamak’’ demektir. Buna göre söz konusu tefsir, sufinin
kendi bireysel fkirlerine değil, bulunduğu makam itibariyle kalbine doğan ilham
ve işaretlere dayanmaktadır.
B.Makbul
Olmasının Şartları
1. Naslara
yüklenen içsel anlamlar lafızların zahiri anlamlarına ters düşmemelidir.
2.Yapılan
işari yorumların isabetli olduğunu gösterecek bir başka nas veya açık bir
delilin bulunması gerekmektedir.
3.Söz konusu
edilen bu yorumlara muhalif şer’i veya akli bir karine bulunmamalıdır.
C.Doğuşu,
Gelişmesi ve Sistemleşmesi
İşari tefsir
anlayışı hicri ikinci asırda kendini ortya koymuş oldu.İşari tefsirin bu ilk
temsilcileri arasında el-Hasan el-Basri(ö.110/728), Ca’fer-i Sadık(ö.148/765)
ve Abdullah b. Mubarek(ö.181/797)’in isimleri sayılmaktadır.Kaynakların
belirttiğine göre tasavvufun henüz oluşum döneminde yaşayan bu zatlar, yalnızca
Kur’an’ın bazı ayetlerini sufi bir anlayışla tefsir ertmye çalışmalarıdır.
Ebu
Abdirrahman es-Sülemi (ö.412/1021) ‘nin kaleme aldığı ‘’Hakaiku’t-tefsir’’ adlı
eserle mümkün olmuştur. Denildiğine göre Sülemi bu tefsirinde kendisisnden
önceki mutasavvıfların tefsir ve tev’illerini bir araya toplayarak işari
tefsire büyük hizmette bulunmuştur.Sülemi de Hakaiku’t-tefsir’de kendisinden
önceki mutasavvıfların yorumlarını cem etmek suretiyle işari tefsire bu anlamda
kaynaklık etmiştir.
İşari
tefsirin sistemleşmesinde önemli rolü olan diğer bir müfessir de Gazali
(ö.505/1111)’dir. Gazali, ’’ İhyau ulumid-din’’ ve ‘’ Cevahiru’l-Kur’an’2
adıyla yazmış olduğu eserlerinde Kur’an ayetlerinin batını yorumlarına yer
vermiştir. İşari tefsir hareketi Muhyiddin İbn Arabi (ö.638/1240) ile de
‘’vahdet-i vücud’’ un etkisi altına girerek en zirve noktaya ulaşmıştır.
D.İşari
Tefsir Örnekleri ve İşari Tefsire Yöneltilen Tenkitler
1.İşari
Tefsir Örnekleri
İşari tefsire
örenk teşkil edecek hususlar pek çoktur. Ancak biz bunlar içersinde Muhyiddin
b. Arabi’nin Te’villerinden:
Örnek:
Denildiğine göre Muhyiddin İbn Arabi. ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
‘’Sonra Arş’a istiva itti ’’ ayetini tasavvufi anlamda, ‘’Allah bütün
sıfatlarıyla Muhammed;’in kalbine tecelli etti ‘’ şeklinde yorumlamıştır.
2.İşari
Tefsire Yöneltilen Tenkitler
Vahidi
(ö.465/1072): ‘’ Sülemi (ö.412/1093) ‘’ Hakaiku’t-tefsir’’ adıyla bir tefsir
yazmıştır.Eğer o, bu eserindeki söylemlerine inanıyorsa küfre gitmiştir’’
diyerek işari tefsir çerçevesindeki aşırı yorumları küfür sebebi
sayılmaktadır.İşari tefsire yönelik ciddi eleştiriler mevcuttur.Eleştirilerin
temelinde zahiri anlamın tamamen yorum dışında atılması ve ortaya konan tefsiri delillendirecek sahih
nakillerin bulunmaması gerçeği yatmaktadır.
III.FIKHİ
TEFSİRLER
Fıkhi tefsir
burada sözünü ettiğimiz Kur’an’ın ahkamla ilgili ayetlerini ele alıp
incelemekte ve Müslümanların kendi dinlerini yaşamalarına imkan sağlayacak
sonuçlar üretmektedir.Fıkhi tefsirin ortaya çıktığı dönemden itibaren ahkam
ayetleri ile ilgili çeşitli zamanlardaki yakaşım ve gayretlrde bu anlamda bir
ekol olarak algılanmaktadır.
A.Konusu ve
Gayesi
Fıkhi tefsir
tefsir , ‘’ İbadat, mualemet ve ukubatla iligili ayetlerin izahlarıyla meşgul
olup, bu alana ait ayetlerden hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir
hareketi olarak ‘’ tanımlanabilir.
Buna göre
söz konusu tefsirin konusu ahkam ayetleridir. Yani müçdehitlerin hüküm
çıkarmada içtihadlarırna konu edindikleri Kur’an naslarıdır.Amaç da, İslam’ın
temelm kaynağı olan Kur’an’ın içermiş olduğu hükümleri, kaide ve prensibleri
ortaya çıkarıp insanlara dünya ve ahret mutluluğunun yollarını göndermektedir.
İslam
alimleri, Kur’an’daki ahkam ayetlerinin sayısı hususunda ittifak sağlayamamıştır.
Gazzali ve Razi gibi bilginler bu nevi ayetlerin sayısını 500 olarak tespit
ederken, bir kısım alim bu sayıyı 800 ‘ün üzerine çıkarmış, bir kısmı da aksine
200 ‘e kadar indirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki ,bu konuda farklı rakamların
tespit edilmiş olması,bazı ayetlerde ahl-kamın, bulunduğuna açıkça işaret
edilmesinden, bazılarına da kısa ve emsal gibi dolaylı olarak hüküm çıkarmanın
mümkün olmasından kaynaklanmaktadır.
B.Kaynakları
1.Kitap
2.Sünnet
3.İcma
4.kıyas
5.Şer’u Men
Kablena
6.Sahabe
Kavli
7.Örf
8.İstihsan
9.İstishab
10.Maslahat
Esasen
Kur’an ve sünnet tarafından getirilen bütün hükümlerin nihai amacı, insanın
yaraına olan şeyleri emredip zararlarına olanları da yasaklamaktır. Buna göre
denilebilir ki, İslami hükümler maslahatı (faydayı) esas almaktadırlar.
11.Sedd-,zerai
C.Önemli
Bazı Fıkhi Tefsirler
Hz.
Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen yeni olaylar sebebiyle hüküm ifade
eden ayetlerle ilgili olarak ashab zaman zaman
Kendi
içtihadlarını ortaya koymak suretiyle fetva vermeye başaladı.Tabiün döneminde
daha fazla bir ivme kazanan ahkam ayetlerini tefsir ve onlara dayalıyeni
hükümleri ortay çıkarma hareketi, nihayet hicri II. Asırda iyice su yüzüne
çıkmış oldu.Böylece ilk olarak fıkhi mezhepler doğdu ve arkasından da ‘’Ahkamu’l-Kur’an’’
yahut da ‘’ Tefsiriru ayati’l-ahkam ‘’adıyla eserler yazıldı. Bunkların en
önemlilerini tarih itibariyle şöylece sıralamak mümkündür:
1.İmam Şafi
(ö.204/819),Ahkamu’l-Kur’an
Bu eser İmam
Şafi’den yaklaşık iki asır sonra Beyhaki (ö.458/1066) tarafından derlenmiş ve
Muhammed Zahidu’l- Kevseri’nin mukaddimesiyle ilk olarak 1371/1952 tarihinde
kahire’de iki cilt halinde basılmıştır.
2.el-Tahavi
(ö.321/933) Ahkamu’l-Kur’an
Tamamının
döet cil olduğu tahmin edilen bu eserin, Vezir Köprü Fazıl Ahmet Paşa ktp.,
No:814 ‘de kayıtlı bulunan yazma bir nüshası, Sadettin üÜnal tarafından tahkik
edilerek İstanbul 1995 tarihinde cild olarak neşredilmiştir.
Tahavi, söz
konusu kitabında ahkam ayetlerini surelerdeki yerine göre değil,
‘’kitabu’s-salat’’ ve ‘’kitabu’z-zekat’’ gibi isimlerle fıkıh kitapları
sisitemine göre sıralamış ve her ayeti genlikle bu kitapların bir babı olarak
ele almıştır.
3.el-Cessas
(ö.370/980), Ahkamu’l-Kur’an
4.el-Kiya
el-Herrasi (ö.504/1110), Ahkamu’l-Kur’an
5.Ebu Bekr
İbnu’l-Arabi (ö.543/1148), Ahklam’ul-Kur’an
Sözünü
ettiğiğmiz bu eser Kur’an’ı Kerim’in
sure ve ayet tertibine uygun olarak,içersinde ahkam ayeti bulunan 108 sureyi
ihva etmektedir. İncelemeye konu olan ayet sayısı is 852 dir.İbnu’l Arabi söz
konusu eserinde ahkama ayetrlerinden hüküm çıkarırken kelimelerin lügat
anlamına Hz.Peygamaber’in sahih sünnetine ve sahabenin tatbikatına
başvurmaktadır.
6.el-Kurtubi
(671/1272), el-Cami’li ahkami’l-Kur’an
Kurtubi
tefsiri bütün bu yönleriye hrm rivayet hem de diraytet tefsirinde bulunmsaı
gereken özellikleri taşmış olsada
aslında o daha çok bir fıkhi tefsir olarak değerlendirilmektedir. Bu
yüzden bizde söz konusu olan tefsiri, fıkhi tefsirler arasında ele alamya
çalıştık.
IV. İlmi
Tefsirler
A.Tanımı
Nasların,
bir takım fenni keşif ve nazariyetler esas alınarak yapılan tefsirine ilmi
tefsir, adı verilmiştir. Bir başka ifade bilimsel verilerle ayetlerin
delaletleri arasındaki uyumu araştıran ve açıklamaya çalışan tefsie, diye de
tanımlamak mümkündür.
B.Ortaya
Çıkış ve Gelişmesi
Kaynakların
belirttiğine göre ilmi tefsir hareketi, dirayet tefsirirnin ortaya çıkmasıyla
başlamıştır. Ancak kesin bir tarih tespit etmek gerekirse bunu Abbasiler
devrindeki ilim ve tercüme hareketlerinin başlangıcına kadar götürmek mümkün
olabilir.Bu hareketi merkezi bir düşünce etrafında ilk olarak ele alan İmam
Gazzali (ö.505/1111)’dir.
Gazzali’den
sonra ilmi tefsir anlayışını tefsire ilk tabik eden büyük müffesir Fahruddin
Razi (ö.606/1209) olmuştur. Söz konusu müfassir Kur’an’da yer alan kevni
ayetleri, yaşadığı dönemin ilmi görüş ve nazariyetlerini dikkate alarak tefsir
etmiştir.Onun ardından da Ebu’l-FADL- EL-Mursi (ö.655/1257) ve Suyuti
(ö.911/1505) ilmi tefsir anlayışını savunan alimler araında yer almıştır.
Özellikle Süyuti Kur’an’ı, ilimkerin kaynağı olarak görmüş ve Allah Taala’nın
her şeyin ilmini onun içine koyduğunun beyan etmiştir. Anbcak ilmi tefsir
hareketi Suyuti’den sonra bir duraklama devrine girmiş, zaman zaman Katip
Çelebi (ö.1068/1657) ve Erzurumlu İbrahim Hkkı (ö.1186/1772) gibi bazı
bilginler tarafından yeniden canlandırılmak istenmişse de pek başarılı
olunamamıştır.
Söz konusu
hareketin bu asırdaki savunucusu da
‘’Keşfu’l-esrari’n-nuranniyeti’l-Kur’aniyye’’ adlı kitabıyla Muhammed b. Ahmed el-İskenderani (ö.
1306/1888) olmuş; onu da ‘’Tebaiu’l-istibdad ve mesairu’l-isti’bad’2 adlı
eseriyle Seyyid Abdurrahman el-Kevakibi (ö.1320/1902) takip etmiştir.Ancak ilmi
tefsir hareketi bu faaliyetlerden yarım asır sonra Tantavi Cevheri
(ö.1359/1940) ile zirve noktasına ulaşmıştır.Ayetlerin hakikatını keşfetmeye
teşfik etmek için şöyle demiştir: Kur’an’da fıkha ait 150, buna mukabil ilim ve
fenle ilgili 750 kadar ayet vardır. Hal böyle iken Müslüman alimler fıkıh
ilmine ait pek çok eser telif etmişler: ancak kevni/kozmolojik ayetler üzerinde
sanki de hiç durmamışlardır.
İlmi tefsiri
savunan çağdaş müeliflerden biri de ‘’
el-Kur’an ve’l kevm’’ kitabının yazarı
Muhammed Abdullah Şerkavidir.Ülkemizde bilisel tefsir konusunda oldukça mütedil bir yaklaşım sergileyen ilim
adamları bulunmaktadır. Bunlar arasında Muhammed Hamdi Yazır, Said Nursi,
Süleyman Ateş ve Celal Kırca’nın isimlerini sayabiliriz.
C.İlmi
Tefsire Karşı Çıkanlar
Bu eğilime
karşı çıkanların başında fakih ve usulcü Şatıbi (ö.790/1388) gelmektedir. O, bu
konuyla ilgili görüşlerini ‘’el-Muvafakat’’ isimli eserinde şöyle dile
getirmiştir. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi (ö.1399/ 1978) de eş-Şatıbigibi
Kur’an’ın Araplara gönderildiği ve onlar tarafından anlaşıldığı noktasından
hareket etmek suretiyle, bu muhataplar tarafından bilinmeyen manaların Kur’an lafızlarına
verilmeyeceğini,aksi halde Kur’an’ın
belagatından söz etmenin mümkün olmadığını iddia etmektedir.
İlmi tefsire
karşı çıkanlar böyle bir tefsirin hem Kur’an’ın icaz yönüyle hem de
Müslümanların itikadları açısından tasvip edilmeyeceğini ileri sürmektedirler.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki Kur’an
elbette ki fen ve diğer bilimlerin esaslarını ortaya koyan bir kitap
değildir.O, bir dinin kitabıdır ve asıl hedefi de Allah’ın iradesini ortaya
koymaktır. Böyle olunca tabii ki, Kur’an’ınazariyelerin kayanğı olarak görmek
yanlıştır. Ama yanlış olan bir başka daha şey vardır ki o da Kur’an’ın
lafızlarını indirildiği dönemin
anlayışına hapsetmektir.Bilindiği üzree tefsirde nuzul ortamı
önemlidir.Ama Kur’an manalarını sadece o dönemin anlayışından i,baret görmekte
tabiî ki doğru değildir.Çünkü böyle bir anlayışı tasvip etme,tefsirde yeniliğe
ve zenginliğe karşı çıkmak, daha doğrusu varlıkla yokluğa düşmek demektir.Böyle
olunca ashabın vermediği manaları Kur’an lafızlarına yüklemek, ayrıca onarlın
üzerinde durmadıkları ya da manasını anlamadıkları ayetleri özellikle
kozmolojik nasları gelişen bilim ve teknolojinin verilerinden yaralanmak suretiyle tefsir
etmek kaanatimize göre yanlış bir yol olmasa gerektir.
Bura da şu
iki hususunda altını çizmek de yarar vardır. Bunlardan biri, Kur’an tefsirinde
bilimseş veriler kullanılacağı zaman,onların faraziyeler halindeki tespitler
değil, ispatlanmış nazariyeler olmasına dikkat etmek; diğeride ilmi tefsirin
hiçbir zaman nihai anlayış olduğunu ileri sürmektedir.Yani müfessir yaptığı
ilmi tefsirin kendi yaşadığı dönemin ilmi ver5ilerine dayandığını, bunların
değişmesi durumunda Kur’anIn, o istikamette de tefsir edilebileceğini beyan
etmelidir.
V.İçtimai
Tefsirler
Kur’an’a
yönelik tefsir tarzlarından biride içtimai tefsirdir. Bu tefsir, ‘’ Kur’an’ı
yeni bir anlayışla ele alarak, çağın toplumsal sorunlarını nasların ışığı
alatında çözümlemeyi hedefleyen bir tefsir çeşididir.’’
A.Kurucusu,
yöntemi ve Amacı
İçtimai
tefsir, XIX. Asrın son çeyreğinde Mısırlı bilgin Muhammed Abduh (ç.1323/1905)
‘un, Ezher Üniversitesi’ndeki hocalığı esnasında uyguladığı bir yöntemdir.Bu
yöntem, Abduh’un derslerinde ayetleri mushaftan okuyup, kendi bilgi birikimine
dayanarak açıklamaktan ibaretti. Herhangi bir müfessirin tesiri altında
kalmamak için de önceden bir tefsire bakmamayı alışkanlık haline getirmişti;
ancak lügat ve irab bakımından bir müşkil ile karşılaştığı zaman yalnızca
Celaleyn Tefsirine müracaat ederdi. Çünkü abduh’a göre,
Allh’u Taala kıyamet gününde insanaları, başkalarının söz ve anlayışlarından
dolayı çekmeyecek, yalnızca hidayet ve irşada sevketmek için indirdiği kitabından ve onun muhtevasını bize
açıklayan Peygamber (sav) ‘in sünnetine
uyup uymamaktan ötürü sorgulayacaktır. Böyle olunca Kur’an’ı Kerim’le ilgili
geçmişte söylenenler, mutlaka başvurulması gereken kayanak olarak
değerlendirilmemelidir.
Ona göre
asıl tefsir, Kur’an’ınsözlerinden ne kast edildiğini ortaya koyan, inanç ve
ahlak gibi konularda cezp ederek insanları, anlatılanlar doğrultusunda amel
yapmaya sevk eden tefsiridir.Muhammed Abduh’un böyle bir yöntemle Kur’an’ı
tefsir etmedeki amacı ise İslam ümmetini içine düştüğü geri kalmışlık
probleminden kurtarmaktı.İslam’ın bu geniş akılcı özelliğinden dolayı söz
konusu ekol mensupları, tefsirde akla çok geniş bir alan tanıdılar ve bazen
aklın alanına girmeyen konularıda akılla çözmeye çalıştılar.BU özelliğinden
dolayıdır ki içtimai tefsir ekolü, bazıları tarafından ‘’ Modern Mu’tezile
ekolü’’ olarak nitelendirildi.
B.Diğer
Temsilcileri
İçtimai
tefsir ekolünün Muhammed Abduh’tan sonra ikinci önemli temsilcisi Reşid Rıza
(ö.1354/1935)’dır. Bilindiği gibi Reşid Rıza Abduh’un en gözde
talabesidir.Abduh’un Tunus’tan , Mısır’a döndüğü zaman Ezher’de tefsir dersleri
vermeye başlaığında, ‘’Tefsiru’l-menar’’ adıyla kitap haline
getirilmiştir.Reşid Rıza bu tefsiri,Nisa Suresi’nin 145. Ayetine kadar yazmış,
Abduh’un ölümünden sonrada ise , diğer kısımları da kendi anlayışına göre devam
etmiştir. Ancak söz konusu tefsir, Reşid Rıza’nın ölümü sebebiyle
tamamlanamamıştır.Kur’an’ın mevcut tetibe görre baştan on iki suresini ihva
eden on iki ciltlik bir tefsirdir.
İçtimaii
tefsir ekolünün bir diğer temsilcisi de
Ahemd Mustafa el-Mereği (ö.1371/1952) 'dir.Bu zat da tıpkı Reşid Rıza
gibi bir tefsir kaleme almıştır.Söz konusu tefsir , ''tefsiru'l-Meraği'' adıyla
30 cildden oluşan (mücelled) oldukça
mufassal bir tefsirdr.
İçtimai
tefsir ekolünden söz ederkenSeyyid Kutub (ö.1386/1966)'un ismini zikretmek
tabii ki haksızlık olacaktır.Seyyid Kutub, bu ekeolün önemli temsilcilerinden
sayılmaktadır.Onun ''Fi zilali'l-Kur'an '' adıyla yazdığı söz konusu eser,
baştan sona müellifin dirayetin yansıtan bir tefsirdir.Kur'an'ın idari ve
siyasi anlamdaki mesajını ortya çıkarmaya çalışan ve bunda da büyük ölçüde
başarılı olan müfessir olarak nitelendirebiliriz.
1.Olumlu
Eleştiriler
1.Söz konusu
ekol mensuplarının israiliyata karşı adeta bir savaş açmış olmalarıdır.
2.Tefsirde
mezheplerde hiç birirnin tefsirinde kalmayıp Kur'an'ı, mezhepler için bir
vasıta kılmamaya çalışmalarıda bu ekelün olumlu yanlarından biridir. Çünkü söz
konusu ekol mensuplarının temel hedefleri arasında, kitap ve sünneti kaynak
olrak dünyevi işlere köklü bir ''tecdid'' hareketi başlatma projeside vardır.
3.Sağlan verilere
dayanan bilimsel nazariyetlerin Kur'an'la mubakatı üzer,nde durarak, bir
anlamda Kur'an'ı devamlı suretle ilmin gündeminde tutmaya çalışmaları
3.Olumsuz
Eleştitiriler
1.Akla
gereğinden fazla geniş bir alan tanıyıp aklı da,ma naklin(rivayetin) önüne geçirmek.
Nitekim Abdullah Muhammed Abduh'a göre İslam'ın öncelikli referansı akıldır ve
akıl ile nakil çalıştığında aklı nakle tercih etmek gerekmektedir.
2.Buhari ve
Müslim'in sahihlerinde r,vayet etmiş oldukları hadislerin bir kısmını zayıf ve
mevzu (uydurma) olarak nitelendirerek redetmek.
3.Sahihliği
alimlerce tescil etmiş ahad habrleri hüküm istnbatında kabul etmemek.
4.Lafızların
zahirine ters düşecek tarzda aşırı te'villere
giderek, Kur'an bütünlüğüne zarar vermek.
VI.Modernist
Tefsirler
Modernist tefsir,''
vahyedilmişbir inanç ve ameller pratiği olan Kur'an'ı, yaşanılan çağın
htiyaçlarını dikkate alarak uygun yöntemlerle açıklamak'' demektir.
A.Modernist
Tefsirin Amacı
İslam'ın ilk
zamanlarındaki dinamizmini yeniden hayata geçirerek, Müslümanların yaşantılarına
arız olan durgunluğu, geriliği ve zayıflığı ortadan kaldırmaktır. İşte buda
Kur'an'ı yeni bir yöntemle ele alıp yorumlamaktan geçmektedir.
B.Modernst
Tefsir Yöntemleri
Önceleri
klasik anlamda ortaya çıkan bu yaklaşım tarzı,ortay koyduğu yeni çözüm
metodolojisi ile daha farklı bir boyuta
taşınmıştır.İlk etapta klasik modernist bir görüntü le ortaya çıkan tefsr, br
müddet sonra Neo-İslam Modernizmi adı altında yeni bir seyir takip etmeye
başlamıştır.
1.Klasik
Modernist Tefsir
Bu tefsir
yöntemini savunanların başında Seyyid Ahmed Han(ö.1316/1898), Seyyid Emir
Ali(ö.1347/1928) ve MuhammedEbu Zeyd gelmektedir.Kaynakların belirttiğine göre
Seyyd Ahmed Han ilk zamanlar Şah Veliyyullah ed-Dilevi (ö.1176/1762) 'nin
etlisinde kalmış; ancak daha sonra bu çzgin ayrılarak modernist bir düşünce
yapısı içersine girmiştir.Bu eğilimin doğal bir sonucu olsa gerek ki Ahmed Han
İslam'ın akılla uzlaştığınıkabu ederek Kur'an'ı akilleştirmeye çalışmış, ''
Tesiru'l-Kur'an'' adıyla yayımladığı Kur'an'ın baştan on yedinci cüze kadar
olan kısımını içeren altıciltlik tefsierinde hep bu çizgiyi koruşmuştur. Ona
göre kainatta sebep-sonuç ilkesi hakimdir. Allah tabiat kanunlarını yaratmış.ve
onları yürülüğe koynuştur.Bu yüzden kainatta bu kanunlara aykırı hiç bir şey
cereyan etmemektedir.Söz konusu anlayıştan hareket eden Ahmed Han,
peygamberlerin muczelerini ve velllerin kerametlerini kabul etmeyip bunlarla
ilgili nasları tabiat kanunlarına uygun bir biçimd yorumlamaktadır.
Geçmişte
İslam alimlerinin tartıştıkları,siyasi, iktisadi, hukuki vb meselelerin sonrak
nesillere İslam'ın kendisiymiş gibi sunulduğunu söyleyen Ahmed Han, bun da
Müslüman topluluklarıfikri donukluğa yani düşünceden tamamen uzaklaştırıp dinde
hiç yeri olmayan bir tevekkül anlayışına sürüklendiğini ifade etmektedir.
Seyyid Ahmed
Han, İslam'ın ilk üç asrında insanlar tarafından çok fazla hadis uydurulduğunu
bundan dolayı hadisinKur'an derecesinde güvenilir bir kaynak olmadığını iler,
sürmektedir.Kur'an naslarını akılcı bir yöntemle yorumlaması, hadislerin anlam
yönünden anack akıl ve dirayetle tespit edilebileceğini söylemesi, Seyyd Ahmed
Han'n XIX. Yüzyıl determinist tabiat felsefesinden etkilendiğini
göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, onun Batı medeniyetine olan aşırı
hayranlığı ve heşeyi sebep-sonuç ilişkisine bağlamasıda bu etkinin bir
sonucudur.
Başta
belirttiğimiz gibi söz konusu ekolün ikinci önemli şahsiyeti de Seyyid Emir
Ali'dir.Akılcı bir çizgi takip etmesi ve modernist yaklaşımları sebebiyledir ki
Seyyid Emir Ali, İslam modernizmini savunan Batı yanlısı aydınlar üzerinde
önemli derecede etkili olmuştur.
Klasik
modernist tefsir ekoü içersinde ele alacağımız bir diğer alim de Muhammed Ebu
Zeyd'dir.1930-1931 senelerinde Mısır'da yazmış olduğu ''el-Hidaye ve'l-irfan
tefsiri'l-Kur'an'i bi'l-Kur'an'' adlı eserinde anlaşıldığına göre o,
determinist bir te'vcildir. oyüzden peygamberlerin mucizelerini hep bu
anlayışla yorumlamıştır.
Söz konusu
bilginler,potivizmin etkisinde kalarak peygamberlere yönekil harkulade
olayları, melek ve cin gibi deneyna alanına girmeyen görünmez varlıkları te'vil
veya inkar yoluna gitmişlerdir.Aynı şekilde Kur'an'daki siyaset,hukuk,ekonomi
vb pratik hayatla ilgli emir ve yasakları ve bu yasakları işleyenler hakkında
cezaları; ayrıca İslam'ın mevcut beşeri sistemlerle uyuşmayan bazı yasak ve
emirlerini ya ilahi tavsiye olarak algılamışlar yada akilleştirerek açıklamaya
kalkışmışlardır.Öyle görünüyor ki , onların sergiledikleri bu tavırların arka
planında İslam'ın yönetim şeklini öngörmediği tezinden hareketle dini toplum
haytından uzaklaştırıp bireysel hayata indirgeme istekelri yatmaktadır.Halbu ki
İslam dini evrensel bir dindir ve bu yönüyle o insanların hem ferdi hem de
toplumsal anlamda sorunlarını çözecek mükemmelliktrdir.
2.Çağdaş
Modernist Tefsir
Klasik
modernist yaklaşımın ardından ondan daha farklı bir zemine oturtulan başka bir
tefsir yönteminin ortaya çıktığını görnekteyiz ki, bunu da çağdaş veya
neo-modernist yani tarihslci yaklaşım olarak tasvif etmek mümkündür.
a.Savunucuları
ve Fikri Alt Yapısı
1.Fazlur
Rahman
Kur'an'ı neo-modernist
yani tarihseci bir gözle okumanın gerekli olduğunu fikrini savunanların ilki,
Pkistan'lı bildin Fazlur Rahman'dır.Bilindiği gibi Fazlur Rahman önce kılasik
modernizmi eksik yanlarından, kusurlarından arındırmakla işe başalamış sonra da
yeni bir modern proje üretme yönünde çaba harcamıştır.Maksadı, İslam'ın
temelleri olan Kur'an ve onun pratik yorumu sünneti yeniden yorumlayarak
aktüelleşmek yani hayatın içersine sokmaktır.O, bu husutaki yaklaşımını, Kur'an
tarihsel bir metin olarak ele alınmalı, geliştirilen yeni bir tefsir
metodolojisiyle deMüslümanların modern dünyadak sorunlarını çöözebileck ve bu
alandaki ihtiyaçlarına cevap verbilecek bir tarzda yorumlanmalı tezüzerinde
kurmaktadır.
Esasen o,
iahide olsa ebediyen geçerli tek dışa vurum olarak kastedimiş olmazdı.Yani
Kur'an metni ya açıkça Hz. Peygamber tarafından yazılmıştır; ya da kalbinde
vuku bulunan ilham ve yansılmar onun tarafından yazıya geçirilmiştir.İlhamlar
ona ait olmasa bile,lafız Peygamber'e aittir ve onun dil bilgisi ve ifade gücnün
bir ürünüdür.
Ancak şuda
bir gerçek ki, Fazul Rahman hem Kur'an2ın yorumunda hem de yaşayan sünnette
temel olarak içthadı esas almakta; onu kapsamlı ve sistemetik bir tercihi
olarak nitelendirmektedir.Fazlur Rahman'a göre bu yapılmadığı taktirde Kur'an'daki
pek çok önemli hüküm yanlış yorumlanacaktır.
2.Roger
Garaudy
Çağdaş
modernizmin bir başka temsilciside Fıransız asıllı bilgin Roger
Garaudy'dir.Garudy, Efgani ve Abduh gibi klasik modernistlerin yolundan
giderek, çağımızın problemlerine özünden hiç birşey kaybetmeden cevap
verebilmesi için İslam'ın uyanışı nasıl olamalıdır? şeklindeki kaygısını dile
getiren temel soruyu sorup, arkasından da Kur'an'ın ihva ettiği ''öz'' ün
neliğiğni tespit etmeye yönelmiştir. Garaudy de Fazular Rahman gibi çağın ihtiyaçlarını
çözmede, Kur'an'ın tarihsel okunuşunu esas alamktadır.
Kur'an'ı
doğru yorumlamanın öncelikle onu tarihsel olarak okumakla mümkün olduğunu,
Bununda anacak içtihad ve akıl yürütme ile gerçekleşeceğini ileri süren
Garaudy, ictihadın temelinde ilahi maksadın ortaya çıkarılma nedeninin yer
almasını gerekli görmektedir.Ona göre böyle yapılırsa Kur'an'dan her zaman bir
hayat modeli çıkartılabilr.Aksi halde onu aktüelleştirmenin imkaını yoktur.Bu
bakımdan tamamen Hz. Peygamber döneminde ki Arapların tarihsel temayül ve
şartlarına göre şekillenmiş bulunan Kur'an ahkamını, her devir ve şartta
geçerli kılmak ve şeritaı uyguluyorum diye mesla hırsızın elini kesmek,
ayetleri indirdikleri tarihsel ortamdan soyutlayıp bu ayetlerle'' İlahi
Kanunu'' birbirine karıştırmak demektir. Bu ise, İslam'a kötülük yapmaktan
başka birşey değildir.
2.Muhammed
Arkoun
Çağdaş
modernizmi veya tarihselciliği savunanlar içersinde yer alanönemli bir
düşümürde bilindiği gibi Muhammed Arkoun'dur. Arkoun Kur'an'ı dinamik bir tarih
içersinde ve gündeik hayatın alışkanlıkları arasında ortaya çıkmış bir kitap
olarak tanımlamaktadır.
3.Hasan
Hanefi
Tarihselciliği,
Kur'an'ın anlaşılmasında tek yöntem olarak görenler içersinde belkide en
radikal söylemlere sahip olan Düşünür Hasan Hanefi'dir.Kur'an'a antroplolijik
olarak yaklaşmayı teklif eden Hasan Hanefi, tarhselliği sadece vahyedilmiş
metinlerin değil, Allah hakkındaki tasavvurların da bir özelliği olarak
görmektedir.
Kısaca ifade
etmemiz gerekirse diyebliriz ki, özellikle çağdaş İslam modernistleri Kur'an'a
tarihselci bir anlayışlayaklaşmaktadırlar.Hepsinin buluştuğu ortak nokta
Kur'an, belli br tarihte belli bir coğrafyada yaşayan insanlara yol göstermek
amacıyla indirilmiş yerel nitelkli naslardan oluşan bir kitaptır.
b.Kur'an'ı
Tarihselci Okumanın İmkanı
ba.Tarihselciliğin
Problemleri
Hıristiyan
ilahiyatçılar dinn selameti açısından Kutsal Metindeki ''akıldışı'' şeyleri
sorun olarak görüpbunu tarisellikle ilgili nasları sorun olarak görerek aynı
yöntemile onları aklileştirme yoluna gtmiş ve sorunun çözümü için ahkamin
değişmesini talep etmişlerdir.
Başlangıç
itibariyle kulağa hoş gelen böyle bir amaç; iyi niyetli bir düşüncenin ürünü
olabilir.Ancak şunu unutmamak lazım ki,Batı'da Kutsal Metnin ''akıl dışılığını
'' ve bunun sp-onucu olarakta '' bilimle olan uyuşmazlığını'' ber taraf etmeye
yönelik bir tarihselcilik anlayışını, Kur'an metni için düşünmenin hiç bir
haklı gerekçesi yoktur.Çünkü Kur'an'da ne akıl dışılık ne de bilimle uyuşmazlık
söz konusudur.Bu da, Kur'an'ı tarihselci yaklaşomla okumanın dha başlangıçta
temal bir yanılgı olduğu ve bizi bazı problemlerle karşı karşıya bırakması
anlamına glmektedir.Bunları şöyle sıralamak mümkündür.
1.Herşetden
önce şunu belirtelim ki, ilahi dinler ancak kutsallık düşüncesiyle hayat bulur
ve yaşarlar.Kutsal birer kaide olan dini ahkamın tarihsel bir formata sokularak
değerlendirilmesi ise, dine ve onun kurallarına karşı bir gvensizliği
beraberinde getirebilir.
2.Kur'an'ın
mucizevi olan lafzını bütünüyle tarihsel görerek onun lafzından bağımsız genel
ilkelere ulaşmayı hdeflemek, sonuç itaibariyle Kur'an'ı btünüyledevre dışı
bu-ıt-rakmak anlamına gelebilr.
3.Ayrıca
üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, Kur'an'ın cezalarla ilgili
koymuş olduğu hükümlerin içerikleridir.Bu tablı bize göstermektedir ki,bazı
cezalrın insana bırakılmasına karşın, bazılarının belirlenmiş olması, onların
değiştirilemeyeceğini ve alternetiflerinin bulunmadığını göstermektedir.
4.Burada
şunu belirtmek gerekir ki, aslında Kur'an'ın öngördüğü suçlara verilecek
cezlardan maksat insanları suç işlemekten caydırmaktır.
bb.Kur'an'da
Mahali Naslar Meselesi
Öcelikle
şunu belirtelim ki, bilndiği üzere Kur'an belli bir tarhte belli bir
coğrafyanın insnalarına inzal edilmiştir.Kur'an'ın belli bir tarihte ve bellir
bir ortamda inzal edilmiş olması da doğal olarak onun, bir tarihinin izlerini
taşımasını formel olarak tarihsellik karakteri arz etmesini zorunlu
kılmaktadır.Ancak burdan yola çıkarak Kur'an'ı tamamen tarihsel bir kitap
olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü böyle bir yaklaşım,
Kur'an'ınçoğunluğunu teşkil eden evrensel naslarını, az sayıdaki mahalli-yerel
naslarına feda etmek demektir. Bu sebeple belki sadece Kur'an'ın söz konusu
yerel nitelikli naslarını, şayet güncel olarak uygulama imkanı yoksa tarihsel
kabul etme gibi bir yola grilebilir.söz gelimi Hz.Peygamber'in şahsı ve aile
hayatı, ibadet alanı, idari-siyasi, askeri ve hukuki sahalar, örf ve adetler
ile ilgilş düzenlemeler yanında, sunulan herhangi bir genelprensipten sonra
Kur'an'ın örnekleme pozisyonunda getirdiği bir kısım nasları burada misal
olarak zikredilebilir.Faraza Hz. Peygamber'in evine müminlerin hangi kayıtlarla
girip çıkacağını, ev sakinleriyle hangi şartlarda irtibat kurabileceklerini
belirleyen '' Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet
edilmedikçe, Peygamber'in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit
girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz
Peygamber üzmekte, fakat o(size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah,
hakkı söylemekten çekinmez.''
Kısacası
modernist İslam tarihselciliği, objektivist bir tutum ve salt akıl yürütme
yöntemi ile Ku'an hükümlerini, modern haytın zorlukları karşısında değiştirmeyi
kabul etmektedir.Ancak bu yeni okuma biçimi henüz yeterince tanımlanmış,
çerçevesi çizilmiş ve usül olarak Kur'an'a uygulandığında ne türden sonuçlar
vereceği test edilmiş değildir. Esasen Kur'an'ın,tarih içersinde ''bir tarihe''
hitap ettiği doğrudur.Bununla beraber doğru olan bir başka şey daha vardır ki o
da, Kur'an'ın hitabını bir tarihe çevirmesine ve beşeri zorunluluk gereği
tarihsel ir dil kullanmasına rağmen içerdiği mesjın evrensel olamsıdır.Bu
sebepten dolayıdır ki, aslında boş bir gayret olarak nitelendirilmesi gereken
şey,modern hayatın ihtiyaçlarına çözüm bulmak maksadıyla evrensel bie kitabın
naslarını yorumlama yolunda gösterilen gayretler değl, söz konusu metni, bir
taraftan kültür dokumuzla uraşamayan bir yönten kullanarak diğer taraftan da
nasları, keyfi bir yaklaşımla konjonktüre uyarlamaya çalışmaktır. Bunun içindir
kiithal bir düşünceye sarılarak geliştirilen bir yöntem sonucunda pek çok
probleme de kapı aralanmakta; böylece kaş yapalım derken göz
çıkarılmaktadır.Çünkü bu okuma biçimi bir başka kültür dünyasının temel
problemini çözmek için gelştirilmiş bir yöntemdir ki,o da, her iki birer
tercüme olan tarihi İncillerin aklılla çelişen taraflarını makul ölçülere
getirme amacına yöneliktir.
SONUÇ
Hz.
Peygamber hayatta iken bir ileten olarak gelen vahy-i(iletileni),
iletilenler(sahabeler)anlamayınca iletene yani Hz. Peygamber'e soruyorlardı,
oda onlara(iletilenlere) iletileni izah ediyordu. Dolayısıyla onun Sünnet ve
hadisleri bir mana da tefsir görevi görüyordu. Bu sebeple ilk başta tefsir
hadis Kitapları içinde bir bab olarak ele alınmıştır. Daha sonraları müstakil
bir ilim olarak ele alınmıştır.
Hicri ikinci asırdan itibaren kayda geçirilen
hadis eserleri ve yine ilk fetihlerle Başlayan Arap olmayan yeni milletler ve
kültürlerin islâma girmesi ile Oluşan ve HIZLA gelişen Fıkıh ve tefsir ilimleri
bir birinin mütemmimi gibidirler.
Hadisler bir mana da Kuran'ın açıklayıcısıydı
ama diğer manada da;Kur'ân'da gayet açık ifâdelerle Hz. Peygamber'in Yüce Allah
tarafından mü'minler için örnek alınması gereken model bir insan olarak takdim
edildiğini görmekteyiz. Konu ile ilgili âyetlerde şu veya bu konuda diye bir
kayıt koyulmamış olması O'nun insanlar için her yönüyle örnek olarak
gösterildiği anlaşılmaktadır. bu konudaki bazı âyetler şunlardır:
"Andolsun
Allah'ın Resûlünde sizin için -Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan
kimseler için- (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (Ahzâb, 33/ 21).
Bu âyette,
Resûlullah'ın, Allah'a ve âhiret gününe inananlar için örnek bir şahsiyet
olarak ileri sürülmesi, böylece onu Örnek edinmenin Allah'a ve âhiret gününe
îman hususuna bağlanması O'nun sünnetine dinde ne kadar değer verilmiş olduğunu
açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kur'ân, Hz.
Peygamberin mü'minler için örnek bir insan olduğunu belirtmekle kalmaz aynı
zamanda onun büyük bir ahlâk üzere olduğunu da şöyle vurgular:
"Nün.
Kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabb'inin nimetiyle ünlenmiş (bir deli)
değilsin. Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. Ve sen, büyük bir ahlâk üzeresin"
(Kalem, 68/ 1-4).
Sünnetin
dindeki değerini ortaya koyan unsurlardan birisi de genelde onun da bir vahiy
mahsûlü oluşudur. Nitekim, Kur'ân'a baktığımız zaman vahyin sadece kendisi ile
sınırlandırılmadığına, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine
dâir birçok işâretleri görürüz."Peygamber size ne verdiyse onu alın, size
ne yasakladıysa ondan da sakının."
Haşir suresi yedinci ayetinde aynı zamanda Hz.peygamberin bir şari'i de
OLDUĞUNU Kur'an bize söylüyor.
Dolayısı ile de o Kuran'ın müphemini,
örneğin beş vakit namazın nasıl kılınacağını, zekatın nasıl verileceğini,
orucun nasıl tutulacağını bize anlatıyor ve öğretiyor.
Yine Hz. Peygamber Kuran'ın koymadığı
Hükümleri koyuyor. Nesep açısından haram olan kişinin süt emzirme yoluyla da
haram oluşu, yırtıcı hayvanların etlerinin haram oluşu gibi daha bir çok Hükmün
hadislerle konup açıklandığını görüyoruz.
Dolayısı ile bir tefsirci yani müfessir aynı
zamanda bir hadisçi olalı ki bunları bile bilsin, yada bir fıkıhçı yani fakih aynı zamanda bir hadisçi ve
tefsirci olmalıdır ki İslam'ı tam anlayıp anlata bilsin.
İşte bu örneklerde kısaca izah ettiğimiz
genelde İslami ilimler özelde de Fıkıh, hadis, tefsir ilimleri bir biri ile
sıkı bir Bağlantı içerisindedir.
Bütün ilimlerde olduğu gibi bu ilimlerde
yukarda detayları ile izah edilmeye çalışıldığı gibi gelişimlerinde bir tarihi
süreç yaşamışlardır. Bu süreçlerin içerisinde hadis daha önce tedvine başlansa
da ilim olarak tefsir, yaşam, hayat olarak Fıkıh aslında Hz. Peygamber'e vahyin
gelişi ile Başlamış, islâmın kurumsal ve yaşamsal olarak hayatın her
kademesinde var olmaya başladığı Medine döneminin ilk günlerinden itibaren
oluşmuş ve gelişmeye başlamışlardır. Çünkü din
الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا
İşte bugün
dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak
müslümanlığa razı oldum(maide/7) ayeti dinin Kemal'i ve bütünlüğünü ifade
ediyor.
Dinin kural ve amel, muamelât Bütünlüğü ve
detayları tarihi Varlığı ve gerçekliği ile 1400 yıllık İslam tarihi boyunca ilk
inananlarla başlayıp sonra bu dine giren bütün Müslüman milletlerin katkı,
mücahede ve Mücadelesi ile gelişerek Kıyamete kadar devam edecektir.
KAYNAKÇA
Hassan,a.(1999).
İslam hukukunun doğuşu ve Gelişimi.istanbul
Erdoğan,Mehmet.(2009)Fıkıh
ilmine giriş.istanbul
Yücel,Ahmet.(2014)
Hadis tarihi. İstanbul
Keskinoğlu,osman.
(1979)Fıkıh tarihi ve İslam hukuku.ankara
Rüstem CAN Öğrenci No: 14922719
2014-2015 Güz
Dönemi Doktora Ödevi
Mukayeseli Tarihler/Usuller Kıraati
Hülasası
Tefsir Tarihi: Hiç
şüphesiz ki, şahıs olarak Kur'an-ı Kerîmi tefsir eden ilk müfessir, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’dir. Zira, Kur'ân’ı
Kerîm’de, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kur’ân’ı tebliğ ve açıklamakla
görevlendirilmiştir. ‘‘Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et’’[1]
Diğer bir ayette ise ‘‘…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve
düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.’’[2]
Hz. Peygamberin (s.a.v) ardından Kur’ân’ın tefsirinde Sahâbi Efendilerimizi
görmekteyiz. Sahabenin, Kur'ân ayetlerini tefsir etmesi, Kur’ân’ın Kur’an’la,
Kur’ân’ın sünnetle tefsirinde kaynağa yakın olmaları hasebiyle önemli bir yer
tutmaktadır. Sahabenin, Kur’ân’ın inişine ve vaki olan olaylarına tanık
olmaları, onları tefsir alanında haklı olarak sonraki nesiller için örnek hale
getirmiştir.
Sahabeden sonra gelen Tabiin de, tefsirde sahabenin metoduna yakın
bir metot takip etmiş ve Kur’ân’ı tefsir etmişlerdir. Bu dönemde tefsir
kitaplarının yazılmaya başladığı rivayet edilmektedir.
İlk Müslümanlar Kur’ân’ı Hz.
Peygamber'den (s.a.v) sorarak öğrenmişler, daha sonra gelenler Sahabeden, daha
sonra gelenler ise Tabiinden sorarak öğrenmişlerdir. Asırların geçmesiyle,
Kur’ân’ı anlama metotları, yani tefsir metotları da değişmiştir. Başlangıçtan
zamanımıza kadar, lügat, belâgat, edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe,
tasavvuf ve daha pek çok açıdan tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli
alanlardaki tefsirlerde farklı usuller ortaya çıkmıştır. Tüm bu Kur’ânî
faaliyetlerin oluştuğu sürece, "Tefsir Târihi" denilmektedir.
Hadis Tarihi: Hadîs
ilmi, Resûlullah’ın (s.a.v) bizâtihi kendisinden İslamı öğrenmek ve Kur’an ve
İslam adına anlaşılmayanların anlaşılması adına ifade buyurduğu sözlerin
tedvini ile ortaya çıkan ilimdir. Bize ulaşana kadar farklı evrelerden geçen
hadis ilmi, çok parlak evrelerden geçtiği gibi duraklamanın vuku bulduğu zaman
dilimlerine de şahit olmuştur. Özetle şu söylenebilir: Hadîs tarihi, gelişim
aşamasında, İslâm tarihiyle belli bir paralellik arz eder. İslâm'ın parlama
döneminde o da parlamış, güzîde, en orijinal ve en saygın eserlerini vermiştir.
İslâm'ın duraklama döneminde de duraklamış, orijinallikten uzaklaşmış,
tekrarlar içinde kısırdöngülerin oluşturduğu dönemler geçirmiştir.
İlim adamları, hadîs târihini başlıca dört safhaya ayırırlar:
1-
Tesbit
Safhası 2- Tedvin Safhası 3- Tasnif
Safhası 4- Tehzib Safhası.
Fıkıh Tarihi: Fıkıh ilmi belli safhalardan geçmiştir.
1- Hz. Peygamber Dönemi (Fıkhın Doğuşu): Hz. Peygamber, gönderilmiş olduğu din ile ilgili tüm
mevzuların tek açıklayıcısı olması hasebiyle kendisine sorulan sorulara, ya
bizzat inen ayetler ışığında veya kendi içtihadıyla cevaplar vermiştir.
Kur’an-ı Kerim’de “Senden soruyorlar”, “Senden fetva istiyorlar”
gibi ifadelerin geçtiği yerlerde Hz. Peygambere sorulup da Kur’an tarafından
cevaplandırılan hususlar bulunmakta, yanı sıra hadisler incelendiğinde Hz.
Peygamber’in kendi içtihadı ile de fetva verdiği görülmektedir. Efendimiz
(s.a.v), ashabına da ictihad etme yetkisi vermiş ve sahabiler gerekli olduğu
zaman bu yetkiyi kullanmışlardır.
2- Sahabe dönemi: Hz.
Peygamberin vefatı ile başlayıp hicri 40 senesine kadar devam eden bu devreye
Hulefâ-i Râşidin dönemi de denilmektedir. Bu dönemim en bariz ayırıcı özelliği,
fetihlerle İslam ülkesinin topraklarının genişlemesi ve farklı kültürden
insanların müslüman olması neticesinde daha önce karşılaşılmayan sorun ve
soruların ortaya çıkmış olmasıdır. Bu dönemde, ortaya çıkan yeni hususların
çözümü için önce Kur’ân-ı Kerîm’e sonra da hadislere başvuruluyordu. Bu iki
kaynak ile sonuca varılamayınca bizzat Efendimizin izin vermiş olması sebebiyle
şahsi içtihada başvuruluyordu.
3- Tabiun Dönemi:
Emevi Devletinin kuruluşu ile başlayıp (h:40), hicri 132 yılına kadar devam
eden dönemdir. Bu dönemde; İslam âlimleri çeşitli şehirlere dağılmış,
Hadis uydurma hareketi başlamış bunun yanında hadisleri toplama faaliyeti
başlamış, fıkıh sahasında tedvin hareketi başlamıştır. Fıkıh sahasında ihtilaflar
artmış olması da bu dönemin özelliklerindendir.
4- Tebeü’t-Tâbiîn Dönemi: Fıkhın
yükseliş devri de denilebilecek bu devir hicri 132 yılında başlar, hicri
dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder. “Tedvin devri” diye de
isimlendirilir. Tâbîsi günümüze ulaşsın veya ulaşmamış olsun, mezhep
imamlarının yaşamış olduğu dönemdir.
5- Taklid ve Duraklama dönemi: Bu devir hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin
edilmeye başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
6- Kanunlaştırma Dönemi: Mecellenin
tedvini ile başlayıp günümüze kadar gelen dönem olarak isimlendirilebilir.
Sonuç:
Tefsir, Hadis, İslam Hukuku tarihlerine genel olarak baktığımızda
görülecek ilk şey, hepsinin beslendiği kaynaktır. Zira bu üç ilmin ve diğer
İslami ilimlerin temel kaynağı hiç şüphesiz ki Kur’an ve Sünnet (hadis)’tir.
Dolayısıyla hadis tarihsel bağlamda ilk olarak kaleme alınan, tedvin edilen
ilim sahasıdır.
Kur’an bizâtihi Allah Teâla tarafından korunması garanti altına
alınmış bir kitaptır. Ancak Peygamber Efendimizin hadislerinin böyle bir
garantisi olmaması hasebiyle bu önemli miras, bizatihi Ashab-ı Kiram tarafından
Kur’ân’ın açıklayıcısı ve İslam’ın anlaşılması için temel veri kabul edilmesi
sebebiyle yazılmak, anlatılmak ve aktarılmak suretiyle muhafaza edilmiştir.
Takip eden nesiller ise bu önemli mirasın bozulma ve kaybolma tehlikesi
karşısında onu hakkıyla koruyabilme adına çok titiz ve dikkatli araştırmalar
neticesinde hadisleri tedvin etmiş ve böylece dünyada başka hiçbir ilim dalında
olmayan bir usul ilmi ortaya çıkmıştır.
Tefsir ilmine baktığımız zaman ise hadis için var olan bu
titizliğin var olmadığını müşâhade etmekteyiz. Zira Kur’ân’ın Allah tarafından
zaten garanti altına alınmış olmasının vermiş olduğu rahatlıkla biraz daha
esnek ve rivayetleri alıp aktarma şeklinde bir metodun var olduğu
görülmektedir. Ancak tefsir ilminin oluşmasında da rivayetlerin yani hadislerin
büyük bir önemi haiz olduğu açık bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Müfessirler büyük titizlikle ve tarihte başka bir ilim dalına nasip olmayan
insanüstü bir çabayla tedvin edilmiş devâsa hacimdeki hadis külliyatından
önemli ölçüde beslenmiş ve eserlerini bu çizgide meydana getirmişlerdir.
Fıkha gelince; tedvin aşamasını hicrî ikinci asrın sonu ve üçüncü
asrın başıyla tamamladığını günümüze ulaşmış eserlerden anlıyoruz. Ancak bu
ilmin esasını da Kur’an ve hadislerin oluşturması sebebiyle var oluşunun
bizâtihi vahyin nüzul süreciyle beraber olduğunu söylemek mümkündür.
Yukarıda kısaca tanıtmaya çalıştığımız her üç ilmin birçok konusu
aynıdır. Tarihsel anlamda ortaya çıkış süreçleri, tedvin edilme süreçleri ve
birbirinden ayrılıp müstakil birer ilim dalı haline gelmeleri her ne kadar
birbiriyle farklılık arz etse de bu üç ilmi birbirinden ayırmak o kadar da
kolay değildir. Çünkü üç disiplinin de dayandığı kaynaklar aynıdır. Hatta genel
olarak bakıldığında hepsinin ortak hedefinin de Müslüman topluma İslami bir
hayat çerçevesi çizmek olduğunu söylemek zor olmasa gerektir. Diğer taraftan
her üç disiplin de Efendimiz (s.a.v.)’in hadislerini konu edinmektedir. Nitekim
hadislerin sübutu, bize ulaşma şekilleri ve bizim için taşıdığı değer teşri
açısından konumu gibi birçok konu her üç disiplin tarafından âdete didik didik
edilmiştir.
Yararlanılan Eserler:
1. İsmail
Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınları.
2. Osman
Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
3. Talat Koçyiğit,
Hadis Tarihi, Diyanet Vakfı Yayınları.
Hafize
ELDERŞEVİ
Yüksek Lisans özel öğrenci
Mukayeseli
Tarihler
TEFSİR TARİHİ
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİRİ
Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı
kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın
nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir
etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİR YÖNTEMİ
1.Mücmeli
Teybin 2.Mübhemi
Tafsil 3.Mutlakı
Takyid 4.Müşkili
Tavzih
SAHABENİN TEFSİRİ
Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber
(s.a)’den ne duymuslarsa;
sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.
Tefsirde Meshur Sahabiler
İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab. Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali
Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri
1-
Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir
edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de
artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.
2-
Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır
3-
Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı
4-
Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.
5-
Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti
güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.
6-
Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.
7-
Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.
TABİİUN DÖNEMİ(65-132)
MEKKE
EKOLÜ: Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid
akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid, ‘Mushafı baştan sona 3 defa
İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.
İbn-i
Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin
Keysan’dır.
MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir.
Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun
başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.
IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir. İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid, Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.
Tabiîn Tefsirinin Özellikleri
1-
Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir.
Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i
Kitabın girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması gösterilebilir. İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin bu konuda gevsek davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.
2-
Tefsir rivayet nakil özelliğini,
karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)
döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.
3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.
4-
Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere
göre
yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.
Tefsir Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri
RİVAYET TEFSİRİ
Tanım: “Bir kısım ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve Tabiîn sözlerinde yer alan açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber (s.a)’den rivayet ettikleri gibi, birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde bulunmustur. Sonra Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey ve içtihatlarıyla Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.
Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar
A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
İki rivayetten biri sahih diğeri
zayıfsa, sahih olan alınır
2-
Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi
bakımdan
sonra
olan alınır.
3-
Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan
bilinmiyorsa,
isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)
4-
İsitme yoluyla sabit olan bir sey
yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.
5-
İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette
Allah’ın
murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine
kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve
mütesabihin durumu gibidir.
B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.
2-
Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme
yoluyla sabit olan alınır.
3-
İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet
kazanan tercih edilir.
4-
İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat
ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumdamesele açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin durumu gibidir.
En Meshur Rivayet Tefsirleri
1.
Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî
2.
Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî
3.
el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî
4.
Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî
5.
el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye
6.
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir
7.
el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî
8. ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî
DİRAYET TEFSİRİ
Tanım: Müfessirin, Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli anlamlarını öğrenmesi, Cahiliye siirini kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve mensuhlarına ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardansonra kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.
Rey iki kısımdır:
1- Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için gerekli diğer sartlara uygun olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini caiz görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.
2- Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan ve kötülenen rey çesidi de budur. Rey ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde iki kısım olduğunu caiz olanın da mahdut ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz yerinde olacak.
Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler
1- 1. Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7- Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni. 8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din 10- Usulü Fıkıh 11. Esbab-ı Nüzul 12- Kasas İlmi 13- Nâsih ve Mensuh İlmi: 14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için “mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller açıklığa kavusur.15- Mevhibe İlmi:
En Meshur Dirayet Tefsirleri
1.
Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî
2.
Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî
3.
Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî
4.
Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin
5.
el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân
6. Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan / en-Nîsâbûrî
HADİS
TARİHİ
·
Hz. Peygamberin
onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet
denir.
·
Hz. Peygamberin sözlerine
KAVLÎ sünnet denir.
·
Hz. Peygamberin fiil
ve davranışlarına FİİLÎ sünnet
denir.
·
Peygamberlerin
görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.
·
Hadis rivayet
edenlere RAVÎ denir.
·
Tarih
ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.
·
Tarih ve Tabâkat
kitapları ilk hicri II. Asrın
ortalarında yazılmaya başlandı.
·
İlk
Tarih ve Tabâkat yazarları
1. Leys b. Sa’d 2.Abdullah b. Mubarek 3.Velîd b. Müslîm 4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan
·
Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.
·
Hicrî IV. Asrın
başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.
· Mutekaddimûn Dönemi kitapları
1. Er-Râmhurmuzî; El Muhaddis ul Fasıl
2.
Hakîm en-Nişaburî; Marifetu ulumil-Hadis
3.
Hatib el Bağdadî; el-Kifaye
·
Hicri IV.asırdan
sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN
Dönemi kitaplarıdır.
·
Muteahhirûn
Dönemi Kitapları
1. Kadı Îyad; El-İlma
2.
Meyânci; Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül
3.
İbnü’s Salah; Ulum’il Hadis
·
Hadis öğrenen kişiye
TÂLİB denir.
·
Hadis öğreten kişiye
HÂFIZ denir.
·
İleri seviye hadis
Âlimlerine Huccet-ul İslam, Şeyh-ul
İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis
denir.
· Hadisler arasındaki itilafları giderme yolları
1. Cem ve Te’lif; Çelişen hadislerin hepsini almak
2. Nesh; Şer’i bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.
3. Tercih; Ravî sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete, din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.
4. Tevakkuf; Delil buluncaya kadar Hadisi askıya almak.
· Kur’ana göre Hz. Peygamberin temel görevleri
1.
Tebliğ; Bildirme.
2.
Beyân; Açıklama.
3.
Tezkiye; İnsanları
yanlış ve günahlardan arındırma.
Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.
·
RİVAYET
1. Hadis Öğrenme 2.Nakletme 3.Derleme 4.Hadis kitabı te’lif etme
·
DİRAYET
1. Hadis senetleri 2.Hadis Metinleri
·
Peygamberimizi
Konu edinen ilimler
1. Meğazî;Savaşları 3. Siyer;Hayatı
2.
Şemail;Fiziksel
özellikleri 4. Delâil;Mucizeleri
· Hadis Râvileri hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.
1.
CERH:
Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme
2. TA’DİL: Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme
·
İlk bakışta sağlam
görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.
· Günümüze ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları
1. Ali b. El-Medîni: İlelü’l Hadis
2. Ahmed b.
Hanbel: el
İlel ve Ma’rifetü’r rical
3. Muhammed b. İsa et
Tirmîzi: el
İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.
4. İbn Ebî Hâtim er-Râzi: İlel’ül Hadis
·
Az kullanılan Yaygın
olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l
Hadis denir.
·
Ğarib kelimelere
yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap
Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.
· Ğaribu’l Hadis alanında eseri bulunan müellifler
1.
İbnu’l Kesir 2. Zemahşerî 3. Hattabî 4. İbn Kuteyfe
·
Hadislerin söyleniş
sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.
·
Ravilerin Hadisleri
metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.
·
Sahabenin söz ve
davranışlarına MEVKUF hadis denir.
·
Tâbiûnun söz ve
uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.
·
Bir hadisin farklı
isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK
denir.
·
Günümüze ulaşan ilk Hadis
usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l
Fâsıl dır.
·
Hanefîler Hadisler
arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK
sırasını gözetirler.
·
Hadis ilminde
başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.
·
1000’den fazla hadis
rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.
·
Maksirûn
Râviler;
1. Ebû Hureyre 2. Abdullah b. Ömer 3. Enes b. Mâlik 4. Hz.Aişe
5. Abdullah b. Abbas 6. Câbir b. Abdullah 7. Ebû Said el Hudrî
·
1000’den az Hadis
rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.
·
Sahabenin
Hadis Taammül yolları;
1. Sorarak öğrenme 2. Öğrenmede nöbetleşme 3. Hadis müzakeresi
4. Öğrenim için seyahat
·
Hadislerin bir divân
içinde toplanmasın TEDVÎN denir.
·
Devlet eliyle resmen
TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b.
Abdulaziz’dir.
·
Hadislerin
öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.
· Aşere-i Mübeşşereden olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç Hadis rivayet etmemiştir.
·
Hadislerin yazılı ve
sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.
·
Tedvindeki
Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.
·
Ebû
Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin
istedim vermedi demiştir.
·
Hz.
Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği
söylenir.
·
Peygamberimizin
azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi
hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.
·
Tasnif
döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları
1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar
2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar 3. Tartışma ve reddiyeler 4. Muvattalar 5. Sünenler 6. Câmiler 7. Musannaflar
· Hicrî II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler
1. Ma’mer b. Raşid el Ezdî 2.Süfyan es-Servî 3. Rebî b. Habib el-Basrî 4. Süfyan b. Uyeyne
·
Hicrî
III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi
1. 1.Buhâri 3. Müslim 4. Tirmîzi
·
Buhâri MEBSÛT isimli
kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ
BUHÂRİ yi yazdı.
·
Es-Sünenü’l
Erbea (Dört Sünen) yazarları
1. 1. Nesâî 2.
Ebû Dâvud 3. İbn Mâce 4. Tirmîzi
·
Hadisleri, Hadis
kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.
·
TASNİF’i
başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman
toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.
·
Muvatta’lar;
Peygamber efendimizden gelen
hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler)
içerir.
·
Buhârini
Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada
hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.
·
Müslîmin
Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı
kanallarını bir arada vermesidir.
·
Müsnedlerde
hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun
sözleri bulunmaz.
· Sünenlerde bulunan ağırlıklı konular;1. Salât 2. Eşribe 3. Tahâret
4. 4.Savm/Sıyam
·
Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre
düzenlenmiştir.
·
Muvatta, Sünen,
Câmi, Musannef Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.
·
Buharî 194-256 arasında yaşadı.
·
Buharînin Sahihinde
Muallak hadisler dahil edilmeden 7275
hadis vardır.
·
Kütüb-ü
Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.
· Kütüb-ü Sittede eserlerin doğru sıralaması;1. Buhari 2. Müslîm 3. Tirmîzi 4. Ebu Davud 5. Nesâi 6. İbn Mâce
·
Sahih hadisleri
derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki
muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.
·
Bir hadis veya
hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.
·
En tanınmış Müstedrek
Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s
Sahihayn adlı eseridir.
·
Zehebî, Nisaburinin
el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını
söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i
yazmıştır.
·
Tespit edildiği
kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis
kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye
tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.
·
Suyutinin Cami’ul
Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul
Cevâmi’dir.
·
Rudanî’nin 14 hadis
kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.
·
Münzirî et-Terğib
ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği
teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.
·
Buhari ve Müslimin
Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.
·
Müstahrec
türü eserler rivayete olan güveni arttırır.
· Kütüb-i Sitte üzerine yapılan çalışmalar;
1. Cem :Hadisleri bir araya getirmek
2.Zevaid :Hadisleri birbiriyle mukayese etmek
3.Şerh :Hadisleri açıklamak
4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek
· Hadislerin kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu işlem ETRAF kitaplarıyla yapılırdı.
·
Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana
İslam dünyasında genel kabul görmüştür.
·
Halk arasında Hadis
diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler
1. Aclûni,
Keşfu’l Hafâ 2.Sehâvi, Mekâsıdu’l
Hasene
·
Suyuti başta Kütüb-i
Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif
emiştir.
Fıkıh Tarihi
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi
(H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S.
10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci
Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma
dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek
Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz.
Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan
fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve
bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini
hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler
ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu
için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve
medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda
konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed
b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen
hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci
Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından
Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden
Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu
yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır.
İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi
alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur
olmuştur.
Bütün müctehidlerin
görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan
seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla
boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması
sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri
esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan
Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma
yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün
mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine
baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları
maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî
kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe
göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve
hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı
konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir
kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre
de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.
Günümüzde müslüman gruplar
arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır.
Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her
türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise
taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan
gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı
sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün
olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin
bir anlamı yoktur.
MUKAYESELİ
TARİHLER/USULLER KIRAATİ HÜLASASI
Adı ve Soyadı: Celaleddin GÜL
Öğrenci No: 14922708 (DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Oluşum ve
gelişim süreçlerinde hadis fıkıh, tefsir ve kelam birbirlerini etkileyerek,
siyasi ekonomik ve toplumsal alanlarda, karşılıklı etki-tepki kuralına göre
ilerlemiş ve gelişmiştir. Vahyin iniş süreci doğal olarak Hz. Peygamber dönemidir.
Aslında bu döneme nüzul dönemi de diyebiliriz. Her ne kadar bu dönemde sahabeler
varsa da ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu dönemin özelliği bütün İslam
bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi olmasıdır. İlimlerin kaynağı da doğal
olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur.
Kur’an’ın
gaye ve amaçlarını en iyi anlayan ve bize açıklayan Hz. Peygamber’dir. Kuran
Hz. Peygamberi tebliğ ve açıklamak ile görevlendirmiştir. Peygamberin
uygulamaları en güzel örnek oluşturmuştur. Müfessirler peygamberin
kuranın tamamını tefsir ettiği konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Suyuti ve
Gazali Peygamberin Kur’an’ın tamamını tefsir etmediği görüşündedirler. Taberi
ise çok azını tefsir etmiş olmasına sıcak bakmaz.
Hz.
Peygamber insanlar içerisinde çıkan olaylarda hüküm vererek yargı görevini
yerine getiriyordu. Ayrıca komutan ve bir devlet başkanı olarak ta çeşitli
uygulamalarda bulunuyordu. Hz. Peygamber devri vahyin nüzul ettiği özel ve
ayrıcalıklı bir dönemdir. Bu dönemde Kur’an olaylara doğrudan müdahele ederek
iniyordu. İlimler fıkıh, tefsir, kelam, hadis vs diye henüz ayrışmamıştı.
Hadis bu
dönemde şimdi bilindiği şekliyle resmi değildi. Sünnet olarak ele alınıyor ve
telakki ediliyordu. Sünnet bu anlamda ilkeler bütünü değil yol gösterici bir
rehber idi ve sürekli gelişip büyüyordu. Buna yaşayan sünnet deniliyordu. Bu
dönemde ilimler ayrışma noktasında olmamıştı. Tasnif şeklinde oluşum henüz
olmamıştı, (fıkıh, tefsir, hadis, kelam
gibi) yani bilgi bütün bir haldeydi. Sadece yaşayan sünnet dinamikti ve gelişip
büyüyordu. Yaşayan Sünnet içtihatla gelişip zamanla icma halini alıyordu.
Aralarında kopmaz bir bağ vardı.
Peygamber
zamanında yaşayan sahabe zaten yaşayan sünnetin bir parçasıydı. Peygamber
zamanında çok az hadis yazılmıştır. Bazı sahabeler bu konuda Hz. Peygamber’den
izin almıştır.
Sahabe
dönemini gerçek anlamda Peygamber dönemi ile ayırmak oldukça güçtür. Bu
dönemde öncelikle 4 halife dönemi çok önemlidir. Hz. Ebu Bekir döneminde
irtidat olayları bastırılmış, Hz. Ömer döneminde ortalık sakinleşince istikrar
durumu yaşanmıştır. Bu istikrarın dalgası Hz. Osman’ın ilk döneminde etkisini
göstermiştir.
Sünnet
konusunda sahabenin anlayışı üç açıdan değerlendirilmektedir. Bu üç anlayış
sahabenin kendi fıtrat ve kapasitesine göre anladıkları sünnet anlayışıdır.
Birinci anlayış zahiri yaklaşımdır. Bu yaklaşımı benimseyen sahabeler lafzi
anlayışı benimsemiş ve harfiyen Hz. Peygamberi taklit etmişlerdir. İkinci
olarak fıkhi yaklaşım gelir. Bu gruptakiler sünnetin illet ve maksatlarına önem
vermişlerdir. Bu yaklaşımda illetin ortaya çıkarılması için bağlam, en önemli merkezi
oluşturmuştur. Üçüncü olarak ta içtihadi yaklaşımdır. Sünnetin bütünlüğü ve genel
kurallardan hareket ederek yeni durumlar karşısında yeni ve değişik çözümlere
ulaşmışlar ve yaşayan sünnete katkıda bulunmuşlardır. En önemlisi de sahabeler
sünnet koymada son durak olmuşlardır. Tabiin ve daha sonraki nesiller konulan
sünneti yorumlayarak icmayı oluşturmuşlardır.
Tefsir konusunda
sahabeler sünnetin genel ilkelerini bildikleri için Kur’an’ın genel mantığını
kavramışlardı. Zaten nüzul ortamı bilgisinin de canlı şahitleri onlar
olmuşlardı. Bu nedenle Kur’an’ı kendi reyleri ile açıkladılar. Bazen
talebelerinin sorularına cevap verdiler. Dolayısıyla sahabe dönemi fıkıh,
sünnet ve tefsir konusunda aynı özelliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur.
Tabiin dönemi İslami fetihlerin arttığı, İslam topraklarının ve coğrafyasının
genişlediği bir dönemdir. Hal böyle olunca müslümanlar yeni kültürler ve
inanışlar ile karşılaştılar. Bunun doğal sonucu ise beraberinde yeni sorunları
ortaya çıkarmıştır. Müslümanlar kendi kelami, siyasi ve fıkhi düşüncelerini
oluşturmaya başlamışlardır. Emevilerin dönemini kapayan tabiin dönemi,
emevilerin baskı rejiminin sonucu saltanata geçilmesinin yaşandığı bir
dönemdir. Dönemin toplumsal şartlarının tabiin tefsirinde etkili olmasının
nedeni tabiilerin tefsiri sahabeden öğrenmiş olmalarıdır ancak yine de buna
rağmen kendi toplumlarının kültürünü tam olarak bırakmamışlardır.
Karşılaştıkları
sorunları çözüm noktasında, önce Kur’an’ı araştırırlar, sonra sünnete ve sahabe
sözlerine bakarlar, bunlarda bulamazlarsa arap dilini de kullanarak içtihat
ederlerdi. Bunun olumsuz yönleri de ortaya çıkmıştır. Mesela israiliyat
rivayetleri bu dönemde çok etkili olmuştur. Hâlbuki sahabeler israiliyatı çok
sınırlı kullanmışlardı, ancak tabiin döneminde israliyyatın hem konusu hem de
sayısı çok fazla artmıştır.
Hadis
uydurmacılığı en çok bu dönemde artış göstermiştir. Ortaya çıkan yeni fırkalar
kendi taraftarlarını haklı çıkarmak ve görüşlerini ispat etmek için hadis
uydurmaya başladılar. Bunun üzerine hadis tedvini başlatıldı.
Artık
müçtehit imamlar dönemi de diyebileceğimiz bir dönem oluşmaya başlamıştır. Bu
dönemin diğer bir adı ise Abbasiler dönemidir. Abbasilerin yumuşak tavırları
ilim adamları ve devletin arasını iyileştirmiş ve devletin desteği ile tasnif
dönemi başlamıştır. İlimler Abbasiler döneminde ivme kazanmış ve altın çağını
yaşamıştır.
Fıkıh
tasnifini İmam Azam Ebu Hanife (v.150) ilk kez sistematik hale getirmiştir.
Daha sonra gelen hadisçiler, hadis tasnifinde Ebu Hanife’nin tasnifini ve
konu bölümlemelerini taklit etmişlerdir. İmam Şafi dönemi Harun Reşidin (
170-193 ) halife olduğu dönemdir. Hem ilimler hem de devlet altın çağını yaşamıştır.
Hadisçilerin Harun Reşit döneminde itibarı artmış ve tam tersine mutezile
kelamcıları ise gözden düşmüştür.
Tasnif
dönemi Abbasiler ile gelişmiş, ekonomik gelişme ilimlerin de gelişmesini
etkilemiş, mutezile kendi fıkhını ve kelamını oluşturmuş ve üç büyük fıkıh
mezhebi ortaya çıkmıştır. Farazi Hukuk
gelişmiş, farz, vacip ve sünnet gibi kavramlar oluşmuş ve aşırı
ihtilaf dönemi başlamıştır.
Duraklama döneminde fıkıh konusunda çok fazla bir
ilerleme olmamıştır. Sadece mezhep kavgaları başlamış ve mezhep taassubu doruğa
ulaşmıştır. Mezhep imamlarının eserleri şerh edilir ve mezheple ilgili kitaplar
yazılır. İçtihat ancak mezhep içinde olur. Mutlak müçtehidin şartları öyle
ağırlaştırılır ki ulaşmak neredeyse imkansız olur. Bundan sonraki dönemler,
Osmanlı da dahil, fıkıhta okullaşma ve kurumlaşma dönemi olmuştur artık.
Haşiyeler
dönemi dediğimiz duraklama dönemi, siyasi olarak 657 den başlayıp Türklerin
iktidar olduğu ve özellikle Osmanlı’nın hakim olduğu dönemdir. Yedi asırdan
fazla süren bu dönem alimlerin taklit prensibine sımsıkı sarıldıkları bir
dönemdir. Bir kaç kişi hariç mezhep içi içtihat seviyesine ulaşan bile
çok azdır. Bu dönemin alimleri mütekaidimin alimleri ile irtibatı
kesmiştir. Sadece bu dönemde yazılan kitaplar okunmuştur. Bu nedenle fıkıh
gerilemiş neredeyse yok olmuştur. Farklı bölgelerde oturan İslam alimleri
arasındaki irtibat kopması ve alimlerin temel eserlerle ve sonraki asırlarla
irtibatlarını koparması bu ölü dönemin nedeni olmuştur.
Medreseler bu
dönemde eğitim sistemi olarak karşımıza çıkar ve bu dönemde yazılan eserlerin
ortak noktası haşiyelerdir. Şerh dönemindeki büyük imamlar yoktur. Alimler
ancak kitapları küçük notlar yani haşiyeler almakla yetinirler. Sonuç olarak
duraklama döneminde Fıkıh ve hadis ilmi inişe geçmiş, şerh döneminde çok
zayıflamış haşiyeler döneminde yok olmaya yüz tutmuştur.
Kurumlaşma
dediğimiz dönem Osmanlı dönemiyle başlamıştır ve bütün ilimleri kapsamıştır. Tasavvuf-
hadis kaynaşması ve birlikteliği yaşanmıştır. Bu dönemin başlarında, tefsirde
kendi gelişimini oluşturmaya başlamıştır. Bu zamana kadar gelen tefsirler ve
rivayetler tefsir kitaplarında toplanmışlardır. Bütüncül tefsir kitaplarının
yazıldığı bu dönemde genel ağırlık dirayet tefsirindedir. En önemli müfessir Taberi
(v.330) ve Ebi Hatimdir.(v.927)dir. Taberi Zahir teorisini geliştirmiş ve
kendisine gelen bütün rivayetleri toplamıştır. Diğer müfessirler Semerkandi,
Vahidi (v.408), Bağavi, ibni Atiye(546), İbni Kesir (v.774), Suyuti (v.911) ve
El Kasimi’dir. Bu müfessirler tefsir rivayetlerini toplamışlardır. Daha
sonrakiler daha çok dirayet ağırlıklı tefsir yazmışlardır. İçinde bulundukları
sosyal sınıflar ve bilimsel malumattan etkilenirler.
Günümüz dönemi eski dönemlerden daha karışıktır. Çünkü
önceki dönemler islamın hakim olduğu dönemlerdir. Günümüz toplumları İslama
siyasi ve ekonomik olarak zayıfladığı bazı devletlerin farklı yönetim biçimiyle
yönetildiği, bazılarının da hala eski tutumunu devam ettirdiği bir dönemdir. Bu
nedenle günümüz bilim adamlarının, batının ortaya koyduğu bilgi birikimi ve
kendi geçmiş bilgi birikimi arasında değerlendirme, karşılaştırma ve sentez
yapması çok daha zordur.
Yirminci
yüzyıl tefsiri pozitif ve akılcı bilim anlayışından etkilenmiştir. Elmalı Hamdi
Yazır günümüz bilimlerini de kullanarak Kuranın mana yönüne ağırlık vermiştir.
Cemalettin Afgani (1938), Muhammed Abduh (1805), Reşit Rıza (1865), İzzet
Derveze, Kasimi (1866), Mustafa Meraği ( 1871), Abdulaziz Çavuş (1876) ile
temsil edilen yenilikçi tefsir hareketi, Kur’an’ın nazil olduğu ilk asıra geri
dönmek düşüncesini savunmuştur. İslam ülkelerindeki sömürü düzenine karşı
çıkmak için oluşan ve Kur’an’ın siyasi yorumunu içeren ideolojik tefsir
hareketleri de oluşmuştur. Mevdudi (1903-1979) ve Seyyid KUTUB (1906-1966) bu
akımın temsilcisidirler.
Günümüzde
özellikle son dönemlerde tefsir ve hadis anlayışında temel dönüşümler olmuştur.
Bu mevcut ve zengin muhteva akademisyenler için artık direk bir bilgi kaynağı
değil, projeler, tezler geliştirmek için bekleyen bir birikimdir. Artık
Müslüman ilim adamları geçmişiyle yüzleşmek ve birikmiş malumatlarını yeniden
yorumlayarak, çağdaş dünyaya yeni ve tutarlı bir dünya görüşü sunmak
zorundadırlar.
Günümüz
dönemi ilim anlayışında dönüşümün yaşandığı, ideolojik, yenilikçi ve tarihselci
tefsirlerin yazıldığı, tarihselci ve hermenötik yöntemin çok etkili olduğu,
hadis sünnet tartışmasının yeniden gündeme geldiği bir dönemdir.
Abdülvahid Yakub Sipahioğlu
14922703
Müslümanlar Hz Peygamber’in vefatından itibaren dinlerini korumak
için ilim sahaları ihdas ettiler ve bu ilimlerin gelişim süreci bir paralellik
içerisinde şekillendi. Kuran’la birlikte sünnet, sahabe sözleri ve icma metinsel
kaynaklar olarak rivayet formunda sonraki nesillere aktarıldı. Bu metinsel
kaynakları işlemek ve geleneği sürdürmek amacıyla çeşitli akademik disiplinler
oluştu. Bu disiplinler bir görev paylaşımı anlayışıyla ve çalıştıkları alanlara
uygun yöntemlerle İslam bilimler geleneği içerisinde yerlerini aldılar. Bu
disiplinler kelam, fıkıh, hadis, tefsir, olarak sıralanabilir. Bunlar
ihtiyaçlar doğrultusunda gelişim gösterdiler ve kendilerine bırakılan alanlarda
çalışmalarını sürdürdüler[1].
Bilginin Aslı Olarak Usul
Bu çalışmalarla varılmak istenen nokta Müslümanların karşı karşıya
olduğu problemleri çözecek ve bütünüyle vahyin istikametinde kalması istenen
bir usul ortaya koymaktı. Başka bir ifadeyle İslam, tarihi gelişimi içerisinde
Arabistan’dan başlayıp kadim medeniyet havzalarını da içine alacak şekilde
büyüyen coğrafyasında toplumun idare ve sevki için kendisine ait bir metodoloji
ihdas etmeliydi. Nitekim tarih içerisinde uzun sayılamayacak bir sürenin
sonunda, ilk iki yüzyılın tartışmaları neticesinde bu usul İmam Şafi tarafından
ortaya kondu.
Bu noktadan
itibaren üzerinde duracağımız meseleler sırasıyla: bir anlama faaliyeti olarak
fıkhın tanımı ve usulünün İslami ilimler içindeki merkezliği, fıkhın temeli
olan dört delil çerçevesinde tefsir ve hadis usullerinin konumu olacaktır.
Fıkıhta usul
bilgisi, Müslümanlar arasında var olan bütün mezhebi veya hizbi ayrılıklara
karşın ortak bir zeminde durmuştur. Hangi mezhebe refere edilirse edilsin bir âlim
tefsirde, hadislerin tespitinde, fıkhi hükümlerin istidlali noktasında bir
başka âlimden metot itibariyle çok az farklılık göstermiştir. Bu noktada Yunus
Apaydın’ın şu tespiti önemlidir: Klasik literatürde usul tanımları neredeyse
ekol farklılığı fark edilmeyecek şekilde aynı veya birbirine yakındır[2]. Neredeyse
bütün usul tanımlarında usulün esası; kitap, sünnet, icma, kıyas olarak
belirlenmiştir[3].
Bu dört delil usul-ü fıkhın temel dayanağı olmak noktasında genel kabul görmüş
ve ancak bundan sonra, bunların ne derece ve ne şekilde delile konu olacakları
tartışma konusu olmuştur. İşte bu nokta-i nazardan fıkha dair tahlillerimize
geçebiliriz.
Fıkhın en geniş
tanımı: söz ve fiillerin amaçlarını kavrayan keskin ve derin bir anlayıştır[4]. Fıkhın
bu tarifi genel anlamda kabul görmüş bir tarif olarak Müslümanın en sade
haliyle hayatı anlama eylemini ifade etmektedir. Fakat sonraki dönemlerde özel
bir disiplin alanı haline gelen fıkıh şerî-amelî hükümleri ayrı ayrı
delillerine dayanarak bilmek anlamında tanımlanmıştır[5].
Fıkıh ayrı bir ilim adı olana dek yukarıda bahsi geçtiği üzere bir anlama
faaliyeti olarak geniş bir manaya sahipti. Fıkh-ul’luga, fıkh-ul’hadis gibi
kavramlar buna işaret ederler.
Bu, fıkhın bugünkü
anlamıdır ve tefsir, hadis, kelam gibi ilimlerin yanında bir disiplin olarak konusunu
ortaya koyar. Ancak ilk dönem İslam ilim geleneğine baktığımız zaman şunu
görürüz: sahabe neslinden itibaren ulema mertebesinde ve başvuru mercii olan,
ilimde rush sahiplerinin gündemlerini işgal eden meseleler bugünkü anlamıyla
fıkıh, hadis, tefsir ve kelam gibi ilim dallarının tamamına şamildir.
Müslümanlar bilgiyi ilk kaynağı Kur’an olmak üzere fıkhetmenin aracı olarak
kullanmış, bugün her biri ayrı bir uzmanlık alanı olan ilimlerin temelini atmak
suretiyle bütünlüğü olan bir yapının zeminini inşa etmişlerdir. Bu zeminin ana
yapısını ise şöyle ortaya koymak mümkündür: tefsir; bilginin aslî kaynağı olan vahyin
doğru anlaşılmasının metodunu ve asıl anlaşılması gereken şeklinin kaydını
verir. Hadis; vahyin ilk ve ideal pratiği olan sünnete nasıl ulaşılması
gerektiğinin metodunu ve bu metotla belirlediği kayıtları sunar. Fıkıh ise
diğer iki ilmin metot ve kayıtlarını öncül kaynak belirleyip, bir anlama ve hüküm
verme faaliyeti olarak insanın Allah, toplum ve tabiatla kurduğu ilişkinin
konusu olan amellerinin hükmünü ortaya koyar. Buradan anlaşılan; Müslümanın ana
faaliyetinin fıkıh olduğu ve diğer iki ilmin görevinin bu faaliyetin değişmez
kaynaklarını, nasslarını belirlemek olduğudur. Fıkhın bu konumunun tarihsel bir
süreçte nasıl ortaya çıktığı ve diğer iki ilimle bahsi geçen ilişkinin nasıl
şekillendiği usûl-i fıkh üzerinden anlaşılabilir.
Fıkıh yukarıda
bahsi geçtiği üzere, anlama faaliyeti olarak çok geniş bir manaya delalet eder.
Ancak mesele bu anlama faaliyeti Müslümanların dünya ve ahiretlerini
ilgilendiren hükümleri tespit etmek olduğunda ortaya özel bir metodoloji
çıkmıştır. Bu da usul-i fıkıhtır. Tanımı itibariyle usul-i fıkıh, ameli
hükümleri tafsili delillerden istinbat etmek için gereken metotları tanıtan
kaideler ilmidir[6].
Fıkıh genel anlamda amellerin hükümlerini bilmek iken usul-i fıkıh bu hükümlere
ulaştıran delilleri tespit etme işidir.
Müslümanların
fıkıhta belirledikleri metodolojinin doğal sonucu; kitap, sünnet, sahabe ve
ulema icması ve fukehanın kıyası şeklinde bir istidlal silsilesinin tesis
edilmesi olmuştu. İslam fıkıh tarihinde bu düzen oryantalist araştırmacılar
tarafından özgür hukukun sınırlandırılması olarak değerlendirildi.Fakat bu
usulle maksatevrensel bir hukuk düzeninin sağlam bir zeminde kalmasının
sağlanmasıydı. Bu anlamda oryantalist yorumun bir temsilcisi olarak Joseph
Schacht’ın ifadeleri şu şekildedir:
Zamanın bilginlerine, seleflerinin sahip oldukları
içtihat hürriyetini tanımayan bir tutumun ilk işaretleri, Şâfii’de dikkati çeker.Hicri üçüncü (miladi
dokuzuncu) yüzyılın ortalarından itibaren "mutlak içtihat" yapma
hakkına daha sonraki nesillerin değil, ancak benzerleri gelmeyecek olan
geçmişin büyük bilginlerinin sahip olacağı fikri yer tutmaya başladı. Bu
devirde içtihat terimi, serbestçe şahsi görüşün (re'yin) kullanılması
şeklindeki eski anlamından ayrılmış, kıyas veya sistematik içtihat yoluyla
Kuran, Peygamberin sünneti ve icmâ'dan doğru sonuçlar çıkarma (hüküm istinbat
etme) şeklinde sınırlandırmıştır[7].
Görüldüğü üzere İslam Hukukunun bugün temeli sayılan usul hakkında,
ilk derleyicisinin çalışması milat sayılarak, geçmişin kutsanması şeklinde bir
değerlendirme yapılmaktadır. Ancak buna karşın usulün yazılmasının İslam ilim
geleneği çerçevesinde oturduğu yeri ifade etmesi bakımından İmam Fahreddin Râzi’nin
İmam Şâfii hakkındakisözleri şu şekildedir:
Şâfiin Usul ilmine nispeti Aristo’nun mantık ilmine
ve Halil b. Ahmed'in aruz ilmine nispeti gibidir. İnsanlar Aristo'dan önce,
sırf salim tabiatlarına göre delil getirir ve itiraz ederlerdi, tarifleri ve
delilleri sıralayacak keyfiyeti bildiren bir kanunları yoktu. Şüphesiz sözleri karışık ve çapraşık idi.
Çünkü sadece yaratılmış, külli bir kanunla yardımlaşmazsa nadiren muvaffak
olur. Aristo, insanlara mantık ilmini çıkardı, tarif ve delilleri kendileriyle
bilecekleri külli bir kanun koydu. Aynı şekilde şairler Halil b. Ahmed'den önce
tabiatlarına dayanarak şiir söylüyorlardı. Halil aruz ilmini çıkardı ve bu,
şiirin iyisini ve kötüsünü bildiren külli bir kanun olmuştu. Bunun gibi İmamı
Şâfii’den önceki insanlar da Usulü’l-Fıkh meseleleri hakkında konuşuyor, delil
getiriyor ve itiraz ediyorlardı. Şeriatın delillerini, onların taarruz ve
tercih keyfiyetlerini bilmeleri hususunda başvuracakları külli bir kanunları
yoktu. İmam-ı Şâfii Usulü’l-Fıkh ilmini
çıkarmış ve şeriatın delillerinin sırasını bilecekleri bir külli kanun vazetmiştir[8].
Vahye sahip İslam toplumu Fahreddin Razi’nin ifadelerinden de
anlaşılacağı üzere neyin nasıl yapılması gerektiğine dair sabiteleri olan bir
usulü benimsemiştir. İmam Şafii’nin ortaya koyduğu ve sonrasında gelişerek
bugünkü şeklini alan usul bu esas çerçevesinde şekillenmiştir.
İslam toplumunda
bilginin konusu en geniş anlamıyla fıkıhtır ve bilgi; insanların ahiretlerini
kazanmaları içindir. Bilgiyi, ifade edildiği üzere, İslam toplumu içerisinde
kıymetli kılan insanların faydasına ve zararına olanı yani fıkhı bilmelerine
hizmet etmesindedir. Fıkhın başlıca kaynağı Kuran’dır. Kuran ilk delil ve ilk
müracaat kaynağı olması hasebiyle doğru anlaşılmalıdır. Bu da, Fahreddin
Razi’nin ifade ettiği bağlamda ele alırsak, onu yine bir usul çerçevesinde
tefsir etmenin gereğini ortaya çıkarır. Fıkhın ikinci kaynağı sünnettir. Sünnet
ifade edildiği üzere Kuran’ın, kendisini tebliğ ve tebyin etmekle görevli, Hz
Peygamber tarafından pratiğe aktarımıdır. Müslümanlar ilk nesilden itibaren bu
pratiğin kaydını tutmuşlardır. Bugün hadis ilminin konusu olan bu kayıtlar yine
bir usul çerçevesinde fıkha delil olmuşlardır. Her ne kadar ilk dönemlerde
Müslümanlar gerek yaşadıkları kargaşa ortamlarında hadis uydurma vakalarının
yaşanması gerekse de hadis kayıtlarının belirli bölgelere geç ulaşması
sebebiyle sünnetin delilliği noktasında olmasa da hadis rivayetlerinin
delilliği noktasında tartışmalar yaşamışlardır. Burada İmam Şafii’yi bir kez
daha anmak gerekir ki hadislerin nasıl delil olacağının metodu da yine yazdığı
usulle ortaya konmuştur. Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle İmam Şafii
muhaddislerin eline peygamberin mahfuz sözlerinin hayatında olduğu kadar güvenilir
olduğunu isbat edebilmek için en kuvvetli silahı vermişti[9].
Fıkhın üçüncü
kaynağı olan icma ise başta sahabenin sonrasında ise ulemanın bir görüş
birliğine varmasıydı. Fıkhın asıl delillerinin dördüncüsü olan kıyas ise
fakihin bir meseleyi önceki delillerden birinde verilen bir hükme
benzetmesiydi. İbn-i Kayyım el-Cevziyye kıyasla ilgili şunları söylemiştir: Akıl
yürütmenin mihverini benzer şeyler arasındaki eşitlik, benzer olmayan şeyleri
de ayırma işlemi teşkil eder. Birbirine benzer şeyleri ayrı hükümlere bağlamak
caiz görülürse, akıl yürütme ortadan kalkmış olur[10].
Bütünlüğün
İfadesi; Ortak Konular
Fıkıh, Tefsir ve Hadis usulleri bugün her biri ayrı birer çalışma
sahası olarak İslam ilim geleneğinde olduklarında farklı bir şekilde
çalışılmaktadırlar. Her bir alan modern parçacı yaklaşım anlayışı içerisinde
kendi meselelerinin tartışıldığı ayrı sahalar halindedir. Ancak bugünün
herhangi bir talebesi bunları eline aldığında ortak birkaç konuyu rahatlıkla
tespit edebilir. Bunlar nasih ve mensuh, amm ve hass, mutlak ve mukayyyet,
mutlak ve mukayyettir. Bu üç konu ayrı ayrı her usulde kendine yer bulmuştur.
Biz bunları detaylı olarak incelemeden kısaca açıklayarak geçmiş olacağız.
Nasih ve mensuh ilmi, aynı konuda farklı sonuca varan Kuran
ayetlerinin veya hadislerin birbirlerini önce ve sonra söylenmiş olmakla
birbirlerini iptal edip etmedikleriyle ilgilenmektedir. Bu yönüyle fıkhın ana
meselelerinden biri olmaktadır. Zira fakih ayet ya da hadis olmak üzere bu
şekilde bulunan nassların hangisinin delil teşkil edeceğini bilmek zorundadır.
Hangisinin önce indiğini/söylendiğini bilmesi halinde ancak, delillendirmeyi
doğru yapabilir. Bu hususta hem tefsir ilminde hem de hadis ilminde nasih ve
mensuh olanı tespit etmek için çalışmalar yapılmış hem de usul-i fıkıhta
hangisinin nasıl delil olacağının esasları ortaya konmuştur.
Amm-hass, mutlak-mukayyet meselesinde ise ayet ve hadis
lafızlarının kapsamı tartışılmıştır. Hitabın kime yapıldığı; hükümlerin
kimleri, hangi zaman ve şartlarda kapsadığı sorularının cevapları bu ilimler
çerçevesinde tespit edilmektedir. Her üç usulde de bu konularda yapılan
çalışmaların bir literatür mevcuttur.
Sonuç:
Bu değerlendirmeler çerçevesinde usulün Müslüman için elzem
bilginin kaynağı olduğunu ve ana kaynaklarının doğru anlaşılması için tefsir ve
hadiste, bu kaynaklardan bilginin üretilebilmesi için de fıkıh usulünün
geliştirildiğini ifade etmiş olduk. Maksadımızı ortaya koyması babında İmam
Şafii’nin şu sözünü aktarmak ihtiyacı duyuyoruz: Ümmetin söylediklerinin tamamı
sünnetin şerhidir. Sünnetin tamamı da Kuran’ın şerhidir. Kuran’ın tamamı da
Allah’ın yüce isimlerinin ve sıfatlarının şerhidir[11].
Esasında bu söz ifade etmeye çalıştığımız bütünlüğü ortaya koymaktadır. Bunun
dışında teknik konularda ortak çalışma alanlarına yukarıda değinmiştik. Bu
alanlar ortaya çıkarılması gereken bütünlüğe işaret eden arketipler şeklinde
değerlendirilebilir.
KAYNAKÇA
APAYDIN, Yunus, “Klasik Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı”, İslam
Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı-1, Konya 2003
EBU ZEHRA, Muhammed, İslam Hukuk Metodolojisi, Fecr Yay., Ankara-1986
GÖRGÜN, Tahsin, “Klasik Anlama Yöntemlerinin (Fıkıh ve Tefsir
Usulü) İmkân ve Sınırları”, Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı,
DİB Yay., Ankara-2004
HAMİDULLAH, Muhammed, “Usul-ü Fıkhın Tarihi”, İslam Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi, II-I, İstanbul-1956-57
HALLAF, Abdurrahman, İslam Hukuk Felsefesi, AÜİF Yay., Ankara-1973
KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Usulü, Diyanet Vakfı Yay., Ankara-2009
PAÇACI, Mehmet, Çağdaş Dönemde Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?,
İstanbul-2008
SCHACHT, Joseph, İslam Hukukuna Giriş, AÜİF Yay., Ankara-1986
[1] Mehmet Paçacı,
Çağdaş Dönemde Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yay., İstanbul 2008,
s.112
[2] Yunus Apaydın,
“Klasik Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi,
sayı-1, 2003, s.11
[3]Yunus Apaydın, “Klasik
Fıkıh Usulünün İşlev ve Yapısı”, s.22-23
[4] Muhammed Ebu
Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, Fecr Yay., Ankara 1986, s.13
[5]Ebu Zehra, İslam
Hukuk Metodolojisi, s.13
[6] Ebu Zehra, İslam
Hukuku Metodolojisi, s.14
[7] Joseph
Schacht, İslam Hukukuna Giriş, AÜİF Yay., Ankara 1986, s.76
[8]AbdulvahhabHallaf,
İslam Hukuk Felsefesi, AÜİF Yay., Ankara1973, s.76
[9] Muhammed
Hamidullah, “Usul-ü Fıkhın Tarihi”, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, II-I,
İstanbul 1956-57, s.5
[10] Ebu Zehra. İslam
Hukuk Metodolojisi, s.190
[11] Tahsin Görgün, “Klasik Anlama Yöntemlerinin (Fıkıh ve Tefsir Usulü) İmkan ve Sınırları”, Güncel Dini Meseleler Birinci İhtisas Toplantısı, DİB Yay., Ankara 2004, s.309
Abdülvahid Yakub Sipahioğlu
14922703
Müslüman, Kitap ve Resul (sav) arasındaki ilişki; Âl-i İmran
suresinin 164. ayetinde şöyle açıklanıyor:
Andolsun ki Allah, mü'minlere, kendi nefislerinden bir
peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor,
onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce onlar
apaçık bir sapıklık içindeydiler.
Hz Peygamber ve sahabesi arasındaki bu
ilişkinin temelini ayetten de okuduğumuz üzere arınma, Kitab ve hikmet oluşturmaktadır.
İslam
toplumlarının ilk dönem tarihi; Resul (sav)’in arındırdığı ve hikmeti öğrettiği
neslin İslam’la gelen faziletleri peygamber olmadan ayakta tutmayı ve yaymayı
başarabilmek için rotasını çizdiği dönemdi. Müslümanların rotalarını çizdikleri
bu dönem bir yönüyle en başında İslami ilimlerin geldiği kurumların inşa süreci
olarak görülmelidir. Biz de İslami ilimlerin en önemli üç şubesinin tarihini bu
pencereden incelmeye çalışacağız.
İslami
ilimler çalışma prensibi itibariyle bir bütünün parçaları gibi
işletilmişlerdir. Bu parçalarla meydana gelen bütünlük; hakikat bilgisinin Kur’an’ın
inişinden itibaren yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayan yapıdır.
Dünya, insan, hayat, şehir, ticaret,
mal, tabiat ve insan hayatının bütün parçaları bu yapı içindeki bir tasavvur
ekseninde tanımlanmış ve vahdaniyet temelinde bir medeniyet ortaya çıkmıştır.
Bu elbette başından sonuna kadar planlı olarak yürütülmüş bir süreç değildir.
Fakat şöyle ifade edilebilir ki bütün motivasyonu vasat ümmet olmak olan
insanların, karşılaştıkları sorunlara Kur’an’ı ve Hz Peygamber’in sünnetini
merkeze alarak ürettikleri çözümlerin toplamıydı bu medeniyet. İşte bu çözümler
toplamını doğuran yapının merkezinden başlayarak, tarihi süreç içerisinde bu
ilimlerin hikâyesini okuyabiliriz.
Tefsir,
hadis ve fıkıh birer ilim olarak birbirinden asla bağımsız değil hatta
neredeyse iç içe doğmuş ve gelişmişlerdir. Bu ilimlerin doğuş sürecinde bütün
mesele kitabın ve hikmetin öğretilmesi ile toplumu fesada uğratabilecek
sorunlardan arınmayı sağlamaktı. Kur’an’ın Resul’üne yüklediği bu görev ondan
sonra bitecek değildi. Bu sebeple Müslümanlar da bunu sürdürmenin yollarını
aramaya başladılar. Bu bağlamda gündeme gelen ilk sorun Kuran’ın gelecek
nesillere sıhhatli bir şekilde aktarılmasıydı. İlk halifenin görevi olan bu
meselenin halli mütevatiren gerçekleştirilmiş ve Ku’ran ayetleri bir mushafın
içine toplanmıştı. Akabinde üçüncü halifeyi bekleyen bu meyandaki bir diğer
problem de Kur’an’ın okunuşunun tespitini sağlamaktı. Kur’an’ın istinsahı ve
resmi Mushaf olarak İslam coğrafyasına dağıtılması ile hemen hemen bu sorun da
giderilmişti.
Ayetlerin
ve okunuşlarının bu şekilde tespit edilmesinin elbette bir anlamı vardır. Kur’an
bütün bir Müslüman varlığın temelini teşkil etmektedir. Mushafın toplanması ile
bu temel sağlamlaştırılmıştır. Kur’an’ın okunuşunun tespitinde ise onun asıl
anlamından –lafzen- farklı anlaşılmasının önüne geçilmiş ve böylece ilk
nesilden son nesle kadar ana kaynağın aslına uygun okunması sağlanmıştır.
Müslümanların ilk dönemler için en
belirgin kaygıları Kur’an’ın ve Hz Peygamber’in örnekliğinin sıhhatli bir
şekilde aktarılmasını sağlamaktı. Bu dönemden itibaren yazıyla kayıt
faaliyetinin yoğun olduğunu gerek Muhammed Hamidullah gerek Fuat Sezgin
hocaların araştırmalarında görüyoruz. Bu anlamda Fuat Sezgin Hocanın Goldziher’in
Muhammedanische Studien adlı eserinden alıntıladığı şu notu aktarabiliriz:
Sahabe ve tabiinin, peygamber’in
söz ve emirlerini kitabet yoluyla unutulmuş olmaktan korumak istemiş olmalarına
hiçbir engel yoktur. Sıradan insanların hikmetli sözlerinin sahifelerde yazılı
olarak muhafaza edildiği bir çerçevede Peygamber’in sözlerinin devamı nasıl
olur da şifahi rivayetin muhafazasına terk edilebilirdi.[1]
Özellikle son 60 yıllık süreçte
yapılan çalışmalarla Müslümanların yazılı kaynaklarının zannedilenden çok daha erken
tarihlere ait oldukları anlaşılmıştır[2].
Ancak şunu görmek gerekir ki yazının bu yoğun kullanımına rağmen Müslümanlar
rivayetleri ve sahip oldukları diğer bilgileri bizzat nakletme ihtiyacı
hissetmişlerdir. Ve bunun için de kapsamlı bir usul belirlemişlerdir.
Fuat Sezgin Hocanın Buhari’nin Kaynakları
kitabında aktardığı üzere sekiz tane rivayet şekli ihdas edilmiş ve bunlar
kaynaklarda belli fiillerle kodlanmıştır. Bu kodlama kişinin bilgiyi
yüklenirken kaynakla ne derece irtibatlı olduğunu göstermesi içindir. Mesela
‘sema’ formuyla rivayeti alan bir kimse aldığı rivayeti aktarırken ‘سمعت عن ’ )semi’tu an- kendisinden dinledim) veya
‘حدثنى’ (haddeseni-bana
söyledi) ile başlar.[3]
Bu da usulün ne kadar teferruatlı olduğunu göstermektedir.
Hem yazının kullanımı hem de icazete
dayalı bu nakil usulü yan yana düşünüldüğünde bir tezat varmış gibi görünebilir.
Soru: yazı varken bu usule ne gerek var? Aslında meselenin özü şu şekilde
açıklanabilir: her ne kadar rivayetler yazıyla kaydediliyorsa da gerek tahrif
endişesi gerek yazının pek çok anlamda okunabilmeye müsait olması bu rivayet
usulünün oluşmasındaki temel dinamiklerdir. Bilginin yazı ile aktarımı
geleneğinin zayıf olması ve harflerin de noktalanmasının zaman içerisinde
oturması sebebiyle bu usul oluşmuştur. Bununla beraber nakledilen ilmin
hayatiyeti bu garantici yaklaşımı doğurmuştur denebilir. İmam Malik’den
hadislerin rivayetiyle ilgili nakledilen ‘’Bu ilim dindir. Dininizi kimden
aldığınıza dikkat edin’’ sözü rivayetin ana konusu olan Hz Peygamber’in
örnekliğinin aktarılmasının ne kadar hassasiyetle takip edildiğini gösteriyor.
Bunun için de sadece yazı üzerinden aktarım değil yazılanın hoca ve talebesi
tarafından karşılıklı okunup karşılıklı teyit edilerek aktarım yapılması benimsenmiştir.
Bu anlamda İslami ilimlerin temelleri rivayetler ve onların yukarıda
bahsettiğimiz şekilde aktarımı yoluyla atılmıştır. Öyle denebilir ki bir
kartopunun tepeden yuvarlanırken dev bir yığına dönüşmesi gibi bu hassasiyetle
hareket eden ulemanın ve talebelerinin gayretleri önce ilim meclislerini,
halkalarını dolayısıyla da İslami ilimlerin ekollerini inşa etmiştir.
Mekke’de
İbn Abbas çevresinde oluşan ilim halkası, ağırlıklı olarak tefsire dair
rivayetlerin kaynağı olma yolunda ilerlerken Medine’de Peygamber’le (sav)
ilgili bütün rivayetler toparlanıyor ve naklediliyordu. Bunun yanında Kufe
taraflarına giden Abdullah İbn Mesud orada etrafında toplanan talebeleriyle rey
ehlinin temeli olan ilim halkasını oluşturuyordu. Aslında bugün ayrı ayrı ilim
sahaları olarak karşımızda duran fıkıh, hadis ve tefsir bu üç merkezde
gerçekleşen ilmi faaliyetlerle doğdular. Bu doğuş sürecinin iyi bir şekilde
tahlil edilmesi öyle zannediyoruz ki İslami ilimlerin birlikte bir medeniyeti nasıl
meydana getirdiklerini anlamamızda bize yardımcı olacaktır. Bu, bir anlamda
bugünün -bugünden sonrasının- temel problemi olan İslam medeniyetinin yeniden
inşası problemine de ışık tutabilecek bir tahlildir.
İslam’ın
ilk yüzyılında İslam’a yeni girenlerin ve sahabe sonrası neslin Kur’an’ı anlama
noktasındaki sorunları ile yeni fethedilen coğrafyanın kozmopolit toplumlarını
kuşatacak bir hukuk yapısının inşası meselesi ilim ehlinin gündemini işgal
ediyordu. Kur’an’ı anlama noktasındaki sorunları giderme noktasında sahabe ve
tabiin döneminde çalışmaların kapsamı ihtiyaçlarla sınırlı bir boyutta devam
ediyordu. Kur’an’da bulunan garib lafızların izahı ve özellikle kıssalarla
ilgili ehl-i kitap rivayetleri yanında Hz Peygamber (sav) ile sahabenin tefsir
üzerine açıklamaları çalışmanın ana malzemesiydi. İbn Abbas ve talebeleri,
sahabe sonrası neslin Kuran’ı anlamayla ilgili sorularına cevaplar üretirken;
ifade etmiş olduğumuz üzere garip lafızların açıklanmasının ön planda olduğu ve
Arap şiirinin de tefsir rivayetlerinin yanına eklendiği, bazen dini bazen
lugavi ve bazen de tarihi açıklamalar getirmiştir[4].
Şunu da ilave etmek gerekir ki tefsire dair rivayetlerin toplandığı önemli
kaynakların başında gelen Taberi’nin Câmi’ul-Beyan Fi Tefsir’il-Kuran’ına
bakıldığında en çok rivayetin İbn Abbas’a ulaşan kanallardan geldiği
görülecektir.[5]
Kur’an’ı anlama noktasında ilk
nesillerin sorunları sınırlı ve görece daha az karmaşıktı. Ancak hayatın
pratiği içinde daha karmaşık bir sorun daha vardı. Bu sorun İslam’ın ikinci
yüzyılına damgasını vuracak köklü tartışmaları ve bu dönemin ekollerini inşa
ediyordu. Bahsi geçen tartışmalar yaklaşık iki yüz yılda uzlaşma sağlanabilecek
olan hukukun(fıkhın) temel kaynakları problemi üzerineydi.
Müslümanlar ortadoğunun kadim coğrafyasında
iktidarı devralırken geçmiş medeniyetlerin hukuki yapılarını karşılarında
buldular. Bu kadim ve kompleks yapılar hakkında İslam tarihi ile ilgili
çalışmalar yapan Ira Lapidus şunları dile getiriyor:
İslam hukukunun kökleri (miladi)yedinci yüzyılda egemen ve âlimlerin
mevcut hukuki uygulamayı yenilemek ve onu İslami standartlara uydurmak
çabalarına dayanır. Bu dini görev tek bir grup tarafından değil; Basra, Kufe,
Suriye, Medine ve Mekke’de birer hukuk okulu (fıkıh mezhebi) kurmuş insanlar tarafından
yerine getirildi. Aile ticaret ve ceza hukuku uygulamalarıyla başlayarak idari
düzenlemeler, Sasani, Bizans ve Yunanlıların popüler kaideleri, Ortodoks
kilisesinin kuralları, Yahudilerin ve eski Babil’in hukuku Talmud ele alınarak,
âlimler tarafından Allah’ın iradesiyle, yani İslam’la uygun hale getirilmeye
çalışıldı. Âlimlerin müzakereleri sonucunda donuk hukuktan çok ahlaki, manevi
ve teolojik hükümlerle dokunmuş istidlali bir kurallar demeti ortaya çıkar.[6]
Tarihi zemin incelendiğinde fetihlerle
beraber Medine’de olduğundan daha karmaşık bir toplum yapısının doğduğu
söylenebilir. Sayısı hızla artan Müslümanlar disipline edilmiş bir hukuk
yapısını uygulamaya koymanın aciliyeti ile karşı karşıyaydılar. Lapidus’un bahsettiği seyir İslam tarihinin ilk büyük fıkıh
ekolleri olan ehl-i rey ve ehl-i hadis arasında yaşanan yoğun tartışmaların
sonuca bağlanmasıdır.
Müslümanlar hukuki nizamlarını ortaya koyarken temel bir yöntem
tartışması yaşadılar. Bu konuda Ira Lapidus şunları ekliyor:
Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel
içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın
kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı.
Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[7]
Bu temel yöntem tartışması herkesin üzerinde ittifak ettiği üzere
İmam Şafii’nin Usûl’ül- Fıkh’ı yazmasıyla yerini bir uzlaşmaya bıraktı. Fıkıh
tarihi yazan hemen herkesin İmam Şafii’nin İslam fıkhının temeli olan edile-i
erbaa’yı (Kuran, sünnet, icma, kıyas) tespit ederek hem rey ehlini hem de hadis
ehlini uzlaştırmış olması devam eden süreçte yukarıda bahsedildiği gibi dinamik
bir hukuk yapısının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şafii’nin bu uzlaştırıcı
hamlesini değerlendirmeye geçmeden önce rey ehli ile hadis ehli arasındaki
farklılığı biraz irdelemek gerekiyor.
Temelde hadis ve rey üzerinden dönen
tartışmaların taraflarını ifade etmesi bakımından şu tasvirleri nakledebiliriz.
Ira Lapidus tarafları şu şekilde özetliyor:
Fakihlerin çoğu ekollerinin geleneklerine ve önemli ölçüde kişisel
içtihatlarına güveniyorlardı. Muhaddisler ise ahlaki ve fıkhi bir kuralın
kaynağının Kuran ya da hadisten başka bir şey olabileceğini düşünemiyorlardı.
Dolayısıyla onlar karşıtlarının keyfi ve şahsi düşüncelerine karşı çıktılar.[8]
Buradaki gibi iki tarafı da kesin çizgilerle ayırmak her ne kadar
biraz tenkite açık olan bir fikirse de yaşanan tartışmalarda safların belirgin
olduğu sonucunu çıkarmamızda bir engel yoktur. Her iki ekol arasında bariz olan
çekişmenin bir yönü olarak hadis ekolünün çizgisini sert bir şekilde ileri
taşıdığını ve rey ehlini ekollerinin geleneklerinden önce Hz Peygamber’in
hadislerini dikkate alma noktasında baskı altına aldığını söyleyebiliriz. Hadislerin fıkhın hukukun içindeki yeri
konusunda yapılan tartışmalarda Hz Peygamber’in (sav) dindeki otoritesini
merkeze alan ve sahih hadislerin kullanılabilirliğini fomule ederek ortaya
koyan teori ehl-i hadisin ehl-i rey ve ehl-i Kur’an ekollerinin de itiraz
edemediği bir biçim ortaya koymasını sağladı.[9] Ki bu dönemde Ömer b. Abdulaziz’in Ebu
Şihab ez-Zuhri’den (ölm h.124/742) hadislerin tedvinini istemesi de bu meyanda
değerlendirilebilir. Ancak bu güçlü durumlarına rağmen hadisçilerin İslam hukuk
düşüncesinin Kufe gibi kozmopolit; Hıristiyan, Yahudi, Mecusi kimliklerin
buluştuğu bir yapıya sahip olan tabiri caizse deplasmanda gelişen içtihat
geleneğiyle yüzleşmesi gerekiyordu. Bu yüzleşmenin İmam Şafi önderliğinde
gerçekleşmesini aktarmadan önce ehl-i rey ile ilgili son bir noktayı belirtelim:
Rey ehli hadisleri hüküm vermede dikkate almadıkları dolayısıyla eleştirilir.
İslam hukuku alanında çalışmaları bulunan Joseph Schacht’ın ifade ettiği ‘ekolün
yaşayan geleneği’ yani İbn Mesud’la başlayıp daha sonraki nesillerden Hammad b.
Süleyman’ın sistemleştirdiği gelenek –bu eleştiriye göre- hadislerin yerini
tutuyordu.[10]
Ve bunun yanında Muhammed Hamidullah’ın ifadesiyle; Şafii usulu’l-fıkhı ile
hukukçulara hadis mecmualarına güvenmeyi öğretiyordu.[11]
Ancak bu gibi değerlendirmeler ele alınırken ehl-i reyin Hz Peygamber’in
sünnetine rağmen kendi geleneğini tercih ettiği görüşüne varılmamalıdır. İbn
Haldun’un Mukaddime’nin ‘Fıkıh ilmi ve ona tabi olan feraiz ‘ faslında ifade
ettiği üzere: Evvelce bahsettiğimiz
sebeplerden dolayı Iraklılar arasında hadis az olduğundan daha çok kıyasa
başvurmuşlar ve o hususta mazeret kazanmışlardır.[12]
Bu değerlendirmeyi Sünni paradigmanın içinden yapılan bir değerlendirme olarak
alıp objektif görmeyebiliriz. Ancak ehl-i reyin kıyası ön plana çıkarırken bir
sünnete rağmen hareket ettiği söylenemez. O dönemde henüz sünnetin anladığımız
anlamda bir varlığı da söz konu değildir. Ehl-i rey ile ilgili olarak bu
değerlendirmenin göz ardı edilmemesi gerektiği kanaatindeyiz.
Fıkıh ilminin tarihinde Şafii
yazdığı usulle merkez konumda duruyor ve yukarıda ifade ettiğimiz yüzleşmeyi
gerçekleştiriyordu. Bu yüzleşmeyi tasvir etmesi bakımından şu değerlendirmeyi
aktarabiliriz:
Neticede fakih Şafii (767-820) geçice bir anlaşma zemini buldu. Hadisin
üstün otoritesine kabul etti, fakat hangi hadisin sahih, hangisinin zayıf hadis
olduğunun yalnızca icma (alimlerinin görüş birliği) ile belirlenmesi
gerektiğini ileri sürerek hadisleri kontrol etmeye çalıştı. Muhaddisleri
hukukun esas kaynağı olduğunu kabul etmeye ve ilk hukuki doktrinlerden
bazılarını değiştirmeye zorladılarsa da fakihler Şafii’in önderliğinde kendi
geleneksel muhakeme ve tartışma yöntemleriyle hadisleri uzlaştırdılar’’[13]
İmam Şafi’nin bu çalışması, rey ve hadis ehli arasında var olan
tartışmaların büyük oranda bitirilmesi sonucunu sağladı. Hamidullah Hoca Şafii’nin
bu yolla hukukçulara hadislere güvenmeyi öğrettiğini; bunu da hukukî metotları
hadislere uygulayarak sağladığını ifade ediyor.
Diğer bir açıdan Şafii’nin çalışmaları
ile sağlanan ortak zemini müsteşrik Montgomery Watt şu şekilde değerlendiriyor:
(Şafi) İnsanların peygamberin sünnetini, Allah’ın kitabını kabul
ettikleri gibi kabul etmek zorunda olduklarını kuvvetle belirtmiştir. O, bu
hususu, muhtelif Kuran ayetlerinden çıkarmıştır. Bu ayetlerde, Hz Muhammed’in
Allah tarafından insanlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek üzere gönderildiği beyan
olunmaktadır. Şafii hikmetin yalnızca Allah’ın Rasul’ünün sünneti demek
olduğunu delillerle göstermiştir. Hz Muhammed’in fiillerinin hikmetle
aynileştirilmesi sünnete usul-i fıkıh içerisinde Kitab’a denk bir mevki
sağladı. Artık bu tarihten itibaren daha eski müphem manalar kaybolur ve
sünnetten bahsedildiği zaman tabii olarak Hz Muhammed’in hadislerle tevsik
olunan benimsenmiş işleri anlamını ifade eder[14].
Bu ifadelerde dikkati çeken mesele sünnetten bahsedildiği zaman
kafaların net olması meselesidir. J.Schacht’ın da değerlendirmelerini yaparken
buna benzer ifadeler kullandığını belirtmek gerekir. Ki o Watt’ın ifade ettiği
anlamda sünnet üzerinde uzlaşmaya varılmadan önce eski ekollerde bir ‘ekolün
yaşayan geleneği’ vurgusu yapar. Bu konuda kendisinden şunu aktarabiliriz:
Söz götürmez bir gerçektir ki, hukuk doktrinleri ile hadislerin
karşılıklı bir şekilde birbirini etkilemesini birleştirici bir süreç şeklinde
kabul etmek gerekir. Bütün bunlar birbirini tutmayan şeyleri eski hukuk
ekollerinin öğretileri içerisine sokmuş ve bu ekoller Peygamberin hadislerini
ancak kendi yaşayan gelenekleri ile bağdaştığı sürece muteber olarak kabul
etmişlerdir. Bundan sonraki adım hicri ikinci yüzyılın sonunda Şafi tarafından
atılmıştır.[15]
Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere fıkıh yani hukuki metodoloji ile
hadis yani rivayet esaslı yapı bir araya gelmiştir. Burada her iki ekolün
temsilcileri de kendi pozisyonlarını daha ortak bir zeminde yeniden
düzenlemişlerdir. Montgomery Watt:
Kaydedilmesi gerekli önemli nokta Eş Şafii’yi takip eden devrin önemli
eserlerinin, sünnet kavramına kesin bir anlam meselesinde başarıya ulaşmış
oldukları hususudur. Artık şimdi bu, muteber alimlerin kefaleti altındaki hadis
külliyatında mevcut olan şeyleri ifade ediyordu: âlimlerin itibarı da Ahmed b.
Hanbel ve Yahya b. Main gibi sayıca az, tanınmış münekkidlerin takdiri ile
ölçülmüştü. Bazı hadisler ile bazı ravilere hâlâ daha karşı çıkılabilirdi. Lakin
sünnet üzerinde geniş bir mutabakat sahası mevcuttu. Bu Şafii’den önceki
Medineli pek çok âlimin kabul ettiği sünnetin Kufeli âlimlerin ekseriyetinin
kabul ettiğinden farklı olduğu zamanki durumla tezat teşkil ediyordu. Artık
şimdi kendilerini Şiiler olarak ana bünyeden ayıranlar dışında herkes fiilen
aynı hadis külliyatını temel esaslar olarak kabul ediyordu.[16]
Yine burada da görüyoruz ki Şafii ile beraber gelen uzlaşma Kur’an’dan
hemen sonraki kaynağın yani sünnetin belirlenmesi ya da yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi sünnet dendiği zaman herkesin aynı anlamı zihninde tasavvur
etmesi üzerine olmuştur. Zaten Kur’an’ın kaynaklığı konusunda herhangi bir
sıkıntı yoktur. J.Schacht da ehl-i rey ve ehl-i hadisin doğuşunu anlatırken bu
duruma dikkat çekmektedir:
Eski hukuk ekollerinin faaliyet bakımından önemli bir yönü, bu
ekollerin ilk olarak ciddi bir şekilde Kuran hükümlerini ele almış olmalarıydı.
İslam’ın birinci yüzyılındaki durumun aksine şekli sonuçlar, esas dinî ve
ahlakî Kuran hükümlerinden bu zamanda çıkarılmış olup onlar, yalnız aile
hukukuna, miras hukukuna ve şüphesiz ibadet ve dinî merasimlere değil, aynı
zamanda Kuranî teşrî’de ayrıntılı olarak ele alınamayan hukukun öteki dallarına
da uygulanmıştı. Kuran hükümlerinin ilk İslam hukukuna nüfuzunun doruğuna
ulaşması, İslamın ikinci yüzyılı başlangıcında eski ekollerin doğuşuna
rastlamaktadır.[17]
Sonuç itibariyle konunun bu kısmında
dikkati çekmeye çalıştığımız nokta fıkhın merkezde olduğu ve gayesi İslam
toplumlarını Müslüman olarak ayakta tutma gayreti içinde olan yapının kendi
kaynaklarını belirleme noktasında yaşadığı tartışmaları ve üzerinde uzlaşılan
ortak zemindi. Bu resim içerisinde tefsirin durduğu yeri de gösterdikten sonra
zannediyoruz ki maksat hasıl olacaktır.
Fıkıh ve hadisin uzlaşmasının
ardından ortaya çıkan resimde hadis ilmi Şafii’den daha sonraki süreçte yapılan
yoğun tedvin çalışmaları neticesinde İslam’ın kaynak metinlerini derleyen ve
bir eleme sürecinin sonunda sahih olup olmadığını tespit eden bir mekanizma ortaya
çıkmıştı. Bu hususta Mehmet Paçacı Hocanın şu değerlendirmesini aktarabiliriz: Hadis disiplini, Rasulullah’ın haber
kimliğine bürünmüş söz ve eylemlerinin sübuti değerini sağlamış ve
değerlendirmiştir. Tefsir, kelam ve Fıkıh ise İslam bilimler geleneğinin yorum
disiplinleridirler. Bu disiplinler İslam’ın kaynak metinleri ile ilgilenirler.[18]
Hadis, Kuran’ın hem açıklanması hem de teşri noktasında Kur’an’dan sonra
gelen sünnetin çerçevesinin oturtulması görevini yerine getirirken tıpkı Kur’an
yazısının sabitlenmesi gibi Kuran’ın yorumunun da ana hatlarının belirlenmesini
sağladı.
Sünnet, Kuran’ı yorumlayıcı olarak
vahyin iniş sürecinin şahitlerini önceleyen bir konsepti sağladı. Bu noktanın
belirleyiciliği hususunda şu değerlendirmeyi aktarabiliriz:
Geleneğin ilk yorumcusu olarak Rasul’un ve sonra Ashab’ının tecrübesi,
Kuran metnini çevrelemiş ve belirlemiş olmaktadır. Bu bakımdan ‘’Sünnet Kuran
üzerinde belirleyicidir, Kuran sünnet üzerinde değil’’ sözü, bize göre, tam da
bunu ifade etmektedir. Bu ifade Ahmet b. Hanbel’e sorulduğunda, o kendisinin bu
kadar cesur olamayacağını belirttikten sonra, aslında yorum bilimsel açıdan
aynı anlama gelen Kuran’ı tefsir eder ve açıklar ifadesini kullanmıştır.[19]
Sünnet üzerinde sağlanan uzlaşı
rivayet zincirlerinin ve metinlerinin yukarıda bahsi geçtiği gibi yoğun tetkik
edilmesi ve toparlanmasıyla paralel gelişti. İslam’ın üçüncü yüzyılı bu yoğun
tedvin çalışmalarına sahne oldu. İmam Buhari, İmam Müslim sahihlerinde; İbn
Mace, İbn Davud, Tirmizi ve Nesai sünenlerinde ulaştıkları ve tetkik ettikleri
rivayetleri topladılar. Bunun yanında sonraki dönemlerde pek çok âlim de
rivayetlerin kimini eleyerek kaynakları yeniden oluşturdular. Ancak isimlerini
saydığımız imamların kitapları kutub-i sitte adıyla sünnetin temel metinleri
olarak kaydedildiler. Bu literatürün toplanması ile de metodolojisi oturmuş
olan fıkhın ikinci ana kaynağı sağlanmış oldu. Bundan sonraki süreçte ise
yapılması gereken birinci kaynak yani Kur’an’ın yorumlanması için tefsir
ilminin geliştirilmesiydi.
Tefsir tarihi ilk aşamada belli
dönemler olarak incelenmiş ve tefsir kaynakları itibariyle yeterlilik
kazandıktan sonra çeşitli ekollere ayrılmıştır. Genel olarak Hz Peygamber’le
başlatılan tefsir faaliyetleri sırasıyla sahabe, tabiin ve tebei tabiin
dönemleri sebeb-i nüzul ve Hz Peygamber’den başlamak üzere sahabe ve tabiinin
ayetlerin izahına yönelik açıklamalarının Mekke’den başlayarak çeşitli ders
halkaları ile rivayet edilmesiyle geçmiştir. İslam’ın dördüncü yüzyılında
Taberi ve İbn Ebi Hatim gibi âlimlerin gayretleri ile bu rivayetler
toparlanmıştır. Bu devirle ilgili Montgomery Watt’ın değerlendirmeleri şu
şekildedir:
Kuran-ı Kerim’in tefsiri sahasında 235/850’den 333/945’e kadarki
devrede açıkça belli bir istihalenin bulunduğunu söyleyebilmek güç olacaktır.
Belki de umumi manada şu husus kabul edilebilirdi: Bu devir zarfında tefsir,
birçok noktalarda geniş bir mutabakat veya en azından sadece dar bir uyuşmazlık
sahası bulunmakla beraber önceki asırların bir takım isabetsiz mütalaaları saf
dışı edilmiş olduğundan bir kararlılık haline ulaştı. Mamafih söz konusu devre
benzer disiplin olan kıraatta yani Kuran’ın tedkikinde de hadisin resmileşerek
bir nizama girişiyle kıyaslanabilecek bir gelişmeye şahid oldu. Ve yedi kıraat
itimada layık görülerek şumüllü bir şekilde benimsendi. (İbn Mücahid h.323/935
tek bir kıraatin mümkün olmadığını görüp yedi kıraati sabitledi.)[20]
Tefsir usulü kitapları hicri ikinci asırdan itibaren tefsir
usulünün temel tartışmalarının başladığını belirtirler. Bu tartışmalar daha çok
fıkıh ilminin Kur’an ayetlerinden istidlalde bulunurken karşılaştığı sıkıntılar
çerçevesinde gerçekleşmiştir. Özellikle nesh ve mutlak mukayyed tartışmaları
ile vücuh ve nezair meseleleri bu tartışmaların ana konusunu oluşturur. Bu
tartışmalar Kur’an’ın tefsir edilmesinden ziyade ayetler değerlendirilirken
uyulacak metotların ortaya konmasını hedefleyen eselerle halledilmeye
çalışılmıştır. Buna örnek olarak elimizdeki en eski tefsir kaynağının yazarı
olan Mukatil b. Süleyman’ın (ölm 150/767) vücuh ve nezair üzerine yazdığı eseri
El-Eşbah ve’n-Nezair gösterilebilir.
Bu ve bunun gibi eserler Kur’an’ın indiği dilden uzaklaşan
Arapların o dilin aslını tespit etme çabalarıdır. Bunun dışında kapsamlı bir
usul kitabı sayılabilecek ilk eser fıkhi metodolojinin olgunlaştırılmasının
ardına denk gelen bir dönemde Haris el- Muhasibi (ölm 243/857) tarafından
yazılan el-Akl ve Fehm’ul-Kuran’dır. Bu eser sonrasında da usul kitapları
geliştirilmeye devam edilmiş ve hemen hemen Suyuti’nin (ölm 910/1505) el-İtkan
fi Ulum’il-Kur’an’ı ile en olgun halini almıştır. Ve tüm bu eserler konu
aldıkları tartışmalar ile Kuran’ın anlaşılması için öncelikle onun asıl dilini
yakalamaya çalışmış ve devamında da ayetlerin fıkhi istidlal açısından durumunu
incelemiştir. Mutlak-mukayyed, nasih-mensuh, mücmel-mübeyyen vs bu anlamda
örnek verebileceğimiz konulardır.
İslami ilimler bugün olduğundan farklı bir şekilde toplumun düşünce
sistemi içinde merkezde bulunuyordu. Bu haliyle fıkıh insanları doğrudan
etkileyen normatif sonuçları ile geçerli tek hukuki yapıyı oluşturuyordu. Bu
sonuçlar devletin düzenlenmesinden sokağa çeki düzen verilmesine kadar çok
geniş bir alanı kapsarken insanların birbirlerine, tabiata ve Allah’a karşı olan
sorumluluklarını tespit ediyordu. Fıkhın bu işlevini yerine getirebilmesi için
kaynaklarını doğru bir şekilde okuması gerekir. Bunun için de öncelikli olarak
ilk kaynağını yorumlamada tefsire ihtiyaç duyuyordu. Tefsir ayetlerinin
içerisinde bulunduğu hem metinsel bağlamı hem de tarihsel bağlamı içerisinde
söylendiği andaki anlamını tespit ederken fıkha onu anlama noktasında riayet
edeceği ana çerçeveyi sunuyordu. Bundan sonrasını ise ayetlerden doğru
hükümleri çıkarmak adına fıkıh ehline bırakılıyordu. Denilebilir ki: Tefsir söz konusu ayeti Peygamber’in ve
Ashabın bu ifadeyi nasıl anladığına ve uyguladığına dair nakillerle ve ayet
hakkındaki kıraat, linguistik, ve gramer bilgilerini vererek ele almıştır.
Ancak onu bağımsızlaşmış ve umum ifade eden bir lafız kabul ederek, ondan yeni
durumlar için normatif sonuçlar üretmek Fıkıh tarafından gerçekleştirilmiştir.
Nitekim Taberi yaptığı işin bilincinde olduğunu gösteren bir tutumla ayetin
fıkhi açıdan ele alınışını Kitabu’a Serika isimli eserinde yaptığını ve tefsirinde
bunu vermeyi doğru bulmadığını belirtmektedir. Böylece İslam bilimleri
geleneğinde Kuran’ın yorum süreci, Tefsir ile ilk neslin tarihsel bağlamından
başlatılmış olmaktadır. Tefsir, Fıkıh ve Kelam disiplinleri, İslam geleneğinde
kaynakları yorumlama sürecinin birbirini tamamlayan belli aşamalarını
oluştururlar. Tefsir klasik dönemde, bütün bir dini ilimler silsilesinin bir
parçasıydı ve bu bütün içinde işliyordu. Çağdaş dönemde klasik dönemdekinden
farklı bir Kuran tanımının gelişmesi İslam bilimlerine ve özellikle Tefsir’e de
farklı bir işlev yüklenmesi çabasıyla birlikte gelişmiştir.[21]
Bu değerlendirme bize ilimler arasındaki görev dağılımını yansıtması
bakımından önemlidir.
İslami ilimler yaklaşık yedi yüzyıllık bir süreçte bahsettiğimiz
gelişim aşamalarını tamamlamış ve bir medeniyete temel teşkil edecek düşünce
yapısını oluşturmuştu. Bu süreçte tefsir, hadis ve fıkhın dışında kelamın
rolüne de biraz değinmekte fayda var. İslam dünyasının başka itikâdî yapılarla
yaşadığı krizleri çözme işlevini kelam üstlenmiştir. Fıkhın oluşturacağı
normatif yapının toplumda bir karşılığının/bağlayıcılığının bulunması
gerekiyordu. Bunun için de Kur’an’ın istediği teslimiyetin ve Allah, peygamber,
ahiret gibi temel konularda kafaların net olması gerekiyordu. İttifakla
bilindiği üzere Gazali’nin çalışmaları ile kelam ilmi gereken bu itikadi
yapının ehl-i sünnet çatısı altında olgunlaştırdı. Bu yolla İslam öz inanç
yapısını büyük oranda korumuş olmayı amaçlayarak kendi hukuki zemininde
varlığını sürdürmeye devam etti.
SONUÇ: İslami ilimlerin üç önemli şubesini konu aldığımız bu
çalışmamızda tarihsel sürecin önemli kilometre taşları olan tartışmaları konu
almaya çalıştık. Kastımız bu yolla tarihin akışı içerisinde bir kaynaktan,
kitabın ve hikmetin öğretilmesi ve arınma, neşet eden ilimlerin zaman
içerisinde birbirinden nasıl ayrıldıklarını ya da birbirleri ile nasıl bir
araya geldiklerini göstermekti. İslami ilimler konu aldığımız süreç içerisinde
toplumsal yapıyı peygamberin olmadığı şartlar içerisinde Allah’ın nizamına
uygun olarak sürdürmek adına fıkhı inşa etmişti. Fıkıh kaynakları itibariyle
tartışmaya açılmış ve hadisçilerle rey ehli arasında yaşanan kaynak tartışması
Şafi’nin müdahalesiyle sünnetin kapsamı itibariyle tespiti ve kaynaklarının
toparlanması ile yerini bir uzlaşıya bırakmıştır. Bu sürecin paralelinde tefsir
ilmi kaynaklarını derlemeye devam etmiştir. Fıkhın ihtiyaç duyduğu yorum
metodunu oturttuktan sonra da kaynaklarla irtibat en olgun halini almıştı.
Umut ediyoruz ki bu yapı ile yaşanan
son yüz yıllık kopuş tarihsel süreç içerisinde kendisini anlamlandıran
tahlillerin el vermesiyle giderilir ve İslami ilimlerin toplumun düşüncesinde
hak ettiği yere gelmesinin önü açılmış olur.
KAYNAKÇA:
CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsri Usulü, AÜİF Yay., Ankara 1971
HAMİDULLAH, Muhammed, “Usûl al-Fıqh’ın Tarihi”,
İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz -1, İstanbul 1956
__________________________, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, III-IV, Ankara 1955
İBN HALDUN, Mukaddime, Beyan Yayınları, İstanbul 2009
KOÇ, M. Akif, “Tefsir Rivayetlerinin
Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından geliştirilen Uyum
Teorisi Üzerine”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLV, Ankara 2004
LAPİDUS, Ira, İslam
Toplumları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2010
PAÇACI, Mehmet, Çağdaş
Dönemde Kuran ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yayınları, İstanbul 2008
SCHACHT, Joseph, İslam Hukuna
Giriş, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1977 Ankara
SEZGİN, M. Fuad, Buhari’nin
Kaynakları Hakkında Araştırma, Kitabiyat Yayınları, Ocak 2001, Ankara
_______________, “İslam Tarihinin Kaynağı Olmak Bakımından
Hadis’in Ehemmiyeti”, İÜEFY İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt-II cüz-1, İstanbul 1956
WATT, W. Montgomery, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yayınları, Ankara 1981
[1] M. Fuat Sezgin,
Buhari’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar, Kitabiyat Yay, Ankara 2001,
s.24
[2] Muhammed
Hamidullah, “Hz Peygamber Zamanında Hadis Tedvini”, AÜİFD, III-IV,
Ankara 1955, s.5
[3] Fuat Sezgin, Buharinin
Kaynakları, s.28
[4] İsmail
Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, AÜİFY, Ankara 1971, s.242
[5] M. Akif Koç, “Tefsir
Rivayetlerinin Güvenirliklerini Belirleme Amacıyla Herbert Berg Tarafından Geliştirilen
Uyum Teorisi Üzerine”, AÜİFD, XLV-II, Ankara 2004, s.54
[6] Ira Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, İletişim Yay., İstanbul 2010, s.161
[7] Ira Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, s.161
[8] Ira Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, s.161
[9] Joseph
Schacht, İslam Hukukuna Giriş, AÜİFY, Ankara 1977, s.46
[10] Joseph
Schacht, İslam Hukuna Giriş, s.41
[11] Muhammed
Hamidullah, “Usul’al-Fıqh Tarihi”,İÜEF İslam Tetkikleri Dergisi, II-I,
İstanbul 1956, s.5
[12] İbn Haldun, Mukaddime,
Dergah Yay., İstanbul 2012, II/803
[13] Lapidus, İslam
Toplumları Tarihi, s.162
[14] Montgomery
Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Umran Yay. Ankara 1981, s.323
[15] Joseph
Schacht, İslam Hukuna Giriş, s.46
[16] Montgomery
Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.325
[17] J. Schacht, İslam
Hukuna Giriş, s.41
[18] Mehmet Paçacı,
Çağımızda Kuran’a ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yay., İstanbul 2008, s.117
[19] Paçacı, Çağımızda
Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.116
[20] Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.327
[21] Paçacı, Çağımızda Kur’an’a ve Tefsire Ne Oldu?, s.117-118
ADI :KERİM
SOYADI :ENDEZ
ÖDEV :TEFSİR,HADİS,FIKIH TARİHLERİ HULASASI
BÖLÜMÜ :BİRLEŞİK
DOKTORA
DÖNEM :2014/2105
GÜZ
ÖĞR.NO :14952705
TEFSİR
TARİHİ ÖZETİ
Hz.Peygamber'in
(sas) Kur'ân'ı Tefsiri:
Yüce
Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî kitabı insanlara vahiy suretiyle göndermeyi
iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamberin de O'nu bizzat açıklamasını
istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi
bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'deki hakikatlan bize en iyi
öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen seçkin zât Hz. Peygamber'dir (sas). O,
Kur'ân tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur'ân O'na indirilmiştir. O, mutlak
olarak Kur'ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan
O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak
belirtilmiştir. Bu sebepledir ki, Kur'ân kendisinin tefsir edilmesini yine
evvelâ kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, islâm'ın kendi
bünyesinden doğmuştur.
a.
Hz. Peygamber'in Tefsirinin Özellikleri:
Hz.
Peygamber'in tefsiri, Kur'ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî
hükümlerini tahsîs, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı
açıklama, garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hale
getirme, edebî incelikleri muhtevi âyetlerin maksadını bildirme gibi belli
başlı kısımlara taalluk eder.
b.Hz.
Peygamber'in (sas) Tefsirinin Önemli Kısımları ve Bu Kısımlara Dair Misaller
1.Kur'ân'ı, Kur'ân'la Tefsiri:
İman
edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların
hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." (En'âm, 6/82) âyeti inince,
"İçimizde nefsine zulmetmeyen kim var?" diyerek, bu durum
Resûluîiah'ın (sas) ashabına ağır gelmişti. Bunun üzerine ResûluUah (sas) dedi
ki: "Zannettiğiniz gibi değil, buradaki zulüm Lokman'ın oğluna dediğidir:
Evladım sakın Allah'a ortak koşma. Çünkü şirk elbette büyük bir
zulümdür." (Lokman, 31/13)Böylece Peygamberimiz (sas), başka bir âyete
dayanarak, umumî bir mânâyı tahsis etmiş ve yanlış anlamanın önüne geçmiştir.
Hırsızlık yapanlar hakkında Kur'ân'da
"Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri bir suça karşılık ve
Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz."
(Mâide, 5/38) buyurulur. Âyette umumî olarak zikredilen hırsızlığın,
cezalandırmaya müstahak olan sınırını, ResûluUah Efendimiz (sas) şöyle tahsis
ve tebyîn etmiştir: "Çeyrek dînar veya daha fazla miktar çalanın eli
kesilir."
3.Kur'ân'ın Mânâsını Tekit Suretiyle
Beyanı:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar,
putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka
bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felah bulaşınız!" (Mâide, 5/90)
âyeti nazil olunca Resûlullah Efendimiz (sas): "İçki haram edildi.”demek
suretiyle, âyetin ihtiva ettiği hükmü tekit ederek açıklamıştır.
"Zina eden kadın ve erkeğin her
birine yüz değnek vurun." (Nûr, 24/2) âyetinde zina eden herkese yüz
değnek vurulması umumî olarak emredilmiş, Peygamber Efendimiz (sas) bu emri;
bekârlara tahsis etmiş, evli olan erkek ve kadın için ise recm cezasını tespit
etmiştir.
Hırsız
erkek ile hırsız kadının irtikap ettikleri suça bir karşılık ve Allah
tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellrini kesiniz."
(Mâide, 5/38) âyeti mutlak bir âyettir.Yani hırsızın hangi elinin ve nereden
kesileceğini belirtmemiştir. Ayetteki bu mutlaklık, sünnet tarafından "sağ
elin bilekten kesileceği" şeklinde takyit edilmiştir, kayıtlanmıştır.
“Altını,
gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlan acı bir azabın
beklediğini müjdele!" (Tevbe, 9/34) âyeti nazil olunca, bu müslümanlara
ağır geldi. Çünkü bu âyetin mirasa mani olduğunu sanmışlardı.Ömer b. el-Hattâb
Müslümanları temsilen Peygamber Efendimiz'den (sas) açıklamada bulunmasını
istedi. Peygamberimiz (sas) de: "Allah zekâtı sadece mallannızm geriye
kalan kısmını temizlemek için farz kılmıştır. (Ölümünüzden) sonraya
bırakacağınız mallarda ise mirası farz kılmamıştır." buyurdu. Böylece bu
âyetin meşru yollardan kazanıp biriktirmeye mani olmadığı, âyet-i kerimedeki
tehdidin ancak mallannın zekatnı vermeyenler hakkında olduğu anlaşıldı.
"Namazlara, hele salat-ı vustaya
dikkat edin ve kalkıp huşu ile Allah'ın divanında durun." (Bakara, 2/238)
âyetindeki "es-Salâtu'l-vustâ"nın ikindi namazı olduğu
Peygamberimiz (sas) tarafından bildirmiştir.
Tevbe sûresi 36. Âyetin,Bakara sûresi
217. âyeti neshettiğini şundan anlaşılmıştır ki; haram ayların bir kısmında,
Resûlullah Efendimizin (sas) Huneyn'de Hevâzin ile, Tâif'te Sakîf kabilesiyle
savaştığı ve Ebû Amir'i, oradaki müşriklerle savaşmak üzere Evtâs'a gönderdiği
hususundaki haberler meşhur olmuştur. Bu vak'a Şevval ve Zilka'denin bir kısmında
olmuştu ki, bunlar haram aylardandır. Böylece malûm olur ki, bu aylarda
savaşmak haram olsaydı ve bu iş günah sayılsaydı, Resûlullah Efendimiz (sas) bu
fiili işlemekten en uzak duran insan olurdu."
Peygamber
Efendimiz (sas) "Şayet size selam verilirse, siz de ondan daha güzel bir
tarzda selamı alın, en azından verilen selâmın misli ile karşılık verin!"
(Nisa, 4/86) âyetini amelî olarak göstermiştir.
10.Lügavî
izahlarda Bulunması:
O tövbe edenler, o ibadet edenler, o
hamd edenler, oruç tutanlar, o rükû edenler, o secdeye kapananlar..."
(Tevbe, 9/112) ayetindeki "sâihûn" kelimesinin hangi mânâya geldiği
sorulunca Resûlullah (sas): "Oruç tutanlar." demek olduğunu
söylemiştir.
11
.Tavsîf Ederek Açıklaması:
"Hâsılı, Allah kimi doğru yola
koymak isterse, onun kalbini İslâm'a açar." (En'âm, 6/125) âyeti nazil
olunca Resûlullah Efendimiz (sas) buyurmuş ki: "Nur kalbe girince genişler
ve açılır." Sordular: "Bu hâlin (dışarıda) görünen bir alâmeti var
mıdır?" Efendimiz (sas): "Ebediyet yurduna yönelmek, aldanma
diyarından uzaklaşmak, ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanmaktır."
buyurmuştur.
Câbir
b. Abdullah anlatıyor: Bir gün Resûlullah (sas) yanımıza gelip şöyle dedi:
"Rüyamda gördüm ki Cebrâîl baş ucumda, Mîkâîl ayaklarımın yanında durup
biri öbürüne diyor ki: "Şu zat hakkında bir mesel irâd et." Bunun
üzerine şöyle dedi: "Kulağın işitsin, kalbin de iyice anlasın ki, seninle
ümmetinin durumu şuna benzer: Bir hükümdar, bir mülk edinir, sonra da orada
bir mesken bina ettirir, daha sonra da orada bir ziyafet tertip eder.
Müteakiben bir elçi göndererek halkı ziyafete davet eder. Onlardan bir kısmı
elçinin davetine icabet, bir kısmı ise onu terk eder. İşte Yüce Allah, o
hükümdar; mülk, İslâm; mesken. Cennet; ve sen de ey Muhammed (sas) elçisin.
Senin tebliğine kulak veren, İslâm'a girer; İslâm'a giren de Cennet'e girer; Cennet'e
giren de oradaki nimetlerden istifade eder." Bu mesel ile
"Allah ınsanlan esenlik ve mutluluk ülkesine davet eder ve dilediği
kimseleri doğru yola iletir." (Yûnus, 10/25) âyeti açıklanmış olmaktadır.
sahabe efendilerimiz tefsirde şu
metodu izlemişlerdir:
1.Kur'ân'ın Kur'ân'la
tefsiri,2.Kur'ân'ın sünnetle tefsiri,3.Kendi re'y ve içtihatları ile yaptıklan
tefsir.
a.
Sahabe Tefsirinin Özellikleri:
Sahabe
döneminde Kur'ân'ın bütünü, bugünkü mânâda tefsir olunmamıştır. Onlar, vahiy
ve nüzul döneminde yaşadıkları için, Kur'ân'dan sadece kendilerine muğlak
olanları tefsir etme ihtiyacı duymuşlardır.
sahabenin tefsirinde fıkhî hüküm
istinbâtı nâdirdir.Ashabın akidesi temizdi ve itikâdî
konularda ihtilafları yoktu. Istikâmetlerindeki aynılık ve fikirlerinin
birbirine yakınlığı sebebiyle Kur'ânî mânâları anlamada ihtilafları çok azdı.
Buna bağlı olarak tefsirleri de kelâmî görüşlerden uzaktı.Temel karakter olarak sözlü rivayete dayanması ve baştan sona ayet ayet
bütün Kur'ân'ın tefsir edilmeyip sadece zamanına göre müphem ve mânâsı kapalı
bulunan ayetlerin tefsirini ihtiva etmesine bakılarak Peygamberimiz (sas) ve
Sahabe dönemleri "Tefsirin Birinci Merhalesi" kabul edilmektedir.
b.
Sahabe Tefsirinin Bağlayıcılığı:
İçtihat
edilmesi mümkün olmayan yerler ve sebeb-i nüzul ile ilgili konularda sahabeden
gelen tefsiri almak şarttır.Fikir yürütülmesi ve içtihat edilmesi mümkün olan
yerlerde Resûlullah'a (sas) isnat edilmediği takdirde sahabe sözü mevkuf kabul
edilir. Böyle bir tefsirin bağlayıcılığı hususunda ihtilaf vardır.
Sahabeden, Kur'ân tefsirine dair en
çok rivayette bulunan ve tefsir alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:
a.
Alib.EbîTâlib (40/660).
b.
Abdullah b. Mes'ûd (32/652).
c.Ubeyyb.Ka'b
(30/650).
d.
Abdullah b. Abbâs (68/687).
e.
Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664). f.Zeydb. Sabit (45/665).
g.
Abdullah b. Zübeyr (73/692).
Bu
medrese/ekol, Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. "İlim denizi" ve "Tercümânu'l-
Kur'ân" unvanının sahibi olan Abdullah b. Abbas (v. 68/687) tarafından
kurulmuştur.Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır: Saîd b.
Cübeyr (v. 95/714), Mücâhid b. Cebr (v. 103/721), İkrime (v. 105/723), Atâ b.
Ebî Rabah (v. 114/732), Tavus b. Keysan (v. 106/724).
2.
Medîne Medresesi/Ekolü:
Medine medresesi, Medine'nin en büyük
âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (v. 30/650) tarafından kurulmuştur. O'nun
tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır: Ebu'l- Âliye (v. 90/708),
Muhammed b. Ka'b el-Kurâzî (v. 118/736), Zeyd b. Eşlem (v. 136/753), doğrudan
veya dolaylı biçimde Ubeyy b. Ka'b'dan ders almışlardır.
3.
Irak (Küfe) Medresesi/Ekolü:
İbn
Mes'ûd'un Kûfe'de oluşturduğu medrese, daha çok rasyonel bir temel üzerine bina
edilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un teşekkül
ettirdiği bu medreseyi/ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul
ederek O'na "Irak Re'y Ekolü" ismini vermişlerdir.Mesruk b. el-Ecda'
(v. 63/683), Esved b. Yezîd (v. 75/694), Mürre b. el-Hemedânî (v. 90/708), Âmir
eş-Şa'bî (v. 103/721), Hasan Basrî (v. 110/728), Katâde b. Diâme (v. 117/735),
İbrahim en-Nehaî, İbn Mes'ud'tan ilim alarak yetişmişler ve tefsir alanında ün
kazanmışlardır.Tabiîler,
tefsiri sahabeden ya işittikleri şekilde nakletmişler, ya da kendi
içtihatlarına müracaat etmişlerdir. Bu arada İsrâiliyyat denilen hareket de
tefsire girmiştir. Aslında sahabe devrine kadar indirilebilecek bu hareket
tabiîler devrinde artarak devam etmiş, Yahudî, Hıristiyan ve diğer
kültürlerden gelen rivayetler tefsir kitaplarına girmiştir.
a. Tâbiûn Tefsirinin Özellikleri:
Sahabe Tefsiri, kendilerine mânâsı
kapalı gelen ayetlerle sı-nıriı kalmışken, tabiîler döneminde Kur'ân'ın bütünü
tefsir edilmeye başlanmıştır. Yine Sahâbe'nin yaptığının aksine, ayetlerin
icmâlî mânâlarıyla yetinilmeyip gerektiğinde kelimeler de tefsir edilmiştir.
Kur'ân'daki garip lafızlar, baştan sonuna kadar âyet âyet tefsir edilirken,
istinbat ve istidlal yoluyla âyetlerden hükümler çıkartılması sebebiyle,
âyetlerde geçen bazı kelime ve tâbirlerin tavzihine geniş yer verilmiştir.
Lügat müfredatının yanında târihî bilgiler, fıkhî şerhler ve gayb âlemini
tasvîr mahiyetinde açıklamalann yapılması da sahabe döneminde fazlaca
görülmeyen, tâbiûna ait tefsir özelliklerindendir.Tabiîler arasındaki anlayış
farklılığının çokluğuna bağlı olarak tefsirdeki ihtilafları da çok olmuştur. Bu
ihtilaflar neticesinde mezhebî ihtilafların tohumları da bu dönemde atılmış
olmaktadır.
b.
Tâbiûn Tefsirinin Bağlayıcılık Değeri:
Tâbiûn Kavlinin, tefsir açısından
değeri, kabulü veya reddi konusunda farklı görüşler ve deliller ileri
sürülmüştür.Tefsircilerin çoğunluğunun görüşü, Tâbiûn Tefsirinin hüccet olarak
kabulü yönündedir.
F. Tâbiûn Devrinden Sonraki Tefsir:
Sahabe
ve tâbiûn rivâyetleriyle başlayan tefsir ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle
devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsir ilmini, hadis ilminin bir kolu olarak
görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivayet tefsirinin yanı sıra dirayet
tefsiri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî
ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsirler meydana
getirilmiştir. Sözlü rivayet
karakterinden dolayı Hz. Peygamber ve sahabe dönemine "tefşirin birinci
merhalesi"; hadisin bir cüzü olma özelliği sebebiyle tabiîler dönemine
"tefsirin ikinci merhalesi" denilmiştir. Etbau't-tâbiîn döneminde
müstakil yapıya kavuştuğundan bu devre de "tefsirin üçüncü merhalesi"
olarak değerlendirilmiştir.
Tefsirin
müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't- Tabiîn döneminde her bir ayet, mushaf
tertibi gözetilerek tefsir edilmiştir. Ancak bu tarzdaki ilk tefsirin hangisi
olduğu hususunda ittifak sağlanmış değildir. İlk müstakil tefsir yazanın
"Meâni'l-Kur'ân" adlı eseriyle Ferrâ (v. 207/822) olduğu öne
sürülmüşse de bu görüş kabul edilmemektedir. Tâbiûndan Said b. Cübeyr, Mücâhid
ve İkrime'nin tefsirlerinin de Kur'ân'm tümüne şâmil olmadığı düşünülürse bu
konuda ilk tefsir yazanın Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767) olduğu görüşü
ağıriık kazanmaktadır. Bu arada en eski matbu Kur'ân tefsirinin de Süfyânü's-
Sevrî (v. 161/778)'nin olduğu bilinmektedir.İlk tefsirlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar
ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî ve İbn Ebî Hâtim'in tefsirleri, bu eski
tefsirleri koruyan tefsirler koleksiyonu sayılmışlardır.
G. Tefsir Faaliyetinin Gelişmesi ve
Tefsirlerin Tedvini:
Emevîler'in son dönemiyle Abbâsîlerin
ilk döneminde Hz. Peygamberin hadîsleri tedvîn edilmeye başlandı. Hadîslerden
muhtelif konular ayrı bablar altında toplanıyor ve tefsir konusu da bu hadîs
mecmuaları içerisinde ayrı bir bölüm olarak yer alıyordu. Henüz sûre sûre,
baştan sona Kur'ân tefsiri mevcut değildi. Peygamberimizden veya sahabe ya da
tâbiûndan rivayet edilen Kur'ân âyetlerinin tefsirleri hadîs imamlarının
derledikleri mecmualar içerisinde yer alıyordu. Ancak bu mecmualarda tefsir
yalnızca "kitâbu't- tefsir" adıyla bir bölüm halinde mevcut idi. Ve
kendilerinden önce geçen zevatın tefsirlerinin aktarılmasından öteye
geçmiyordu. Ayrıca yazıya geçirilen bu nakiller Kur'ân'in tamamını ihtiva
etmiyordu. Bunlar daha ziyade Peygamber Efendimizin (sas) herhangi bir vesile
ile yapmış olduğu tefsir, ya da âyetlerin iniş sebepleriyle ilgili sahabenin
müşahede ve duyduklarına dayanan rivayetlerden ibaretti.
Bir
müddet sonra bir adım daha atılarak tefsirler ayrı mecmualar halinde
derlenmeye başlandı ki, buna tedvîn denilmektedir. Tedvîn sözlükte; "bir
araya getirmek, toplamak ve cem etmek" gibi mânâlar ifade etmektedir.
Terim olarak anlamı ise; "ilk devirden itibaren gelen tefsir rivayetlerini
muntazam bir şekilde bir kitapta toplamak" demektir. Kur'ân'daki her
âyetin tefsiri ile ilgili Hz. Peygamberden (sas) ve ashaptan nakledilen
rivayetler yine mushaftaki sırasına göre tanzim edilerek ilk tefsir mecmuaları
meydana getirildi. Bunlar arasında bilhassa İbn Mâce (v. 273/886), İbn Cerîr
et-Taberî (v. 310/922), Ebû Bekir ibn Münzir en-Neysâbûrî (v. 318/930), İbn Ebî
Hatim (v. 327/938), İbn Hibbân (v. 369/979), Hâkim (v. 405/1014) ve Ebû Bekir
ibn Merdûyeh (v. 410/1019) gibi değerli tefsir âlimleri bulunuyordu. Ve bu
tefsirler de yine Hz. Peygamberden, ashaptan, tâbiûndan ve tebe-i tabiînden
nakledilmiş olan rivayetlerin isnatlar halinde aktarılmasından ibaretti.
Kısacası rivayet tefsiri idi. Yalnızca İbn Cerîr et-Taberî nakledilen
rivayetleri zikrettikten sonra kendi tercihini belirttiği gibi bazı yerlerde
gramer ve i'râbla ilgili bilgiler de veriyordu. Ayrıca âyetlerden çıkabilecek
hükümleri de zikrediyordu.Böylece ilk rivayet tefsirleri ortaya çıktı.
Müfessirleri kronolojik sıra ile beş tabakaya ayırabiliriz:
I.
Tabaka: Sahâbîler. En başta Hulefâ-i Râşidîn gelir.
II.
Tabaka: Tabiîler. İbn
Teymiye'nin değerlendirmesine göre, tefsir hususunda, tabiîlerin en mühimi
Mekkelilerdir. Bunlar İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
III. Tabaka: Bu
kategoriye girenler, tefsir kitaplarını te'lif etmeye başlayanlardır.Bunlar,
bir ayetin tefsirine yarayacak sahabe ve tabiîlerden olan bütün rivayetleri
sened ile birlikte zikretmektedirler.
IV.
Tabaka: İbn Cerîr
et-Tabarî, İbn Hibbân, İbnü'l-Münzir v.s..
V. Tabaka: Ebû
Ca'fer en-Nehhâs, Ebû Ali el-Fârisî v.s.
Dördüncü
tabakadan itibaren, artık tefsir, hadisten ayrılıp müstakil bir ilim haline
gelmeye başladı. Böylece mushafın tertibine göre sıra ile âyet âyet tefsir
yapmak âdet oldu.
Birinci Dönem: Tefsirin Temellerinin
Atıldığı Merhale:Bu
merhalede tefsir ilminin temelleri atılmaya başlanmıştır. Bu dönem, Peygamber
Efendimizin (sas) en hayırlı insanların yaşadığı asır dediği; Sahabe, tâbiûn ve
tebe-i tabiîn asrıdır.
Bu dönemde tefsir ile meşgul
olanların üzerinde durduğu iki önemli husus vardır:
1.Rivayet
tefsiri: Ayetlerin, diğer âyetlerle, hadis ve sahabe sözüyle tefsiri.
2.Lügavî açıklamalar:âyette geçen
garip kelimelerin -genellikle şiirden delil getirilerek- açıklanmasıdır.
İkinci Dönem: Tefsirin Müstakil Bir
İlim Olduğu Merhale:Sağlam
bir temel üzerine oturan tefsir, hicrî üçüncü asırda İbn Cerîr et-Taberî'nin
Kur'ân'ın başından sonuna kadar tam bir tefsir yazmasıyla müstakil bir ilim
haline gelmiştir.İmam Taberî, hem lügavî izahlar, hem de rivayet üzerinde
durdu. Bunlara ilâveten de, kendi görüşlerini ve tercihlerini de zikrederek
tefsirde yeni bir metot ortaya koydu. Ayrıca Kur'ân'ı, Fatiha sûresinden Nâs
sûresine kadar sûre sûre ve âyet âyet tefsir etti. Kendisinden önceki tefsir rivayetlerini
eserinde toplayarak adetâ bir tefsir koleksiyonu meydana getirdi. Böylelikle
tefsirde önemli bir dönemi başlatmış oldu. Bundan dolayı da kendisine İmamu'l-
müfessirîn denilmiştir.
Üçüncü Dönem: Tefsirin Gelişme
Merhalesi:Herkesçe
bilindiği gibi, İslâmiyet, doğduğu Arap yarımadası sınırlan içerisinde
kalmamıştır. Genişleyen fütuhatla veya başka yollardan Arap olmayan unsurların
da müslümanlar arasına katılmasıyla ve insan tefekkürünün gelişmesi,
hâdiselerin çoğalması ve bunların izahının Kur'ân nass'larının ışığında yapılmak
istenmesi, tefsirin boyutlarının genişlemesine sebep olmuştur. Böylece nakle
dayanan rivayet tefsiri veya me'sur tefsirin yanında akla dayanan dirayet
tefsiri veya ma'kûl tefsir de gelişmeye başlamıştır.Kur'ân'ın, lügat, belagat,
edebiyat, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden
tefsirleri meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli
usûller ortaya çıkmıştır. Her bir müfessir, hangi ilim dalında mütehassıs ise,
Kur'ân'ı o yönüyle tefsir etmiştir.Bu
merhale, hicrî dördüncü asırla, yani İbn Cerîr et-Taberî'nin vefatıyla
başlayıp, miladî 19. asra kadar devam etmiştir.
Dördüncü Dönem: Tefsirde Yeni Merhale:İslâm'ın ilk beş-altı asrından sonra
zamanla içtimaî hayatta mukallitlikten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun
meydana gelişinin, tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi.
Birkaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikrî ve ilmî hareketler, İslâm
âleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmişti. Birçok İslâm ülkesinde
bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçerek, yeni görüş ve
anlayışla, ilmin de ışığı altında diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim
tefsirinde de yeni ufuklar açmışlardı. Hiç şüphesiz miladî XIX.
asır, müslümanlar
arasında dinî hareketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir
ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe bir son vermeye çalıştılar. İslâm dininin,
ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metot ve
usûllere tevessül ettiler. Tefsir ilmi açısından bu asra, tecdit asrı da
denilebilir. Tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalışan
müfessirlerin başında Muhammed Abduh gelmektedir. Abduh, aklî ve içtimaî tefsir
ekolünün kurucusu olarak kabul edilmektedir. Bu ekolün en belirgin özelliği,
Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidayet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân,
toplum için inmiştir, bu yüzden tefsir edilirken çağın içtimaî problemleri
Kur'ân âyetlerinin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Yani tefsirin konusu insan,
insanın hidâyeti, içtimaî meseleler olmalıdır. Bu eğilime İçtimaî Tefsir
Ekolü denilmesinin sebebi de budur. Yaptıkları tefsirlerde, akla fazla
önem verdiklerinden dolayı da Aklî Metot denilmiştir.
FIKIH
TARİHİ ÖZETİ
1.DEVRE:Hz.
Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz.
Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan
teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil
etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak
gerekir: Mekke devri ve Medine devri.
A- MEKKE DEVRİ:
Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına
yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır.
Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter
arzetmektedir.
B- MEDİNE DEVRİ:genç
devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim
edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve
ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile
alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler
arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi.
1-
Fıkıh Kaidelerinin Ortaya Çıkış Şekli:
a) Bir hüküm gerektiren hâdiseler
oluyor, yahut da sahâbeyi, Hz. Peygambere başvurup sual sormaya sevkeden
problemler doğuyordu. Bu durumlarda ya âyet nâzil oluyor, veya hüküm ve mâna
Hz. Peygambere vahyediliyor; o da kendi üslûbüyle hüküm açıklıyordu (Sünnet).
Bazı durumlarda ise hüküm, ictihadlarına bırakılıyordu.
b) hükmün vaz'ını gerektiren bir sual
veya problem bahis mevzûu olmadan da zamanı geldikçe hüküm ve kaide
vazediliyordu. Bu kısımda zamanın geldiğini Şâri' (kaideyi vazeden) takdir ediyordu.
2-Bu
Devir Fıkhı'nın Özellikleri:bu
özelliği (celb-i menâfi', def'i-mefâsid) şeklinde hulâsa etmek mümkündür. Buna
kısaca "maslahata riâyet" de denir. Şimdi sıralayacağımız
hususiyetler bu esasın çeşitli görünüşleridir:
aa)Zamaniçindetedrîc: Bundan maksad hükümlerin bir an ve
zaman içinde değil, uzun bir zaman içinde arka arkaya gelmiş olmasıdır.
ab) Hükümler içinde tedrîc: Mükellefiyetler
hep birden gelmediği gibi gelenler de zamanla tekemmül etmiş, istidat ve
intibak kazanıldıkça tamamlanmış ve arttırılmıştır. Meselâ: Namaz önce sabah ve
akşam iki vakit iken sonra beş vakit olmuştur.
b)
Kolaylık: Bu devir
hükümlerinde göze çarpan bir hususiyet de kolaylıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah
Teâlâ'nın kullarına güçlük çıkarmak istemediği, kolaylık ve hafiflik istediği
açıkça ifade edilmiştir.
c)
Nesih: Nesih, daha
sonra gelen bir hükmün önceki hükmü kaldırması demektir. Sadece bu devrede bazı
âyet ve hadîsler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır. Bunun hikmeti ilk
müslümanları tedrîcen alıştırmak, terbiye etmek, irşadı kolaylaştırmaktır.
2.DEVRE:SAHÂBE
DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)Fıkıh
tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket
etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu
devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna
(41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar
uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i
râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder. Gerek râşid halîfeler gerekse
Emevîler devrinde fıkhî hayata yön veren sahâbedir; bu sebeple iki iktidar
devrini aynı daire içinde ele almak uygun olacaktır. Ancak iktidarın fıkha
tesiri bakımından mevcut farkı belirtmek için bahis, iki ayrı alt bölüm içinde
verilecektir.
A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû
Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz.
Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer.
2-Hüküm Kaynakları:Ferdî,
ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce
Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri
biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa
re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e
arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık
vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah
yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha
çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in
maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında-
istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar
sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli
telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdîi ctihadlar(re'y)ise
başkalarını bağlamıyordu.Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin
açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme
bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah
zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet,
kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında
tatbik edilmiştir.
3- İctihad ve İftâ
Bakımından Sahâbe:Verdikleri fetvâ sayısı bakımından
sahâbe fukahâsı üç guruba ayrılmıştır. Bunlardan birinci gurupta Ömer, Alî, İbn
Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbâs, Zeyd b. Sâbit, Âişe vardır; İbn Hacer'in, İbn
Hazm'den naklettiğine göre bu zevatın her birinin verdiği fetvâ birer büyük
cilt kitaba konu olacak miktardadır. Bu yedi fakih arasında fetvâsı en çok olan
da İbn Abbâs'tır. İkinci gurupta yirmi sahâbî vardır: Ebû-Bekr, Osmân,
Ebû-Mûsâ, Muâz b. Sa'd, Ebu Hureyre, Enes, Abdullah b. Amr, Selmân el-Fârisî,
Câbir b. Abdullah, Ebû-Sa'îd el-Hudrî, Talha b. Ubeydullah, ez-Zübeyr b.
el-Avvâm, Abdurrahmân b. Avf, İmrân b. Husayn, Ebû-Bekra, Ubâde b. Sâmit,
Mu'âviye b. Ebî-Süfyân, Abdullah b. ez-Zubeyr, Ummu-Seleme. Bunların her
birinin verdiği fetvâ bir küçük cilt tutacak kadardır. Üçüncü gurupta yer alan
yüz yirmi kadar sahâbînin verdikleri fetvânın tamamı bir cilde sığacak
miktardadır.
4-
Sahâbe Devrinde Hüküm ve İctihad Prensipleri:
a) Sahâbe ictihadın
kapısını açmış ve bunu teşvik etmiştir.
b) Sahâbe, ictihad ve re'y yoluyla
vardıkları hükümleri kesin telâkkî etmemiş, Kitâb ve sünnete nisbet eylememiş,
bu iki kaynağa dayanan hükümlerden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir.
c) Bu devirde nazarî ictihad ve teşrî
faaliyeti başlamamıştır. Onların teşrîî faaliyetleri tatbîkîdir. Hâdise meydana
gelince hükmü araştırılır ve bulunur. Vukuundan önce hâdise ve meselelerin
hükmüyle meşgul olunmaz.
d) Zamanın ve hüküm mesnedlerinin
(illet) değişmesi sebebiyle hükümleri de değiştirmişlerdir.
e) Kitâb ve sünnetin meşrû kıldığı, izin
verdiği bazı hususları, kötü neticelerin önlenmesi için menetmişlerdir.
f) Sahâbe meşrû nizamı korumak ve hukuku
muhâfaza etmek için bazı nasların zahirini terketmek veya tahsis ve tamim
(genelleştirme) yoluna gitmişlerdir.
5- Sahâbe Devrinde İhtilâf:karşılaştıkları problemlerin üzerine
eğilen sahâbe müctehidleri bazı hükümlerde ihtilâf etmiş, farklı görüş ve
neticelere varmışlardır. Sonraki devirler için de geçerli olan ihtilaf
sebeblerini şöylece sıralamak mümkündür:
a) Fetihler ve çeşitli vazifeler
sebebiyle Medîne'den uzakta bulunan sahâbenin kendileri
yok iken vahyedilen nasları bilmemeleri.
b) Hadisi sağlam bir kaynaktan elde
etmemiş olmak
c) Farklı anlamaları: Âyetler, hadîsler
söz, fiil ve takrîrdir. Bunların mânası ve hükümlerinin kesin veya ihtiyarî
oluşu bazı mesele ve durumlarda müctehidlerin anlayışına bırakılmıştır. Anlayış
beşerîdir; bunda farklılık olması tabîîdir.
d) Yanılma veya unutmaları: Sözü tesbit
etme veya anlama konusunda hatâlar vâki olduğu gibi bazı hüküm ve kaidelerin
unutulması da farklı ictihad ve reylere sebep teşkil etmiştir.
e) Birbirlerine aykırı görünen nas
ve hükümleri çeşitli şekillerde telif
etmeleri:
6- Mezhebler:
Sahâbe
müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fıkhî meselelerin bir kısmında
ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini
terketmediği için bu devirde -dinî/sosyal kurumlar olarak- mezhepler
doğmamıştır.
8- Fıkıh Bakımından
Devrin Özellikleri:
a) İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu
çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah
zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm
ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.
b) Daha sonraki devre nisbetle yeni
meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı,
yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz
olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu
boşuna vakit kaybı saymışlardır.
c) Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime
değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Bu sebeple sahâbe
devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; halbuki daha sonraki devirde
fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya
başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve
derinleşmeye yüz tutmuştur.
d) Kitâb ve Sünnet'in gösterdiği ve
ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası
mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan
tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. Bu devirde hukukçuların otoritesi,
sonraki devirler ile mukayese edilemez ölçüde geniş ve hâkim bulunuyordu.
e) Bilhassa Hz. Osmân zamanına kadar
şûrâ üyelerinin Medîne'den devamlı ayrılmalarına izin verilmediği için büyük
sahâbe halîfenin yanında bulunuyorlar, danışmaya katılıyorlardı, bu sebeple
yeni meselelerin çoğunda ittifak hasıl oluyordu (icmâ hükmü oluyordu). Az
sayıda görüş farkı meydana geliyorsa bu da taasup, siyâsî ve zümrevî menfaat
gibi faktörlere değil, samîmî düşünceye ve ictihada dayanıyor, birliği
bozmuyordu. Sonraki devirlerde hem müctehidler İslâm dünyasına dağıldıkları,
hem de ihtilâfın sebepleri arasında, hasbî ictihad ve ilim dışında faktörler
karıştığı için ihtilâf çoğaldı, derinleşti ve bazı müctehidlere göre imkânsız
hale geldi.
9-Tedvîn:Müsteşriklerin
ısrarlı inkârlarına ve sistematik menfî yorumlarına rağmen son zamanlarda
yapılan araştırmalar ve özellikle Prof. Dr. Fuat Sezgin'in araştırmaları, diğer
İslâm ilimlerinde olduğu gibi fıkıh sâhasında da tedvînin; yani fıkhın yazıya
geçirilmesinin sahâbe devrine, hattâ nüve olarak Rasûlullah devrine kadar
uzandığını ortaya koymuştur. Gerçi bugünki mânada risâlelerin (küçük
kitapların) telîfi sahâbe devrinin sonlarında başlamış ve Emevîler devrinde
gelişmiştir. Ancak bunlara da kaynak olan fıkıh yazıları daha önce
gerçekleşmiştir. Prof. Sezgin bu gerçeği ortaya koyan önemli örnekler tesbit
etmiştir.
B-EMEVİLER DEVRİ:Hz.
Hasen'in İslâm birliğini yeniden sağlamak ve iç savaşı önlemek için Muâviye
nâmına -bazı şartlarla- hilâfetten ferâğat etmesiyle hulefâ-i râşidin devri
sona erer ve yeni devir (132/750 yılına kadar devam eder.
Emevîler
devrinin fıkhî hayat bakımından hususiyetleri:
1-Nesil: Bu devre içinde önce yaşlı sonra da
genç sahâbe âhirete intikal ederek tâbiûn nesli onların yerini almıştır.
2-Hadis Rivâyeti:Bilhassa
Hz. Ömer sahâbenin Medîne'den uzaklaşması ve hadis rivâyeti ile meşgul
olmalarını istemiyordu. Birinci davranışın sebebi istişâre için onlara muhtaç
oluşu idi. Hadîs rivâyeti üzerindeki titizliğinin ise iki sebebi vardı.
a)Kur'ân-ı Kerîm'in yerleşmesi, eğitim
ve öğretiminin yayılması.
b) Hadîsler arasına, uydurma
olanların sokulmasından çekinmesi.
3-Nazarî Fıkıh:Hulefâ-i
Râşidîn devrinde fıkıh amelî idi; bir mesele karşısında sahâbe Kitâb, sünnet ve
rey ictihadı ile hükme varıyorlar, bu ise emsâl hâdiseler için bir fıkıh
kaidesi, dinî bir düstûr oluyordu. Hulefa-i râşidînin hüküm ve davranışları ile
Kitâb ve sünnet arasında bir tutarsızlık, bir muhâlefet bahis mevzûu değildi.
Emevîler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halîfeleri siyâset öyle
icabettiği için babasının zina mahsûlü oğlu Ziyad b. Ebîhi nesebine geçirmiş
(istilhak) bunun, "Zinâ eden mahrum olur" hadisine aykırı düştüğü
ikazına aldırmamıştı.
4-Hicaz ve Irak Medreseleri:Sahâbenin yetiştirdiği tâbiûn nesli
müctehidleri üstad, muhit ve malûmat farkına dayanan iki gruba ayrılmışlardı:
Hicazlılar ve Iraklılar.iki grup müctehidden -büyük tâbiûn devrinde-
Hicazlıların imamı Saîd b. el-Müseyyeb (94/712) Iraklılarınki ise İbrahim b.
Yezîd b.Neha'î (96/714)'dir.
5-Tâbiûn Fakihleri:Sahâbe fakihlerinin hemen hepsi arap olmasına karşılık
sayıları yüzleri aşan tâbiûn fukahâsı içinde çok sayıda arap olmayan kimseler
vardır. Bu arada azatlılardan da (Mevâlî) büyük fakihler yetişmiştir.
6-Tedvîn:Hadîsler,
fıkıhtan önce yazılı kaynaklarda toplanmış (tedvîn edilmiş) olmakla beraber
bunların, belli sistemlere göre kitaplaştırılması (tasnîf), fıkhın tasnîfinden
sonra olmuştur. Konulara göre sistematik ilk fıkıh kitaplarının Emevîler
döneminde (hicrî birinci asrın sonunda, ikinci yüzyılın başında) yazıldığı
anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye'nin verdiği bilgiye göre Zührî'nin
fetvâları üç ciltte toplanmıştır, Hasenu'l-Basrî'nin, konulara göre düzenlenmiş
fetvâları ise yedi cilttir.
Bu dönemde yazılan fıkıh kitaplarından
bize ancak şunlar ulaşabilmiştir:
1.Süleymb.Kaysel-Hilâlî(v. 95/714)'nin fıkıh kitâbı.2. Katâde b. Di'âme'nin
(v. 118/736) el-Menâsik isimli eseri.
3. Zeyd b. Alî'nin (v. 122/740) Menâsiku'l-hacc ve âdâbuhu isimli eseri. 4.
Aynı fakihin el-Mecmû' isimli kitabı.
3.DEVİR:ABBÂSÎLER
DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)Bağdad
merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu
sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin
edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği
devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ
etmektedir.
1- Din Bilginleri ve Abbâsîler:
Abbâsîler hilâfeti
haklı olana iâde etmek ve hulefâ-i râşidîn devrini ihya etmek gibi bir dâvâ ile
iktidara geldikleri için -görünüşte bile olsa- hem din hem de dünya işlerinde
müslümanların başı ve Rasûlullahın halîfesi olarak davranıyorlardı. Emevî
halifeleri -Arap âdetine uyarak- halîfelik alâmeti nâmına ellerinde yüzük ve
çevgen taşırken, Abbâsî halîfeleri Hz. Peygamber'in hırka ve kılıcını taşıyor,
divanlarında Hz. Osmân'ın Mushafını bulunduruyorlardı. Bu tutumun tabîi
neticesi olarak din bilginlerinin söz, inanç ve davranışlarıyla da yakından
ilgileniyorlardı.
2- Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani
Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin,davranış ve hükümlerini dine
dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak
ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn
devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn
fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana
gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli
milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları
genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa
gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları
olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red,
bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir.
3-Fukahânın İhtilâfı: Sahâbe ve büyük tâbiün devrinde gördüğümüz ictihad
ihtilâfı bu devirde fukahâ ve problem çoğaldığı için daha da artarak devam
etmiştir. Hem mahiyeti icabı tabiî olan hem de "Ümmet için rahmet"
olarak kabul edilen ictihad ihtilâfının önemli sebepleri tesbit edilmiştir:
a)Kitap ve sünette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı tefsîri.
b)Sözün hakikat veya mecâzî mânaya çekilebilmesi.
c)Aynı mevzûdaki âyet ve hadislerin bir araya getirilerek farklı şekillerde
değerlendirilmesi ve telifi.
d) Hadîsle alâkalı sebepler: Hadisin bilinip bilinmemesi, sıhhat derecesi,
sıhhat ölçüsü, tam veya kısmen zaptı yorumu, çelişen delillerle uzlaştırılması...
e) İctihad bilgi, usûl ve gücünün farklılığı,
f) Tabîi ve ictimâî çevrenin tesiri.
4- İctihad Hürriyeti ve
Mezheblerin Doğuşu: İçinde bulunduğumuz devirde,
aşağıdaki sebepler, muayyen mezheblerin doğması sonucunu yol açmıştır.
a) Daha önceki müctehidler gerektikçe dağınık meseleler
üzerinde ictihad ederken bu asır müctehidlerinin fıkhın bütün konularını
ictihad alanlarına dahil etmeleri.
b) Bu ictihadların tedvin edilerek
kitaplarda toplanması ve bu sâyede bir müctehidin, çeşitli konulardaki
ictihadlarının kolayca öğrenilmesi imkânının doğması.
c) Fıkıh mekteplerinin (rey, hadîs
medreseleri) doğması ve bu mektep mensuplarının karşılıklı, sözlü ve yazılı
münâkaşa ve münâzaraları.
d) Bu münakaşa ve münâzaraların,
müctehidlere mahsus usûl ve kaidelerin; yani usûl-i fıkhın doğmasına ve telîf
edilmesine sebep olması.
5-
Rey ve Hadîs Mektepleri:
Sahâbe devrinde daha
çok muhit, üstad ve malzeme farkına dayanan bir gruplaşma görmüştük: Hicâziyyûn
ve Irakıyyûn. Abbâsîler devrine girerken fukahâ arasında bir prensip ihtilâfı
baş gösterdi: Hadîs ve re'ye verilecek yer ve değer ile ilgili olan ihtilâf
uzun zaman devam etmiş ve karşımıza dört grup çıkarmıştır:
a) Tamamen Kitâb'a ve re'ye dayanan,
sünneti hüccet kabul etmeyen "müfrit reyciler".
b) Mutedil reyciler: Bunlar sünneti
reddetmez, onu da hüccet olarak kabul ederler; ancak hadîsin sıhhati üzerinde
titiz davranır, rivâyetinden çekinirler. Buna mukabil kıyas, istihsan, maslahat
gibi re'ye dayanan yollarla hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler, farazî
meseleler üzerinde de dururlar. Ayrıca üstad müctehitlerin sözlerini esas
alarak bazı yeni problemlerin hükümlerini onlardan çıkarırlar (tahrîc).
c)Müfrit eserciler: Eser: Rasûlullah'ın
hadisleri ile sahâbe ve tâbiûn fetvâlarıdır.
Müfrit eserciler re'y ictihadını ve bilhassa bunun en önemli unsuru olan
kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerdir.
d)Mutedil eserciler: Umûmiyetle hadis
bilginleri mutedil esercilerdir. Bunlar re'y ve kıyası inkâr etmemekle beraber
ona nadiren başvururlar. Hadislerden başka sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını da
hüccet telakki ederler. Vukuundan önce -farazi- meseleler üzerinde fetvâ ve
hüküm vermezler. Hadîse ve esere hiç bir re'yi tercih etmezler.
C-TEDVİN FAALİYETİ: Kur'ân-ı Kerîm'in tamamı ile kısmen fıkıh ve hadisler
dışındaki bütün dînî ilim ve kitapların telîfi bu devrede başlamıştır.
a)Sünnet:Emevîler'den Ömer b. Abdülaziz devrine
kadar sünnet daha ziyade şifâhî rivâyet ile yayılıyor, bu arada bazı sahâbî ve
tâbiîler küçük toplamalar yapıyorlardı (sahîfeler). Ömer b. Abdülaziz'in
emriyle daha büyük toplamalar başladı ise de bunlar da mahdut idi; ayrıca ilk
râvileri esas tutularak; yâni senedlerine göre toplanmıştı. Konulara göre
yapılan toplamalar (tasnîf) ikinci hicrî asrın ortalarında yâni Abbâsîlerin ilk
devirlerinde başlamıştır. Bu faaliyet üçüncü asırda inkişâfının zirvesine
çıkmış ve meşhur altı kitap (el-kütübü's-sitte) vücuda getirilmiştir.Sünnetin
tedvîni fıkıhtan önce fakat tasnifi fıkıhtan sonradır.
b)
Fıkıh: İmam Mâlik'in,
hadislerle beraber sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını ve kendi reylerini ihtiva eden
el-Muvatta'ı, İmam Muhammed'in el-Mebsût, el-Âsâr gibi kitapları, Ebû-Yûsüf'ün
el-Harâc'ı ve İmam Şâfiî'nin el-Umm külliyatı zamanımıza kadar ulaşmış,
üzerinde çalışılmış ve son asırda baskıları da yapılmıştır.
Sonraki fıkıh kitaplarına da örneklik eden bu kitaplarda takip edilen metod,
bir mevzû (kitab, bâb, fasıl) içine giren meseleleri bir araya getirmek; Kitab
ve sünnetten delillerini zikretmek, muhâlif görüşlere temas ederek bunları
çürütmektir. Meseleci (kazuistik) metod takip edilmiştir. "Bir mevzû ile
alâkalı nazarî ve umûmî kaideleri tesbit etmek, bunları yazdıktan sonra
şumulüne giren ve zikredilmesi gereken meseleleri sıralamak" gibi bir
metod takip edilmemiştir.
c)Kanun:Abbâsîler devrinde de fetvâ ve kazâda
müctehidler kendi ictihadlarına dayanıyorlardı. Bunun tabiî neticesi ihtilâf
olduğundan aynı ülke içinde -ictihadî meseleler üzerinde- birkaç çeşit fetvâ ve
hüküm ortaya çıkabiliyordu. Hukukî eşitlik ve emniyetin temini maksadıyla bazı
teklif ve teşebbüsler oldu; ezcümle Mansûr ve Hârûn er-Raşid, İmam Mâlik'e,
Muvatta' isimli kitabını kanunlaştırmayı teklif ettiler. Mâlik bunu
inhisarcılık ve ictihad hürriyetine aykırı telâkki ederek kabul etmedi.
Kitabının bütün hadisleri ihtiva etmemiş olması da bu davranışta rol oynamıştır.
Abdullah b. el-Mukaffa' (v. 142/759) Mansur'a sunduğu bir arîzada, bütün ülkede
tatbik edilecek bir kanun vazedilmesini teklif etmiştir.Bu düşünce ve
teşebbüslere rağmen kanunlaştırma hareketi Osmanlılar çağına kadar
gerçekleşememiştir.
d)FıkıhUsûlü:Fukahâ arasındaki görüş ayrılıkları ve
bunlarla alâkalı münâkaşalar, mübâhaseler tedvinden çok önce meydana gelmiştir.
Bu ihtilâfın tedvine akseden neticelerinden birisi, daha başlangıçta reddiye ve
münakaşa tarzında kitapların yazılması ikincisi de fıkıh usûlü ilminin
doğmasını hazırlamasıdır. Müctehid İmamlar, münakaşa ve mübâhaselerini
dağınıklıktan kurtarmak, bir temele oturtmak, ictihad metodlarını tesbit etmek
için bazı kaideler ve prensipler vazetmişler, bunların mecmûu fıkıh usûlünü
meydana getirmiştir. Bugün elimizde bulunan ilk usûl kitabı İmam Şâfiî'nin
"er-Risâle"sidir.
e)Istılahlar:Fıkıh usûlünün yanında, yine bu
devrede bazı fıkıh terimleri doğmuş, veya mevcut terimlerin mefhumları tesbit
edilmiştir. Farz, vâcib, sünnet, mendûb, müstehab, haram, mekruh, şart, illet,
rükün gibi yüzlerce terim, mezhebler arasında ya aynı yahud da farklı mânalarda
-fakat mânaları muayyen olarak- kullanılmaya başlanmıştır.
FUKAHÂ:
Bu devrin
özelliklerinden birisi de çok sayıda büyük fıkıh bilgini ve mezheb imamlarının yetişmiş
olmasıdır.
4.DEVİR:SELÇUKLULAR
DEVRİNDE FIKIH (Fıkhın Duraklama Çağı)
B- FIKIH TARİHİ
BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
1-Taklîd
Ruhu:Sahâbe, tabiûn
ve büyük müctehidler devirlerinde de bütün müslümanlar müctehid değil idi. Dinî
hüküm ve bilgileri, muayyen metodlarla Kitab ve Sünnetten çıkaran, bunun için
gerekli ilmî kudrete sahip bulunan müctehidler olduğu gibi bu güçten mahrum
halk da vardı. Ancak kendisinde ictihad kudretini bulamayan müslüman, muayyen
bir müctehide bağlanmıyor, onun her sözünü nas gibi kabul etmiyor, rasgele
İslâm âlimlerine başvuruyor, -mezhebin hükmünü değil- İslâm'ın hükmünü
öğrenmeye çalışıyordu. Halbuki tetkik ettiğimiz devirde gerek halk ve gerekse
âlimler "muayyen bir müctehide (mezhebe) bağlanmışlardı; dinî hükümleri
yalnız ondan alıyor, onun sözlerini -Kitâb ve Sünnetin nasları gibi- telâkki
ediyor, onlara bağlanmak mecburiyetinde olduklarına inanıyorlardı." İşte
"taklîd rûhu tabirinden maksadımız bu şuur, anlayış ve davranıştır.
a)
Yetişkin talebe: (ictihad fi'l-mezheb) tetkik ettiğimiz devirde de mevcuttur.
b)
Siyâset, kaza müessesesi ve medrese vakıfları: Mezheplerin yerleşmesinden önce
kadılar, müctehid âlimler arasından seçiliyor, Kitâb, Sünnet ve bunlarda
bulamazlarsa rey ictihadıyla hükmetmeleri; çevrelerindeki âlimlerle de istişare
etmeleri isteniyordu. Bu devrelerde halkın kadılarına büyük itimadı
vardı.Zamanla bazı kadıların menfî davranışları veya hatâlarının ortaya çıkışı
itimadın sarsılmasına sebeb oldu. Ayrıca hukukî emniyet, hükmedilecek esasların
daha önceden tesbitini ve ma'lûm olmasını gerekli kılıyordu. Bu ihtiyaç baş
gösterince hangi müctehidin mezhebi tedvîn edilmiş ise kadının o mezhebden
tayini veya hükmün o mezhebe göre verilmesi istenir oldu.
c)Tedvin:Yukarıda da temas edildiği üzere bazı
mezheblerin ahkâmı, müctehid imam veya talebesi tarafından derlenip toplanarak
yazılmış; müftü ve kadılar için kolayca istifade edilecek hale getirilmişti.
Halbuki diğer bazı mezhebler bundan mahrûm kalmış, bu mahrûmiyet onların
zamanla unutulmasına ve terkedilmesine sebep olmuştur.
2-Münazara ve Münakaşalar: Bu devrin hususiyetlerinden biri de
çok yaygın hale gelen ilmî münakaşa ve münazaralardır.
3-Mezheb Taassubu:Devrin bir hususiyeti de mezheb taassubunun kuvvetlenmesi
ve mezhebler arasındaki müsamaha rûhunun sönmesidir. Önceki devirlerde çeşitli
müctehidler, bazı zamanlarda bunların mezhebleri ve tâbileri bulunmasına rağmen
taassup ve düşmanlık yoktu. Müctehidler birbiriyle temas ediyor, faydalanıyor,
ilmî ölçüler içinde yekdiğerini tenkîd veya takdîr ediyorlardı.
Üçüncü hicrî asırdan itibaren başlayan mezheb taassubu zamanla kuvvetlenmiş,
düşmanlığa dönüşmüştür.
4-İctihad Kapısının Kapanması:Bazı kaynaklara göre ictihad kapısı
dördüncü hicrî asırda kapatılmış veya kapanmıştır. Kapatılmıştır (mesdûd)
diyenler fetvâ ve karar ile kapatılmıştır demek istiyorlar, fakat böyle bir
fetvâ ve karar gösteremiyorlar. Kapanmıştır (münsedd) diyenler ise müctehid
kalmadığı için ictihad kendiliğinden sona ermiştir demek istiyorlar.
C-
TEDVİN HAREKETİ:
1-Mezheb
Hükümlerinin Usûl ve Mesnedini Tesbit İçin Yazılan Kitaplar:Mezheb imamının ictihadını
açıklayabilmek, boşlukları onun ictihad usûlüne göre doldurabilmek için imamın
usûlünü, hükümlerin illetini (mesned, dayanak) bilmek gerekmiştir. İllete
"menât" bunu bulup ortaya koymaya "tahrîcu'l-menât"(16) bu
ehliyeti taşıyan âlimlere "ehl-i tahrîc" yahut da
"el-muharricûn" denir. Bilhassa hanefîler -imamlarından kendilerine
yazılmış bir usûl kitabı intikal etmediği için- tahrîc işiyle meşgul olmuşlar;
imamların hüküm, ictihad ve mütalâalarından faydalanarak onların usûlünü,
hükümlerinin illetini tesbite çalışmışlardır. İmam Şafiî usulünü bizzat yazdığı
için mezhepte furû'dan usûle değil, usûlden furû'a bir metod gelişmiştir. Aynı
devirde bu metoda (Şâfi'î veya kelâmcılar metoduna) göre de eserler
yazılmıştır.
2- Tercih Gayesine
Yönelmiş Kitaplar:
a)Rivayete
dayanan tercih:Mezheb
imamlarının ictihad ve reylerini yazılı veya şifâhî olarak nakledenler birden
fazla olunca ve çelişen hükümler de nakledilince "rivâyet bakımından
tercîh" bahis mevzûu olmaktadır. Nakledilen iki görüşün çelişmesi ya
talebenin yanlış anlaması yahut da İmam'ın önce bir reyi benimsemiş iken sonra
bunu terkedip zıddına kani olmasından neş'et etmektedir. İşte bu durumda daha
sonra gelen mezheb âlimlerine, rivâyetleri karşılaştırarak en kuvvetli olanı
tercih etmek vazifesi düşmektedir.
b)
Usûle ve delile dayanan tercih:İmamdan
nakledildiği kesin olarak bilinen iki zıt görüşü veya biri imamdan diğeri de
onun talebe ve tâbilerinden nakledilen iki görüşü, usûl kaidelerine, Kitap,
Sünnet gibi delillere bakarak karşılaştırmak ve birisini tercih etmek işi de bu
devirde başlamış, her mezhebden buna ehil birçok fıkıh bilgini bu konu ile
meşgul olmuşlardır.
3-Mezheb Müdâfaasını
Hedef Alan Çalışmalar:İlmî münazara ve münakaşalar
meclislerde sözlü olarak yapılmakla kalmamış kitaplarda da yürütülmüştür. Bu
maksatla yazılan kitaplar "el-Hilâf" ilmini taşımaktadır ve
mezheblerin mukayesesini mevzû olarak almışlardır.
5.DEVRE:MOĞOL
İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR (Fıkhın
Gerileme Çağı)
B-BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH: Müslüman halk çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, -devrin
fıkıh bilginleriyle beraber- bunlara taassupla sarılmışlardır.Bundan önceki
devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden
sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır.
Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın
diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin
birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır.Mısır
Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad
hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert
reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.Hicrî altınca asrın
ortalarından itibaren Kuzey Afrika'da ve özellikle Fas çevresinde yeni bir
ictihad hareketi başlatıldı ise de uzun ömürlü olmadı.Bu devirde İslâm
ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid
yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır.
1-
Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru fakihler arasında irtibat
kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir
ihtiyaç hissedilmemiştir.
2-
Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu
aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların
talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri
okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler
küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
3-
Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması: bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime
ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu
telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan
metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu
metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.
4-Hîle
ve Te'vîl:Yürüyen
hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle
kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz
"el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri
yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır.
6.DEVRE:MECELLE'DEN
ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)
Fıkıh:
1- Kanunlaştırma hareketleri
başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş,
arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine
girişilmiştir.
2- İctihad ruhunu besleyen,
okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini
delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu
kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar
yapılmıştır.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları
üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı,
müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.
6-
Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları
zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve
konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü
olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak
kabul edilmiştir.Bu devrin en mümeyyiz vasfı kanunlaştırma hareketidir
diyebiliriz. İlk İslâm medenî kanunu Mecelle'nin bu devre ismini nakşetmiş
olması da bu hususun bir işareti mahiyetindedir. Daha önceki devirlerde Fıkıh
ve Fetvâ kitapları yanında Sultan emir ve kanunnâmelerinin yer ve rolüne işaret
etmiştik. Fakat bunlar, bugün anlaşılan mânada birer kanun olmaktan uzak
bulunuyordu. Mecelle bahsinde zikredeceğimiz sebepler, hukukun çeşitli
kaynaklarından istifâde ederek yeni kanunlar vaz'ını zarûrî kılıyordu. Bu
zarûret karşısında harekete geçen İslâm Devletleri bir çok kanunlar vazettiler.
MECELLE: Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliyye ismiyle Osmanlı Ülkesinde 57 sene tatbik edilen, bütün İslâm
ülkelerinin taknîn hareketi üzerinde derin tesirler icrâ eden ilk İslâm medenî
kanununudur.
HADİS
TARİHİ ÖZETİ
BİRİNCİ
DEVİR (OLUŞUM DEVRİ) H.0-100 arası
Sahabe döneminden hicri I. Asrın
sonuna kadar olan zamandır. Sahabeler Hz. Peygamberin hadislerini
ezberlemişlerdir. Ezber etkenleri ise; Genelde ümmi oldukları için bilgileri
ezbere dayalıdır. Özellikle kuvvetli hafızalarıyla bilinir ve tek bir işitme ile
uzun hutbe ve kasideleri ezberleyebilmeleriyle tarih onları kaydetmiştir.
Dini savunma kuvvetleri; Araplar
İslam’ı dünya ve ahret saadetine tek doğru gördükleri için hadislere sımsıkı
sarılmış ve dikkatle alıp nesillere taşımıştır. Hz. Peygamberin teşvikleri ise
Arapların sorumluluk bilinciyle bunu yapmalarını sağlamıştır.Hadisin dindeki
yeri; dinin aslından olup kurtuluşa tek vesile olması.Peygamberimizin hadisleri
iyi anlaşılıp nesillere aktarılması için kısa, öz, tekrar ile, anlaşılır ve
tane tane söylemesi.Hadislerin üslubu; zira Efendimiz özel bir kabiliyetle
donatılmıştır.Bu maddeler hadislerin ezberlenmesinde etkili olmuştur.
HADİSLERİN
YAZILMASI
Rasülüllah’ın yazma ve yazmama ile
ilgili hadisleri farklı yorumlanmıştır. İbn Küteybe; nesh veya iznin şahsa özel
olabileceğini, Hitâbî; yasağın Kuran nüshasına yazmak olduğunu, Ramehürmüzî ise
nesh’i tercih etmiştir.
Nesih umumi olsaydı sahbiler ittifak
ederlerdi. Anlaşılan o ki yazma zatı itibari ile değil, Kuran meşguliyetinden
alıkoymaması içindir.Hadisler sahabe döneminde hatırlatıcı notlar şeklinde
yazılmıştır,
Hicri II. Asırda ise bablar ve muayyen
tertipler olmaksızın yazılmıştır,II. asrın ortasında bablar ve tertipler
oluşmaya başlamıştır,III. Asır (tedvin devri) hadislerin toplanıp, hadis ilimlerinin
zirveye ulaştığı söylenebilir.
Hadislerin
Yazıldığına Dair İlk Deliller/İlk Yazılı Kaynaklar
Sahifetü’s-Sadıka; Amr b. Âs, Hz. Ali
ra.; Akile, diyet ve esirlerle ilgili hükümler barındırır,Sa’d b. Ubade; yemin
ve şahitle ilgili hükümler barındırır,
4-
Hz. Peygamberin yazdırmaları: a)
Hz. Ebu Bekir’e zakat ve diyetle alakalı, Amr b. Hazm’a cizye, diyet, zekat ve
davetle alakalı, Vail b. Hıcr’a haramlarla alakalı yazdırmaları, b) Hz. Pegamberin
krallara davetleri,
c) Hz. Peygamberin bazı münasebetlerle
(Ebi Şah vb.) yazdırması, d) Hz. Peygamberin kafirlerle antlaşmaları (Hudeybiye
vb.) ve başkalarıyla yaşama kuralları (Medine Vesikası vb.)
Sahabe
Döneminde Hadis Yazım Kuralları
Hata etmekten korktukları için az
rivayet etmeleri,Hadisi alma-vermede (tesebbüt) dikkatli, ihtiyatlı
davranmaları, Hz. Ebu Bekir şahit, Hz. Ömer delil istemiş, Hz. Ali ise yemin
istemiştir.Dinin kaidelerine ve Kuran’a arz ederek eleştirel yaklaşmışlardır.
Uydurmanın
Ortaya Çıkışı ve Mücadele Yolları
Hz. Osman ve Hz. Hüseyin ra.’in şehit
edilmesinden sonra, etrafına insan kazanmak için Hz. Peygamberin demediğini
diyenler ve bidatçiler türedi. Sahabe hadisi korumak için şu tedbirleri aldı;Hadisin
isnadı ve ravilerin durumunu sorulmaya başlandı.Az da olsa sahabi hakkında,
sonra tabii ve diğer raviler hakkında cerh ve tadil başladı, alim sahabiler
buna teşvik etti.Asıl raviye ulaşma (âli İsnad) için rihleler başladı.Uydurma
ve zayıfı ayırt etmek için sika ravilerin hadisine arz başladı.Böylece hicri I.
Asır bitmeden hadis ilimlerinden; merfu hadis, mevkuf hadis, maktu’ hadis,
muttasıl hadis, mürsel hadis, munkatı’ hadis ve müdelles hadis gibi hadis
kavramları oluştu. Bunların tamamı makbul; daha sonra sahih, hasen diye,
merdüd; daha sonra zayıf diye kısımlarda düzenlendi.
2.DEVİR
(TEKÂMÜL/OLGUNLAŞMA DÖNEMİ) H.100-200
Bu asırda insanların hafıza
melekelerinin azalması senetlerin uzayıp kollara ayrılması ve bozuk fırkaların
artması sebebiyle resmi tedvin başlamıştır. Dağınık halde olan hadisler “cami’
ve musannef”lerde toplanmıştır.
Cami’lere örnek; 1- Ma’mer b. Raşit,
2- Süfyan es-Sevri, 3- Süfyan b. Uyeyne
Musanneflere örnek; 1- Hammad b.
Seleme 2- Abdürrezzak 3- İmam Malik
Alimler cerh ve tadil konusunda, bidat
ve hevanın yayılması sebebiyle geniş araştırmalar yaptı ve bilinmeyen
kimselerin hadislerini alma konusunda ihtiyatlı davranmaya başladılar. Rical
araştırması için rihleler zaruri hale geldi. Usul kavramları oluşmaya başladı
ve İmam Şafii elimize ulaşan ilk usul eserini yazdı.
3.DEVİR
(HADİS İLİMLERİ TEDVİN DEVRİ) H. 200-350
Hadis ve ilimleri için “altın çağ”
denilen devirde hadisler tertip ve düzen içinde tedvine başladı. Buhari gibi
alimler bu devirde eserlerini kaleme aldı. Hadis ilimlerinin her biri işçin
ayrı eserler yazıldı. Yahya b. Main; Rical Tarihi, Muhammed b.Sa’d; Tabakat,
Ahmed b. Hanbel; el-İlel ve ma’rifetü’r-rical ve Tirmizi; İlelü’s-sağır gibi
eserler yazıldı.
4.DEVİR
(HADİS İLİMLERİNİN YAYILMASI-TOPLANMASI) H. 350-600
Ramehürmüzi; el-Muhaddisü’l-fâsıl
beyne’r-ravi ve’l-vaî,Hatip Bağdadi; el-Kafiye fi ilmi’r-rivaye
Kadı İyaz; el-ilma’ fi usuli’r-rivaye
ve’s-sema’,
Ulumul
Hadis Eserleri
Hakim Nisaburî; Marifetü Ulumu’l-Hadis,Ebu
Nuaym İsfehani; el- Müstahrec,Meyaneci; ما لا يسع
المحدث جهله
5.DEVİR
(HADİS İLİMLERİ OLGUNLUK VE KEMALİ DEVRİ) H. 600-900
İbn Salah’la başlar, İbn Salah, 1-
Önceki ulemanın görüşlerini bir kitapta toplamış 2- Önceki kavramların
tanımlarını zapt etmiş 3- Ulemanın görüşleri yanında kendi görüşlerini de
yazmış
İbn Salah; Ulumu’l-Hadis,Nevevi;
el-İrşad, et-Takrib ve’t-Teysir,Hafız Irakî; et-Tebsıra ve’t-Tezkira
İbn Hacer; Nuhbetü’l-Fiker,
Nüzhetü’n-Nazar
6.DEVİR
(DURAKLAMA DÖNEMİ) H. 900-1400
Yeni tasniflerin durduğu ve eskiler
üzerine nesir ve nazım olarak şerh ve ihtisarların yapıldığı bir dönemdir.
Ömer b. Muhammed Beykuni;
Menzumetü’l-Beykuniye,Ali el-Hirravi; Şerhu’ş-Şerh
Bu dönemde Hindistan’da Şah
Veliyyullah Dihlevî ve ailesi Hadis ve Hadis ilimlerine çok hizmet etmişlerdir.
7.DEVİR
(DİKKATLİ OLMA VE YENİDEN UYANIŞ DÖNEMİ) 1400-…
İslam Âleminin doğu ve batıyla
iletişimi, Fikir sömürgeciliği ve müsteşriklerin saldırıları neticesinde Hadise
yönelik çalışmalar yeniden başlamıştır.
Cemalettin Kasımî; Kavaidu’t-Tahdis,Mustafa
Sibaî; السنة ومكانتها في التشريع الإسلامي
Muhammed Semahi; المنهج الحديث في علوم الحديث
hadis tarihi, hadis ıstılahları, rivayet ve raviler hakkında bilgi içerir.
SONUÇ
Tefsir,hadis
ve fıkıh ilimleri başta olmak üzere tüm İslami ilimlerin ilk nüveleri hz.peygamber
(s.a.v.)zamanında atılmıştır.bu ilimler ilk başta birbirlerinin içerisinde mundemiç
bir halde iken,daha sonraları özellikle hicri 2.asırdan sonra her ilim mustekil
bir ilim haline gelmiş,o günden günümüze kadar tevarüs yoluyla en güzel bir şekilde
nakledilmiştir.islami ilimlerin bu şekilde olması şu sonucu doğurmaktadır;her hangi
bir İslami ilim dalında çalışma yapmak isteyen kimse şüphesiz ki bu ilimleri bir
bütün olarak değerlendirmek zorundadır.çünkü bunların tamamı aslında bir kaynaktan
gelen tatlı menbalardır.bu ilimleri bütüncül bir şekilde ele alan kimse çok güzel
sonuçlar elde edecek,aksini yapan ise yaptığı çalışmada pekte muvaffak olamayacaktır.
SELAM VE DUALARIMLA.
KAYNAKLAR:
1- PROF.DR.DAVUT AYDÜZ,IŞIK YAYINLARI,İSTANBUL,2004.
2- HAYRETTİN
KARAMAN İSLAM HUKUK TARİHİ, İZ YAYINCILIK
3- NURETTİN ITR,MENHECÜ’N-NAKT.
Tefsîr:
(( فسر Bir şeyi açıklamak,
ortaya çıkarmak, üzeri örtülü bir şeyi açmak, aydınlatmak.
( ( سفرKapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak, ortaya
çıkarmak.
Müşkil
olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek.
Usûl:
(اصل ) Temel, esas,
dayanak, kök, kaide, delil.
Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi
üzerine bina edildiği şey.
Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin
sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar.
Kur’ân lafzı:
1- Eş-Şâfiî, Kökü yoktur, özel bir isimdir. (Tevrat ve İncil gibi)
2- ((قرينة – قرائن = Delil, Burhan.
3- El-Eşarî, (قرن fiili) = Bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek.
4- Katâde, (القرء fiili) = Toplamak. (فعلان vezninde)
5- El-Lihyânî, (قراء fiili) = Okudu. ( İsm-i mefûl’e nakledilmiş )
6- (قراء fiili) = Dışarı çıkarıp atmak.
7- Ez-Zerkeşî, ( (القرء = Hayız kanının rahimden çıkması.
Terim manası:
“Hz.Peygamber’e (s.a.v.) vahiy yoluyla
indirilip, mushaflara yazılan, tevatüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet
edilen muciz bir kelam”.
Kur’an’ın lafzıyla ilgili ilimler:
*Uslûbu’l-Kur’ân: “Kur’ân’ın
muhataplara, kendine özgü bir anlatım biçimiyle hitap etmesidir”.
- Kur’an’ın ses nizamındaki ahengi, -
Lafız ve mana dengesi, -
Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi, - Beyan tarzının
çeşitliliği.
*Mubhemâtu’l-Kur’ân: “İnsan,
melek ve cin gibi varlıkların yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da
açıkça değil de ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz
zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesidir”.
- İfade zenginliği sağlamak, -
Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek, -
Hoşa gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, -
Fail meşhur olduğu için açıklama cihetine gitmemek, - Mübhemin
belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz konusu olmaması.
*Garîbu’l-Kur’ân: “Az kullanılması sebebiyle manası
sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler”.
- Arap şiiri, (Ibn ‘Abbâs) -
Rumca/Süryanice/Berberice.
*Vucûh ve Nezâir: “Vucûh:
Bir kelimenin Kur’ân’da farklı anlamlarda kullanılmasıdır.
Nezâir: Kur’ân’daki farklı kelimelerin aynı
anlamı ifade etmesidir”.
-
الهدى = Din, İman, Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’ân, Sünnet, - Azâb
=جهنم ,نار ,حطمة ,جحيم - Yani: Vücuh manalarda,
Nezâir ise lafızlarda söz konusudur.
*Aksâmu’l-Kur’ân: “Kur’ân-ı
Kerim’deki yeminler”.
- İslamiyetten önceki Arapların sosyal
hayatlarında yeminin çok büyük bir rolü vardı. (Kasâme yemini mesela) -
Tekit maksadına yönelik, hakikatin vurgulanması. - Üzerine yemin edilen varlığın
kıymetini ve önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymak.
Kur’ân’ın anlamıyla ilgili ilimler:
*Muteşâbihu’l-Kur’ân: “Manaları
bilinemeyen veya herhangi bir sebepten dolayı anlamlarında kapalılık bulunan ya
da birden çok manaya ihtimali olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz
konusu olan ayet/kelime/harfler”.
-
Gayb imtihan vesilesidir.
-
İnsana acizliğini ve cehaletini gösterir ve Allah’ın
kudret ve ilminin yüceliğini idrak ettirir.
-
Bütün ayetler muhkem olsaydı tek bir görüş olurdu,
mezhepler oluşmazdı.
-
Kur’an’ı ezberlemek ve muhafaza etmek kolaylaşmıştır.
-
Ayetleri anlamada meşakkat var, bu da daha fazla sevap
demektir.
-
Akli delillere başvurmaya mecbur kalındı, zihni
faaliyetler durdurmamıştır.
-
Alimin cahile olan üstünlüğü muhafaza edilmiştir,
herkesin ilmi aynı olurdu böylece hiç bir fark olmazdı.
*Hurûf-ı Mukatta: “Kur’an’daki
bazı surelerin başlarında yer alan harfler”.
1- Kufelilere göre: Bazıları ayet bazıları değil.
2- Basralılara göre: Hiçbiri ayet değil.
Selef: Kur’an’ın sırlarındandır ve manaları
insanlardan gizlenmiştir. Kur’an’ın özüdür.
Halef: Allah’ın isim ve sıfatlarından bir
kısmına işaret etmektedir.
-
Allah (c.c.) bu harflere yemin ederek söze başlar.
-
Başında bulundukları surelerin isimleridir.
-
İnanmayanların dikkatini çekmek.
*İ’câzu’l-Kur’ân: “Kur’an’ın,
bütün insanları kendi benzerini getirmekten aciz bırakması”.
- Beşerüstü bir kitap oluşu. - Muhaliflere
meydan okuması. - Benzerinin
getirilememesi.
İ’câz yönleri:
1- Nazım ve telif.
2- Gaybi haberler içermesi.
3- Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması.
4- Fenni mucizelere işaret etmesi.
5- Hz.Peygamber (sav) tarafından
değiştirilmemesi.
*Müşkilu’l-Kur’ân: “Kur’an’ın
bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar”.
*Münâsebetu’l-Kur’ân: “Ayet ve sureler arasındaki mana
ilişkisi”.
*Fezâilu’l-Kur’ân: “Kur’an’ın
yüceliği, üstünlüğü, meziyet ve şerefi”.
Tarih içerikli ilimler:
*Kısasu’l-Kur’an: “Kur’an-ı
Kerim’deki kıssalar”.
*Esbabu’n-nüzul: “Ayetlerin
iniş sebepleri”.
- (إنزال ) = Top yekün indirme.
- (تنزيل ) = Parça parça indirme.
*Nasih-Mensuh: “Şer’i
bir hükmün, bir başka şer’i delille kaldırılması”.
(علم اصول الحديث ) Hadis Usulü
Bilimleri.
Hadîs:
Sözlük: Yeni. Terim:
Söz, Fiil, Takrir (onay), Ahlaki ve fiziki vasıf olarak Hz.Peygamber’e izafe
edilen her şey (‘in yazılı metinleri). Kur’an: Söz/Haber.
Usûl:
Sözlük: Asıllar/Kökler/Kaynaklar.
Terim:
Yol/Yöntem/Nizam/Kaide/Düzen/Metod. Bir ilmin asıl konusundan önce ögrenilmesi
gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve teknikleri.
Hadîs Usûlü: Sened ve metnin durumlarını
anlamaya imkan veren birtakım kaideler ilmi.
Sünnet: Allah’ın
kitabının, Allah’ın elçisi tarafından evrensel planda yapılmış yorumudur. Hadis: Bu yorumun yazılı
belgesidir.
Hadis lafzı: Sözlük:
Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her türlü haberler. Huddâs: Bunları
anlatanlar. Kur’ân:
Ahsenu’l-hadis = sözlerin en güzeli. Hadîs: Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır. Dini literatür: 1-Önce Hz. Peygamber’in sözü, 2-Sonra da onun söz, fiil ve
takrirleri. 3-Hatta
Sahabe ve Tabiun söz ve fiilerine de (Mevkuf/Maktu’ kayıtlarıyla) hadis
denilmektedir. (bu grup için Haber ve Eser kelimesi de kullanılmıştır).
Sünnet lafzı: Sözlük: Yol ve gidişat. Hadis:
yolun iyisine ve kötüsüne / Sünneti =Hz. Peygamberin yaşayış modeli, gidişatı. Kur’an: Sünnetullah = Yüce
yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları / Sünnetu’l-evvelin = eskilerin
örf-adet ve yaşayış tarzları. Usulcüler:
Hz. Peygamber’in sözle veya fiille açıktan, gördüğü ya da duyduğu olayları
susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tamamını anlatan
terim. Hadisçiler: Hz.
Peygamberin evsafı, ahlakı, peygamberlikten önceki ve sonraki her türlü
yaşayışına yer verirler. Sarih
(açık) takrir: Rasulullah’ın muttali olduğu herhamgi bir olay ya da
sahabilere ait uygulamayı tasvib ve tasdik ettiğini açıkça belirtmesidir. Zımni takrir:
Muttali olduğu herhangi bir olay karşısında Hz. Peygamber’in sükut
buyurmasıdır.
Hadisin yapısı: Sened
(Tarik/Vech): Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet
eden kişilerin -Rasulullah’a kadar- sıralandığı kısım. Hadisi nakleden
ravilerin isim zinciridir. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını
gösteren belgedir. Ravi:
Senedde yer alan her şahıs. İsnad:
Sened zikretme, sözü Rasulullah’a iletmek. Rivayet
lafızları: (حدثنا) ve (عن) gibi lafızlar. Rivayet:
Ravilerin hadisleri nakletmesi. Merviyy:
Rivayet ettikleri hadis. Senedin ibtidası:
Senedin bize en yakın kısmı başlangıcı. Senedin müntehasi: Hadis
metnine en yakın yeri sonu. Hümasi:
Senedinde beş ravinin bulunduğu bir hadistir.
Kısaltmalar: 1.
( حدثنا) lafzı, çoğunlukla ( ثنا) ve ( نا) şeklinde kısaltılmaktadır. ( حدثني) lafzı da ( دثني) ve ( ثني) şeklinde kısaltılmaktadır. 2.
( ءاخبرنا) lafzı ( ءانا) şeklinde kısaıltılmıştır. Beyhaki
bunu ( بنا) şeklinde kısaltmış
fakat tutulmamıştır. 3.
( ءاخبرني) , ( ءانبءني) , ( ءانبئنا) ‘nın kısaltmaları
yoktur. Zira bunlar öncekilere oranla daha az kullanılır. 4.
( عن) lafzı dışında kalan ( سمعت) , ( حدثنا) , ( ءاخبرنا) , ( حدثنا) ve ( ءانبئنا) gibi lafızların başında
mutlaka bir ( قال) kelimesi bulunmaktadır. Çoğu kere yazılmaz fakat
okurken orada yazılıymış gibi okunur. 5. Senedlerdeki ( ءانه) kelimesi de yazılmaz ama okunur. 6.
Hadis senedleri arasında görülen ( ح) harfi de o noktada senedin
değiştiğini gösterir ve ( حا) diye okunur. Bu kısaltma, hadisin birkaç senedini
bir araya toplamak için kullanılır. Bazıları ( الحديث) veya ( تحويل) diye okurlar.
Genellikle birleştirilen senedler arasında müşterek olan ilk ravi isminden
sonra konur.
Ali b. Ebi Talib: ‘Kazanan kazandığını adaba riayetle kazandı, kaybeden
kaybettiğini edebi terketmekle kaybetti’.
Rivayet: Kelime:
Sulamak, taşımak ve nakletmek. Terim:
Hadisin tahammül ve edası, eda siğalarından herhangi biri ile kaynağına isnadı.
(Hadisin öğrenim ve öğretimi) Öğrenim:
Haml, tahammül ve telakki. Öğretim: Nakl, eda ve tebliğ.
Adab: Edeb’in
çoğulu olarak herhangi bir meslek mensuplarının uyması ve uygulaması gerekli
manevi kaide ve ilmi teknikler (metodlar).
Hadis Öğrenim ve Öğretim Yolları: 1.
Sema: Hocanın, ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette
bulunması; öğrencinin, hocadan bizzat duyarak bu rivayeti almasıdır. Topluluk
içinde alınmışsa: haddesena fulan/ahberana/enbeana fulan/semi’na fulanen. Yalnız iken alınmışsa: haddeseni/ahbereni/enbeani
fulan/semi’tu fulanen. İmla: Hocanın, ezberinden
veya yazılı vesikadan okuyarak rivayet ettiği hadisleri yazdırmasıdır. İmla sistemi:
Önceden belirlenmiş zaman ve yerlerde büyük kalabalıklara hadis rivayet edip
yazdırmak. İmla
meclisleri: Bu yerlere. Mümli:
Hocaya. Müstemli:
Bu meclislerde hadis yazan öğrenci. Emali:
Bu yolla elde edilen rivayet metinlerinden oluşan kitaplar. Kullanılan
Siğalar: ( حدثنا فلان بتبليغ فلان / حدثنا فلان ءاملاء ).
2. Kıraat/Arz: Hocanın
huzurunda talebe ezberinden veya elindeki kitaptan hadis okur. Hoca da
ezberinden veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinlemesidir. Kullanılan Siğalar:
( قراءت على فلان و هو يسمع/ قرئ على فلان و ءانا ءاسمع / حدثنا فلان
قرائة عليه ). İmam
Müslim, ahberana lafzını özellikle bu yolla aldığı hadisleri rivayet
ederken kullanmaya çalışmıştır.
3. İcazet: Hocanın,
talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayete izin vermesidir. İbn Hazm, bu usule çok sert
şekilde karşı çıkmakta ve bidat demektedir. Mücazun
leh: Kendisine icazet verilen kişi. Muciz:
İcazet veren kişi.
4. Münavele: Kendisinden nakl
ve rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine bir kitap veya yazılı bir metin
vermesidir. Kullanılan
Siğalar: ( حدثنا فلان مناولة و ءاجازة ).
5. Kitabet: Huzurunda bulunan
veya bulunmayan bir öğrencisi için hocanın kendi eliyle bir veya birkaç hadis
yazıp veya yazdırıp vermesi veya göndermesidir. Kullanılan
Siğalar: ( كتب ءالي فلان قال حدثنا فلان
/ ءاخبرنا فلان مكاتبة-
كتابة قال حدثنا فلان ).
6. İ’lam: Hocanın, icazetten
söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis kitabı için sadece benim rivayetim
işte budur diye açıklamada bulunmasıdır.
7. Vasiyet: Ölmek veya
yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet izninden söz etmeksizin- kitabını
öğrencilerden birine vasiyet etmesidir.
8. Vicade: Bir kimsenin yazma
bir risale veya kitap bulmasıdır. Vacid:
Bulan. Kullanılan
Siğalar: ( وجدت بخط فلان ). Bugün hadis kitaplarından yapılan nakillerin hepsi
bir çeşit vicade’dir.
Tasnif devri/kütüb-i sitte öncesi rivayet
mahsulleri: 1.
Sahifeler: Abdullah b. Amr b. el-As; es-Sahifetu’s-Sadıka. 2.
Cüzler: Cüz’u hadisi Ebi Bekr. 3.
Erbeun: Nevevi; erbeun.
Tasnif devri rivayet mahsülleri: 1.
Ale’r-rical: a)
Müsned: Sahabilerin, müslüman olmaktaki önceliklerine, Hz. Peygambere
yakınlık derecelerine ya da kabilelerine göre harf sırasına konularak ve
onlardan gelen hadisler, konularına bakılmaksızın o ismin altına
dercedilmesiyle oluşan kitap türü: Ahmed b. Hanbel; Musned. b)
Mu’cem: Hadislerin, Sahabe, şuyuh veya beldelere göre ve çoğu kere
alfabetik olarak sıralandığı eser: Taberani; Mu’cem. c)
Etraf: Anahtar/kılavuz türü eser: Adbülğani en-Nablusi;
Zehairu’l-mevaris fi’d-delaleti ala mevazı’ıl-hadis.
2. Ale’l-ebvab: a)
Musannef: Sünen’lerin muhtevasına mevkuf ve maktu’ hadislerin ilavesiyle
meydana getirilmiş kitap türüdür: İbn Ebi Şeybe; el-Musannef. b) Cami’:
Akaid, ahkam, siyer, adab, tefsir gibi dinin bütün cephelerine dair konuların tamamını
kapsayan kitap türüdür: Buhari/Muslim; el-Cami’ c) Sünen: Merfu’ nitelikli
ahkam hadislerini fıkıh kitapları tertibi içinde ihtiva eden kitap türüdür: Ebu
Davud/Nesai/İbn Mace/Tirmizi/Darimi; es-Sünen.
Ravi: Nakleden, taşıyan ve ileten. Ruvat:
Nakledenler, Terim:
Hadisi öğrenip eda terimlerinden biriyle kendisinden sonrakilere nakleden
hadisçi.
Ravi’nin vasıfları: 1.
Adalet: Raviyi takvaya yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata
ve davranışlardan uzak tutan bir niteliktir. a)
Müslüman olmak. b)
Büluğa ermiş olmak. c) Akıllı olmak. d)
Takva sahibi olmak. e)
Muruet (İnsani ve örfi meziyet ve geleneklere sahip ve saygılı yaşamak).
2. Zabt: Bellemek, duyduğunu
duyduğu gibi rivayet edebilmektir. a)
Uyanık olması. b)
Ezberinden naklediyorsa, ezberlemiş olması. c)
Kitaptan rivayet ediyorsa, kitabını iyi korumuş olması. d) Mana ile rivayet
ediyorsa, manayı bozacak unsurları biliyor olması gereklidir.
Tabaka: Sözlük:
Herhangi bir vasıfta ortak olanlar. Terim:
Yaş ve isnadda birbirine benzeyen akran raviler grubudur. İhtiyaç
duyulan noktalar: Doğum, vefat, öğrenciler, hocalar.
Beş
tabaka: *
Hz. Peygamber’in vefatı (h. 11) 1-Sahabe
(h.110) 2-Tabiun
(h.180) 3-Etbau’t-Tabiin
(h.220) 4-Etbau
etbaı’t-tabiin (h.260) 5-Etbau etbaı etbaı’t-tabiin (h.300)
Sahabiyi Tanıma Yolları: 1.
Tevatür yolu. 2.
Şöhret yolu. 3.
Şehadet yolu. 4.
İkrar yolu.
Muammerun: Uzun yaşayanlar. Muhadram/Muhadramun:
Hem Cahiliyye devrinde yaşamış hem de İslam devrinde yaşamış olduğu halde Hz.
Peygamberi görememiş ancak Sahabilerle görüşebilmiş olanlara Tabiilerden olmak
üzere verilen isimdir. Muksirun: Binden
fazla hadis rivayet etmiş olan Sahabiler. 1-Ebu
Hureyre (58/672). 2-Abdullah
b. Ömer (73/692). 3-Aişe
bnt. Ebi Bekr (58/678). 4-Enes
b. Malik (93/712). 5-Abdullah
b. Abbas (68/687). 6-Cabir b. Abdillah (74/693). 7-Ebu Said el-Hudri (64/683). (Abdullah b. Mesud ve Abdullah b.
Amr b. el-As’ın da bine yakın rivayetleri vardır). Mukıllun: Binden az hadis rivayet etmiş olan Sahabiler. Tesebbüt:
İhtiyatlı davranıp kesin kanaat edinmedikçe hadis rivayet etmemek prensibi. Rihle: İlim yolculuğu.
Sahabilerin sayısı: 40.000-120.000. Eserlerde
tanıtılan: 10.000-12.000.
Cerh ve Ta’dil: Cerh:
Elle, aletle veya dille yaralamak. Istılah:
Adalet veya zabt sıfatını ibtal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi
tenkid ile rivayetlerinin iyice tetkikini istemek. Ta’dil:
Tezkiye etmek. Istılah: Ravinin adil ve zabıt
olduğuna hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır. Cerh
ve ta’dil alimleri’nin taksimi: 1-
Müteşeddid ( - ) 2-Mütesahil ( Tirmizi/Hakim en-Neysaburi ) 3-Mutavassıt
( Darekutni/İbn Adiy )
Ta’n noktaları (Metain-i aşere): En
ağırından en hafifine göre: 1-Adalet
vasfına yönelik: a) Kizbu’r-ravi: ( 1 ) b) İttihamu’r-ravi bi’l-kizb: ( 2 ) c) Fısku’r-ravi: ( 5 ) d) Cehaletu’r-ravi: (
8 ) e) Bid’atu’r-ravi: ( 9 )
2-Zabt vasfına yönelik: a)
Kesretu’l-galat: (rivayette çok yanlış yapması) ( 3 ) b) Fartu’l-gafle: (aşırı
gafil ve kapılgan olması) (
4 ) c) Vehm: (sened ve metinde, cerh ve ta’dilde
hata yapması) (
6 ) d) Muhalefetu’s-sikat: (zayıf ravi
daha/güvenilir raviye muhalef etmesi) ( 7 ) e) Su’u’l-hıfz: (hafızanın
pek parlak olmaması) ( 10 )
Cerc ve ta’dil sonucu raviler: 1-Muaddel:
Ta’dil ve tezkiye edilmiş raviler. (Sikat) 2-Mecruh:
Cerhedilmiş raviler. (Duafa)
1-Ma’ruf: Şahsı ve hali
olumlu veya olumsuz olarak belirmiş olanlar. 2-Mechul
-ayn: Sadece bir ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği kişi. (Rivayet
kabul edilmez) Mechul -hal: Zahiri ve batıni nitelikleri bilinemeyen, iki
veya daha çok kişinin kendisinden hadis rivayet ettiği ve fakat güvenilir
olduğu belirtilmeyen ravidir. (Kabul veya reddedilir) Muhtelit:
Ömrünün sonunda zihni iğtişaya uğrayan raviler. Vuhdan:
Kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunduğu raviler.
Kabul veya red açısından hadisler: 1-Makbul:
Ravisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken
hadislerdir. 2-Merdud:
Ravisinin doğruluğu kebul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek gerekmeyen
hadistir.
Ravi sayısı açısından hadisler: 1-Mütevatir:
Aklın, yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler
topluluğunun, her nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği,
işitme veya görmeye dayanan hadistir. a-Lafzen:
Bütün rivayetlerinde lafızları aynı olan mütevatir hadis. b-Manen: Aralarında ortak bir
nokta bulunan değişik hükümlerin, tevatüt şartlarını taşıyan raviler tarafından
nakledilmesiyle ortaya çıkan ortak mana. 2-Ahad:
Mütevatir hadis şartlarını taşımayan hadis/bir kişinin verdiği haber. 3-Meşhur: Tevatür
şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı
olmayan hadis.
Senedin müntehası açısından hadisler: 1-Kudsi:
Ayet olmamak kaydıyla, Hz. Peygamber’in Allah Teala’ya nisbet ve izafe ettiği
hadis. 2-Merfu’:
Söz, fiil, takrir, fıtri veya ahlaki vasıf olarak, -senedi muttasıl veya
munkatı’ olsun- açıkça veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Hz. Peygambere izafe
edilen hadis. a-Saraheten (açık): Açık
bir şekilde Hz. Peygambere’e izafe edilen hadistir. (Hadis içinde Rasulullah’a
ait bir söz, bir fiil, bir takrir veya bir vasıftan söz ediliyor). b-Hükmen: Herhangi bir
sahabinin, geçmiş peygamberler veya gelecekte cereyan edecek olaylar ya da
işlenmesi halinde işleyene sevab yahut azab gerekecek konular gibi şahsi görüş
ve kanaata dayanması mümkün olmayan mevzulara dair haberler. (İsrailiyat’tan
olmaması gerekiyor) 3-Mevkuf:
Sahabilerin söz, fiil ve takrirlerine dair –muttasıl veya munkatı- haberler. 4-Maktu’: Herhangi bir Tabii’ye izafe
olunan söz, fiil veya takrirler. *Munkatı’:
Senedinde bir ravinin isminin hiç geçmediği veya kapalı olarak geçtiği hadisler
ile, senedinden, sahabiden önce bir kişinin atlandığı veya peşpeşe olmamak şartıyla
birden fazla ravinin atlanmış olduğu hadisler.
Sıhhat veya hüküm açısından hadisler: 1-Sahih:
Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve
muallel olmayan hadistir. a-Sahih
li zatihi: Sahih hadis, eğer bu sayılan sıhhat şartlarının tümüne en üst
seviyede sahip olmasıdır. b-Sahih li gayrihi: Sıhhat
şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini sıhhat derecesine
çıkaracak bir başka rivayet (adıd) bulunan hadistir. 2-Hasen: Zabtı biraz gevşek olan
ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel olmayan hadistir. a-Hasen li
zatihi: b-Hasen li gayrihi: 3-Zayıf:
Sahih ve Hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir.
Hadiste zayıflık sebepleri: 1-Senedde
inkıta’: Senedden en azından bir ravinin düşmesidir. a-Mürsel:
Tabii’nin, sahabiyi atlayarak Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadistir. b-Munkatı’: Senedi
muttasıl olmayan hadistir. c-Mu’dal:
Senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü
hadistir. d-Muallak:
Senedinin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç ravinin ya da müntehasına
kadar senedin bütünüyle hazfolunduğu hadistir. e-Müdelles:
Senede dahil bir ravinin ismini atlayarak, orada böyle biri yokmuş izlenimini
verecek şekilde senedi sevkedilen hadistir.
2-Ravideki cerhi gerektiren hallere göre zayıf
hadis çeşitleri. a-Mevzu’:
Hz. Peygamber adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş ravinin rivayetidir. b-Metruk:
Yalancılıkla itham edilmiş bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı (teferrüd
ettiği) hadistir. c-Münker:
Zayıf bir ravinin sika raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir/ Sika
olsun olmasın ravisi tek kalan hadistir. d-Muallel:
Görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhatı yok edebilecek gizli bir illet
taşıyan hadistir. e-Müdreç:
Hadisten olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir. f-Maklub: Sika ravilere
muhalefet ya seneddeki ravi isimlerini ya da metnin bazı kelimelerini takdim-tehir
ederek rivayet edilen hadistir. g-Muzdarib:
Birden çok rivayeti bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek
sebep bulunamayan hadistir. h-Şaz:
Sika bir ravinin mütabii olmaksızın tek başına rivayet ettiği hadis/ Sika bir ravinin
diğer sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. ı-Musahhaf:
Kelimenin yazılışı (hattı) bozulmaksızın nokta veya harekelerin değiştirilmesi
ve böylece başka bir kelime haline getirilen hadistir. i-Muharref: Kelimesi hareke
değişikliğine uğramış hadistir.
Fıkıh Metodolojisi: Fıkhi meselelerin elde edilmesi için uyulması gereken
kural ve araçları inceleyen bir ilim.
Usulü Fıkıh öğrenimin iki amacı:
1) Müçtehidle ilgili amaç: henüz bilinmeyen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta
belirlendiği üzere ilgili kural ve amaçlarına bağlı olarak kaynağından çıkarıp
keşfetmektir. 2) mukallitle ilgili amaç: Önceden bir müçtehid tarafından
keşfedilmekle bilinen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta mukarrer bulunan kurallar ve
araçlar uyarınca ispatlamaktır.
Hanefi geleneğinde yazılan
temel Usulü Fıkıh eserleri: 1-Fahru’l-İslam el-Pezdevi ve 2-Şemsü’l-Eimme
es-Serahsi’nin kitapları. “el-Menar“ bu iki kitabın muhtasarıdır. Mütekellim
geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri: 1-Kadı Abdü’l-Cebbar;
“el-Umed”, 2-Ebu’l-Hüseyin el-Basri; “el-Mutemed”, 3-Ebu’l Meali el-Cuveyni;
“el-Burhan”, 4-Ebu Hamit el-Gazali; “el-Mustasfa”.
Usulü Fıkıh: Fıkıh ilminin asılları. Genel
manası: Kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir. (Kelam/Ahlak/Fıkıh) Özel manası:
Davranışla ilgili hükümleri tafsili delillerden bilmektir. Asıl:
Delil = 1-Hem Sübutu, hem de delaleti
kesin olur.(Mütevatir nass) 2-Sübutu
zanni, delaleti kesin olur.(Kesin olan haberi vahidler) 3-Sübutu kesin,
delaleti zanni olur.(Tevil edilmiş ayetler) 4-Hem
sübutu, hem de delaleti zanni olur.(kesin olmayan haberi vahid)
Fıkıh ilminin asılları: 1-Kur’an, (Mutlak asıl) 2-Sünnet, (Mutlak asıl) 3-İcma,
(Mutlak asıl) 4-Kıyas, (asıl / fer’) *-Şer’u
men kablena, *-Örf, *-İstishab,
*-İstihsan, *-Zaruret.
Usulü Fıkhın konusu: Deliller ile hükümlerdir. Usulü
Fıkhın Gayesi: Şer’i hükümleri bilmek ve gereğiyle amel ederek dini ve
dünyevi saadete kavuşmaktır.
Usulü Fıkıh iki
maksıd ve bir hatime üzerine tertip edilmiştir: (Maksıd 1) *Delillerin
hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir: 1-Kitap:
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammede indirilip, ondan tevatür yoluyla
nakledilen Kur’an nazmıdır.
Lafız, hükümlerin bilinmesine yönelik
durumları itibariyle dört kısımdır: a-Hass,
b-Amm, c-Müşterek, d-Cemi Münekker. Lafız,
manaya delaleti yönüyle sekiz türlüdür. Dördü açıklık derecesine
göredir: a-Zahir, b-Nass,
c-Müfesser, d-Muhkem. Diğer
dördü de kapalılık derecesine göredir: a-Hafi,
b-Müşkil, c-Mücmel, d-Müteşabih. Lafız, manada kullanışı
itibariyle dört türlüdür: a-Hakikat,
b-Mecaz, c-Sarih, d-Kinaye. Lafız,
kastedilen mananın kendisinden anlaşılması itibariyle de dört türlüdür: a-İbaresiyle delalet eden,
b-İşaretiyle delalet eden, c-Delaletiyle delalet eden, d-İktizasıyla delalet
eden.
2-Sünnet: Hz. Peygamberden sadır olan
kavl, fiil ve takrirler’dir.(söz/davranış/Onay)
3-İcma: Ümmeti Muhammed’den, aynı
asırda gelen tüm müçtehitlerin şer’i bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir.
4-Kıyas: İki meseleden birinin
illetinin dengi ikinci meselede bulunduğunda hükmün dengini rey ve içtihat
yoluyla ikinci meselede ortaya çıkarmaktır.
Kıyasın rükünleri: a-Asıl/Makisun
aleyh. b-Fer’/Makis. c-Aslın
hükmü/hükmü muaddi. d-İllet/Cami.
(Maksıd
2) *Hükümlerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:
1-Hüküm: Mükelleflerin fiillerine
iktiza (gereklilik), tahyir (serbestlik) veya vaz’ (ikş durum arasında sebep,
şart, mani bağı kurma) yoluyla ilişen ilahi hitabın eseridir.
Mükellefin fiili, (1.taksim)
Sıhhat itibariyle: 1-Sahih, 2-Batıl, 3-Fasit. Mükellefin fiili, (2.taksim)
İni’kad itibariyle: 1-Münakit,
2-Gayri münakit. Mükellefin
fiili, (3.taksim) Nefaz (geçerlilik) itibariyle: 1-Nafiz, 2-Gayri Nafiz. Mükellefin fiili, (4.taksim)
Lüzum (Bağlayıcılık) itibariyle: 1-Lazım, 2-Gayri lazım.
Uhrevi maksatlar açısından
fiil’in taksimi: 1-Azimet:
kulların özürlerine dayalı olmaksızın ilk baştan meşru kılınan fiildir. 2-Ruhsat: Şer’i
özürler üzerine ikinci derecede meşru kılınan fiildir.
Azimetin çeşitleri:
1-Farz, a) Kifaye, b) Ayn. 2-Vacip, 3-Sünnet, a) Hüda, b) Zevait. 4-Nafile, 5-Haram, a) Li aynihi, b) Li gayrihi. 6-Mekruh, a) Tenzihi, b) Tahrimi. 7-Mübah,
2-Hakim: Şer’i hükümlerin güzellik
(husn) ve çirkinliğinde (kubh) mükellef üzerine hakim; gerek akıl ile kesb
olmaksızın veya kesb olduktan sonra bilinen şeylerden olsun veya olmasın akıl
değil, Şari olan Allah’tır.
3-Mahkumun
bih: Şariin hitabının iliştiği fiildir.
Çeşitleri: 1-Yalın
Allah hakları. 2-Yalın
kulların hakları. 3-Allah’ın
hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının baskın olduğu yer. 4-Kul
hakkının Allah hakkına baskın olduğu yer.
4-Mahkumun aleyh: Fiiline ilişen olarak
şer’i hitabın geldiği mükelleftir.
Fiil ehliyetini zedeleyen
arızalar: a) Semavi, b) Müktesep. a-Semavi
(bunlarda kulların kazanım ve seçimi yoktur): 1-Delilik (Cünun). 2-Küçüklük (Sığar). 3-Bunaklık (Ateh). 4-Unutma (Nisyan). 5-Uyku (Nevm). 6-Bayılma (İğma). 7-Kölelik (Rikk). 8-Hayız
ve Nifas. 9-Hastalık (Maraz). 10-Ölüm (Mevt).
b-Müktesep (bunlarda kulun gerek kazanım yoluyla
ve gerek (o arızayı meydana getiren sebepleri) ortadan kaldırmaması şeklinde
bir etkisi bulunur): 1-Cehalet (Cehl). 2-Sarhoşluk (Sükr). 3-Şaka (Hezl). 4-Sefeh (Harcamalarda tedbirsizlik). 5-Yolculuk (Sefer). 6-Hata. 7-Zorlama (İkrah).
(Hatime) *İçtihat hakkındadır: İçtihat:
her bir şer’i-fer’i hükmü delilinden istinbat konusunda daha ileri gitmekten
aczini anlayıncaya dek gücünü tamamıyla sarf etmektir.
MELAHAT AKALP
13922758-DOKTORA
TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARININ HÜLASASI
Tefsir Tarihi:
Kur'an'ın dil bakımından tahlil edilmesiyle ve metnin anlaşılması için gerekli
olan verilerin bir araya getirilmesiyle gerçekleştirilen faaliyetlere Tefsir ismi verilmektedir. İşte bu
faaliyetler önceleri şifahî bir tarzda, hicri II. asrın ikinci yarısından
itibaren de yazıya geçirilerek (tedvin) günümüze kadar devam edip gelmiştir.
Kur'an mesajının anlaşılmasına yönelik bu çabalar tarihsel bir süreci
oluşturmaktadır ki buna, Tefsir Tarihi
denilmektedir.[1]
Hadis Tarihi:
Hadislerin, Hazreti Peygamber (sav) devrinden itibaren -özellikle ilk üç
asırda- kazandığı büyük değere paralel
bir şekilde rivayetini, rivayetindeki gelişmeyi, çeşitli tehlikeler karşısında
onları koruma görevini yüklenen
hadisçilerin faaliyetlerini, tedvin ve tasnifini, kısacası tarihini
incelemektir.[2]
Fıkıh Tarihi:
Hukuk ilminin zaman-ı risaletten
itibaren nasıl teessüs etmiş, nasıl inkişafa mazhar olmuş ve ne vechile müdevven bir hale gelmiş olduğunu
gösterir. Bu ilme hizmet etmiş olan
müctehidlerin, vesair fukahanın bu bâbtaki pek mühim say ve gayretlerini, muvaffakıyetlerini
kaydeder. O büyük zatların şahsiyetlerini, yüksek bilgilerini göstermeğe
çalışır. Tarih-i fıkha tarihu't-teşri adı
da verilmektedir.[3]
Rasûlullah'ın
(sav) Yemenlilere gönderdiği Mu'âz b. Cebel'i uğurlarken ona sorduğu soru ve
aldığı cevap, İslamî ilimlerin kaynaklarına dair temel kaideleri koymaktadır:
"Sana bir mesele geldiğinde ne ile hükmedeceksin?", "Allah'ın
Kitabı ile", "Onda bulamazsan?", "Rasûlü'nün Sünneti
ile", "Onda da bulamazsan?", "Reyimle ictihad eder, elimden
gelen gayreti sarfederim."[4]
Sonraki
dönemlerde Kitap-Sünnet-İcma-Kıyas
olarak sistemleşecek bu kaynakların ilki olan el-Kitap başlığı altında toplanan veriler aslında Tefsir Usulü dediğimiz ilmi
oluşturmuştur. Ayrıca Hadis külliyatı içerisinde toplanan Tefsir
rivayetleri, zamanla müstakil eserlere nakledilmiş; kadim
ulema Ulûmu'l-Kur'an tabiri ile
Tefsirle ilgisi bulunan ilimleri, konuya has eserlerde bir araya getirmiştir.
Her
ne kadar İslamiyet Kur'an vahyi ile başlamış olsa da ona bütün karakterini
veren tek başına Kur'an olmamıştır. İslam geleneğinin tarihteki şeklini
almasında, Peygamber (sav) yaşantısının ve ilk neslin Kur'an'ı algılama
biçiminin belirleyici rolü vardır. Bu bakımdan "Sünnet/Hadis Kur'an
üzerinde belirleyicidir, Kur'an Sünnet üzerinde değil." sözü bu gerçeği
ifade etmektedir.
Tüm
bu durumlar bizlere Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimlerinin birbirleriyle sıkı bir
ilişki içerisinde olduklarını göstermektedir. Bu ilimlerin doğru
anlaşılabilmesi için aralarındaki bu bağlantının çok iyi kurulması
gerekmektedir.
Tefsir,
ilk nesilden sonraki Müslümanlara ayetlerin indiği anda işaret ettiği durumları
ve ilk muhataplarının ayetlerden ne anladığını gösterme amacına matuftur.
Hadis, Peygamber Efendimizin ayetlere getirdiği açıklamaları ve ayetlerin indiği
koşulları öğrenmek için yararlanılan bir bilgi kaynağıdır. Fıkıh ise ibadet ve
muamelat konularını ele almış ve disiplinize ederek reel hayata aktarılmasına
katkı sağlamıştır. Fıkıh ilmi hem hadis hem
de tefsir ilminden veri elde ederken, hadis her ikisine de bilgi sağlamıştır.
İslamî
ilimleri araştırmaya talip olanlar, erken dönemden itibaren oluşturulan temel
kaynak eserleri ve anlama faaliyetlerini, hiyerarşik bir metodla tetkik
edilmelidir ki, İslamî ilimlerde bilginin bütünlüğü ortaya çıksın. Ve böylece
İslam geleneğinin tarihteki şeklini almasına katkı sağlayan bu ilimlerin
sistematik bir şekilde nasıl bir bütünlük arz ederek tesis edildikleri daha net
anlaşılsın. Nitekim günümüz modern insanının "Yalnızca Kur'an"
yanılgısı, işte bu bağlantının göz ardı edilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır.
[1] Muhsin Demirci, Tefsir Tarihi, MÜİF Yay, İstanbul, 2003, s.13,
[2] Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, AÜİFY, Ankara, 1977, s.3.
[3] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstılâhatı Fıkhiyye Kamusu, I, 311; Abdulvahhab Hallâf, İslam Teşrîi Tarihi, çev:Talat Koçyiğit, AÜİFY, Ankara, 1970.
[4] Ebû-Dâvûd, Akdıye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3.
2014-2015 Doktora Güz Yarıyılı
Zeliha ÇİFTÇİ
Öğrenci No: 13922757
Kur’an İlimleri
Kur'an ilimleri (Ulumü'I-Kur'an) tamlaması esas itibariyle
Kur'an'la doğrudan ilgili olan disiplinleri kapsar. Kur'an-ı Kerim'le alakası
olmayan. Fakat kendisinden Kur'an'ın yorumunda dolaylı olarak yararlanılan ilimlerin
Kur'an ilmi sayılıp sayılmayacağı hususu tartışılmıştır. Kur'an ilimleri
Kur'an'ın vahyi, nüzulü, yazımı, okunması, tertibi, toplanması, çoğaltılması, hattı,
kıraati, tefsiri, i'cazı, nasih ve mensuhu, i'rabı, dil, üslup ve belagatı, ayet
ve surelerinin birbiriyle ilgisi, muhkem ve müteşabihi hakkındaki disiplinleri kapsar.
Kur’an ilimleri, ihtiva ettikleri konular, hükümler ve müfredatla Kur’an’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Bu ilimlerin sayısı hakkında farklı görüşler
vardır. Zerkeşî (ö.794/1391) bu ilimleri 47 ile sınırlandırırken, Suyûtî
sayılarını Zerkeşî’nin çerçevesini
genişleterek biraz daha çoğaltmıştır.
Kur’an ilimleri konularında
ilk olarak I. ve II. asırda eserler verilmiştir. Kur’an’ın bütün ilimlerini
toplayıcı kapsamdaki eserler ise daha sonra yazılmıştır ve ilk eser Zerkeşî’nin
‘el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ isimli
eseridir. Ulûmu’l-Kur’ân ifadesi ise kavram olarak IV. hicrî asrın başlarında
kullanılmış olmakla birlikte, kavramdaki içeriğe münasip olan kullanımın ancak
VIII. hicrî asırda gerçekleştiği söylenebilir.[1]
Hadis İlimleri
Hadisler, ikinci asrın başlangıcından itibaren tedvin edilmeye
başlamış olmakla beraber, bunların tedvininde hadis imamlarının göz önünde bulundurdukları
usûl ve kâideler, henüz kitaplaşmış değildi. Hatta tedvinden sonra kazanmış
olduğu Usulü'l-Hadis veya Mustalahil-Hadis tabirleri bile, üçüncü
asır hadis imamları arasında bilinmiyordu. Hâdîs rivayetiyle bu rivayetin
şartlarından, çeşitlerinden, ravilerin şart ve ahvalinden, merviyyatın
sınıflarından bahseden Usulü’l Hadis veya Mustalahu'l-Hadis, ilk defa IV. asırda
tedvin edilmiştir.[2]
Ulûmü’l-hadîs, hadis ilmine
dair çeşitli konuları kapsayan literatürün genel adı olmakla beraber bu ilim
içerisinde gelişmiş müstakil disiplinleri de ifade eder. Hadis tedvîn ve tasnif
faaliyetiyle eş zamanlı gelişen bu ilimlerin ekseriyeti erken dönem muhaddislerince
hadis metinlerinin mâna ve içeriğine yani dirâyetü’l-hadîse verilen önemi yansıtmaktadır.
Bunlardan cerh-ta‘dîl ve kısmen ilelü’l-hadîs isnadla ilgili ilimlerdir. Hadis
metinlerini anlamaya yönelik olanlar ise garîbü’l-hadîs, muhtelifü’l-hadîs,
nâsihu’l-hadîs ve mensûhuhu, fıkhü’l-hadîs ve esbâbü vürûdi’l-hadîs ilimleridir.
Son ikisi hadis ilimleri arasına diğerlerinden çok sonra girmiştir. Râvilerin
güvenilirliğini tesbit etmeyi amaçlayan cerh ve ta‘dîl ilminin temel dayanağı
ricâl eserleridir; buna ilmü’r-ricâl de denir. İlelü’l-hadîs ise isnadda veya
metinde yer alan ve hadislerin sıhhatini zedeleyen gizli kusurları inceleyen
ilim dalı olup erken dönemlerden itibaren bu hususta çeşitli eserler telif
edilmiştir.
Fıkıh Usulü
Fıkıh usulünün içeriği dört bölümde şöylece özetlenebilir: 1.Edilletü’l-ahkâm:
Bu bağlamda edille genellikle, kitap gibi ana kaynakların yanı sıra şer‘u men
kablenâ gibi tâlî kaynaklarla tâlî kaynak görevi yüklenen kıyas gibi metotları ve
sedd-i zerâyi‘ gibi prensipleri topluca ifade eden bir kavram olarak
düşünülmüştür. 2. Hüküm bahisleri: Hüküm teorisi diye nitelenebilecek bu
bölüm de dört başlık içerir: a) Hüküm ve kısımları: Hükmün tanımı ve
hükümlerle ilgili terminoloji; b) Hükme konu fiiller/mahkûm fîh: Bir
fiilin yükümlülüğe konu olmasıyla ilgili şartlar ve hükmün koruduğu hakkın
aidiyeti, sorumluluk ve hak teorilerine esas teşkil edecek ilke, tahlil ve
açıklamalar; c) Hükme muhatap olan kişi/mükellef/mahkûm aleyh: Hak
sahipliğinin ve yükümlülüğün temelini oluşturan nitelikler ehliyet teorisi. d)Hükmün
menşe anlamında kaynağı / hüküm koyma yetkisi/hâkim: Kelâm ilminde yer alan
hüsün-kubuh tartışmasının uzantısı niteliğindeki bu konunun fıkıh ve fıkıh
usulü açısından önem taşıyan yönü, kendisine dinî bildirim ulaşmamış kişilerin
dinen yükümlü sayılıp sayılmayacağının ve gerek dinî bildirim bulunmayan
durumlarda gerekse dinî bildirimlerin gerekçe ve amaçlarını kavramada aklın
rolünün belirlenmesine ışık tutmasıdır. 3. Hüküm istinbat metotları: Nasların
yorumuyla ilgili kurallar, deliller arasındaki zıt ilişkiler ve zıtlığı
(teâruz) giderme yolları. Esasen yorum sınırını aşan hüküm çıkarma metotları
(özellikle kıyas ve istislâh) bu bölüme uygun düşmekle birlikte bunlar
genellikle “edilletü’l-ahkâm” kapsamında ele alınmıştır. Makasıdü’ş-şerîa
konusu yeni eserlerde ayrı bir başlık altında bu bölüm içinde incelenir; klasik
fıkıh usulü eserlerinde ise değişik bahisler arasına serpiştirilerek işlenmiştir.
4.İctihad ve taklid: Fıkıh usulü açısından bu bölümün en önemli kısmı,
müctehidde aranacak özellikler ve bununla yakın ilişkisi bulunan ictihadın
bölünüp bölünemeyeceği konusudur.
Sonuç ve Değerlendirme
Tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini ve usullerini incelediğimizde
aslında hepsinin aynı kaynaktan ve dönemden çıktığını, birbirlerini
desteklediklerini ve daha sonraki asırlarda disiplin haline gelerek
birbirlerinden ayrıldıklarını görüyoruz.
Sünnet tefsir kaynağı olarak Kur’anî ayetlerle ilgili özel
malzemeleri ihtiva eder. Kur’an’ı anlamak için ilk ve en yüksek otorite
olmasıyla Hz. Peygamber, sahabîlerinin sorularına cevap vermek amacıyla Kur’an
ayetlerinin mahiyetini açıklayan çeşitli ifadeler kullanmıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın
ilk müfessiri Hz. Peygamber’dir. Tefsiri ondan ashabı almış, ashab da bu
bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve
tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an tefsirlerini bir araya getirmiştir.
Allah’ın Rasulü Hz. Muhammed’in hareketleri, sözleri, hüküm ve
davranışlarından oluşan sünneti; ashab ikinci nesil Müslümanlara ve onlar da
üçüncü ve dördüncü nesillere aktarmıştır. Bu bilginin bazıları bazı sahabi
tarafından en başından beri yazılmış, fakat büyük kısmı bütün ümmetin
uyguladığı ve rivayetle de hafızalara işlenen pratiklerle elde tutulmuştur.
Sünnet normatifliğini Kur’an’dan almıştır. Doğrudan Kur’anî emirle bütün
Müslümanlar peygambere itaat etmeye, onun sözünü dinlemeye ve örneğini izlemeye
mecbur tutuldu.
Fıkıh ilmine gelince; başlangıçtan itibaren fıkhî meseleleri çözüme
bağlarken dayanılacak iki ana kaynağın Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamber’in sünneti
olduğu hususunda görüş birliği vardır. Bu çerçevede ortaya konan çabalar
bakımından sünnet malzemesinin sıhhati meselesi özel bir önem taşıyordu. Sonuç olarak
diyebiliriz ki İslam’ın geliştirdiği usul ilimleri, şüphesiz ki, onun en büyük
başarılarından biridir.
[1] Prof. Dr. Ahmet
nedim Serinsu, Kur’an ve Bağlam, Şule Yay., 2. Baskı, İstanbul, 2012,s.40
[2] Prof. Dr.
Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, Ankara Üniv. Basımevi,1993,s.5
TEFSİR TARİHİ
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİRİ
Hz. Peygamber’in görevleri tebliğ, tebyin ve irşad olduğundan ashabın ihtiyacı
kadar kur’anı tefsir etmiştir. Mesela,namaz ayeti nazil olduktan sonra namazın
nasıl kılınacağını uygulamalı bir şekilde göstermiştir. Bazen de hutbede vaazda ayetleri tefsir
etmiştir. Ashabın soru sorması üzerine tefsir ettiği ayetler de az değildir.
HZ.
PEYGAMBERİN TEFSİR YÖNTEMİ
1.Mücmeli
Teybin 2.Mübhemi
Tafsil 3.Mutlakı
Takyid 4.Müşkili
Tavzih
SAHABENİN TEFSİRİ
Doğrudan ve dolaylı olarak Kur’an konusunda Hz. Peygamber
(s.a)’den ne duymuslarsa;
sebebi nüzulden neye sahit olmuslarsa; içtihada ve rey konusunda Allah kendilerine ne lütfetmisse onu söylemislerdir. Sahabe ihtiyaç esaslı tefsir yapmıştır. Metotları: Kur’anı kur’anla tefsir, kur’anı Sünnetle tefsir ve İçtihadla tefsir şeklinde özetleyebiliriz.Bu dönemde tefsir henüz tedvin edilmemiş şifahi nakillerle tefsir faaliyetleri sürdürülmüştür.
Tefsirde Meshur Sahabiler
İbn Abbas, İbn Mesud, Übeyy b. Kab. Ebu Musa el-Esari, Abdullah b. Zübeyr, Hz.Ali
Sahabe Dönemi Tefsirinin Özellikleri
1-
Kur’an’ın tamamı tefsir edilmemis yalnızca kapalı kalan kısımlar tefsir
edilmistir. Bu kapalı olma keyfiyeti saadet asrından uzaklasıldıkça artmıstır. Buna paralel olarak tefsir de
artmıs sonunda Kur’an’ın tamamı tefsir edilmistir.
2-
Sahabe arasında Kur’an’ın anlasılmasında uzun boylu ihtilaf çıkmamıstır
3-
Çoğu zaman icmali mana ile yetiniyorlar, ayetleri tafsili bir sekilde anlamayı gerekli görmüyorlardı
4-
Lügavi anlamı en kısa sekilde anlıyorlardı.
5-
Ayetlerden fıkıh ahkâmına dair az istinbatla bulunulması; mezhep gayreti
güdülmemesi ve akidede birlik bu asrın özelliğidir.
6-
Tefsire dair hiçbir seyin tedvin edilmemis olması.
7-
Bu merhalede tefsir hadisin bir cüzü durumundadır.
TABİİUN DÖNEMİ(65-132)
MEKKE
EKOLÜ: Rivayet ağırlıklıdır.Tabiiunun büyüklerinden Mücahid
akli metodu ilk uygulayan kişidir. Mücahid, ‘Mushafı baştan sona 3 defa
İbn-i Abbas’a arzettim’demiştir.
İbn-i
Abbas’ın talebeleri Said bin Cübeyr, İkrime, Ata bin Ebi Rebah, Tavus bin
Keysan’dır.
MEDİNE EKOLÜ: Medine bu dönemde ilim merkezidir.
Dört bir yandan insanlar buraya akın etmektedirler. Ubey bin Kab bu okulun
başındaki sahabedir.Rivayet ve dirayet bir aradadır.
IRAK (KUFE)EKOLÜ: Re’y Ekolü’nün temsilcisidir.
İ.Mes’ud bu ekolün başındaki sahabedir. Talebeleri Katade, Esved bin Yezid,
Mesruk bin Ecda, Alkame bin Kays, Hasan Basri, Şa’bi gibi tabiinlerdir.
Tabiîn Tefsirinin Özellikleri
1-
Tefsire çok sayıda İsrâilîyat girmistir.
Sebebine gelince; İslam’a çok sayıda Ehl-i
Kitabın
girmis olması ve bunların kafalarının seri ahkâmla alakası olamayan haberlerle dolu olması
gösterilebilir.
İnsan psikolojik olarak tafsilata meyyaldir. Bu yüzden tabiin
bu konuda gevsek
davranmıs ve tefsire çok sayıda İsrâilîyyatı
arastırma ve tenkit yapmaksızın almıslardır.
2-
Tefsir rivayet nakil özelliğini,
karakterini korumustur. Ama Hz Peygamber (s.a)
döneminde olduğu gibi sümullü bir sekilde olamayıp bölgesel olmustur.
3- Mezhep ihtilaflarının nüvesi görülür.
4-
Her ne kadar kendilerinden sonrakilere göre az olsa da kendilerinden öncekilere
göre
yani sahabeye göre ihtilafın fazla olması bu dönem tefsirinin özelliğidir.
Tefsir
Konusunda Selef Arasındaki ihtilafın Sebepleri
RİVAYET TEFSİRİ
Tanım: “Bir kısım
ayet-i kerimelerdeki Allah Teâlâ’nın muradını açıklamak üzere önce
Kur’an’ın kendisinde, sonra sırasıyla Hadislerde, Sahabe ve
Tabiîn sözlerinde yer alan
açıklamalara rivayet tefsiri adı verilir.” Peygamber (s.a), ashabına anlamakta müskilat çektikleri Kur’an-ı Kerim ayetlerini açıklamıstır. Tefsirin bu kısmını sahabeler bizzat Hz. Peygamber
(s.a)’den rivayet ettikleri
gibi,
birbirlerinden de rivayet etmisler, ayrıca onlardan Tabiîn de nakilde
bulunmustur.
Sonra
Sahabeden kimileri, Hz. Peygamber (s.a)’den duyduklarıyla veya bizzat kendi rey
ve
içtihatlarıyla
Kur’an ayetlerini tefsir etmislerdir.
Rivayetleri Tercihte Dikkate Alınacak Kurallar
A. Eğer ihtilaf tek kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
İki rivayetten biri sahih diğeri
zayıfsa, sahih olan alınır
2-
Sıhhatçe her ikisi birbirine denk iseler, bu durumda iki rivayetten tarihi
bakımdan
sonra
olan alınır.
3-
Sıhhatçe birbirine denk olan iki rivayetten tarihi bakımdan sonra olan
bilinmiyorsa,
isitme yoluysa sabit olanı alırız. (İsi semiyyata havale ederiz.)
4-
İsitme yoluyla sabit olan bir sey
yoksa istidlal yoluyla kuvvet kazanan tercih edilir.
5-
İstidlal yoluyla tercihte bulunma imkânsızlasır ve deliller taarruz ederse, ayette
Allah’ın
murad ettiği manaya iman etmekle yetinilir, iki görüsten herhangi birini tayine
kalkısmayız. Bu durumda mesele, açıklanmazdan önceki mücmel ve
mütesabihin durumu gibidir.
B. İhtilaf iki veya daha çok kisiden rivayet edilmisse
bakılır:
1-
Rivayetlerin biri sahih diğeri zayıfsa, sahih olan alınır.
2-
Sıhhatçe birbirine denk iseler, isitme
yoluyla sabit olan alınır.
3-
İsitme yoluyla sabit olan bilinmezse, istidlal yoluyla kuvvet
kazanan tercih edilir.
4-
İstidlal yoluyla tercih imkansızlasır ve deliller tearuz ederse ayette Allah’ın murat
ettiği manaya iman etmekle yetinilir; görüslerden herhangi birini tayine kalkısmayız. Bu durumda
mesele
açıklanmazdan önceki mücmel ve mütesabihin
durumu gibidir.
En Meshur Rivayet Tefsirleri
1.
Câmiu’l-Beyân Fî Tefsîri Âyi’l-Kur’an / et-Taberî
2.
Bahru’l-Ulûm / Es-Semerkandî
3.
el-Kesf ve’l-Beyân An Tefsîri’l-Kur’an / es-Sa’lebî
4.
Meâlimü’t-Tenzîl / Begavî
5.
el-Muharraru’l-Vecîz Fî Tefsîri’l-Kitabi’l-Azîz / ibn Atiye
6.
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim / Đbn Kesir
7.
el-Cevâhiru’l-Hisân Fî Tefsîri’l-Kur’an / es-Seâlebî
8.
ed-Dürrü’l-Mensûr Fî Tefsiri’l-Me’sûr / es-Suyûtî
DİRAYET TEFSİRİ
Tanım: Müfessirin,
Arap dilini ve bu dilin ifade biçimlerini, kelimeleri ve bunların çesitli
anlamlarını
öğrenmesi, Cahiliye siirini
kullanır hale gelmesi, ayetlerin nüzûl sebeplerine, nasih ve
mensuhlarına
ve bir müfessirin bilmesi gereken diğer
vasıtalara vakıf olması ve bütün bunlardan
sonra
kendi içtihadıyla Kur’an’ı tefsir etmesi, demektir.
Rey iki kısımdır:
1-
Arap dili ve bu dilin üslup özelliklerine, Kitap ve Sünnete, tefsir için
gerekli diğer sartlara
uygun
olarak cereyan eden rey. Reyin bu çesidinin
caiz olduğunda hiç süphe yoktur. Rey tefsirini
caiz
görenlerin söyledikleri de bu anlamdadır.
2-
Arap dil kurallarına, serî delillere ve tefsir için gerekli sartlara uymayan rey. Yasaklanan
ve
kötülenen rey çesidi de budur.
Rey
ile yapılan tefsirin caiz olan, olmayan seklinde
iki kısım olduğunu caiz olanın da
mahdut
ve mukayyet olduğunu öğrendik. Burada müfessirin muhtaç olduğu ilimleri zikretmemiz
yerinde
olacak.
Müfessirin Muhtaç Olduğu İlimler
1- lü1Lügat İlmi: 2- Nahiv İlmi 3- Sarf İlmi 4- İstikak 5-6-7-
Belagat İlmi: Beyan, Bedi, Meâni.
8- Kıraat İlmi 9- Usulü’d-Din 10- Usulü Fıkıh 11- Esbab-ı
Nüzul 12- Kasas İlmi
13- Nâsih ve Mensuh İlmi:
. 14- Mübhem ve mücmelin tefsiri için
“mübeyyin” hadislerin bilinmesi ile müskiller
açıklığa
kavusur.
15- Mevhibe İlmi:
.
En Meshur Dirayet Tefsirleri
1.
Mefâtihu’l-Gayb / Fahreddin er-Râzî
2.
Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil / Beydâvî
3.
Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’-Tevil / Nesefî
4.
Lübabüt-Te’vil Fî Meanit-Tenzil/ Hâzin
5.
el-Bahru’l-Muhît / Ebû Hayyân
6.
Garâibü’l-Kur’an Ve Reğâibü’l-Furkan
/ en-Nîsâbûrî
HADİS
TARİHİ
·
Hz. Peygamberin
onayladığı davranışlara TAKRİRİ sünnet
denir.
·
Hz. Peygamberin sözlerine
KAVLÎ sünnet denir.
·
Hz. Peygamberin fiil
ve davranışlarına FİİLÎ sünnet
denir.
·
Peygamberlerin
görevleri ile ilgili hata yapmaktan, Allah (cc) tarafından korunmuş olmaları İSMET sıfatlarıdır.
·
Hadis rivayet
edenlere RAVÎ denir.
·
Tarih
ve Tabâkat kitapları RAVÎ’ler hakkında bilgi verir.
·
Tarih ve Tabâkat
kitapları ilk hicri II. Asrın
ortalarında yazılmaya başlandı.
·
İlk
Tarih ve Tabâkat yazarları
1. Leys b. Sa’d 2.Abdullah b. Mubarek 3.Velîd b. Müslîm 4.Yahyâ b. Sa’id el Kattan
·
Vâkıdî ve Heysem sahabe biyografisi yazmışlardır.
·
Hicrî IV. Asrın
başı, bazılarına göre sonuna kadar yazılan hadis kitapları MUTEKADDİMÛN Dönemi kitaplarıdır.
·
Mutekaddimûn
Dönemi kitapları
1.
Er-Râmhurmuzî; El Muhaddis ul Fasıl
2.
Hakîm en-Nişaburî; Marifetu ulumil-Hadis
3.
Hatib el Bağdadî; el-Kifaye
·
Hicri IV.asırdan
sonra yazılan Hadis kitapları MUTEAHHİRÛN
Dönemi kitaplarıdır.
·
Muteahhirûn
Dönemi Kitapları
1.
Kadı Îyad; El-İlma
2.
Meyânci; Ma lâ yese’ul Muhaddise Cehlül
3.
İbnü’s Salah; Ulum’il Hadis
·
Hadis öğrenen kişiye
TÂLİB denir.
·
Hadis öğreten kişiye
HÂFIZ denir.
·
İleri seviye hadis
Âlimlerine Huccet-ul İslam, Şeyh-ul
İslam, Emir-ul Mü’minîn fil Hadis
denir.
·
Hadisler
arasındaki itilafları giderme yolları
1. Cem ve Te’lif;
Çelişen
hadislerin hepsini almak
2. Nesh;
Şer’i
bir hükmün daha sonra gelen bir Şer’i hükümle kaldırılmasıdır.
3. Tercih;
Ravî
sayısı, Sîka üstünlüğü, Haram ifade edenin tercih edilmesi, Kur’ana, sünnete,
din kurallarına uygunluğuna göre tercih yapmak.
4. Tevakkuf;
Delil
buluncaya kadar Hadisi askıya almak.
·
Kur’ana
göre Hz. Peygamberin temel görevleri
1.
Tebliğ; Bildirme.
2.
Beyân; Açıklama.
3.
Tezkiye; İnsanları
yanlış ve günahlardan arındırma.
Hadis Faaliyetleri 2’ye ayrılır.
·
RİVAYET
1.
Hadis Öğrenme 2.Nakletme 3.Derleme 4.Hadis kitabı te’lif etme
·
DİRAYET
1.
Hadis senetleri 2.Hadis Metinleri
·
Peygamberimizi
Konu edinen ilimler
1. Meğazî;Savaşları 3.Siyer;Hayatı
2.
Şemail;Fiziksel
özellikleri 4. Delâil;Mucizeleri
·
Hadis Râvileri
hakkında Hadis rivayet edip etmeme ehliyetini araştıran ilim RİCÂL ilmidir.
1.
CERH:
Raviler hakkında olumsuz görüş bildirme
2.
TA’DİL:
Raviler hakkında olumlu kanaat bildirme
·
İlk bakışta sağlam
görünen Hadislerdeki kusurları inceleyen bilim dalına İLEL’ÜL HADİS denir.
·
Günümüze
ulaşan İLEL’ÜL HADİS Kitapları
1. Ali b. El-Medîni: İlelü’l Hadis
2. Ahmed b.
Hanbel: el
İlel ve Ma’rifetü’r rical
3. Muhammed b. İsa et
Tirmîzi: el
İlel’ül Kebîr ve el ilel’üs sağîr.
4. İbn Ebî Hâtim
er-Râzi: İlel’ül
Hadis
·
Az kullanılan Yaygın
olmayan, manası kapalı olan hadislere Ğaribu’l
Hadis denir.
·
Ğarib kelimelere
yazılmış ve günümüze ulaşan ilk kitap
Ebû Ubeyd Kâsım b. Selamlın Ğaribu’l Hadis kitabıdır.
·
Ğaribu’l
Hadis alanında eseri bulunan müellifler
1.
İbnu’l Kesir 2. Zemahşerî 3. Hattabî 4. İbn Kuteyfe
·
Hadislerin söyleniş
sebepleri, hangi ortamda ne amaçla söylendiğini araştıran ilim ESBÂBU VÜRÛDİ’L HADİS’tir.
·
Ravilerin Hadisleri
metne bağlı kalmadan kendi ifadeleriyle nakletmelerine MANA İLE RİVAYET denir.
·
Sahabenin söz ve
davranışlarına MEVKUF hadis denir.
·
Tâbiûnun söz ve
uygulamalarına MAKTÛ hadis denir.
·
Bir hadisin farklı
isnad zinciriyle gelen her bir kanadına TARÎK
denir.
·
Günümüze ulaşan ilk Hadis
usulü kitabı Er-Ramhurmuzînin – el Muhaddisu’l
Fâsıl dır.
·
Hanefîler Hadisler
arasındaki çelişkiyi giderme yöntemlerinde NESH-TERCİH-CEM-TERK
sırasını gözetirler.
·
Hadis ilminde
başında senedi, isnad zinciri bulunmayan hadislere MUALLAK hadis denir.
·
1000’den fazla hadis
rivayet edenlere MUKSİRÛN denir.
·
Maksirûn
Râviler;
1.
Ebû Hureyre 2.
Abdullah b. Ömer 3. Enes b. Mâlik 4. Hz.Aişe
5.Abdullah b. Abbas
6. Câbir b. Abdullah 7. Ebû Said el Hudrî
·
1000’den az Hadis
rivayet eden Râvilere MUKİLLÛN denir.
·
Sahabenin
Hadis Taammül yolları;
1.
Sorarak öğrenme 2. Öğrenmede nöbetleşme 3. Hadis müzakeresi 4. Öğrenim için seyahat
·
Hadislerin bir divân
içinde toplanmasın TEDVÎN denir.
·
Devlet eliyle resmen
TEDVÎN işlemi başlatan halife Ömer b.
Abdulaziz’dir.
·
Hadislerin
öğretilmesi ve halk arasında yayılmasında en büyük gayret Peygamber efendimize aittir.
·
Aşere-i Mübeşşereden
olan Sâid B. Zeyd neredeyse hiç
Hadis rivayet etmemiştir.
·
Hadislerin yazılı ve
sözlü olarak koruma ve kayıt altına alınmaya çalışılmasına TESBİT denir.
·
Tedvindeki
Hadislerin sınıflandırılmasına TASNÎF denir.
·
Ebû
Said el Hudrî, Peygamberimizden hadis yazmak için izin
istedim vermedi demiştir.
·
Hz.
Ebû Bekirin 500 kadar hadis yazdığı sonra bunları imha ettiği
söylenir.
·
Peygamberimizin
azadlısı, Mısır kökenli Ebû Râfi
hadis yazmak için izin istemiş ve Peygamber efendimiz kendisine izin vermiştir.
·
Tasnif
döneminde konularına göre düzenlemiş olan hadis kitapları
1.Tek bir konuda düzenlenmiş olanlar 2. Birden çok alt konuyu bir başlıkta toplayanlar 3. Tartışma ve reddiyeler 4. Muvattalar 5. Sünenler 6. Câmiler 7. Musannaflar
·
Hicrî
II.yy’da Câmi türü hadis derleyenler
1.
Ma’mer b. Raşid el Ezdî 2.Süfyan es-Servî 3. Rebî b. Habib el-Basrî 4. Süfyan b. Uyeyne
·
Hicrî
III. Asrın sonlarında yazılan 3 câmi
1. 1.Buhâri 3. Müslim 4. Tirmîzi
·
Buhâri MEBSÛT isimli
kitabından sahih olan hadisleri alarak SAHİH-İ
BUHÂRİ yi yazdı.
·
Es-Sünenü’l
Erbea (Dört Sünen) yazarları
1. 1. Nesâî 2.
Ebû Dâvud 3. İbn Mâce 4. Tirmîzi
·
Hadisleri, Hadis
kitabı yazarının hocalarının isimlerine göre gruplandıran hadis kitabı türü MU’CEM dir.
·
TASNİF’i
başlatan ve hızlandıran en önemli sebep; Peygamberimizin sünnetinin Müslüman
toplumunda yaşayan bir gelenek olarak devamının sağlanmasıdır.
·
Muvatta’lar;
Peygamber efendimizden gelen
hadisleri, Sahabe sözlerini (Mevkûf Hadis) ve Tâbiun sözlerini (Maktû Hadisler)
içerir.
·
Buhârini
Sahihnin en önemli özelliği; Uzun konu başlıkları atıp, burada
hadisleri değerlendirip yorumlamasıdır.Buharinin fıkhı bab başlığında gizlidir.
·
Müslîmin
Sahihinin en önemli özelliği; Bir hadisin tüm farklı
kanallarını bir arada vermesidir.
·
Müsnedlerde
hadisler, hadisin ilk râvisi olan sahabeye göre sıralanır. Sahabe ve Tâbiun
sözleri bulunmaz.
·
Sünenlerde
bulunan ağırlıklı konular;
1.
Salât 2. Eşribe
3. Tahâret 4. Savm/Sıyam
·
Müsned (ale’l Ricâl) ravilerine göre
düzenlenmiştir.
·
Muvatta, Sünen,
Câmi, Musannef Konlarına göre (ale’l Ebvâb) düzenlenmiştir.
·
Buharî 194-256 arasında yaşadı.
·
Buharînin Sahihinde
Muallak hadisler dahil edilmeden 7275
hadis vardır.
·
Kütüb-ü
Sitte Sünen türü bir hadis kitabıdır.
·
Kütüb-ü
Sittede eserlerin doğru sıralaması;
1.
Buhari 2. Müslîm
3. Tirmîzi 4. Ebu Davud
5. Nesâi 6. İbn Mâce
·
Sahih hadisleri
derleyen muhaddislerin bir sebeple kitaplarına almadıkları, daha sonraki
muhaddisler tarafından bir araya getirilen hadislere MÜSTEDREK hadis denir.
·
Bir hadis veya
hadislerin temel hadis kaynaklarındaki yerini tespit ve tenkid etmeye TAHRİC denir.
·
En tanınmış Müstedrek
Hakim en-Nisaburinin el-Müstedrek ale’s
Sahihayn adlı eseridir.
·
Zehebî, Nisaburinin
el-Müstedrekini gözden geçirmiş yarısının sahih olduğunu, yarısının olmadığını
söylemiş ve TEHİSU’L MÜSTEDREK’i
yazmıştır.
·
Tespit edildiği
kadarıyla Kütüb-i sitte ve diğer temel hadis kaynaklarını esas alarak hadis
kitabı derleyen ilk alim BEĞAVÎ diye
tanınan Hüseyin b. Mesud’dur.
·
Suyutinin Cami’ul
Kebir diye bilinen eserinin adı Cem’ul
Cevâmi’dir.
·
Rudanî’nin 14 hadis
kitabındaki hadisleri bir araya getirerek yazdığı eser Cem’ul Fevâid’dir.
·
Münzirî et-Terğib
ve’t Terhîb adlı eserinde, iyiliği
teşvik edip kötülükten sakındıran hadisleri bir araya getirmiştir.
·
Buhari ve Müslimin
Sahihleri SAHİHAYN diye bilinir.
·
Müstahrec
türü eserler rivayete olan güveni arttırır.
·
Kütüb-i
Sitte üzerine yapılan çalışmalar;
1.
Cem
:Hadisleri
bir araya getirmek 2.Zevaid
:Hadisleri birbiriyle mukayese etmek
3.Şerh
:Hadisleri
açıklamak 4.Tahric :Hadislerin kaynağını göstermek
· Hadislerin
kaynaklarını bulmayı kolaylaştıran Mu’cem ve Cd’lerin olmadığı zamanlarda bu
işlem
ETRAF
kitaplarıyla yapılırdı.
·
Nevevî’nin Riyazüs Salihin’i yazıldığından bu yana
İslam dünyasında genel kabul görmüştür.
·
Halk arasında Hadis
diye dolaşan sözleri teyid etmek için yazılmış en önemli eserler
1. Aclûni,
Keşfu’l Hafâ 2.Sehâvi, Mekâsıdu’l
Hasene
·
Suyuti başta Kütüb-i
Sitte olmak üzere 71 hadis kitabını bir araya getirmiş önce Cem’ul Cevamî sonra da Camiu’s Sağir adlı eseri te’lif
emiştir.
Fıkıh Tarihi
İslâm fıkhı, tarih içinde
çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış
fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele
alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi
(H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S.
10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S.
40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin
yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanında itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da
kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de
kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların
öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri
de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki
ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer
vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci
Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma
dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek
Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz.
Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan
fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve
bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini
hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler
ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu
için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve
medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda
konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed
b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen
hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd
yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının
yazıldığını görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci
Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların
hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir
kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine
kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler
ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır.
İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş
ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından
Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin
olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe
bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka
mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma
konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden
Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu
yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır.
İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi
alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur
olmuştur.
Bütün müctehidlerin
görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan
seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla
boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması
sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri
esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan
Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma
yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün
mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine
baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları
maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî
kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe
göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve
hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı
konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir
kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre
de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin
yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna
gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1]
·
* * *
Günümüzde müslüman gruplar
arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır.
Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her
türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise
taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan
gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı
sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün
olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin
bir anlamı yoktur.
TEFSİR TARİHİ, HADİS TARİHİ,FIKIH TARİHİ KOMBİNE OKUMA ÖZETİ
Zeyneb SOYARSLAN 14922724 Doktora
Tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihi incelendiğinde, bir çok süreçlerinin ve bir çok yönlerinin paralel olduğu ve örtüşerek gelişim gösterdiği gözlemlenebilir. Her şeyden önce hepsinin başlangıcını Hz. Peygambere kadar dayandırmak mümkün görünmektedir. Bunun ardından her üçünün geliştiği ortam ve şartlar aynıdır. Bunların üçünün gelişim dönemlerini bir sıralamaya tabi tutmak istediğimiz zaman her biri için şu dönemlerden geçmiştir diyebiliriz; vahiy devri, sahâbe devri, tâbiîn devri ve tâbiînden sonraki devir.
Hadis tarihinde ilk aşama hadislerin Hz. Peygamberin ağzından çıktığı merhaledir. Tefsir tarihinde yine tefsirin ana malzemesi olan ayetlerin indiği ortam Hz. Peygamberin yaşadığı ortamdır. Fıkıh tarihi açısından bakılacak olursa, fıkhın ana kaynakları olan Kitap ve sünnetin oluşumu yine aynı zaman dilimine rastlar.
Bazı hadisler Kur’an ayetlerinin tefsirini, bazıları fıkhî bir hükmü, bazıları da Hz. Peygamberin gazalarını ihtiva etmektedir. Bu sebeple ilk devirde hadis ilmi bütün maarife şamildi. Buna bağlı olarak ilk devirde tefsir, hadis ilmi içerisinde mütalaa edilmiştir. Daha sonra tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılmışsa da, müstakil kitaplar da telif edilmiştir. Hicrî 2. asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak tefsirlerin meydana geldiğini görüyoruz. Ki bunlara dirayet tefsiri adı verilir. İslam ansiklopedisinin “Tefsir” maddesinin yazarı Carra de Vaux dirayet tefsirlerinin varlığını görmezden gelerek hadis ilmini tefsir ilminin bir alt başlığı olarak görür. Bu aşırı bir yaklaşımdır. İlimlerin birbirinden tamamen ayrılamayacağı doğru ise de bir ilmi tamamıyla diğerinin alt başlığı saymak makul karşılanmasa gerek.
Tabiin devrinde gayet tabii olarak Tefsir faaliyetinde hadisler kullanılır olmuştur. Diğer taraftan bu dönemde tefsirde yozlaşmalar başlamış, ayetlerin bir fırkayı yerer veya över şekilde tefsir edilmeye başlanmış olduğunu görürüz. Çünkü tâbiiler asrında, mezhep ihtilaflarının ilk çekirdeği atılmış ve bu sebeple bazı tefsirlerde bu mezheplerin fikriyatı görülmeye başlanmıştır. Aynı çaba hadiste kendini hadis vaz’ı olarak göstermiştir, hadis vaz’ının sebeplerinden bir tanesi mezheb taassubudur. Bir diğer sebep ise îtikâdî ihtilaflardır. Bu anlamda hadis tarihinde Mûtezile’nin adına çok rastlanır. Tefsir tarihinde de durum böyledir. Her nedense aynı şeyi fıkıhta rahatça gözlemlediğimizi söyleyemeyiz.
Tâbiiler devri, İslâmî ilimlerde çeşitli hareketlerin başladığı bir nirengi noktası olmuştur. Çeşitli dil, din ve örfe mensup olan insanların adeta bir meydanda toplanması bir fikir karmaşası meydana getirmişti. Bu karmaşa İslâmî ilimlerin bir sistem dahilinde ilerlemesi gerektiğini gözler önüne sermiştir.
Bir de ele aldığımız ilimlere tedvin faaliyetleri açısından bakalım. Tedvin, lugatta cemetmek, toplamak manasına gelir. Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, tedvinin karşılığıdır. Hadisin tedvini Hicrî 50’den sonra başlar. Tefsirde ise tabiiler devrinden sonraki merhale tedvin merhalesidir. Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir, bu devreden sonra tefsirin tedvini başlamıştır.1 Fıkıh tarihinde ise tedvin faaliyetleri tefsir ve hadisin tedvininden daha ileri bir tarihe rastlamaktadır. Fıkıh tarihinde dördüncü devir olan ictihadlar devrinde mezhepler kurulmuş, ictihadlar yapılmış, her imam kendine göre bir hukuk sistemi kurarak o usul dairesinde hükümler vermiştir. Umumî kaideler bulunup çıkarılmıştır. Fıkıh ve Usûl-ı Fıkıh ilimleri kurulmuş, ana kitaplar yazılmıştır.2
İslam ilimlerinde tedvin merhalesini takip eden aşama tasniftir. Örneğin sünenler, fıkıh konularına göre tasnif edilmiş kitaplardır. Bunlar şekilsel olarak hadis kitabı olup, içerik, konu itibari ile fıkıh kitabıdır denebilir.
Zamanla müellifler aynı konuya taalluk eden hadisleri bir babda toplamaya başlamışlardır. Örneğin İmam Mâlik b. Enes (ö.179/795)’in el-Muvatta’ı ahkama dair hadislerden müteşekkildir. Bu ahkam bablarını tasnif ederken, Kur’an’ın ahkam ayetlerinden ve onların sahabe tarafından yapılmış tefsirlerinden istifade etmiştir. Bu bakımdan Mâlik b. Enes, tefsiri ilk toplayan, tedvin eden kişi olarak tanımlanır. Mâlik b. Enes’in bu çalışması bir tefsir faaliyeti mi, hadis faaliyeti mi yoksa fıkıh faaliyeti midir? Zaten İmam Mâlik’in bu kitabı hem hadis hem de fıkıh kitabı olarak kabul edilmektedir.
Görülüyor ki bu ilimler birbirinden ayrılmaz bir şekilde gelişim göstermişlerdir. Tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin paralel seyretmesinde etkili olan bir faktör de medreselerdir. İlk asrın ikinci yarısında hocaları sahabiler, talebeleri ise tabiiler olan medreseler kurulmuştur. Bunlar Mekke, Medine, Kûfe, Basra, Şam, Mısır gibi ilim merkezlerinde bulunmaktaydı. Buralarda tefsir, hadis, fıkıh, edeb vs. hep bir arada okutulmaktaydı. Medreselerden bir tanesi olan Mekke’yi ele alıp talebe ve hocalarına bakacak olursak:
Abdullah b. Abbas Mekke medresesinin kurucusu sayılmıştır, İbn Abbas, Abâdile ve fetva vermekle şöhret kazanmış yedi sahabi arasındadır. 1700’e yakın hadis rivayeti ile Muksirûn’dandır. Talebelerine el-Beytu’l-Haram’da tefsir, hadis, fıkıh ve edeb öğretir. Üç talebesi tefsir ve hadiste ziyadesiyle şöhret kazanmış olup bunlar şu kimselerdir:
Mücahid b. Cebr: İbn Abbas’ın Kur’an tefsiriyle ilgili akvalini rivayet etmekle şöhret kazanmıştır.
Atâ ibn Ebî Rabâh: Mekke’nin zâhid ve fakihlerindendir. Hacc menâsikini en iyi bilenlerdendir. Mescid-i Haram’da etrafına toplananlara fıkıh anlatır, hadis rivayet eder, dinî meseleleri öğretirdi.
Tavûs ibn Keysan: Mekke’nin meşhur fakih ve müftîlerindendir.
Görüldüğü gibi bir medrese için bu medrese sadece tefsir faaliyetleri ile meşguldür ya da sadece hadisçi yetiştirir, denemez. Talebeleri de hocaları da İslâmî ilimler anlamında çok yönlü kişilerdir.
İslam ilimleri tarihinde cereyan eden tartışmalar da bize bu ilimlerin bütünlüğünü gösterir. Mesela; ‘Âhad haber ile amel edilir mi, ilim ifade eder mi’ gibi tartışmalar mezheb imamları beyninde cereyan etmiştir. Bu tartışma hadisin alanına mı girer yoksa fıkhın mı? İçerik olarak bir hadis tartışması özelliği gösterir, diğer taraftan fıkhın da konusuna girer.
Usûllerinin gelişimi konusunda tefsir, hadis ve fıkıh ilimleri arasında bir karşılaştırma yapacak olursak; fıkıh ve hadis usûlüne göre tefsir usûlünün yazımının biraz daha geç bir döneme rastladığını görüyoruz. Zerkeşî (ö.794/1392), el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an adlı tefsir usûlüne dair yazmış olduğu eserinin mukaddimesinde, kendisinden önceki alimlerin hadis metodolojisinde olduğu gibi Kur’an ilimlerinin bütün konularını ihtiva edecek tarzda bir eser yazmadıklarından söz ederek bu alandaki ihtiyaca cevap vermek gayesiyle bu kitabı telif ettiğini belirtir.3 Yani her ne kadar Suyûtî’nin hocası Muhammed el-Kâfiyeci (ö.879/1474) et-Teysir adlı eseri ile alanında bir ilk olduğunu söylese de tefsir usûlü alanında yazılan ilk eser el-Burhân’dır.
Hadis usûlünün bütün konularını içeren eserler ise H.4. asrın ikinci yarısından itibaren telif edilmeye başlanmıştır. Aslında bu da geç bir dönemdir. Bu kadar geç olma sebebi ise diğer şeylerden usûl çalışmalarına vakit bulunamamış olmasıdır. Yoksa ki H.2. ve 3. asır hadisçileri hadis ilminin çeşitli usul ve kaidelerini biliyorlardı. Buhari ve Müslim incelenirse bu gayet açık bir şekilde görülür. – Şüphesiz bu tefsir içinde böyledir.- Hatta onlardan önce gelmiş eş-Şâfiî (ö.204)’nin er-Risâle’sinin fıkıh usûlünden ziyade hadis usûlü ile ilgili bir kitap olduğunu söyleyen hadisçiler bile vardır.4
Şüphesiz bu kıyaslamada usûl alanında yazılan ilk çalışması en erken olan ilim fıkıhtır. Fıkıh alanında yapılan ilk çalışma er-Risâle’dir.
Bütün bu karşılaştırmalardan açıkça anlaşılacağı üzere ilimler bıçak ile kesilir gibi kesin ve katı sınırlar ile birbirinden ayrılmaları mümkün ve makul değildir.
KAYNAKÇA
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr yay. Ankara 2005
Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, DİB, Ankara 2003
Yıldırım, Suat, “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an” , DİA c.VI.
Koçyiğit, Talât, Hadis Tarihi, TDV yay., Ankara 2007
1 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, Fecr yay. Ankara 2005, s. 132
2 Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, DİB, Ankara 2003 , s.95.
3 Suat Yıldırım, “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an” , DİA c.VI. s.434.
4 Talât Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV yay., Ankara 2007 s.265.
MEHMET VEYSİ
ÖZLÜK
ÖĞRENCİ NO:
13952753
BİRLEŞİK DOKTORA
TEFSİR USULÜ
Tefsir:Tefsir
kelimesi ڧسرve taklip tarikiyle سڧرkökünden gelen tef’îl vezninde bir masdardır. İki kelimede anlam bakımından
benzerlikler taşır (ortaya çıkarma anlamı) Sözlükte: bir şeyi açıklamak, ortaya çıkarmak ve üzeri
örtülü birşeyi açmak manalarına gelir. Tefsir kelimesi, bir lafızdan kastedilen anlamı ortaya çıkarmaktır.
Kur’an’la ilgili olduğunda Kur’an lafızlarındaki murad-ı ilahîyi ortaya koymak
demektir.
Usûl: Asl kelimesinin çoğuludur.Sözlükte; temel, esas, dayanak ve kök manasına
gelir. Terim olarak; hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina
edildiği şeydir. Istılahta ise; herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin
sistemli bir şekilde yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metodlara
denir.
Tefsir usûlu bir ilim
olarak Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması bağlamında bir takım temel ilke ve
yöntemler ortaya koyar ve bunların nasıl kullanılması gerektiği noktasında
bilgiler verir. Bu ilmin gayesi Kur’ân âyetlerini çeşitli yönleriyle ele alıp
incelemek ve Kur’ân’ın
anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
KUR’AN’IN METİNLEŞME SÜRECİ
Kur’ân lafzının hangi kökten türediği hakkında farklı görüşler vardır:
1. Kur’an lafzı
“karinetün” kelimesinin çoğulu ve aynı zamanda hemzesiz olan ”el-kerin”
lafzından türemiştir.
2. Bir şeyi
diğerine yaklaştırmak anlamına gelen “karene“ filinden türemiştir.
3. “Kur’an”
kelimesinin hemzesiz, türememiş ve alem–i mürteceldir.
4. Sözlükte
toplamak anlamına gelen “kara’e ‘den türemiş fu’lan vezninde bir kelimedir.
5. Çıkarıp atmak
anlamına gelen “kara’e ‘den türemiştir.
6. “Okumak”
anlamına gelen “kara’e”den türemiş, fu’lan vezninde bir kelimedir.
Terim anlamı: Hz. Peygamber (sav)’e vahiy yoluyla indirilip
Mushaflara yazılan, tevâtüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir
kelamdır.
Kur’ân’ın yazılması:
Hz. Peygamber (sav) kendisine gelen Kur’ân vahyinin tamamını, her vahyin
nâzil olmasının arkasından yazıyla tespit ettirmiştir. Hz. Peygamber ümmî
olduğundan dolayı risâletinin başlangıcından itibaren okuma-yazma bilen
sahâbilerden bazılarını vâhiy kâtibi olarak görevlendirmişti. Ne zaman vahiy
gelse hemen birini çağırır yazdırırdı. Kâtip yazma işini bitirince Hz.
Peygamber (sav) ona yazdığını yüksek sesle okumasını emrediyordu. Böylece
herhangi bir yanlış veya noksan bulunursa, bunu hemen düzelttiriyordu. İstinsah
işi bittikten sonra da mukâbele gören asıl nüsha, Resûlullah’a teslim edilip
hâne-i saadette muhafaza ediliyordu.
Kur’ân’ın derlenmesi ve çoğaltılması:
Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra gelen halifenin dağınık olan Kur’ân’ı
Kerim’i iki kitap arasında derleyip bir Mushaf haline getirme mecburiyeti
vardı. Çünkü vahyin teminati olan Hz. Peygamber yoktu artık. Kur’ân’ın
bazı parçaları çok az kimsede yazılı olarak bulunduğundan dolayı bunlar çok
geçmeden kaybolabilirdi. Hz. Ebû Bekr zamanında yapılan Yemâme savaşında da birçok
kurrâ sahâbi şehit olmuştu. Tüm bu sebeblerden dolayı ayetlerin kaybolma
tehlikesini sahâbe arasında ilk sezen Hz. Ömer olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden
Hz. Ebû Bekr’e giderek endişesini dile getirip ona Kur’ân’ı derlemesini teklif
etti. Hz. Ebû Bekr’in tereddütleri vardı: insanlar Kur’ân’ı ezberlemede
gevşeklik gösterebileceklerdi ve Hz. Peygamber’in yapmadığı bir işi yapmaktan da
çekiniyordu. Lakin Hz. Ömer’in öne sürdüğü haklı sebepler karşısında o da ikna
olmuştu ve derleme işini Zeyd bin Sabit’e vermişti.
Hz. Zeyd(ra) Hz. Peygamber(sav) tarafından özel olarak görevlendirilen
vahiy kâtiplerindendi. Zekâsıyla sahâbiler arasında temayüz etmiş biriydi. Resûlullah
[sav] daha hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberlemiş ve çok düzgün bir şekilde
okuyordu. Arza-i ahîrede de hazır bulunmuştu. Genç olması dolayısıyla
kendisinden istenileni daha rahat bir şekilde yapabilecek donanıma sahipti. Herhangi
bir şeyle itham edilmemesi dolayısıyla da bütün insanlar ona güven duyuyordu.
Zeyd b. Sâbit, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekr gibi büyük sahâbilerden bazılarının
da yardımlarıyla ancak bir yılın sonunda Kur’ân’ı derleyebilmişti.
Derlenen bu nüshayı halifelik müddeti boyunca Hz. Ebû Bekr, onun vefatından
sonra da Hz. Ömer kendi yanında muhafaza altına almıştır. Hz. Ömer’in
vefatından sonrada nüsha, kızı Hafsa’ya teslim edilmiştir.
Hz. Ebû Bekr zamanında Kur’ân’ın cem işinden
sonra, Hz. Ömer’in hilafet müddeti boyunca Kur’ân’a yönelik herhangi bir
faaliyet içerisine girilmemiştir. Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında ise
Mushaf’tan birkaç nüshanın çoğaltılması zarureti meydana gelmiştir. Bunun nedeni de; hem Medine hem de Medine
dışında bir takım kıraât ihtilafları zuhûr etmişti. İhtilaflar öyle bir boyut
kazanmıştı ki savaşa kadar gidilebilirdi.
Bunun üzerine Hz. Osman, Hz. Hafsa’dan Kur’ân
nüshasını alarak çoğalttırdı ve İslâm ülkelerine dağıttırdı. Diğer kıraâtler
üzerine yazılan nüshaların da yakılmasını emretti. İstinsah
edilip İslâm merkezlerine gönderilen Mushaflar’dan 3’ü günümüze kadar
gelebilmiştir. (Topkapı Sarayı, Taşkent ve Londra)
Kur’ân’a hareke ve nokta konulması:
Sahâbiler Arapça’nın ana dilleri olmasından dolayı nokta ver harekesiz olan
yazıyı hatasız okuyorlardı. Ancak Arap olmayan unsurların İslâm’a girmeleri ve
bunların Arapça bilmemeleri sebebiyle, Kur’ân’ı yanlış okuma hâdiselerine sık
sık rastlanır olmuştu. Kur’ân’ı bu yanlışlardan korumak gerekiyordu. Bunun için
okumayı kolaylaştıracak ve sağlıklı kılacak hareke ve nokta gibi bazı işaretleri
kullanmak gerekiyordu. Bunu ilk düşünen Basra valisidir. Vali dönemin büyük
dilbilimcisini (ed-Düeli) çağırarak bir sistem geliştirmesini söyler. Oda
valinin göndermiş olduğu kâtipler arasından bir kâtip seçer. Ed-Düeli’nin
Kur’ân âyetlerini yavaş yavaş okuması esnasında kâtip elinde bulunan yazılı
nüshaya i’râbı (harekeyi) gösterecek işaretler koyar.
Arap olmayan unsurlar için harfleri birbirinden ayırmakta zordu. Bunu ilk
farkeden Irak valisi, Nasr b. Âsım ve Yahya b. Ya’mer’den önlem almasını
istemiştir. Onlarda harfleri birbirinden ayırmak için yine noktalara
başvurulmuşlardır. Lakin harekelemede kullanılan renkten farklı olan mürekkep
tercih edilmiştir.
Büyük lügat âlimi, Halil b. Ahmed bugün bildiğimiz sistemi
geliştirerek, Kur’ân’ın harekelenmesi ve noktalanması işine son şeklini
vermiştir.
Kur’an metninin tertibi:
Âyetlerin tertibi: Kaynakların verdiği bilgiye göre İslâm âlimleri,
âyetlerin Kur’ân’daki tertibinin tevkîfî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Cebrâil (as) vahiy getirdikçe her âyetin yerini de Resûlullah Efendimiz’e (sav)
bildirmiştir. Hz. Peygamber de Kur’ân’ı yazdırdığı tertibe göre ashaba okumuş
ve her senenin sonunda Cebrâil’e aynı tertiple arz etmiştir. Yani Kur’ân
herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir.
Sûrelerin tertibi: İslâm
âlimleri sûrelerin Kur’ân’daki sıralanışı konusunda görüş birliği içinde
değillerdir. Görüşleri 3 grupta toplamak mümkündür:
1. Sûrelerin tertibi içtihâdîdir. Bu gruptaki âlimlerin
başında İmam Mâlik gelmektedir. Ona göre sahâbîler, Hz. Peygamber’den
işittikleri Kur’ân’ı kendi içtihadları doğrultusunda tertip etmişlerdir. Eğer
sûrelerin tertibi tefkîfî olsaydı, Hz. Ebû Bekr’in cem ettirdiği ve Hz.
Osman’ın çoğalltırdığı Kur’ân arasında herhangi bir farklılık olmazdı. Veya da
hususi Mushaf yazan sahâbîler sûre sıralamasını kendi içtihadleri doğrultusunda
yapamazlardı.
2. Sûrelerin tertibi tevfîkîdir. Bu görüşte olan
âlimlerden biri İbnu’l Enbârî’dir. Ona göre sûreler genellikle meydana gelen
bir hâdise, âyetler de soru soranlara cevap vermek üzere nâzil oluyordu.
Cebrâil vahiy getirdiği zaman Hz. Peygamber’e her sûrenin yerini bildirirdi.
Sûrelerin tertibi de, âyet ve harflerin tertibi gibiydi.
3. Kısmen tevfîkî kısmen de içtihadîdir. Kur’ân’daki bir
kısım sûrelerin tertibi bizzat Hz. Peygamber tarafından yapılmış, bir kısmı da
ümmete bırakılmıştır.
Yedi harf kavramı:
Başta
kütüb-ü sitte olmak üzere pek çok hadis kitabında, yedi harfle ilgili hadisler
yer almaktadır. İbn Abbas’tan nakledilen hadisinde de Hz. Peygamber(sav) şöyle
buyurmuştur:”Cibril bana Kur’ân’ı bir harf üzere okuttu. Ancak artırması için
müracaatta bulundum. Tekrar tekrar aynı müracaatımı yapıyordum, o da her
seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harfe kadar çıkıp orada kaldı.”
Hemen hemen bu
konudaki tüm hadislerde ortak bulunan: “ Kur’ân yedi harf üzere nâzil
olmuştur, ondan kolayınıza geleni okuyunuz.” sözü tevâtür derecesine
ulaşmıştır. Buna itimaden, Kur’an’ın yedi harf üzere okunması hakkında birçok
görüş olmasına rağmen en kuvvetlileri şunlardır:
1. Yedi harf, Arap kabilelerinden yedisinin dilidir.
2. Yedi harften maksat aynı manayı gelen çeşitli
lafızların yedi vechidir, eş anlamlı kelimeleri birbirinin yerine koyarak okuma
tarzıdır.
3. Yedi harfle kastedilen yedi vecih(tarz)tir.
Kırâat çeşitleri:
Sahih
kırâatler
Sahih ve muttasıl bir senedle Hz.
Peygamber’e ulaşan, bir yönüyle de olsa Arap dilinin gramerine uygun olan, kitâbet
bakımından Hz. Osman’a nispet edilen Mushafların resm-i hattına aykırı olmayan
kırâatlerdir.
(a.) Mütevâtir kırâat:Yalan üzerine ittifak etmeleri aklen
mümkün olmayan bir topluluğun, aynı vasfı taşıyan başka bir topluluktan
muttasıl bir senetle naklettikleri ve sahih kırâatın diğer iki şartini da
bünyesinde taşıyan kırâat demektir. Cumhûra göre bu kırâat, kırâat-ı
seb’a/yedi kırâat imamının naklettiği kırâatlerdir.
(b.) Meşhûr kırâat: Adâlet ve zabt sahibi kimselerin rivâyet etmesiyle senedi sahih olup, Arap
dili gramerine ve yazı itibariyle Hz. Osman’ın istinsah ettirmiş olduğu
mushaflara uygun düşmekle birlikte mütevâtir derecesine ulaşamayan, ancak
gördüğü kabul ile kırâat âlimleri arasında şöhret bulmuş kırâatlere de meşhûr
kırâat denmektedir.
Sahih
olmayan (Şazz) kırâatler
Mütevâtir kırâatın 3 şartını veya bu şartlardan
herhangi birini taşımayan kırâatlerdir.
(a.) Âhâd kırâat: Senedi sahih olmakla birlikte yazım bakımından Hz. Osman (ra)’ın Mushafına
veya Arap dili gramerine uygunluk arz etmeyen kırâatlerdir.
(b.) Müdrec kırâat:Kur’ân’ın bazı âyetlerine tefsir
maksadıyla yapılan ziyâdelere de müdrec kırâat adı verilir. Bu tür ziyâdeler
Kur’ân’dan olmayıp tamamen açıklama ve şerh amacıyla yazılan şahsî notlardan
ibarettir.
(c. ) Mevzû kırâat: Tamamen asılsız olup hiçbir esasa dayanmayan kırâatlerdir.
KUR’ÂN
İLİMLERİ
ÜSLÛBU’L-KUR’ÂN
Üslub, oluş, yapılış
biçimi, tutulan yol, tarz, yöntem anlamına gelmektedir. Edebiyat terimi olarak da bir insanın, bir sanatçının veya bir devrin
kendine has anlatım biçimi demektir. Kur’an’ın üslûbundan maksat onun muhataplara, kendine özgü bir anlatım
biçimiyle hitap etmesidir. Kur’an ifade tarzı itibariyle herkesi kendisine
hayran bırakacak bir üslup özelliğine sahiptir. Sadece ihtiva ettiği edebi
özellikleri bile dikkate alınsa onun en mükemmel bir edebî metinde bulunması
gereken bütün unsurları taşıdığı rahatça söylenebilir. Kur’an’ın kullandığı
üslup tarzı en üst seviyededir. Bu yüzdendir ki Kur’an, içerdiği tüm
konulardaki hâkim üslûbuyla ilk muhataplarını kısa bir süre içerisinde dalâlet
bataklığından kurtarıp hidâyete yönlendirmiştir. Bu sadece indiği çağ ile
sınırlı kalmayıp, bütün çağlarda kendini göstermiştir. O, hem üslubuyla hem de
içerdiği konularıyla daima muhataplarının büyüleyici bir özelliğe sahiptir.
Kur’an’ın Üslup Özellikleri
1. Kur’an’ın ses nizamındaki âhenk
2. Lafız ve mana dengesi
3. Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi
4. Konuların iç içe bulunması
5. Beyân tarzının çeşitliliği
MÜBHEMÂTU’L-KUR’ÂN
Mübhem kelimesi sözlükte algılanması
ve anlaşılması zor olan şey, kendisiyle ne kastedldiği açık ve belirli olmayan
söz manasına gelir. Terim olarak: ‘insan, melek ve cin gibi varklıkların yahutta bir topluluk veya
kabilenin, Kur’an’da açıkça değil, ism-i işâretler, ism-i mevsuller, zamirler,
cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekân isimleriyle
zikredilemesi’dir. Mübhemât ilminin tedvini VI. hicrî asırda olması
bakımından diğer Kur’an ilimleri içerisinde en son sırayı aldığı söylenebilir.
GARİBU’L-KUR’ÂN
Garîb
kelimse sözlükte, yurdundan uzak
kalan; müphem ve kapalı olan anlamlarına gelmektedir. Garib lafız
ise ‘az kullanılması sebebiyle manası
sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler’ demektir. Kur’an’da, ilk
önceleri kullanılırken daha sonra unutulan veya az kullanılan lafızlar olduğu gibi
ekseriyetin kabul ettiği görüşe göre, diğer Arap lehçelerinden gelen ve yabancı
dillerden alınıp Arapçalaştırılan kelimeler de mevcuttur. Mesela dağ manasına
gelen الطورSüryanicedir. Bu tür kelimeler
Kur’an’ın ilk muhatabı olan Arapların tamamı tarafından bilinmiyorudu. O yüzden
oldukça erken sayılacak dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı
ortaya çıkmaya başlamış oldu.
VÜCÛH ve NEZÂİR
Vücûh, vech kelimesinin çoğuludur ve sözlükte zât, yüz, bir şeyin ön tarafı, mezhep,
yol gibi manalara gelmektedir. Kavram olarak ‘bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda
kullanılması’ demektir. Mesela, ez-Zerkeşî kitabında ‘el-hüda’ kelimesinin
Kur’an’da türevleriyle birlikte tam 17 ayrı manada kullanıldığı ifade etmektir:
Beyân, Din, İmân, Dâvetçi, Peygamber ve kitap vs. Söz konusu edilen bu farklı
manalar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisi mevcuttur. Bundan dolayı
vücûh, el-elfâzu’l-müşterek/müşterek
lafızlar diye de adlandırılmıştır.
Nezâir de, nazîre kelimesinin çoğuludur. Sözlükte şekil, tabiat, fiil ve sözlerdeki
benzerlikler manasına gelir. Terim olarak: ‘Kur’an’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine denilmektedir.
Bundan dolayı el-elfâzu’l-mütevatıre/anlam
beraberliği olan lafızlar da denilmiştir. Mesela cehennem, nâr,
sakar, hutame ve cahîm gibi farklı kelimeler anlam itibariyle azâba delâlet
etmektedirler. Yani vücûhta teaddüd/anlam çokluğu, nezâirde ise, teşabüh ve ittifak
vardır. Vücuh manalarda, nezâir de lafızlarda söz konusudur.
AKSÂMU’L-KUR’ÂN
Aksam, kasem
kelimesinin çoğuludur. Sözlükte kuvvet,
sağ taraf, sağ el, ant ve yemin manalarına gelir. Terim manası ise: ‘bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya
bir olayın doğru olup olmaması konusundaki sözünü Allah’ın adını veya sıfatını
zikrederek kuvvetlendirmesidir. Kur’an’daki yeminlere gelince; Kur’an’da
söz konusu olan yeminler Allah’a ait olmakla birlikte birkaç âyette de Hz.
Peygamber’e yemin etmesi emredilmiştir. Allah Teâlâ bazen kendi yüce ismine,
bazen de Kur’ân’a, meleklere, kıyamet gününe, peygamberlere ve kâinattaki
önemli varlıklara (şemş, kamer, necm, leyl vs.) yemin etmiştir.
MÜTEŞÂBİHU’L-KUR’ÂN
Müteşâbih
sözlük anlamı itibariyle iki
şeyin birbirine benzemesi manasına gelir. Buna göre birbirine
benzeyen iki şeyden her birine de müteşâbih denilmektedir. Kavram olarak ise:‘manaları bilinemeyen yahut herhangi bir
sebepten ötürü anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali
olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan âyet, kelime ya da
harflerdir.
Müteşâbihlerden dışında kalan âyetlere
de muhkem ismi
verilmektedir. Buna göre muhkem nas da: kendisiyle neyin kasedildiği anlaşılabilecek derecede açık olan, nazım
ve te’lifi itibariyle herhangi bir ithilâfa yol açmayan ve tek bir anlama
delâlet eden âyettir.
Müteşabihlerin Hikmetleri:
1. Bir imtihan vesilesidir. İnsanın gayba imânının
ölçüsünü ortaya koyarlar.
2. Söz konusu âyetlerin, ne derece kabiliyyetli ve
bilgili olursa olsun insana hem acizliğini ve cehâletini göstermesi hem de
Allah Teâlâ’nın kudretini ve ilminin yüceliğini idrâk ettirmesidir.
3. Müteşabihlerin varlığı, birden fazla kelâmî mezhebin
doğmasına ve her mezhep mensubunun kendi görüşlerini teyet edici delilleri
bulmak için Kur’an’a yönelmesine zemin hazırlamıştır.
4. Müteşabih ayetlerin ihtivâ ettikleri manalar genişce açıklanmış
olsaydı, Kur’an çok daha hacimli ve böylece neredeyse ezberlenemeyecek ve
muhafaza edilemeyecek kadar genişleyebilirdi.
5. İnsan aklî delillere başvurmaya kendisini mechur
hissetmiştir. Eğer bu ayetler bulunmasaydı, düşünce dar kalıplar içinde kalmış
olabilirdi ve insan taklit karanlığından kurtulamazdı.
6. Kur’an’ın tamamı muhkem olsaydı, te’vile ihtiyaç
hissedilmez, insanlar ilmî açıdan birbirlerine üstünlükleri de söz konusu
olmazdı. Âlimin câhile olan üstünlüğü ortadan kalkar, derece itibariyle hepsi
eşit seviyeye gelirdi.
HURÛF-I MUKATTAA
Kur’an’daki bazı sûrelerin başlarında yer alan
harflere mukattaa harfleri (kesik harfler) denir. Zâhirî itibariyle herhangi
bir manaya delâlet etmediklerinden dolayı ‘hakîkî müteşabih’ olarak kabul edilen söz konusu
harfler hakkında İslâm’ın ilk yıllarından itibaren bazı yorumlar yapıla
gelmiştir.
Hurûf-u mukattaanın müstakil âyet olup olmadığı
konusunda farklı iki görüş vardır. Kûfeliler bazılarının müstakil bir âyet
olduklarını bazılarının da kendilerinden sonra gelen âyetin cüz’üdür
demişlerdir. Basralılara göre ise bu harflerin hiçbirisi müstakil âyet
değildir.Hurûf-u
mukattaanın yorumlanıp yorumlanamayacağı konusunda iki görüş vardır:
Selefin
görüşü: Selef
âlimleri, mukattaa harflerini Kur’an’ın özü ve sırrı kabul etmektedirler.
Onlara göre bu harflerin mutlaka manaları vardır, ama onları Hz. Peygamber’den
başkası kavrayamaz. Çünkü bu hususta tek selahiyetli odur. Allah katında
bulunan bilgilerden resûllerine lüzumu kadar verilmiştir.
Halefin
görüşü: İkinci görüş
de halefin yani Müteahhirûn Ehl-i Sünnet kelâmcıların görüşüdür. Onlara göre
de, Allah Teâlâ’nın muhatapları için anlamı olmayan şeyleri inzal etmesi uygun
değildir. Hurûf-u mukattaaların hangi anlamlara gelebilecekleri hakkındaki
görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Allah’ın isim ve
sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir.
2. Allah Teâlâ bu harflerle
yemin ederek söze başlamaktadır.
3. Mukattaa harfleri, başında
bulundukları sûrelerin isimleridir.
4. Mukattaa harfleri
inanmayanların dikkatini çekmek için konulmuştur.
İ’CÂZU’L-KUR’ÂN
İ’câz
kelimesi sözlükte acze düşürmek,
âciz bırakmak manasında bir masdardır. Kur’ân’ın icâzından maksat
da onun, bütün insanları kendi
benzerini getirmekten âciz bırakması demektir. Bu anlayışa göre Kur’an,
benzerini getirme konusunda beşer kudretinin âciz kalacağı çok yüksek bir
mertebededir. Yani insanoğluna, ona nazîre yapma kuvvet ve kudreti verildiği
halde, söz konusu kitabın mûcizeliği kendisini fesâhat ve belâğat açısından
öyle bir mertebeye yükseltmiştir ki, insanın artık ona benzer bir söz söylemesi
imkânsız hale gelmiştir. Ancak bu noktada mutezile imamlarından en-Nazzam’ın
Sarfe Mezhebi olarak nitelendirilen bir itirazı vardır. Ona göre Allah Teâla
Arapların Kur’an’a nazîre yapmalarına engel olmuştur ve Kur’an’ın beşer üstü
bir kitap olması bu engellemeden ileri gelmektedir. Ehl-i sünnet ulemâsı bu
görüşü isabetli bulmayarak iki yönden tenkit etmiştir: birincisi, Kur’an’ın
mûcize bir kitap olduğu konusunda ümmet icmâ etmiştir. İkincisi de Sarfe
Mezhebi’nin isabetli olduğu kabul edilirse, o zaman Kur’an’ın meydan okumasına
icâz değil, ta’ciz denirdi. Bu ise, bir insanın dilini kesip sonra da ona
konuşma izninin verilmesine benzer.
Kur’an’ın İcâz Yönleri
1. Nazım ve te’lif
2. Gaybî haberler içermesi
3. Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması
4. Fenni mûcizelere işaret etmesi
5. Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından
değiştirilmemesi
MÜŞKİLU’L-KUR’ÂN
Müşkil’in
manası, karışık ve biririne zıt olan
şey demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın bazı âyetleri arasında ihtilâf ve tezat gibi görünen
husular diye tanımlanabilir. Ancak Kur’an’da anlam yönüyle
birbirleriyle çelişen âyetlerin bulunması kesinlikle söz konusu değildir. ‘Hâla Kur’ân üzerinde gereği gibi
düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbette
içinde birbirini tutmayan birçok şey bulurlardı.’ (Nisâ;82) âyeti bunu
apaçık bir şekilde dile getirmiştir. Bazen ilk başta âyetler arasında bir
çelişki olduğu zannedilebilir ancak üzerinde biraz düşünüldüğü vakit gerçekte
herhangi bir çelişkinin bulunmadığı hemen anlaşılır. Kur’ân müşkillerini gidermek için
ortaya iki vardır: Te’vil ve te’lif yolu ile nesih yolu.
MÜNÂSEBÂTU’L-KUR’ÂN
Münâsebet
sözlükte yakınlık ve
benzerlik anlamını ifade eder. Terim olarak ise birbirini takip eden kelime ve cümleler veya
arka arkaya anlatılan hâdiseler arasındaki irtibat ve ilişki demektir.
Münâsebet ilmi konu itibariyle kelime veya cümleler arasındaki anlam
benzerliğini, irtibat ve insicâmı, bir usûl terimi olarak ‘münâsebâtu’l-Kur’ân’ da âyet ve
sûreler arasındaki mana ilişkisini ortaya koymaktadır.
Kur’ân
âyetleri çeşitli zaman aralıklarıyla muhtelif sebepler üzerine indirilmiştir.
Ancak onların farklı zamanlarda indirilmiş olması, aralarındaki insicâm ve
irtibata engel teşkil etmemektir. Hatta bazı âlimlere göre sûrelerin başlarıyla
sonları, bir sûrenin sonuyla diğer sûrenin başı arasında da mana bakımından
mâkul bir irtibat ve insicam mevcuttur.
Meselâ
Vâkı’a Sûresi “Öyle ise Ulu Rabbinin adını tesbih et” âyetiyle son bulmuş,
müteakip sûre olan Hadîd Sûresinin ilk âyetinde de sanki Allah’ı tesbih etmesi
konusunda insana delil teşkil etmesi için “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı
tesbih etmektedir” denilmiştir.
FEZÂİLU’L-KUR’ÂN
Fezâil, fazilet kelimesinin çoğuludur. Üstünlük,
meziyet ve şeref anlamındadır. Buna göre fezâilu’l-Kur‘ân Kur’an’ın
yüceliğini, üstünlüğü, meziyet ve şererfi demektir.
Hz. Peygamber (sav) birçok hadisinde Kur’ân’ın hem söz
olarak üstünlüğüne, hem de onu öğrenme, öğretme, okuma ve okutmanın faziletine
işaret etmiştir. Kur’an hakkındaki bu fazilet hadisleri güvenilir hadis
kitaplarında mevcuttur ve sahih olduklarında şüphe yoktur.
KISASU’L-KUR’ÂN
Kıssa, ‘bir kimsenin izini sürüp adım adım takip
etmek’ manasına gelmektedir. İkinci bir anlamı da birine bir sözü beyan etmektir.
Bunların dışında anlatmak, hikâye
etmek manalarına da gelmektedir. Ancak Kur’an kıssaları için bu
anlamları kullanmamak gerek. Kur’an’daki kıssalar, geçmiş eserleri, izleri
açığa çıkaran, bu suretle unutulmuş veya bilinmeyen olaylar üzerinde dikkatleri
yoğunlaştırarak insanı derinden derine tefekküre yönelten bir olgudur.
Kıssaların Gayeleri:
1. Hz.
Muhammed’in nübüvvetini ispat etmek
2. Hz.
Peygamber’i ve müminleri teselli etmek
3. Muhatapları
düşündürmek ve ibret almalarını sağlamak
4. İslâm’in
evrenselliğini ortaya koymak
5. Semâvî
dinlerin esasta bir olduğunu beyân etmek
ESBÂBU’N-NÜZÛL
Esbâb, sebep
kelimesinin çoğuludur. Sözlükte ‘metod,
yol, işaret, vesile, vasıta’ manalarına gelmektedir. Ayrıca ‘amaca ulaştıran herşeye’ de sebep
denir. Nüzûl ise yukarıdan
aşağıya inmek veya iniş manasını ifade eder. Kısaca âyetlerin iniş
sebebini anlatan bu ilmin terim manasını şöyledir: ‘Hz. Peygamber’in risâlet döneminde vuku bulan ve Kur’an’ın bir veya bir
kaç âyetinin yahut bir sûresinin inmesine yol açan olay, durum ya da herhangi
bir şey hakkında Resûllullah’a sorulan soru’.
Esbâbu’n-Nüzûlün Kur’an’ın
Anlaşılmasındaki Rolü
1. Âyet/sûrenin ilâhi maksada uygun
şekilde yorumlanmasını sağlar, konulan hükümlerin hikmetlerinin kavranmasına
yardımcı olur.
2. Âyetler arasında var olduğu
zannedilen müşkillerine halledilmesine katkıda bulunur.
3. Müphem âyetlerin anlaşılmasını
kolaylaştırır.
4. Âyet/sûreler arasında münâsebet
kurmaya yardımcı olur.
5. Hasr veya tahsis (anlamların darlığı)
şüphesini ortadan kaldırır.
NÂSİH-MENSÛH
Sözlükte ortadan kaldırmak, ilga etmek, yok etmek,
yazmak vebirşeyi bir
yerden başka bir yere aktarmak anlamlarına gelmektedir. Terim
olarak ise: “şer’î bir hükmü, bir
başka şer’î delille kaldırmak yahut mukkaddem (:önceki) tarihli bir nassın,
muahhar (:sonraki) tarihli bir nas ile değiştirmektir”. Hükmü
kaldırılmış âyete mensûh, hükmü
kaldıran âyete ise nâsihdenilmektedir.
Nesih fikrinin hicrî birinci yüzyılın sonlarına doğru
bir çıkış yolu olarak ortaya atıldığı söylenebilir. Öyle anlaşılıyor ki
müfessirler ve fakihler anlam itibariyle çelişkili gibi görünen âyetleri
uzlaştıramayınca böyle bir teoriyi ortaya atmışlardır. Kur’an’da nesihin
bizâtihi vuku bulduğunu söyleyenler İslam bilginlerinin çoğunluğunu teşkil etmektedir. Ancak neshi
reddedenler de vardır. Neshi reddedip onu yerine “tahsis”i ikame edenlerin ilki
olarak kabul edilen Ebû Müslim el-İsfahâni’nin yaşadığı asır dikkate alınırsa,
muhâlif fikirlerin de erken zamanlara uzandığı söylenebilir.
Neshin
Şartları
1. Nâsıh ve mensûh âyetler
arasında birbirleriyle uzlaştırılmayacak derecede bir çelişki olması.
2. Nasların şer’î hüküm
taşıması ve mensûh nassın ebedi olduğuna dair bir ifadenin olmaması.
3. Mensûhun önce, nâsihin sonra
nâzil olmuş olması
4. Neshe konu olan hükmün,
iyilik ve kötülük vasfı taşımaması. (Ana-babaya iyilik gibi).
5. Hüküm açısından nâsıh nassın
mutlaka mensûhun seviyesinde veya daha üstün olması.
SÜNNET, HADİS, HABER
Sünnet: Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir
ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk
(yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu
manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne
aleyhi'l-mâ'e ibaresi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü"
demek olur. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun
bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki
gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır.
Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış
olan sünnet kelimesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış,
yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu
manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak
Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur ettiği
"dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen
"kötü" veya mezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü
Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık
yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek
alınmaya lâyıktır. İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız
şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn
devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden
sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri
yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır.
Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde
incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın
bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet,
bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken,
hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin
düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden
oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil
ve takririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve
kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasındaki yaşayışı
da sünnetten sayılır. Sünnet,
Hazreti Peygamber’den söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur.
Hadîs: Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına
geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller,
haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Daha sonraları, kelimenin
kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir
değişiklik görülmemekle beraber, dînî çevrelerde bazı haber çeşitlerine isim
olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde
bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz,
Allah'ın Kitabı'dır." Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin
sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs
denilmiştir.
Haber: Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile
ilgili olarak nakledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber,
hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği
zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle
hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden
nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki
kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul
olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle
uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus
mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit
habere hadîs denilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
Mütevâtir, lugatta tetâbu etmek, yâni arkası
kesilmeksizin birbirini takip etmek ve birbirinin peşi sıra gelmek manâsında
kullanılan tevâtür'den ism-i faildir. “Tevâtere'l-haberu” denildiği zaman, haberin
fasılalarla birbiri arkasına geldiği, yahut bir başka
deyişle, habercilerin birbiri arkasına gelerek aynı haberi
getirdikleri anlaşılır. Bu, bir bakıma, haberin nesiller boyu herkes tarafından
getirilmesi ve nesilden nesile haber verilmesi demektir. Bu da, en basit ifade
ile, haberin her nesilde, sayısı bilinmeyen bir kalabalık tarafından
nakledildiği manâsına gelir. O halde mütevâtir haber, nesilden nesile, kalabalık
bir cemaat tarafından rivayet edilen haberdir.
Mütevâtir haberin
şartlarını şöylece sıralamak mümkündür:
1. Mütevâtir haber, kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
2. Öyle bir kalabalık ki, ferdlerinin yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız
ittifak etmeleri mümkün değildir.
3. Herhangi bir nesilde veya tabakada, bu kalabalığın sayısında azalma
olmamalıdır. Ancak sayıda artış, haberin doğruluğunu teyîd eder.
4. Haber, menşeinde onu nakledenlerin "görme" veya
"işitme" fiillerine istinad eden cinsten olmalıdır; başka bir ifade
ile menşei aklî kazıyyeye müstenid olmamalıdır.
Bu şartlar bir araya geldiği zaman, haber ilm-i
zarurî, veya ilm-i yakın ifade eder; yâni onu işiten kimse için, red ve inkârı
mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hâsıl olur. Bu
bilgi, dîne taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk
ediyorsa, kendisiyle amel etmeyi gerektirir.
Bazılarına göre Kitap, yâni Kur'ân, tevâtüren sabit
olduğu halde, sünnet ve icma, hem tevatür, hem de âhâd yol ile sabit olmuştur.
Ancak gerek sünnetten ve gerekse icmadan mütevâtir olanlar çok azdır. Hattâ
sünnette, yalnız manâ yönünden mütevâtir olanlar vardır. Meselâ şerîatın asıllarından
olan beş vakit namaz, namaz rekatlarının sayısı, zekât, hac ve bunun gibi bazı
sünnetler bu kabîldendir. Mütevâtir
haberler, lafzi ve manevî olmak üzere 2’ye ayrılır:
Mütevâtir Lafzî: İsnadın başında
olsun, ortasında veya sonunda olsun, bütün tabaka veya nesillerde, bir hadîsin
lafzan, yukarıda tarifi yapılan kalabalık tarafından rivayet edilmesidir.
Mütevâtir lafzının en güzel örneği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Hadîsler arasında da bu
şekilde nakledilenler bulunmakla beraber bunların sayısı çok azdır.
Mütevâtir Manevî: Kelimenin manâsından da anlaşıldığı gibi, lafzî
mutabakatı olmayan, fakat manâ ile rivayet edilen hadîslerdir. Bununla
beraber, lafzî mutabakat olmasa bile, bu hadîslerde de yalan üzerinde
birleşmeleri ihtimal dâhilinde olmayan kalabalık bir cemaatin rivayeti şart
koşulmuştur. Ancak böyle hadîslerde tevatür derecesine ulaşan husus, hadîsin
aslıdır, yahut özüdür.
Âhâd, lugatta, "bir" manâsına gelen ve bir
şeyin sayısına delâlet eden ahad veya vâhıd'in çoğuludur. Istılahta ise,
tevatür derecesine ulaşmayan, veya mütevâtir olmayan haberlere verilmiş bir
isim olarak kullanılır ve meselâ haberu'l-vâhıd (bir kişinin haberi) denir ve
bir kişi tarafından rivayet edilen haber kasdedilir. Haber-i âhâd da birer kişi
tarafından rivayet edilen haberlerdir.
Usûl kitaplarının tedvîn edildiği asırlarda, haber-i
âhâd anlayışında önemli sayılabilecek bir değişiklik olmuş ve bu tabir, yalnız
bir kişinin bir kişiden rivayet ettiği haberler hakkında değil, fakat iki kişinin
iki kişiden, üç kişinin ve hattâ üçün üstünde kişilerin üç veya daha fazla
kişilerden rivayet ettikleri haberler hakkında kullanılmıştır. Şu şartla ki,
üçün üstündeki kişilerin, her tabakada, mütevâtirin şartı olan kalabalıktan
daha az olması lâzımdır. Daha sonra âhâd haberler; meşhur, azîz ve garîb olmak
üzere üç kısımda mütalâ edilmişlerdir.
a) Meşhur Haber: Meşhur, lügat
yönünden şöhrete erişmiş haber veya hadîs manâsına gelir. Lakin hadîsçiler
arasında, ıstılah olarak daha farklı bir manâda kullanılmış ve en az üç
isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyen hadîslere
denilmiştir. Meşhurun diğer bir manâsı da, râvisi olsun veya olmasın,
yahut aslı bulunsun veya bulunmasın, halk dilinde dolaşan bütün hadîsleri içine
alır.Şu var ki, bu çeşit hadîsler hakkında kullanılan meşhur tabiri, kelimenin
ıstılah manâsında değil, fakat lügat manâsında kullanıldığına delâlet
eder.
b) Azîz Haber: Azîz, lugatta " şerif olmak ve bir kimsenin zelîl
iken kuvvetli ve kudretli olması" manasına gelir. Hadîs ıstılahında
ise, Azîz, bir hadîsin garîb iken, bir başka yönden rivayet edilmek suretiyle
kuvvet kazanması ve azîz olmasıdır. Buna göre azîzi, herhangi bir tabakada
yalnız iki râvi tarafından rivayet edilen hadîsler olarak tarif etmek daha
doğru olur.
c) Garîb Haber: Garîb, lugatta yabancı, vatanından uzakta, yalnız ve tek başına kalmş kimse
demektir. Hadîs ıstılahında ise, metin veya isnad yönünden tek kalmış, yahut
benzeri başka râviler tarafından rivayet edilmemiş hadîse denilmiştir.Garîb hadîsler,
sahih ve gayr-i sahîh olmak üzere iki kısma ayrıldıkları gibi, metin ve isnad
yönünden de garîb, yahut yalnız isnad yönünden, ya-hutta yalnız metin yönünden
garîb olmak üzere çeşitli kısımlara ayrılırlar. Garîb hadîsler, umumiyetle
sahîh olmamakla beraber, garabetin, sıhhat yok edici bir vasıf olduğu da
ileri sürülemez. Zira sıhhat, râvilerin sika (güvenilir) kimseler olmaları
halinde sübût bulur.
SIHHAT YÖNÜNDEN HABER ÇEŞİTLERİ
Sahîh Hadîs: Makbul hadîs çeşitlerinin başında yer alan
sahîh, adalet ve zabt sıfatlarını hâiz olan râvilerin, muttasıl senedle
rivayet ettikleri şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Sahîh ile ilgili olarak
verdiğimiz bu tarif, ameli gerektiren sahîh bir hadîsin, metin ve isnadında
başlıca beş şartın biraraya gelmiş olması gerektiğini göstermektedir.
Sahih hadis kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi “Sahîh Li-Zâtihi” denilen hadistir ki; kendi
şartlarıyla sahîh olup ve sıhhat yönünden en üst derecede bulunur. İkincisi de
“Sahîh Li-Gayrihi” dir. Bu da; râvisinin
zabtındaki kusur sebebiyle isnadı hasen olan, ancak başka bir sahîh isnadla
rivayet edilip, sıhhat yönünden kuvvet kazanarak sahîh mertebesine yükselen
hadistir.
Hasen Hadîs: Lügat yönünden
"güzel" manâsına gelir. Hadîsçilerin ıstılahında ise, sahîh ile zayıf
arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olduğu için makbul hadîsler
arasında sayılan hadîs çeşididir. Hasen hadîs, kuvvet yönünden sahîh hadîs
derecesinde olmasa bile, delil olma yönünden ondan farksızdır. Bu sebeple
el-Hâkim, îbn Hıbbân ve İbn Huzeyme gibi imamlar, haseni sahîh
çeşidi arasında zikretmişlerdir.
Hasen hadis de kendi içinde iki kısma ayrılır: Birincisi olan “Hasen Li-Zâtihi” âdil, fakat zabt yönünden kusurlu râvilerin
muttasıl senedle rivayet ettikler şâz ve muallel olmayan hadîslerdir. Yani
zabt yönü hariç, diğer şartlarla sahîh hadîsin aynısıdır. İkincisi “Hasen Li-Gayrihi”dir ki; İbn Salâh onu şöyle tarif etmiştir: Râvilerinin ehliyetleri
tam olarak tesbit edilmemiş bulunan, bununla beraber rivayet ettikleri hadîste
fazla hata yapmayan ve kizb ile müttehem olmayan kimselerin rivayet ettikleri
hadîstir. Bu hadis bir kaç yönden rivayet edilmesi halinde şâz ve münker
olmaktan çıkar ve hasen li-gayrihi adını alır.
Mahfuz Hadîs: Şâz olan hadîsin
mukabili olarak makbul haberler arasında yer alan hadîse mahfuz adı
verilmiştir. Şâz, sika râvinin zabt yönünden olsun, rivayetin çokluğu ve buna
benzer tercihi gerektiren sair yönlerden olsun, kendisinden daha üstün râvilere
muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetiyle tek kaldığı hadîstir.
Maruf Hadîs: Münker veya şâz
merdûd olan hadîsin mukabili olarak tercih edilen hadîse maruf denir. Münker
veya şâz merdûd, zayıf râvinin sika râvılere muhalif olan rivayetidir. Buna
göre maruf, münker rivayete karşı tercih olunan sika râvilerin hadîsidir.
Mutâbi Hadîs: Mutâbe'at,
şeyhinden rivayetiyle tek kalmış bir râviye, bir başka râvinin tâbi olarak, ya
o şeyhten, yahutta şeyhin şeyhinden aynı hadîsi rivayet etmesi demektir. Mutâbe'atın
manâsı bu açıklama ile anlaşıldıktan sonra, bu kelimeden türeyen ve fail
manâsında kullanılan mutâbi'e gelince, bu da, rivayet ettiği hadîsle tek
kaldığı sanılan bir râvinin hadîsine uygun olarak, o râvinin şeyhinden, veya
daha yukarıdaki şeyhlerden, bir başka râvi vasıtasıyle rivayet edilen aynı
hadîstir.
Şâhid Hadis: ferd olduğu sanılan bir hadîsin, cami,
musned, sünen ve cüz gibi çeşitli hadîs kitaplarında yapılan araştırma
neticesinde manâ yönünden bir benzerine rastlanırsa, bu benzer hadîse şâhid denir.
Çünkü araştırma neticesinde bulunan benzer hadîs, ferd sanılan hadîsi şehadet
yolu ile takviye etmiş, onun şahidi olmuş demektir.
Merdud haber; reddedilmesi gereken hadîslere delâlet
etmek üzere, makbulün mukabili olarak genel manâda kullanılan bir tabirdir.
İbn Hacer'in taksimine göre, mütevâtir dışında kalan ve âhâd denilen haberler,
ya makbul, ya da merdûd olurlar. Bir haberin merdûd olması, genel olarak iki
sebebe dayanır. Bu sebeplerden biri isnadla ilgilidir ve isnaddan bir veya
daha fazla râvinin düşmesiyle haber merdûd olur. İkincisi de isnadı oluşturan
râvilerden bir veya bir kaçının, diyanet yahut zabt yönünden cerh edilmesi
halinde haber merdûd sayılır.
Muallâk Hadîs: Muallak, ta'lîk'tan ism-i mefûldür. Ta'lîk, lugatta
bir şeyi asmak, destek veya dayanaktan mahrum bırakmak manâsına gelir. Hadîs
ıstılahında ise, musannifin, kitabında naklettiği bir hadîsin isnadından, ya
kendi şeyhini, yahut kendi şeyhi ile birlikte sırasıyle bir kaç şeyhi ve hattâ
bütün isnadı hazfederek veya ibaresiyle, hadîsi zikrettiği ilk
kaynağa isnad etmesidir.
Mursel Hadîs: Hazreti Peygambere
yakın bir devirde yaşamış olmaları dolayısıyle, sahabenin çoğunu gören ve
onlarla sohbette bulunan tâbi'îlerin, hadîs rivayet ederken, kendilerinden
hadîs işittikleri sahabîleri atlayarak, yahut onların isimlerini zikretmeksizin
rivayet ettikleri hadîslere mursel denilmiştir. Buna göre mursel hadîs,
isnadında sahabîsi düşmüş olan hadîstir. Mursel hadîslerin delil olarak
kullanılıp kullanılamayacağı hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
En-Nevevî'nin belirttiğine göre, hadîsçilerin çoğunluğu, birçok fukahâ ve
usûlcüler nazarında mursel zayıftır ve onunla ihticac olunmaz. Eş-Şâfi'î de
aynı görüşe sâhiptir.
Mu'dal Hadîs: İsnadında birbirini
takip eden iki ve daha fazla râvisi düşmüş hadîslere mu'dal denilmiştir. Bu
tarife göre mu'dal, munkatı hadîslerin bir çeşididir; ancak mu'dalda birbirini
takip eden en az iki râvinin düşmüş olması şart koşulduğu için, bazen bir,
bazen de birbirini takip etmeksizin aralıklarla birden fazla râvisi düşen ve
ıstılahta munkatı denilen hadîslerden ayrılır. Buna göre her mu'dal munkatı
olduğu halde, her munkatı mu'dal değildir.Mu'dal hadîsler, isnadlarından
düşürülen râvilerin kimlikleri bilinip adalet ve zabt yönünden halleri tesbit
edilmedikçe merdûd hadîslerden sayılırlar.
Munkatı Hadîs: Munkatı tabiri,
lügat yönünden, umumiyetle isnadı muttasıl olmayan hadîsler için
kullanılmıştır. İnkıta veya râvi düşmesi, isnadın ister başında olsun, ister
ortasında veya sonunda olsun, o isnad munkatıdır. Bu bakımdan sahabîsi düşen ve
mursel denilen, yahut musannifin tasarrufu ile isnadın başından hazfedilen ve
muallak denilen isnadla munkatı arasında lugat manâsı yönünden hiçbir fark
yoktur. Bununla beraber ıstılahta
munkatı, murselden ayrı bir şeydir ve isnadda tâbi'îye varmadan önceki bir
râvinin, kendisinden hadîs naklettiği şahsı işitmeden ondan rivayetidir. Bu durum, tabiatiyle râvinin, hadîsi
bir başka şahıs vâsıtasıyle almış olduğuna delâlet ettiği gibi, bu vâsıtanın
isnadda zikredilmemiş olması da, isnadın munkatı, yâni kopuk olmasını
gerektirir.Munkatı'ın bir başka çeşidi de, isnadda mübhem şahısların yer almış
olmasıyle ortaya çıkar.
Mudelles Hadîs: Mudelles, zulmet veya karanlık manâsına gelen
deles'ten türetilmiş tedlîs'ten ism-i mef ûl olup, bir şeyin ayıbını ve
kusurunu gizlemek, açık ve belli olması gerekirken onu karanlıkta bırakıp
belirsiz hale sokmak demektir. Tedlîsin bu manâsı gözönünde bulundurulursa,
râvinin, şeyhinden işittiği ve işitmediği hadîsleri birbirinden ayırt
etmeksizin hepsini de rivayet etmesidir ki, işitmediği hadîsleri de işitmiş
olduğu vehmini uyandırdığı için, ayıbını ve kusurunu gizlemiş olur.Tedlîsin
çeşitli şekilleri vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
3.
Tedlîsu'ş-Şuyûh
5.
Tedlîsu's-Sukût
Mursel-i Hafi: Mursel-i hafî, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, senedin neresinde olursa olsun, muasır olan, fakat mülakatı
bulunmayan, yahut aralarında semâ olmayan iki râviden birinin diğerinden
rivayet ettiği hadîstir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu iki râvi
arasında semâ olmadığının, yahut mülakat bulunmadığının bilinmesidir.
RAVİLERİN TA’N EDİLMELERİNİN BAŞLICA SEBEPLERİ
Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:
5.
Cehâletu'r-Râvi
Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri:
5.
Sû-i Hıfzı'r-Râvi
Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri:
Mevzu Hadîs: Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, mensûb
oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı mezhebleri, kabilelerini,
cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam ve hükümdarları medhetmek,
halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde
va'zettikleri cemaatın teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere
karşı rağbetini artırmak maksadıyle dîn düşmanlarının, yalancıların ve
câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek
için tanınmış hadîs râvilerinden düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi
Hazreti Peygamber’e iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs
adı verilmiştir.
Metruk Hadîs: Hazreti Peygamberin hadîslerinde kizb (yalancılık)
ile itham olunan, yahut hadîste yalanı görülmese bile, şâir konuşmalarında
kezzâb (yalancı) olarak bilmen kimselerin, malûm kaidelere aykırı olarak
rivayet ettikleri ve bu rivayetlerinde münferid kaldıkları hadîslere metruk
denilmiştir.
Râvileri Zabt Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri
Şâz Hadîs: sika olan râvinin, kendisinden daha
sika râviye muhalif olarak rivayet ettiği ve rivayetinde tek kaldığı hadîstir.
Munker Hadîs: Zayıf olan bir
râvinin, güvenilir râvilere muhalif olarak rivayet ettiği ve bu rivayetiyle tek
kaldığı hadîse munker denilmiştir.
Mu'allel Hadîs: Görünüşü itibariyle sahîh olan, fakat aslında gizli ve kâdih (sıhhatini
kemiren) bir illeti bulunan hadîslere mu'allel denilmiştir. Ancak bu illet
keşfedilmedikçe hadîsin mu'allel olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu
sebepten, mu'allelin tarifini yaparken, “kendisinde sıhhatini kemiren bir
illeti bulunan, bununla beraber görünüşte yine de sahîh olan hadîstir” demek
daha doğru olur.
Mudrec Hadîs: Râvisi tarafından isnad veya metnine aslından olmayan bazı sözler sokulmuş
hadîs demektir. Bu tarife göre, ya isnadı yönünden ya da metni yönünden hadiste
idrâc hasıl olmuştur. Mudrecin bu iki kısmı mudrecu'l-isnâd ve mudrecu'l-metn
adiyle bilinir.
Maklûb Hadîs: Hadîs râvilerinin isimlerinde, isnadlarda ve
metinlerde bazı kelime ve ibarelerin yerleri değiştirilerek rivayet edilen
hadîslere maklûb denilmiştir. Buna göre maklûb, kelime manâsına uygun olarak,
ıstılahta, kalbedilmiş, veya takdim ve tehirle değişikliğe uğramış hadîs
demektir.
Muztarib Hadîs: Bazen bir, bazen de iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde rivayet
edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne kendisinden
rivayet ettiği şeyhine yakınlığı ve ne de şâir tercih sebeplerinden herhangi
birinin bulunmaması dolayısıyle rivayetleri arasında tercih yapılamayan hadîse
muztarib denilmiştir.
Musahhaf Hadîs: Metin veya isnadında bir kelimesi veya
râvilerinden birinin ismi hatalı olarak söylenmiş ve bu hata ile rivayet edilmiş
hadîse verilen isimdir.
İsnad, lugatta ya lâzım (geçişsiz) olarak dağın
eteğinden zirvesine doğru tırmanmak ve yükselmek, yahutta müteaddî (geçişli)
olarak yükseltmek manâsında kullanılmıştır. Bundan ayrı olarak, İsnadın, bir
de iti-mad etmek manâsı vardır ve her iki manâ, sülâsîden kullanılan sened kelimesinin
tam karşılığıdır. Hadîs ıstılahında ise, isnâd, sözün, aracılar vâsıtasıyle
asıl sahibine yükseltilmesidir ve bu tarif, kelimenin, dağın zirvesine
yükselmek veya yükseltmek manâsından alındığına delâlet eder. Hadîsin, Hazreti
Peygambere varıncaya kadar muttasıl bir şekilde güvenilir kimselerin yine
güvenilir kimselerden rivayet edilmesi keyfiyeti, Allah'ın yalnız müslümanlara
hâs kıldığı bir sistemdir.
İsnad gerçek değerini tâbi'ûn devrinde kazanmış, hadîsçiler, isnadsız hadîs
rivayet edenleri dâima ikaz ederek hadîs aldıkları kimseleri açıklamaya davet
etmişlerdir. Meselâ İbn Şîrîn "bu
ilim dîndir; dînini kimden aldığına dikkat et" diyerek isnada önem
verilmesini tavsiye etmiştir. İsnada verilen bu değer sayesinde, hadîs
rivayet eden kimselerin hal ve meşreblerini öğrenmek de mümkün olmuş ve herbiri
hakkında tanzim edilen biyografik tarihler yardımı ile, kimin güvenilir, kimin
zayıf ve yalancı olduğu tesbît edilerek bu ilimle meşgul olanların
istifadelerine sunulmuştur. İsnadlar, kendilerini oluşturan râvi sayılarının az
veya çok oluşu yönünden iki kısımda değerlendirilmiş ve kaynağa daha az râvi
ile ulaşan isnada âlî, daha çok râvisi
olan isnada da nazil denilmiştir.
Âlî İsnad: Alî, lugatta,
yücelik veya yükseklik manâsına gelen uluv'dan ism-i fail olup, râvi sayısının
azlığı dolayısıyle Hazreti Peygambere yakınlık (kurb) kasdedilmiştir. Isnaddaki
bu yakınlık, hadîsi en kısa yoldan Hazreti Peygambere ulaşan sahih bir isnadla
rivayet etmek suretiyle meydana gelir. Râvi sayısının azlığı dolayısıyle âlî
olan bir isnadla rivayet edilen hadîs, râvi sayısının çokluğu dolayısıyle nazil
olan aynı hadîsin diğer rivayetine tercih edilir. Hadîs imamları, âlî isnadla
rivayet eden kimselerden hadîs almak için meşakkatli seyahatları bu sebepten
ihtiyar etmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel, bunu şu sözleriyle açıklamıştır: "Âlî isnad talebi, bize seleften kalan
bir sünnettir."
İsnadta uluv, mutlak ve nisbî olmak üzere başlıca iki
kısımda mütalâ edilmiştir: Uluw-i Mutlak; güvenilir
bir isnadla Hazreti Peygambere olan yakınlıktır. Bu yakınlık, Muhammed İbn
Eşlem et-Tûsî'nin ifadesine göre, Allah'a yakınlık gibidir. Çünkü isnadın
yakınlığı, Hazreti Peygambere yakınlıktır; Hazreti Peygambere yakınlık ise,
Allah'a yakınlıktır. Uluw-i Nisbî
ise; el-A'meş, îbn Cureyc, el-Evzâ'î, Şu'be, Mâlik,
Huşeym ve emsali hadîs imamlarından birine, râvi sayısının azlığı dolayısıyla
veya Kutub-i Sitte gibi mutemed kitaplardan birinin rivayetine nisbetle ortaya
çıkan yakınlıktır.
Nazil İsnad: Nuzûl kelimesi,
uluvvün karşıtı olup bir hadîsi rivayet eden en son râviyi o hadîsin kaynağına
en çok râvi sayısı ile ulaştıran isnadın keyfiyetidir. Nazil isnadlar, râvi
sayısının çokluğu ve bu çokluk halinde hata yapılması ihtimalinin fazlalığı
dolayısıyle, hadîsçiler arasında rağbet görmemiştir. Bununla beraber, nazil
isnadın râvileri, güven yönünden, yahut hafıza ve fıkıh yönlerinden
üstünlükleri dolayısıyle âli isnad râvilerine temayüz ederlerse nazil isnad
âlî isnada tercîh edilir.
İsnada Müteallik Hadîs Çeşitleri:
Merfû Hadîs: Hazreti Peygambere isnad edilen söz, fiil ve
takrirlerden, ister munkatı isnadla rivayet edilmiş olsun, ister muttasıl
isnadla rivayet edilmiş olsun, bütün hadîslere merfû denilmiştir. Söz, fiil ve
takrirler dışında sahabe ve tâbi'ûnun, sarîh bir tabir kullanmaksızın naklettikleri
bazı haberler daha vardır ki, bunlar da merfû hükmündedirler. Meselâ Sahabînin
herhangi bir şey hakkında "bu şey sünnettendir" demesi, ekseriyetin
görüşüne göre merfû hükmündedir. Sahabenin "fulân
şeyden nehyolunduk" sözleri de, emrin ve nehyin Hazreti Peygamberden
gelmesi dolayısıyle merfû hükmündedir.
Mevkuf Hadîs: Sahabeden, isnadı
ister muttasıl olsun ister munkatı olsun, söz, fiil ve takrir olarak rivayet
edilen haberlere mevkuf denilmiştir. Sahabe sözlerine bu ismin verilmesi,
isnadın sahabîde son bulması ve Hazreti Peygambere ulaşmamış olması dolayısıyladir.
Mevkuf tabiri, bazen de sahabî dışında herhangi bir râviye atfen kullanılır ve
meselâ “hazâ mevkufun alâ Atâ” denir. Bu tabir, isnadın Atâ'ya kadar geldiğine
işaretten ibarettir ve kelime, burada, ıstılah manâsında değil, lügat manâsında
kullanılmıştır.
Maktu Hadîs: İsnadı tâbi'ûnda
son bulan ve tâbi'ûnun söz ve fiillerinden ibaret olan haberlere maktu
denilmiştir.
Musned Hadîs: İsnadı, ilk
râvisinden sonuna kadar muttasıl ve aynı zamanda merfû olan hadîslere musned
denilmiştir. O halde, bazılarının zannettikleri gibi musned ve merfû tabirleri
birbirinin müradifî olan kelimeler değildir; fakat merfü, hadîsin musned olması
için gerekli olan unsurlardan biridir. Bu bakımdan her musned hadîs merfû
olduğu halde, her merfû hadîs, senedi muttasıl olmadıkça musned değildir.
HADÎS RÂVİLERİ VE RİVAYET ŞEKİLLERİ
SAHABÎLER: Hazreti Peygamber devrini idrak etmiş, müslüman olarak Peygamberi görmüş,
onun sohbetinde bulunmuş ve yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî
(çoğulu: Sahabe) denir. Sahabîlerin sayısı hakkında
kat'î bir rakam söylenmemiştir. Ebû Zur'a er-Râzî, Hazreti Peygamberin vefat
ettiği sıralarda Mekke, Medîne ve civarlarında 114 bin müslüman bulunduğunu
söyler. Sahabîler, Allahu Ta'âlâ'nm tezkiye ve ta'dîline mazhar olmaları
dolayısıyla udûl addedilmişlerdir; yâni ister hadîs rivayetinde olsun, İster sâir
hususlarda olsun, yalan söylemezler; tashîf ve tahrif yapmazlar.
Hadîsçiler, sahabîleri, derece, itibar ve fazilet
yönünden çeşitli tabakalara ayırmışlardır. Bunlar arasında, el-Hâkim'in
tasnifi büyük şöhret kazanmıştır. Bu tasnife göre sahabe, fazilet bakımından 12
tabakaya ayrılır. Bunlar sırasıyle şöyledir:
1. Mekke'de ilk defa müslüman olanlar.
2. Dâru'n-Nedve azaları.
3. Habeşistan'a hicret edenler.
4. Birinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.
5. İkinci Akabe 'de Hazreti Peygambere bey 'at edenler.
6. Hazreti Peygamber Küba'da iken kendisine iltihak eden müslümanlar.
7. Bedir savaşına iştirak edenler.
8. Bedir savaşı ile Hudeybiye andlaşması arasında hicret edenler.
9. Hudeybiye yakınındaki ağaç altında Hazreti Peygambere bey'at edenler.
10. Hudeybiye andlaşması ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.
11. Mekke 'nin fethedüdiği gün müslüman olanlar.
12. Mekke'nin fethinde ve Hazreti Peygamberin Veda Haccı'nda onu gören
çocuklar.
Usûl kitapları, sahabîleri, rivayet ettikleri hadîs
sayısına göre iki guruba ayırmışlardır. Birinci gurupta, çok sayıda hadîs
rivayet eden sahabîleri zikretmişlerdir ki, bunların başında Ebû Hureyre gelir.
Es-Suyûtî'nin verdiği bilgiye göre bu meşhur sahabî, 5375 hadîs rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre'den sonra, rivayet ettiği 2630 hadîsle Abdullah İbn Ömer
İbni'l-Hattâb gelir. Bunu, sırasıyle 2286 hadîsle Enes İbn Mâlik, 2210 hadîsle
Umrnu'l-mu'minîn Âişe, 1969 hadîsle İbn Abbâs, 1540 hadîsle Câbir İbn Abdillah
ve 1170 hadîsle Ebû Sa'îd el-Hudrî takip eder. İsimleri zikredilen bu
sahabîlerden başka binin üzerinde hadîs rivayet eden kimse yoktur. İşte, binin
üstünde hadîs rivayet etmekle şöhret kazanan bu yedi sahabî muksirûn adı ile anılmıştır. Bu yedi
kişi dışında kalan ve binin altında hadîs rivayet eden sahabîler ise, mukillûn adiyle tanınmışlardır ki, ilk
dört halîfe ile sahabîlerin çoğu bunlar arasında yer alır.
TABİİLER: Hazreti Peygamberin ashabından herhangi birine mülâki
olan ve onunla sohbeti bulunan kimseye tâbi'î (çoğulu: Tâbi'ûn) denilmiştir.Tâbi'ûnun
sayısı hakkında hiçbir rakam ileri sürülmemiştir. Sahabî-lerin, Hazreti
Peygamberin vefatından sonra, fethedilen çeşitli ülkelere dağıldıkları ve
buralarda kendilerine pek çok müslümanm mülâki olduğu göz önünde
bulundurulursa, bunların sayısını tesbit etmenin mümkün olamayacağı kolayca
anlaşılır. Tâbi'ûn içerisinde ilmiyle şöhret
kazanmış daha pek çok kimse vardır. Kaynaklar, bunların şehirlere göre
dağılımını vererek her biri hakkında geniş bilgi verirler. İslâmî ilimlerde ve
özellikle hadîs sahasında en meşhur tâbi'îler şunlardır:
Mekke'de: Abdullah îbn Abbâs'ın kölesi Ikrime (Ö.
105), Atâ îbn Ebî Rabâh (Ö. 115), Ebu'z-Zubeyr Muhammed İbn Müslim (Ö.
128).
Medine'de: Sa'îd İbnu'l-Museyyib(Ö.93), Süleyman
îbn Yesâr(Ö. 93), Urve İbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), Salim İbn Abdillah İbn Ömer (Ö.
106), Abdullah İbn Ömerin kölesi Nâfi (Ö. 117), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124),
Ebu'z-Zinâd (Ö. 130).
Kûfe'de: Alkame îbn Kays en-Naha'î (Ö. 62),
İbrahim en-Naha'î (Ö. 96),
Basra'da: El-Hasan el-Basrî(Ö. 110), Muhammed İbn
Şîrîn (Ö. 110), Katâde (Ö. 117).
Şam'da: Kabîsa (Ö. 86), Ömer İbn Abdi'1-Azîz
(Ö. 101), Mekhûl (Ö. 118). Yemen'de: Tâvûs îbn Keysân (Ö. 106), Vehb îbn
Munebbih (Ö. 110).
Râvînin
Adaleti: Adalet, insanı, kebâir (büyük günâh)
iktisabından ve sağâ'ir (küçük günâh) üzerinde direnmekten alıkoyan bir
melekedir. Bazılarına göre de, şehadet ve rivayetinin kabul edilmesini
gerektirecek şekilde, insana, tâ'at ve mürüvuet'in hâkim olmasıdır. Zira
insanın işlerinde ma'sıyet ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa, şehadet ve
rivayeti reddedilir.
Bir hadîs râvisinde adaletin sübût bulması için bazı
delillere ihtiyaç vardır. Bu deliller, ya iki âlimin o râvinin adaleti hakkında
şehadette bulunmasıdır; ya da râvinin adaleti, hadîsçiler ve sâir ilim ehli
arasında hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde şöhret kazanır. Meselâ
Mâlik İbn Enes, Sufyân es-Sevrî, Sufyân İbn Uyeyne, eş-Şâfi'î, Ahmed İbn Hanbel
ve emsali, adaletlerine şehadet edecek herhangi bir muaddile muhtaç değillerdir.
Râvinin Zabtı: İnsanın, işittiği herhangi bir şeyi,
aradan uzun zaman geçmiş olsa bile, dilediği anda hatırlayabilecek bir şekilde
iyi belleyip hıfzetme yeteneğine sahip olması manâsına gelir. Rivayetinin
kabulü için bir râvide bulunması gereken iki önemli sıfattan biridir. Bu iki
sıfat bir râvide birleştiği zaman, o râvi, sika (güvenilir) olma vasfını
kazanır. Diğer sıfat, daha önce üzerinde durduğumuz adalettir.
Râvinin Akıl
ve Bâliğ Olması: Akıldan murad, hadîs râvisinin temyiz
kabiliyetine sahip olmasıdır. Bu sebeple, hadîs rivayetinde belirli bir yaş
haddi konulmamış, fakat temyîz kudreti olan her yaştaki çocuğun rivayeti kabul
edilmiştir. Ancak akıl şartı içerisinde bulûğ zımnen mülâhaza edildiği için,
bulûğ çağına girmemiş bir çocuğun hadîs tahammülü (yâni işitmesi, alması) caiz
görülmüş olsa bile bulûğdan önce bu hadîsleri rivayet etmesi tecviz
edilmemiştir. Yâni bulûğ çağından önce işitilen hadîsler, ancak bulûğ çağına
girdikten sonra rivayet edilmişse makbul sayılmıştır.
Bir kimseyi yaralamak manâsına gelen cerh ile, bir
kimsenin adaletinin açıklanması demek olan ta'dîl, her ikisi birden hadîs
ilminin en önemli konularından birini teşkil eder. Cerh ve ta'dîl olmaksızın
bir hadîsin sahîh veya zayıf olduğunu tesbit etmek mümkün değildir.
Bir hadîs râvisinin, bir veya iki hadîs imamı tarafından cerh, bir veya iki
hadîs imamı tarafından da ta'dîl edilmesi halinde, birincisi, yâni cerh kabul
edilir ve hüküm ona göre verilir. Çünkü cârih (yâni hadîs râvısini cerheden,
veya onun hadîs rivayetinde kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse),
hadîs râvisinde gizli olan ve muaddil (yâni hadîs râvisinin adaletini isbat
eden kimse) tarafından bilinmeyen bir kusuru ortaya koymaktadır.
Bir hadîs râvisi, kalabalık bir hadîs imamı tarafından
ta'dîl, buna karşılık daha az imam tarafından cerh edilmiş olsa, hüküm, yine
cârihlerin sözlerine göre verilir.
Cerhe Sebep
Teşkil Eden Haller:
·
Kizb (yalancılık)
·
Sefeh
·
Bid'at ve hevâ
·
İhtilât ve tegayyür( rivayet ettikleri
hadîsleri karıştıranlar, değiştirenler)
·
Rivayetleri arasında şâz, münker ve
garîb hadîslere fazla yer verenler
·
Rivayetlerinde fazla yanlışlık yapanlar
·
Gaflet
·
Rivayet ettikleri hadîslerin yalan olduğunu bilmeyenler
·
Görmedikleri ve hiç karşılaşmadıkları
şeyhlerden hadîs nakledenler
·
Şeyhlerinden, hiç işitmedikleri
hadîsleri de rivayet edenler
·
Kitapları kaybolduktan sonra başkalarına
âit kitaplardan rivayet edenler
·
Hadîslerine başkaları tarafından yapılan
ilâvelerin farkına varmayanlar
·
Hadîs rivayeti esnasında dillerinde vâki
olan hatâyı düzeltmekten kaçanlar
·
Görmedikleri şeyhlerden hadîs rivayet
edenler
Hadîslerin Lafzen
Rivayeti: Sahabe, rivayetin mes'ûliyetini müdrik olarak, Hazreti Peygamberden
nakletmiş oldukları hadîslerde büyük bir titizlik gösteriyor, değil bir kelime
değişikliğine, aynı kelimenin cümle içerisinde yer değiştirmesine bile rıza
göstermiyorlardı. Hadîs rivayet eden bir kimsenin, Hazreti Peygamberin ağzından
bir sözü harf harf ve kelime kelime nasıl işitmişse, onu aynen nakletmesini
şart koşuyorlardı. Meselâ Abdullah İbn Ömer, İslâm'ın beş şartını birbiri
arkasına sıralayarak sayan bir kimseye, Ramazan orucunu beşinci şart olarak
sona almasını ihtar etmiş ve Hazreti Peygamberin ağzından nasıl işitti ise,
onu öyle rivayet etmesini söylemiştir.''
Hadîslerin
Manâ Üzere Rivayeti: Hadîslerin lafzen rivayetini şart koşanlara rağmen, aralarında birçok
sahabenin de bulunduğu büyük bir hadîsçi gurubunun, hadîslerin manâ yününden
rivayet edilmesine cevaz verdikleri ve kendilerinin de bu yolda hadîs rivayet
ettikleri görülmektedir. Meselâ, Alî İbn Ebî Tâlib, Abdullah İbn Abbâs, Enes
îbn Mâlik, Ebu'd-Derdâ1, Vasile Îbnül-Eska', Ebû Hureyre, el-Hasan el-Basrî,
eş-Şa'bî, Amr İbn Dînâr, İbrahim en-Naha'î, Mucâhid, Ikrime, bu konuda
zikredilen isimlerden bazılarıdır.
Gerek sahabe ve gerekse sahabeden sonra gelen
nesiller, hadîslerin manâ yönünden rivayet edilmesini hoş karşılamış olmakla
beraber, bu rivayetin doğruluğuna güvenebilmek için rivayet sahibinde bazı
şartlar aramışlardır:
1. Hadîs râvisinin, sarf ve nahiv kaidelerine tam manâsıyle vâkıf olması.
2. Lügat ilmine sahip olması.
3. Lafızların delâlet ettiği manâyı iyi bilmesi.
4. Bir hadîsi değişik lafızlarla rivayet ettiği zaman, o hadîsin, Hazreti
Peygamberin kasdetmiş olduğu manâyı verdiğine her bakımdan kanaat getirmesi.
Rivayetu'l-Akrân: Akran olan, yâni aynı yaşlarda bulunan râvilerin
birbirlerinden hadîs rivayet etmeleridir.
Mudebbec: Îbnu's-Salâh'ın ifadesine göre
Mudebbec, akranın, yâni yaşça birbirine yakın olan râvilerin birbirlerinden
hadîs rivayet etmeleridir. Aynı şekilde isnadca olan yakınlıkta da râvilerin
birbirlerinden hadîs rivayet etmeleri bu isimle adlandırılmıştır.
Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğır: Büyük yaşta olanların küçük yaşta olanlardan hadîs rivayet etmeleridir.
Rivâyetu'l-Âbâ
Ani'l-Ebnâ':Hadîs tarihinde âba' ve ebnâ', bir aile içerisindeki hadîs rivayeti
münâsebetiyle sık sık kullanılan tabirlerden biri olarak görülür. Âbâ', eb (baba)'nın,
ebnâ' da îbn (oğul)'un çoğuludur. Babaların oğullardan rivayet ettikleri
hadîsler, bazı hadîsçilerin dikkatini çekmiş ve bu hadîsleri toplayan kitaplar
telîf etmişlerdir.
Rivâyetu'l-Ebnâ
Ani'l-Âbâ: Aile içerisinde görülen hadîs
rivayetinin en meşhuru, hiç şüphesiz, oğulların babalarından yaptıkları
rivayetlerdir.
Mühmel: Bir râvinin, baba ve dede isimleri,
yahut nisbetleri aynı olan iki ayrı şeyhten hadîs rivayet etmesi, fakat bu iki
şeyhi belirleyecek ve onları birbirinden ayırt edecek herhangi bir isim veya
sıfatı terketmesi, yahut ihmal etmesidir. Bunlar, neseblerinin ihmal edilmiş
olmaları dolayısıyle mühmel olarak adlandırılmışlardır.
Muselsel: İsnadındaki bütün ricalin, bazen râvilerin, bazen de
rivayetin belirli bir hal ve sıfatını takip ettikleri hadîslere verilmiş bir
isimdir.
·
Münâvele
·
Vİcâde
Hadîslerin Tedvini: Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde
bazı sahabîlerin hadîs yazdıklarını ve bir takım sabiteler vücûda
getirdiklerini biliyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe
devrinden sonra, başladığı anlaşılmaktadır. Bu devirde yaşayan Ez-Zuhrî
"hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin hadîs toplamak ve topladığı
hadîsleri yazmak hususunda büyük gayret sarfettiğini gösteren çeşitli haberler
vardır. Ebu'z-Zinâd'tan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Ez-Zuhrî ile birlikte ulemâyı dolaşırdık.
Yanında bazı lâvha ve sahîfeler bulundurur, işittiği her şeyi onlara
yazardı". Ez-Zuhrî'nin tedvin faaliyetine, Emevî Halîfesi Ömer İbn
Abdi'1-Azîz (99-101) resmî bir hüviyet kazandırmıştır. Ancak dikkat edilmesi ve
yanlış anlaşılmaması gereken bir hususa burada işaret etmekte fayda vardır:
Her ne kadar ez-Zuhrî ilk mudevvin olarak kabul edilmiş ise de, bu, onun
muasırları arasında ondan başka hadîs toplayan kimselerin bulunmadığı manâsında
değildir. Hadîs kitabetinin daha Hazreti Peygamber hayatta iken
başladığı ve giderek yaygınlaştığı gözönünde bulundurulursa, ez-Zuhrî'den daha
yaşlı tâbi'ûn arasında, kitabeti kerîh gören bazı kimseler bulunsa bile,
muhtelif sahabîlerden işittikleri hadîsleri yazan kimselerin de bulunduğu inkâr
edilemez. Onların bu faaliyetini de hadîs tedvîni içinde mütalâ etmemek için
hiçbir sebep yoktur. Bununla beraber ez-Zuhrî'nin ilk mudevvin olarak
tanınması, bu sahadaki faaliyetinin çok daha geniş ve semereli olması
sebebiyledir.
Hadîslerin Tasnifi: Hazreti Peygamberin hayatta bulunduğu sıralarda bazı sahabîler ondan
işittikleri bazı sözleri, birbiri arkasına yazmış, tedvîn devrinin başlangıcında
da, toplanan haberler aynı şekilde ve basit bir sıra ile yazılmıştır. Bu tarzda
meydana getirilen bir kitabın, aranılan bir hadîsi içinde bulmak yönünden ne
kadar güç ve kullanışsız olduğu kolayca anlaşılır. İşte bu güçlük, tedvîn
devrinin başlangıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da fark
edilmiştir. Gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan
kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde
kullanılmalarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine,
konularına göre tertîp ve tasnîf olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle
meydana getirilen kitaplarda, her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer almış ve
böylece meselâ, salâtla ilgili bir hadîsin salât, zekâtla ilgili bir hadîsin de
zekât bölümünde kolayca aranıp bulunması sağlanmıştır. Musannaf denilen bu çeşit
eserler yanında, hadîsleri, sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya
getiren ve Musnedler bu şekilde ortaya çıkmıştır.
1. Siyer ve mağazî kitapları: Hazreti Peygamberin Mekke ve
Medine'deki yaşayışı, Peygamberlikten önce ve sonraki şahsî hayatı, fiil ve
davranışları, ahlâkı, kısacası sîreti ve gazveleri ile ilgili haberlerin
toplandığı eserlerdir. İlk mağazî tasnîf edenler arasında, Medine'nin tanınmış
âlim ve fakîhlerinden Urve Îbnu'z-Zubeyr (Ö. 94), İbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124),
İbn îshâk (Ö. 150), Ma'mer îbn Râşid (Ö. 153), El-Velîd İbn Müslim (Ö. 195)
gibi isimler vardır.
2. Sünen kitapları: Fıkıh bâblarına göre tasnîf edilmiş,
Hazreti Peygamberin söz, fîil ve takrirlerinden ibaret olan ve merfû sayılan
haberlerdir. Sünen müellifleri şunlardır:Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi, Nessai…
3. Câmi'ler: Câmi'ler de Sunen'ler gibi ibâdât,
muamelât ve ukûbâta âit bâblara göre tasnîf edilmiş hadîsleri ihtiva ederler; ancak
Câmi'lerin ihtiva ettikleri hadîsler, sadece bu konularla ilgili hadîslerden
ibaret değildir. Bunlara ilâveten, Câmi'lerde, Kur'ânın faziletleri, tefsiri,
yaratılışın başlangıcı, geçmiş peygamberler, menâkıb, Hazreti Peygamberin
sîreti ve mağâzîsi, halîfeleri ve ashabının faziletleri, îman, tevhîd ve bunun
gibi diğer bazı konulara âit hadîslere de yer verilmiştir. Câmi’ müellifleri
şunlardır: Buhari ve Müslim…
4. Musanneflar: Cami' denilen eserler gibi her konudaki
hadîsleri ihtiva etmeseler bile, Sunen'lerden farklı olarak, Camilerde yer
alan konulardan bazılarıyle ilgili hadîslere de yer verilmiştir. Bu bakımdan
Musannafları, ihtiva ettikleri konular yönünden, Sunen'ler ile Camiler arasında
mütalâ etmek mümkündür. Bazı musannef müellifleri şunlardır: Ebû Bekr
Abdurrazzâk bin Hemmâm, Ebu'r-Rabî Süleyman bin Dâvûd el-Ezdî ez-Zehrânî..
5. Musnedler: Hadîslerin konuları nazarı dikkata alınmamış; fakat,
kitaba alınması düşünülen hadîsler, ya onları rivayet eden sahabî, yahutta
sahabîden sonraki râvilerden birinin adı altında biraraya getirilmiştir. Müsned
müellifleri: Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Ahmed bin Hanbel…
6. Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar: Belirli bir konuya tahsis edilmiş müstakil eserlere umumiyetle
"Kitâb" adı verilmiştir.
7.
Mustahrecler: İstihraç, bir hadîs imamının, kitabında belirli bir
isnadla naklettiği hadîsin bir başka isnadını arayıp bulmaktır. Başka
isnadlarla hadîslerin toplandığı kitaplara da Mustahrec adı verilir. Ebû Bekr
el-İsferâ'înî'nin ve Ebu'l-Fazl Ahmed bin Seleme el-Be'zzâz’ın Müslim'in
Sahih'i üzerine yapılmış birer Mustahrec'leri vardır.
FIKIH USULÜ
Fıkıh: Fıkıh, müctehidlerin, tafsili şer’i
delillerden istinbat ettiği şer’i ameli hükümlerdir. Fıkıh ilminin bir dalı
füru’ (Furuu’l-fıkıh: Tatbiki hukuk), diğer dalı ise usul (Usulu’l-fıkıh:
Nazari hukuk)’dur. Fıkıh denince, genellikle bu ilmin füru’ dalı kastedilir
Usul: Bu kelime, asl’ın çoğulu olup luğatta
temel, esas, kök, dayanak gibi manalara gelir. Usul, ıstılahta râcih, kaide, müstashab
ve delil manalarında kullanılır.
Fıkıh Usulü: Müctehidin şer’i ameli hükümleri
tafsili delillerinden çıkarabilmesine yarayan kurallar bütününe fıkıh usulü denir.
Usulu’l-fıkh tamlamasında usul kelimesinin delil anlamında kullanıldığını kabul
etmek daha uygun düşmektedir. Zira fıkıh, akli bir şekilde deliller üzerine
oturtulmuş, bina edilmiştir. Buna göre Usulu’l-fıkh “fıkhın delilleri” “fıkha
mahsus deliller” “fıkhın kökleri” “hukukun kökleri” demektir
Fıkıh Usulünün Konusu: Fıkıh usulü iki şeyden bahseder:
Birincisi: Birer istinbat vasıtası olarak şer’i deliller. İkincisi: Bu
istinbatın bir neticesi olarak şer’i hükümler ve bunların delillerle sabit
olması. Bu, usulcülerin cumhurunun tezidir –ki racih olan da budur- zira onlar:
“Usulü fıkıhın konusu delillerle sabit olması açısından şer’i hükümlerdir”
demektedirler. Fıkıh usulünün konusu şer’i deliller (Kitap, sünnet, icma,
kıyas, istihsan, istishab, maslahat, örf, sedd-i zerai, sahabe sözleri, önceki
şeriatların hükümleri), şer’i hükümler (farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah,
haram, mekruh, azimet, ruhsat, sebep, rükun, şart, mani, sıhhat, fesat,
butlan), istinbat (hüküm çıkarma) metodları (Hass, amm, müşterek, mutlak,
mukayyed, emir, nehiy, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, zahir, nass, müfesser,
muhkem, te’vil, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih, ibarenin, işaretin, nassın,
iktizanın delaleti), hükümlerin gayeleri, delillerin tearuzunu gidermede takip
edilecek yollar, nesh, ictihad, taklid vb.dir.
Fıkıh Usulünün Gayesi: Fıkıh usûlü ilminin güttüğü gaye,
kural ve nazariyelerini tafsîlî delillere tatbik etmek suretiyle şer'î
hükümlere ulaşmaktır. Başka bir ifade ile, şer'î amelî hükümleri tafsîlî
delillerinden çıkarabilmeyi temindir. Bu ilmin kaideleri sayesinde şer'î
nasslar anlaşılır. Kapalı olan lafızların manaları bilinir. Aralarında çelişki
olan lafızlar arasını bulma ve bunlardan birisini tercih imkanı elde edilir. Şayet
kişi ictihad ehliyetine sahipse, yeni problemlerin dînî hükmünü ortaya çıkarmak
için kıyas, istihsan, istıshab, örf vb. kaideleri kullanarak ictihatta bulunur.
İctihâd ehliyetini haiz değilse eski müctehidlerin çıkardıkları hükümlerden
tahricler yaparak yeni meselelere cevap bulmaya çalışır.
Fıkıh Usulünün Faydaları:
Fıkıh usulü
ilmi, Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarmayı amaçlayan bir ilimdir. Bu ilmin
tahsilinden elde edilecek faydaları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kişi bu
ilimde mütehassıs olunca, Kur’an ve sünnetin aşağı yukarı bütün lafızlarını,
Arap dili kaidelerini öğrenir.
2-
Müctehidlerin hüküm çıkarma (istinbat ve ictihad) yöntemlerini, kendi görş ve
arzularına göre hüküm vermediklerini, bilakis bu konuda asla bir yana
bırakmadıkları bir takım şer’i kaynaklara dayandıklarını, ictihad ve hüküm
istinbatı sırasında belirli kural ve prensiplere uyduklarını, dine hizmet
ettiklerini anlar ve bunlar arasında tercih yapma kabiliyetini öğrenir.
3- Fıkhi
hükümlerin delillerini, kaynaklarını ve çıkış şekillerini öğrenir. Hangi
hükümlerin Kitap ve Sünnete, hangilerinin müctehidlerin ictihadına dayalı
olarak çıktığını tesbit eder. Müctehid imamlardan hakkında görüş nakledilmemiş
bulunan meselelerde, onların kurallarına göre tahric yapıp hükme varabilir. Bir
başka deyişle,kendisine uyulan müctehid, o olayla karşılaşsa idi nasıl hüküm
verirdi diye düşünerek sözkonusu meselenin hükmünü onun fıkhından çıkarmaya
çalışır.
4- Allah’ın,
dini hükümleri koyarken gözettiği maksat ve gayenin (hikmet-i teşri) ne
olduğunu öğrenir.
5- Hukuki,
kanuni bilgiler öğrenir, muhakeme yeteneğini geliştirir, hukuk melekesi
teşekkül eder, hata yapmadan şer’i delillerden şer’i ameli hükümler
çıkartabilir. İslam hukukçularının aynı olay hakkındaki görüşleri arasında
mukayese yaparak delil yönünden en güçlü ve istidlal yönünden en doğru olanı
tercih eder. Zira değişik görüşler arasında iyi bir mukayese, ancak fakihlerin
çeşitli şer’i hükümlerin tesbiti sırasında dayandıkları delilleri çok iyi
bilmek, bu delilleri ölçüp tartmak ve aralarında en kuvvetlisini seçmekle
mümkün olur. Bu noktaya ise usul kurallarını bilmeden ulaşılamaz.
Usûlü'l-Fıkıhın Doğuşu ve Gelişmesi:İslâm'ın ilk dönemlerinde müslümanlar
herhangi bir meselenin dinî hükmünü öğrenmek istediği zaman Rasulullah hayatta
iken ona, vefatından sonra da sahabelerinden birisine baş vururdu. Bu sorulan
Hz. Peygamber, vahy yardımıyla ve
teşrî kaynağı olması hasebiyle cevaplandırırdı. Sahabe de gerek Hz. Peygambere olan yakınlığı gerekse Arap diline
olan hakimiyetleri sayesinde cevap verirlerdi. Karşılarına çıkan problemin halli için Kur'ân'a ve Hadise müracaat
ediyorlar ve onlardan hüküm çıkardıkları hükümlerle problemin hükmünü ortaya koyuyorlardı. Bunu teminde de
pek zorlanmıyorlardı. Gerek Arapçaya olan hakimiyetleri gerekse Hz. Peygambere yakınlıkları sebebiyle
âyetlerin nüzul, hadislerin vürud sebeplerini bilmeleri onların hüküm
çıkarmakta pek zorlanmamalarına sebep oluyordu. Ayrıca onların takvaları,
günahlardan uzaklıkları Allah'ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra
gelen Tâbiûn nesli de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden
hüküm çıkarırken belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç
duymuyorlardı. Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal etti. İslâm'a yeni
giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri Arapçaya soktular.
Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler de geldi. Yeni yeni
bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin hallinde değişik kesimlerden
değişik fetvalar çıkmaya başladı. Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun
olanlar olduğu gibi, heva ve hevese dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar
da vardı. İşte bu âmiller, meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım
temel kuralların ortaya konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince
bu ilmin kurallarını koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır. Her yeni doğanda
olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde
toplanmadı. Fıkhın konuları arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü
müctehidler verdikleri hükmün deliline ve bu delilden istifade şekline işaret
ediyorlardı. Hatta bununla da kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip
onun münâkaşasını yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri
usulü'l-fıkıh kaidelerinden başka bir şey değildi. Bu ilim zamanla fıkıhtan
ayrıldı; müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler
dolusu kaynağa sahip bir ilim haline
geldi. Usûlü'l-fıkıh sahasındaki ilk eser İbn Nedîm'in nakline göre İmam Ebû
Yusuf'a aittir. Ancak, Ebû Yusuf un eseri günümüze kadar gelmiş değildir.
Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en eski eser, İmam Şâfiî'nindir. Bu
yüzden o, fıkıh usülü ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî'nin er-Risâle
adındaki bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. Daha sonra İslâm alimleri bu
ilme büyük itina göstermişler ve sayılamayacak kadar eser vücuda
getirmişlerdir. Mesela Ahmed b. Hanbel, Kitabu Taati'r Rasûl, Kitabu'n-Nâsih
ve'l-Mensûh ve Kitabu'l-İlel adındaki eserlerini yazdı. Usûlü'l-fıkıh sahasında
eser yazan alimler te'liflerinde iki ayrı metot uygulanmazlardır. Bunlar;
Mütekellimîn (kelamcılar) ve Hanefîyye metotlarıdır.
a- Mütekellimîn Metodu: Usûl kaideleri delillerin ve bunların
gösterdiği biçimde tesbit edilmiştir. Daha çok mantıkî ve nazarî bir metottur. Mümessilleri, kuralları koyarken, bu
kuralın mezhep imamdan nakledilen ferî meseleye uygun olup olmadığına itibar etmemişlerdir. Buna göre bu
metod, tümevarım biçimindedir. Zekiyyüddin Şaban'ın deyişiyle bu gruptaki usûl, fürûu-fıkhın hizmetçisi değil,
onlara hakim bir usûldür. Bu yüzden, bu metodla yazan usûlcülerin eserlerinde, örneklerin dışında pek
fürûa ait hükümlere rastlanmaz. Şafiî ve Mâlikî usulcülerinin ekserisi bu metodu izleyerek eser vücuda
getirmişlerdir.
b- Hanefî Metodu: Bu metodu takip eden âlimler, Hanefi
mezhebi mensubu oldukları için, bu metoda Hanefî metodu denilmiştir. Bu metod mensupları, kendileri
araştırma neticesi genel kaideler koyma yerine, mezhep imamlarının ortaya koyduğu fer'î meselelerden genel
kurallar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Bunlar, mezhep imamının ortaya koyduğu bir meselenin üzerinde bina
edildiği kaideyi bulup onu sistemleştirmişlerdir. Bu metotta nazarî kurallar yoktur. İmamlarının hükümlerinin
çıktığı amelî kaideler vardır. Bu yüzden, bu gruba mensup bilginlerin kitaplarında fürûa ait meselelere sık
sık raslanır. Bu gruptakilerin, böyle bir metod benimsemelerinin sebebi, imamlarının kendilerine derli toplu
kaideler bırakmamış olmasıdır. İmam Şafiî ise böyle değildir. O bizatihi kendisi usûl kaideleri koyup, onları
tesbit etmiştir.
c- Mecz Metodu: Bir de bu iki metodu meczederek yeni
bir metod geliştiren ve bu metodâ göre eserler vücuda getiren âlimler vardır. Bu gruptakiler bir taraftan,
usûl kaidelerinin sağlam temellere dayandığını isbat ederken, diğer taraftan fıkıh kurallarını usûl kaidelere
bağlayarak fıkha hizmet etmişlerdir.
ŞER’İ DELİLLER
Kur'ân-ı Kerim: Müslümanlar arasında hiç ihtilafsız
kabul edilmektedir ki; Kuran’da mevcut hüküm ile amel etmek fardır ve
kendisinde, hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp
başka delillere yönelmek caiz değildir.
Sünnet:
sünnet her ne kadar islam hukukunun kaynaklarından biri ise de.
Kaynaklar sıralamasında Kur’an’dan sonra gelir. Bir hükmü öğrenme ve delil
getirme hususunda ikinci sırada yer alır. Hükmünü öğrenmek istediğimiz olayı
cevaplayan bir nass Kur’an’da varsa, artık sünnete başvurulmaz. Sünnetin
Kur’an’dan sonraki sırada yer almasının sebebi onun sübutunun zanni, Kur’an’ın
sübutunun tamamıyla kat’i oluşudur.
Kat’inin zanniden önce geleceği ise
açıktır.
İcma’: Sarih ve sukuti olmak üzere iki
kısımdır. Bunlardan sarih icma’ kesin delil teşkil eder. Ona uymak vacip,
muhalif davranmak ise haramdır. Sarih icma’ın kaynak olduğunu kabul eden
usulcülerden bir kısmı sükuti icma’ı kaynak olarak görmemişlerdir. Hatta
içlerinde bunun icma’ olarak isimlendirilmesini bile reddedenler vardır. Usulcülerin çoğunluğu ise sükuti icma’ı delil
olrak kabul etmişlerdir.
Kıyas: İslam hukukçuların büyük çoğunluğu ,
kıyasın şer’i delil olması hususunda hemfikirdirler. Nazzam, Zahiriler ve bir
kısım Şiiler, kıyasın delil oluşunu kabul etmezler.
İstihsan: hanefi
mezhebinin delillerinden biri olduğu ve diğer fakihlerin bunu bir delil olarak kabul etmedikleri,
gerçeği yansıtmamaktadır. Değişik
mezheplerin fıkıh kitaplarını inceleyen bir kimse bu kitapların istihsana dayalı hükümlerle
dolu olduğunu görür. Bu konuda en çok
dikkat çeken Maliki mezhebidir. İmam Şafi’nin “İstihsan yapan, kendi yanından
dim uydurmuş olur”sözü; istaihsanı hüccet olarak kabul edenlerin anladığı
manada değil, bir başka anlamda yorumlanmaktadır. Bu da, bir delile
dayanmaksızın şahsi arzuya göre hüküm
vermektir.
Örf: Alimler, şer’i delillere aykırı olması halinde
örfün muteber sayılamayacağı ve hatta ortadan kaldırılması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bununla
beraber, Örf deliline dayanarak yapılan ictihadların örfün değişmesiyle
dayanaktan yoksun kalacağı açıktır. İbn Âbidîn bu konuda şöyle der: “Fıkhî
meseleler ya açık bir nass'a (ayet-hadis) dayanır, ya da re'y ve ictihad ile
sabit olurlar.Bu bölüme giren fıkhî meselelerin çoğunu müctehid, kendi çağının
örfüne dayandırmıştır. Eğer müctehid,bugünkü örfün hâkim olduğu devirde
bulunsaydı, öncekine uymayan yeni bir görüşe sahip olurdu.”
Mesâlih-i Mürsele: sadece İmam Malik’e göre delil olduğu,
diğer imamların bunu delil olarak kabul etmediği söylense de, değişik fıkıh
kitaplarını inceleyen bir kişi bunun böyle olmadığını görecektir.
Sedd-i zerayi: Sedd-i zerâyi' Malikî mezhebinde fıkhî
delillerdendir. Hanbelîler de bunu fıkhî delil olarak kabul eder ve uygularlar.
Hanefi ve Şafiî mezheblerinde ise bunun muhtevasını kısmen birlikte, kısmen de
farklı bir şekilde kabul ederler. Meselâ, Hanefilere göre mirastan mahrum
bırakılmak kastıyla boşanmış olan zevceye miras hakkı aynen verilir. Zahirîler
de sedd-i zerayi' delil olarak kabul etmemekle beraber, onun icâbına göre hüküm
vermişlerdir.
Tefsîr:
(( فسر Bir şeyi açıklamak, ortaya
çıkarmak, üzeri örtülü bir şeyi açmak, aydınlatmak.
( ( سفرKapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak, ortaya çıkarmak.
Müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek.
Usûl:
(اصل ) Temel, esas, dayanak, kök, kaide, delil.
Hükmü tek başına sabit olup, başkasının kendi üzerine bina edildiği şey.
Herhangi bir ilim dalıyla alakalı bilgilerin sistemli bir şekilde
yerleştirilmesinde kullanılan belli esas ve metotlar.
Kur’ân lafzı:
1-Eş-Şâfiî, Kökü yoktur, özel bir isimdir. (Tevrat ve İncil gibi)
2-((قرينة – قرائن = Delil, Burhan.
3-El-Eşarî, (قرن fiili) = Bir şeyi diğerine yaklaştırmak ve bitiştirmek.
4-Katâde, (القرء fiili) = Toplamak. (فعلان vezninde)
5-El-Lihyânî, (قراء fiili) = Okudu. ( İsm-i mefûl’e nakledilmiş )
6-(قراء fiili) = Dışarı çıkarıp
atmak.
7-Ez-Zerkeşî, ( (القرء = Hayız kanının rahimden çıkması.
Terim manası:
“Hz.Peygamber’e (s.a.v.) vahiy yoluyla indirilip, mushaflara yazılan,
tevatüren nakledilen ve okunmasıyla ibadet edilen muciz bir kelam”.
Kur’an’ın lafzıyla ilgili ilimler:
*Uslûbu’l-Kur’ân: “Kur’ân’ın muhataplara, kendine özgü bir
anlatım biçimiyle hitap etmesidir”.
- Kur’an’ın ses nizamındaki ahengi, Lafız ve
mana dengesi, Aynı anda farklı seviyelere hitap etmesi, Beyan tarzının çeşitliliği.
*Mubhemâtu’l Kur’ân: “İnsan, melek ve cin gibi varlıkların
yahutta bir topluluk veya kabilenin, Kur’an’da açıkça değil de ism-i işaretler,
ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz
mekan isimleriyle zikredilmesidir”.
- İfade zenginliği sağlamak, Kendisinden söz edilen şahsı yüceltmek, Hoşa
gitmeyen bir vasıfla muhatabı tahkir etmek, Fail meşhur olduğu için açıklama
cihetine gitmemek, Mübhemin belirginleştirilmesinde herhangi bir faydanın söz
konusu olmaması.
*Garîbu’l-Kur’ân: “Az kullanılması sebebiyle manası
sözlüklere başvurulmadan bilinemeyen kelimeler”.
- Arap şiiri, (Ibn ‘Abbâs), Rumca/Süryanice/Berberice.
*Vucûh ve Nezâir: “Vucûh: Bir kelimenin Kur’ân’da farklı
anlamlarda kullanılmasıdır.
Nezâir: Kur’ân’daki farklı kelimelerin aynı anlamı ifade etmesidir”.
- الهدى = Din, İman, Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’ân, Sünnet, - Azâb =جهنم ,نار ,حطمة ,جحيم - Yani: Vücuh manalarda, Nezâir ise
lafızlarda söz konusudur.
*Aksâmu’l-Kur’ân: “Kur’ân-ı Kerim’deki yeminler”.
İslamiyetten önceki Arapların sosyal
hayatlarında yeminin çok büyük bir rolü vardı. (Kasâme yemini mesela), Tekit maksadına
yönelik, hakikatin vurgulanması, Üzerine yemin edilen varlığın kıymetini ve
önemini göstermek, kadrinin yüceliğini ortaya koymak.
Kur’ân’ın anlamıyla ilgili ilimler:
*Muteşâbihu’l-Kur’ân: “Manaları bilinemeyen veya herhangi bir
sebepten dolayı anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok manaya ihtimali
olup, bu manalardan birisini tercihde zorluk söz konusu olan
ayet/kelime/harfler”.
Gayb imtihan vesilesidir, İnsana acizliğini ve cehaletini gösterir ve
Allah’ın kudret ve ilminin yüceliğini idrak ettirir, Bütün ayetler muhkem
olsaydı tek bir görüş olurdu, mezhepler oluşmazdı, Kur’an’ı ezberlemek ve
muhafaza etmek kolaylaşmıştır, Ayetleri anlamada meşakkat var, bu da daha fazla
sevap demektir, Akli delillere başvurmaya mecbur kalındı, zihni faaliyetler
durdurmamıştır, Alimin cahile olan üstünlüğü muhafaza edilmiştir, herkesin ilmi
aynı olurdu böylece hiç bir fark olmazdı.
*Hurûf-ı Mukatta: “Kur’an’daki bazı surelerin başlarında yer
alan harfler”.
1-Kufelilere göre: Bazıları ayet bazıları değil. 2-Basralılara göre: Hiçbiri
ayet değil.
Selef: Kur’an’ın sırlarındandır ve manaları insanlardan gizlenmiştir.
Kur’an’ın özüdür.
Halef: Allah’ın isim ve sıfatlarından bir kısmına işaret etmektedir.
Allah (c.c.) bu harflere yemin ederek söze başlar, Başında bulundukları
surelerin isimleridir, İnanmayanların dikkatini çekmek.
*İ’câzu’l-Kur’ân: “Kur’an’ın, bütün insanları kendi benzerini
getirmekten aciz bırakması”.
Beşerüstü bir kitap oluşu, Muhaliflere meydan okuması, Benzerinin
getirilememesi.
İ’câz yönleri:
1- Nazım ve telif.
2- Gaybi haberler içermesi.
3- Beşeriyetin ihtiyacını karşılaması.
4- Fenni mucizelere işaret etmesi.
5- Hz.Peygamber (sav) tarafından
değiştirilmemesi.
*Müşkilu’l-Kur’ân: “Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf
ve tezat gibi görünen hususlar”.
*Münâsebetu’l-Kur’ân: “Ayet ve sureler arasındaki mana ilişkisi”.
*Fezâilu’l-Kur’ân: “Kur’an’ın yüceliği, üstünlüğü, meziyet ve
şerefi”.
Tarih içerikli ilimler:
*Kısasu’l-Kur’an: “Kur’an-ı Kerim’deki kıssalar”.
*Esbabu’n-nüzul: “Ayetlerin iniş sebepleri”.
(إنزال ) = Top yekün indirme.
(تنزيل ) = Parça parça indirme.
*Nasih-Mensuh: “Şer’i bir hükmün, bir başka şer’i delille kaldırılması”.
(علم اصول الحديث ) Hadis Usulü
Bilimleri.
Hadîs:
Sözlük: Yeni. Terim: Söz, Fiil, Takrir (onay), Ahlaki
ve fiziki vasıf olarak Hz.Peygamber’e izafe edilen her şey (‘in yazılı
metinleri). Kur’an: Söz/Haber.
Usûl:
Sözlük: Asıllar/Kökler/Kaynaklar. Terim:
Yol/Yöntem/Nizam/Kaide/Düzen/Metod. Bir ilmin asıl konusundan önce ögrenilmesi
gerekli esaslar, prensipler ve başlangıç bilgileri ve teknikleri.
Hadîs Usûlü: Sened ve metnin durumlarını anlamaya imkan veren birtakım kaideler ilmi. Hadis lafzı: Sözlük: Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her türlü haberler. Huddâs: Bunları anlatanlar. Kur’ân: Ahsenu’l-hadis = sözlerin en güzeli. Hadîs: Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır. Dini literatür: 1-Önce Hz. Peygamber’in sözü, 2-Sonra da onun söz, fiil ve takrirleri. 3-Hatta Sahabe ve Tabiun söz ve fiilerine de (Mevkuf/Maktu’ kayıtlarıyla) hadis denilmektedir. (bu grup için Haber ve Eser kelimesi de kullanılmıştır).
Sünnet lafzı: Sözlük: Yol ve gidişat. Hadis: yolun iyisine ve kötüsüne / Sünneti =Hz. Peygamberin yaşayış modeli, gidişatı. Kur’an: Sünnetullah = Yüce yaratıcının kainatı idare etmekteki kanunları / Sünnetu’l-evvelin = eskilerin örf-adet ve yaşayış tarzları. Usulcüler: Hz. Peygamber’in sözle veya fiille açıktan, gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tamamını anlatan terim. Hadisçiler: Hz. Peygamberin evsafı, ahlakı, peygamberlikten önceki ve sonraki her türlü yaşayışına yer verirler. Sarih (açık) takrir: Rasulullah’ın muttali olduğu herhamgi bir olay ya da sahabilere ait uygulamayı tasvib ve tasdik ettiğini açıkça belirtmesidir. Zımni takrir: Muttali olduğu herhangi bir olay karşısında Hz. Peygamber’in sükut buyurmasıdır.
Hadisin yapısı: Sened (Tarik/Vech): Biri diğerinden almak ve nakletmek şartıyla hadisi rivayet eden kişilerin -Rasulullah’a kadar- sıralandığı kısım. Hadisi nakleden ravilerin isim zinciridir. Hadisin bize kimler aracılığı ile ulaştığını gösteren belgedir. Ravi: Senedde yer alan her şahıs. İsnad: Sened zikretme, sözü Rasulullah’a iletmek. Rivayet lafızları: (حدثنا) ve (عن) gibi lafızlar. Rivayet: Ravilerin hadisleri nakletmesi. Merviyy: Rivayet ettikleri hadis. Senedin ibtidası: Senedin bize en yakın kısmı başlangıcı. Senedin müntehasi: Hadis metnine en yakın yeri sonu. Hümasi: Senedinde beş ravinin bulunduğu bir hadistir.
Kısaltmalar: 1. ( حدثنا) lafzı, çoğunlukla ( ثنا) ve ( نا) şeklinde kısaltılmaktadır. ( حدثني) lafzı da ( دثني) ve ( ثني) şeklinde kısaltılmaktadır. 2. ( ءاخبرنا) lafzı ( ءانا) şeklinde kısaıltılmıştır. Beyhaki
bunu ( بنا) şeklinde kısaltmış
fakat tutulmamıştır. 3. ( ءاخبرني) , ( ءانبءني) , ( ءانبئنا) ‘nın kısaltmaları
yoktur. Zira bunlar öncekilere oranla daha az kullanılır. 4. ( عن) lafzı dışında kalan ( سمعت) , ( حدثنا) , ( ءاخبرنا) , ( حدثنا) ve ( ءانبئنا) gibi lafızların başında
mutlaka bir ( قال) kelimesi bulunmaktadır. Çoğu kere yazılmaz fakat
okurken orada yazılıymış gibi okunur. 5. Senedlerdeki
( ءانه) kelimesi de yazılmaz ama okunur. 6. Hadis senedleri arasında görülen ( ح) harfi de o noktada senedin
değiştiğini gösterir ve ( حا) diye okunur. Bu kısaltma, hadisin
birkaç senedini bir araya toplamak için kullanılır. Bazıları ( الحديث) veya ( تحويل) diye okurlar.
Genellikle birleştirilen senedler arasında müşterek olan ilk ravi isminden
sonra konur.
Ali b. Ebi Talib: ‘Kazanan kazandığını adaba riayetle kazandı, kaybeden
kaybettiğini edebi terketmekle kaybetti’.
Rivayet: Kelime: Sulamak, taşımak ve nakletmek. Terim: Hadisin tahammül ve edası, eda siğalarından herhangi biri ile kaynağına isnadı. (Hadisin öğrenim ve öğretimi) Öğrenim: Haml, tahammül ve telakki. Öğretim: Nakl, eda ve tebliğ.
Adab: Edeb’in çoğulu olarak herhangi bir
meslek mensuplarının uyması ve uygulaması gerekli manevi kaide ve ilmi
teknikler (metodlar).
Hadis Öğrenim ve Öğretim Yolları: 1. Sema: Hocanın, ezberinden veya yazılı bir metinden okuyarak rivayette bulunması; öğrencinin, hocadan bizzat duyarak bu rivayeti almasıdır. Topluluk içinde alınmışsa: haddesena fulan/ahberana/enbeana fulan/semi’na fulanen.Yalnız iken alınmışsa: haddeseni/ahbereni/enbeani fulan/semi’tu fulanen. İmla: Hocanın, ezberinden veya yazılı vesikadan okuyarak rivayet ettiği hadisleri yazdırmasıdır. İmla sistemi: Önceden belirlenmiş zaman ve yerlerde büyük kalabalıklara hadis rivayet edip yazdırmak. İmla meclisleri: Bu yerlere. Mümli: Hoca. Müstemli: Bu meclislerde hadis yazan öğrenci. Emali: Bu yolla elde edilen rivayet metinlerinden oluşan kitaplar. Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان بتبليغ فلان / حدثنا فلان ءاملاء ).
2. Kıraat/Arz: Hocanın huzurunda talebe ezberinden veya elindeki kitaptan hadis okur. Hoca da ezberinden veya elindeki bir nüshadan takip ederek dinlemesidir.Kullanılan Siğalar: ( قراءت على فلان و هو يسمع/ قرئ على فلان و ءانا ءاسمع / حدثنا فلان قرائة عليه). İmam Müslim, ahberana lafzını özellikle bu yolla aldığı hadisleri rivayet ederken kullanmaya çalışmıştır.
3.
İcazet: Hocanın, talebesine duyduklarını veya kitaplarını rivayete izin
vermesidir. İbn Hazm, bu usule çok sert şekilde
karşı çıkmakta ve bidat demektedir. Mücazun leh: Kendisine icazet
verilen kişi. Muciz: İcazet veren kişi.
4.
Münavele: Kendisinden nakl ve rivayet etmesi için hocanın, öğrencisine
bir kitap veya yazılı bir metin vermesidir. Kullanılan Siğalar: ( حدثنا فلان مناولة و ءاجازة ).
5.
Kitabet: Huzurunda bulunan veya bulunmayan bir öğrencisi için hocanın
kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi veya
göndermesidir. Kullanılan
Siğalar: ( كتب ءالي فلان قال حدثنا فلان
/ ءاخبرنا فلان مكاتبة-
كتابة قال حدثنا فلان ).
6.
İ’lam: Hocanın, icazetten söz etmeksizin belli bir hadis veya hadis
kitabı için sadece benim rivayetim işte budur diye açıklamada bulunmasıdır.
7.
Vasiyet: Ölmek veya yolculuğa çıkmak üzere olan hocanın –rivayet
izninden söz etmeksizin- kitabını öğrencilerden birine vasiyet etmesidir.
8.
Vicade: Bir kimsenin yazma bir risale veya kitap bulmasıdır.Vacid: Bulan. Kullanılan Siğalar: ( وجدت بخط فلان ). Bugün hadis
kitaplarından yapılan nakillerin hepsi bir çeşit vicade’dir.
Tasnif devri/kütüb-i sitte öncesi rivayet mahsulleri: 1. Sahifeler: Abdullah b. Amr b. el-As; es-Sahifetu’s-Sadıka. 2. Cüzler: Cüz’u hadisi Ebi Bekr.
3. Erbeun: Nevevi; erbeun.
Tasnif devri rivayet mahsülleri:
1. Ale’r-rical:
a) Müsned: Sahabilerin, müslüman olmaktaki önceliklerine, Hz. Peygambere yakınlık derecelerine ya da kabilelerine göre harf sırasına konularak ve onlardan gelen hadisler, konularına bakılmaksızın o ismin altına dercedilmesiyle oluşan kitap türü: Ahmed b. Hanbel; Musned. b) Mu’cem: Hadislerin, Sahabe, şuyuh veya beldelere göre ve çoğu kere alfabetik olarak sıralandığı eser: Taberani; Mu’cem.
c) Etraf:
Anahtar/kılavuz türü eser: Adbülğani en-Nablusi; Zehairu’l-mevaris
fi’d-delaleti ala mevazı’ıl-hadis.
2.
Ale’l-ebvab: a) Musannef: Sünen’lerin
muhtevasına mevkuf ve maktu’ hadislerin ilavesiyle meydana getirilmiş kitap
türüdür: İbn Ebi Şeybe; el-Musannef. b) Cami’: Akaid, ahkam, siyer,
adab, tefsir gibi dinin bütün cephelerine dair konuların tamamını kapsayan
kitap türüdür: Buhari/Muslim; el-Cami’ c) Sünen: Merfu’ nitelikli
ahkam hadislerini fıkıh kitapları tertibi içinde ihtiva eden kitap türüdür: Ebu
Davud/Nesai/İbn Mace/Tirmizi/Darimi; es-Sünen.
Ravi: Nakleden, taşıyan ve ileten. Ruvat: Nakledenler, Terim: Hadisi
öğrenip eda terimlerinden biriyle kendisinden sonrakilere nakleden hadisçi.
Ravi’nin vasıfları: 1. Adalet: Raviyi takvaya
yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan
bir niteliktir. a) Müslüman
olmak. b) Büluğa ermiş olmak. c) Akıllı olmak. d) Takva sahibi olmak. e) Muruet (İnsani ve örfi meziyet ve
geleneklere sahip ve saygılı yaşamak).
2.
Zabt: Bellemek, duyduğunu duyduğu gibi rivayet edebilmektir. a) Uyanık olması. b) Ezberinden naklediyorsa, ezberlemiş
olması. c) Kitaptan rivayet ediyorsa, kitabını
iyi korumuş olması. d) Mana ile rivayet ediyorsa, manayı
bozacak unsurları biliyor olması gereklidir.
Tabaka: Sözlük: Herhangi bir vasıfta
ortak olanlar. Terim: Yaş ve isnadda
birbirine benzeyen akran raviler grubudur. İhtiyaç duyulan noktalar:
Doğum, vefat, öğrenciler, hocalar.
Beş tabaka: * Hz. Peygamber’in vefatı (h.
11) 1-Sahabe (h.110) 2-Tabiun (h.180) 3-Etbau’t-Tabiin (h.220) 4-Etbau etbaı’t-tabiin (h.260) 5-Etbau etbaı etbaı’t-tabiin (h.300)
Sahabiyi
Tanıma Yolları: 1. Tevatür yolu. 2. Şöhret yolu. 3. Şehadet yolu. 4. İkrar yolu.
Muammerun: Uzun yaşayanlar. Muhadram/Muhadramun:
Hem Cahiliyye devrinde yaşamış hem de İslam devrinde yaşamış olduğu halde Hz.
Peygamberi görememiş ancak Sahabilerle görüşebilmiş olanlara Tabiilerden olmak
üzere verilen isimdir. Muksirun:
Binden fazla hadis rivayet etmiş olan Sahabiler. 1-Ebu Hureyre (58/672). 2-Abdullah b. Ömer (73/692). 3-Aişe bnt. Ebi Bekr (58/678). 4-Enes b. Malik (93/712). 5-Abdullah b. Abbas (68/687). 6-Cabir b. Abdillah (74/693). 7-Ebu Said el-Hudri (64/683). (Abdullah b. Mesud ve
Abdullah b. Amr b. el-As’ın da bine yakın rivayetleri vardır). Mukıllun:
Binden az hadis rivayet etmiş olan Sahabiler. Tesebbüt: İhtiyatlı
davranıp kesin kanaat edinmedikçe hadis rivayet etmemek prensibi. Rihle: İlim yolculuğu.
Sahabilerin sayısı: 40.000-120.000. Eserlerde tanıtılan: 10.000-12.000.
Cerh ve Ta’dil: Cerh: Elle, aletle veya dille
yaralamak. Istılah: Adalet
veya zabt sıfatını ibtal ve ihlal edici bir kusur sebebiyle raviyi tenkid ile
rivayetlerinin iyice tetkikini istemek. Ta’dil: Tezkiye
etmek. Istılah: Ravinin
adil ve zabıt olduğuna hükmederek rivayetlerinin sıhhatini ortaya koymaktır. Cerh ve
ta’dil alimleri’nin taksimi: 1- Müteşeddid ( - ) 2-Mütesahil ( Tirmizi/Hakim en-Neysaburi ) 3-Mutavassıt ( Darekutni/İbn Adiy )
Ta’n noktaları (Metain-i aşere): En
ağırından en hafifine göre: 1-Adalet vasfına yönelik: a) Kizbu’r-ravi: ( 1 ) b) İttihamu’r-ravi
bi’l-kizb: ( 2 ) c) Fısku’r-ravi: ( 5 ) d) Cehaletu’r-ravi: (
8 )
e) Bid’atu’r-ravi: ( 9 )
2-Zabt vasfına yönelik: a)Kesretu’l-galat:
(rivayette çok yanlış yapması) ( 3 ) b) Fartu’l-gafle: (aşırı
gafil ve kapılgan olması) (
4 ) c) Vehm:
(sened ve metinde, cerh ve ta’dilde hata yapması) ( 6 ) d) Muhalefetu’s-sikat: (zayıf
ravi daha/güvenilir raviye muhalef etmesi) ( 7 ) e) Su’u’l-hıfz:
(hafızanın pek parlak olmaması) ( 10 )
Cerc ve ta’dil sonucu raviler: 1-Muaddel: Ta’dil ve
tezkiye edilmiş raviler. (Sikat) 2-Mecruh: Cerhedilmiş
raviler. (Duafa)
1-Ma’ruf:
Şahsı ve hali olumlu veya olumsuz olarak belirmiş olanlar. 2-Mechul -ayn: Sadece bir
ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği kişi. (Rivayet kabul edilmez) Mechul -hal: Zahiri ve batıni nitelikleri bilinemeyen, iki
veya daha çok kişinin kendisinden hadis rivayet ettiği ve fakat güvenilir
olduğu belirtilmeyen ravidir. (Kabul veya reddedilir) Muhtelit: Ömrünün
sonunda zihni iğtişaya uğrayan raviler. Vuhdan: Kendisinden
sadece bir kişinin rivayette bulunduğu raviler.
Kabul veya red açısından hadisler: 1-Makbul: Ravisinin
doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir. 2-Merdud:
Ravisinin doğruluğu kebul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek gerekmeyen
hadistir.
Ravi sayısı açısından hadisler: 1-Mütevatir: Aklın,
yalan üzerinde birleşmelerini adeten mümkün görmediği raviler topluluğunun, her
nesilde, kendileri gibi bir topluluktan alıp naklettiği, işitme veya görmeye
dayanan hadistir. a-Lafzen: Bütün
rivayetlerinde lafızları aynı olan mütevatir hadis. b-Manen:
Aralarında ortak bir nokta bulunan değişik hükümlerin, tevatüt şartlarını
taşıyan raviler tarafından nakledilmesiyle ortaya çıkan ortak mana. 2-Ahad: Mütevatir hadis şartlarını
taşımayan hadis/bir kişinin verdiği haber. 3-Meşhur: Tevatür
şartlarını taşımayan topluluğun naklettiği ve her nesilde ravisi ikiden aşağı
olmayan hadis.
Senedin müntehası açısından hadisler: 1-Kudsi: Ayet
olmamak kaydıyla, Hz. Peygamber’in Allah Teala’ya nisbet ve izafe ettiği hadis. 2-Merfu’:
Söz, fiil, takrir, fıtri veya ahlaki vasıf olarak, -senedi muttasıl veya
munkatı’ olsun- açıkça veya dolaylı bir şekilde (hükmen) Hz. Peygambere izafe
edilen hadis. a-Saraheten
(açık): Açık bir şekilde Hz. Peygambere’e izafe edilen hadistir. (Hadis
içinde Rasulullah’a ait bir söz, bir fiil, bir takrir veya bir vasıftan söz
ediliyor). b-Hükmen:
Herhangi bir sahabinin, geçmiş peygamberler veya gelecekte cereyan edecek
olaylar ya da işlenmesi halinde işleyene sevab yahut azab gerekecek konular
gibi şahsi görüş ve kanaata dayanması mümkün olmayan mevzulara dair haberler.
(İsrailiyat’tan olmaması gerekiyor)
3-Mevkuf: Sahabilerin söz, fiil ve takrirlerine dair –muttasıl
veya munkatı- haberler. 4-Maktu’: Herhangi
bir Tabii’ye izafe olunan söz, fiil veya takrirler.
*Munkatı’: Senedinde bir ravinin isminin hiç geçmediği veya
kapalı olarak geçtiği hadisler ile, senedinden, sahabiden önce bir kişinin
atlandığı veya peşpeşe olmamak şartıyla birden fazla ravinin atlanmış olduğu
hadisler.
Sıhhat veya hüküm açısından hadisler: 1-Sahih: Adalet ve
zabt sahibi ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve muallel
olmayan hadistir. a-Sahih li zatihi:
Sahih hadis, eğer bu sayılan sıhhat şartlarının tümüne en üst seviyede sahip
olmasıdır. b-Sahih li
gayrihi: Sıhhat şartlarını en üst seviyede taşımamasına rağmen, kendisini
sıhhat derecesine çıkaracak bir başka rivayet (adıd) bulunan hadistir. 2-Hasen:
Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şazz ve
muallel olmayan hadistir. a-Hasen
li zatihi: b-Hasen li gayrihi: 3-Zayıf:
Sahih ve Hasen hadisin şartlarını taşımayan hadistir.
Hadiste zayıflık sebepleri: 1-Senedde inkıta’:
Senedden en azından bir ravinin düşmesidir. a-Mürsel: Tabii’nin, sahabiyi atlayarak
Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadistir. b-Munkatı’: Senedi
muttasıl olmayan hadistir. c-Mu’dal:
Senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü
hadistir. d-Muallak: Senedinin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç
ravinin ya da müntehasına kadar senedin bütünüyle hazfolunduğu hadistir. e-Müdelles:
Senede dahil bir ravinin ismini atlayarak, orada böyle biri yokmuş izlenimini
verecek şekilde senedi sevkedilen hadistir.
2-Ravideki cerhi gerektiren hallere göre zayıf hadis çeşitleri. a-Mevzu’: Hz.
Peygamber adına yalan uydurmak (kizb) ile cerhedilmiş ravinin rivayetidir. b-Metruk: Yalancılıkla itham edilmiş
bir ravinin rivayetinde yalnız kaldığı (teferrüd ettiği) hadistir. c-Münker: Zayıf bir
ravinin sika raviye muhalif olarak rivayet ettiği hadistir/ Sika olsun olmasın
ravisi tek kalan hadistir. d-Muallel:
Görünürde sahih olmakla beraber, bu sıhhatı yok edebilecek gizli bir illet
taşıyan hadistir. e-Müdreç:
Hadisten olmayan bir kelamın, hadise bitişik olarak zikredilen hadistir. f-Maklub:
Sika ravilere muhalefet ya seneddeki ravi isimlerini ya da metnin bazı
kelimelerini takdim-tehir ederek rivayet edilen hadistir. g-Muzdarib: Birden çok rivayeti
bulunduğu halde rivayetlerin birini diğerine tercih edecek sebep bulunamayan
hadistir. h-Şaz:
Sika bir ravinin mütabii olmaksızın tek başına rivayet ettiği hadis/ Sika bir ravinin
diğer sika ravilere muhalif olarak rivayet ettiği hadistir. ı-Musahhaf:
Kelimenin yazılışı (hattı) bozulmaksızın nokta veya harekelerin değiştirilmesi
ve böylece başka bir kelime haline getirilen hadistir.
i-Muharref: Kelimesi hareke değişikliğine uğramış hadistir.
Fıkıh Metodolojisi: Fıkhi
meselelerin elde edilmesi için uyulması gereken kural ve araçları inceleyen bir
ilim.
Usulü Fıkıh öğrenimin iki amacı: 1)
Müçtehidle ilgili amaç: henüz bilinmeyen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta belirlendiği
üzere ilgili kural ve amaçlarına bağlı olarak kaynağından çıkarıp keşfetmektir.
2) mukallitle ilgili amaç: Önceden bir
müçtehid tarafından keşfedilmekle bilinen bir hükmü, Usulü Fıkıh’ta mukarrer
bulunan kurallar ve araçlar uyarınca ispatlamaktır.
Hanefi geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri: 1-Fahru’l-İslam el-Pezdevi ve 2-Şemsü’l-Eimme es-Serahsi’nin
kitapları. “el-Menar“ bu iki kitabın muhtasarıdır. Mütekellim
geleneğinde yazılan temel Usulü Fıkıh eserleri: 1-Kadı Abdü’l-Cebbar;
“el-Umed”, 2-Ebu’l-Hüseyin el-Basri; “el-Mutemed”, 3-Ebu’l Meali el-Cuveyni;
“el-Burhan”, 4-Ebu Hamit el-Gazali; “el-Mustasfa”.
Usulü Fıkıh: Fıkıh ilminin asılları. Genel manası: Kişinin hak ve
vazifelerini bilmesidir. (Kelam/Ahlak/Fıkıh) Özel manası: Davranışla
ilgili hükümleri tafsili delillerden bilmektir. Asıl: Delil = 1-Hem Sübutu, hem de delaleti kesin
olur.(Mütevatir nass) 2-Sübutu
zanni, delaleti kesin olur.(Kesin olan haberi vahidler) 3-Sübutu kesin,
delaleti zanni olur.(Tevil edilmiş ayetler) 4-Hem sübutu,
hem de delaleti zanni olur.(kesin olmayan haberi vahid)
Fıkıh ilminin asılları: 1-Kur’an, (Mutlak asıl) 2-Sünnet, (Mutlak asıl) 3-İcma,
(Mutlak
asıl) 4-Kıyas, (asıl / fer’) *-Şer’u
men kablena, *-Örf, *-İstishab,
*-İstihsan, *-Zaruret.
Usulü Fıkhın konusu: Deliller ile hükümlerdir. Usulü Fıkhın Gayesi: Şer’i
hükümleri bilmek ve gereğiyle amel ederek dini ve dünyevi saadete kavuşmaktır.
Usulü Fıkıh iki maksıd ve bir hatime üzerine tertip
edilmiştir: (Maksıd 1) *Delillerin
hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir: 1-Kitap:
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammede indirilip, ondan tevatür yoluyla
nakledilen Kur’an nazmıdır.
Lafız, hükümlerin bilinmesine yönelik durumları
itibariyle dört kısımdır: a-Hass, b-Amm,
c-Müşterek, d-Cemi Münekker. Lafız, manaya delaleti yönüyle
sekiz türlüdür. Dördü açıklık derecesine göredir: a-Zahir, b-Nass, c-Müfesser,
d-Muhkem. Diğer dördü de kapalılık
derecesine göredir: a-Hafi, b-Müşkil, c-Mücmel,
d-Müteşabih. Lafız, manada kullanışı
itibariyle dört türlüdür: a-Hakikat, b-Mecaz, c-Sarih,
d-Kinaye. Lafız, kastedilen mananın
kendisinden anlaşılması itibariyle de dört türlüdür:
a-İbaresiyle delalet eden, b-İşaretiyle delalet eden, c-Delaletiyle
delalet eden, d-İktizasıyla delalet eden.
2-Sünnet: Hz. Peygamberden sadır olan kavl, fiil ve
takrirler’dir.(söz/davranış/Onay)
3-İcma: Ümmeti Muhammed’den, aynı asırda gelen tüm müçtehitlerin
şer’i bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir.
4-Kıyas: İki meseleden birinin illetinin dengi ikinci meselede
bulunduğunda hükmün dengini rey ve içtihat yoluyla ikinci meselede ortaya
çıkarmaktır.
Kıyasın rükünleri: a-Asıl/Makisun aleyh. b-Fer’/Makis. c-Aslın hükmü/hükmü muaddi. d-İllet/Cami.
(Maksıd 2) *Hükümlerin hallerinden bahseder ve dört rüknü içerir:
1-Hüküm: Mükelleflerin fiillerine iktiza (gereklilik), tahyir
(serbestlik) veya vaz’ (ikş durum arasında sebep, şart, mani bağı kurma)
yoluyla ilişen ilahi hitabın eseridir.
Mükellefin fiili, (1.taksim) Sıhhat itibariyle: 1-Sahih, 2-Batıl, 3-Fasit. Mükellefin fiili,
(2.taksim) İni’kad itibariyle: 1-Münakit,
2-Gayri münakit. Mükellefin fiili,
(3.taksim) Nefaz (geçerlilik) itibariyle: 1-Nafiz, 2-Gayri Nafiz. Mükellefin fiili, (4.taksim) Lüzum
(Bağlayıcılık) itibariyle: 1-Lazım, 2-Gayri lazım.
Uhrevi maksatlar açısından fiil’in taksimi: 1-Azimet: kulların
özürlerine dayalı olmaksızın ilk baştan meşru kılınan fiildir. 2-Ruhsat: Şer’i
özürler üzerine ikinci derecede meşru kılınan fiildir.
Azimetin çeşitleri: 1-Farz, a) Kifaye, b) Ayn. 2-Vacip, 3-Sünnet, a) Hüda, b) Zevait. 4-Nafile, 5-Haram, a) Li aynihi, b) Li gayrihi. 6-Mekruh, a) Tenzihi, b) Tahrimi. 7-Mübah,
2-Hakim: Şer’i hükümlerin güzellik (husn) ve çirkinliğinde (kubh)
mükellef üzerine hakim; gerek akıl ile kesb olmaksızın veya kesb olduktan sonra
bilinen şeylerden olsun veya olmasın akıl değil, Şari olan Allah’tır.
3-Mahkumun bih: Şariin hitabının iliştiği fiildir.
Çeşitleri: 1-Yalın Allah hakları. 2-Yalın kulların hakları. 3-Allah’ın hakkı ile kul
hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının baskın olduğu yer. 4-Kul hakkının Allah
hakkına baskın olduğu yer.
4-Mahkumun aleyh: Fiiline ilişen olarak şer’i hitabın geldiği
mükelleftir.
Fiil ehliyetini zedeleyen arızalar: a) Semavi, b)
Müktesep. a-Semavi
(bunlarda kulların kazanım ve seçimi yoktur): 1-Delilik (Cünun). 2-Küçüklük (Sığar). 3-Bunaklık (Ateh). 4-Unutma (Nisyan). 5-Uyku (Nevm). 6-Bayılma (İğma). 7-Kölelik (Rikk). 8-Hayız ve Nifas. 9-Hastalık (Maraz). 10-Ölüm (Mevt).
b-Müktesep (bunlarda kulun gerek kazanım yoluyla ve gerek (o arızayı
meydana getiren sebepleri) ortadan kaldırmaması şeklinde bir etkisi bulunur): 1-Cehalet (Cehl). 2-Sarhoşluk (Sükr). 3-Şaka (Hezl). 4-Sefeh (Harcamalarda tedbirsizlik). 5-Yolculuk (Sefer). 6-Hata. 7-Zorlama (İkrah).
(Hatime) *İçtihat hakkındadır: İçtihat: her
bir şer’i-fer’i hükmü delilinden istinbat konusunda daha ileri gitmekten aczini
anlayıncaya dek gücünü tamamıyla sarf etmektir.
AHMED MUKHLIF OBAID
DOKTORA NO:13922724
2014-2015
Tefsir usulu. fIKIH USULU ,hadis usulu
1- اصول التفسير
• تعريف أصول التفسير :الناظر فى القرآن الكريم يجد أنه قد اشتمل على الإيجاز والإطناب، وعلى الإجمال والتبيين، وعلى الإطلاق والتقييد، وعلى العموم والخصوص. وما أُوجِزَ فى مكان قد يُبْسطَ فى مكان آخر، وما أُجْمِلَ فى موضع قد يُبيَّن فى موضع آخر، وما جاء مطلقاً فى ناحية قد يلحقه التقييد فى ناحية أخرى، وما كان عاماً فى آية قد يدخله التخصيص فى آية أُخرى.
2- النبي صلى الله عليه وسلم:ج- أن لا يرد إلا عن أحدهم, ولا يعلم له مخالف, فهذا الأخذ به أولى.
4- التابعين :ما رجعو افيه إلى أهل الكتاب , وهذا له حكم الإسرائليات.
ما اجمعو اعليه, وهذا يكون حجة.
ما اختلفوا فيه, وفي هذا القسم لا يكون قول أحدهم خجة على الآخر, ويعمل بالمرجحات.
أن يرد عن أحدهم ولا يعلم له مخالف, وهذا أقل في الرتبة من الوارد عن الصحابي إذا لم يعرف له مخالف لكنه أعلى من قول من تأخر عنهم.
5- اهل الكتاب من اليهود والنصارى :المقصود به تفسير القران بلغة العرب لان القران نزل بها واعتمد اساليبها في الخطاب وقد اعتمد الصحابة والتابعين في تفاسيرهم على اللغة.
7- الاجتهاد وقوة الاستنباط بالاعتماد علي5- لتفسير والمفسرون محمد حسين الذهبي
2- اصول الفقهالثاني: يطلق على القواعد التي من خلالها نحكم على الرواية من حيث القبول والرد ويسمى علم الدراية ويسمى علم اصول الحديث ، او علم اصول رواية الحديث ،او علم مصطلح الحديث ،او علم مصطلح أهل الاثر . وهذه التسمية أي مصطلح الحديث هي الاشهر والاوضح ، ومعنى (مصطلح) أي ما اتفق عليه المحدثون من قواعد وأصول .
والتعريف المشهور لعلم مصطلح الحديث : هوعلم يعرف به أحوال السند والمتن من حيث القبول والرد .
AHMED MUKHLIF OBAID
DOKTORA NO:13922724
2014-2015
Tefsir usulu .FIKIH USULU. Hadis usulu
- اصول التفسيرالناظر فى القرآن الكريم يجد أنه قد اشتمل على الإيجاز والإطناب، وعلى الإجمال والتبيين، وعلى الإطلاق والتقييد، وعلى العموم والخصوص. وما أُوجِزَ فى مكان قد يُبْسطَ فى مكان آخر، وما أُجْمِلَ فى موضع قد يُبيَّن فى موضع آخر، وما جاء مطلقاً فى ناحية قد يلحقه التقييد فى ناحية أخرى، وما كان عاماً فى آية قد يدخله التخصيص فى آية أُخرى.
2- النبي صلى الله عليه وسلم:ج- أن لا يرد إلا عن أحدهم, ولا يعلم له مخالف, فهذا الأخذ به أولى.
4- التابعين :ما رجعو افيه إلى أهل الكتاب , وهذا له حكم الإسرائليات.
ما اجمعو اعليه, وهذا يكون حجة.
ما اختلفوا فيه, وفي هذا القسم لا يكون قول أحدهم خجة على الآخر, ويعمل بالمرجحات.
أن يرد عن أحدهم ولا يعلم له مخالف, وهذا أقل في الرتبة من الوارد عن الصحابي إذا لم يعرف له مخالف لكنه أعلى من قول من تأخر عنهم.
5- اهل الكتاب من اليهود والنصارى :المقصود به تفسير القران بلغة العرب لان القران نزل بها واعتمد اساليبها في الخطاب وقد اعتمد الصحابة والتابعين في تفاسيرهم على اللغة.
7- الاجتهاد وقوة الاستنباط بالاعتماد علي5- لتفسير والمفسرون محمد حسين الذهبي
2- اصول الفقه
Bazen sahabe izah etmiş olduğu hususu beyân ederken, bizzat o hali yaşıyarak tatbik ediyordu. Bazen de, sahabenin yanında, talebesinin cevap vermesi şeklinde açıklanıyordu ki bu saygısızlık gibi görünürse de, aslında böyle bir şey bahis konusu değildir. Zira Hz. Peygamber'in huzurunda, sahabenin ona olan saygısından dolayı ve vahiy sahibi olan peygamberi dinlemek için konuşmama¬larından, sahabenin huzurunda tabiilerin de konuşmamaları gerektiği neticesini çıkarmak doğru değildir.
5- Tefsir İlminde Şöhret Kazanan Sahabiler
Ali b. Ebi Talib (ö. 40/661), Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652), Ubeyy b. Ka'b (ö. 19/ 640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebû Musa el-Eş'ari (ö. 44/ 664), Zeyd b. Sabit (ö. 45/665) ve Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692). Bunlardan başka, Hz. Aişe (ö. 59/678), Ebu Hureyre (ö. 57/677), Cabir b. Abdillah (ö. 74/693), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Abdullah b. Amr b. el-As (ö. 63/683) Enes b. Malik (ö. 91/710) gibi zatlardan da, tefsir haberleri nakledilmişse de, ilk başta zikrettiğimiz müfessir sahabilere nisbetle, nakilleri nisbeten az sayılır. Bunlar arasında en fazla tefsir rivayet edenler şunlardır: Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Aii b. Ebi Talib ve Ubeyy b. Ka'b.
C. TABİÎLER DEVRİNDE TEFSİR
1- Tabiîlerin Tefsirdeki Yeri Ve Metodları
Dört halife devrinden itibaren, İslam Devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, bünyesine yeni ülkelerle beraber, ayrı kültür ve dine mensub cemiyetleri de katmaya başlamıştır. Müslümanlar ilk defa Medine'de basit site devletinin temellerini atınca, bu devleti devam ettirecek kanun hükümlerine muhtaç oldular. Kur'ân-ı Kerîm onların kanunlarının menşei ve anayasaları idi. Bu basit devlete tabi olan ilk Müslümanların ihtiaçları da basitti. Ülkeler fethedildikçe o ülkelerin medeniyetleri ile karşı karşıya gelen Araplar, onlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır. Bu bakımdan onlar, bedevi hayatın sınırları içinde kalmaktan kurtulmuş, ihtiyaçlarında da değişiklikler hasıl olmuştu. Gerek İslamiyete yeni girenleri ve gerekse Müslüman olmayanları bir idare altında toplamak ve onları iyi idare etmek icab ediyordu. İşte bu hususlar için Kur'ân-ı Kerîm ilk merci oluyor, yeni nizamlar ihdas etmek için fakihler ve müfessirler Kur'ân'a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden, dinin menşei olan Hicaz'dan diğer ülkelere, bazı imkansızlıklardan dolayı, dini haberier pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu şahsi görüş sahiplen aynı ırk, aynı kültür, aynı dil, aynı din ve aynı örf ve adeti ihtiva eden bir cemiyet içinde yetişmediklerinden görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu.
Bir taraftan Arap olmayan Müslüman unsurların İslamiyeti öğrenme arzusu, diğer taraftan Kureyş'in ve diğer Arapların, bu milletleri idare etme sanatıyla, yani idarecilikle iştigal edip, diğer sahalarda çalışmayı hakir görmeleri sebebiyle, ilim ve bilhassa tefsir sahasında önem kazanan şahsiyetlerin Arap olmadıklarını görüyoruz. Bunun en mühim sebebi, İbn Haldun'un da dediği gibi "Bilgiler bir sanaat şeklini aldığı için, onunla meşgul olmayı kendileri için bir küçüklük sayarak bilgi öğrenmeye yanaşmadılar.
Tefsir Medreseleri Ve Müfessir Tabiîler
İslâm yayılmakta, genişlemesi devam etmekte, şehirler çoğalmakta ve ge¬lişmekte, sahabe de ülkenin dört bir yanına dağılmakta idi. Artık sahabe devri sona ermiş, görev tabiîlere devredilmişti Bu arada, fitneler zuhur etmeye baş¬lamış, görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, fetvalar çoğalmış meseleler artmış, bütün bunları halletmek için çareler aramaya başlanmıştı. Bu arada tefsir, hadis ve fıkha ait bilgiler de toplanmaya başlanmıştı. Genellikle bu devirde tefsirle uğra-şan kişilerin, hadis ve fıkıh sahasında da şöhret sahibi olduklarını görüyoruz.
Bu devrin müfessirleri, Kur'ân'ı anlamak için yine Kur'ân'a, sonra sahabenin Hz. Peygamber'den rivayet ettiği hadislere ve daha sonra da sahabenin bizzat kendilerinin yapmış oldjkları tefsirlere itimad etmişlerdir. Tabiîler tefsirde buraya kadar takip ettikleri esaslarda, sahabe devri ile aynı usûlü paylaşmışlardır. Bu devirde tefsir için yukarıdaki asıllardan başka, kitap ehlinin kitaplarında gelen haberleri de aldılar. Allah'ın onlara içtihad yoluyla bahşettiklerini de ilâve ettiler. Bu konuda tefsir kitaplarında onlardan pek çok tefsir haberi nakledildi ki bunlar re'y ve içtihadlarına dayanmaktadır. Hz. Peygamber ve sahabeden gelen tefsirin, Kur'ân'ın bütün âyetlerini ihtiva etmediğini söylemiştik. Onlar, kendilerinin veya muhatapların anlayışına zor gelen hususları almışlardı. İnsanlar, Hz. Peygamber ve sahabe devrinden uzaklaştıkça, zorluklar daha da çoğalmıştır. Bu müşkilleri halletmek için, tabiîler devrinde, tefsirle meşgul olacak kişilere daha fazla ihtiyaç duyulmuştur. Müşkiller çoğaldıkça, tefsirler de müşkillerin artması nisbetinde genişlemişti.
Dört halife devrinden itibaren islâm, süratli bir şekilde yayılmaya başlamış, medeniyet ve kültür merkezi olan şehirlerle ülkeleri kendi bünyesine katmıştı. Müslümanlar bir yerde kalmamış, çeşitli sebeblerle şehirden şehire, bölgeden bölgeye dolaşmışlardır. Onlardan bazıları vali, bazıları kadı, bazıları muallim ve bazıları da çeşitli vazifelerde bulunmuşlardır.
Çeşitli şehirlere ve beldelere giden sahabe, Hz. Peygamber'den hıfzettiklerini de yanında götürmüşlerdir. Onlar gittikleri yerlerde öğretmenlik yapmışlar ve etraflarına pek çok meraklı kişi toplanmıştır. Tabiiler dediğimiz bu yeni talebe grubu onlardan ilim almış ve kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir. Bu andan itibaren çeşitli şehirlerde ilim medreselerinin teşekkül ettiğini görüyoruz ki bunların öğretmenleri sahabe, talebeleri ise tabiiler olacaktı.
Bu medreselerden Mekke, Medine ve Irak'ta bulunanlar tefsir ilminde şöhret kazandılar.
Mekke Medresesi: Bu medresenin kurucusu ve başkanı, tefsir ümindeki kabiliyet ve bilgisi müsellem olan Abdullah b. Abbas'tır. Talebeleri tabiilerdir. Onlara Allah'ın kitabını tefsir eder, mânâ yönünden müşkil olan kısımları açık¬lardı. Ondan işittiklerini talebeleri, daha sonrakilere nakletmişlerdir. Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Mücâhid (ö. 103/721), İkrime (ö. 105/ 723), Ata b. Ebî Rabah (ö. 114/732) ve Tâvûs b. Keysan (ö. 106/724) gibi daha pek çok kişi onun tefsirdeki talebeleri arasında yer almaktadır. İbn Teymiye; "Tefsirde, insanların en âlim olanları Mekke ehli idi. Zira onlar, İbn Abbas'ın talebeleri olan, Atâ b. Ebî Rabah, İkrime, Mücâhid, Tâvûs, Ebî'ş-Şa'sa, Sa'id b. Cübeyr ve benzeri şahsiyetlerdi"[421], demektedir.
Medine Medresesi: Bu devirde sahabe her ne kadar çeşitli şehirlere ve bölgelere dağılmış ise de, pek çok sahabe Medine'de kalmış, oradaki gençlere Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini öğretmişlerdir. Medine'de de bir tefsir medresesi teşekkül etmiş, pek çok tabiî orada talebelik yapmıştır. Bu med¬resenin başında Ubeyy b. Ka'b'ın bulunduğunu söyleyebiliriz. En meşhur ta¬lebeleri, Ebû'l-Âliye er-Riyâhi (ö. 90/708), Muhammed b. Ka'b el-Kurezî (ö.118/736), ve Zeyd b. Eşlem (ö. 136/753) dir. Onların bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı da bir vasıta ile Ubeyy b. Ka'b'dan tefsir aldılar.
Irak Medresesi: Bu bölgeye pek çok sahabi gelmiş ve Iraklılar onlardan İslâmî ilimleri ve tefsiri almışsa da, bu medresenin ilk üstadlık payesi Abdullah b. Mes'ud'a verilmiştir. Onun tefsir ve tefsir rivayetleriyle meşgul olan bir kişi oluşu, buna sebep olmuştur. Hz. Ömer devrinde, Ammar b. Yâsir Kûfe'ye vali olarak gönderildiğinde, onunla birlikte Abdulah b. Mes'ud da muallim ve vezir olarak gönderilmişti. Onun Küfe muallimliği Hz. Ömer'in emriyledir. Küfeliler, kendilerine gelen diğer sahabeden daha fazla, İbn Mes'ud'dan dini bilgileri almış ve onun etrafında toplanmışlardı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Abdullah b. Mes'ud'un, Kûfe'de uzun müddet kalışı, bu medresenin gelişmesine yardımcı olmuştur. Tefsir alanında otorite olan tabiîlerden pek çok kişinin bu medresede yetişmiş olduklarını unutmamak lâzımdır. İbn Mes'ud bu medreseye, şer'i bir delilin bulunmadığı yerde re'y ve kıyasa müracaat ederek hükme varma esasını getirmiştir. Bu husus fıkhî meselelerde olduğu gibi, tefsir hareketlerinde de gö¬rülür. İşte İbn Mes'ud'un bu medreseye verdiği ve onun özelliğini teşkil eden husus re'y ve kıyasa gereken önemi vermeleridir. Şüphesiz Irak, Hicaz'a nispetle problemleri bol olan bir bölge idi. Oraya şer'î hükümlerin ulaşması da kolay olmuyordu. Hükme bağlanması gereken birçok meselenin re'y ve kıyasla halledilmesi gerekiyordu.
Bu medresenin tefsir ilminde şöhret kazanan şahsiyetlerinden bir kaçını zikredelim: Alkame b. Kays (ö. 62/682), Mesrûk b. el-Ecda' (ö. 63/683), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Mürre el-Hemadânî (ö. 90/ 709), Âmir eş-Şa'bî (ö.103/721) el-Hasen el-Basrî (ö 110/728), Katâde b. Diâme (ö. 117/735), İbrahim Neha'î (ö 95/714) gibi daha pek çok ünlü alim İbn Mes'ud'dan ilim almış¬lardır.
Yukarıda kısaca bahsetiğimiz üç tefsir medresesinin ayrı ayrı bölgelerde ve sahıs|ar tarafından yönetilmesi sebebiyle, aralarında kendilerine hâs Akıllıklar olacağı düşünüleceği gibi, bunların müşterek taraflarının bulunduğu da unutulmamalıdır. Mesalâ, İsrâiliyatın tefsir ilmine girişi, aşağı yukarı bütün tefsir medreselerinde müşterektir. Bu medreselerde tefsir, telakki ve rivayet karakterlerini aynen muhafaza etmiştir. Bütün bu benzerliğe rağmen, bir medre¬senin diğeriyle tam olarak ayniliğini düşünmek mümkün değildir. Her ne kadar medreseler arasında genel benzerlikler varsa da, bazı hususî ayrılıkların olaca¬ğı tabiîdir. Mesela, Mekke ve Medine medreselerinde re'y ve kıyasa fazla yer verilmezken, Irak medresesinde bu görüşlere ziyadesiyle önem verildiği görülür. Zikrettiğimiz medreselerin kurucuları ve hocaları olan, İbn Abbas, İbn Mes'ud ve Ubeyy b. Ka'b'ın yetiştirmiş oldukları talebeler, tefsir sahasında ün kazanmışlardır.
Sahabe Tefsiri İle Tabiîlerin Tefsirinin Mukayesesi
Sahabe devrindeki tefsir ile tâbiîler devrindeki tefsir hareketlerinde her ne kadar benzerlik düşünülebilirse de, tabiîlerin durumu ile sahabenin durumunun aynı olmaması sebebiyle aralarında bazı farklılıklar olması tabiîdir. Bunları bir madde halinde sıralayabiliriz:a- Sahabe devrinde' Kur'ân'ın bütününün tefsiri yapılmadı. Onlar ancak, zor olan âyetlerin tefsirini yaptılar; iniş sebeplerine vâkıf oldukları âyetlerin iniş sebeplerini anlatmak suretiyle, hükümle sebepler arasında mü¬nasebet tesis ederek âyetleri açıklığa kavuşturdular. Tabiîler devrinde ise, tefsir hareketi, Kur'ân'ın bütün âyetlerine teşmil edilir duruma gelmeye başlamıştır.b- Sahabe devrinde Kur'ân'ın manâlarını anlayışta ihtilaflar çok değildi. Tabiîler devrinde ise, ihtilaflar çoğalmıştır.c- Sahabe, âyetler için icmâlî bilgilerle yetinirken, daha sonra her âyet ve her kelime için tefsirler yapılmaya başlanmıştır.d- Âyetler etrafında mezhep ihtilafları hemen hemen hiç yoktu. Halbuki daha sonraki devirde, âyetler etrafındaki mezhebi ithilaflar, çoğalmıştır. Meselâ, Hasen et-Basrî ve Katâde'nin tefsirlerinde görülen kader meselesi etrafındaki münakaşalar bunun açık örneğidir.e- Sahabe devrinde tefsir tedvin edilmemiştir. Bu devreden sonra tefsirin tedvini başlamıştır,f- İlk devirde tefsir, hadis ilmi içerisinde mütaala edilmiştir.
Daha sonra ise, tefsir her ne kadar hadis rivayeti şeklinde yapılmışsa da, müstakil kitaplar da telif edilmiştir.g- İlk devirde kitap ehline müracaat azdır. Bundan sonraki devrede kitap ehline müracaat çoğalacaktır. İsrâilîyattan pek çok şey tefsire girmiştir. Bu da ki¬tap ehlinden İslâm'a girenlerin çokluğundan ve tabiîlerin onlardan kolaylıkla dinleyebilmeğinden ve onlardan almış olmalarındandır.
FIKHÎ TEFSİRLER
Fıkhî tefsir, Kur'ân-ı Kerîm'in amel yani ibâdât ve muamelât yönleri ile meşgul olan, bu konu ile ilgili bulunan âyetleri açıklayan ve onlardan hükümler çıkarmaya çalışan bir tefsir koludur. Bu nevi tefsirin gayesi, İslâm'ın ilk temel kaynağı olan Kur'ân'ın ihtiva ettiği amelî hükümleri, kaide ve prensipleri ortaya çıkarıp onları açıklamak ve onların nasıl uygulanacaklarını göstererek, insanlara dünya ve âhiret saadetini temin etmektir. Biliyoruz ki Kur'ân-ı Kerîm'in genel olarak üç yönü vardır: İtikad, ibadet ve ahlak. İtikad ve ahlâk yönü incelenirken, felsefî, kelâmî ve tasavvûfî tefsirler de gelişmiştir. İnancın ve iyi huyların amellerle takviye edilmesi gerekir. Çünkü inanç ve ahlâk, amelle kuvvetlendirilmedikçe, zayıflar, sonunda yok bile olabilir. Böyle bir duruma düşmemek için, Allah'ın emrettiği hareketlerde bulunmak, ona karşı kulluk vazifelerimizi yapmak, insanlarla olan her türlü münasebetlerimizi düzenlemek icâb eder. Fıkhî tefsirin konusu Kur'ân'ın ahkâm, yani amellerle ilgili yönü olduğuna göre, Kur'ân-ı Kerîm'de herkesin anlayabileceği şekilde bulunan muhkem fıkhî âyeteri, sıralayıp tespit etmek, müfesirin kendi ilmî kudret ve kabiliyetine bağlıdır. Bu sebepledir ki bu gibi eserlerde ele alınan âyetlerin sayısının birbirini tutmaması, bu işin müfessirierin kabiliyetine bağlı bir husus olduğuna delâlet eder. Meselâ, el-Cassâs, meşhur Ahkâmu'l-Kur'ân'ında 1000 den fazla âyeti incelerken, İbn Arabî 800 küsur âyeti, M. Sıddık Hasan Hân da 250 ye yakın âyeti eserlerinde incelemişlerdir. Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır. Kur'ân'daki ahkâm âyetleri hakkında tâm bir birlik yoktur. Bu rakam 500-1000 arasında değişmektedir. Daha doğrusu bunları bir sayı İle sınırlandırmanın mümkün olamayacağını söyleyebiliriz. Zira bu âyetlerin sayısı kişinin ilminin genişliğine ve görüşünün derinliğine bağlı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. İfrat ve tefrîtlerden kaçınılırsa bu sayının, İslâm'ın ilk devirlerinde de denildiği gibi, 500 civarında olduğunu söyleyebiliriz.
RİVAYET VE DİRAYET YÖNÜNDEN TEFSİRLER
1- Rivayet Tefsiri
Bu tefsir çeşidine "me'sûr" veya "menkûl" tefsir adı da verilir. Bu nevi tefsir, Kur'ân'ın Kur'ân ile Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in sünnetiyle tefsirini veya sahabenin âyetler hakında Allah'ın muradını beyân etmeye matuf nakillerini ihtiva eder. Bu konuda tabiilerden gelen sözleri ulemânın bazısı, rivayet tefsiri içerisine sokmuş, bazısı ise bundan imtina etmişlerdir.
2- Dirayet Tefsiri
Bu tefsir nevine "Re'y" veya "Aklî" tefsir de denilir. Dirayet tefsiri, sadece rivayetlere münhasır kalmayıp, dil, edebiyat, din, mezhep ve çeşitli bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlerdir. Burada bahsettiğimiz "Re'y" den maksat ictihad'tır. Bu tefsir nev'i bir zarurete, bir maslahata mebni olarak zuhur etmiştir. İslâm'ın ilk devirlerinde Müslüman Araplar, Arap, yarımadasında iken dillerinin selikasına hâkimdiler. Zamanla fetihler neticesinde hudutlar genişleyip, yabancı milletler ve onların kültürleriyle karışınca Arapların lisan melekeleri za'fa uğradı. Arap dilini korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Hele Arap olmayan Müslümanların bu dili öğrenmesi Arapça'nın gramerinin bilinmesine bağlı idi. Kur'ân da Arap dili ile inmiş bulunduğundan, onun anlaşılması da bazı ilimlere ihtiyaç göstermekte idi. Zamanla İslam ülkesi geliştikçe muhtelif ilimler ilerledi, felsefî fikirler geliştikçe ve çeşitli mezhepler ortaya çıktıkça, tefsirlerde de, bu hususlara dâir bilgiler verilmeye başlandı.
GÜNÜMÜZDEKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Müslümanlar her devirde Kur'ân-ı Kerim'e, dünya ve ahiret saadetlerini sağlayan bir esas, bir anayasa gözü ile bakmışlar, nüzulünün başlangıcından itibaren, muhtevasını iyi anlamak için çeşitli yönlerden onu araştırmışlar ve onu tefsir etmişlerdir. Başlangıçtan zamanımıza kadar, lügat, belagat, edeb, nahiv, fıkıh, mezhep, felsefe, tasavvuf ve daha pek çok yönlerden tefsirler meydana getirilmiş, bu çeşitli yönlerdeki tefsirlerde çeşitli usûl meseleleri ortaya konmuştur. Müfessirler genellikle, kendilerinden evvel gelen alimlerin sözlerini, gerek tercih edilecek bir görüş veya zor bir yerin izahı ve gerekse tenkit yönünden ele alarak eserlerine kaydetmişlerdir. İslâm'ın ilk beş altı asrından sonra zamanla içtimai hayatta mukallidükten daha ileri gidemeyen bir durgunluğun meydana gelişinin tefsir ilminde de bir donukluk meydana getirmesi tabii idi. Bir kaç asırdan beri Avrupa'da meydana gelen fikri ve ilmi hareketler, İslâm aleminde de bir uyanma hareketi meydana getirmiştir. Pusulanın keşfi, matbaa ve kağıdın inkişafı, Dekartın fikirleri, Galile ve Newton gibi alimlerin keşifleri İslâm aleminin gözünü açmış, olumlu uyanış hareketlerine vesile olmuş, Avrupa'nın ilhadi ve dehri felsefe ve fikir cereyanları, İslâm aleminin birçok bölgelerinde, bilhassa Hindistan ve İran'da batini hareketlerini yeniden zuhuruna sebeb olmuştur. Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut devirlerindeki ıslah, Gülhane hattı, Islahatı Hayriyye, Necitte Vahhabi, Mağribte Sultan Süleyman el-Alevi'nin hareketleri gibi olaylar meydana gelmeye başlamıştır. Bu durum karşısında birçok İslâm ülkesinde bilhassa Mısır ve Hindistan'da ilim adamları harekete geçmiş, yeni görüş ve anlayışla ilmin de ışığı altında, diğer ilimlerde olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim tefsirinde yeni ufuklar açmışlardır. Hiç şüphesiz Miladi XIX. asır, Müslümanlar arasında dini hare¬ketlerin canlandığı bir asır oldu. İlim adamları tefsir ilmindeki durgunluğa ve taklitçiliğe son vermeye çalıştılar, islâm dininin, ilme karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni metod ve usûllere tevessül ettiler.
Asrımızdaki tefsir hareketleri, genel olarak dirayet veya aklî tefsir ekolü içerisinde mütalaa edilebilir. Fakat aralarında gösterdikleri farklılıklar sebebiyle onları dört grupta toplayabiliriz.
1- İlhâdi Tefsirler
2- Mezhebî Tefsirler.
3- İlmî Tefsirler.
4- İçtîmâi-Edebi Tefsirler.
HADİS TARİHİ
Hadis ilmi, üçüncü Hicrî asrın sonunda bütün konuları ile teşekkül et¬miştir. Her ne kadar, bu konuları içine alan kitapların telifi bir müddet daha gecikmiş olsa bile, usûl ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadîs imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tâbi olunmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin bir hayli erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir.
Gerek lügat ve gerekse ıstılah yönünden hadîs kelimesinin arzettiği ma¬nâlar arasında bir hayli farklılıklar mevcuttur. Lügat yönünden kadim (eski) in zıddı cedid (yeni) manâsına gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Istılah yönünden hadîs, umumiyet itibariyle Hazreti Peygamberin »öz¬lerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması arasında yine aynı manâda kul¬lanılan kelimenin medlulünü tarif bahis konusu olduğu zaman, bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Buna göre,usûl ulemasının tarifinde hadis» Hazreti Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur.
Hadisin değeri
Hadîsin sünnete müradif bir manâya sahip olarak sahabe devrinde ve müteakip nesiller arasında rivayet edildiği kabul edilirse, İslâm Dininde onun kazandığı ehemmiyet derecesini ve Dinin tekemmülünde oynadığı rolü tayin ve tesbit etmek çok daha kolaylaşmış olacaktır. Çünkü İslâm teşriinde sün¬netin, Kitap (Kur'ân) dan Bonra ilk kaynağı teşkil ettiği, bu konuya eğilmiş olanlarca bilinen hususlardandır. Bu bakımdan, onun fıkıh uleması yönünden değeri, bîr bakıma, hadisin aynı sahada sahip olduğu değer manasındadır. Bu değer, Hazreti Peygamberin rîsalet göreviyle birlikte or¬taya çıkmış ve yine bu görevin değeri nisbetinde yükseklik kasanmıs.tır. Hadişin kazandığı bu yüksek değeri tesbit edebilmek için, Hazreti Peygamberin risalet görevini ve bu görevin ehemmiyet derecesini daima gözönünde bulun-durmak lâzımdır.
1. Hadis kitabetinin yasaklanması
ilk devirde, Hazreti Peygamberden iştilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği, yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, bu devirde sahabenin yazı bilgisi, buna imkân vermiyecek derecede kıttı. Maamafih ilk devirdeki yazı durumu, hadis tedvinini engelleyen bir âmil sayılmasa bile, nübüvvetin başlangıcın¬dan itibaren, Hazreti Peygamberin, dinin şerh ve izahı mahiyetinde olan bü¬tün konuşmalarını kâğıt yerine kullanılan hurma yaprağı, deri, geniş kemik¬ler ve lâvha halindeki taşlar üzerine yazmanın, sonra da bunları muhafaza et¬menin güçlüğü, hadis tedvinini engelleyebilecek ilk âmillerden sayılmak icabeder.
2. Yasak kararının sebepleri
a. Yazı
Kaynaklarda hadîs kitabetiyle ilgili bu yasağın sebepleri hakkında çe¬şitli görüşler ileri sürülmüş, bu konuda gelen haberlerle kitabete izin veril¬diğini gösteren haberler ele alınarak, araları çeşitli yönlerden telif edilmeye çalışılmıştır. Meselâ Ibn Kuteybe'ye göre hadîs yazma yasağı, iyi yazı bil¬meyenlere mahsustur; çünkü bu devirde Arap yazısı henüz tam manisiyle gelişmiş değildir. Diğer taraftan, az yazı bilenlerin de hatadan salim olarak yazacaklarından emin olunamaz. Hazreti Peygamber bu gibi kimselere hadîs yazmayı yasaklamıştır.
b. Kurânla karışma tehlikesi
Hadîs kitabetinin yasaklanmasında en mühim sebeb, hadîs sahîfeleriyle Kur'ân sahîfelerinin karışması tehlikesidir.
HADÎSİN İLK KAYNAĞI: SAHABE
1. Sahabî kime denir?
Hazreti Peygamber devrinde toplanan geniş hadîs külliyatının, daha son¬raki nesillere naklinde ilk mühim rolü oynayan neslin sahabe olduğu elbette bilinen bir husustur. Bununla beraber hadîs tarihini incelerken bu nesle de kısaca temas etmek ve hakkında genelde olsa biraz bilgi vermek faydalı olacaktır. Sahabî, lügat yönünden sohbet kelimesinden müştak olup zaman veya mekân tahdidi olmaksızın, bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimseye nisbet edilen isimdir. Zamanın tahdid edilmemesi, sohbetin, bir saatlik bir müddetin küçük bir cüz'ünü olduğu kadar, bir çok seneleri de şâmil olabile¬ceğine delâlet eder ve meselâ bir kimse için "bir saatlik sohbeti var" denildiği gibi, senelerce sohbeti bulunduğu da söylenebilir.Hadîs ıstılahı yönünden sahabî, Hazreti Peygamberi gören her müslüma-na denir; ancak bu tarifte bazı görüş ayrılıkları vardır: El-Buhârî'ye göre, Hazreti Peygamberle sohbeti bulunan, yahut onu gören her müslüman onan ashabındandır.
Bazı ilim merkezleri
Medine
Alim sahabîlerin gayretleriyle teşekkül eden ilim merkezlerinin başında, Dâru'l-Hıcre adiyle de şöhret kazanan Medine'yi zikretmek gerekir; çünkü burası, Hazreti Peygamberin ve ashabının Mekke'den hicretle İslâm İmpara¬torluğunun temelini attıkları ilk şehirdir. İslâm teşriinin büyük bir kısmı burada oluşmuş, Hazreti Peygamber hadîslerinin çoğunu burada söylemiştir. Şehrin her köşe ve bucağında ondan bir hatıraya rastlamamak mümkin de¬ğildir. Bu itibarla sahabenin kibarı, onun vefatından sonra da buradan ayrıl¬mayı hoş karşılamamış, onun kabrine yakın olmayı, onunla birlikte yaşamak kadar değerli saymıştır.Hadîs ve fıkıh sahasında şöhret kazanmış pek çok sahabî Medine'de ya¬şadığı için, burası, Hazreti Peygamberi görmeyen, fakat onun hadîslerini yakın arkadaşlarından işitip hıfzetmek isteyen hadîsçilerin devamlı ziyaret-gâhı olmuş, tıpkı bir ticaret merkezi gibi, hadîs almağa gelenlerle dolup bo¬şalmıştır.Medine'de yaşayan ve hadîs sahasında otorite olan bu sahabîlerin ba¬şında Ebü Bekr es-Şıddık, Ömer bin Hattâb, halîfe olarak Küfe'ye inti¬kalinden önce Ali İbn Ebî fâlib, Ebû Hurayra, Ummu'l-mu'minin Aişe, 'Abdullah İbn Ömer, Ebü Sa'îd el-Hudrî ve Zeyd bin Sabit'i zikretmek ge¬rekir.
Mekke
İlk vahiyle Islâmî davetin başlangıç şerefine nail olmasına rağmen, halkı, Hazreti Peygambere ve etrafındaki bir avuç müslümana reva gördükleri teh¬dit ve işkencelerle onların hicret etmelerine sebep olan bu şehir, ancak sekiz sene sonra, müslüman fethiyle tarihteki gerçek yerini almıştır.Fetihten sonra Hazreti Peygamber Muâz İbn Cebel'i Mekke'de bırakmış ve Mekke halkına Kur'ân ve Sünnet ahkâmını ve kıraati öğretmesini ona em¬retmişti. Muâz, Hazreti Peygamberin genç ve âlim sahabîlerinden biri idi ve onunla birlikte bütün gazvelere iştirak etmişti.Muâz İbn Cebel ile birlikte Mekke'de daha bîr çok sahabî yerleşmiş bu-lunuyordu.
Küfe
Küfe,İslâm fütuhatı sırasında ordu karargâhı olarak tesis edilmiş bir şehirdi. Bununla beraber bu şehrin bulunduğu ülke, yani Irâk, geçmiş asırların medeniyet izlerini taşıyan bir yer olup, Babillilerin, Asurlarm, Keldanilerin, Rumların hepsi burada birbirinden farklı devletler kurmuşlardı. Müslümanlar Ömer îbnu'l-Hattâb devrinde buraları istilâ edip Basra ve Küfe şehirlerini kurunca, kısa bir zamanda ilim dünyasının iki büyük merkezi haline gel¬miştir.
Küfe, bidayette bir ordu karargâhı olarak kurulduğu için, ordu içinde bulunan bir çok sahabî buraya gelmiş bulunuyordu. Fakat AIi bin Ebi Tâlib'in Medine'yi terkederek hilâfet merkezini Küfe'ye nakletmesinden sonra şehir geçici bir karargâh merkezi olmaktan çıkmış, her gün süratle genişleyen bü¬yük bir devletin makam olmuştur. Bu sebepten pek çok sahabe buraya yer¬leşmiş ve ömürlerinin sonuna kadar burada yaşamışlardır.
Küfe'ye yerleşmiş, olan sahabîlerin ilim yönünden en meşhurları, şüphe¬siz Ali Ibn Ebi Tâlib ve 'Abdullah İbn Mes'ûd idi. Ancak ALİ İbn Ebi Tâlib'in Küfe hayatı, ilminden çok siyasete dönüktü ve vaktinin çoğunu harplerle geçiriyordu.Daha halifeliğinin başlangıcında, Ummu'l-mu'minin (Aişe ile Basra çöllerinde dövüşmek zorunda kalmış, bunu Muâviye ile olan çatışması takip etmişti. Fakat bu çatışmanın ortaya çıkardığı haricîler kadar biç bir şey her halde onu meşgul etmemiştir. Bütün bu meşgaleler, onun ilim için zaman ayırmasına daima engel olmuştur.Abdullah İbn Mesud'a gelince, Küfe medresesi, varlığını ve şöhretini ona borçludur, denilebilir. İbn Mesud önce Habeşistan'a sonra Medine'ye hicret etmiştir. Uzun müddet Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunmuş, bu arada Kur'ânı hıfzetmiş, manâsını en iyi bir şekilde öğrenmiştir. Hazreti Peygamberin hizmetinde bulunması ise ona, onun sözlerini, fiil ve hareketlerini yakından öğrenme imkânını ver¬miştir. Geniş bilgisi dolayısıyle sahabenin ilk devre âlimlerinden biri sayılan İbn Mesud, Halife Omer İbnu'l-Hattâb tarafından öğretim için Küfe'ye gönderilmiştir.
Hadis tedvininin başlangıcı
Hazreti Peygamber ve ashabı devrinde bazı sahabîlerin hadîs yazdık¬larını ve bir takım sahîfeler vücuda getirdiklerini bitiyoruz. Ancak sistemli bir toplama faaliyetinin, sahabe devrinden sonra, yani birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın başlarında başladığı anlaşıl¬maktadır. Şurası muhakkaktır ki, böyle konuda rakkamla tesbit edilmiş kesin bir tarih ileri sürmek elbette mümkün değildir. Bununla beraber, tedvinin başlangıcı ile ilgili olarak gelen bazı haberler, konuya ışık tutacak bir mahi¬yettedir. Bu haberlerin bir kısmı, hadîs rivayetinden bah¬sederken ismi üzerinde durduğumuz İbn Şihâb ez-Zühri ile ilgilidir. Ez-Zühri (50-124) bu haberlerde "hadîsleri ilk tedvin eden kimse" olarak görülür.
Hadîslerin Tasnifi
Tedvin devrinin başlan¬gıcından çok kısa bir zaman sonra hadîsçiler tarafından da farkedilmiş; gerek mümkün olduğu kadar Hazreti Peygamberin hadîslerini toplayan kitaplar meydana getirmek ve gerekse bu kitapların daha kolay bir şekilde kullanıl¬malarını sağlamak için, hadîslerin gelişi güzel sıralanması yerine konularına göre tertib ve tasnif olunması cihetine gidilmiştir. Bu suretle meydana geti¬rilen kitaplarda her hadîs konusu ile ilgili bölümde yer alıyor ve meselâ sa-lâtla ilgili olanını salât, yahut zekâtla ilgili olanını da zekât bölümünde arayıp bulmak kolaylaştırılmış oluyordu. "Musannaf" denilen bu çeşit eserler yanında, hadîsleri sahabî râvilerinin isimleri altında biraraya getiren bir başka tasnif şekli daha vardı ve bu kitaplara da "musned" adı verilmişti. Ancak müsned eserlerin çıkışı, muşannaf denilen diğer eserlerden çok kısa bir zaman sonraya rastlar.
İlk hadîs eserleri
Hadîs ıstılahlarına dair ilk eseri telif etmekle şöhret kazanan Rame Hürmüzidir. Hicri ikinci asırda telif ve tasnif edilen hadîs eserlerini başlıca beş gurupta toplamak mümkindir:
a) Siyer ve mağazî kitapları;b) Sünen kitapları;c) Câmi'ler;d) Musannefler;
e) Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
FIKIH TARİHİ
II- FIKIH:
A- MÂNASI:
lûgat mânası anlamak, kavramak, idrak etmektir. Aynı mânayı ifade eden kelimelerden fıkh'ın farkı, buradaki anlayışın sathî değil, derinliğine olması ve söyleyenin maksadını da içine almasıdır.
B- MEFHÛM VE ŞÛMÛLÜ:
Fıkıh kelimesi islâmın ilk devirlerinden zamanımıza kadar birkaç defa mefhum değiştirmiş, buna bağlı olarak da fıkıh için çeşitli tarifler verilmiştir. Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde fıkıh, tedvin edilmiş ayrı bir ilmin adı değildir. İtikad, amel ve ahlâk konularında, kitap ve sünnetten anlaşılan, elde edilen bilgiler fıkıhtır. "İlm" kelimesi de bu devrede aynı mânaya gelmektedir. Ebû Hanîfe fıkıh'ı: "Kişinin, leh ve aleyhindeki şeyleri bilmesidir." diye tarif ederken kelimenin şümûlü aynıdır. Ancak itikad, ahlâk... ilimlerinin mevzûları zenginleşip husûsîleşince fıkıh kelimesi itikad ve ahlâk bilgileri dışında kalan amel ve muamele ile alâlalı bilgilere, kaidelere tahsis edilmiş ve tarife "...amel cihetinden..." ifadesi eklenmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM Hz. Peygamber Devri (Fıkhın Doğuşu)Hz. Peygamber (s.a.)in devri fıkıh devrelerinin en önemlisidir. Çünkü vahye dayanan teşrî' faaliyeti bu devre içinde tamamlanmış, sonraki devirlere de temel teşkil etmiştir. Hz. Peygamber devrini fârık vasıfları bakımından iki kısma ayırmak gerekir: Mekke devri ve Medine devri.
A- MEKKE DEVRİ:
Hz. Peygamber M. 610 yılında vahye muhâtap olmuş, vazifesi icâbı dini tebliğe başlamış ve 622 yılına kadar Mekke'de kalmıştır. Bu müddet içinde (13 yıla yakın) Kur'ân-ı Kerim'in üçte birinden az eksiği nâzil olmuştur. Bu devrede Allah Resûlü'nün (s.a.) tebliği daha çok inanç ve ahlâk sahasına yönelmiştir. Zaten ibadet ve hukukî münasebetler bu iki temel üzerine oturmaktadır. Mekke'de fıkıh hükümleri hem azdır, hem de umûmî, küllî bir karakter arzetmektedir.
B- MEDİNE DEVRİ:
Allah Teâlâ Peygamberine izin verince Yesrib'e göç edildi. Burası onu ve Mekkeli müslümanları bağrına basmaya hazırdı; "Medînetü'n-Nebî" adıyle İslâm dâvet ve devletinin yeni merkezi oldu. Artık bu genç devletin siyâsetini ve bu çekirdek İslâm cemiyetinin ictimâî hayatını tanzim edecek kaidelere ihtiyaç vardı. Teşrîi de bu sâhalara yönelerek ferdî ve ictimâî hayatı tanzime koyuldu. Bir taraftan ibâdetler, cihâd, âile, miras ile alâkalı, diğer taraftan da anayasa, cezâ, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası münasebetlerle ilgili kâideler, esaslar vazedildi. Bunların ortaya çıkışı, devre uygun özellikler arzediyordu.
Bu Devir Fıkhı'nın Özellikleri:
a) Tedric:
b) Kolaylık:
c) Nesih:
İKİNCİ BÖLÜM SAHÂBE DEVRİ (Fıkhın Gelişme Çağı)
Fıkıh tarihçileri ikinci devreyi sınırlarken çeşitli nokta-i nazarlardan hareket etmişlerdir. Hukukî hayatı karakterize eden nesli göz önüne alanlara göre bu devre Rasûlullah'ın (s.a.) intikaliyle başlar ve hulefâ-i Raşidinin sonuna (41/661) yahut da sahâbe neslinin sonu olan ikinci asrın başlarına kadar uzanır. Siyasî iktidarı nazarı itibare alanlara göre ikinci devre Hulefâ-i râşidin veya Emevîlerin sonuna kadar devam eder.
A- HULEFÂ-İ RÂŞİDİN DEVRİ:
Bu devir (11/632) yılında Hz. Ebû Bekr'in halife olmasıyla başlar. 21-R.evvel-41/26-Temmuz-661 tarihinde Hz. Hasan'ın hilâfeti Muâviye nâmına terketmesiyle sona erer. Bu devrede Hz. Ebû Bekir isyan ve irtidâd hareketlerini bastırarak fetihlere başlamış, Hz. Ömer fetihleri devam ettirmiş, İslâm ülkesinin sınırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye ve Ermenistan, batıda Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Osman bu sınırları daha da genişletmiştir.
Hüküm Kaynakları:
Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur'ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re'y ictihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygamber'e arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu. Halbuki sahâbe devrinde artık vahyin muhâtabı ve ikinci derecede Şâri' (din ve kanun vâzı'ı) Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar -hatta daha çok- ihtilâf da ediliyordu.
Hz. Ebû-Bekir ve Hz. Ömer, ihtilâfı azalatmak, birliği sağlamak ve Şâri'in maksadına isabet ihtimalini artırmak için -bilhassa âmme hukuku sâhasında- istişâreye baş vuruyor, böylece şûra ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilâfsız hükümler (icmâ) ferdî hükümlerden daha kuvvetli telâkki ediliyor ve buna muhâlefet edilmiyordu. Ferdî ictihadlar (re'y) ise başkalarını bağlamıyordu. Bu devirde re'y'in mânası: Kitâb ve sünnetin açıklamadığı hükümleri, nasların ve İslâmî prensiplerin ışığı altında hükme bağlamaktır. Istılâh olarak zikredilmemekle beraber, temelleri Rasûlullah zamanında konan, sonraki devirlerde "istihsan, istıslâh, örfü-âdet, kıyâs..." adı verilen esas ve metodlar bu devirde "rey" ismi altında tatbik edilmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ABBÂSÎLER DEVRİ (Fıkhın Olgunluk Çağı)
DEVRE UMÛMÎ BAKIŞ:
Bağdad merkezli Abbâsîler devri 750-1258 tarihleri arasında 508 yıl sürmüştür. Bu sürenin takrîben H. 132-350 arasındaki 200 yıllık devresi fıkhın tedvin edildiği ve inkişaf ettiği, büyük mezhep sahibi müctehidlerin yetiştiği devredir. İslâm nesilleri bakımından da tâbiûn ve etbâ'ut-tâbiîni ihtivâ etmektedir.
Fıkhın Genişlemesi ve Gelişmesi:
Bu devirde fıkhın sâhası genişlemiş, fıkıh inkişaf etmiştir. Şüphesiz bu tekâmülün bazı âmilleri vardır:
a) Bundan önceki maddede zikredilen davranış; yani Emevîlerin seküler meyillerinin aksine Abbasîlerin, davranış ve hükümlerini dine dayandırma arzuları.
b) Fukahânın hükümlere kaynak ararken tuttukları yol: Sahâbe devrindeki Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnete, tâbiûn devrinde sahâbe söz ve davranışları, etbâ'üt-tâbiîn devrinde ise tâbiûn fukahâsının sözleri ekleniyor böylece malzeme çoğalıyordu.
c) Rey fakihlerinin sâdece meydana gelmiş hâdiselerle iktifa etmeyip farazî mesâil üzerinde ictihad etmeleri. Böylece boşama, yeminler, adaklar, azad gibi konularda vukuu çok nâdir hadiseler üzerinde dahi durulmuş, ictihad edilmiştir. Bu yolu ilk açan Irak fukahâsıdır. Şâfiî ve mâlikîler de onlara uymuşlardır.
d) İslâm ülkesinin genişlemesi, çeşitli milletlerin İslâm'a girmesi. Abbâsîlerin ilk devrinde ülkenin sınırları genişlemiş, çeşitli milletler müslüman olmuş veya müslümanlarla temasa gelmiştir. Her millet ve coğrafyanın kendine göre âdet, teâmül ve şartları olduğundan fukahâ bunlar üzerinde düşünmüş, bazılarını kabul, bir kısmını red, bir kısmını da ta'dîl ederek İslâm'a dahil etmişlerdir
Dördüncü Bölüm SELÇUKLULAR DEVRİNDE FIKIH
FIKIH TARİHİ BAKIMINDAN DEVRİN HUSUSİYETLERİ:
Merkezî otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaşmaları, hak-batıl birçok fikir cereyanının İslâm dünyasında dal budak salmasına rağmen bu devrede fikrî hayat inkişaf etmiş, ilimler ilerlemiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında durum böyle değildir; inkişaf çizgisinde duraklama ve sapma vardır. Artık büyük müctehidler devrinin hür ve mutlak ictihadı, doğrudan doğruya Kitâb ve Sünnet kaynağından hukukî hayata çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini "takdîdçilik rûhu" almağa başlamıştır.
Beşinci Bölüm MOĞOL İSTİLÂSINDAN MECELLE'YE KADAR (Fıkhın Gerileme Çağı)BU DEVİRDE İCTİHAD ve FIKIH:
Hukukî hayatın ve dolayısıyle hukuk ilminin inkişâfında hâkimiyetin ve siyasî istiklâlin rolü büyüktür. Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini yıkan Mogollar, İlhanlı hükümdarı Gazan Han'a (1271-1304) kadar devleti Cengiz yasasına göre idare etmişler, şahsî-dinî işlerinde halkı serbest bırakmışlardır. Müslüman halk ise çeşitli fıkıh mezheblerini benimsemiş, devrin fıkıh bilginleriyle beraber bunlara taassupla sarılmışlardır. Bundan önceki devrede gördüğümüz tercîh ve tahrîc selâhiyetine mâlik fıkıh bilginlerinden sonra gelen bu devir fıkıhçılarında takdîd rûhu tam mânasıyle kök salmıştır. Yeniden müstakil veya müntesib içtihâd bir yana, bir mezhebe bağlı müslümanın diğer sünnî-İslâm fıkıh mezhebinden istifadesi, çeşitli mezheb sâliklerinin birbiri ardında namaz kılmalarının cevazı... bile tartışılmıştır. Mısır Abbâsîleri ve Memlûkler devrinde Mısır, Suriye, Yemen gibi bölgelerde ictihad hareketi yeniden canlanmaya başlamış, ancak bu hareket, teşvik yerine sert reaksiyon görmüş, taassup ve siyasî baskıyı yenememiştir.
Bu devirde İslâm ülkesinde yetişen fıkıh bilginlerinin yekdiğeriyle irtibatı kesilmiş, müctehid yetiştiren kitaplar okunmamış ve yazılmamıştır. Son cümleyi biraz daha genişletmek, devrin hususiyetlerini aydınlatması bakımından faydalı olacaktır:
1- Fıkıhçılar Arasındaki İrtibatsızlık:
Önceki devirlerde Horasan'dan Mısır'a, Bağdad'dan Nisâbur'a ve daha uzak yerlere kadar yorulmadan, usanmadan seyahat eden bilginler ve talebeler ilim alış-verişinde bulunuyor, hem kendilerini yetiştiriyor hem de ilmin inkişâfını sağlıyorlardı. Halbuki içinde bulunduğumuz devrin bilhassa sonlarına doğru bu irtibat kesilmiş, ne hac ve ne de başka münasebetlerle temas kurulmamış, böyle bir ihtiyaç hissedilmemiştir.
2- Selef'in Kitaplarına Karşı İlgisizlik:
Gerçek mânasıyla fıkıh bilgini ve müctehid yetiştiren, okuyana ictihad rûhu aşılayan kitaplar; Müctehid imamların (Şâfiî, Mâlik...) ve onların talebelerinin (Muhammed, Ebû-Yûsuf...) ve onları tâkip edenlerin eserleri okunmamış, bunlarla ilgilenen olmamıştır. Himmetler zayıflamış, hedefler küçülmüş, kısa yoldan hazır bilgilerin ezberlenmesi tercih edilmiştir.
3- Müctehid Yetiştirecek Eserlerin Yazılmaması:
Daha önceki devrelerde de geniş eserlerin kısaltıldığı, özetlendiği (ihtisâr) görülmüştür. Fakat bu devirde ihtisar bir mârifet kabul edilmiş, bir kelime ile anlatılacak hükmün iki kelime ile anlatılması kusur sayılmıştır. Bu telakkî, bilmece şeklini almış metinlerin doğmasına sebep olmuş, anlaşılmayan metinlere şerh yazılmış, bunları da hâşiye ve ta'lîkler tâkip etmiştir. Bu metod talebenin ruh ve mânadan lâfza, şekle yönelmesine sebep olmuştur.
4- Hîle ve Te'vîl:
Yürüyen hayata donmuş hükümlerin intibakını sağlamak için ictihad yerine te'vîl ve hîle kapısı kullanılmıştır. Mezheblerin zuhûru devrinde tetkik ettiğimiz "el-hiyel, el-mehâric" yoluyla mezheblerin katı hükümleri yumuşatılmak istenmiş, fakat, çok defâ İslâm'ın rûhundan uzaklaşılmıştır. Ribâ ve tâlâk konusundaki hileleri burada örnek olarak hatırlatabiliriz.
Altıncı Bölüm MECELLE'DEN ZAMANIMIZA KADAR (Uyanış Çağı)
İncelediğimiz devrin fıkıh çalışmalarını şu maddelerde hulâsa etmek mümkündür:
1- Kanunlaştırma hareketleri başlamıştır. Devre ismini veren Mecelle bu hareketin ilk adımını teşkil etmiş, arkasından bütün İslâm dünyasında hızlı bir kanunlaştırma faaliyetine girişilmiştir. Önemine binâen bu konu ayrı bir başlık altında ele alınacaktır.
2- İctihad ruhunu besleyen, okuyanlarda bu melekeyi geliştiren bazı eski kitaplar tahkîk ve neşredilmiştir. Şah Veliyyullah, Şevkânî, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Hazm, Şâtıbî gibi ulemâ ile mezheb imamları ve talebelerinin kitapları bu nevi neşriyatın belli başlı örnekleridir.
3- Çeşitli mezheblerin hükümlerini delilleri ile veya delilsiz olarak bir kitapta toplama, istenilen mevzûu kolayca bulmak için gerekli metodları kullanma şeklinde tezahür eden çalışmalar yapılmıştır. Dört mezheb üzerine yazılmış fıkıh kitapları ile Kamus ve Ansiklopediler bu nevi çalışma mahsulleridir.
4- Usûl ve fıkhın önemli mevzûları üzerinde ictihad ve tahkika dayanan tez mahiyetinde çalışmalar yapılmıştır.
5- Asrımıza hakim olan Batı menşeli hukuklara karşı İslâm hukukunun arzı, müdâfaa ve mukayesesi maksadına yönelmiş eserler verilmiştir.(6)
6- Batılıların bazı fıkıh kitaplarını terceme ile başlayan iştirâk ve alâkaları zamanla telîfe doğru inkişâf etmiş, önemli eserler neşredilmiştir.
7- Doğuda ve Batıda, İslâm hukuku mevzularını da içine alan ilmî kongre ve konferanslar tertip edilmiştir.
8- Bazı Batı üniversitelerinde İslâm hukuku kürsüleri kurulmuş, bu hukukun ölü olmadığına karar verilmiş ve mukayeselerde bu hukuk bir taraf ve tez olarak kabul edilmiştir.
Adı ve Soyadı: MUSTAFA GÜVENÇ
Öğrenci No: 13952751 (BİRLEŞİK DOKTORA)
Dönem: 2014/2015 GÜZ DÖNEMİ
Konu: BİLGİNİN BÜTÜNLÜĞÜ
FIKIH
USÛLÜ, TEFSİR USÛLÜ VE HADİS USÛLÜ İLİMLERİNİN
BİLGİNİN
BÜTÜNLÜĞÜ ÇERÇEVESİNDE İNCELENMESİ
Allah-u Taâla genel ahlakın bozulduğu, daha
önce göndermiş olduğu vahyin tahrife uğradığı, bencilliğin ve kabilecilik
anlayışının hüküm sürdüğü, adalet, ihsan, dayanışma, hoşgörü vb. erdemlerin
yürürlükte olmadığı bir dönemde Hz. Muhammed’i peygamber olarak seçmiş ve
insanlar arasında yaşayan bir örnek olmak üzere onlara göndermiştir. Bu şekilde
Allah (c.c) toplumu, içinde bulundukları cehaletten ulvî bir seviyeye çıkarmak
istemiştir.
Hz. Peygamber, insanlar arasında
Allah’ın kendisine vermiş olduğu vahyini tebliğ ve teybin ederek insanlar
arasında vuku’ bulan ihtilaflara çözümler getirmiş ve olaylara hükümler
bağlamıştır.
Hz. Peygamber döneminde teşrii
gerektiren bir hadise meydana geldiğinde Kur’anî hüküm va’z olunmuş veya Hz.
Peygamberin sünnetiyle konu hükme bağlanarak sorun çözülmüştür. Hz. Peygamberin
birinci kaynağa (Kur’an-ı Kerim’e) göre va’z olunan ahkâma nisbetle vazifesi bu
ahkâmı getiren ayetlerin tebliğ ve teybinidir. Bu görev Kur’an-ı Kerim’de de
şöyle bildirilmiştir: Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer
bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş
olursun.(Maide 5/67), İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da
(üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.(Nahl 16/44)
Hz. Peygamberin ikinci kaynağa nisbetle
vazifesi ise bazen İlahi ilhamın ifadesidir ki Hz. Peygamberin bunu birinci
kaynakta olduğu söz ve filleriyle tabîr etmekten başka bir tasarrufu yoktur.
Bazen de Allah’ın ilham etmediği durumlarda maslahatın ve teşrii rûhunun icâb
ettirdiği hüküm için, istinbat ve istimdad olarak ictihad-i nebevidir. Ancak bu
ictihadi nebeviden doğru olanlar Allahu Ta’âlâ tarafından
tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise yine O’nun tarafından tashîh olunmuştur.
Bununla ilgili olarak şu örnekleri verebiliriz: Bedir gazvesinde, Müslümanların
eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili herhangi bir hüküm
konulmuş değildi. Hz. Peygamber, bu esirler ne yapılması gerektiği hakkında
ictihadda bulundu; bazı sahabiler ile istişare etti. Bunlardan Ebu Bekir (r.a.)
esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve görüşlerini şöyle açıkladı: Bunlar
senin kavmin ve ehlinden olan kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah
onların tövbelerini kabul eder. Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al.
Hz. Ömer ise, onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öldürülmesini
ileri sürdü ve görüşlerini Hz. Peygambere şöyle açıkladı: Seni yalanladılar ve
memleketinden çıkardılar. Onları bırak boyunlarını vurayım. Bunlar küfür
önderleridir. Allah seni onların fidyelerinden müstağni kılmıştır. Hz.
Peygamberin ictihadı onlardan fideye alınması istikametinde tecelli etti. Fakat
Allahu Ta’âlâ, bu meselede doğru olan hükmü Enfal sûresinin 67. Ayetiyle şöyle
açıkladı: “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe,
hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini
istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç
sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bir başka misal özür beyen ederek Tebûk
gazvesine iştirak etmek istemeyenlere Hz. Peygamberin izin vermesiyle ilgili
olup, Allahu Ta’âlâ tarafından doğru
olan Tevbe sûresini 43. ayeti ile şu şekilde açıklanmıştır: “Allah, seni
affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalancıları bilinceye kadar
beklemeden niçin onlara izin verdin?”
Bu izahlardan da açıklandığı üzere Hz.
Peygamber zamanında ortaya çıkan problemler ve hükmü gerektiren konulara Hz.
Peygamber tarafından çözüme kavuşturuluyordu.
Sahabe dönemine gelindiğinde, İlk Muallimin
tedrisinde geçen bu güzide kişiler, vahiy ortamını müşahede ettiklerinden dolayı
Kur’an’ın mesajını kavrayabiliyorlar ve murad-ı ilahi’yi anlayabiliyorlardı.
Çünkü kendisine ilk emir “oku” olarak gelen Hz. Peygamber eğitime önem vermiş
ve ashabın yetiştirilmesi konusunda titizlik göstermiştir. Bu sebeple gerek
Mekke’de “Daru’l Erkâm” da gerekse Medine’de “Suffa” da eğitim ve öğretim
faaliyetleri yürütülmüştür. Yine aynı şekilde Medine’de çeşitli mescitlerde
eğitim ve öğretim faaliyetleri gerçekleştirilmiştir. Hz. Peygamberin aralarında
olma nimetini iyi değerlendiren sahabe efendilerimiz de Hz. Peygamberden dinin
ihtiva ettiklerini öğrenmek için O’nun yanından ayrılmamaya özen
göstermişlerdir. Her zaman Hz. Peygamberin yanında bulunamayanlar ise
nöbetleşme usulüyle bunu telafi etmeye çalışmışlardır.
Hz. Peygamberin vefatından sonra da işte bu Âlim
Sahabiler olaylara çözüm bulmakta zorlanmamışlardır.
Usul ilimlerinin merkezini fıkıh
usulü oluşturmaktadır. Tefsir ve hadis usulü fıkıh usulünden hareketle
geliştirilmiştir. Biraz öncede belirttiğimiz gibi Hz. Peygamberin ahirete
yürüyüşünden sonraki dönemde insanlar arasında ifta ve kaza görevinin Sahabenin
büyükleri yürütüyordu. Bunlar, Kur’an ve sünnetin dili olan Arapça’yı,
ayetlerin nüzul ve hadislerin vürûd sebeplerini çok iyi biliyorlardı. İslam
teşrîinin inceliklerine, maksat ve hedeflerine tam manasıyla vâkıf
bulunuyorlardı. Çünkü bu büyük sahabiler, kavrama gücü, zekâ ve ahlakî
meziyetler bakımından seçkin insanlar oldukları gibi, bunun ötesinde bir de
uzun süre Rasûlullah ile beraber yaşamış, O’na arkadaşlık etmiş kişilerdi. Şer’î
kaynaklardan hüküm istinbâtı sırasında kullanılacak kuralları teorik bir
şekilde ele almaya ihtiyaçları yoktu. Ayrıca onların takvaları, günahlardan
uzaklıkları Allah’ın yardımına vesile oluyordu. Sahabeden sonra gelen Tâbiûn nesli
de aynı yolu izledi. Şüphesiz onlar âyet ve hadislerden hüküm çıkarırken
belirli kurallara bağlı idiler. Ama yazılı kurallara ihtiyaç duymuyorlardı.
Dini ve dünyevi herhangi bir olayın hükmünü
tesbit ihtiyacını duyduklarında, doğrudan doğruya Allah’ın kitabına müracaat
ederler, burada ihtiyaç duydukları konu ile ilgili hükmü bulamazlarsa
Rasulüllah’ın sünnetine bakarlar, orada da aradıklarını bulamazlarsa ictihad
ederler, Kur’an ve sünnetten benzer olaylar araştırırlar, buldukları hükmü
karşılaştıkları benzer olaylara uygularlardı. Benzer olay da bulamazlarsa,
İslam hukukunun koyduğu hükümlerde gözettiği menfaat ve ihtiyaçları göz önünde
bulundurarak, karşılaştıkları olaya uygun olan, maslahatı gerçekleştiren çözümü
ortaya koyarlardı.
Hz. Peygamberin tedrisatından geçen Sahabe ve
onların takipçisi olan Tâbiûn döneminde usul kaideleri oluşturulmadı ve tedvin
faaliyetleri gerçekleştirilmedi. Ama şu bilinmelidir ki daha sonra ortaya çıkan
kurallar, usul ilimleri, Kur’an ilimleri onlar tarafından biliniyordu. İşte
onlar vâkıf oldukları bu yöntemler ışığında sorunları çözüme kavuşturuyorlardı.
Fakat zamanla bu nesiller ahirete intikal
etti. İslâm’a yeni giren yabancılar kendi dillerinden bazı söz ve tabirleri
Arapçaya soktular. Bunlarla birlikte eski din ve düşüncelerinden bazı görüşler
de onlarla beraber geldi. Yeni yeni bir takım problemler çıktı. Bu problemlerin
çözüme kavuşturulmasında değişik kesimlerden değişik fetvalar çıkmaya başladı.
Bunlar içerisinde şerîatın ruhuna uygun olanlar olduğu gibi, heva ve hevese
dayananlar, siyasî görüşlere bağlı olanlar da vardı. İşte bu âmiller,
meselelerle ilgili doğru hükme varmak için bir takım temel kuralların ortaya
konulmasını gerektirdi. Ulema bu ihtiyacı tesbit edince bu ilmin kurallarını
koymaya başladı. Fıkıh usûlü ilminin doğuşu hicrî ikinci asra rastlamaktadır.
Her yeni doğanda olduğu gibi, usûlü fıkıh ilmi de küçük ve zayıf doğdu. İlk
dönemde bu ilmin esasları müstakil eserlerde toplanmadı. Fıkhın konuları
arasında serpili bir vaziyette idi. Çünkü müctehidler verdikleri hükmün
deliline ve bu delilden istifade şekline işaret ediyorlardı. Hatta bununla da
kalmıyorlar aksi görüşün deliline de işaret edip onun münakaşasını
yapıyorlardı. İşte bu deliller ve onlardan istifade şekilleri usulü’l-fıkıh
kaidelerinden başka bir şey değildi.
Bu ilim zamanla fıkıhtan ayrıldı;
müstakil bir ilim halini aldı. Yavaş yavaş gelişti ve kütüphaneler dolusu
kaynağa sahip bir ilim haline geldi.
Usûlü’l-fıkıh sahasındaki ilk eser
İbn Nedîm’in nakline göre İmam Ebû Yusuf’a aittir. Ancak, Ebû Yusuf’un eseri
günümüze kadar gelmiş değildir. Zamanımıza kadar bu ilim konusunda gelen en
eski eser, İmam Şâfiî’nin er-Risâle adlı eseridir. Bu yüzden o, fıkıh usülü
ilminin kurucusu olarak bilinmektedir. Şafiî’nin er-Risâle adındaki
bu eseri matbû olarak elimizde mevcuttur. İmam Şafiî, usul alanındaki meşhur
“er- Risale”sinde özellikle şu konuları işlemiştir.
·
Kur’an ve
Kur’an’ın hükümleri açıklayış şekilleri
·
Sünnet ve
Kur’an’a nisbetle Sünnet’in yeri
·
Sünnete uymanın
Kur’an’ın emriyle farz kılınmış olduğu
·
Nâsih ve mensûh
·
Hadislerin
illetleri
·
Haber-i vâhid
·
İcmâ
·
Kıyas ve
istihsânın hüccet olarak kullanılıp kullanılmayacağı
·
Hangi durumlarda
ihtilâfın câiz olacağı ve hangi durumlarda câiz olmayacağı
İmam-ı Şafiî, tabi ki bu kuralları
ilk defa ortaya koyan değildi. Ondan önceki müctehidlerin de özümsedikleri ve
ictihad ederken takip ettikleri kendine has metotları vardı. Tabi bu metotlar
müctehidin, İslam hukuku kaynakları üzerindeki araştırmaları sonucu kendi
zihninde benimsediği birtakım kurallara dayanıyordu. İmam-ı Şafiî, bu kuralları
ihtiva eden ve bize kadar ulaşan ilk eseri meydana getirmesi sebebiyle önemi
haizdir.
İmam-ı Şafiî’den sonra başka bilginler
bu ilmin meselelerini derlemeye devam ettiler. Mesela Ahmed b. Hanbel “Kitâb’u
Tâati’r- Rasûl”, “Kitâbu’n Nâsih ve’l Mensûh” ve Kitâbu’l- Ilel” isimli
eserleri telif etmiştir. Sonra Hanefi bilginler ve Kelâm bilginleri bu alanda
eserler kaleme aldılar, geniş incelemelerde bulundular ve ilmin kurallarını
sağlam esaslara bağladılar. Bütün bu müellifler, bu ilimden maksadın “şer’i
delillerden ameli hükümleri çıkarabilmeyi sağlamak” olduğu kanaatindeydi. Şu halde
ortada bir hüküm bulunması için bu hükmün delili olacak, bu delilden hüküm
çıkarılması yönünde zihnî bir faaliyet ortaya konacak ve delilden hükmü çıkaran
bir kimse bulunacaktı. İşte bu sebeple usulcüler incelemelerini şu dört ayrı
konu üzerinde yürüttüler:
1.
Şer’i hükümler:
Vücûb, hurmet, kerâhet, mübah vb.
2.
Şer’i deliller:
Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas vb.
3.
Delillerden
hüküm çıkarma yolları, yani delillerin hükümlere delalet şekilleri
4.
Hüküm çıkaran
kişi yani müctehid
Tefsir usûlü ya da İlmu Usûli’t
Tefsir, fıkıh usulünün doğuşuna sebep olan şartlar ve düşüncelerden hareteketle
ortaya çıkmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in
insanlar tarafından anlaşmasına yardımcı olmak üzere onu, insanların
zihinlerine, akıllarına yaklaştırma çalışmaları diyebileceğimiz tefsirin ve
müfessirlerin prensiplerini, şartlarını ve çerçevesini belirleyen, tarihini
tesbit eden ilim veya ilimlerin hepsine birden verilen isimdir. Zaman zaman
“Kur’ân İlimleri” (Ulûmu’l-Kur’ân) adıyla da anılmıştır. Hattâ ilk devirlerde
Tefsir usûlü yoktur, Ulûmu’l-Kur’ân vardır ve bu iki kavram birbiri yerine
kullanıla gelmiştir. Tefsir usûlü, Allah kelâmı olan Kur’ân üzerinde her önüne
gelenin beşerî bir takım arzu ve heveslerle Kur’ân lâfızları üzerine
yüklenilmesi mümkün olmayan manâlar yüklemeye kalkışması ve böylece manevî bir
tahrif yoluna gidilmemesi için ortaya çıkmış ve duyulan ihtiyaç ölçüsünde
gelişmiş bir bilim dalıdır. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatta iken nasıl
onun dışında herhangi bir insanın tefsirine ihtiyaç duyulmamışsa aynı şekilde
Tefsir usûlüne de ihtiyaç duyan olmamıştır. Çünkü sahabe-i kirâmın, Kur’ân’ın
lâfızlarının delâleti üzerinde herhangi bir tereddüdü veya sorusu olduğunda
hemen vahiyle desteklenmekte olan Peygamber’e müracaatla müşkillerini hallediyorlardı.
Bu yüzden Asr-ı Saâdet’te tefsir usûlü’nün varlığından bile bahsedilmemektedir.
Ama İslâm âleminin sınırları genişleyip Arap olmayan unsurların da İslâm’a
girmesiyle H. II. asırdan başlayarak tefsire duyulan ihtiyaç yanında, tefsirin
kontrol altına alınması ve dolayısıyla prensiplerinin konulması, bir çerçeve
çizilmesi, her önüne gelenin -bu arada sapık bir takım mezheb sâliklerinin
kendi mezheblerini tervic eder mahiyette aslı astarı olmayan, herhangi bir ilmî
ve şer’î dayanaktan yoksun- bir takım tefsir ve te’villerde bulunmaya
kalkışmaması için bir takım ön şartların tesbit edilmesi ihtiyacı da bunun
peşinden ve kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Fıkıh usûlü ve tefsir usûlünün
belirlenip yazılı hale getirilmesinin sebepleri hadis usulü içinde geçerlidir.
Çünkü ortaya çıkan çeşitli mezhepler eski Yunan felsefesinden aldıkları
birtakım görüşlere İslami bir renk vererek onları Müslümanlara mal etmeye
çalışmışlardır.
Bu sapık fikirlerin ve felsefi görüşlerin
İslam akaidi ile uyuşması veya asıllarının Kur’an ve Sünnet’te bulunması
elbette beklenemezdi. Fakat bu görüşleri benimsemiş olan ve onların Müslümanlar
arasında da yayılmasını ve benimsenmesini şiddetle arzu eden mezhepler,
asılları Kur’an ve Sünnet’te bulunmasa bile bu görüşleri İslami bir renge
sokmanın gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inançlarını gerçekleştirmek için
başlıca iki yol bulmuşlardı. Ya Kur’an-ı Kerim’de, dışarıdan aldıkları görüşe
çok uzakta olsa benzer bir ayet bulmuşlarsa, bu ayete ancak tevîl yoluyla
görüşlerine uygun manalar vermeye çalışmışlar, sonra da bunları delil olarak
kullanmışlardır. Yahut da görüşlerine aykırı olarak gelen hadisleri, tevîl
zahmetine katlanmaksızın uydurma olduklarını ileri sürerek reddetmişler ve eğer
bir hadise dayanmak lüzumunu hissetmişlerse, görüşlerine uygun hadisler
vazetmişlerdir.
Bütün bunların önüne geçmek için,
hadîs rivayetiyle ve bu rivayetin çeşitlerinden, râvilerin şart ve ahvâlinden,
merviyatın sınıflarından bahseden bir ilim zuhur etmiş ve bu ilime de “Usûlu’l
Hadîs” veya “Mustalahu’l Hadîs” denilmiştir.
Bu üç usûl ilminin ortaya çıkışını
incelediğimizde dini mübîni sağlam bir şekilde ayakta tutmak, aslından olmayan
şeylerin ona karışmasını önlemek gibi ulvî gayeler üzerine bina edildiğini
görmekteyiz. Yüce Allah’ın indirmiş olduğu Kur’an’ın, İslam’ın genel
ilkeleriyle ve Hz. Peygamberin sünnetiyle ters düşecek şekilde tevîl
edilmesinin önüne geçilmeye çalışılmış. Bu şekilde tevîl eden kişilerinde
yaptıklarının Kur’an ile alakası olmadığı ispatlanmaya çalışılmıştır. Kullarını
en güzel bir şekilde yaratan ve onlara kendisine kulluğu emreden Yüce Allah’ın
emir ve nehiylerinin doğru anlaşılmasını sağlamayı kendilerine ilke edinmişler
ve yetkin olmayan kimselerin kendi re’yleri doğrultusunda hüküm çıkarmalarına
engel olmuşlardır. Yine aynı şekilde âlemlere rahmet olarak gönderilen,
Kur’an-ı Mübîn’in açıklayıcısı ve bu son dinin tebliğcisi olan Hz. Peygamber’e
yalan isnadında bulunmanın önüne geçmeye çalışarak dini sapık fikir ve
görüşlerden korumaya çalışmışlarıdır.
Usûllerin konularını incelediğimizde
ortak konulara sahip olduklarını görmekteyiz. Mesela nesh konusu üç usûlün
alanına da girmektedir. Muhkem ve müteşabih ayetler de fıkıh ve tefsirin ortak
konularındandır.
Bu usûl ilimleri birbirinden kopuk
değil bilakis birbirine yardımcı mahiyettedir. Hüküm istinbat etmek için Hz.
Peygamberin sünnetini de kaynak olarak alan fıkıh ilmi, sahih hadislere
ulaşabilmek için hadis âlimleri tarafından belirlenen hadis usulünden
yaralanırlar. Yine İslam hukukunun birinci kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in doğru
anlaşılması ve sağlam hükümler çıkarılması için tefsir usulünden faydalanılır.
Kur’an’ın açıklayıcısı olan Hz. Peygamber’in Kur’an tefsirine dair rivayetleri Hadis
Usûlü ilminin koymuş olduğu kriterlerden hareketle incelenerek sağlam sonuçlara
ulaşılabilir.
Murat GÜLTEKİN Yüksek Lisans 14912727
( FIKIH,TEFSİR,HADİS TARİHLERİ KIRAATLERİ
MUKAYESELİ ÖZETİ)
FIKIH TARİHİ
İslam hukukunun ilk
devri,peygamberimizin risalet devridir. Mekke devrinde ,imanla birlikte ahlakın
içselleştirilmesi , Medine’de ise ahlaki
temel üstüne fıkhi hükümler konuldu,hukuk oluşturuldu. Çünkü önce toplumun
ahlaki zafiyeti giderilmeliydi.
Nübüvvet döneminde fıkhın
beş özelliğinden bahsedilebir.
Fıkhi hükümler ,yaşanan
gerçek olaylar üzerinden oluştu. Farazi değil gerçek olaylar üzerinden fıkıh
oluştu. Peygamberimizin verdiği cevaptan tatmin olmayan sahabi,ısrarları sonucu
inen ayetler ve beliren hükümler var. Peygamberimizin söz,fiil ve takrirleri de hüküm bildirir.
Ayeti kerimenin, peygamberimizin söz ve
eylemlerine müdahele etmemesi de Allah’ın tasvibidir. Sahabe ictihatları da
peygamberimizin onayından geçmesi gerekir.
Bu dönem,ihtilafın
olmadığı bir dönemdir. İstişarelerde son
söz peygamberimizin olduğuna göre, ihtilaftan bahsedilemez.
Hükümler tedrici olarak
oluşuyor. Toplumsal alışkanlıkları terk ettirmenin yolu,çözümü zamana
yaymaktır. İçki ,faiz yasağı, kölelik ve cariyelik düzenlemelerinde olduğu
gibi. Emirlerin yerine getirilmesinde de tedricilik uygulanmıştır.
Kolaylaştırma yolu tercih
edilmiştir. İslamın temeli atılırken, yükümlülükler güç nispetinde istenmiştir.
Peygamberimiz kolaylaştırmadan yana olmuştur. İbadetlerde de dengeli
olunmuştur.
Hükümlerde nesh
uygulaması olmuştur. Mevcut hüküm,yeni hükümle kaldırılmıştır. Peygamberimiz
kabir ziyaretlerini,kurban etlerinin saklanmasını önce yasaklıyor sonra cevaz
veriyor.
Peygamberimiz
ashaba,Kur’an ve sünnete sarılmalarını söyleyerek fıkhın kaynaklarını
söylemiştir.
Sahabe ve Tabiun Devrinde
İslam fıkhı kuruluş
aşamasındadır. Peygamberimizin vefatından sonra dört halife ve Emeviler
dönemini de içine alan devirdir.
Sahabenin ayrıcalığı,
onların vahyin ilk muhatapları olmaları,peygamberin mektebinde
yetişmeleri,peygamberin yaşantısını gözlemlemeleri,hadislerin vürudunu
görmelerindedir.
Sahabenin,olaylar
karşısındaki yöntemleri,sonraki dönemlere örnek olmuştur.
Yeni yerlerin
fethedilmesiyle ,yeni problemlere çözüm üretilmeliydi. Bu çözümlerin yöntemleri
peygamberimiz zamanında oluştu. İslamın özüne uymayanlar kaldırıldı. Faiz,kan
davası gibi. İslama uyumlu hükümler devam ettirildi. Kabe hakemliği gibi. Öz itibarıyla uygun ama hatalı hükümler
,uygulamalar ıslah edildi. Zıhar,kısas gibi. Sahabe de bu yöntemleri kullandı
.
Dört Halife Döneminde
Hüküm konusunda ,önce
Kur’an, onda yoksa sünnet, onda da bulamıyorlarsa makasidu’ş-şeria’ya göre re’y ictihadı yapıyorlardı.
Yine oluşturulan şura
heyeti,hükümleri uygulamada ,ihtilaf halinde en uygunu uyguladılar. Re’y,
şeriatın maksatlarına uygun olan bilimsel bilgidir.
Kitap,sünnet ve rey ,dört
halife döneminin hüküm kaynaklarıdır. Dört halife ,reylerinin dayanakları
olarak kıyas,maslahat,Seddi zerai gibi yöntemleri kullandılar.
Fıkıh tarihi açısından
dört halife döneminde;
Kur’an’ı Kerim cem
edildi.
Hadisler henüz tedvin
edilmedi.
Sahabe icmalarıyla
hükümler oluştu.
Farazi meselelerle
ilgilenilmedi. İhtilaflar az oldu. Şura imkanı vardı.
Rey’de serbestlik vardı,
taassub oluşmamıştı.
Fıkıh tedvin edilmedi.
Sahabe fetva ve içtihatları günümüze ulaştı.
Tabiun Döneminde
Muaviye hilafetiyle
Emevilerin yıkılışı arası dönemdir.
Fıkhta sahabe metoduna devam edildi. Kitap,sünnet,rey,içtihat. Bu devir
,siyasi çalkantılar sonucu farklı oluşumların meydana geldiği,harici,şia,ehli
sünnetin oluştuğu devir. Bu devirde;
Fıkhın alanı genişledi.
Fıkhi meselelerde ihtilaflar arttı. Bunun sebebi, sınırların
genişlemesiyle sahabe ve tabiin ,bilgi
birikimi ,Kuran ve sünneti anlama maharetleri, fıkıh ve sünnet bilgisindeki
yeterliliklerine göre fetvalar vermelerindeki farklılıklardır. Mesafelerin
artmasıyla ittifak,şura oluşamamıştır. Örfe bağlı ihtilaflar da meydana geldi.
Bölge halkları ,yörelerindeki fakihlerin
içtihatlarına tabi oldular.
Hadis rivayetleri
yaygınlaştı. Hadis ve sünnet bilgisi farklı olan sahabenin verdikleri
hükümlerde farklılık arz etti.
Mevzu hadisler ortaya
çıktı. Fırka ve mezheplerin bazısı görüşünü temellendirmek için hadisler
uydurdu,ayetlerini düşüncelerine göre tevil ettiler.
Re’y ve hadis ekolleri
doğdu. Rey’e ağırlık verenler Kufe’de
toplandı. Irak Ekolü oluştu. Rey’den uzak duranlar Medine’de toplandı. Hicaz
Ekolü oluştu. Her iki ekolde de Kur’an ve sünnet iki asli delil. Fark ise;
hadis ekolünde zihne hemen geliveren
açık anlamlarla yetinilir. Rey ekolünde ,hakkında açık hüküm yoksa
içtihat edilir. Rey ekolü,farazi meselelere ortaya koyar. Hicaz ekolü ,vakıaya
dayalı hükümler koyar.
Bu farklı okulların
oluşumunda ,hocaların etkisi,şehirlerin farklı olması, Medine’de daha fazla
sünnet malzemesinin olması etkili olmuştur.
Bu dönemde herhangi bir
fıkıh veya hadis tedvini olmamıştır.
Mezheplerin Oluştuğu Olgunluk ve Kemal Dönemi
Hicri II. asrın başlarıyla IV. asır arası yaklaşık 250 yıllık zaman. Bu devirde fıkıh gelişti. Büyük müçtehitler
ortaya çıktı. Devletler, hukukları yönetimlerinde uyguladılar. Fıkıh ,tedvin
edildi. İstinbat metotları netleşti.
Fıkıh,usuli fıkıh eserleri yazıldı. Tedris hayatı sistemleşti. İslam hukukunun altın çağıdır.
Abbasilerin ilme ve ilim
adamlarına olumlu etkisinin olduğu,( halku’l-Kur’an meselesindeki bazı haksız
uygulamalar hariç), hür içtihadın yapılabildiği, istenilen müçtehitlere tabi
olunduğu dönem.
İslam coğrafyasının
genişlemesiyle,her bölge ,sosyal hayatı farklı renkte olan İslami hayatlar
oluştu.
İlmi seyahatler, fıkhi
düşüncenin gelişmesine olumlu etkisi oldu.
Mevalinin Müslüman olması
da fıkhı zenginleştiren unsurlardandır.
Devletin fıkıh ihtiyacını
karşılama çabası, çok güçlü fakihleri ortaya çıkardı.
Sünnetin tedvin
edilmesiyle fıkıh ta gelişti.
Mezhepler ortaya çıkıp
hüküm çıkarma metotlarını belirlediler.
Mezheplerin içtihatları
yazıya geçirildi.
Taklit Dönemi
Bu devirden başlayıp Sanayi Devrimi’ne kadarki
süredir. Halk taklit ettiği,müçtehitlerin de tahriç ettikleri ,durgunluk
dönemidir. Tahriç, mezhep içi istidlal demektir. Meseleleri,mezhebi görüşlerden
çözmektir.
Moğol istilası,siyasi
birliği bozsa da fıkhi potansiyel ve geleneği çok etkilememiştir.
Bölünen İslam
devletlerinin,fukahayı himaye edemeyip,ilmi teşvik eden devlet pozisyonundan
çıkması ,mezhebi meselelerin tasnif edilmeleri,taklidin sebeplerindendir.
Fukaha ,bu dönemde, imamların
görüşlerini anlamaya çalıştı. İmamların istinbat metotlarını çıkarmaya
çalıştı. İmamlardan birinin görüşünü
tercih etti. Mezhebin fıkhını düzenledi. Mezhebin üstünlüğünü ispat çabasına
girdiler. İmamlar hakkında menkıbe kitapları yazıldı.
Sanayi Devrimi ‘ nden bugüne, yeni
meseleler karşısında fukaha yöntem geliştiremedi, taklit ve tahriç terk
edilemedi. Hür düşünceye sahip çıkılamadı.
Müslüman dünya,hayatı
yapan, ilişkileri belirleyen konumundan çıktı.
Olaylara,yeni meselelere hakim olamadılar. Bankacılık,iletişim,borsa
gibi.
TEFSİR TARİHİ
Peygamberimizin Tefsiri
Kur’anın doğru
anlaşılmasına yönelik faaliyet olarak anladığımız tefsirin tarihi, Kur’anın
ilahi kelam olarak varlık sahnesinde ortaya çıkmasıyla başlatabiliriz. Yani
tefsir tarihi, Hz. Peygamber ve onun tefsirdeki konumuyla başlar. İlahi mesaj ,
peygamberin yaşadığı toplumun diliyle iletilmiştir. İletişimin asli
unsuru,mesajı karşı tarafa açıkça aktarmaktır. Peygamberimiz ,tebliğin yanında
beyan ile de görevliydi.
Peygamberimiz tefsiri
genel hatlarıyla şöyle idi. Peygamberimiz;
Kur’andaki bazı mücmel ve
müphem ayetleri açıkladı.
Umumi hükümleri tahsis
etti.
Ayetlerdeki müşkil
durumlara açıklık getirdi.
Garib kelimeleri beyan
etti.
Soyut konuları tavsif ve
tasvir ederek müşahhas hale getirdi.
Edebi incelikleri ihtiva
eden ayetlerde kastedilen manayı bildirdi.
Yine peygamberimizin
ibadetler ve muamelat alanlarındaki tatbikatları da ilgili ayetlerin uygulamalı tefsiri
mahiyetindedir. Sahabe ,peygamberimizi müşahede ettiklerinden ,adeta Kur’anın
canlı tefsiriyle yüzyüze idiler.
Peygamberimizin Kur’anın
ne kadarını tefsir ettiği ihtilaflıdır. Kur’an’ın tamamını tefsir ettiğini
söyleyenler (İbn Teymiyye) olduğu gibi bazısını tefsir ettiğini söyleyenler de
(Gazali,Suyuti) vardır.
Peygamberimizin Kur’anın
doğru anlaşılmasındaki rolünü, sadece tefsir amaçlı açıklamalarıyla sınırlı
tutmamak gerekir. Peygamberimiz ,ashabı arasında yaşadığı sürece vahyi
açıklamanın yanında ,dini hayata yön verecek birçok açıklamalarda bulundu
,yaşantısıyla ,Kur’anın öngördüğü insan tipinin canlı modeli oldu.
Peygamberimiz ,ashabına
birtakım hususları,programlı dersler tarzında değil,birtakım vesilelerle bazı ayetleri tefsir edip,bazı ayetleri izah
ediyordu. Peygamberimiz tefsir metodu olarak;
Ayeti okuyarak kendisi
tefsir ediyordu.
Ayet hakkında muhatapları
dikkatini çekecek soru sorduktan sonra ayetin manasını açıklıyordu.
Muhtelif şahısların soru
sormaları üzerine açıklamalarda bulunuyordu.
Hadislerin sonunda ayet okumak suretiyle
açıklamalarda bulunuyordu.
Karşılaşılan durum ve
olay münasebetiyle ayet okuyup, durumu ayetle ilişkilendiriyordu.
Ayeti, tefsir edici kısa
ziyedelerle açıklıyordu.
Sahabenin Tefsiri
Sahabenin tefsirdeki
üstünlüğü, peygamberimizin talebesi olmaları ve vahyin nüzul ortamını yaşamalarındadır. Olayları ve sebeplerini müşahede ediyorlardı
ve bunlarla hükümler arasında münasebet kurabiliyorlardı. Yani, esbabı nüzule
vakıftılar.
Yine Kur’anın
dili,sahabenin fiilen kullandığı dille şekillendi. Kur’anın dili, ilk
muhatapların dili olan Arapçadır.
Sahabe tefsirde metot
olarak, tabiunca açıklanmaya ihtiyaç duyulan
ayetlerin ve ayetlerdeki kelimeleri kısa izah ediyorlardı. Tefsirde
farklı kaynaklardan istifade ettiler. Birinci kaynakları Kur’andı. Sahabe bir
ayeti başka bir ayetle tefsir ederken, tamamen kendi tefsiri olup ,sahabe
diraisi oluyordu. İkinci kaynakları peygamberimizin tefsiriydi. Bunların
yanında kendi görüş ve içtihatlarıyla
tefsir yapıyorlardı.
Sahabeyi,içtihatlarıyla
tefsir ederken öne çıkaran hususiyetleri
arasında, dilin yapısını iyi bilmeleri, Arap geleneğini iyi bilmeleri,
nüzul sırasında bölgede yaşayan Yahudi ve Hıristiyan toplulukların durumlarını
iyi bilmeleri ,birçok ayetin inişine sebep olan olaylara vakıf olmaları
sayılabilir.
Yine sahabe ehli kitaba
müracaat ederek Kur’anı anlama yoluna gitmiştir.
Sahabe tefsirinde genel
olarak şu özellikler öne çıkar:
Sahabe asrında yapılan
tefsir tedvin edilmemiştir.
Sahabe devrinde Kur’an
baştan sona sıra ile tamamı tefsir edilmemiş,bunun yerine anlaşılması güç
ayetler,sebebi nüzulleriyle münasebet kurularak açıklanmaya çalışıldı.
Bu devirde Kur’anın
manalarını anlamada ihtilaf azdı.
Sahabeye icmali mana
yetmiş, uzun açıklamalardan kaçınmış.
Ahkam ayetlerinden ilmi
istinbat fazla yapılmamış.
Ehl-i kitaba müracaat
oldukça az.
Tefsirde önde gelen
sahabe; Übeyy b Ka’b,Abdullah b Mes’ud, Ali b Ebi Talib, Ebu Musa
el-Eş’ari,Zeyd b Sabit, Abdullah b Abbas,Abdullah b Zübeyr’dir.
Sahabenin,rey ve
içtihatla haber verilmesi mümkün olmayan konularda ise bu merfu hükmündedir.
Sebebi nüzuller ve gayb konuları gibi. Peygamberimize ait gibidir. Gayb
konusundaki bu tefsirin merfu olması için sahabenin israiliyat bilgisi
kullanmayla şöhretinin olmaması gerekir.
Sahabenin
yaptığı,hakkında görüş bildirilmesi mümkün konudaki tefsir mevkuf hükmündedir.
Mevkuf rivayete iki şekilde yaklaşılır. Sahabi müfessir ictihat etmiştir,yanıla
dabilir. Bununla beraber bu tefsir kabul edilir peygamberimizden işittikleri
için. İçtihatlarıyla da tefsir etseler üstündürler. Nüzul ortamına şahit
oldular. Bundan dolayı başkasının vakıf olamayacakları karinelerle tefsir
edebileceklerinden kabul edilmelidirler. Bu değerlendirmeleri yapabilmek için
,ilgili tefsir bilgisinin sağlam bir rivayet tarikiyle sahabeye ulaşması
gerekir.
Tabiun Devrinde Tefsir
Her ayet ve her kelime
için tefsir yapılmaya başlanmıştır.
Tefsir ilminin tedvinine
başlanmıştır.
Telakki ve rivayet faaliyeti,peygamberimiz ve
sahabe dönemindeki genel yapısından sıyrılarak
özelleşmeye doğru gitmiştir.
Yani,değişik şehirlerdeki tabiun,buralardaki sahabeden telakki edip
rivayet etmiştir. Mesela,Mekkeliler İbn Abbas’tan, Medineliler Ubeyy b Ka’b’dan, Iraklılar İbn
Mes’ud’dan öğrendiklerini naklettiler.
Tefsirde ekolleşmeler ve tefsir medreseleri oluştu.
Tefsirde ihtilaflar
çoğalmaya başladı.
Mezhebi görüş
farklılıklarına temel oluşturacak tartışmalar ayetler etrafında başladı.
İsrailiyat bilgisinin
girmesine sebep olan ehli kitab’a müracaatlar arttı.
Tefsir alanında şöhret
kazanan üç medrese var. Mekke,Medine ve Irak Medreseleri. Mekke ve Medine Medreselerinde
rey ve kıyasa fazla yer verilmedi. Irak Medresesinde ise oldukça fazla rey ve
kıyasa yer verildi.
Tabiun tefsiri
hakkında,olduğu gibi alınıp kabul edilemez diyen de var, alınıp kabul edilir diyenlerde çoğunlukta
var. Bu konuda şunu dersek, tabiunun ittifakla benimsedikleri görüş tefsirde
delil olarak alınıp kabul edilmelidir.
İsrailiyat,Yahudi,Hıristiyan
veya diğer din ve kültürlerden aktarılan
rivayetler vr bu rivayetlerin tefsire etkisidir. İsraili bilgi konusunda sahabe
ihtiyatlıydı. Bu kapsamda yer alan bir bilgi
Kur’an ve akla aykırı is sahabe bunu reddederdi. Lüzumsuz olan,Kur’anın
anlaşılmasına faydası olmayan bilgilere iltifat etmezdi. Tabiun ise, israili
bilgileri çokça kullandı. Buna
sebep,ehli kitaptan çokça islama girişler ve
Kur’andaki kısa ve özlü kıssaların detaylarını öğrenme merakları
denilebilir. Kuranın hidayet rehberi oluşuyla ilgisiz bilgile bu dönemde rağbet
gördü.
Bu sayılanlarla sınırlı
olmasa da israili rivayetlerin kaynağı olarak şu dört isim zikredilir: Abdullah b Selam, Ka’bu’l-Ahbar,Vehb b
Münebbih, Abdülaziz b Cüreyc.
İsrailiyat haberleri üç
şekilde mütalaa edilir: sıhhati bilinip Kur’ana uygun olanlar kabul edilir.
Yalan olduğu bilinip Kur’ana aykırı olanların rivayeti ve tefsirde kullanılması
caiz olmayanlar. Sıhhati tam olarak
bilinemediğinde kabul de red de edilemeyenler.
Bu devirden sonra fetih
hareketleriyle Arap dili safiyetini
yitirdi, arap dil kurallarının kayıt altına alınması icab etti. Arap dili
filolojisi hicri ikinci asırda itibaren gelişmeye başladı. Bu devirden itibaren
filolojik açıdan, i’rabu’l- Kur’an,
Mecazu’l-Kur’an eserleri meydana geldi.
Rivayet tefsirleri,
peygamberimiz ve ona en yakın iki neslin, Kur’anı anlama ve yorumlamada sonraki nesillere yol gösterecek kıymetli
tefsirlerini aktarmada mühim rol üstlendiler.
Dirayet tefsiri , Kur’anı
tefsir ederken sadece rivayetlerle yetinmeyip, Arap dilini, belagatı,
mantık’ı, kıyası ve daha pek çok ilme
dayanarak yapılan tefsirdir.
Kur’an pek çok metotla ve
pek çok açıdan anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu çabalar,gönümüze farklı tefsir
ekolleri adı altında ulaşmıştır. Bunları, Klasik ve Çağdaş Tefsir Ekolleri
olarak önce ikiye ayırıp sonra da kendi içerisinde gruplandırabiliriz.
Klasik Tefsir Ekolleri:
Luğavi (Filolojik) Tefsir Ekolü, Fıkhi Tefsir Ekolü, İşari Tefsir Ekolü,
Mezhebi Tefsir Ekolleri, ( Havaric, Mutezile, Şia, ).
Çağdaş Tefsir
Ekolleri: Bilimsel Tefsir Ekolü, Islahi
Tefsir Ekolü, İnkılabi Tefsir Ekolü, Edebi/Beyani Tefsir Ekolü, Konulu Tefsir
Ekolü ve Atomize Tefsir Ekolü,
HADİS TARİHİ
Hadisçilere göre hadis,
nübüvvetten önce ve sonra Hz Peygamberden rivayet edilen bütün söz,fiil ve
takrirlerden ibarettir. Müslüman’ın
uymakla yükümlü olduğu sünnet ise, bu üç şekille sabit olan ve dine taalluk
eden hadislerdir.
İslam’ın kısa zamanda
bütün Arap ülkesinde yayılmasında hadis ve sünnetin rolü büyük olmuştur.
Sahabe, peygamberimiz devrinde İslam dininin meseleleri Kur’an’ı Kerim’den
peygamberimiz vasıtasıyla alıyorlardı. Peygamberimiz hayattayken oluşan bu külliyat,
ilk sahabilerin ellerinde yazılı değildi ama hafızalarda ve
hayatlarındaydı. Hz peygamber başlarda
ashabı hadis yazmaktan men etti. Sonra peygamberimiz buna izin verdi. Bu
izinden sonra yazı bilen çok sahabi hadis yazdı. Peygamberimiz hayattayken
geniş bir külliyat oluştu.
Hadislerin Tedvini
Peygamberimiz hayattayken
bazı sahabiler hadisleri yazarak
‘sahife’ denen küçük çaplı kitaplar oluşturdular. Fakat sistemli bir hadis
toplama faaliyeti,sahabe devrinden sonra,birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın
başlarında başladı. İlk hadis tedvin eden kişi olarak da İbn Şihab ez-Zühri
(124) zikredilir.
Ez-Zühri’nin tedvin
faaliyetine , Emevi Halifesi Ömer b Abdülaziz resmi hüviyet kazandırdı. İslam
ülkesi genişledi, hadis bilenler bu ülkenin çeşitli şehirlerine dağıldı, itkadi mezheplerin zuhuruyla
Müslümanlar çeşitli fırka ve hiziplere bölündü, bununla birlikte hadiste
uydurma hareketleri başladı. Tehlikeyi fark eden hadisçiler cerh ve tadil
faaliyetini başlattı. Hadisçiler bunu yaparken Halife Ömer b Abdülaziz de sahih
hadislerin bir kitapta toplanarak korunabileceği inancıyla harekete geçti.
Hadislerin Tasnifi
Asıl hadis eserlerinin
ortaya çıkışı hicri ikinci asrın ilk yarısından sonradır. İlk hadis
kitaplarındaki hadislerde kullanım zorluğu ve metotsuz arka arkaya hadislerin sıralanmasından
ibaret olan tedvinin daha kolay kullanımını temin için hadisler konularına göre
tasnif edildi. Bunlara Musannef denildi.
Bunun yanında hadislerin,sahabi ravilerinin altında bir araya getirilmesiyle de
Müsnedler ortaya çıktı.
Tabiinin büyüklerinden
sonra ikinci asırda telif ve tasnif edilmeye başlayan hadis eserlerini şu gruplar altında
toplayabiliriz: Siyer ve Meğazi Kitapları, Sünenler, Cami’ler, Musannefler,
Belirli bir konuya tahsis edilmiş kitaplar.
Siyer ve meğazi
kitapları, hadis usulü ilmine uygun tasnif edilen,sonraki devirlerin büyük
hacimli tarih kitaplarının ilk nüveleridir.
Sünenler, fıkıh bablarına
göre tasnif edilmiş ahkam hadislerini ihtiva eden kitaplardır. Bu kitapların
hadisleri,peygamberimizin söz,fiil ve takrirlerinden ibaret ,merfu sayılan
haberlerden oluşur. Sünenlerde mevkuf ve maktu haberler bulunmaz. Sünen
kitaplarında,ibadat,muamelat ve ukubat hadisleri vardır.
İkinci asrın başlarında
tedvin ve tasnif faaliyetinin başlamasıyla ortaya çıkan ilk hadis eserleri sünen koleksiyonlarıdır.
Cami’ler, ikinci asırda
tasnif edilmeye başlanmış, sünenlerin ihtiva ettiği konuların yanında daha
değişik konulardaki hadislere yer verir. Kur’anın fazileti, yaratılışın
başlangıcı vb, konular gibi. Cami’lere ,mufassal hadis koleksiyonu denebilir.
Musannefler, sünenler gibidirler ancak cami kadar olmasa
da sünenlerde ele alınmayan camilerdeki bazı konulara yer verirler.
Belirli bir konuya tahsis
edilmiş eserler ise , camilere kaynaklık ederler. Kitap olarak adlandırılır.
Kitabu’l-Feraiz, Kitabu’-l-Menakıb gibi.
Üçüncü Asır Tasnif Faaliyetleri
Üçüncü asırda tasnif
faaliyeti süratlendi,vücuda getirilen eserlerle hadis tarihinin en parlak
devresi oldu. Yukarideki beş grupla ilgili yeni ve daha güvenilir
tasniflerin yanında yeni tasnif şekilleri
ortaya çıktı ve hadis ilminin çeşitli konularında ,özellikle usul kitapları
telif edilmeye başlandı. Kütüb-i Sitte adıyla maruf cami ve sünenler bu devrin
tasnifleridir.
Siyer ve
Meğazi’de,el-Vakıdi, İbn Hişam; yine ilk olarak ortaya çıkan müsned türü
eserlerde, Ahmed b Hanbel gibi, sünen
tarzı olarak altı sahih hadis kitabı, yine bu devirde Buhari ve Müslimin
Cami’leri devrin altın çalışmalarıdır.
Bu asrın ilk yarısından
sonra müstahreç çalışmaları yapıldı. El-Buhari ve Müslimin şöhret kazanmasıyla
bu iki eser üzerine yapılan çalışmalar başladı. Hadis ilminin çeşitli
konularına tahsis edilmiş kitaplar olarak da ,Garibu’l- Hadis, Nasih ve Mensuh,
Ilelu’l-Hadis kitaplarının yanı sıra , başta Sahabe hadis rivayet eden ricale
tahsis edilen tarih,tabakat,isim ve künye kitapları, cerh ve ta’dil kitapları
da telif edildi.
Peygamberimiz ,sahabe ve
kısmen tabiin,yani ilk üç asırda İslami ilimler tedvin ve tasnif edilmezken,
İslam coğrafyasının genişlemesi,arap olmayanların islama girmesi, islamın
merkezinden uzaklaşarak çeşitli merkezlerde ,sahabenin bilgi birikimi,hadis
bilgisi,sünnet bilgisi, anlayış seviyesi ile oluşan İslami hayatlar meydana
geldi. Siyasi hareketlilik ve çeşitli mezheplerin ortaya çıkmasıyla islamı
doğru anlama çabasının ürünü olarak tefsir,hadis ve fıkıh ilimleri tedvin ve
tasnif edilmeye başlandı.
Mukayeseli Tarihler Kraati Hülasası
Adı Soyadı: Ensar YILMAZ
Öğrenci
No: 14922712
Ders
Grubu: Doktora
Dönem:
2014-2015/Güz Dönemi
TEFSİR TARİHİ
Kur’an-ı Kerim, Cebrail vasıtası ile Hz.Peygambere
vahy yolu ile indirilmiş, Mushaflarda yazılmış tevatürle nakledilmiş
tilavetiyle taabbüd olunan kendisine has özellikleri ihtiva eden Allah
Kelamı’dır. 23 yıla yakın bir sürede indirilen Kur’an, insanlığa tevhit
akidesini yayarak insanlığı dalmış olduğu bataklıktan kurtarmaya çalışmıştır.
Hiç şüphe yoktur ki Kur’anın muhatapları akıl ve fikir sahipleridir. O, kendi
üzerinde düşünülmesini ister. Bu gerçek ile Hz.Peygamber ile başlayan,
yüzyıllardır devam eden tarihi süreçte, her alim kendi fikri donanımı çerçevesinde
Kur’anı tefsir, te’vil etmeye çalışmıştır. Tefsir (f-s-r) veya (s-f-r) kökünden
beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek ve üzeri kapalı bir şeyi açmak manasında
kullanılır. Istılahta “Müşkil olan lafızdan murat edilen şeyi keşfetmektir.”
Te’vil ise (e-v-l) kökünden rücu manasına gelir. Tef’il babında beyan, tefsir,
keşf, izah, terceme netice gibi manalara gelir. Istılah olarak “ayetin muhtemel
manalarından birine rücu edilmesidir” şeklinde tanımlanır. Buna göre tefsirde
katiyet, tevilde görecelilik vardır. Kur’anda bir yerde geçen tefsir kelimesi
Allah’a izafe edildiğinden, sahabe tefsir hakkında söz söylemekten çekinmiştir.
O zaman Kur’an tefsiri denince doğrudan doğruya Allah’ın veya onun elçisinin söyledikleri
anlaşılıyordu. Bunun yanında ihtiyatlı bir şekilde tefsirle iştigal eden
sahabede vardı. Abdullah b.Mesud ve Abdullah b.Abbas gibi.
Hz. Peygamber
Zamanında Tefsir:
Kur’an’ı, ilk muhatapları kendi kültür seviyeleri
nisbetinde anlamaya çalışmış, anlayamadıkları hususları bu hususta en
selahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardı. Bu bakımdan Hz.Peygamber devrinde
tefsirin iki kaynağı Kur’an-ı Kerim ile Hz. Muhammedin kendisi olmuştur.
Kur’an-ı Kerimin en sağlam tefsir kaynağı yine Kur’an dır. İslam alimleri bu
hususta ittifak etmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde bazen herhangi bir mesele
mücmel veya müphem olarak ifade edilirken, aynı mesele başka bir yerde daha
geniş ve daha açık olarak anlatılır. Hz. Peygamber ise Kur’anı tebliğ ve
tebyinle vazifeli idi. Bu sebeple Kur’anı en iyi anlayan o idi. Hz. Peygamber
bu ilahi görevi hakkıyla yerine getirmiş, Kur’anı muhataplarına okumuş,
okutmuş, ezberletmiş, anlatmış, ayetleri haliyle ve kavliyle tefsir etmiştir. Hz.
Peygamberi Kur’an tefsirine sevk eden sebep İslam’ın kendinden olan emridir.
Nitekim Kur’an bizzat anlaşılmayı, üzerinde düşünmeyi emretmiştir. Sünnetin Kur’an-ı
anlamada yeri çok önemlidir. Mekhul, “Kur’an-ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin
Kur’an’a olan ihtiyacından fazladır.”demiştir. Sünnet Kur’an-ı iki şekilde
beyan eder. Birincisi kitaptaki mücmeli beyan, ikincisi kitapta bulunmayan bir
hüküm üzerine ziyadeliktir. Hz.Peygamberin tefsiri, ahkamı beyan mekarimi
ahlakı şerh ve ona teşviktir. Onun tefsirde takip ettiği yol, ayetteki kelime
manalarını değil, ayetin bütün olarak manasını öğretmekti.
Sahabe
Devrinde Tefsir:
Bu devirdeki tefsir kaynakları;
a-) Kur’an-ı Kerim
b-) Hz.Peygamber
c-) İctihad ve re’y
d-) Diğer ilahi kitaplar ve Ehli Kitaba müracaat.
Kur’an’ın Kur’anla ve Hz.Peygamberin sünneti ile
tefsirini yukarıda hülasa etmiştik. Sahabe döneminde bu iki temel kaynaktan
başka iki kaynak daha südur etmiştir. Nitekim sahabe bir meselede evvela
Kur’an’a başvururdu. Orada bir çözüm bulamazsa sünnete başvururdu. Ora da da
bir bilgi olmadığı takdirde kendi görüşlerine göre hüküm verirler, Kur’an-ı
tefsir ederlerdi. Sahabenin tefsirdeki rolünü iki şey yükseltmektedir.
Birincisi mutlak imanları, ikincisi nüzul ortamına şahit olmaları sebebiyle,
hadise ve sebebleri müşahade edip hidiselerle hükümler arasında münasebet
kurabilmeleri idi. Bazı sahabiler sorumluluğuna binaen, Hz.Peygamber’in
vefatından sonra tefsir faaliyetinden icitinab etmiş olsada, sahabenin tefsiri
sonraki nesillere ışık tutmuş, örnek olmuş ve yaptıkları gerçekçi tefsirlerle
inananların batıl yollara sürüklenmelerine mani olmuşlardır. Bilhassa sahabe
devri sonları ve tabiiler devrinde İslam geliştikçe, İslam’ın bünyesine din,
dil, ve kültür bakımından çeşitli kimseler katılmakta idi. Sahabenin bazıları
Kur’an’ın mufassal olarak bahsetmediği kıssaların mahiyet ve teferruatını İslam’a
girmiş olan Ehli Kitaba sormayı adet edinmişlerdi. Edindikleri bilgileri Kur’an
ve sünnet süzgecinden geçirmekte idiler. Fakat bir asır sonra bu süzgeç iyi
işlemediğinden, İsrailiyat dediğimiz olumsuz hareket tefsirde tahribatlara
sebep olmuştur. Sahabe
arasında tefsir sahasında şöhretkazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz: Ali b.
Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Abdullah b. Abbas, Ebû
Musa el-Eş’arî, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. ez-Zübeyr.
Tabiiler
Devrinde Tefsir:
Dört halife devrinden itibaren sınırların
genişlemesiyle yeni ülkeler, milletler ve kültürler İslam bünyesine dahil
olmuş, yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmıştır. Sosyal ve hukuki alanlardaki bu
ihtiyaçlara cevap vermenin menşei Kur’an-ı Kerim idi. Yeni nizamlar inşa etmek
için fakihler ve müfessirler Kur’an’a sarılıyorlardı. İslam devleti çok genişlediğinden,
dinin menşei hicazdan diğer ülkelere, bazı imkansızlıklardan dolayı dini
haberler pek ulaşamıyor, şahsi görüşler rol oynamağa başlıyordu. Kureyş’in ve
diğer Araplar’ın idareye yönelmeleri sebebiyle ilim ve bilhassa tefsir
sahasında ün kazananların Arap olmadığı(mevali) göze çarpmaktadır. Tabiiler,
tefsiri sahabeden semaen nakletmiş, sema olmayan hususta içtihatlarına müracaat
etmişlerdi. Bu dönemde ayetleri kendi re’yleri
ile tefsir etme hareketi daha açık olarak görülmektedir. İslam’a ilk defa
sahabe döneminde girmeye başlayan israiliyat, Yahudi, Hristiyan ve diğer
kültürlerden tefsire aktarılan rivayetler olarak ele alınır.
Tabiiler
Devrinden Sonraki Tefsir Hareketleri(Etbau’t Tabiin)
Tedvin edilinceye kadar Tefsir ilmi Hadis ilminin bir
kolu idi. Tefsirin tedvininden itibaren rivayet tefsirlerinin yanında dirayet
tefsirleri de gelişmeye başlamış, hicri ikinci asırdan itibaren, hadis ilminden
müstakil olarak, tefsirlerin meydana geldiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber
dönemi Tefsirin ilk merhalesi, tabiiler dönemi ikinci merhalesi, tefsirde
çeşitli yönlerin belirmeye başladığı tedvin dönemini üçüncü merhale olarak
görebiliriz. Bu dönemde Kur’an-ı ilk defa baştan sona tefsir eden ilk kişi
Mukatil b. Süleyman’dır. Tefsiri ilk tedvin eden kişi hakkında ise görüş
birliği yoktur. Tefsir rivayetlerinin en eskisi ve en meşhuru İbn
Abbas’ınkilerdir. Ondan Ali ibn. Ebi Talha(ö:143) almış ve sahifesini
oluşturmuştur. Bu sahifenin kaynakları olarak, Buharinin sahihi, Taberi’nin
Tefsiri, İbn.Ebi Hatim’in tefsiri ve İbn.Manzur’un Tefsiri karşımıza
çıkmaktadır. Hicri ikinci asrın ortalarında hakkındaki dedikodularla meşhur
olan Mukatil b.Süleyman(ö:150) tefsirde tanınmış bir şahsiyettir. Cebr
akidesini Horasan ve Maveraunnehirde yaymaya çalışan Cehm b.Safvan(ö:129) ile
Mukatil mubahesede bulunmuş, Mukatil bir aksül amel olarak tenzih akidesine
karşı, teşbih akidesini müdafaa ederek, mücessime ve kerramilerin esasını
hazırlamış olduğu düşünülür. Ancak Mukatil’in tefsirinde buna dair bir emare
yoktur. Yahya b.Sallam’ın(ö:200) tefsiri ise islami ilimleri ve islami kültürü
toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir. Bu eser yeterince tanıtılamamıştır.
Abdurrezzak b.Hemmam(ö:126)’ın Tefsiri ise kısa ve vecizdir. Kendi şeyhlerinden
nakil şeklinde yazılan eserde müellifin görüşleri bulunmamaktadır.
ZAMANIMIZA KADARKİ TEFSİR HAREKETLERİ
Tefsir sadece müfessirin tutum ve durumunu
aksettirmekle kalmaz, aynı zamanda o dönemin akliyat ve görüşlerini, örf ve
adetlerini, cemiyetin sosyal yapısı gibi pek çok alanda bilgi verir. Her asırda
meydana gelip şöhret kazanmış belli başlı tefsirler ele alınırsa, bu tarihi
süreç şu şekilde cereyan etmiştir. Hz.Peygamber, Sahabe, Tabiiler ve tedvin
döneminden bahsedildi. Nakli tefsirde tercih usülünü ilk kullanan müfessir
Yahya b.Sallam’dır. Bu metodu ondan sonra tercih eden ise Muhammet b.Cerir
et-Taberi(ö:310)’dir. Onun ‘Camiu’l Beyan an Te’vili’l Kur’an’ adlı tefsiri,
Hz.Peygamber, sahabe, tabiun ve kendisine kadar gelen tefsir görüşlerini
toplayan bir ansiklopedi mahiyetindedir. Artık tefsir hadis ilminin bir kolu
olmaktan kurtulmuş, tefsirlerdeki israili haberler temizlenmeye başlanmış,
rivayetler hadis kriterlerine göre tenkide tabi tutulmuş, salih ve sahih
haberlerin nakli revaç bulmuştur. Altıncı asrın başlarında islam aleminde mutezili
müfessir ez-Zemahşeri(538) şöhret bulmuştur. O, tefsiri el-Keşşafta ayetleri
belağat yönünden ele almış, ilmi tahlillere yer vermiş ve Kur’an’ın İ’cazını
ele almıştır. İkinci ve üçüncü asırda mutezilenin etkisi devam etmiş dördüncü
asırda kesilmiştir. Bu dönemde el-Eş’ari tefsiri sünni metodla ele almıştı.
Altıncı asrın başında er-Razi ‘Kur’ani hikmet, kelami yolların hepsinden daha
sağlamdır.’ düsturiyle ortaya çıkmıştır. Mefatih’ul Ğayb adlı tefsiri çok şeyi
ihtiva ettiği için ona, ‘Razi’nin tefsiri tefsirden başka her şeyi ihtiva
eder.’ derler. Razi’nin açtığı bu çığır kendinden sonrakileri etkilemiş ve
el-Beydavi(685) onun muakkiblerinden olmuştur. Şafii mezhebine mensup olan bu
şahıs islami kültürü cem etme metodu ile hareket etmiştir. Onun tefsiri
‘Envarut Tenzil ve Esrarut Te’vil’ tefsir ilminde, ilmi metodun en yüksek
mertebesi sayılır. İslam aleminde çok meşhur olmuş ve bir çok haşiyesi
yapılmıştır. Son üç müfessirin takipçisi olan ve Osmanlı imparatorluğunun en
güçlü döneminde yaşamış olan Ebu’s-Suud Efendi(982), tefsirinde, Kur’an-ın
Kur’anla tefsiri, hadisle tefsiri, sebebi nüzul, nesh kıssalar, fıkıh, kelam,
lügat, nahiv kıraat, israiliyat, muhkem ve müteşabih, şiirle istişhad, belağat
ve icaz, ayetler arasındaki münasebet ve insicam gibi konulara yer vermiştir. 1270 senesinde vefat eden Alusi’nin tefsiri
Ruhu’l Meani’dir. Onun tefsiri, çeşitli menbaalardan ve mecralardan alınmış
fikri hareketlerle doludur. Hanefi mezhebi etkisinde, iran ve türk
edebiyatından istifade etmiştir. Osmanlı devri ilmi metodunu takip ederek, önce
ayetlerin terkip ve manalarını açıklar sonra sofi metoduna uygun gelecek
şekilde ince, dakik manalar vermeye çalışır.
Birkaç asırdan beri Avrupada meydana gelen fikri ve
ilmi hareketler islam aleminde de bir uyanma getirmişti. Bu devirde Avrupada
yaygınlaşan ilhadi ve dehri felsefe iran ve hind’te batıni harketlerin yeniden
zuhuruna sebep olmuştu. Buna mukabil özellikle hind ve mısırda ilim adamları
harekete geçmişler ilmin de ışığında tefsirde yeni ufuklar açmışlardır. İslamın,
ilmin ilerleyişine karşı bir tutumu olmadığı noktasından hareket ederek yeni
yollara tevessül etmişler yeni tefsir anlayışları meydana getirmişlerdi. Bunlar
başlıca;
Mezhebi Tefsirler.
İlhadi Tefsirler.
İlmi Tefsirler.
İçtimai Edebi Tefsirler’dir.
HADİS TARİHİ
Yeni(cedid)manasına gelen hadis aynı zamanda haber
manasına da gelmektedir. Istılahta ise Hz. Peygamberin söz, fiil ve
takrirlerine ıtlak olunmuştur. Bu bakımdan aynı manada kullanılan sünnetin
müradifidir. Hz. Peygambere iman ve itaat etmeyi emreden ayetler doğrultusunda,
ilk devirde sahabe Hz. Peygamberden sadır olan söz, fiil ve takrirleri büyük
bir titizlikle muhafaza etmeye koyulmuşlardır. Hadis toplama ve onları muhafaza
etme işi, Hz. Peygamber devrinde yalnız hafızaya tevdi edilmiş, bu hususta
yazıdan istifade etmek mümkün olmamıştır. Cahiliye devrinde kazanılmış olan
hıfzetme melekesi, İslam devrinin başında Hz. Peygamberden görülüp işitilen
fiil ve sözlerin güvenilir bir muhafaza vasıtası olmuştur. Hz. Peygamber
devrinde sahabi onun hadislerini müzakere eder, bir anlaşmazlık durumunda
doğrusunu asıl kaynağından öğrenir, hatta bazı genç sahabiler hadisleri yazma
gayretinde bulunurdu. Hz. Peygamberin hayatta oluşu hadise musallat olabilecek
tahrif, tashif ve va’z(uydurma) gibi her çeşit tehlikeyi savmıştır. Hz. Peygamberin,
hadis ezberleme ve onu başkalarına nakletmeyi teşvik etmesi sahabeyi
cesaretlendirmiş, bu hususta gayret içinde olmuşlardır. Hz. Peygamberden sonra
ise sadece hafızalarda bulunan hadis, sahabe tarafından korumak maksadıyla
fazla rivayet edilmemiş, bu hususta çok temkinli davranılmıştır. Bunda
hadislerin aşırı derecede fazlalaşması ve Hz. Peygamberin beşeriyeti gereği
söylediği sözlerin hatta peygamberlikten önceki sözlerinin de hadis olarak
kabul edilmesinin etkisi olmuştur.
Hadislerin
Yazılması:
İlk devirlerde hadislerin yazılmadığı, tedvin
edilmediği bir gerçektir. Hz.Peygamber hayatta iken hadis kitabeti
Hz.Peygamberin izin vermediği devre ve izin verdiği devre olarak ikiye ayrılır.
Yasağın sebebi o devirde yazı hususunda sahabenin yetersizliği-ki bu yasağın
iyi yazı bilmeyenlere yönelik olduğu söylenir- ve Kur’an sahifeleri ile karışma
tehlikesidir. Zaman ilerleyip islam’ın güçlenmesi, yazı bilenlerin çoğalması,
yazının inkişaf etmesi, sahabenin Kur’an lafzını hadisten ayırt edebilecek
kültürel gelişime kavuşması, Kur’an’ın sağlam bir şekilde yazılıp
hıfzedilmesiyle artık kaybolma riskinin kalmaması, hadisle karışma ihtimalinin
olmaması gibi sebeplerle Hz. Peygamber hadis kitabetini serbest bırakmış, bu
hususta bizzat sahabeyi teşvik etmiştir. İlk yazılı hadisler Hz. Peygamberin
diplomatik mektupları ve Sadakat hadisleridir. Bunun yanında bir çok sahabinin
hadis sahifesi mevcuttur.
Hadisin İlk
Kaynağı Sahabe:
Hz. Peygamber devrinde toplanan hadis külliyatı sahabe
tarafından sonraki nesillere nakledilmiştir. Sahabi, sohbet kelimesinden müştak
olup zaman veya mekan tahdidi olmaksızın bir kimse ile sohbeti bulunan bir
başka kimseye nisbet edilen isimdir. Hadis ıstılahı yönünden, Hz. Peygamberi
gören onunla mucaleset ve mumaşat eden her Müslümana sahabi denir. M. Hamidullaha
göre ilk nüfus sayımını Hz. Peygamber yaptırmış ve hicretten sonra 1500 sahabi
kaydedilmiştir. Sayısı ihtilaflı olmakla beraber binin üzerinde sahabinin hadis
rivayet ettiği, en çok hadis rivayet edenlerin ise 5374 hadisle Ebu Hurayra,
2630 hadisle Abdullah ibn Ömer, 2286 hadisle Enes ibn Malik, sonra Hz.Aişe
sonra 1660 hadisle İbn Abbas, 1540 hadisle Cabir İbn Abdillah, sonra Ebu Said
el-Hudri gelmektedir.
Hz. Peygamber döneminde başlayan
fütuhat, onun irtihalinden sonra sahabe tarafından devam ettirilmiş, hicretin
50. Yılına gelindiğinde, Dımışk, Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan, İran, Mısır,
Azerbaycan, Kirman, Sicistan, Askalan, Afrika, Kıbrıs fethedilmişti. Ayrıca
İstanbul kuşatılmış fakat feth olunamamıştır. Bu fetihlerle birlikte sahabi
çeşitli ülkelere dağılmış, İslam’ın gayesini gerçekleştirmek için gayret sarf etmişlerdir.
Sahabe-i kiram gittikleri yerlere Mescidler ve Medreseler imar ederek ilmi
faaliyetlerde bulunmuşlar ve bir çok ilim merkezi oluşturmuşlardır. Medine,
Mekke, Kufe, Basra, Şam ve Mısır’da icra edilen ilmi faaliyetler, İslam’ın
çizdiği yolda, fakat bulundukları muhitin örf, adet ve düşünce tarzlarından da
mülhem olarak asırlarca ilim sahasında önderlik etmiş, Kur’an ve Hadis ilimlerinin
gelişip yayılmasında en mühim amil olmuşlardır. Bu dönemde farklı merkezlerde
bulunan sahabi alimler kendi bilgi ve anlayışlarını oraya yaymışlardır. Buda
farklı hadislerin farklı beldelerde bilinir olmasına yol açmıştır. Sahabiler
bir hadis öğrenmek için bazen binlerce kilometre yol kat ederek oradaki diğer
sahabi’ye ulaşma fedakarlığında bulunuyorlardı.
HADİS
İLMİNİN TEŞEKKÜLÜ VE BUNU HAZIRLAYAN SEBEPLER
İslam beldelerinin genişlemesi sonucu birçok millet,
kabile, din mensupları İslam’a girmişti. Bu da islamın(Hz.Peygamber devri
hariç) ilk dönemlerinde bazı gayelerle hadis uydurmaya neden olmuştu. Başta
islam dinine kastedenler olmak üzere, mensub oldukları siyasi fırka ve hizibleri,
fıkhi mezhebleri, kabileleri, cinsiyetleri, dilleri, peşinden gittileri imam
veya hükümdarları methetmek, halife ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler
kazanmak, cami ve mescidlerde vaaz ettikleri cemaaatın teveccühüne nail olmak,
halkın dini emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyla din
düşmanlarının, yalancıların ve cahillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan
şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadis ravilerinden düzdükleri
isnadlar ekleyerek hadismiş gibi Hz. Peygambere iftira ile isnad ettikleri
sözlere mevzu(uydurma) hadis denir. Hicri birinci asrın ilk yarısında,
Hz.Osman’ın öldürülmesinden sonra siyasi ihtilaflar başlamış, hicri birinci asrın
ikinci yarısında özellikle Şia tarafından Hz.Ali ve beytinin faziletlerini, Emevilerin
gasip ve lanetli olduklarını kabul ettirmek için bu manada hadisler uydurulmaya
başlanmıştır. İlk hadis uyduranların Şia olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada Şia
karşıtı olanlarda boş durmamış, onlarda hadis uydurmuşlardır. Hilafet ve
iktidar meselesinde bu şekilde hadis uydurmacılığı devam ederken, birinci asrın
sonlarında ortaya çıkmaya başlayan itikadi mezhepler, fıkıh mezhepleri ve
bunlara paralel olarak faaliyetlerini artıran Zındıklar ve İlhad hareketleri de
hadis vaz’ının yaygınlaşmasında birer amil olmuştur.
CERH VE
TADİL HAREKETİ
Hz.Peygamber ve sahabe döneminde hadis işiyle uğraşan
az insan vardı. Yazı henüz inkişaf etmemişti. Bu işle uğraşan sahabe tüm
yeteneğini ve vaktini hadis işine vermiştir. Tabiun döneminde ise durum
farklılaştı. Yazının inkişafı ile hadis kitabetine başlandı. Yani iş daha kolay
hale geldi. Bu da bir çok kişinin bu işle iştigal etmesini sağladı. Artık
ehliyetli olmayan kişiler itina göstermeden aldığı hadisleri yazmakta,
nakletmekte idi. Hem şahsi ehliyetsizlik, hem de siyasi, itikadi ve sosyal
karmaşa ortamında artan hadis uydurmacılığının, hadis ve islama büyük zararlar
verdiğini düşünmeye başlayan sahabenin ileri gelenleri ve tabiun, hadis
naklinde ve kabulünde ihtiyatı elden bırakmadan ve çok ciddi davranarak
ravileri ve isnadları bilinen hadisleri almak gerektiğine inanmışlar ve bu
inancın gereği olarak hadis rivayet eden kişileri büyük bir titizlikle
araştırmaya başlamışlardır. Bu gibi kişiler adalet ve zabt yönünden tenkide
tabi tutulmuşlardır. Adalet, ravinin diyanetine taallük eder. Bu durum beş
şekilde kendini gösterir. Bunlar; yalan söylemek(hadis uydurmak), uydurulmuş
bir hadisi rivayet etmek, büyük günah işlemek(fasık), bid’at ehlinden olmak ve
meçhul(adalet ve zabt yönünden tanınmaması)olmaktır. Zabt yönünden ise ravinin
ya hatası çoktur, ya gafildir, veya vehm üzere rivayet eder. Bir diğer cerh
sebebi de sui hıfz dır. Bu şekilde tenkide tabi tutulan hadis ve ravilerden
maksat sıhhatli hadisleri ortaya çıkarmaktır. Birinci asrın sonlarında yapılan
cerh ve tadil faaliyetleri çok sonraları hadis kitaplarına sahih hadis olarak
girecek olan hadisleri ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Sahih-i ilk defa formüle
eden el-Hattabi(ö.388)’nin tanımı şu şekildedir. “sahih, senedi muttasıl,
ravileri ta’dil edilmiş hadistir.”
İkinci asrın başlarından itibaren sistemli bir hale
giren cerh ve ta’dil hareketi, bir taraftan hadislerin ve hadis ravilerinin, sıhhat
ve güvenilir olmaları yönünden sınıflandırılmasını sağlarken, diğer taraftan,
tedvini biraz daha gecikmiş olsa bile, bu hareketin temel prensip ve
kaidelerini, tabir ve ıstılahlarını içinde toplayan, bunları inceleyen ve
münakaşasını yapan mustalahu’l-hadis veya usülu’l-hadis ilminin doğuşunu
hazırlamıştır.
Yine bu meyanda hadiste isnad tatbiki ihdas olmuştur.
İsnad, fitne zuhur ettikten sonra kullanılmaya başlamıştır. Cerh ve ta’dil ile
başlayan isnad, islama has olan ve ravi isimlerini zikretmek suretiyle haberin
ilk kaynağına kadar inmek imkanını veren bir rivayet sistemidir. Ez-Zühri,
Halife Ömer ibn Abdil Aziz(99-101)’in hadislerin tedvin edilmesi emrine uyarak
hem hadisleri yazılı olarak toplamaya başlamış hem de hadislerde isnad zikrini
zaruri görerek hadis nakilcilerini kontrol altında tutmuştur.
HADİSLERİN
TEŞRİİ DEĞERİ(Haber Çeşitleri)
Haberlerin bize gelişi itibariyle doğrulukları
hakkında kesin kanaate varılanlarla, doğru olup olmadıkları bazı karineler
yardımı ile tespit olunanlar, usül kitaplarında iki gurupta mütalaa edilmiştir.
Birincisine mütevatir ikincisine ahad haber denilmiştir.
Hakkında haber verilen söz veya fiili bizzat işitip
gören ve sonra da onu işitme veya göme imkanını bulamayan kimselere haber
verenlerin sayı bakımından çok olması halinde bu haber mutevatir olur. Mütevatir
sahihtir, sıhhati kesindir, araştırmaya tabi tutulmaksızın onunla amel edilmesi
gerekir.
Mütevatir olmayan ikinci gurup haberlere ise ahad denir.
Ahad haberler geliş yollarına göre üç gurupta mütalaa edilmiştir. Bu haberler
bir kişi vasıtası ile gelmişse garib veya ferd, iki kişi vasıtası ile gelmişse
aziz, üç veya üçten fazla bir kalabalık tarafından nakledilmiştir ki bunlara da
meşhur denir.
Haberi vahidin hüccet olup olmadığı konusunda ihtilaf
çıkmıştır. Kimine göre haberi vahit zan ifade eder. Kimine göre ilim ifade
eder. Vakıada, mutezile ve havariç dışındaki mezhepler haberi vahidi
reddetmemiştir. Bilakis onunla amel etmenin vucubu üzerinde birleşmişlerdir.
Haberi vahid kavramını ilk kullanan İmam-ı Şafi onu, yalnız bir kişinin bir
kişiden naklettiği haber olarak algılamış, bu haberleri birtakım şartlarla
kabul etmiştir.
HADİSLERİN
TEDVİN VE TASNİFİ
Tedvin lügatte cemetmek, toplamak manasına gelir.
Yazılı sahifeleri bir araya getirerek iki kapak arasında bir kitap yapmak, bu
manada tedvinin tam karşılığıdır. Hz.Peygamber ve ashabı devrinde bazı
sahabiler hadis yazmış ve bir takım sahifeler vücuda getirmişlerdi. Ancak
sistemli bir toplama faaliyeti birinci asrın sonları ile ikinci asrın
başlarında gerçekleşmiştir. İlk hadis müdevvini olarak ez-Zühri
zikredilmektedir. Ömer ibn Abdil Aziz’in tedvin emriyle bu faaliyeti yapmıştır.
İlk zamanlarda gelişigüzel yapılan bu faaliyet zamanla hadislerin konularına
göre tasnif edilmesiyle “musannef” denilen hadis kitapları, ardından her
sahabinin isminin altına rivayet ettiği hadislerin sıralanması şeklinde yazılan
“müsned” adı verilen eserler meydana getirildi.
İlk Hadis Eserleri:
Siyer ve
Meğazi Kitapları; Hz.Peygamberin
siret ve mağazisine tahsis ve hadis usülü ilmi kaidelerine uygun bir şekilde
tasnif edilen bu kitaplar, daha sonraki hacimli tarih eserlerine kaynaklık
etmişlerdir. Siyer ve meğazi ile ilgili ilk kitaplar birinci asrın sonlarına
doğru tasnif edilmiştir.
Sünen
kitapları; fıkıh bablarına göre
tasnif edilmiş merfu ahkam hadislerini ihtiva eden kitaplara bu ad verilmiştir.
İkinci asrın başlarında tedvin ve tasnif faaliyetlerinin başlamasıyla ortaya
çıkan ilk hadis eserleri sünenlerdir.
Cami’ler; hemen her konudaki hadisleri ihtiva eden bu eserler
bablara göre tasnif edilmişlerdir. Bu eserler ikinci asırda oluşmuştur.
Musannefler; ikinci asırda oluşturulan, sünenler gibi fıkhi
hadisleri içeren ama bununla birlikte başka konulardaki hadisleri de barındıran
eserlerdir. Bunları sünen ile cami arasında mütalaa etmek mümkündür.
Malik b.Enes ve eseri Muvatta-ı;
TASNİF’İN
ALTIN ÇAĞI KÜTÜB-Ü SİTTE
Hicri ikinci asırda hadisçilerle mutezile kelamcıları
arasında ortaya çıkan ve üçüncü asrın başında en şiddetli şeklini alan görüş
ayrılıkları, hadisçilerin, Hz. Peygamberin sünnetine dayalı amel ve itikadı,
kelamcıların eski yunan felsefesi ile terbiye edip geliştirdikleri akli
muhakemelerinden ve onun tahripkar tesirinden korumak için yoğun bir tedvin ve
tasnif faaliyetine girişmelerine vesile olmuştur. Bu sürece hız veren diğer bir
hususta hadis uydurmacılığıdır. İşte bu yoğun tedvin ve tasnif faaliyetleri
sonucu Kütüb-ü Sitte meydana getirilmiştir. Kütüb-ü sittenin zuhuru dolayısıyla
üçüncü asrı hadis tasnifinin altın çağı olarak tavsif etmekteyiz. Bu çağ
müteakip asırlara bu konuda artık yapılması gerekli fazlaca bir işin
bırakılmadığı bir devir olarak görülür.
Hadis
eserleri ve müellifleri:
El-Buhari, Muslim, en-Nesai, Ebu Davud, et-Tirmizi ve
İbn Mace gibi imamlar cami ve sünenlerini bu asırda tasnif ederek Kütüb-ü Sitte
adıyla maruf olan ve Kur’ın-ı Kerimden sonra islam’ın en mühim kaynağı sayılan
altı sahih kitaba vücud vermişlerdir.
Siyer ve
Meğaziler:
İslam tarihinin ilk ve temel kaynağını teşkil eden ve
birinci asrın ikinci yarısından itibaren telifine başlanan siyer ve mağaziler
üçüncü asırda da ehemmiyetini muhafaza etmiştir. Sırasıyla en önemli eserler;
El-Vakidi(207); Kitabu’l Meğazi ve Kitabu’s Sire
İbn Hişam(208), Siret İbn Hişam
El-Kuraşi(233), Kitabu’l Meğazi
Musnedler:
Üçüncü asırda ortaya çıkan müsnedler farklı bir tasnif
ile oluşmuştur. Müsnedler, hadisleri konularına göre değil, hadisleri rivayet
eden sahabi veya sahabiden sonraki ravilerden birinin ismi altında biraraya
getirilmiştir. Bir çok kişinin müsnedi mevcut olmakla birlikte ilk defa
et-Tayalisi’nin(203) müsned yazdığı kabul edilir. Bu sahada en meşhur ve
muteber olan ise Ahmet ibn Hanbel’in müsnedi dir. 700 bin hadis arasından
seçtiği mükerrerler hariç 30 bin hadisten oluşur.
Sünenler:
Fıkıh bablarına göre tasnif edilmiş merfu ahkam
hadislerini ihtiva eden kitaplara bu ad verilmiştir. İkinci asrın başlarında
tedvin ve tasnif faaliyetlerinin başlamasıyla ortaya çıkan ilk hadis eserleri
sünenlerdir. Bir çok sünen mevcut olmakla birlikte en önemlileri; en-Nesai, Ebu
Davud, Tirmizi ve İbn Mace olmuştur.
Musannefler:
ikinci asırda oluşturulan, sünenler gibi fıkhi
hadisleri içeren ama bununla birlikte başka konulardaki hadisleri de barındıran
eserlerdir.
Cami’ler:
Fıkhi konuların yanında diğer konuları da içeren
camiler üçüncü asırda tasnif edilmiş, Buhari ve Müslim’in cami’leri ile bu çağ
altın çağ olmuştur.
Cüz’ler:
Cüz, tek bir sahabinin veya daha sonrakilerden bir
hadisçinin hadislerini toplayan kitaplardır.
Mustahrecler:
Üçüncü asrın ikinci yarısında ortaya çıkan bu
eserlerde, bir hadis imamının kitabında belirli bir isnadla naklettiği hadisin
bir başka isnadını arayıp bulmak ve hadisi o isnadla mustahrec adı verilen
kitapta nakletmektir. Daha ziyade el-Buhari
ve Müslim’in sahihleri üzerine yazılmıştır.
İSLAM
HUKUKU’NUN TARİHÇESİ
Hz. PEYGAMBER DEVRİ:
Fıkıh usülü ilmi, hicri ikince asrın sonlarında yani
Hz.Peygamber, sahabe ve Tabiun devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir.
Zira Hz.Peygamber devrinde hükümler bizzat kendisinden öğreniliyordu. Yani
hükümler ya Rasulullah’a vahyedilen Kur’an ile ya da onun sünneti ile sabit
oluyordu. Bu durumda bir takım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı
duyulmuyordu.
Bu devir İslam Hukuku’nun temellerinin atıldığı
dönemdir. Mekke dönemi Kur’an ayetlerinin yaklaşık üçte birinin nazil olduğu
dönemdir. On üç yıllık bu zaman zarfında daha çok iman ve ahlak ile ilgili
ayetler vahiy edilmiştir. İslam Hukuku’nun iman ve ahlak ile sıkı ilişkisi göz
önünde bulundurulursa temelin bu devrede atıldığı söylenebilir. İslam’ı Mekke’de
yaymaya imkan bulamayan Hz. Peygamber Medine’ye inananlarıyla birlikte hicret
etmiş, orada farklı din ve kabilelerle muhacirler bir arada yaşama durumunda
kalmışlardır. Bu ortamda yeni bir cemiyet hayatı inşaa etmek gerektiği için
vahiy, ibadetler, cihad, aile, miras, ceza, muhakeme usulü, borç münasebetleri
ve devletler arası ilişkilere yönelmiş, bu sahaları düzenlemeye koyulmuştur.
Hz. Peygamber döneminde hukukun kaynakları Kitap ve Sünnettir. Yani vahiydir.
Bu devrin diğer bir özelliği tedriçdir. Belli bir zaman için konan
kanunun(hükmün), zamanı gelince değiştirilmesi manasında(nesih) bu devrin başka
bir özelliğidir.
Tedvin
Hukukun yazıya ve kitaba geçirilmesi manasında
kullandığımız tedvin bu devirde ancak Kur’an-ı Kerim için bahis mevzuudur. Hz. Peygamber
tarafından seçilen vahiy katipleri Kur’an-ı Kerimi yazıyor ve muhafaza
ediyordu. Onun dünyaya veda etmesinden sonra ilk halife Hz.Ebu Bekr Kur’an-ı
Kerimi bir mushafta toplamış ve muhafaza etmiştir.
Hukuk’un ikinci kaynağı Sünnet, Kur’an ile karışmasın
diye yazdırılmamış, genellikle hafızalarda ve uygulamada muhafaza edilmiş, bu
arada Hz. Peygamberi izin verdiği bazı sahabiler tarafından yazıya da
geçirilmişti.
SAHABE DEVRİ
İlk üç halife döneminde fetihler devam etmiş, son
halife Hz.Ali döneminde siyasi iç karışıklıklar zuhur bulmuştur. Bu karışıklık,
önce siyasi iken sonraları iman ve fıkıh düşüncesine de sıçrayan iki mezhep
ortaya çıkarmıştır. Şia ve Havaric.
Sahabe devrinde hüküm kaynaklarının başında yine Kitap
ve Sünnet gelmektedir. Kitap ve sünnette hükmü bulunmayan meseleler ortaya
çıktıkça halifeler içtihada ve istişareye başvurmuşlardır. İçtihad yoluyla
vardıkları hükümleri Kur’an ve Sünnetten kesin şekilde ayırmışlar, onlara
katiyet gözüyle bakmamışlardır. Vardıkları hüküm için “bu benim görüşüm,
zannım, kanaatimdir…” diyerek kendilerine nisbet etmişlerdir. Nazari ve farazi
içtihadlar yapmamış, ancak ortaya çıkan vakıa ve problem haline gelen meseleler
üzerinde durmuşlardır. Zamana bağlı hükümleri değiştirmişler, maslahat
prensibine riayet etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber dönemine benzetme anlamında
kıyas metodunu da kullanmışlardır.
Emeviler:
Genç sahabe ile Tabiun’u içine alan Emeviler döneminde
islam ülkesinin sınırları batıda Atlas Okyanusu, doğuda Çin kıyıları ve
Afganistan, Kuzeyde kısmen Küçük Asya, ve İspanyaya kadar genişlemişti. Bu
dönemde hadis rivayeti ve hadis uydurmacılığı ortaya çıkmıştı. Bunu gören
bilginler daha ziyade Medinede toplanarak hem hadisleri, hem de bunların
ışığında fıkıh kaidelerini tespit ve tedvin etmeye koyuldular.
Hicaz ve Irak Medreseleri:
Sahabenin yetiştirdiği tabiun nesli bilginleri, iki
gurup teşkil ediyorlardı. Daha sonra eser ve rey ekolü adını alacak olan Hicaz
ve Irak. Her iki gurupta Kitap, Sünnet ve Sahabe İcmaına dayanmakta
birleşirler. Ancak hicazlılar medine örfüne ayrı bir değer verir onu yaşayan
sünnet olarak telakki ederler. Iraklılar ise bir nassa dayanmadığı gerekçesiyle
Medine örfünü diğer şehirlerden farklı görmezler ve hadis tenkidinde daha titiz
davranırlar. Bu devirde hadisler tedvin edilmeye başlanmıştır.
Abbasiler:
İslam ülkesinin sınırları alabildiğine genişlemiş,
birçok millet İslam ümmetine dahil olmuş, memleket idaresi durmadan yeni
müesseselere ve düzenlemelere ihtiyaç gösterir hale gelmişti. Devleti Raşit
Halifeler çizgisinde idare etmeye-yada öyle görünmeye- gayret eden idareciler
her kararlarında İslami referans arıyorlar, İslam alimlerinin görüşlerine
iltifat ediyorlardı. İşte bu sebeple İslam Hukuku tüm alanlarda bu dönemde
inkişaf etmiş, nazari ve ameli alanlarda büyük gelişmeler kat etmiştir.
Bir kısım Müslümanların intisap ettiği bir müçtehid
veya müçtehidler gurubu olarak, yani bir müessese olarak mezhepler bu dönemde
meydana gelmeye başlamıştır. Bunun başlıca sebepleri;
-
Bu devrede fıkhın
bütün konularına ait sistemli içtihad faaliyetleri gelişmiştir.
-
Tedvin faaliyeti
bu içtihatların kitaplarda toplanmasını ve isteyenlerin kolayca bulup
faydalanmalarını temin etmiştir.
-
Fıkıh
mekteplerinin doğması ve mektepler arası ihtilaf ve tartışmalar, gruplaşma
sonucunu doğurmuştur.
-
Mesele
tartışmaları usül tartışmalarına dönmüş, bu usül ilminin kitaplaşmasına sebep
olmuş, dolayısıyla mezhepler daha belirgin hale gelmiştir.
Bu gelişmelere rağmen hicri dördüncü asırdan önce
Müslümanlar, bu gün bildiğimiz haliyle dört mezhebe bölünmemişlerdi. Bir çok
müçtehit ve mezhep vardı. İsteyen onlardan birini takip eder, isteyen hepsinden
faydalanırdı.
Kur’an-ı Kerimin tamamı, hadislerin bir kısmı
dışındaki bütün dini ilimler ve kitapların tedvin ve telifi bu dönemde başlamıştır.
Dört mezhep imamının hocalarının eserleri günümüze ulaşmamıştır. Zamanımıza
gelen ilk fıkıh kitapları, İmam-ı Malik’in Muvattaı, Şafi’nin el-Umm, Ebu
Yusuf’un el-Asar, el-Harac, İmam-ı Muhammedin el-Mebsut, el-Cami, es-Siyer adlı
eserlerdir. İlk içtihatdan beri müçtehitler bir takım delillere, kaidelere ve
metodlara dayanıyorlardı. Fakat ayrıca bunları açıklamaya gerek görmüyorlardı.
Müçtehitler devrinde usülünde ortaya konması ihtiyacı doğdu ve bu alanda
eserler yazıldı. Bize kadar gelen ilk usül kitabı İmam-ı Şafi’nin er-Risale
adlı eseri olmuştur.
FIKIH
MEZHEPLERİ
Fıkıh mezhepleri saliklerinin itikadi mezheplerine
göre sünni ve gayri sünni olmak üzere iki guruba ayrılır. Sünni olan bilhassa
dört mezhep mevcut Müslümanların büyük çoğunluğunun hala mensup bulundukları
mezheplerdir. Bunlar;
Bu mezhebin İmamı, İmam-ı
A’zam Ebû Hanife’dir. Ona nispet edildiği için bu adı almıştır. İmam-ı A’zamın
asıl adı Numan, babasının adı Sâbit’tir. Künyesi ise Ebû Hanife’dir.
Ebû Hanife Hicri 80 (M.699)
yılında Kûfe’de doğmuş, H. 150 (M.767) yılında Bağdat’ta vefat etmiştir.
Hanefî mezhebi, dört büyük
ameli mezhebin tarihi sıra itibariyle de ilkidir. Ebû Hanife, çok iyi bir
öğrenim görmüş, pek çok bilginlerden ders almıştır. 18 yıl aralıksız derslerine
devam ettiği ünlü hocası Hammad b. Ebî Süleyman’ın ölümünden sonra onun
kürsüsüne geçmiş ve ders vermeye başlamıştır.
İmam-ı A’zam, bin civarında
öğrenci yetiştirmiştir. İmam-ı Ebû Yusuf (H.113-
Hanefî mezhebi Irak’ta
doğmuş ve Abbasîler zamanında Ebû Yusuf’un baş kadı olması ile devletin benimsediği
mezhep haline gelmiştir. Bu mezhep daha sonra da Mısır, Hindistan ve Türk
ülkelerinde olmak üzere her tarafa yayılmıştır.
Ebû Hanife fıkıhtaki
metodunu şöyle anlatmaktadır:
“Ben bulduğum vakit
Allah’ın kitabından alırım. Onda bulamadıklarımı Peygamberin sünnetinden ve
güvenilir kimselerin elinde bulunan, onun salih eserlerinden alırım. Allah’ın
kitabında ve Peygamberin sünnetinde bulamadığım takdirde Ashaptan tercih
ettiklerimin sözlerini alırım, dilediğimin sözünü de terk kederim. Sözünü
aldıklarımın sözünden başkalarının sözüne çıkmam. İş İbrahim Nehai, Şa’bî,
Hasan Basri, İbni Şirin, Said b. Musayyib ve benzerlerine gelince, onlar nasıl
içtihad ederlerse ben de öyle içtihad ederim.”
Ebu Hanife fıkıhta
sırasıyla şu delillere baş vurmuştur.
o
Kitap,
o
Sünnet,
o
Ashabın
Fetvaları
o
İcma
o
Kıyas
o
İstihsan
o
Örf
ve Adet
Amelî mezheplerin tarihi
sıra itibariyle ikincisi Malikî mezhebidir. Bu mezhebin kurucusu Mâlik b.
Enes’tir.
Hicrî 93 (M.712) yılında
Medine-i Münevvere’de doğmuş, burada büyümüş ve yetişmiştir. İmam-ı A’zam ve
İmam Ebû Yusuf’la da görüşmüştür. Medine halkının İmamıdır.
Büyük Hadis ve Fıkıh
(hukuk) bilgini olan İmam-ı Mâlik’in belli başlı eseri “Muvatta”dır.
Muvatta, İslâm Hukuku
tertibine göre yazılmış ilk hadis kitabı sayılır. Pek çok öğrenci yetiştirmiş
olan İmam-ı Mâlik, Hicrî 179 (M.795) tarihinde Medine-i Münevvere’de Hakk’ın
rahmetine kavuşmuştur.
Mâlikî mezhebi Medine’de
ortaya çıkmış, önce Hicaz bölgesinde yayılmış, sonra talebeleri vasıtası ile
Afrika ve Endülüs’te yayılmıştır. Günümüzde Kuzey Afrika’da, Sudan’da çok
yaygındır. Hicaz bölgesinde ise mensubu çok azalmıştır.
İmam Malik Medine
ahalisinin bir işte ittifakını icma sayar. Ona göre Medine halkının ameli fıkhî
bir delildir.
İmam-ı Malik Kitap ve
Sünnetin dışında, İcma, Kıyas, Medinelilerin ameli, Sahabe Kavli, Mesalih-i
Mürsele, İstihsan, Sedd'uz-Zerai gibi delillere başvurur. En çok başvurduğu
delil “Istıslah” diye de anılan “Mesâlih-i Mürsele” dir.
Bu mezhebin kurucusu
Muhammed b. İdris eş-Şâfiî’dir. İmam Şafiî Hicrî 150 (M.767) yılında Suriye’de
doğmuştur.
İmam Mâlik ile İmam
Muhammed’den ders okumuştur. Böylece o, hem Irak fıkhını hem de Medine fıkhını
öğrenmiştir. İmam Şafiî, Arap dilini, Arap şiir ve tarihini çok iyi bilirdi.
İmam Şafiî Bağdat’ta bir
süre kaldıktan sonra Mekke’ye döndü ve burada ders okuttu. Daha sonra tekrar
Bağdat’a döndü. Hicrî 198 yılında Mısır’a gitti ve Hicrî 204 (M.820) tarihinde
burada vefat etti.
İmam Şafiî, Mısır’da
kaldığı süre içinde Irak’taki bazı görüşlerinden vaz geçti. Bunun sebebi
Mısır’daki sosyal şartlardı. Bunun için onun Irak’taki görüşlerine “Mezheb-i
Kadîmî” Mısır’da değişikliğe uğrayan görüşlerine de “Mezheb-i Cedîdî” adı
verildi.
Şafiî mezhebi Mısır’da,
Güney Arabistan’da, Doğu Afrika’da, Azerbaycan’da, Doğu Anadolu’da, Endonezya
ve Cova’da yayılmıştır.
Şafiî’nin “el-Umm” ve
“er-Risâle” adlarını taşıyan eserleri vardır. El-Umm, Şafiî’nin Mısır’daki
içtihatlarını ihtiva eder. Er-Risale de ilk Usul-ü Fıkıh kitabıdır.
İmam Şafii Kitap, Sünnet,
İcma ve Kıyası delil olarak kullanır. İstihsanı, Mesalih-i Mürsele’yi delil
olarak kabul etmez.
Bu mezhebin İmamı Ahmed b.
Hanbel’dir. Hicrî 164 (M.808) tarihinde Bağdat’ta doğmuş, H:241 (M.885)
tarihinde yine Bağdat’ta ölmüştür.
Genç yaşta hadis toplamaya
başlayan Ahmed b. Hanbel, bu amaçla İslâm ülkelerini, Mekke, Medine ve Şam gibi
İslâm merkezlerini gezdi. İmam-ı Şafiî”den de ders aldı.
Ahmed b. Hanbel büyük bir
Hadis bilginidir. 40.000’den fazla hadis ihtiva eden “el-Müsned”i meşhurdur.
Hanbelî mezhebi Bağdat, Mısır, Suriye ve Hicaz’da yayılmıştır.
Ahmed b. Hanbel’in başlıca
kullandığı deliller Kitap ve Sünnet’tir. Kıyasa çok başvurmaz. İstihsan,
Mesalih-i Mürsele, Örf ve adete de pek başvurmaz.
ABBASİLERİN SONU VE SELÇUKLULAR DEVİNDE FIKIH(Duraklama Devri)
Merkezi otoritenin
sarsılması ve çeşitli İslam devletlerinin kurulması, aralarında barışıp
savaşmaları, bir çok fikir cereyanının İslam dünyasında doğup yayılması
olaylarına paralel olarak fikri hayat gelişme göstermiş, çeşitli ilimlerde
önemli gelişmeler kaydedilmiş, kültür zenginleşmiştir. Ancak fıkıh sahasında
önceki devirlere göre gelişme değil duraklama göze çarpmaktadır. Artık
meselelere çözüm ararken önceki üstad ve müçtehit imamların dedikleri
tekrarlanıyor, demedikleri hususlarda dediklerine bakılarak çözüm aranıyordu.
Bu yol taklit ruhunu geliştirmiş, taklitçilik faydasız münakaşalara yol açmış,
her ikisi birden mezhep taassubuna vücut vermiştir.
MOĞOL İSTİLASINDAN MECELLEYE
Moğalların 1258 yılında
Bağdatı işgal edip Abbasi devletini yılmasından, mecellenin tedvinine(1869)
kadar süren bu devrin özellikleri kısaca şöyledir.
-
Önceki
devirlerin aksine, bu devirde ilmi manada bilginler arasında irtibat kesilmiş,
herkes kendi kabuğuna çekilmiştir.
-
Hukuk
zihniyetini ve ilmini geliştiren müçtehit imamların kitapları yerine,
tartışmasız, hazır hükümleri en kısa yoldan nakleden, emeksiz kitaplar tercih
edilmiştir.
-
Meseleleri
detaylı kapsayan kitaplar yazılmaz olmuş, bunun yerine meseleleri bilmece
haline getiren muhtasar kitaplar ve metinler yazılmış, bunların anlaşılmaması
üzerine şerhler, haşiyeler, ta’likler yazılmış, mana ve muhteva üzerine kafa
yorma ikinci plana atılarak kelimelerle, ıstılahlarla meşgul olunmuştur.
-
İçtihat
yerine te’vil ve hile kapısı açılmış, hayatı fıkıh kitaplarına uydurmak için
dinin ruhuna aykırı yollara sapılmıştır. Faiz ve boşama konusundaki hile ve te’villeri
örnek olarak hatırlayabiliriz.
MECELLEDEN ZAMANIMIZA KADAR
19. Asırda islam
milletlerini uyandırmak, kaybettikleri maddi ve manevi değerleri yeniden elde etmelerini
sağlamak maksadıyla harekete geçen İslam münevverlerinin programlarında
içtihadın da önemli bir yeri bulunduğunu görmekteyiz. Öncelikle önceki
müçtehiterden istifade etmek, bu yol ile maksada ulaşılmadığı takdirde şura
içtihadı yolu ile boşlukları doldurmak hareketin öncülerince benimsenmiş,
tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Bu cereyan bizde mecellenin tedvininde
revaç bulmamış, mecelle yalnızca Hanefi mezhebinin içtihatlarına göre
hazırlanmıştır. Daha sonra çıkarılan Hukuku Aile Kararnamesin de ise diğer
mezheplerin görüşlerine de yer verilmiştir. Bu dönemde fıkıh sahasında yapılan
çalışmalar özetle;
-
Kanunlaştırma
hareketi başlamış ve gelişmiştir. İlk örneği mecelledir.
-
Hukuk
düşüncesini geliştiren, içtihat ruhunu besleyen, görüş ufkunu genişleten
eserler neşredilmiştir.
-
İslam
hukuku’nu bütün mezhep ve doktrinleriyle bir araya getirmeyi, kolayca istifade
edilir hale getirmeyi hedef alan çalışmalar yapılmıştır.
-
İslam
hukuku’nun çeşitli branşları ve meseleleri üzerinde tahlil, tenkit, mukayese ve
değerlendirmeler yapan içtihad mahsulü tez çalışmaları başlamış ve gelişmiştir.
-
Batılılar
İslam Hukuku’na yönelmişler, İslam Hukuku etüdlerini üniversite programlarına
almışlardır.
-
Doğuda
ve batıda İslam Hukuku meselelerini de içine alan ilmi toplantılar yapılmıştır.
DEĞERLENDİRME
Hz. Peygambere ilk vahiyle başlayan İslam dini,
çok kısa bir sürede çok geniş coğrafyalara intikal etmiş, milyonlarca insanın
hayat biçimini etkileyen hatta belirleyen bir unsur olmuştur. Çıkışından
itibaren hızlı bir şekilde gönüllere nüfuz eden ve beyinlerde fırtına koparan
Kur’an ve Sünnetten mülhem İslami bilimler oluşmakta, yeni usüller ortaya
konmaktaydı. İlk zamanlar karışık halde bulunan islami disiplinler zamanla
ayrışmaya başlamaktaydı. Hz. Peygamber zamanında insanların teşri ihtiyaçları
bizzat kendisi tarafından karşılanmakta idi. Sahabe döneminde ise hükümlerin
kaynağını Kur’an, Sünnet, Sahabe İçtihadı ve Diğer ilahi dinlerden edinilen
malumat oluşturmaktaydı. Hicri ikinci
asırdan itibaren, hadis ilminden müstakil olarak, tefsirlerin meydana geldiğini
görmekteyiz. Hz. Peygamber dönemi Tefsirin ilk merhalesi, tabiiler dönemi
ikinci merhalesi, tefsirde çeşitli yönlerin belirmeye başladığı tedvin dönemini
üçüncü merhale olarak görebiliriz.
Hz. Peygamberin sünneti daha çok semaen olmak üzere
titizlikle korunmuş, Kur’an’ın tamamlanmasıyla birlikte Tabiin döneminde
kitabeten de muhafaza altına alınmış idi. İslam beldelerinin genişlemesi,
değişik siyasi ve sosyal ortamların zuhur etmesi sonucu hadis uydurmacılığı
yaygınlaşmıştı. Bu ortamda, yani dört halife döneminde başlayıp sonraki yıllara
büyük itikadi mes’elelerin bırakıldığı, dolayısıyla mezheplerin oluşmaya
başladığı bu dönemde yaygınlaşan hadis vaz’ına engel olabilmek için İslam
bilginleri nakledilen hadis rivayetlerinin sahihini sahih olmayanından ayırt
etmek için yeni kriterler oluşturdular. İkinci asrın başlarından itibaren
sistemli bir hale giren cerh ve ta’dil hareketi Mustalahu’l-Hadis veya
Usulü’l-Hadis ilminin doğuşunu hazırlamıştır. Yine bu meyanda hadiste isnad
tatbiki ihdas olmuştur. Daha sonra sistemli bir toplama(tedvin) faaliyeti
birinci asrın sonları ile ikinci asrın başlarında gerçekleşmiştir. İlk zamanlar
gelişigüzel yapılan bu faaliyet, daha sonra yazılış şekline veya içeriğine göre
teğişik tasnif çeşitleri ile hadis kitapları oluşturuldu. Fıkıh usülü ilmi ise,
hicri ikince asrın sonlarında yani Hz. Peygamber, sahabe ve Tabiun
devirlerinden sonra ortaya çıkmış ilimlerdendir. Zira Hz. Peygamber devrinde
hükümler bizzat kendisinden öğreniliyordu. Yani hükümler ya Rasulullah’a
vahyedilen Kur’an ile ya da onun sünneti ile sabit oluyordu. Bu durumda bir
takım metod ve kurallar kullanma ihtiyacı duyulmuyordu. Hukukun yazıya ve
kitaba geçirilmesi manasında kullandığımız tedvin bu devirde ancak Kur’an-ı
Kerim için bahis mevzuudur. Hukuk’un ikinci kaynağı Sünnet, Kur’an ile
karışmasın diye yazdırılmamış, genellikle hafızalarda ve uygulamada muhafaza
edilmiş, bu arada Hz. Peygamberin izin verdiği bazı sahabiler tarafından yazıya
da geçirilmişti. İlk üç halife döneminde fetihler devam etmiş, son halife Hz.
Ali döneminde siyasi iç karışıklıklar zuhur bulmuştur. Bu karışıklık, önce
siyasi iken sonraları iman ve fıkıh düşüncesine de sıçrayan iki mezhep ortaya
çıkarmıştır. Şia ve Havariç.
Genç sahabe ile Tabiun’u içine alan Emeviler döneminde
islam ülkesinin sınırları bilhayli genişlemişti. Bu dönemde hadis rivayeti ve
hadis uydurmacılığı ortaya çıkmıştı. Bunu gören bilginler daha ziyade Medine de
toplanarak hem hadisleri, hem de bunların ışığında fıkıh kaidelerini tespit ve
tedvin etmeye koyuldular. Hicri dördüncü asırdan önce Müslümanlar, bu gün
bildiğimiz haliyle dört mezhebe bölünmemişlerdi. Bir çok müçtehit ve mezhep
vardı. İsteyen onlardan birini takip eder, isteyen hepsinden faydalanırdı. Müçtehitler
devrinde usulün de ortaya konması ihtiyacı doğdu ve bu alanda eserler yazıldı.
KAYNAKLAR
1- KARAMAN, Hayrettin, Anahatlarıyla
İslam Hukuku, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006
2- ŞABAN, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, T.D.V, Ankara, 2009
3- CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Tarihi,
4- CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Usulü, T.D.V, Ankara, 1995
5- KOÇYİĞİT, Talat, Hadis Tarihi, T.D.V, Ankara, 1998
Yüksek Lisans (Ders Dönemi )
Bugünün
tabiriyle İslami ilimlerin branşlaşması, Hz. Peygamberden sonra
gerçekleşmiştir. Çünkü dönemin insanları için Hz. Peygamber ve onun söz ve
davranışları etkili olmuştur. Ancak sonraki dönemler, ihtiyaca binaen beraberinde İslami ilimleri ve
bunlarda branşlaşmayı getirmiştir.
Hz.
Peygamber ve sahabe döneminde İslami ilimler tam anlamıyla belirgin değildir ve
bir minvalde devam etmiştir. Sahabeler, hem hadisçi hem de fakihtir. Ancak
zamanla ihtiyaca binaen İslami ilimler ve bunun alt dalları hasıl olmuştur.
Fıkıh, hadis, tefsir ve İslam tarihi vs. bunlardan bir kaçıdır.
Elbette
usul denilince ilk akla gelen hadis usulu, tefsir usulu ve fıkıh usulüdür.
Genel olarak Kur’an’daki ayetlerde söz konusu olan murad-ı ilahiyi anlama
hususunda gündeme gelmiştir. Sebebi nuzul olarak adlandırılan konusu öne
çıkmaktadır. Burada amaç, ayetlerin niçin indirildiği konusu üzerinde
durulmaktadır. Ayetlerin hayatın ihtiyaçlarına cevap verebilmesi de ve bu
doğrultuda Hz. Peygamberin tespitleri de hem tefsir usulünü hem fıkıh usulünü
hem de hadis usulunü gündeme getirmiştir.
Genel
olarak tefsir usulü, tabiin döneminde sistemini kurmuştur. Çünkü o döneme kadar
gerek dil birliğinin olması, gerek Hz. Peygamberin varlığı ve gerektiğinde ona
sorabilme, açıklamalarını dinleme fırsatının yakalanması, gerekse sahabe
döneminde Hz. Peygamberden ilim mirasını almış sahabelerin olması bunda etkili
olmuştur.
Genel
olarak tefsir ilmi, tabiun döneminde tedvin edilmiştir. Zira peygamberimiz ve
sahabenin büyük bir kısmı vefat etmiştir. İslam dini geniş topraklara yayılmıştır. Bu çerçevede farklı kültürlerin mensubu olan
insanların Kur’an’ı anlama ihtiyacı bu ilmi gerekli kılmıştır. O dönemin genel tefsir kaynakları, kuran,
hadis, sahabeden nakiller, icma ve yer yer rey olmuştur.
Fıkıh
usulü de temel olarak Hz. Peygamber dönemine dayanmaktadır. Gerçek anlamda sistemleşme ise, müçtehid
imamlar dönemine rastlamaktadır. Bu dönemden sonra içtihad dönemi neredeyse
bitmiş, artık taklit dönemi başlamıştır. Fıkıh usulüyle ameli meselelerden
hüküm çıkarma ve sosyal hayatı düzene koyma fırsatı elde edilmiştir. Burada
elbette temel kaynak kuran ve hadistir. Bu açıdan tefsir usulü, fıkıh usulü ve
hadis usulü aynı kaynaktan beslenmektedir ve birbirlerinden katkı almak
durumundadır. Zira hepsinin gayreti kuranı ve hadisi kısacası din-i İslamiyeyi
anlamak ve yaşamaktır.
Peygamber (S.A.S.)
devrinde Fıkhın Kaynakları Kur'ân, peygamber içtihadı/Sünnet,.
1. Sahabe Devri ki, Fıkhın Kaynakları Kur'an, Sünnet, İcmâ, ve
Rey/İctihaddır.
2. Tâbiûn Devri ki, Fıkhın kaynakları şunlardı Kitâb, Sünnet,
İcmâ, Sahabe Kavli ve Fetvaları yanında Rey'dir.
3. Müctehid
İmamlar Devri ki, bu devir islam ilimlerinin altın devri olarak bilinir.
4. Taklid Devri ki, bu devirde hocalara saygı, bazı
mezheplerin öne çıkması ve devlet erkanı tarafından bunların desteklenmesi,
mezheplerin görüşlerinin hüküm olarak tedvin edilmesi vs. söz konusudur.
5. Duraklama devri ki, metinin şerh, haşiye ve özet
mahiyetinde kitap yazma faaliyetlerinden söz edebiliriz.
6.
Kanunlaştırma
Devri ki, bu devir, 1851 maddelik Mecelle'nin tedvin edilmeğe başlandığı hicri
1286 yılından başlar, 1926 yılına kadar devam eder. ve 8. Uyanış devri ki,
çağımızın dönemidir diyebilmemiz mümkündür.
Sahabeler içerisinde fıkıh vs.
alanında şunlar öne çıkmıştır:
Mekke’de:
Hz. Ömer, Hz. Ebubekir Ve İbni Abbas
Medine’de:
Zeyd B. Sabit Ve İbni Ömer
Kufe’de
: Abdullah İbni Abbas.
Tabiun
döneminde : Medine’de Said b. Müseyyeb, Mekke’de Ata, İkrime; Kufe’de Alkame B.
Kays, İbrahim En-Nehai, Said B. Cübeyr.
Peygamber
döneminden sonra alimlerin çoğalması, Arap olmayanların da İslam dairesine
girmesiyle ilimler önce şahıslar adıyla anılırken sonra ekollere bölünmüştür.
İster tefsir, ister hadis ve ister fıkıh olsun hicaz ekolü- ırak ekolü; Hadis
Ekolü-Rey Ekolü; Küfe Ekolü ve Basra Ekolü diye anılmalara çokça
raslanılmaktadır. Her ekol kendi sistemini geliştirmiş ve ilim sahasında küçük ayrılıkçı tutumları saymazsak önemli
hizmetler sunmuştur.
Sonuç itibariyle
İslami ilimler içerisinde kur’anı anlama gayreti tefsir usulünü; hadisleri
anlama gayreti Hadis usülü; hayatı kuran ve hadis çerçevesinde düzenlemek adına
hüküm çıkarma gayreti fıkıh usülünü
gündeme getirmiştir. Elbette Kur’anı anlamak için Hz. Peygamberin söz ve
fiilerine ihtiyaç vardır (Hadis). Hayatı kuran çerçevesinde yorumlama ve
yaşamak için hem kur’ana (tefsir ) hem de Hz. Peygambere (hadis) muhtaç
durumdayız. Bu çerçevede yukarıda sayılan bu ilimlerin hepsi, genel olarak
birbirleriyle ilgili, birbirinden yararlanan ve insanın hizmetine sunan bir
misyon yüklenmiştir. Bunları birbirinden ayırt etmek mümkün değildir.
Mehmet UZUN: 19.12.2014
Doktora
14922717
TEFSİR
– HADİS - FIKIH İLİŞKİSİ
Herhangi
bir ilme başlamadan önce o ilim hakkında araştırmacının basiretli ve çalışmasında ciddiyet üzere
olabilmesi için üç şeyi bilmesi gerekir.
Tarif
(Tanım)
Mevzu
(Konu)
Gâye
(Amaç)
Biz
de bu prensipten yola çıkarak öncelikle bu üç ilmin tariflerin yaparak konuya
girelim
FIKHIN TARİFİ :
Lüğavi manada: Birşeyi anlayıp bilmektir.
Istılahi manada: Tafsilatlı
delillerden elde edilen amelle ilgili alakalı dini hükümleri bilmektir.Bu
ilimle uğraşanlara fahîh denir.
Edille-i Tafsiliyye : Edille-i
Şer’iyye’nin (Şer’i delillerin) cüziyatından ibaret olup,Edille-i Şer’iyye ise
dört kısımdır ;
Kitab
Sünnet
İcma
Kıyas
Edille-i Şer’iyye’nin birincisi
Kitap K.Kerim:
Yukarıda
zikredilen namazın farz olması,zinanın haram olması hükümleri,Edille-i
Şer’iyye’nin birincisi olan Kur’an ile sabittir.
Edille-i Şer’iyye’nin ikincisi olan sünnet :
Rasûlüllah (s.a.v) bir
hadis-i Şerif’inde ; “Altın ve ipek,ümmetimin kadınlarına helal,erkeklerine ise
haramdır.”
Edille-i Şer’iyye’nin üçüncüsü olan İcma:
Satıcı
ile müşteri arasında icab,kabul (yani ; sattım,satın aldım gibi herhangi bir
sözlü muamele) bulunmaksızın yapılan alış-veriş’in geçerli olduğuna alimler
icma (söz birliği) etmişlerdir.
Edille-i Şer’iyye’nin
döndüncüsü olan Kıyas:
Bira ve viski gibi hakkında nass olmayan
içeceklerin,iskar anlamında hakkında nas (ayet) olan şaraba kıyas
edilmeleriyle haramlılığının kendilerinde sabit olması.
Fıkıh
ilminin konusu ise ;
“Ya
namaz gibi yapılması veya mal gasbetme gibi terkedilmesi istenen yada yemek
yemek gibi serbest bırakılan mükelleflerin fiilidir.”
Mükellef : İşlerine dini
sorumluluklar yüklenen akıllı ve baliğ kişidir.
Hüküm : Allah’ın
hitabı ile sabit olan sıfattır.
FIKHIN FAİDESİ :
Dünya ahiret saadetine ermektir.Dünyada
saadete nail olma,cehalet uçurumundan ilmin doruğuna ulaşmakla ve Allah’ın
rızasına uygun şekilde amel yapmaya ve insanların lehine,aleyhine olan şeyleri
(o insanlara) beyan etmeye güç getirmek ile gerçekleşir.Ahiret saadetine nail
olmak ise,ebedi nimetlere mazhar olmakla gerçekleşir.
Hadîsin lügat ve ıstılah manâsı:
Lügat yönünden;
kadim (eski) in zıddı cedtd (yeni) manâsına
gelen hadîs, aynı zamanda haber manâsına da gelir ve bu kelimeden müştak bazı
fiiller, haber vermek, tebliğ ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır.
Istılahı
manada tarif;
Hazreti
Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur; bu bakımdan kelime,
aynı manâda kullanılan sünnetin müradifidir . Bazı hadîs
uleması ise, hadis lafzım, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe
ve tâbi-ûndan nakledilen mevfküf ve
maktü haberlere de ıtlak
etmişlerdir;
Hadis İlminin konusu ve Faidesi:
Hazreti Peygamberin görevi, genel manâda ve
İslâm'ın koyduğu prensipler çerçevesi içinde, insanları tek Allah inancına
davetten ibarettir. Bir bakıma bu görev, kendisinden önce gelmiş geçmiş
peygamberlerin görevlerinden farklı değildir. Bununla beraber görevin
yürütülüşü yönünden diğerler-rinden ayrılan pek çok noktaları bulunduğuna da
şüphe yoktur. Bu ayrılığın mühim bir kısmı, ona inzal olunan Kur'ân cihetinden
gelir. Filhakika Allah Ta'âlâ, Hazreti Peygamberi, Kur'âm Kerîmi tebliğ etmekle
görevlendirmiş ve bu hususta ona şu emri vermiştir:
TEFSİR BİLİMİNİN
TANIMI VE AMACI
Tefsir kelimesi
Arapçada, izhar etmek, keşfetmek, kapalı bir şeyi açmak anlamına gelen
“fesr” veya benzer bir anlam sahip “sefr” kelimesinden türetilmiştir.
Terim olarak tefsir,
yorum anlamında “Allah’ın kelamını açıklamak” veya “müşkül olan lafızdan
murad edilen şeyi keşfetmek” demektir. Tefsir ilmi ise; Kur’an-ı Kerim’in
ayetlerini insanların anlayabileceği şekilde açıklayan, ayetlerde geçen kapalı
lafızları çözüp izah eden ilimdir.
Tefsir ile meşgul
olmak, Kuranı anlama gayreti ve çabası içinde bulunmak birçok ayette müminlere
tavsiye edilen bir husustur.
Müslümanların ilk ve
temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Bu sebeple onun açıklanması ve anlaşılması
Müslümanlar için son derece önemlidir.
Kur’an-ı Kerim’i
açıklayan ilk kişi Peygamber Efendimizdir. İlk kuşaklardan itibaren
Kur’an’ın anlaşılması için çeşitli yöntemler geliştirilmiş ve kitaplar
yazılmıştır. İşte Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması için geliştirilen bu ilim
dalına ‘tefsir’ adı verilmiştir.
Kur’an’ı tefsir edene müfessir denir. Hz.
Peygamber devrinden bu güne, yüz binlerce müfessir Kur’an’ı tefsire
çalışmışlardır. Bunların bir kısmı baştan sona Kur’an’ı yorumlamış, bir kısmı
ise, ahkâm ayetleri, tasavvufi ayetler gibi belli konularda yoruma
çalışmışlardır. “Kur’anî bilgiyi bir denize benzetecek olursak, her müfessir
kendi kabı nispetinde ondan su alabilmekte veya taşıyabilmektedir.
T efsir ilmi, Kur’an-ı
Kerimi açıklayan bir ilim olarak diğer dini ilimlere kaynaklık eder. Bu açıdan
diğer dini ilimlerin anlaşılmasında tefsir ilminin önemli bir yeri vardır. Aynı
zamanda tefsir ilmi de ayetlerin daha iyi anlaşılması konusunda özellikle hadis
ilminden, dil ilimlerinden ve tarih ilminden yararlanır.
a. Hadis İlmiyle
İlgisi: Peygamberimizin hadisleri, Kur’an’ın tefsirinde özellikle şu iki yönden
öneme sahiptir:
Birincisi: Kur’an-ı
Kerim’de yer alan ilahî emirlerin pek çoğu, ayrıntılı olarak belirtilmemiştir.
Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de, “namazın, vakitli olarak farz kılındığı”4 bildirilmiş,
ancak bu vakitlerin belirlenmesini, namazın nasıl kılınacağını, rekatlarının
sayılarını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) açıklamış ve uygulamasını da yaparak
Müslümanlara öğretmiştir. Namazın kılınışını öğrettikten sonra da:
“Ben namazı nasıl
kılıyorsam, siz de öyle kılın.” buyurmuştur.
kincisi: Hadisler,
aynı zamanda Kur’an’ın mutlak olan bazı hükümlerini kayıt (şart) altına alır ve
sınırlandırır; umum ifade eden ayetlerini de hususîleştirir. Örneğin; Kur’an,
kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınları açıkladıktan sonra:
“… Bunlardan başkası
size helal kılındı.”7 buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) de:
“Bir kadın; halası, teyzesi, erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı
üzerine nikâhlanamaz.”8 hadisi ile Kur’an’ın hükmünü tahsis
etmiştir
b. Fıkıhla ilgisi: Ana kaynağı Kur’an olan
fıkıh, hükümlerini ortaya koyarken tefsirden yararlanır. Tefsir ilmi, Kur’an’ın
tamamını ayet ayet, ayetleri de kelime kelime ele alıp belirli usul ve kurallar
dâhilinde inceler; ayetlerin nüzul sebeplerini ortaya koyar. Bu şekilde,
Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin ihtiva ettikleri anlamları geniş bir biçimde
açıklar. Bu inceleme ve açıklamalarda verilen bilgiler ve ayetler üzerinde
yapılan yorumlar fıkhı hükümlerin tespiti açısından çok önemlidir. Fıkıh ilmi
Kuran’ın hukuk ve ibadet ile ilgili ayetlerini yorumlar.
Bu imlerin yanında ;Tarih ve Dil
ilimleriyle ve Akaid ve Kelamla gibi
ilimlerle iç içe olup hedefleri Allah'ın bizlere iletmek istedikleri mesajları
en iyi şekilde bizlere ulaşmasını sağlamaktır.
KAYNAKÇA
Tefsir Tarihi, Prof.Dr.
İsmail Cerrahoğlu, Fecr yayınları , Ankara 2010
Hadis Usûlü, Talât Koçyiğit, A.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, Ank.
1993
Hadislerle İslam, Komisyon, Hadislerle İslam, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2013
Miftâhu-s-Saâde, Taşköprüzâde,
Daru'l-Kütübü'l-Ilmiyye, Lübnan,1985
ABDULKADİR DEMİR
14922701 Doktora
Mukayeseli Tarihler/Usuller Kıraati Hülasası
Nedir?
(Bu konuda önce hadis, fıkıh ve tefsir
tarihlerini kısaca özetleyerek işe başlamak istedim. Kütüphanemdeki bu alanda
yazılmış olan eserleri okudum. Sonra özetlerini çıkardım. En sonda da genel
olarak bir değerlendirme yaptım.)
A- HADİS TARİHİ:
Hadis, bir sözün, bir hareketin, bir takririn veya bir sıfatın Rasül-i
Ekrem’e izafesidir.[1] Şeyhu’l-İslam İbnu Hacer Askalani: Şeriat
örfünde hadisten maksat Rasul-i Ekrem’e izafe edilen şeylerdir.[2] Hadis sözünü bizzat peygamber efendimiz de
kendi sözü için kullanmıştır.[3]
Hadis tabirinin tanımı yapılırken haber, eser ve kudsi hadis tabirlerinin de
hadis tabiri ile ilgilerinden bahsedilmiştir.
a. Hadisin Tedvini:
Hadisler Hz. Peyamber döneminde yeterli derecede tedvin
edilememiştir. Çünkü sahabeler arasında
okuma yazma bilen insan sayısı yeterli düzeyde değildi. Yazı malzemesi yeterli
değildi. Ashab-ı kiramın çoğu Kur’an’ı ezberlemeye ve yazmaya ağırlık vermiştir.
Hz. Peygamberin hadisleri sayılamayacak kadar çoktu. Çünkü o her hadise ile ilgili bir şey
söylüyor, her danışana bir cevap veriyor ve Kur’an’ın ayetlerini de izah
ediyordu. Ancak sahabe-i kiramdan bir
kısmı, Rasul-i Ekrem’den duyduklarının çoğunu bazen de hepsini yazmak için
büyük bir arzu duydular.
Vahiy asrının başlangıcında Kur’an’la karışma endişesinden dolayı
hadislerin yazılması, kaydedilmesi yasaklanmıştı. Vahiylerin büyük bir bölümü indirildikten ve
vahiy katipleri ile diğer bazı Müslümanlar tarafından yazılması ve ezberlenmesi
sebebiyle ortadan kalkan bu sakınca nedeniyle Hz. Peygamber kendi sözlerinin
yazılmasına izin hatta (hususi ezin) ve emir vermiştir.
b. Hz. Peygamber Zamanında Yazılan Sahifeler:
Bazı sahabelerin Hz. Peygamberin hayatında birtakım hadisleri
yazdıkları kesin olarak bilinmektedir.
Hatta bu konudaki umumi yasak kalktıktan sonra bir çok sahabe topladığı
hadisleri yazmışlardır. Bu yazılan
sahifeler hakkında birtakım sağlam ya da zayıf bir takım bilgilere sahip olmakla
beraber bu sayfaların izlerine rastlayamıyoruz.
Tirmizi, Buhari gibi hadis imamlarının verdikleri bilgilere göre bazı
hadis sahifeleri şunlardır.
Sa’d bin Ubade el-Ensari, Abdullah bin Ebi Evfa, Semure b.
Cündü,(v.60), Cabir b. Abdillah (v. 78), Abdullah b. Abbas (v.69), Ebu Hureyre
(v. 58, Bu sahife Hemmam b. Münebbih yoluyla bize kadar ulaşmıştır). Abdullah
b. Amr b. As (v. 65). Asrı saadette
yazılan sahifelerin en meşhuru Abdullah b. Amr b. As’ın bizzat Rasulüllah’tan
yazarak topladığı Sahife-i Sadıka’dır.
c. Hulefa-i Raşidin Devri:
Bu dönemde de durum pek değişmemiştir. Halifeler asr-ı saadetteki
sahabe kardeşleri gibi hadislerin şifahi rivayetine önem veriyor, yazılmasına
muhalefet ediyorlardı. Hz. Ömer,
hadislerin tedvinine karar verdikten sonra bu karardan caymıştı. Ancak ashap
ile istişare ettikten ve bir süre düşündükten sonra “Allah’a yemin ederim ki,
ben O’nun kitabını bir şey ile asla karıştırmam” diyerek hadisleri yazma
işinden vazgeçmiştir. Ancak daha sonraları bazı sahabelerin hadislerin
yazılmasını tavsiye hatta açık açık emrettiklerini görmekteyiz. O dönemdeki bu
endişenin ve işi sıkı tutmanın nedeni, hadislerin Kur’an’la karışma
endişesidir.
d. Tabiin ve Tebe-i
Tabiin Dönemi.
Tabiin devrinde büyük, küçük, orta yaşta tabilerin hadislerin
yazılmasına karşı oldukları hususunda bir çok rivayetle karşılaşırız. Bir
müddet sonra da onların çoğunun bu konuda anlayışlı davrandıklarını, hadislerin
yazılmasına cevaz verdiklerini veya buna teşvik ettiklerini görürüz. Orta yaşlı
tabiiler döneminde hadislerin yazılması “resmi” bir iş durumuna gelmiştir.
Hicri 1. Yüzyılın sonlarına kadar devam eden büyük tabiiler devrinde
birçokları hadislerin yazılmasına muhalefet etmiştir. Bunun nedenlerinden biri
de kendi şahsi fikirlerinin yayılmaya başlaması idi. Kendilerinden hadis
yazanların onun bir tarafına da kendi görüşlerini ve fikirlerini yazmalarından
korkmaları idi.
Ömer b. Abdülaziz (v. 101)
müttaki bir halife olarak tanınırdı. Kendi hilafeti zamanında ilmin yok olup
alimlerin zeval bulması endişesinden dolayı resmi olarak hadislerin tedvini
için emir vermiştir. Halife Ömer b. Abdülaziz’in bu emrini Ebu Bekir b.
Hazm’dır. Ancak halife bu çalışmayı göremeden vefat etmiştir.[4]
Orta yaşlı tabiiler hadis uyduranların icad ettikleri sözlerden
sakındırıp dururken, tabiinin son tabakası, çeşitli fırka ve partileri takviye
etmek maksadıyla uydurulmuş sözlerle karşılaştılar. Hadis metinlerini bu
pervasız insanların oyuncağı olmaktan korumak için kendi asırlarında hadis
tedvinini geliştirip yaymaya başladılar. Bu dönemdeki tedvinin özelliği, hadislerin
çoğunlukla sahabe ve tabiinin fetvalarıyla karışık bulunmasıdır. Medine imamı Malik b. Enes’in (v.179)
Muvatta’ı böyledir.
Hicri 2. Yüzyılın başında tebei-t tabiin devrinde alimler, sahabe ve
tabiinin fetvalarından arındırılmış sadece sünnete tahsis edilmiş eserler
meydana getirmeye çalışmışlardır. Bunlardan ilki Ebu Davut et-Tayalisi (v. 204)
dir. Ahmed b. Hanbel’in (v. 241) Müsned’i bu konuda yapılan çalışmaların en
yeterli ve en geniş olanı olarak kabul edilmektedir.
Bablara göre tasnif edilmiş olarak sırf sahih hadislerden oluşan
eserler etbau etbau tabiin döneminde tedvin edilmişlerdir. Kütüb-i sitte diye
anılan eserler de bu devirde meydana getirilmiştir.
Rivayet asrı olarak bilinen bu çağdan sonra gelenlerin yaptığı iş ise
meşhur sahih hadis kitaplarını tezhip, şerh ve ihtisar etmek olmuştur.[5]
Hadisin tedvini sırasında elbette ki bir takım zorluklarla
karşılaşılmış ve bu konularda da tedbir almak icap etmiştir. Hadis tedvini ve
tahsili için yapılan yolculuklar, hadis alınan kişilerle ilgili yaşanan
sıkıntılar ve alınan önlemler sonradan “Hadis Usulü” diye adlandırılacak olan
sahaya yol açmışlardır. Gerek hadislerin çeşitli yönleri itibariyle
gruplandırılması, gerekse “cerh ve ta’dil” denilen usulün disipline edilmesi
hep bu dönemin ürünleridir.
Günümüzde ise teknolojinin de yardımıyla ve oluşturulacak güçlü ve
donanımlı bir ekip maharetiyle artık hadislerin tertip, düzen ve ayıklanma
çalışması ile lafız, mana, rivayet ve hüküm açısından değerleri ortaya konulmalıdır.
B- FIKIH TARİHİ:
Fıkıh tarihi deyimiyle vahiy asrından (610-632) başlayıp, günümüze kadar devam eden
İslam dininin teşri süreci kastedilmektedir. Konuya önce fıkhın tanımı ile
başlayıp sonra da tarihi süreç üzerinden değerlendirme yapılarak konu
açıklanacaktır.
Fıkhın Tanımı: Fıkıh, sözlükte bilmek ve anlamak demektir. Terim
olarak ise; “mükelleflerin yapıp etmelerine ilişkin olarak sabit olan şer’i
hükümleri bilmek” olarak tanımlanmıştır.[6]
Başlangıçta
fıkıh olarak bilinen bu ilim sahası daha sonraları İslam Hukuku şeklinde
değerlendirilmeye başlanmıştır. Fıkıh tarihi genel olarak altı devir şeklinde
ele alınarak işlenmiştir. Bunlar, Hazret-i Peygamber devri, Büyük yaştaki
sahâbîler devri (hicrî 11-40 yılları arası), Küçük yaştaki sahâbîler devri
(hicrî 41-100 yılları arası), Sünnet ve fıkhın tedvin edildiği, Cumhurun takdir
ettiği büyük imamların ve müctehidlerin çıktığı devir (hicrî II. asrın
başından, IV. asır ortalarına kadar), mezheplerin yerleştiği, âlimleri
tarafından desteklendiği, münazara ve ilmî mücâdelelerin yaygınlaştığı devir
(hicrî IV. asrın başlangıcından, Moğol vâlisi Hülâgu’nun Bağdad'ı istilâ edip,
Abbâsî devletinin yıkıldığı 656/1258 tarihine kadar), bugüne kadar devam eden
sırf taklid devri.[7]
Prof. Dr.
Ekrem Buğra Ekinci de bu tasnifi şöyle yapmaktadır: Hazret-i Peygamber Devri,
Sahâbe-i Kirâm Devri, Tâbiîn Devri, Mezheblerin Teşekkülü Devri, Taklid Devri,
Taknin Devri.[8]
1.
Dönem: Hz. Peygamber Dönemi:
İslâm
hukukunun teşekkül (teşri’) tarihinde en önemli devir Asr-ı Saadet veya Asr-ı
Nebevî de denilen vahy devridir. Çünkü bu devir, İslâm hukukunun aslî
kaynakları olan Kur’an-ı kerîmin nâzil olduğu ve Hazret-i Peygamber’in
sünnetini izhar ederek bir takım emir ve nehyler (yasaklar) getirdiği bir
devirdir.[9]
Hazret-i
Muhammed’e 40 yaşında iken Cebrâil ismindeki melek vâsıtasıyla ilk vahy gelmiş
ve kendisine peygamber olduğu bildirilerek yakın çevresine bunu tebliğ etmesi
emrolunmuştur.[10]
Hz.
Muhammed’e ilk vahiy, Hira mağarasında doğnumunun 40. Yılı Ramazan ayının 17.
Gecesi indi. Son ayet ise, doğumunun 63. Ve H. 10. Yılı Zilhicce’nin 9. Haccı
Ekber günü indi.[11]
Hazret-i
Peygamber’in vahye muhatab olduğu yaklaşık 23 senenin (M. 610-632 22 yıl, 2 ay,
2 gün) ilk 13 senesi Mekke’de geçmiştir ve bu devrede gelen âyetlerin hemen tamamı,
daha ziyade inanç esasları ile kısâs ve ahbâra (kıssa ve haberlere, yani
geçmişte cereyan eden ve gelecekte cereyan edecek hâdiselere) dairdir. Bu
devrede inen âyetlerin pek azı ahkâm ile alâkalıdır ve bunların da büyük
çoğunluğu ibâdete ait ve bir kısmı da umumî (küllî) hükümlerdi.
Hz. Muhammed
ve Mekke’li Müslümanlar 622 yılında eski adıyla Yesrip, yeni adıyla Medine’ye
hicret etmiş ve orada yeni bir dönem başlamıştır. (Doğumunun 54. Yılı, Rebiül
Evvel başlangıcından 63. Yılı Zilhicce’nin 9. Gününe kadar, toplam 9 yıl, 9 ay
ve 9 gündür.) Bundan sonra Medine, müslümanların giderek çoğaldığı bir şehir
oldu. Böylece bu yeni müslüman cemiyetinin ve devletinin ihtiyaç duyduğu hukukî
hükümler birer birer vaz’edilmeye başlandı. İşte bu devirde bir taraftan
ibâdetlerle ilgili hükümlerin vaz’ edilmesi sürerken, diğer bir taraftan da
İslâm fıkhının sosyal yönü ağır basan aile, miras, savaş, alış-veriş, ceza,
muhakeme hukukuna dar hükümler konulmuştur. Hazret-i Peygamber aynı zamanda bir
devlet reisi, başhâkim ve ordu kumandanı olmak itibariyle, devlet idare etmiş,
savaşmış, elçi göndermiş, yabancı elçileri kabul etmiş, sulh anlaşması yapmış,
dâvâ dinlemiş ve hüküm vermiştir3. İşte bu sahalardaki söz ve fiillerinin
hepsi, İslâm esas teşkilat, idare, kazâ, harb ve milletlerarası hukukunun
hükümlerine esas teşkil etmiştir.
Bu devirde
teşri’ usûlleri şöyleydi: Birincisi, bir hâdise vuku’ bulur, bunun hükmü
Hazret-i Peygamber’den sorulurdu. Böyle bir soruya muhatab olan Hazret-i
Peygamber önce vahy beklerdi. Bu meselenin hükmü kendisine açıkça veya mânâ
olarak vahyedilince, O da bunu Eshâbına bildirirdi. Vahyin açıkça bildirilenine
âyet, mânâ olarak bildirilenine ise sünnet denir.
Eğer bu
bekleme neticesinde bir hüküm gelmezse bu takdirde Hazret-i Peygamber ictihad
ederdi. Bu ictihadlarında yanılabilmesi câiz ise de, devamlı vahyin kontrolünde
bulunması itibariyle aslâ yanlışlık üzere kalmaz; bir hatâ varsa vahy yoluyla bildirilirdi. Bedr esirleri kıssası buna
misaldir.
Hazret-i
Peygamber, Kur’an âyetlerinin sebeb-i nüzûlünü, nâsih ve mensûhunu, bunlardan
hükümlerin suret-i istinbatını, Eshâbına izah ve beyan ederdi. Bunlar da,
Hazret-i Peygamber’den aldıkları hükümleri talebelerine rivâyet ettiler. Bunlar
da kendilerinden sonra gelenlere talim ve tebliğ ederek kitaplara geçmesini
sağladılar. Böylece “ilim, sudûrdan, sutûra intikal etmiş oldu”.
Bazen de hiç
bir hâdise vuku’bulmadan zamanı geldikçe bir meselenin hükmü bildirilirdi. Bu
zamanın takdiri elbette şâri’e (kanun koyucuya) aitti. Bu hükümler, İslâm
cemiyetinin nihayete kadar karşılaşacakları meselelerin hal tarzlarıdır.
Kur’an-ı
kerîm yaklaşık 23 senede indirilmiştir. Sünnet de bu zaman zarfında sâdır
olmuştur. Bu sebeple nassların bir kısmında hüküm birden değil, tedricen vaz
edilmiştir. Şarabın yasaklanması, zinâ edenlere verilecek cezâlar, kocası ölmüş
kadının iddeti gibi hususlarda da böyle bir tedricîlik vardır.
Vahy devrinde
İslâm hukukunun delilleri tam olarak konulmuş; ne eksik, ne de fazla bir şey
söylenmiştir.
Vahy devriyle
alâkalı mühim bir husus da neshtir. Kur’an-ı kerîmin bazı âyetleri ile,
Hazret-i Peygamber’in bazı tatbikatı muvakkaten vaz’ edilmiştir. Nesh, bu
muvakkat hükümlerin mer’iyet (yürürlük) zamanının bittiğini haber vermek
demektir. Nesh dört türlü olmuştur.
1.Kur’an-ı
kerîm ile konulan bazı hükümler, yine Kur’an-ı kerîmin başka hükümleri ile
neshedilmiştir.
2.Sünnet-i
nebevî ile sâbit olan hükümler, yine başka bir sünnet ile neshedilmiştir.
3.Sünnet ile
sâbit bir hüküm, Kur’an-ı kerîm ile neshedilmiştir.
4.Kur’an-ı
kerîm ile sâbit bir hüküm, sünnet-i nebevî ile neshedilmiştir.
Hazret-İ
Peygamberin İctihadları
Vahy devrinin
bir hususiyeti, bizzat Hazret-i Peygamber’in vahy gelmeyen hususlarda ictihadda
bulunması ve eshâbına da bu yolda izin vermesidir. Hazret-i Peygamber hukukî
ihtilaflar söz konusu olduğunda hâkim sıfatıyla hükümler verirdi. Zamanla bu
gibi işler çoğalınca eshâbından hâkimler tayin etmiştir. Bunlar kendi
ictihadlarıyla hüküm vermişler, Hazret-i Peygamber de bunu tasvib etmiştir.
Sahâbe-i
kirâmdan Hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman bin Avf, Abdullah bin
Mes'ud, Mu'az bin Cebel, Huzeyfe bin Yemân, Ukbe bin Âmir, Amr bin el-Âs, Zeyd
bin Sâbit, Ebu'd-Derdâ, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Selmân-ı Fârisî, Ammar bin Yâser ve
Übeyy bin Kâ’b gibi önde gelenler, Hazret-i Peygamber zamanında ictihad ederek
fetvâ ve hüküm vermişlerdir. Hazret-i Peygamber de bunların hükümlerini
reddetmemiştir. Çünki bunların hepsi bizzat kendi öğrettiklerine dayanmaktaydı.
Hukuk
Kaynağı Olarak Hazret-İ Peygamberin Hanımları
Hazret-i
Peygamberin hanımları (zevcât-ı tâhirât), keskin zekâları, derin firâsetleri
ile Hazret-i Peygamberin ibâdetleri ve ev içindeki hareketlerini haber vermenin
yanında; bilhassa âile ve miras hukukunun teşekkülünde çok mühim bir rol
oynamışlardır.
Hazret-i
Peygamber’in vefatından sonra ezvâc-ı tâhirât, Sahâbe ve Tâbiîn fukahâsının
sual mercii olmuş; bilhassa müşkil âyet-i kerîmelerin mânâlarının izahı ve
Hazret-i Peygamber’in muayyen hususlardaki tatbikatı, bu hanımlara sorularak
öğrenilebilmiştir.
2. Dönem:
Sahabe-i Kiram (Büyük Sahabeler Devri H. 11-40) Devri.
Bu dönemde
bazı siyasi olaylar gerçekleşir. Şöyleki: Rasülullah’ın vefatı üzerine Hz. Ebu
Bekir halife seçilir. Bir takım irtidat hadiseleri görülür ve halifenin kararlı
tutumuyla bertaraf edilir. Hz. Ömer halife seçilir. Doğuda Bizans zeptedilir,
batıda Mısır İslam ülkesine katılır, kuzeyde Suriye ve Ermenistan şehirlerine
hakim olunur. Arap olmayan bir çok topluluk gruplar halinde Müslüman olur. Daha sonra Hz. Osman halife seçilir. Doğuda
ve batıda fütühat devam eder. Ancak onun şehit edilmesi fütühatı frenler ve
Müslümanların birlik ve beraberliğine gölge düşürür. İslam alemi tek merkez
(Medine) yerine Şam ve Kufe olmak üzere iki merkezden yönetilmeye başlanır. Sıffin
savaşı vuku bulur. Yahudiler ve Müslümanların arasına sokulan münafıklar
Müslümanların üç siyasi gruba ayrılmalarında etkili olmuşlardır. Cumhur,
Şiiler, hariciler. Bu fırkaların İslam
teşriinde özel bir tesiri vardır.[12]
Kur’an bir
Mushaf haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Kur’an rivayetleri ile karışmaması
için özellikle ilk dönemlerde hadis rivayetleri hoş karşılanmamış ya da çok
temkinli davranılmıştır. Zorunlu durumlarda iki şahidin şehadetiyle rivayeti
sabit olan hadisler üzerinde durulmuştur.
Kitap ve
sünnetten şer’i hükümleri çıkarmak işiyle pek uğraşılmıyor ve geliştirilmesine
çalışılmıyordu. Bir meselenin sorulması ya da bir olay vuku bulması halinde
ilgili şer’i hüküm kitap ve sünnetten çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu sebepledir ki büyük sahabeler devrine ait
olup da bize ulaşan fetvalar azdır. Olay önce Kur’an’da arıştırılmış onda bir
cevap bulunamamışsa sünnete müracaat edilmiştir. Re’yle hükmetmekle beraber ashap, bundan pek
hoşlanmazdı.
Bu devirde
fetva verenleri şöylece sıralayabilir. Dört halife, Abdullah ibn Mes’ud, Ebu
Musa el-Eş’ari, Muaz ibn Cebel, Ubeyy b. Kab ve Zeyd b. Zabit’tir. Bunlar
arasında en çok fetva verenler, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abudllah b. Mes’ud ve
Zeyd b. Sabit’tir. Zeyd b. Sabit
özellikle feraiz konusunda çok fetva vermiştir.
3.
Dönem: Küçük Yaştaki Sahabiler (Tabiin – Tebei Tabiin) Devri. (H. 41-100)
Bu devirde
çok sayıda siyasi olay vuku bulmuştur. Müslümanlar arasındaki bölünmeler ve üç
siyasi fırkanın (Ehli sünnet, havariç, Şia) zuhuru daha belirgin hale
gelmiştir. Dönemin sonlarına doğru bir çok olaylar ve isyanlar çıkmıştır.
İsyanlar bastırılmış ise de Emevi devletinin yıkılması yerine Abbasi devletinin
kurulması çalışmaları gizlice sürdürülmüştür. Bu durumun teşri faaliyeti
üzerinde büyük tesiri olmuştur.
Oluşan bu
siyasi gruplar kaynakların kullanılması konusunda özellikle de sünnetin
(hadisin) kullanılmasında diğer gruplara mensup Müslümanların sözlerine ve
görüşlerine itibar etmezlerdi. Ehli sünnet ise sahih olmak kaydıyla bu
nakilleri kabul etmiştir.
Büyük
şehirlere yerleşen sahabelerin yanında yetişen tabiiler de fetva vermeye
başlamışlardır. Hadis rivayeti çok yaygınlaşmış, rastgele hadis rivayeti
engelleri kalkmıştır. Uydurma hadisler ve bu hadisleri rivayet eden kişiler ortaya
çıkmıştır. Bazı sahabelere isnad edilen hadis sahifelerinin olduğu
bilinmektedir. Ancak bu sahifelerin hepsini içine alan bir kitap yoktu ve
bunlar toplu halde değillerdi.
Bu devrin bir
başka özelliği Arap ırkından olmayan bir çok İslam aliminin yetişmesidir. Arap
ırkına mensup olmayan Müslümanlara mevali denirdi. Kur’an ve sünnet ilmi mevali
arasında süratle yayıldı. Büyük alimler yetişti. Abdullah b. Abbas’ın mevlası
İkrime, Abdullah b. Ömer’in mevlası Nafi, Enes b. Malik’in mevlası Muhammed b.
Sirin, Ebu Hureyre’nin mevlası Abdullah b. Hürmüz el-A’rec bunlara birer
örnektir.
Hadis ve Re’y
arasında niza’ çıkması ve her iki delilin yetkili İslam Uleması arasında
taraftar bulması da bu dönemin özelliklerinden birisidir. Böylece hadis ehli ve
re’y ehli diye iki grup fıkıhçı meydana gelmiştir. Hicaz alimlerinin çoğu ehli
hadis, Irak alimlerinin çoğu ehli re’y idi. Irak’ın önde gelen fıkıhçılarından
Ebu Hanife’nin üstadı Hammad b. Ebu Süleyman’ın hocası İbrahim b. Yezid
en-Nehai (Kufeli) Irak fıkıhçılarından re’y ve kıyasta en çok meşhur olanlardın
biriydi.
Fıkıh bu
devirde layık olduğu tedvin ve tertip derecesini alamamıştır. Çünkü müctehitler
için ışık tutacak bir takım kaideler henüz oluşmamıştır. Ancak bu dönemde
Medine, Mekke, Basra, Kufe, Yemen, Şam, Mısır ehlinden bazı meşhur müftüleri
şöyle sıralamak mümkündür. Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre (Medine),
Abdullah b. Abbas b. Abdülmuttelip, İkrime Mevla İbn Abbas, Ata b. Ebi Rebah
Mevla Kureyş (Mekke), Alkame b. Kays en-Nehai, Mesruk b. El-Ecda’ el-Hamedani,
Şüreyh b. El-Haris el-Kindi (Kufe), Enes b. Malik el-Ensari, Muhammed b. Sirin
Mevla Enes b. Malik, Katade b. Diame ed-Devsi (Basra), Abdurrahman b. Ganim
el-Eş’ari, Kubeyse b. Züeyb, Mekhul b. Ebi Müslim, Ömer b. Abdülaziz b. Mervan
(Şam), Abdullah b. Amr b. el-As, Ebul-Hayr Mersed b. Abdullah el-Yezeni
(Mısır), Tavus b. Keysan el-Cündi, Vehb b. Münebbeh es-Sanani (Yemen).
4.
Dönem: Müctehitler (Mezheplerin Teşekkülü) Devri.
Bu devirdeki
teşri hicri ikinci asrın başından dördüncü arsın ortalarına kadardır. Sünnet ve
fıkhın tedvini ile cumhurun takdir ettiği büyük imamların ve müçtehitlerin
çıktığı devirdir. Emevilerin dönemi bitmiş yerine Abbasiler hilafeti
devralmışlardır. Emevilerin ileri gelenlerinden birisi Endülüs’e giderek burada
bağımsız bir devlet kurdu. Böylece ilk defa İslam devleti ve ülkesi fiilen
ikiye bölünmüş oldu. Hicri 132 de devleti Emeviler’den devralan Abbasiler hicri
330 tarihlerine gelindiğinde gücünü ve hakimiyetini yitirmiş sadece ismi kalmış
idi. Yönetim Türk, Acem, Deylem ve Berberiler arasında dağılmıştı.
Bu devirde
Bağdat şehri kuruldu ve merkez olarak kullanıldı. Endülüs Emevileri Kurtuba
şehrini merkez olarak kullandılar. Kirvan (Afrika), Fustat (Mısır), Dımeşk
(Şam), Kufe, Basra, Merv, Nisabur önemli ilim merkezlerindendi. Bu merkezler
aynı zamanda ticaret, sanat ve ziraat alanlarında da büyük gelişmeler sağlamış
şehirlerdi.
Üçüncü devrin
sonlarından itibaren ilmi hareketler başlamıştı. Bu devirde ise neşv-ü nema bularak büyük bir
gelişme kaydetmiştir. Bu iki sebebe bağlanabilir: Birincisi; Arap olmayan milletlerin
(Türkler, İranlılar, Mısırlılar…) İslam dinini kabul etmesidir. İkincisi de; bu
devrin başlarından itibaren Farsça kitapların Arapçaya tercüme edilmesidir. Bu
eserler geniş çapta yayımlanarak kelamcıların bilgilerinin oluşmasında büyük
tesirler meydana getirmiştir.
Diğer
taraftan bu devirde Kur’an nüshaları her tarafa yayılmış ve aynı zamanda her
tarafta hafızlar yetiştirilmiştir. Bu
durum farklı bölgelerde farklı kıraatlerin oluşmasına da zemin
hazırlamıştır. Mesela; Medine’de Nafi’
bin Ebi Naim Mevla Caune, Mekke’de Abdullah b. Kesir Mevla Amr b. Alkame,
Basra’da Ebu Amr b. el-Ala el-Mazini, Şam’da Abdullah b. Amir, Kufe’de Ebu
Bekir Asım b. Emi-n Necud, Hamza b. Habib ez-Zeyyad, Ebu’l Hasan Ali b. Hamza
el-Kisai Mevla Beni Esed. Kurra-i Seb’a diye meşhur olanlar bunlardır.
Sünnetin tasnif ve tedvini de bu devirde (aynı
konu hakkındaki hadislerin bir araya toplanıp yazılması) öne çıkan
hususlardandır. Yapılan ilk çalışmalarda hadisler sahabiler ve tabilerin
sözleriyle karışık bir durumda yer alıyordu. Daha sonraki hadis tedvincileri
yeni bir metotla sadece Rasülullah’ın hadislerini yazmayı uygun buldular. Bu
çalışmada ortaya çıkan eserlere Müsned adı verildi. Daha sonra da seçme hadis yazma dönemi
başlamıştır. Sahihayn, kütübi sitte gibi eserler bu dönemin ürünleridir. Sünnet
müstakil bir ilim haline gelmiş, cerh ve tadil ricali oluşmuştur.
Bu devrin
dikkat çeken özelliklerinden birisi de şer’i hükümlerin çıkarıldığı usül ve
kaynaklar hakkında (özellikle de sünnetin kaynak olma durumu) fıkıhçılar
arasında çıkar çetin tartışmalardır. Fıkhın kaynağı olma konusunda kıyas, icma,
re’y ve istihsan da tartışma konusu yapılmıştır. Diğer taraftan usul-i fıkhın
tedvini, fıkhi ıstılahların tedvini, üstünlükleri cumhur tarafından kabul
edilen seçkin fıkıhçıların ortaya çıkması, mezheplerin tedvini ve etrafa
yayılması da bu dönemde olmuştur. Ebu
Hanife (80-150), Malik b. Enes b. Ebi Amir (93-179), eş-Şafii (150-204), Ahmet
b. Hanbel (164-241), Şiilerin imamları (Hasan b. Ali b. Hasan b.Yesid b. Ömer
b. Ali,Hasan b. Zeyd b. Muhammed b. İsmail b. Hasan b. Zeyd.), mensupları
kalmamış mezhep imamları (Ebu Amir Abdurrahman b. Muhammed el-Evzai (88-157),
Zahiri lakabıyla meşhur Ebu Süleyman Davud b. Ali b. Halef el-İsbehani (202-?),
Ebu Ca’fer Muhammed bin Cerir et-Taberi (224-?). Haricileri de burada zikretmek
gerekir.
Fıkhi
Mezheplerin görüşlerini içeren ahkama ait kitaplar da bu devirde tedvin
edilmiştir.
5.
Dönem: Taklit Devri.
Bu devir
hicri 4. Asırdan başlar Abbasi devletinin yıkılışı olan 657 tarihine kadar (M.
13.14. asırlar) devam eder. Mezheplerin yerleştiği, alimler tarafından
desteklendiği, münazara ve ilmi münakaşaların yaygınlaştığı bir devirdir.
Taklid; şer’i
hükümleri muayyen bir imamdan almak ve onun fetvalarına dinin esasları imiş
gibi uymak gerekliliğini duymaktır. Önceki devirlerde fıkıhçılar kitap ve
sünnetle iştiğal ederlerken bu devrin fıkıhçıları muayyen bir imamın
kitaplarıyla iştiğal ederek o imamın çıkardığı hükümleri, metot ve yöntemlerini
öğrenmeye gayret etmişlerdir. İmamın verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi
kendileri için caiz görmezlerdi. Bu dönemde taklid ruhunun yaygınlaşmasında şu
sebepler etkili olmuş olabilir. İmamların yetiştirmiş oldukları alimlerin bu
devirde bulunmuş olmaları, kadılık meselesi (kadılara karşı olan güvenin
azalması neticesinde onların belli bir mezhebe göre hüküm verme lüzumunun
hissedilmiş olması),bazı mezheplerin tedvin edilmiş ve gelişmiş olması.
Bu devrin
özelliklerinden birisi de münazara ve mücadelenin yaygınlaşmış olmasıdır. Hemen hemen bütün belli başlı büyük şehirlerde
sık sık toplantılar düzenlenir o yerin iki büyük alimi arasında münazara tertip
edilirdi. Münazara kaideleri hakkında kitapları telif edilmiş ve bu iş bir ilim
dalı haline dönüşmüştür.
Şia
mezhepleri olan Zeydiyye ve İmamiyye’ye ek olarak İsmailiyye mezhebi
kurulmuştur. Bu dönemin fıkıhçılarından bazıları şunlardır: Hanefilerden; Ebul
Hasan Ubydullah b. el-Hasan el-Kerhi (h.260-340), Ebul Leys Nasr b. Muhammed
es-Semerkandi (?-373), Ebul Hasan Ahmet b. el-Kuduri el-Bağdadi (h. ?-427),
Malikilerden; Muhammed b. Yahya b. Lübabe el-Endülisi (H.?-326), İsmail b.
Mekki el-Avfi (h. ?-581). Şafiilerden; Ebu ishak İbrahim b. Ahmet el-Meruzi
(h.?-340), Ebul Hasan Ali b. Muhmmed el-Maverdi (H.?-350).
6.
Dönem: Taknin ya da Sırf Taklid Devri.
Hicri 657’den
bu güne kadar devam eden devirdir. Bu devrin siyasi durumuna baktığımızda büyük
ve köklü bir ırka mensup olan Türklerin İslam ülkelerine hakim olduğunu, hemen
hemen her tarafta devlet idaresini ellerine geçirdiklerini görüyoruz. Avrupanın
büyük bir bölümünün onların ellerine geçmesi, İstanbul’un fethi, Bağdat’ın
Mısır’ın yönetimini ellerine almaları, hilafeti Kahire’den İstanbul’a
taşımaları, Endülüs medeniyetinin sona ermesi gibi olaylar bu dönemde
yaşanmıştır.
İctihat
meselesi bu devirde duraklamıştır. Bu devirde yetişen alimler taklit prensibine
sımsıkı sarılmaktan başka bir şey yapmamışlardır. İctihat kapısının kapandığı
ifade edilmiş, bu sürede daha önceden yazılmış olan kitaplara müracaat etmekle
yetinilmiştir.
Bu dönemde
ilimler sahasında, özellikle de dini ilimler sahasında bir gerileme
başlamıştır. Bunun sebepleri şöylece sıralanabilir: İslam alimleri arasında
olması gereken irtibatın kesilmesi (ayrı ayrı yerlerde oturmaları
sebebiyle). İmamların eserleriyle
aradaki bağların kesilmiş olması. Eserlerin yeterince okunup mütalaa
edilmemesi, değer görmemesi ve öğretim sistemi.
Muhtasar yani
kısaltma çalışmaları da bu dönemin önemli özelliklerinden birisidir. Kısaltma
yapılan eserler bazen bilmeceye dönüşmüşlerdir.[13]
C- TEFSİR
TARİHİ:
Tefsir
kelimesi lügatta فسر veya سفر köklerinden تفعيل
vezninde bir masdardır. Fesr, beyan etmek,
keşfetmek, izhar etmek ve üzerine kapalı bir şeyi açmak gibi manalara
gelir. Istılah olarak ise, “müşkil olan
lafızdan murad edilen şeyi keşfetmektir” diye tarif edilmiştir. Bu kapalılık
kelamın sahibinden bir beyana muhtaç
olur. Onun için hakiki tefsir, Allah ve Rasülünün beyanı ile yapılandır. Bu
anlamın dışındakiler te’vil içerisinde mütalaa edilirler.
Tefsirin yanı sıra kullanılan bir
başka kelime Te’vil’dir. Te’vil
kelimesinin aslı geri dönmektir. Tef’il kalıbında olunca, açıklamak, beyan,
tefsir, izah, terceme, netice gibi anlamlarda kullanılır. Istılah olarak ise, zahiri mutabık olan
manayı iki ihtimalden birine reddetmektir.[14]
Tefsir tarihi Kur’an vahyinin tek muhatabı olması hasebiyle doğal olarak
Hz. Muhammed (sa.v.) ile başlar. Sahabe ve Tabiinle devam ederek günümüze kadar
ulaşır.
1. Dönem: Hz. Peygamber Zamanında Tefsir:
Kur’an, ümmi olan Hz. Peygamber’e Arap dili ve üslubu ile nazil
olmuştur. O da nazil olan bu vahyin garaz ve maksadına tabi olarak anlıyordu.
Onu Kur’an tefsirine sevk eden en büyük amil, şüphesiz İslamiyetin
kendisinden olan emridir. Çünkü Kur’an kendisi üzerinde düşünülmeyi istemiş, kapalı
olan bir ayet, başka bir yerde açıklığa kavuşturulmuş ve peygamberini tebliğ ve
teybinle mükellef kılmıştır. Bu nedenle Hz. Peygamber devrinde tefsirin iki
önemli kaynağı, Kur’anı Kerim ve Hz. Muhammed’in kendisi olmuştur.[15] Buna kısaca Kur’anın
Kur’anla tefsiri ve Sünnetin Kur’anı tefsiri diyebiliriz.
Hz. Peygamberin tefsir örneklerinden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:
a) Fatiha suresinde geçen (Mağdubi aleyhim..) ve (Ed-Dallin) kavramları ile
ilgili olarak birincisinden Yahudilerin, ikincisinden de hristiyanların anlaşılması
gerektiği yönündeki rivayet. b) Bakara
238. Ayette geçen “Salat-ül Vusta” nın ikindi namazı olarak açıklanması. c) Bakara 187 de geçen “beyaz iplik-siyah
iplik meselesi” bu ayetin zahirinde olduğu gibi iki farklı renkteki ipliklerin
birbirinden ayırt edilmesi değil, karanlık ile aydınlığın birbirinden ayıt
edilebilecek duruma gelmesi şeklindeki açıklaması.
Bu dönemin özelliği, Kur’an’ın ilk muhatapları olan insanların kendi
anadilleriyle indirilmiş olan bu kitabı, onun niyet ve maksadını anlayabiliyor
olmalarıdır. Anlayamadıkları kısımları da bu konuda en yetkili zat olan Hz.
Peygambere soruyorlardı. Onların sorularına cevap vermek, anlaşılmayanı
anlaşılır hale getirmek zaten onun peygamberlik vazifesinin gereğidir. Ancak
Hz. Peygamberin yaptığı tefsirde müteahhirun ulemasının yaptığı gibi bir tefsir
aranmaz. Onda şeriat ve ahkamda Allah’ın muradını beyan vardır. Müteahhirun
uleması ise, tefsirinde lügat, beyan ve daha pek çok husus vardır. [16]
2. Dönem: Sahabe Devrinde Tefsir.
Hz. Peygamberden sonra Tefsirde en yetkili kişiler doğal olarak
sahabelerdir. Çünkü onlar nüzul asrını en yakından yaşamış, bizzat olayların
içinde yer almış insanlardır. Ancak Hz. Peygamberden sonra ortaya çıkan
durumlar ve sorulara çözüm bulma görev ve sorumluluğu da onlarındır.
Bu dönemde tefsirde belli başlı dört kaynaktan faydalanılmıştır. Bunlar;
Kur’an’ı Kerim, Hz. Peygamberin sünneti, İctihad - Re’y ve diğer ilahi kitaplar ve ehl-i kitaba
müracaattır. Sahabenin tefsir ilmi açısından önemlerini şu iki sebeple açıklayabiliriz.
Bunlardan birincisi sarsılmaz mutlak imanları, ikincisi de hadise ve sebepleri
müşahede edip, hadiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleridir. Bütün
sahabelerin Kur’an’ı icmalen ve tafsilen aynı ölçüde anlamaları mümkün
olamazdı.
Hz. Peygamberin vefatından sonra Kur’an’ın tefsirinin yapılıp
yapılmaması konusunda bazı sahabeler “bu iş Allah adına söz söylemek gibi bir
mana içermektedir” düşüncesiyle yüklenecekleri mesuliyet bakımından
kaçınmışlardır. Ancak kendilerine yöneltilen soruları, ortaya çıkan problemleri
de karşılıksız bırakamazlardı. Sahabenin tefsirinden bazı örnekleri şöylece
verebiliriz. a) Bakara suresi 183-184-185. Ayetlerde bahsi geçen oruç tutması
gerekenlerin durumu ile ilgili olarak “yutıgunehu” – (güç yetiremeyenler)
kelimesi bazı sahabeler tarafından tam anlaşılamamış ve oruç güç gelen kimseler
fidye vermek suretiyle orucu terk etmişlerdir. Bundan sonra nazil olan “Sizden
bu ayı idrak eden onda oruç tutsun…” ve devamındaki ayetler inip oruç
hakkındaki hükümler tamamlanmıştır. Bu durumda önceki ayet mensuh mudur, değil
midir konusu tartışılmıştır. İbn Abbas ve İbn Ömer bu konuda farklı görüşlere
sahiplerdir. b) Enfal 22. Ayette geçen sağır ve dilsizlik halinden
bahsedilmektedir. Burada anlaşılması gereken ruhen sağır ve dilsiz
olmaktır. Ancaka İbn Abbas bu şahısları
Kureyş’in bir kolu olan Abdu’d-Dar oğullarından bir gruba tahsis etmektedir.
Böylece Bedir harbinde Abdu’d-dar oğullarının oynadıkları rolün ehemmiyetini
bildirmektedir. c) Rahman 29. Ayetini “Allah her gün veya her an bir hal ve iş
(şe’n) dedir.” Ebu’ Derda yaşayışındaki
zühd ve takva ile açıklamaya çalışmıştır. Yani, O sadece günahları mağfiret
buyurmak, sıkıntıları açmak ve bazılarını yükseltip bazılarını olduğu yerde
bırakmak O’nun şanındandır, diye izah etmiştir. Halbuki bu işlerden başka diğer
bütün işler bu ayetin muhtevası içine
girebilmektedir.
Sahabenin tefsirdeki metoduna gelince, onlar bunu Hz. Peygamberden
işittikleriyle ya da kendi içtihatlarıyla yapmışlardır. Kendi içtihatlarıyla
yaptıkları tefsirlerde sahabenin kültür bakımından birbirinden farklı olmaları,
Kur’an’ın kendine has bazı özellikleri ihtiva etmesi, Arap dilinin konuşma dili
olarak zenginliği, fakat yazı dili olarak nakta ve harekeden mahrum oluşu gibi
sebepler bu konuda bazı ihtilaflara yol açmıştır. Konuyu özetlemek gerekirse
sahabe asrında yapılan tefsir tedvin edilmemiştir. Sahabe Kur’an’ı tamamen ve
sıra ile tefsir etmemiştir. Aralarındaki
ihtilaf tezat ihtilafı değil nev’i ihtilafıdır. İcmali mana ile yetinilmiştir.
Ahkam ayetlerinden istinbatlar fazla yapılmamıştır. Bu konuda şöhret kazanan
bazı sahabeler şunlardır: Ali b. Ebi Talip (ö. 40/661), Abdullah b. Mes’ud
(ö.32/652), Ubeyy b. Ka’b (ö. 19/640), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687-688), Ebu
Musa’l Eş’ari (ö. 44/664), Zeyd b. Sabit (ö.45/665), Abdullah b. Zübeyir (ö.
73/692). Banların dışında bazı sahabelerden de tefsir rivayetleri gelmişse de diğerlerine nisbeten
daha azdır.[17]
3. Dönem: Tabiiler Devrinde Tefsir.
Tabiin döneminde İslam Devletinin sınırları genişlediği ve farklı
milletlerden insanlar İslam dinine girdikleri için ortaya çıkan yeni sorunlar
da olunca ictihat fikri ön plana çıkıyordu. Çünkü daha önceden İslam’da revaçta
olan ilim ve maarif, Kur’an’ın hıfz ve tefsiri, hadislerin isnad ve hıfzından
ibaretti. Bunlarla meşgul olanların çoğu
da mevalidendi.
Tabiiler tefsiri sahabeden duyma yoluyla nakletmişlerdir. Hakkında bu
yolla alınan bilgi olmayan konularda ise içtihatlarına müracaat etmişlerdir.
Rey ile tefsir faaliyeti sahabe döneminde de vardı. Ancak tabiiler döneminde bu
daha açık ve belirgin olarak görülmektedir.
Diğer taraftan farklı dil, kültür ve medeniyetlerin etkisiyle tefsirde
israiliyat olarak bilinen şeyler de ortaya çıkmıştır. Arap dilinin mazbut bir
gramerinin bulunmaması sebebiyle kelime iştikaklarında hatalar ortaya
çıkmıştır.
Tabiiler rey ile yaptıkları tefsirlerde kendi fikirleriyle birlikte,
yaşadıkları cemiyetin fikri tasavvurlarını, örf ve adetlerini, ön yargılarını
da sosyal bir vakıa olarak aksettirmişlerdir. Anlayış farklarının tefsir
hareketinde meydana getirdiği çeşitli görüşlerin en mühimlerinden biri, belki
de en önemlisi İsrailiyattır.
İlk defa sahabe devrinde girmeye başlayan israiliyat, tabiiler ve daha
sonraki nesiller döneminde, ehli kitaptan çok sayıda kimsenin Müslüman olmasıyla
geniş boyutlara ulaşmıştır. Tabiiler döneminde ehli kitaptan alınanlar sahabeye
göre daha çok olmuştur. Çünkü bu dönemde Kur’an’ı baştan sona kadar tefsir
etmeye çalışan kişiler, arada oluşan boşlukları Yahudi ve Hristiyan haberleri
ile doldurma yoluna gitmişlerdir.
Bu dönemin önemli hadiselerinden birisi de ilim medreselerinin teşekkül
etmeye başlamış olmasıdır. İslam topraklarının genişlemesiyle etrafa dağlan
sahabeler gittikleri yerlerde insanlara bildiklerini anlatmışlar, tabiiler de
öğrendiklerini kendilerinden sonrakilere nakletmişlerdir. İşte tam bu noktada
ilim medreseleri oluşmaya başlamıştır. Tefsir sahasında Mekke, Medine ve Irak
medreseleri meşhur olmuştur.
Tabiilerin tefsiri ile sahabenin tefsirleri arasında şu farklardan söz
edilebilir. Sahabeler Kur’an’ın tamamının tefsirini yapmadılar, muğlak, kapalı
ve anlaşılması zor olan yerleri açıklamaya, iniş sebeplerine vakıf oldukları
ayetleri sebeple hüküm arasında bir münasebet tesis ederek açıklığa
kavuşturdular. Tabiiler ise Kur’an’ın bütün ayetlerini tefsir eder duruma
gelmişlerdir. Sahabeler döneminde Kur’an’ın manalarının anlaşılması konusunda
ihtilaflar çok değildi. Tabiiler devrinde ise bu ihtilaflar çoğalmaya
başlamıştır. Sahabeler ayetlerin icmali bilgileriyle yetinirken daha sonra her
ayet ve her kelime için tefsirler yapılmaya başlanmıştır. Sahabeler döneminde
mezheplere bağlı ihtilaflar neredeyse hiç yokken, tabiiler döneminde böyle bir
durum ortaya çıkmış ve yaygınlaşmıştır. Sahabe devrinde tefsir tedvin
edilmemiştir, tabiin devrinde ise tedvin işine başlanmıştır. İlk devirlerde
tefsir, hadis ilmi içinde mütalaa edilirken daha sonra müstakil tefsir
kitapları meydana getirilmeye başlanmıştır. Yine ilk devirlerde kitap ehline
müracaat azdı. Daha sonraki dönemlerde bunda ciddi artışlar olmuştur.[18]
Tabiinin bazı müfessirlerini şöylece sıralayabiliriz: Medine Medresesi:
Hocası Sahabeden Ubey b. Ka’b,
Tabiinden, Ebu’l Aliye er-Riyahi (ö.90), Muhammed b. Ka’b el-Kurezi (ö.
118). Irak Medresesi: Hocası Sahabeden Abdullah b. Mes’ud, Tabiinden, Alkame b.
Kays (ö. 62), Hasan el Basri (ö. 110)Mekke Medresesi: Hocası sahabeden Abdullah
b. Abbas, Tabiinden Said b. Cübeyr (ö. 95), Mücahid b. Cebir (ö. 103), İkrime
(ö. 105), Tavus b. Keysan (ö. 106). Diğer önde gelen tabiun müfessirleri: Muhammed
b. Sirin (ö. 105), Süddi el Kebir (ö. 127).
4. Tabiiler Devrinden Sonraki Dönem.
Tabiun döneminde tefsir ilminin tedvinine başlanmış ve yazılı bir temele
oturmuştu. Ancak bu dönemde yazılan tefsirlerin hiç biri bugün elimizde mevcut
değildir. Tabiundan sonraki devirlerde de bu çalışmalar devam etmiş, fakat bu
eserlerin de çok azı elimize ulaşabilmiştir. Bugün elimizde olan ve Kur’an’ın
baştan sona tefsirini ifade eden en eski eser Mukatil b. Süleyman
(ö.150/767)’ın eseridir. Siyasi fikirleri yüzünden çokça eleştirilen Mukatil,
Mücahit ve Dahhak vasıtasıyla ibni Abbas’ın talebesidir. Siyasi açıdan
Zeydiyye, kelam yönünden Mürcie olduğu, Müşebbihe fırkasının önemli bir
kanadının önde gelenlerinden olduğu söylenir. Onun haberleri Buhari ve Nesai
tarafından kabul edilmez, Ebu Davud metruk olduğunu söyler, Ahmed b. Hanbel ise
onun tefsir yönünü kabul eder.
Bu alandaki bir diğer tefsir Ali b. Ebi Talha (ö. 143/760)’nın tefsir
sahifesidir. Bu eserin el yazmaları günümüze ulaşamamıştır. Buhari, Taberi, İbn
ebi Hatim ve İbnül Münzir gibi önemli şahsiyetler bu eserden nakillerde
bulunmuşlardır.
Süfyan b. Said es-Sevri (ö. 161/778)nin tefsiri de önemli eserlerden
biridir. Es-Sevri Kufe’nin sika muhaddislerinden olan Said b. Mesruk’un
oğludur. Kitabüt Tefsir adlı eseri 1965 yılında bir cilt halinde Hindistan’ın
Rampor şehrinde basılmıştır. Bundan başka Yahya b. Sellam (ö.200/815)’ın eseri,
Abdurrezzak b. Hemmam (ö.21/827)’ın tefsiri örnek olarak verilebilir.
Hicri ikinci asrın başından itibaren başka milletlerin İslam dinine
girmeleri, Arapçayı öğrenmeleri ile birlikte Arap dili filolojisi gelişmeye
başlamıştır. Arap grameri hakkında eserler yazılmaya başlanmıştır. Arap dilinin
önemli bir kaynağı olan Kur’an da bu
açıdan değerlendirilmeye tabi tutulmuş, onun üzerinde dilbilimsel çalışmalar
yapılmıştır. Garib’ül Kur’an, Me’an’il Kur’an, Mecaz’ül Kur’an adlı eserler bunlara
birer örnek sayılabilirler. Bu eserler Kur’an’ın bütün ayetleri üzerinde tek
tek durmamışlar, mecaz, i’rab gibi hususlar yanında garip lafızları konu
edinmişlerdir. Genel olar lügavi (filolojik) tefsirler de denen bu çalışmaların
pek azı günümüze ulaşabilmiştir.
El-Ferra (ö.207/822)’ın Me’an’il Kur’an’ı, Ebu Ubeyde (ö.210/825)’nin
Mecaz’ül Kur’an’ı, İbn Kuteybe (ö.276/889)’nin Te’vil’ü Müşkil’il Kur’an’ı bu
çalışmalara örnek olarak zikredilebilir.[19]
İslamda tefsir hareketlerine hız veren amillerden biri ve belki de en
mühimi, İslam’ın birinci asrından itibaren gerek dini ve gerekse siyasi bir
anlayışla zuhur etmeye başlayan fırkalar olmuştur. Bu fırkalar gittikleri yolun
doğruluğunu isbat için Kur’an’a başvuruyorlardı. Bu fırkalar üzerinde yabancı
tesirler de eksik değildi. Ancak fırkalaşmada rol oynayan asıl sebep İslam’ı
anlayış biçimidir.
İslam’daki fırkaların fikirler birkaç kısma ayrılır. Bunlar, içtimaiyat,
iman, siyaset ve ahlaktır. Bunların hepsi Kur’an’a kendi akidesi açısından
bakmış ve onu o şekilde yorumlamıştır. Dolayısıyla da her fırkanın bir tefsiri
olmuştur denebilir. Ancak fırkalara ait bu tefsirlerden elimizde olanlar fazla
değildir. Bu fırkalar ve tefsirleri genel olarak Mutezile, Şia ve Hariciler
olarak değerlendirilmiştir.
Bunlardan Mutezile, Hişam b. Abdilmelik zamanında yaşamış olan Vasıl b.
Ata (ö.80/131)’nın mezhebidir. Emeviler döneminde çıkmış ancak Abbasiler
döneminde İslam fikriyatını meşgul eden bir fırka olmuştur. Akıcılığı esas
almışlar ve selef yolunun bir çok esaslarını tanımamışlardır. Mutezilede usulü
hamse denilen beş esas vardır. Bunlar, tevhit, adl, va’d ve vaid, elmenzile
beynel menzileteyn, emri bil maruf nehyi anil münker. Abdülcebbar b. Ahmed’in
“Tenzih’ül Kur’an Ani’l Matain ve Meteşabihil Kur’an’ı, Zemahşeri’nin Keşfüz
Zünun’u, bu alanda yazılmış tefsirlerden iki tanesidir.
Şia’ya gelince, onlar Hz. Peygamber’in vefatından sonra İmametin Hz.
Ali’ye ait olduğuna ve hilafete de en layık olanın Ali olduğuna inanan
fırkadır. Siyasi bir görüşle ortaya çıkmıştır ve İslam’ın ilk
mezheplerindendir. Şia mezhep ve akide
yönünden pek çok gruplara ayrılmıştır. Aralarındaki ihtilaf genellikle iki
esasta toplanabilir. A.Hilafete Ali daha layıktır, diğer halifelerin durumunu
tayin etmek. B. Hz. Ali’den sonra gelen oğullarının ve torunlarının hangisinin
imamete daha layık olduğu meselesidir. Şia her devirde siyasi bir fırka olarak
görünmüş ve gayesine ulaşabilmek için “takiyye” esasına riayet etmiştir.
İsmailiyye, İmamiyye, Zeydiyye gibi kolları vardır.
Haricilere gelince onlar da Şiilik gibi Hz. Ali zamanında bir mezhep
olarak ortaya çıkmış siyasi fırkalardan biridir. Şia’nın bir aksülameli olarak
görülebilir. Çeşitli görüşleri bakımından 20’ye yakın hizbe ayrılırlar.
Bunlardan en meşhur olan dört tanesi şunlardır. Ezarika, Necedat, Sufriyye,
İbadiyye. Hariciler, nassların zahiri
ile iktifa eden, akidelerine sağlam bir
şekilde bağlı olan kişilerdir. Diğerlerinde olduğu gibi bunların tefsirlerinden
de elimize ulaşan olmamıştır. Bu konuda örnek olarak, Abdurrahman b. Rüstem
el-Farisi ve eseri, Hud b. Muhakkem el-Huvvari, Ebu Ya’kup Yusuf b. İbrahim
el-Vercülani ve eserinden söz edilebilir.[20]
D. Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihi Okumaları Değerlendirmesi.
Buraya kadar çok kısa bir şekilde özetin özetini vermeye çalıştığımız
Tefsir, Hadis ve Fıkıh Tarihi ile ilgili olarak genel bir değerlendirme
yapmamız gerekirse şunları söylemek mümkün olabilir.
İndirilmeye başlandığı günden bugüne yaklaşık 1400 yıl geçmiş olan
Kur’an, gerek bir bütünlük içinde, gerekse ayrı ayrı bilim dallarının konusu
olarak incelendiğinde elde edilen en önemli sonuç, onun kendinden önceki ilahi
kitapların karşı karşıya kaldığı değiştirilme ya da kaybolma gibi bir durumla
karşılaşmadan Allah’tan indirildiği gibi ve orjinal şekliyle elimizde bulunuyor
olmasıdır. Bu durum, onun insanlığa
rehber ve hidayet kaynağı olması, dünya ve ahiret hayatının anlam kazanması, en
mükerrem varlık olarak yaratılan insanın mahiyetinin ve sorumluluğunun
anlaşılması, fıtri ve tabii kanunların çözülmesi, gerçek mutluluğun insan oğluna
gösterilmesi, var oluşun gizemlerinin açığa çıkarılması ve benzeri daha
insanların çözmeye çalıştığı pek çok konuda en güvenilir, en doğru ve en
orijinal bir kaynak olduğunu, insanlığın en çok onu okuması, anlaması ve tetkik
etmesi gerektiği sonucunu doğurmaktadır.
İnsanlık için böylesine önemli olan bu Yüce ve Kutlu kitap için, onun
anlaşılması ve insanlara hidayet kaynağı olarak hizmet vermesi için tarihi
süreçte onunla ilgili olarak Tefsir, Hadis ve Fıkıh ilimleri başta olmak üzere
Temel İslami Bilimler diyebileceğimiz belli başlı ilimlerde çok yönlü ve
derinlemesine çalışmalar yapılmış, bu konuda usuller, yöntemler belirlenmiş,
örnekler tespit edilmiş, kıyaslamalar yapılmış ve sahanın uzmanları görüşlerini
ortaya koymuşlar, görüş birliğine varmışlar ya da ayrı düşmüşler. Ama bütün bu
çalışmalar sırf Kur’an’ın doğru biçimde anlaşılabilmesi ve insanlara
anlatılabilmesi, hayata doğru ışık tutmasının sağlanabilmesi uğruna
yapılmıştır.
Bu çalışmaların ilki doğal olarak vahiy asrında ve vahiy sürecinde yapılmıştır. Vahyin
tesbiti, muhafazası ve korunmasına yönelik olarak yapılmış olan bu çalışmalarda
zaman zaman vahyin peygamberin sözleriyle karışmaması, ilahi kelam ile beşeri
kelamın karışmaması için önlemler alınmış, peygamberin sözlerinin yazılması bir
süreliğine yasaklanmıştır. Nassın
tesbitinde olması gereken çok önemli bir durumdu bu. Gerçi vahyin anlaşılması
ve yorumlanması bakımından peygamberin sözleri ve davranışları da çok büyük bir
öneme sahipti. Ancak nassın tesbitinde problem olması durumunda peygamberin
sözlerinin ve davranışlarının da çok fazla bir önemi kalmamış olacaktı. Bu
sebeple vahyin ilk tesbiti sırasında peygamberin sözlerinin yazılması
yasaklanmış ancak durum olgunlaştıktan ve meseleler ayırt edilebilecek duruma
geldikten sonra bu yasak kaldırılmıştır.
Kur’an’ın anlaşılmasına yönelik çalışmalar hep rivayet yoluyla
olduğundan, yani Allah Rasülü’nün vahiy ve onun anlaşılmasına yönelik söylediği
şeylerin tesbiti ve nakli bakımından hadis ilmi öne çıkmaktadır. Çünkü ilk
zamanlar meseleler Allah Rasülü’nün söz, davranış ve onaylarının tesbiti
esasına dayalıydı. O hayatta iken sorular ona soruluyor ve alınan cevaplar
herkes için bağlayıcı bir özelliğe sahip bulunuyordu. Ancak her müslümanan her
an peygamberin yanında bulunması her şeyi bizzat ondan görmesi ve duyması
mümkün olmadığından onu görenlerin ve onun sözlerini duyanların bunları
diğerlerine aktarması söz konusu idi. İşte tam burada rivayet ya da nakil
dediğimiz yöntem devreye girmekte ve önemi ortaya çıkmaktadır. Bu konuda
insanların akıl, zeka, ahlak ve yaşayışları ile bilgileri önem kazanmaktadır.
Hz. Peygamber hayatta iken, vahiy süreci devam ederken Kur’an’ın
anlaşılmasında çok ciddi problemler yaşanmamaktaydı. Çünkü inen vahiyler
muhatapların konuştukları yaşayan dilde indiriliyor ve onlar neredeyse bunun
tamamını anlıyorlardı. Özellik arzeden durumlar olduğunda da peygambere
sorularak cevabı alınıyordu. Ancak Hz. Peygamberin vefatından sonra hem yeni
Müslüman olan farklı dil, ırk, kültür ve bölge insanlarının getirdiği sorular,
hem de ortaya çıkan yeni sorunlar nedeniyle yaşama ışık tutma, hayatı İslami
açıdan yaşanır biçimde tutabilmek için vahiy asrındaki söz, fiil ve takrirlerin
kaydı, tetkiki, tahkiki, tefsiri söz konusu olmuştur. Bu çerçevede hicri
birinci asırdan itibaren sahabelerin de desteğiyle hadis, fıkıh ve tefsir
sahasındaki görüşler yavaş yavaş kendini ortaya koymaya başlamış ve din
bilimlerinin tedvini diyebileceğimiz çalışmalar söz konusu olmuştur. Artık
tefsir ve fıkıh hadisten ayrılmaya ve kendi sahifelerini ve eserlerini
belirlemeye başlamıştır. Diğer taraftan rivayetlerin sıhhat derecesi açısından
rical ilmi, cerh-tadil gibi çalışmalara ihtiyaç duyulmuştur. Daha Hz. Peygamber
döneminde başlayan yalancı peygamber çıkışları, irtidat olayları, İslam
kültürünün başka kültürlerle karşılaşması, başka kültürlere mensup insanların
Müslüman olması, yaşanın bazı siyasi olaylar ve bu olaylara bağlı yapılan yorumlar
gibi durumlar nedeniyle rivayetlerin sıhhat durumunun tesbiti çok ciddi önem
kazanmıştır. Bu dönemde esbab-ı nüzul, sebeb-i vürudu hadis, vahiy sürecinde
yaşananların sebep ve sonuçlarının tespiti, bunların yeni hükümler çıkarmada
kullanılması, ekollerin oluşumunda büyük etkiye sahip olmuştur.
Hicri ikinci asırdan itibaren artık bütün yönleriyle Temel İslam
Bilimleri diye isimlendirdiğimiz bilim dalları teşekkül etmiştir. Ancak tarihin
acı gerçeklerinden biri olarak karşımızda duran bir hakikat olarak ne yazık ki
o eserlerden çok azı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu dönemde yaşanan siyasi
olayların da etkisiyle kendini gösteren fırkalar, mezhep hareketleri, yapılan
çalışmaların önünde hem engel hem de teşvik edici unsur olarak yer almıştır.
Artık, hadis, tefsir, fıkıh hatta kelam bilim alanları olarak temeyyüz etmiş,
medrese türü çalışmalar diyebileceğimiz çalışmalar yani insanların mescitlerde
bir araya gelerek ilim halkaları oluşturmak suretiyle ilim tahsili süreci
başlamış, fırkaların, mezheplerin, ekollerin ilkeleri, esasları belirlenmiş,
görüşler netleşmeye başlamış ve sahifeler, kitaplar tedvin ve tertip
edilmiştir.
Hicri üçüncü asırdan itibaren artık rivayetin yanında açıkça dirayeti,
ictihadı görmeye başlıyoruz. Re’y ile karar verme çalışmaları yapılmış, bu
konuda müctehitler yetişmiş ve ictihatlar kayıt altına alınmıştır. Medreseler
teşekkül etmiş, ilim bütün disiplinleri ile tahsil edilmeye başlanmıştır. Ancak
bu dönemden itibaren özellikle Emevilerin son dönemlerinde ve Abbasiler
döneminde siyasetin ilim adamları üzerindeki baskısı, yönlendirmesi ve siyasi
irade doğrultusunda fikirler beyan etmeye zorlamalar görülmüştür. İslam
kültürünün başka kültürlerden etkilenme süreci başlamıştır. Özellikle tercüme
faaliyetleri bu konuda etkili olmuştur.
Hicri dördüncü, beşinci asırdan itibaren artık ilimler tüm
disiplinleriyle oturmuş, eserler yazılmış, tasnifler yapılmış ve süreç
duraklamaya dönmüştür. Eserlere şerhler yazılması, taklid anlayışının baş
göstermesi yeni tesbit ve keşiflerin yolunu kapatmıştır.
Sonraki dönemlerde de bu tür çalışmalar
yaygınlaşmış, İslami ilimlerde bir duraksama yaşanmaya başlanmıştır. Günümüze
kadar bu böylece devam etmiştir. Haçlı seferleri sırasında Avrupa’nın İslam’la
ve İslam kültürüyle karşılaşması neticesinde yeni bir dönem başlamış, Avrupa’da
hızla gelişen bilim alanına İslami bilimler de girmeye başlamıştır. İslam
merkezlerindeki en temel eserlerin çeşitli saikler nedeniyle batılıların eline
geçmesi, oralarda da Müslümanların görülmeye başlaması gibi sebeplerle olsa
gerek, insanlar bilim adına İslami kaynaklarla ve İslami bilimlerle uğraşmaya
başlamışlardır. Miladi 19. Yüzyıldan itibaren de Şarkiyatçılık ya da
oryantalistlik türü çalışmalar yapılmış ve pek çok İslam araştırmacısı bu
insanların düşüncelerini öğrenmeye, araştırmalarında yer vermeye ve
çalışmalarını dikkate almaya başlamışlardır.
Günümüzde ise artık tüm bu çalışmalar bir bütünlük içinde, bilimsel usül
ve yöntemler çerçevesinde yürütülmeye çalışılmaktadır. Ancak otorite yokluğu,
ya da amaç ve fikir bütünlüğü yoksunluğu, yapılan çalışmalardan elde edilen
sonucu hayata aktarma ve İslam’ın, onun yeryüzündeki tek orijinal kitap olan
Kur’an’ın ilkelerinin insanlık adına hizmet eder duruma getirilmesinde yetersiz
olmaktadır. Diğer taraftan ekonomi ve teknoloji üstünlüğünü ellerinde tutan
batı dünyası kendi değerlerini ön plana çıkarma, İslam’ı bir takım siyasi
mülahazalar ışığında takdim etme, bazı önyargılı kişilerin çıkışlarına bağlı
yorumlar yapılması, İslam’ın yetkili kalemlerinin kendilerini yenileyerek çağın
sorunlarına ışık tutacak çözümler ortaya koyamamaları gibi nedenlerden dolayı
bugün İslam ve Kur’an adına yaşanan hayattaki etkileri bakımından güzel şeyler
söylemek biraz zor gibi görünüyor. Bunda Müslümanların çeşitli siyasi
mülahazalarla birbirlerine zıt fikir ve düşüncelerle hareket etmeleri, hatta
birbirlerine düşmanca tavırlar takınmaları, dahiyane İslam bilginlerinin
yetişmemesi, birazcık öne çıkanların hemen çeşitli fırkacılık ve mezhepçilik
anlayışlarıyla yaftalanmaları, ilmi ve medeni cesaretin yokluğu… gibi
sebeplerin etkili olduğunu söylemek mümkündür.
Sonuç olarak söylemek gerekirse; İslam, vahiy asrında en güzel dönemini
yaşamış, o günkü hayatta insanların mutluluğu, huzuru ve hayatı
anlamlandırmaları adına en güzide meyvelerini vermiştir. Ondan sonraki
dönemlerde bu çağa yakınlığıyla doğru orantılı olarak bu özellik yerini
ayrılıkları ve kavgalara bırakmıştır. Ümmetin ihtilafı zaman zaman rahmet
olarak tecelli etmiştir. Ancak çoğu zaman da zulmet ve karanlıkların zuhuruna
vesile olmuştur.
Bugün yeniden Kur’anla bütünleşmeye, vahiy asrının safiyetini ve
ihlasını yakalamaya ve yaşamaya ihtiyacımız aşikardır. Bu alanda yapılacak en
önemli çalışma, Kur’an’ın, her türlü ön yargıdan uzak, nüzul asrının tarihi
sürecini çok iyi tahlil ederek merhum İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy’un
dediği gibi “Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı”.
Abdulkadir Demir, 21.12.2014
[1] es-Salih, Suphi, Dr. Hadis İlimleri ve Hadis
Istılahları, s. 1.(Ter. M. Yaşar Kandemir) D.İ. B. Yayınları, Ankara 1973
[2] es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s.2.
[3] es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s. 3 (Ebu Hureyre Rasül-i
Ekrem’e gelerek, kıyamet günü şefaatine mazhar olacak en mesut insanın kim
olduğunu sorduğunda Rasulüllah, “hadis öğrenmedeki aşırı arzusundan dolayı bu
hadisi Ebu Hureyre’den önce kimsenin sormayacağını bildiğini söylemiştir.)
[4] Es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s. 35 , Hamidullah,
Muhammed, Prof. Dr. Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemmam İbn. Münebbih.
(Terceme: Kamil Kuşçu) s. 26-54. Bahar Yayınları, İstanbul, 1967.
[5] Es-Salih, Suphi, Dr. a.g.e. s. 38
[6] Gazali, İmam, el-Müstesfa, İslam Hukukunda Deliller ve
Yorumlar Metodolojisi 1, s. 3 (Terceme Yunus Apaydın), Rey Yayıncılık, Kayseri,
1994
[7] El-Hudari, Muhammed, İslam Hukuk Tarihi, (terceme
Haydar Hatipoğlu), s. 9, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1974.
[8] Ekinci, Ekrem Buğra, Prof. Dr. İslam Hukuku Tarihi. s.
10. İstanbul, 2006 (Ekrem Buğra Ekinci. Com)
[9] Ekinci, a.g.e. s. 11
[10] Ekinci, a.g.e. s. 11
[11] El-Hudari, a.g.e. s.
[12] El-Hudari, a.g.e. s. 135-136.
[13] El-Hudari, a.g.e. s. 355-367 arası.
[14] Cerrahoğlu, İsmail, Prof. Dr. Tefsir Tarihi 1. s.
18-19. Fecr Yayınevi, Ankara, 1996.
[15] Cerrahoğlu, a.g.e. s. 39.
[16] A.g.e. s. 59-62.
[17] A.g.e. s. 80-83.
[18] A.g.e.s. 103-153.
[19] Koç, M.Akif, Prof. Dr. (editör), Tefsir El Kitabı, s.
147-156, Grafiker Yayınları, Ankara, 2014
[20] Cerrahoğlu, a.g.e. s.249-508.
Öğrenci Adı ve
Souadı :KHOJIAKBAR
KARIMOV
Bölümü :DOKTORA
Dönem :2014/2015
Öğrenci
No : ÖZEL ÖĞRENCİ
Konu
: Tefsir Hadis Fıkıh Tarihi
Tefsir, hadis ve fıkıh
birbirlerini etkileyerek, siyasi ekonomik ve toplumsal alanlarda, karşılıklı
etki-tepki kuralına göre ilerlemiş ve gelişmiştir. Vahyin iniş süreci doğal
olarak Hz. Peygamber dönemidir. Aslında bu döneme nüzul dönemi de diyebiliriz.
Her ne kadar bu dönemde sahabeler varsa da ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir.
Bu dönemin özelliği bütün İslam bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi
olmasıdır. İlimlerin kaynağı da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur.
İslam ilimlerinin bu gelişimini kronolojik
açıdan incelersek, Hicri birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü asır ve
sonrası, oluşum süreci açısından incelersek, oluşum, gelişim,
açılım, daralma, dönüşüm dönemi, Bölge Olarak Arabistan,
Suriye, ırak, İran, Horasan, Mısır, Endülüs, Hint, Anadolu ve Batı, siyasi
olarak incelersek Hz. Peygamber, dört halife, Emeviler, Abbasiler,
Fatımiler, Türkler (Karahanlılar ve Gazneliler), Memluklular, Selçuklular ve
Osmanlılar olarak, oluşum şekli olarak incelersek hıfz,
kitabet, tedvin ve tasnif dönemi olarak, ferdi dönemler olarak
incelersek Hz. Peygamber dönemi, Sahabeler, Tabiinler, Tabe-i Tabiinler ve
sonraki dönem, metodolojik açıdan incelersek oluşum, gelişim,
sistemleşme, duraklama ve taklit dönemi olarak bir çok açıdan inceleyebiliriz.
Ayrıca bu bilimleri bakış açılarına göre ayrı ayrı ele
alabileceğimiz gibi bir bütün içinde ve karşılıklı
etkileşimleri bakımından da inceleyebiliriz.
Hz. Peygamber dönemi vahyin iniş süreci olarak
algılanmalıdır. Bu döneme nüzul dönemi diyebiliriz. Bu dönemde yine sahabeler
vardır fakat ağırlık Hz. Peygamber üzerindedir. Bu nedenle Peygamber dönemi
olarak adlandırabiliriz.
Dönemin Özelliği bütün İslam
bilimlerinin başlangıç ve doğuş dönemi olmasıdır. İlimlerin kaynağı
da doğal olarak Kuran ve Hz. Peygamber olmuştur. Dönemin bilgi saklama
şekli HIFZ idi. Sadece Kuran bu dönemde yazılmıştır. Hz.
Peygamberin hadisleri kuranla karışmaması için çok fazla yazıya
geçirilmemiştir. Ancak bazı sahabeler bu dönemde Hz. Peygamberden hadis
yazmışlardır.
Hz. Peygamber sahabenin anlamadığı, kuranın garip ve
müşkil kelimelerini de açıklamıştır. Ancak alimler
peygamberin kuranın tamamını tefsir ettiği konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Suyuti ve Gazali tamamını tefsir etmedi demişlerdir. Taberi ise
çok azını tefsir etmiş olmasına sıcak bakmaz.
Bu dönemde Kuran olaylara doğrudan müdahele ederek
iniyordu. Dolayısı ile bir pratik dönem idi. İlimler FIKIH, TEFSİR, HADİS,
KELAM vs diye henüz ayrışmamıştı. Bilgi ve dolayısı ile DÜNYA GÖRÜŞÜ bir BÜTÜN
halinde işliyordu. İLİM denince genel bilgi anlaşılıyordu.
Kısacası nüzul döneminde İLİM kavramı branşlara
ayrışmamış ve bütün idi. Bu nedenle kuranın DÜNYA GÖRÜŞÜ’de bütün Olarak
ve canlı olarak zihinlerde yaşıyordu. Sonraki devirlerde ortaya çıkan ilimler
bu dünya görüşünün ayrışması ve parçalanması sonucunda oluşmuştur.
Sahabeler Hz.Peygamber ile nüzul ortamını canlı
yaşamışlardı. Bu nedenle Kuranın genel bütünlüğünü, sünnetin amaç ve gayelerini
çok iyi kavramışlardı. Sahabe Peygamberin müridi idi. Onun söz ve
davranışlarını aynen özümsediler. Peygamberin sözü ve davranışı sahabenin sözü
ve davranışından ayırt edilmez hale geldi. Bu nedenle hadislerin Hz. Peygambere
dayanmasına gerek yoktu. İsnad zinciri de zaten sahabede son bulmuştur. Sahabe
sünneti yorumlamıştır. Önceki dönemde ( Peygamber döneminde) de belirttiğimiz
gibi YAŞAYAN SÜNNET peygamberin ve sahabenin içtihat ve yorumlarını da
kapsıyordu ve içtihatla sürekli gelişiyordu. Sahabeler yine bu yöntemle içtihat
ve Reyle yaşayan Sünneti geliştirdiler. Yeni olayları yorumladılar. Bunun
yöntemi de kıyas idi.
Bu dönemde peygamber dönemi gibi ilimler
ayrışmamış, bütüncül bir haldeydi. Bu nedenle sahabeler de Kuran ve
Sünneti canlı ve bütüncül yaşamışlar ve Tabiinlere aktarmışlardır. Sahabe
sünnetin GENEL İLKE ve amaçlarına göre içtihat
ediyordu. Sünnet, sahabeler tarafından yorumlandı. İçtihat ve icmaları ile
gelişti ve büyüdü. Yöntemleri Kuran bütünlüğü ve Hz. Peygamberin örnek
davranışlarının genel amaç ve gayeleri ile kendi rey ve içtihatları idi.
Bu durum şifahi ve yaşantısal idi. Bu nedenle ilimler tedvin edilme gereği
duyulmadı. Hıfz ağırlıklı idi. Hatta genel kanı
kitabete (yazı) karşı idi. “İlim öğretimle olur, kaydetmekle
değil, sözlü olur yazı ile değil” lafı ( Kuran ve Bağlam,A.Nedim Serinsu)
genel kanaati de ifade etmektedir. Çünkü yazıya güven yoktu. Yazı
değiştirilebilirdi. Ancak zihinlerdeki hıfzedilen ilim değiştirilemezdi. Zaten
bu dönemde Arap dili ve kuralları gelişmiş değildi. Bu dönemde İLİM kavramı
kuran ve sünnetin ilkelerinin içtihadi yolla kullanılmasını ifade ediyordu. Bir
anlamda İCMA ile eşanlamlı idi. Sahabe sünneti Hz. Peygamberin
sözleri ve davranışlarından almıştır. Sözlerine hadis denmesi daha sonraki
dönemlerde daha belirgin hale gelir. Kuran dışında çok fazla yazıya geçen bir
ilim yoktu. Ancak bazı sahabeler Hz Peygamberden izin alarak hadis
yazdılar. Mesela sad b. El Ubade el Ensari, Abdullah b. Ebi Evfa. Cabi b.
Adullah bunlardandır. Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer hadis yazmazlar, hatta Hz.Ömer
Ebu Hüreyreyi çok hadis söylediği için dayak attırır. Hadis nakli ve yazımı son
iki halife döneminde daha çok artar. Sahabelerden çok hadis rivayet edene
MUKSİRUN (bunlar yedi sahabedir) az hadis rivayet edene MUKİLLUN denir. Ali
b.Ebi Talip (v.45), Ebu Hüreyre(v.59), Abdullah b.Abbas, Abdullah ibni Ömer
(v.74), Hz.Aişe gibi sahabelerden yoğun hadis rivayeti yapılır. Sahbenin ne
kadar hadis yazıya geçtiği belli değildir.
Sonuç olarak sahabe dönemi, fıkıh, sünnet ve tefsir
konusunda aynı özelliklerin yaşandığı bir dönem olmuştur. HIFZ bütün bilimlerin
yöntemi idi. Bütün bilimlerde sahabeler genel sünnet ilkelerinden
hareketle içtihat ve reylerini kullanmışlardır.Önemli bir nokta bu
ilimler yine bütün idi ve ayrışmış ve ihtisaslaşmış değildi. Onlar da sonraki
dönemlere bu ilimleri şifahi olarak aktardılar. Yazı bu dönemde yok denecek
kadar azdı. Sadece bazı sahabelerin sahifeleri ve öğrencilerine yazdırdığı
nüshaları vardı. Bu dönemin en büyük özelliği düşünce özgürlüğü ve
demokratik bir siyasetin olduğu, ümmetin birlik ve beraberlik beraberliğinin
bozulmadığı bir dönemdi. Bunu sağlayan unsur Medinede oturan ve henüz
çevre coğrafyalara dağılmamış olan büyük sahabelerin oluşturduğu İCMA (genel
görüş birliği) olmuştur. Bu dönemde yönetim ve halk iç içe birlikte idi
ve ŞURA yöntemi ile karar alınıyordu. Ümmet ortak bir
dünya görüşü etrafında birleşmiş idi. Daha sonraki devirlerde, Hz.Osman ve
Hz.Ali dönemindeki iç kargaşalıklar ve savaşlar sonucunda yeni siyasi fırkalar
ortaya çıktı. (Harici, Şia, Mürciye , Kaderiye..) Bu fırkalar daha sonra
düşünce ekollerine dönerler ve kendi kelam, fıkıh, sünnet (hadis) ve tefsir
anlayışlarını geliştirirler. Böylece ümmetin ortak dünya görüşü, siyasi birlik
ve beraberliği bozulur. İlimlerde bu parçalanmadan sonra kendi içinde
ihtisaslaşmaya gider. Bu önemli olaylar sonraki dönemlerde ilimlerin TEDVİN
ve TASNİFİ hareketlerini zorunlu olarak başlatır. Bunun derininde yatan en
temel sebep ilimlerdeki bilgi birikimin sistemleştirilme isteği ile birlikte
ümmetin dağılan ve parçalanan birlik ve beraberliğinin yeniden inşası düşüncesi
olmuştur.ilimler bu zor mücadeleden geçerek görevlerini başarmışlardır.
Tabiin dönemi İslami fetihlerin çok arttığı, İslam
topraklarının ve coğrafyasının çok genişlediği bir dönemdir. Coğrafyanın
genişlemesi ile birlikte Müslümanlar yeni kültür ve inanışlar ile
karşılaşmışlardır. Bunlar beraberlerinde yeni sorunları ortaya çıkarmıştır.
İslamın kendi içindeki fırkalar da kendi kelami, siyasi ve fıkhi düşüncelerini
oluşturmaya başlamışlardır.
İslam coğrafyası genişleyince, önceki
küçük İslam devleti devasa boyutlara ulaşmış ve bünyesine gayri
Müslim bir çok unsur ve kültür katılmıştır. Her yere bilgi ve bilim
aktarılamıyordu. Bütün coğrafyayı bir yönetimde birleştirmek ve iyi yönetmek
çok zordu. Araplar kendilerini idareci olarak gördükleri için ilimle
uğraşmazlar. Bu dönemde ilimle arap olmayan uzak bölgelerdeki, çoğunluğu köle
olan insanlar ilgilendiler. Bunlara İslam tarihinde MEVALİ denir.(Mukaddime
3-179 ) Mevali ilim ve bilgiyi savaş sebebiyle gidip yerleşen sahabeden
almışlardır. İkrime, Ata, Said b. Cübeyr, Mücahid, Katade bu mevaliden idiler.
(İ.Cerrahoğlu,Tefsir Tarihi), İslam tarihinde gelecek nesillere de yön verenle
bu mevaliler oldu.
Ömer b. Abdulazizin tedvin uygulamasını başlatma
sebeplerinden de anlaşılacağı gibi, toplumsal ve siyasi düzenin parçalandığı,
birliğinin dağıldığı bir ortamda, fıkıh, hadis, tefsir ilimleri kendilerini
korumak için kitabet ve tedvin işlemlerine başlamışlar, ancak ortamın olumsuz
koşullarından da etkilenmişlerdir. Uydurma rivayet ve israiliyyat haberleri ile
uğraşan bu dönem bütün ilimlerde zorunlu olarak TEDVİN dönemi olarak tarihe
geçmiştir.
Tebeü’t-Tâbiîn (Müctehid
İmamlar) deviri hicri 132 yılında başlar, hicri dördüncü asrın
ortalarına kadar devam eder. Bu devir “Fıkhın yükseliş devri”, “Tedvin devri”
diye de isimlendirilir. Ebu Hanife, İdris eş-Şafii Malik b. Enes, Evzai,
Süfyanü’s-Sevri, Davud ez-Zahiri, Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamları bu
dönemde yetişmiştir.
İctihadın ehil
kimseler tarafından yapılması, ictihad hürriyetinin olması, mezhep taassubunun
olmaması ve ictihadlar arası tercih yapmanın tabiî karşılanması iftâ usulünün
bir problem olarak kabul edilmesine engel olmuştur. Bu sebeple iftâ usulü
konusu bu dönemde de fazla inceleme ve araştırma konusu olmamış sadece fıkıh
usulü kitaplarında genel hatları ile ele alınmıştır.
Taklid ve Duraklama
Dönemi hicri dördüncü asrın yarısında başlar, Mecellenin tedvin edilmeye
başlandığı hicri 1286 yılına kadar devam eder.
Daha önceki dönemlerde ictihada ehliyeti olanlar
ictihad ederek, ictihada gücü yetmeyenler de istedikleri alime sorup öğrenerek
dini hayatlarını yaşıyorlardı. Bu dönemde ise taklid ruhu hakim oldu. Hem
alimler, hem de halk imam kabul ettikleri bir müctehide ve onun mezhebine
bağlandı. Hiçbir fıkıhçı imamının verdiği fetvaya muhalif bir şey söylemeyi
kendisi için caiz görmüyordu
Sonuç
olarak, fıkıh usulunde de belirtildiği üzere şeri deliller genel anlamda dört
olarak ifade edilir; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas. Ancak bunların asıl merci
yine Kur’andır. Hepsi meşruiyetini ondan alır ve ona istinad eder.
KAYNAKÇA
· A.O.Koçkuzu, Hadis İlimleri
· G.H. A.Junboll, Hadis Tarihin Yeniden İnşası
· H.Karaman, İslam Hukuku Tarihi
· H.İbrahim Hasan, İslam Tarihi
· H.Corbin, İslam Felsefesi Tarihi
· İ.Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi
· İlitam Yayınları, İslam Tarih ve Medeniyeti
· M.Hudari, İslam Hukuk Tarihi
· M.Yusuf Musa, Fıkhi İslam Tarihi
· O.Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku
· T.Koçyiğit, Hadis Tarihi
BİLGE EVLİ
13952752
BİRLEŞİK DOKTORA
TEFSİR-HADİS-FIKIH TARİHİ OKUMALARI HÜLASASI
TEFSÎR TARİHİ
A. Tefsîr'in Istılahî Mânâsı
Âlimler, ıstılahî açıdan çeşitli tefsîr tariflerinde bulunmuşlardır:
"Tefsîr, Allah kelâmının açıklamasıdır." yahud "Tefsîr, Kur’ân lâfızlarının ve mefhumlarının açıklayıcısıdır." (el-Hûlî 1995, 13)
Diğer bir tarife göre ise; "Tefsîr, insan gücü ve Arapça dil bilgisinin verdiği imkân nispetinde Kur’ân metninin mânâsından bahseden bir ilimdir."(Kâtip Çelebi 1971-72, 1/427)
Tefsîrin âlimler arasındaki yaygın anlamı: "Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garîb lâfızlardan kastedilen şeyi beyan etmektir." (Lisanü'l-Arab; Tâcü'l-Arûs; Zerkeşî 1972, 2/147; Zerkanî, 1/471) Ancak bu mânâda tefsîr kelimesi yalnız Kur’ân'a has bir açıklama olmayıp, ilmî, edebî ve fikrî eserlerdeki açıklama ve izahlar için de kullanılır. Beyân ehline göre tefsîr kelimesi, kapalı ve anlaşılmaz olan sözün kapalılığını giderip açıklayacak şekilde sözü uzatıp fazlalaştırmaktır. (Tehavenî 1984, 2/1115-1116)
"Tefsîr; insan gücünün yettiği kadarıyla Kur’ân-ı Kerim'de Allah'ın muradını araştıran bir ilimdir". (el-Beyumî, 3/4)
Tefsîr ilminin konusu, bütünüyle Kur'ân âyetleridir. Bu ilmin gâyesi; gerek bu dünyada, gerekse âhirette kişilerin selâmete ve saadete ulaşmalarını sağlamak için Allah'ın kitabını onun ifâde etmek istediği maksada yakın olarak anlamak, anlatmak ve faydalı sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır.
B. Kur’ân-ı Kerim'in Tefsîrine Duyulan İhtiyaç
Kur’ân-ı Kerim, "mânâsı açık bir Arapça ile" (Şuarâ Sûresi, 26/195) Cenab-ı Hak tarafından Peygamberimiz’e vahyedildi.
Selîkaları bozulmadığı için, Kur’ân'ın indiği devrin Arapları lûgat bakımından Kur’ân'ı anlıyorlardı. Ancak, lûgavî mânâları bilmekle birlikte, lâyıkıyla anlayamayacakları meseleler de vardı. Hadislerden de anlaşılıyor ki, Kur’ân-ı Kerim'deki bazı kelime ve âyetler hususunda bazı sahabiler, gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse âlim sahabilere müracaat ederdi. Bir taraftan müteşabih âyetler, diğer taraftan Arap alfabesinin o zamanki büyük noksanlığı olan hareke ve noktaların bulunmayışı, nihayet muhtelif kıraatların mevcudiyeti, Kur’ân-ı Kerim'in bazı yerlerini tefsîr etmek ihtiyacını zaruri kılmıştır. (Okiç 1995, 144-145)
Kur’ân, mü'minlerin şahsî ve içtimaî hayatlarını düzenlemek gayesiyle teşriî hükümler vaz’ ediyordu. Bu hükümleri istinbat etmek, sadece Arapçayı bilmekle mümkün olmaz. Onda müteşâbih âyetler, müphem bırakılan hususlar, tahsisi murad edilen umumî hükümler vardır. Bu sahalarla alâkalı âyetleri lâyıkıyla anlamak, o mevzularda yüksek bir ilmî seviyeye bağlıdır. Bir kısım mühim vasıflarını hulâsa ettiğimiz böyle bir kitabın, herkes tarafından kolayca ve incelikleriyle anlaşılması elbette kolay değildir. Bu sebeple Ashab-ı Kiram, umumiyetle Kur’ân'ı en iyi anlayan insanlar idiyse de, içlerinde, tabiatıyla, seviye farkları vardı. Kur’ân'la meşguliyet, Peygamber’le müsâhebet, aklî muhâkeme kabiliyeti, Arap dili ve şiirine vukuf, tarihi malûmat derecelerine göre Kur’ân hakkındaki bilgileri de farklı oluyordu. Temâyüz ettikleri sıfatlarına rağmen en ileri gelenlerinin dahi anlayamadıkları âyetler oluyorduı. Bundan dolayı Kur’ân'ın açıklanmasına ihtiyaç vardı. (Yıldırım 1983, 17-20)
Ayrıca Dîn-i İslâm, yalnız bir zamana, yalnız Arap kavmine mahsus değil, bütün müstakbel zamanlara, kavimlere de şâmil, umumî bir dindir. Binaenaleyh, Kur’ân'ın mânâsından her Müslüman kavmin bihakkın istifâde etmesi bir vecîbedir. Bu istifâde ise, ancak tefsîr vâsıtasıyla kâbil olabilir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim'in güzelce anlaşılması için salâhiyet sahibi, dinî ilimlerde ve sâirede mütebahhir olan İslâm âlimleri tarafından tefsîrler yazılmasına dâimâ ihtiyaç vardır. (Bilmen 1973, 1/105-107)
C. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Kur'ân'ı Tefsîri
Yüce Allah'ın rahmet ve hikmeti, ilahî Kitabı insanlara vahiy sûretiyle göndermeyi iktiza ettiği gibi, vahye mazhar olan Peygamber'in de onu bizzat açıklamasını istemiştir. Allah'ın kitabının mânâ ve ahkâmını, Peygamber'in izah etmesi bundan dolayı gereklidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim'deki hakikatleri bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz zât Hz. Peygamber'dir (s.a.s.). O, Kur’ân tefsîrinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’ân O’na indirilmiştir. O, mutlak olarak Kur’ân'ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Bu bakımdan O, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu hususlar âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. (Maide Sûresi, 5/67; Nahl Sûresi,16/44; Nisâ Sûresi, 4/105)
Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tefsîri, Kur’ân'ın mücmel olan âyetlerini tafsil, umumî hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama, garip kelimeleri beyan, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hâle getirme, edebî incelikleri muhtevî âyetlerin maksudunu bildirme gibi belli başlı kısımlara taalluk eder. (Yıldırım 1983, 31)
Ahkâma, âhiret ahvaline, kısas ve ahbâra ait bazı hususlar vardır ki, Kur’ân'da zikredilmezler. Bunların tefsîri Peygamberimize bırakılmıştır. "Biz sana da Kur’ân'ı indirdik. Tâ ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın." (Nahl Sûresi,16/44) âyetiyle, Hz. Peygamber açıklamakla mükellef kılınmıştır. O’nun beyanı kavliyle, fiiliyle ve ikrarıyla olurdu. (a.g.e., 33-34)
Kur’ân'daki hükümlerin ekserisi küllî olduğundan, o küllî hükümleri izâh ve açıklamak için dâima Sünnet'e ihtiyaç duyulmuştur. Başlangıçtan beri Sünnet, İslâm teşrî'nin ikinci kaynağı olmuştur. (Cerrahoğlu, 1/46-47)
Allah Resûlü’nün Kur’ân'ı tefsîr ettiğini, muhtelif hadis mecmualarındaki rivâyetlerden öğrenmekteyiz. O'nun bu tefsîri, hadis mecmualarının "Kitâbu't-Tefsîr" bölümünü oluşturmuştur.
D. Sahabe Devrinde Tefsîr
Hz. Peygamber (sav)'den sonra tefsîr sahasında en büyük rolü Sahabe yüklenmiştir. Çünkü Sahâbe, sarsılmaz imanları, hâdiseleri izlemeleri ve sebeb-i nüzûle vakıf olmaları sebebiyle Kur’ân'ı en iyi anlayan topluluk idi. İslâm'a davette, Hz. Peygamber'in ilk muhâtabı olan bu muhterem zâtlar, O'ndan her zaman, imanlarını kuvvetlendirecek feyzi almışlar, gerek Kur’ân'ın, gerekse Hz. Peygamber'in emirlerine derhal itaat ederek, Hz. Peygamber'den Kur’ân'ın mânâsını ve tatbikâtını öğrenmişler, öğrendikleri sûreyi ezberleyinceye ve anlayıncaya kadar üzerinde durmuşlar, iyice bellemeden başka sûreye geçmemişlerdir. (Cerrahoğlu 1962, 9/34-36)
Yalnız hepsinin Kur’ân'ı anlamada eşit seviyede olmadıkları da gözlenmiştir. Sahabenin bilgi ve kültür yapısıyla Arap dil ve edebiyatına vâkıf olma husûsundaki yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz. Peygamber'in yanında devamlı bulunma veya bulunamama durumları böyle bir anlayış farklılığını getirmiştir. Bunun için de, en bilgili ve en kültürlü olanlar tefsîr ile meşgul olabilmişlerdir. (Okiç 1995, 145)
Sahabe, Kur’ân âyetlerini tefsîr ederken Kur’ân'ın kendi beyanına ve Hz. Peygamber (sav)'den işittikleri ve gördükleri bir şey olup olmadığına bakıyorlardı. Hakkında nass mevcut olanlar üzerinde konuşmuyorlardı. Bunların dışındaki tefsîrine ihtiyaç duydukları âyetlerin açıklanmasında re'y ve içtihada başvuruyorlardı. Çoğunlukla âyetlerin sebeb-i nüzûllerini anlatmak sûretiyle tefsîr yapmışlardır. İçtihatla yaptıkları tefsîrde dil ve din yönü ağırlık kazanmıştır. Âyetteki müşkili halletmek için farklı metodlar takip ederek, farklı görüşleri ortaya koymuşlardır.
Sahâbeden, Kur’ân tefsîrine dair en çok rivâyette bulunan ve tefsîr alanında ün kazanan şu kişileri sayabiliriz:
Ali ibn Ebî Tâlib (40/660); Abdullah ibn Mes'ûd (32/652); Ubeyy ibn Kâ'b (19/640); Abdullah ibn Abbâs (68/687); Ebû Musa'l-Eş'arî (44/664); Zeyd ibn Sâbit (45/665); Abdullah ibn Zübeyr (73/692). (Ayrıca ayrıntı için: Zehebî, 1/57/59; Cerrahoğlu, 1/69-75, 86-90)
E. Tâbiîler Devrinde Tefsîr
Gerek Hz. Peygamber (s.a.s.), gerekse Dört Halife devrinden itibaren, yeni fetihlerle İslâm devletinin sınırları Arap Yarımadası’nı aşmıştı. Fethedilen her beldeye İslâm'ı öğretmek için muallimler, asayişi temin etmek için de valiler görevlendiriliyordu. Bu şekilde muhtelif şehirlere dağılan Sahâbe, oralarda ilmî hareketlere başlamıştı.
İslâm Dini'nin hükümran olduğu beldelerde, sahabenin güzîde bilginleri, tedrîs halkalarını kuruyor ve etraflarına toplanmış olan tabîûndan öğrencilerine Kur’ân'dan anladıkları ve Hz. Peygamber (sav)'den öğrendikleri tefsîri öğretiyorlardı. Bilhassa Müslümanların yaşadıkları birçok bölgede, fitnenin zuhuruyla ihtilafların artması, görüş ve kanaat farklılıkları neticesinde grupların ortaya çıkması, her grubun, haklılığını isbat etmek için öncelikle Kur’ân'a sarılması, bazan yanlış ve bozuk te'villerle halkın yanıltılmaya çalışılması... gibi sebepler, Sahabe'den bazılarının yaptığı üzere, Kur’ân'ın tefsîri hakkında ihtiyatlı davranmak ve mes'ûliyetinden korunmak gâyesiyle Tabiûn'dan bazılarının da karşı çıkmasına rağmen Kur’ân'ın makûl ve doğru bir şekilde tefsîr edilmesine şiddetli ihtiyaç duyuluyordu. İşte bu ve buna benzer daha başka sebeplerden dolayı Sahabe'nin ileri gelen âlimlerine müracaat sıklaşıyor, onların çevrelerinde Kur’ân ve Hadîs tedrîs ediliyordu. (Duman 1992, 133)
Bu faaliyetin tabiî sonucu olarak, hocaları Sahabîler, öğrencileri tâbiîler olan mektepler (medreseler) oluştu.
1. Mekke Medresesi.
2. Medîne Medresesi.
3. Irak (Kûfe) Medresesi. (İbn Teymiyye 1988, 78-79)
Tâbiîler buralarda tefsîr ve ilmî hayata yeni bir hareket kazandırmışlardır. Bu üç tefsîr okulu ayrı bölgeler ve ayrı şahıslar tarafından kurulduğu için, aralarında ayrılıklar bulunduğu gibi müşterek taraflar da mevcuttur. (Ayrıntılı bilgi için: es-Suyutî, 2/242; ez-Zehebî, 1/99-132)
F. Tâbiîler Devrinden Sonraki Tefsîr
Sahabe ve Tâbiîn rivâyetleriyle başlayan tefsîr ilmi, tedvîn edilinceye kadar böyle devam etmiştir. Yani ilk asırlarda tefsîr ilmini hadis ilminin bir kolu olarak görmekteyiz. Fakat müteakip asırlarda rivâyet tefsîrinin yanısıra dirâyet tefsîri de gelişmeye başlamış, böylece hicrî ikinci asırdan itibaren hadis ilminden bağımsız olarak tefsîrler meydana getirilmiştir. Sözlü rivâyet karakterinden dolayı Hz. Peygamber (sav) ve Sahabe dönemine "tefsîrin birinci merhalesi"; hadisin bir cüz'ü olma özelliğiyle Tâbiîler dönemine "tefsîrin ikinci merhalesi" denilmiştir. Tefsîr, Etbau't-Tâbiîn döneminde müstakil bir ilim hüviyeti kazandığı için bu devre de, "tefsîrin üçüncü merhalesi" olarak değerlendirilmiştir. (ez-Zehebî, 1/140; Cerrahoğlu, 1/174)
Tefsîrin müstakil bir ilim hüviyetini kazandığı Etbau't-Tâbiîn döneminde her bir âyet, mushaf tertibi gözetilerek tefsîr edilmiştir. İlk tefsîrlerin çoğu kaybolmuş ve bize kadar ulaşmamıştır. Bu bakımdan Taberî’nin (310/922) tefsîri bu eski tefsîrleri koruyan tefsîrler kolleksiyonu sayılmıştır. (Cerrahoğlu 1991, 269-270)
HADİS TARİHİ
Hz.Peygamberden nakledilen bir söz, bir fiil veya bir takrir olarak akla gelmiştir. Hadis usulünde Hz.Peygamberden rivayet olunan hadislere merfu adı verilmiştir. Fakat bir sahabiden alınan söz Hz.Peygamberin sözü değilse buna mevkuf, tabi’ inden alınan sözde maktu denilmiştir. Kısaca hadis rivayet edilen sünnet olarak nitelendirilebilir.
İSLÂM şeriatında sünnetin kuran’dan sonra ilk kaynağı teşkil ettiği bilinen hususlardandır. Nitekim. Kuranı Kerimde ALLAHu Teala Hz.Peygambere şu emri vermiştir.”Ey peygamber , Rabbından sana indirileni tebliğ et ;eğer bunu yapmazsan onun peygamberliğini yapmamış olursun.” Maide/70
Çünkü Hz.Peygamber tarafından tebliğ olunan ve tatbiki istenen bazı ayetler mücmel, gayrı mufassal yahut mutlak gayrı mukayyed olarak nazil olmuştur. Mesela namaz kılınmasını emreden ayetler mücmel olarak gelmiş, fakat adet, şekil ve vakitleri kuranda beyan edilmemiştir. Keza zekat verilmesini emreden ayetler mutlak olarak gelmiş malın asgari haddi, şekli, şartı beyan edilmemiştir. Bu ve bunun gibi birçok hüküm için başvurulacak tek kaynak Hz.Peygamber olmaktadır.
Kendisine kitapla birlikte birde sünnet verilmiş olan Hz.Peygambere, itaatı emreden kuran ayetlerinin sayısı pek çoktur.
“Peygamber size neyi getirmişse onu alın ve neden sizi nehyetmişse ondan sakınınız.” Hasr/7
“Peygamber kendi hevasından konuşmaz; O her ne söylemişse kendisine vahyolunan bir vahiydir.”Necm/ 32 ayetleriyle açıklanmaktadır.
Ve sahabe dini ve dünyevi yaşayışlarına düzen veren sünneti büyük bir titizlikle muhafaza etmeğe koyulmuşlardır. Sünnet ise daha önce anlatılan söz, fiil ve takrir olarak Hz.Peygamberden rivayet edildiği müddetçe hadisin isim yönünden bir başka ifade şekli olmuştur.
Başlangıçta hadis hafızalarda kayda alınmış. Çünkü El- Belazuri’nin kaydına göre İSLÂMın başlangıcında kureyş kabilesinden okuma yazma bilen 17 kişi müstesna diğer müslümanlar yazı bilmiyorlardı. Ve bundan sonra yeni yetişen genç sahabiler yazı ile hafızalarındaki hadisleri perçinleme gayretine girmişlerdir.
Ebu Hurayre eğer kuranda şu iki ayet olmasaydı hiçbir hadis rivayet etmezdim diyor;
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve doğru yolu göstereni kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyen kimseler işte onlara hem ALLAH lanet eder hemde lanetçiler lanet eder.”Bakara/ 59
Yine Ebu davud sünen 2/ 289 ve İbni Mace Sunen 1/102 kayıtlı hadislerde;
“ALLAH bizden bir hadis işitipte onu hıfzeden sonrada başkasına tebliğ eden kimseyi güzelleştirsin. Bazan ilim sahibi kimse kendisinden daha alim olan kimseye onu nakletmiş olur; bazan ilim yüklü kimse alim olmayabilir.”
Kaynak:
Hadis Tarihi/Talha Koçyiğit
Hadislerin Yazılması
İlk devirde Hz.Peygamberden işitilip muhafaza edilen hadislerin tedvin edilmediği yani bir kitap halinde toplanıp yazılmadığı bir gerçektir. Yazı bilenlerin zorluğu vs.nedenlerle ancak çeşitli sahifeler ve hurma yaprağı deri ve geniş kemikler levha ve taşlar üzerine yazı yazılabilmesi sebebi ile zorluk bulunmaktaydı. Hz.Peygamber hayatta iken hadis yazımı iki devre içinde mütalaa edilir. Birincisi Hz.Peygamberin Ebu Said El-Hudri tarafından Müslim Sahih’inde 4/2298 de rivayet ettiği hadistir;
“Benden bir şey yazmayınız. Kim benden kurandan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden rivayet ediniz. Bir beis yoktur. Kim benim üzerime yalan söylerse cehennemdeki yerini hazırlasın.”
Bunlarla ilgili yasakların sebebi ilk zamanlardaki yazı ve yazı yazmayı bilen sahabilerin güçlüğü önemli rol oynamaktadır. Bundan sebep kuranla karışma tehlikesi gün yüzüne çıkmıştır. Fakat İSLÂMiyetin araplar arasından günden güne kuvvet kazanması İSLÂM ülkelerinin Mekke ve Medine sınırlarını aşıp müslümanlar arasında yazı bilenlerin birden çoğalması ve kurandan inen ayetlerin vahiy katipleri tarafından muntazam olarak kaydedilmesi ile kuran’a karışma tehlikesi ortadan kalkınca hadislerin yazılmasına Hz.Peygamberden rivayet edilen şu hadislerle destek verilmiştir.
Buhari’den nakledilen hadiste “Huzaalılar Mekkenin fethi sırasında daha önceleri öldürülen bir Huzalı’ya karşılık Ben-i Leys’ten birini öldürmüşlerdi. Bu hadise Hz.Peygamber’e haber verilince hayvanına binmiş ve Mekkelilere hitaben Mekke şehrinde adam öldürmenin, hatta diken kesmenin, yitirilmiş malına el uzatmanın kendisi için bile haram kılındığına dair bir hutbe irad etmiştir. Hutbeyi dinleyen Ebu Şah isminde bir Yemenli Hz.Peygamber’e başvurarak hutbesinin yazılmasını istemiştir. Hz.Peygamber’de Ebu Şah için hutbeyi yazınız demiştir.”
Buhari Sahih 1/36, Ebu Davud Sünen 2/286-287
Yine Ebu Hureyre’nin Hz.Peygamberin ashabı içinde Abdullah bin Amr müstesna benden daha çok hadise sahip olan kimse yoktu. Abdullah hadisleri yazardı. Ben ise yazmazdım demesi İle Abdullah’ın Hz.Peygamberden yazı ile ilgili izni aldığına dair haberler vardır.Bu haberlerden birinde Abdullahın hikayesi şöyle anlatılmıştır.
“Hz.Peygamberden işittiğim her şeyi yazıyordum.Gayem bunları ezberlemekti. Kureyşliler beni bu işten menettiler ve sen Peygamberden işittiğin her şeyi yazıyorsun. Halbuki o bir beşerdir ve rıza halinde olduğu gibi gadab halinde iken de konuşabilir, dediler. Bunun üzerine yazma işini durdurdum. Sonradan kureyşlilerin bu sözünü Hz.Peygambere zikrettim. Bana “Yaz, nefsim yedi kudretinde olan ALLAH’a yemin ederim ki benden hak doğru olan sadır olur. Dedi.”
Ahmet Bin Hanbel Musned 20/21, Ebu Davud Sünen 2/286 da
Abdullah bin Amr hadis yazmak için peygamberden izin aldıktan sonra yazmağa başladığını ve 1000 kadar hadisi ihtiva eden bir sahife vücuda getirdiği bilinmektedir
KAYNAK:
HAdis TArihi/TAlat Koçyiğit
İlk Yazılı hadisler
A)Hz.Peygamberin diplomatik mektupları;
Hangi maksatla olursa olsun, Hz.Peygamber tarafından yazılan ve yazdırılan bir vesika hadisin kapsamı içinde görülmektedir.
Nasılki huzurunda işlenen bir fiil veya söylenen bir söz onun tarafından tasvib gördüğü müddetçe takriri sünnetten sayılmış ve hadis olarak rivayet edilmiştir. Onun imzasını taşıyan bir mektubu da yazılı bir hadis vesikası olarak kabul etmemek için hiçbir sebep yoktur.
Hz.Peygamberin Bizans imparatoru Acem Kisrasına, ve Mısırlı Mukavkısa ve Habeş kralı Necaşiye yazdığı mektuplar İSLÂM tarihinde pek meşhurdur. Fakat bunların dışında yazılmış yüzlerce vesika vardır. Ve bunların yazılış sebebleri birbirinden farklıdır. Bu konuları şöyle sıralayabiliriz.
1)Yeni anlaşmalar,
2)İSLÂMa davet,
3)Memur tayinleri,
4)Arazi ve arazilerin gelirlerinden atıyyeler,
5)Eman ve tavsiye mektupları,
6)Bazı kimseler hakkında istisna teşkil eden hükümlerin tesbiti,
7) Hz.Peygamber tarafından yazılan mektuplara gelmiş cevaplarla ilgili müteferrikat.,
Bu vesikaların büyük bir kısmı medine devrine münhasırdır.
Dünyada ilk yazılı anayasa olarak bilinen nizamname şu ibarelerle başlıyordu.
“Bu ALLAHın Rasülü Peygamber Muhammed’in Kureyşli Mümin ve Müslimlerle, Yesrib ehli onlara tabi olanlar, iltihak edenler ve onlarla birlikte harbe girenler arasına geçerli bir (kitabı) yazısıdır.”
B)Sadakat Hadisleri
El-Hakimden verilen kaynaklar, Hz.Peygamberin sünneti ihtiva eden bir sahife yazarak Amr. İbni Hazm vasıtasıyla Yemene gönderdiğini ve Amr İbni Hazm’ında bu kitabı Yemen ahalisene okuduğunu zikrederler.Kaynaklara göre bu kitap farz sünen ve diyet hükümlerini ihtiva etmektedir.
1)Halife Hz.Ebubekir’den rivayet edilen sadakat hadisleri
Hz.Peygamber hayatının sonlarına doğru kılıcının kını üzerine yazmış olduğu sadakat ahkamını valilere göndermeden vefat etmişti. Ebu Bekir’in hilafete geçmesi üzerine bu kılıç ona intikal etmiş o da Enes Bin Maliki Bahreyne gönderdiği zaman kılıç üzerinde yazılı sadakat ahkamını yazıp ona vermiş ve bu ahkam ile amel etmesini istemiştir.
Ebu Davud Sünen 1/360, Tirmizi 3/17
2)Halife Hz.Ömer’den rivayet edilen sadakat hadisleri
Hz.Ömerden rivayet edilen sadakat hadisleri Ebu Bekir’den rivayet edilen sadakat hadislerinden ayrı bir şey değildir. Mevcut haberler bunu açık bir şekilde teyid eder.
El-Hakim Müstedrek 1/392
Ez-Zühri’nin Salim yolu ile babası Abdullah Bin Ömer’den rivayet ettiği hadisin ilk ibaresi şöyledir. “Rasulullah sadakat kitabını yazmış fakat amillerine göndermeden vefat etmiştir. Bilahara Ebu Bekir sonrada Ömer aynı kitapla amel etmiştir.”
C)Sahabiler tarafından yazılan diğer sahifelere ait bilgiler
1)Ebu Bekir ve Ömer’in denemeleri
Hz.Ebu Bekir ve Hz.Ömer bin Hattab’ın sünene ait hadisleri yazmağa teşebbüs ettiklerini hatta Ebubekir’in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığı fakat sonradan bazı sebepler dolayısı ile bu kitabı imha ettiğini belirten haberler vardır. Yine haberlerden öğrendiğimize göre Ebu bekir’in yazmış olduğu kitabı imha etmesine sebep hadislerin kendisinden sonra aslına uygun olarak nakledilmemeleri korkusudur. Ömer bin Hattab’ın vazgeçmesinin sebebi ise kendisi şöyle açıklamaktadır. “Size bir sünen kitabından bahsetmiştim .Sonradan düşündüm ki sizden önceki ehli kitap kitabullah’tan başka kitaplar yazmışlar o kitaplar üzerine düşerek ALLAH’ın kitabını terketmişlerdi. Ben yemin ederim ki ALLAH’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem. İbni Sad Tabakat 3/206
Nitekim karşısında bir hadis rivayet edildiği vakit onu reddetmek yerine rivayet edenden delil istemesi onun titiz ve ihtiyatkar davranışını gösterir. “Bir gün Ebu Musa, Ömer’in yanına girmek için üç defa izin istemiş cevap alamayınca geri dönmüştü. Sonradan bunu haber alan Hz.Ömer niçin geri döndüğünü sorunca, Ebu Musa Hz.Peygamberin biriniz üç defa izin isteyipte izin verilmezse geri dönsün, dediğini işittim.diye cevap vermişti. Bunun üzerin Ömer bin Hattab bu sözü Hz.Peygamberden işittiğine dair delil istemiş, Ebu Musa’da mescide giderek orada bulunanlara Ömer ile aralarında geçen hadiseyi anlatıp bu sözü Hz.Peygamberden işiten bir kimsenin bulunup bulunmadığını sormuştu. Orada bulunanlardan Ebu Said kalkmış ve Ebu Musa’ya şehadet etmiştir. Bundan sonradır ki Ömer ibnul Hattab Ebu Musa’ya şöyle hitap etmiştir. Maksatım seni itham etmek değildir. Fakat hz.Peygamberden hadis rivayet zordur.”
2)Abdullah ibnül Amr ibnül As’ın sahifesi
Hz.Peygamberin genç ashabı arasında hadis sahifesiyle şöhret kazananlardan birisi Abdullah bin Amr bin el As’tır. Babası Mısır fatihi Amr ibnul As’tan önce müslüman olan Abdullah’ın Hz.Peygamberin izniyle pekçok hadis yazdığını gösteren haberler vardır.
İbni Sad.’ın naklettiğine göre Abdullah bin Amr bir sahifeden bahsederek Rasullullahtan işttiğim hadisleri yazmak için izin istedim bana izin verdi bende bu sahifeyi yazdım. Der. İbnu Sad Bu haberin nihayetinde Abdullah bin Amrın Hz.Peygamberden yazdığı sahifeye sadıka ismini verdiğini ilave eder ki başka haberlerin bunu teyid ettiği görülür.
Yine Ahmet Bin Hanbel’in naklettiğine göre Ebu Kabil şu hadiseyi nakletmiştir. Birgün Abdullah ibn Amr’ın yanında bulunuyorduk. Önce Konstantiniyyemi yoksa Rumiyye mi fetholuncağını soruldu. Abdullah bir sandık getirdi ve içinden bir kitap çıkartarak söyle dedi Hz.Peygamberin etrafına toplanmış yazıyorduk. Bu sual ona soruldu. Rasulullah Hirakl Şehrinin yani Konstantiniyyenin (İstanbulun)önce fetholunacağını söyledi.
3)Cabir İbn Abdullahın sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı arasında fazla hadis rivayet etmekle söhret kazananlardan birisi olan Cabir ibn Abdullah’dır. Sahifetul Cabir diye anılan sahifenin aslında Süleyman ibnu Kays El- Yeşkuri tarafından yazıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Süleyman ibnu Kays’ın Cabir’den önce vefat etmesi ve Cabirin hadislerini ihtiva etmesi dolayısı ile ona isnad edilmiş ve bu isimle anılmıştır. Cabirin sahifesi hadisçiler arasında şöhret kazandıktan sonra pekçok kimse bu sahifeden rivayet etmeğe başlamıştır. Mesela Ahmet Bin Hanbel bunlardandır.
4)Ali bin ebu Talib Sahifesi
Hz.Peygamberin amca oğlu ve damadı Hz.Ali’nin elinde sadakat ve diyet hükümlerini ihtiva eden bir sahifenin bulunduğu muhtelif kaynakların verdikleri haberlerde anlaşılır. Nitekim Hz.Ali’nin; “Hz.Peygamberden kuran’dan ve şu sahifedekilerden başka bir şey yazmadık.” Sözü bunu açıklar. Hz.Ali, Hz.Peygamber’in vefat ettiği sıralarda Kuran tenzil üzerine toplamış bulunuyordu. Hatta kendisini bu işe o kadar vermişti ki Hz.Peygamberin vefatı üzerine hilafet makamına geçen Ebu Bekir’e beyat etmek fırsatını bile bulamamıştı.
5)Semura ibnu Cundeb sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı içinde hadis yazanlardan biride Semura İbnu Cundeb’tir.Ebu Davud ve İbni Mace sünenlerinde Nuaym ibn Ebi Hind tarikiyle Semura’nın oğullarından birer hadis rivayet etmişlerdir.
6)Ebu Hurayra Sahifesi
Hz.Peygambeden en fazla hadis rivayet etmekle şöhret kazanan Ebu Hurayre ‘dir. Hayatında yazılan ve büyük şöhret kazanan diğer bir sahifede talebelerinden Hemman ibnu Münebbih’in sahifesidir. Berlin ve Şam kütüphanelerinde iki yazma nüshası Pr.Muhammed Hamidullah tarafından bulunarak geniş bir mukaddime ile neşredilmiştir. Hadis tarihi yönünden değerli bir vesikadır.Hemmam’ın sahifesinde bulunan her hadis Ebu Hureyre’nin rivayeti olarak altı hadis kitabnda yer almakla kalmamış aynı zamanda Peygamberin bu sözlerinden her biri mana itibariyle diğer sahabilerden rivayet edilmiştir.
7)Abdullah ibn. Abbas sahifesi
Hz.Peygamberin ashabı içerisinde rivayetinin çokluğu ve bilhassa tefsir sahasındaki genişliği ile şöhret kazananlardan biride Abdullah ibni Abbas İbni Abdulmuttalip’dir. İbni Abbas hicretten üç sene önce dünyaya gelmişti. Tefsir ilminde otorite olması dolayısıyla kendisine müfessiril kuran ve tercumanul kuran deniliyordu. İbn. Abbas hz.Peygamberin vefatında onüç yaşlarında olmasına rağmen ondan pekçok hadis dinlemiş ve hıfzetmiştir. İbni abbasın ilmi üç otoriteden gelmektedir. Ömer bin el hattab, Ali bin ebi Talip, Ubey bin Kab.
Abdullah ibn.Ömer ibn.hattab sahifesi
Hz.peygamberin genç ashabından bir i olan abdullah ibn ömer in hadis yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Fakat elinde yazılı hadis vesikalarının bulunduğuna ve kölesi nafinin ondan bir sahife rivayet ettiğine dair haberler vardır. El Buhari tarafından nafi vasıtasıyla nakledilen bir habere göre Abdullah ibn.ömer sokağa çıkmadan önce kitaplarına bakardır. Ettarihul Kebir
8)Sad ibn Ubade sahifesi
Cahiliyye devri katiplarinden Sad ibn Ubade’nin Hz.Peygamberin meclislerinde daima hazır bulunup ondan kuran, feraiz ve şeriat ahkamını öğrendiği bilinen hususlardan olup hadis yazıp yazmadığı net olarak bilinmemektedir.
Bu örnekler Hz.Peygamberin ilk günlerinden itibaren hadislerin yazılmağa başlandığını ve hadis yazanların giderek çoğaldığını göstermeğe yeterlidir.
Kaynak:
Hadis Tarihi/Talat Koçyiğit
FIKIH TARİHİ
İslâm fıkhı, tarih içinde çeşitli aşamalar geçirmiş, iniş ve çıkışlar yaşamıştır. Yakın zamanda yazılmış fıkıh tarihi kitaplarında fıkhın geçirdiği aşamaların genelde 7 bölümde ele alındığını görmekteyiz. Şöyle ki:
1) Rasûlullâh (s.a.v.) Dönemi (H. Ö. 13-H. S. 10)
Fıkıh, Rasûlullâh (s.a.v.) zamanında doğmuş ve ana şeklini almıştır. Bu devrede fıkhın kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Bununla birlikte uzak beldelere gönderilen sahâbîlere ictihâd yetkisi verildiğini de görmekteyiz.
2) Dört Halife Dönemi (H. S. 10-40)
Bu dönemde de fıkıh faaliyetleri, Kur’ân ve Sünnet ana çerçevesinde yapılmıştır. Bu dönemde bazı hükümlerin amaç ve maslahat gözetilerek farklı olarak uygulandığını da görmekteyiz. Mesela, Ömer (r.a.)’ın fethedilen arazileri askerlere dağıtmaması, müellefe-i kulûb’a hisse vermemesi, bir defada yapılan üç boşamayı üç boşama olarak geçerli sayması, kıtlık zamanında hırsızlık yapanlara el kesme cezası uygulamaması bu tür uygulamalardandır.
3) Emeviler Dönemi (H. S. 40-100)
Emeviler dönemi, fıkıhta ekolleşmenin yaşandığı devredir. Bilindiği üzere Rasûlullâh (s.a.v.)’in zamanından itibaren bazı sahâbiler Hicaz’da kalmaya devam etmiş, bazı sahâbîler ise başka yerlere gitmişlerdir. Gidenler de kalanlar da öğrenci yetiştirmişlerdir. Bunun sonucunda merkezde kalanların öğrencileri Hicaz, gidenlerin öğrencileri de Irak ekolünü oluşturmuşlardır. Aralarında büyük fark bulunmayan bu iki ekolün belirgin özellikleri, Hicaz ekolünün Medine örfüne özel bir değer vermesi, Irak ekolünün ise bulunduğu çevre nedeniyle hadis tenkidinde daha titiz olmasıdır.
4) Abbâsîlerin Birinci Dönemi-Gelişme Dönemi (H. 100-350)
Bu dönem fıkhın olgunlaşma dönemidir. Bu devrede Hicaz ve Irak ekollerinin daha belirgin hale gelerek Hadis ve Rey okullarına dönüştüklerini ve mezheplerin oluştuğunu görmekteyiz. Bu okullar üstat, malzeme ve çevre farkına bağlı olarak oluşmuştur.
Hadis okuluna mensup olan fakîhler, daha fazla ve daha güvenilir hadislere sahip oldukları ve bulundukları çevrede pek fazla yenilik görülmediği için problemlerini hadislerle çözmeye, elden geldiğince kıyasa baş vurmamaya çalışan alimlerdir.
Rey okuluna mensup fakîhler ise, ellerinde daha az hadis bulunduğu ve çevrelerinde çok hadis uydurulduğu için hadisler konusunda daha titiz davranmak zorunda kalan ve değişik millet ve medeniyetlerle karşı karşıya bulunmaları nedeniyle hükmü bilinmeyen çok sayıda konuya muhatap oldukları için kıyasa daha çok baş vuran alimlerdir.
Ebû Hanîfe, rey okuluna, Ahmed b. Hanbel ise hadis okuluna mensuptur. Mâlik ve Şâfiî ise, kısmen reyci kısmen hadisçi sayılabilir.
Bu devrede özgürce ictihâd yapıldığını ve birçok müçtehidin yetiştiğini ve çok değerli fıkıh kitaplarının yazıldığını görmekteyiz.
5) Abbâsîlerin İkinci Dönemi-Duraklama Dönemi (H. S. 350-656)
Bu dönem siyasi sıkıntıların hayatın her alanını olumsuz etkilediği bir dönemdir. Bu devrede ictihâd bir kenara bırakılmış ve taklîde yönelinmiştir. Önceki müctehidlerin sözlerine kıyasla yeni konularda hüküm verilmeye (tahrîc) çalışılmıştır. Bazı alimler ictihâd kapısının kapandığını iddia etmiş ve mezhep taassubu ayyuka çıkmıştır. İctihâd eden alimlere cephe alınmıştır. Genelde orijinal eserler yazılmaz olmuş ve önceki fıkıh eserleri üzerinde çalışmalar yapılmakla yetinilmiştir.
6) Moğol İstilasından Mecelle’ye-Gerileme Dönemi (H. S. 656-M. S. 1876)
Bu devre, sadece taklîdin olduğu bir devredir. Bu devrede, tahrîc bile yapılmaz olmuş, hatta bir mezhebe bağlı olan bir müslümanın bir başka mezhepten istifade etmesi ve bir başka mezhebe bağlı imamın arkasında namaz kılmanın cevazı gibi konular tartışma konusu edilmiştir.
7) Mecelle’den Günümüze-Yeniden Uyanış Dönemi (M. S. 1876-...)
Bu devrede, ictihâd ruhu yeniden uyanmaya başlamış ve ictihâd ürünü eserler ilgi görmeye başlamıştır. İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İbn Hazm, Şah Veliyyullâh, Şevkânî ve Şâtıbî gibi alimlerin, mezhep imamlarının ve onların öğrencilerinin eserleri çokça okunur olmuştur.
Bütün müctehidlerin görüşlerinden faydalanmak, delillerine ve ihtiyaçlara bakılarak bunlardan seçmelerde bulunmak ve bunun yeterli olmadığı durumlarda şura içtihadıyla boşlukları doldurmak metot olarak benimsenmiştir.
Bu metot, Mecelle’nin yazılması sırasında Osmanlı Devleti’nce benimsenmemiş ve sadece Hanefî mezhebi görüşleri esas alınmıştır, ama gerek Mecelle’nin tadilinde ve gerekse sonradan çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde diğer mezheplerin görüşlerinden de faydalanılma yoluna gidilmiştir. Hatta, Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde İbn Şübrüme gibi bugün mezhepleri yaşamayan müctehidlerin görüşlerinden bile faydalanılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı tarihine baktığımız zaman, fıkıh açısından inişler ve çıkışlar görmekteyiz. Bunları maddeler halinde şöylece sıralayabiliriz:
Birinci dönem: Kadılar Hanefî mezhebinden seçilmektedir, ancak bu dönemde Hanefî kadılar, Şâfiî mezhebinden fıkıhçıları nâib (vekil) tayin ederek bu mezhebe göre verilen hükümleri de icra etmişlerdir.
İkinci dönem: XVI. asrın ortalarından itibaren bu müsamaha dönemi kapanmış ve hükümlerin sadece Hanefî mezhebinin en sahih ictihâdına göre verileceği kaydı konulmuştur. Bu hüküm, Anadolu ve Rumeli’ye mahsustur. Ahalisinin önemli bir kısmı Hanefî olmayan Mekke, Medine, Kahire gibi yerlerde diğer mezheplere göre de hükümler verilmiştir.
Üçüncü dönem: XIX. asrın sonlarından itibaren tek mezhebe göre hüküm vermenin yol açtığı sıkıntılar görülmüş ve diğer mezheplerden de yararlanma yoluna gidilmiştir. Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi bu noktada bir zirvedir.[1][1]
* * *
Günümüzde müslüman gruplar arasındaki fıkha yaklaşım tartışmaları, bu tarihi süreçle doğrudan alakalıdır. Bakış açıları itibariyle fıkhın gerileme döneminin takipçileri olanlar, her türlü yeniliğe karşı çıkarken; fıkhın gelişme döneminin takipçileri ise taassuba dayalı uygulamalarla mücadele etmektedirler. Burada önemli olan gelenekçi veya yenilikçi olmak değil; dinimizin ön gördüğü yaklaşımı sergilemektir. Bu da ilk dönem fıkıh tarihini iyi okuyup anladığımızda mümkün olacaktır. Yoksa başkalarının yakıştırdığı ve yapıştırdığı yafta ve etiketlerin bir anlamı yoktur.
[2][1] Bkz. Abdulkerîm Zeydân, el-Medhal, s. 91 vd.; Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, I, 41 vd.; Hayreddin Karaman,İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, s. 665.
SONUÇ
Özet sunularak anlatmaya çalıştığımız üzere; tefsir tarihi, hadis tarihi ve fıkıh tarihi gelişimleri birbirine paralellik arz etmektedir. Tarihi süreç içerisinde bu üç ilim dalının etkileşime girdiği unsurlar benzerlik arz etmektedir. Bu açıdan değerlendirmeğe tabi tutulduğunda İslami İlimlerin birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği sonucuna varmak yanlış olmasa gerektir.
Saygılarımla….
كلمة
لغوب في القرآن الكريم
المقدّمة
المبحث الأوّل : تعريف كلمة "
لغوب ".
1.
لغة
2.
اصطلاحا
3.
مواضعها في القرآن
المبحث الثاّني : تفسير" ومامسّنا
من لغوب " عندالطبري و سبب النّزول.
1.
سبب النّزول
2.
تفسير الطبري
3.
الفرق بين النّصب و اللغوب
الخاتمة.
المقدّمة :
قبل نزول القرآن الكريم كانت اليهود
يعتقدون في دينهم أنّ الله سبحانه عزّوجلّ عندما خلق السماوات والأرض خلقها في
ستّة أيّام ثمّ استراح اليوم السّابع الّذي
هو يوم السّبت.وهم ما زالوا
يقدّسونه إلى الآن.
وعند نزول القرآن, أي بعد مجيء الإسلام
ذكرفيه آيات تدلّ على قدرة وعظمة الله تعالى وتكذّب أقاويل اليهود ومن بينها مانزل
في شأن خلق السماوات والأرض.
ومن بين هذه الآيات نزلت على نبيّنا محمّد صلّى
الله عليه وسلّم بعد التقائه مع اليهود حين ذكر لهم تفصيل الأيّام المتعلّقة بخلق
السماوات والأرض وما بينهما.
ولمّا طرح النّبي صلّى الله عليه وسلّم
عليهم شأن كلّ يوم, بدأ بيوم الأحد إلى يوم الجمعة. فاليهود جائوا بجواب يعني أنّ
النبيّ صدق لو وافقهم في يوم السّبت الّذي يعتبر يوم الرّاحة في عقيدتهم أنّ الله
استراح فيه.
فغضب النبي صلّى الله عليه وسلّم غضبا
شديدا عندما فهم أنّهم يريدون أن يسيروا القرآن حسب عقيدتهم. فأنزل الله تعالى آية
في سورة مكيّة (ق-34) تذكر أنّ الله لم
يمسسه أبدا لغوبا ولاتعبا, ويأمر النّبي صلّى الله عليه وسلّم على أن يصبر على
قولهم وافترائهم كما في قوله تعالى:
" ولقد خلقنا السماوات والأرض وما
بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب - فاصبر على ما يقولون. " (ق-34-35).
ولقد تناولنا قي هذا البحث تفسيرا وتحليلالهذه
الآيات حسب قسمين أساسيين :
-
يتعلّق القسم الأوّ ل بتعريف كلمة " لغوب
" لغة واصطلاحا, ومواضعها في القرآن.
-
أمّا القسم الثّاني قفقد تناولنا فيه سبب
النزول والتّفسير عند الطّبري .
لقد اخترت البحث في هذه الآية بقصد تبيين عظمة الله وقدرته في ردّ
شبهات وافترآت اليهود والمشركين. وكذلك تبيين معانات النّبي صلّى الله عليه وسلّم
وحثّ الله له على الصّبر مهما يقولون.
المبحث الأوّل : تعريف كلمة لغوب.
نجد تعريف كلمة لغوب في عدّة معاجم
اللّغوية سواء لغة أواصطلاحا.
1.
لغة : جاء تعريفها في معجم اللغة العربيّة
المعاصر كما يلي
لغَبَ يَلغَب ،
لَغْبًا ولُغوبًا ، فهو لاغب.[1]
اللَّغُوبُ : الضعيفُ الأَحْمَق
اللغوب : التعب الشديد
كما جاء تعريفها في في معجم كلمات القران
معنى لغوب : تعب و إعياءٍ [2].
2.
اصطلاحا
وجاء أيضا تعريفها في معجم اللغة العربيّة
المعاصرإصطلاحا كما يلي:
لغَبَ على القوم لَغْبًا : أفسد عليهم
لغَبَ القومَ :
حدَّثهم حديثًا كاذبًا[3]
جاء أيضا تعريفها في معجم المعاني الجامع :
لغَب الشَّخْصُ : تعِب وأعيا أشدَّ الإعياء[4].
" لاَ يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلاَ يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "
3.
مواضعها في القرآن :
وردت كلمة لغوب في القرآن الكريم في موضعين
وهما:
- في قوله تعالى:
" ولقد خلقنا السماوات والأرض وما
بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب –
وهي سورة مكية جاء ترتيبهاحسب النزول (34 ) و ترتيبها حسب
الزمن في المصحف(50)
- و قوله
تعالى :
" الَّذِي
أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا
يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "(فاطر 35).
وهي أيضا سورة مكية
جاء ترتيبهاحسب النزول (43) و ترتيبها حسب الزمن في المصحف(35).
.
المبحث الثاّني : تفسير "ومامسّنا من لغوب"
عندالطبري وسبب النزول .
قبل أن نذكرتفسير الآية عندالطبري نبدأ بذكرسبب النزول
للواحدي مع أنّ الطبري يعتمدأيضا في تفسيره على سبب النزول
1. سبب النّزول:
يبدأ الواحدي بذكرالآية ثم يشرع الأحاديث الدالةعلى سبب
النزول
قَوْلُهُ- عَزَّ وَجَلَّ:
" وَلَقَدْ خَلَقْنَا
السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَمَا مَسَّنَا
مِنْ لُغُوبٍ"
َقالَ
الْحَسَنُ وَقَتَادَةُ:
قَالَتِ الْيَهُودُ: إِنَّ اللَّهَ خَلَقَ
الْخَلْقَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَاسْتَرَاحَ يَوْمَ السَّابِعِ وَهُوَ يَوْمُ
السَّبْتِ، وَهُمْ يُسَمُّونَهُ يَوْمَ الرَّاحَةِ، فَأَنْزَلَ اللَّهُ تَعَالَى
هَذِهِ الْآيَةَ.
- أَخْبَرَنَا
أَحْمَدُ بْنُ مُحَمَّدٍ التَّمِيمِيُّ قَالَ: أَخْبَرَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ
مُحَمَّدِ بْنِ جَعْفَرٍ الْحَافِظُ
قَالَ: أَخْبَرَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُحَمَّدِ
بْنِ الْحَسَنِ
قَالَ:
أَخْبَرَنَا هَنَّادُ بْنُ السري
قال: أخبرنا أَبُو بَكْرِ بْنُ عَيَّاشٍ عَنْ
أَبِي سَعْدٍ الْبَقَّالِ، عَنْ عِكْرِمَةَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ أَنَّ الْيَهُودَ
أَتَتِ النَّبِيَّ- صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- فَسَأَلَتْ عن خلق السموات
وَالْأَرْضِ
فَقَالَ:«خَلَقَ اللَّهُ الْأَرْضَ يَوْمَ الْأَحَدِ
وَالِاثْنَيْنِ، وَخَلَقَ الْجِبَالَ يَوْمَ الثُّلَاثَاءِ وَمَا فِيهِنَّ مِنَ
الْمَنَافِعِ، وَخَلَقَ يَوْمَ الْأَرْبِعَاءِ الشَّجَرَ وَالْمَاءَ وَخَلَقَ
يَوْمَ الْخَمِيسِ السَّمَاءَ، وَخَلَقَ يَوْمَ الْجُمُعَةَ النُّجُومَ
وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ»،
قَالَتِ الْيَهُودُ: ثُمَّ مَاذَا يَا
مُحَمَّدُ؟
قَالَ:«ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ»،
قَالُوا: قَدْ أَصَبْتَ لَوْ تَمَّمْتَ ثُمَّ
اسْتَرَاحَ،
فَغَضِبَ رَسُولُ اللَّهِ- صَلَّى اللهُ
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- غَضَبًا شَدِيدًا، فَنَزَلَتْ:
" وَلَقَدْ خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ
وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَمَا مَسَّنَا مِنْ لُغُوبٍ"(ق-34).
2. تفسير الطبري :
يبدأ الطبري تفسيره بذكر الآية ثم يفسّرهاحسب رأيه ثم يذكر
الأدلّة من الأحاديث الواردة في شأن ذلك كالآتي:
القول في تأويل قوله تعالى:
" ولقد خلقنا السماوات والأرض وما
بينهما في ستة أيام وما مسنا من لغوب " ( ق-34 ) "
يقول -
تعالى ذكره - :
ولقد خلقنا السموات السبع والأرض وما بينهما من
الخلائق في ستة أيام ، وما مسنا من إعياء. .
كما حدثنا ابن حميد قال : ثنا مهران ، عن أبي سنان ، عن أبي بكر قال:
جاءت اليهود إلى النبي - صلى
الله عليه وسلم - ،
فقالوا : يا محمد أخبرنا ما خلق الله من الخلق في هذه
الأيام الستة؟
فقال : " خلق الله الأرض يوم الأحد
والاثنين ،
وخلق الجبال يوم الثلاثاء ،
وخلق المدائن والأقوات والأنهار وعمرانها
وخرابها يوم الأربعاء ،
وخلق السموات والملائكة
يوم الخميس إلى ثلاث ساعات ، يعني من يوم الجمعة ،
وخلق في أول الثلاث الساعات
الآجال ، وفي الثانية الآفة ، وفي الثالثة آدم ،
قالوا : صدقت إن أتممت ،
فعرف النبي - صلى الله عليه وسلم
- ما يريدون ، فغضب ،
فأنزل الله : "وما مسنا من لغوب فاصبر على ما
يقولون "
كما يربط
هذه الآية باللتي تتبعها في تفسيره كالآتي :
يقول -
تعالى ذكره - لنبيه محمد - صلى الله
عليه وسلم - : فاصبر يا محمد على ما
يقول هؤلاء اليهود, وما يفترون على الله، ويكذبون عليه، فإن الله لهم بالمرصاد.
مثل ما تعرّض النبي محمّد - صلى الله
عليه وسلم- إلى التكذيب من طرف اليهود, فإن الآية
التي وردت في سورة طه (الآية -130) تبينت أن النبي صلى الله عليه وسلم تعرّض أيضا للتكذيب من طرف المشركين فجاء قوله
تعالى:" فَاصْبِرْ عَلَى
مَا يَقُولُونَ ".
يقول
جلّ ثناؤه لنبيه: فاصبر يا محمد على ما يقول هؤلاء المكذبون بآيات الله من قومك لك
إنك ساحر، وإنك مجنون وشاعر ونحو ذلك من القول.
تحليل تفسير الطبري:
نلاحظ أن تفسير كلمة " لغوب " عند الطبريجاءت مختلفة حسب كلّ
رواية. كلّ معنى ورد في رواية استخرجنا له مرادفه حسب المعجم- اللغة العربية
شَعَرَ بِإعْياءٍ
شَدِيدٍ : بِتَعَبٍ |
وما مسنا
من إعياء |
الطبري |
|
الحديث |
كما
حدثنا ابن حميد قال : ثنا مهران ، عن أبي سنان ، عن أبي بكر قال: |
سَآمَة : مَلَل ، ضَجَر |
من سآمة |
قال: ثنا مهران ، عن سفيان |
أَزْحَفَ الرَّجُلُ : أَعْيَا ، تَعِبَ تَعَباً شَدِيدًا |
من إزحاف |
حدثني علي قال : ثنا أبو صالح قال :
ثني معاوية ، عن علي ، عن ابن عباس قوله |
ظَلَّ يُعَانِي
مِنَ النَّصَبِ : مِنَ التَّعَبِ ،
العَنَاءِ |
وما مسنا
من نصب |
حدثني محمد بن سعد قال : ثني أبي ، قال : ثني عمي ، قال : ثني أبي ، عن
أبيه ، عن ابن عباس |
|
: نصب قال |
حدثني محمد بن عمرو قال : ثنا أبو عاصم قال : ثنا عيسى ، وحدثني الحارث قال :
ثنا الحسن قال : ثنا ورقاء جميعا ،
عن ابن أبي
نجيح ، [ ص:376
] عن مجاهد قوله ( |
|
قالت اليهود : إن الله
خلق السموات والأرض في ستة أيام ، ففرغ من الخلق يوم الجمعة ، واستراح يوم السبت
، فأكذبهم الله ، وقال " وما مسنا من
لغوب " . |
حدثنا بشر قال : ثنا يزيد قال : ثنا سعيد ، عن قتادة |
|
قالت
اليهود : إن الله خلق السموات والأرض في ستة أيام ،
ففرغ من الخلق يوم الجمعة ، واستراح يوم السبت ، فأكذبهم الله ، وقال " وما مسنا من
لغوب " . |
حدثنا ابن عبد الأعلى قال : ثنا ابن ثور ، عن معمر ، عن قتادة |
|
"ولقد خلقنا
السماوات والأرض وما بينهما في ستة أيام " كان
مقدار كل ألف سنة مما تعدون . |
حدثت عن الحسين قال : سمعت أبا معاذ يقول :
أخبرنا عبيد قال : سمعت الضحاك يقول: |
الْعَنَاء : التَّعَب ،
المَشَقَّة |
لم يمسنا
في ذلك عناء ، ذلك
اللغوب |
حدثني يونس قال : أخبرنا ابن وهب قال : قال ابن زيد |
3. الفرق بين النّصب و اللغوب :
نجد كذالك في سورة فاطرهذه الآية التي تستعمل الكلمتين :نصب
ولغوب في قوله تعالى:
" الَّذِي
أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ
وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ "(فاطر 35).
فسرها الطبري كالآتي :
وقوله :" لا يمسنا فيها نصب " يقول :
لا يصيبنا فيها تعب ولا وجع
" ولا يمسنا فيها لغوب " يعني
باللغوب : العناء والإعياء
.
وبنحو
الذي قلنا في ذلك قال أهل التأويل
.
ذكر من
قال ذلك
:
حدثنا محمد بن
عبيد قال : ثنا موسى بن
عمير ، عن أبي صالح
، عن ابن عباس في قوله:
" لا يمسنا فيها نصب ولا يمسنا فيها لغوب " قال :
اللغوب : العناء
حدثنا بشر قال :
ثنا يزيد قال :
ثنا سعيد ، عن قتادة قوله :
" لا يمسنا فيها نصب " أي : وجع .
أن النصب
هو أن يجدوا صعوبة في أداء
عمل من الأعمال في الجنة, وأما اللغوب هو أن يجدوا إعياء وتعب بعد أداء هذا
العمل.
الخاتمة :
لقد ورد في القرآن الكريم آيات كثيرة
تحثّ النبي والمؤمنين كافة على الحذ ر من اليهود والمشركين. وذلك لعدم إيمانهم و
تصديقهم لكتاب الله وما يحتويه من معجزات, وخاصّة ما يتعلّق ببحثنا هذا وهو خلق
السماوات والرض وما بينهما.
[1] المعجم: اللغة العربية المعاصر
[2] المعجم: كلمات القران
[3] في معجم المعاني الجامع - معجم عربي عربي
[4] في معجم المعاني الجامع - معجم عربي عربي
TARİH
MÜTALASI ÖDEVİ
Muhammet
Ali ÖZER
14922747
DOKTORA
TEFSİR TARİHİ
Kur’an’ın ilk müfessirinin Hz. Peygamber olduğunda bir
ihtilâf yoktur. Bunu Ehl-i Kur’an ekolü mensupları da kabul etmektedir. Tefsiri
ondan ashabı almış, ashap da bu bilgileri tâbiîne aktarmıştır. Muteber hadis
kaynakları Resûlullah’a, ashaba ve tâbiînin önde gelenlerine ait Kur’an
tefsirlerini bir araya getirmiştir. Bu kaynaklara bakıldığında Resûl-i Ekrem’in
Kur’an tefsirinin muhtelif şekillerde ortaya çıktığı görülür. Resûlullah yer
yer ashabın yanlış anlama ve yorumlamalarını tashih etmekte, yer yer doğrudan
bir âyeti veya sûreyi yorumlamakta veya kapalı bir noktasını açıklamakta, bazen
da sorulara cevap mahiyetinde Kur’an’ı tefsir etmektedir. Hadis kaynaklarında
nakledilen sahâbe rivayetlerinde esbâb-ı nüzûl ve nâsih-mensuh konularında
bilgi bulunduğu gibi âyetteki kapalılığın giderildiği, kelimelerin açıklandığı,
İsrâiloğulları’ndan gelen haberlerin aktarıldığı hususlar da göze çarpmaktadır.
Ancak sahâbîlerin tefsir yaparken çok ihtiyatlı davrandıkları, bilmedikleri
konularda fazla konuşmadıkları görülmektedir. Sadece Abdullah b. Mes‘ûd ve
Abdullah b. Abbas gibi önde gelen müfessir sahâbîlerin Resûl-i Ekrem’den
intikal eden yorumları kullanarak Kur’an’ın tamamına yakınını tefsir ettikleri
bilinmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de tarihî olaylara atıfta bulunan birçok âyetin
yorumu için yardımcı bilgilere ihtiyaç duyulacağını bilen Hz. Peygamber’in
Ehl-i kitap’tan gelebilecek bilgilere karşı bir tavır ortaya koymaması. Sahâbe
döneminde ilk örnekleri görülen bu rivayetler tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn devrinde
telif edilen tefsirlerde önemli bir yer işgal etmiştir. İlk tam Kur’an
tefsirini kaleme alan Mukātil b. Süleyman’ın eseri ikinci ve üçüncü nesildeki
bu değişimi açıkça ortaya koymaktadır
İlk dönem tefsir okulları arasında en
güçlü olanı Mekke tefsir okuludur; çünkü Resûl-i Ekrem’in kendisi için, “Allah’ım!
Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona te’vili öğret” şeklinde dua ettiği İbn
Abbas’a dayanmaktaydı. Onun arkadaşları ve öğrencileri arasında Saîd b. Cübeyr,
Mücâhid b. Cebr, İkrime el-Berberî, Tâvûs b. Keysân ve Atâ b. Ebû Rebâh gibi
tefsirde görüşlerine önem verilen kişiler vardır. İbn Abbas’ın tefsir
rivayetleri muhtelif kollardan gelmektedir. Bunların içinde güvenilir olanlar
bulunduğu gibi rivayet tekniği bakımından güvenilemeyecek olanlar da vardır.
Tefsirde bir diğer önemli okul Medine
okuludur. Ashaptan Übey b. Kâ‘b’a dayanan Medine okulunun temsilcileri arasında
Ebü’l-Âliye er-Riyâhî, Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî, Zeyd b. Eslem, Abdurrahman
b. Abdullah ve Abdullah b. Vehb gibi âlimler mevcuttur. İlk müslümanlar
arasında yer alan ve tefsire dair geniş bilgisi olduğu kendisi tarafından ifade
edilen Abdullah b. Mes‘ûd’un öğrencileri ve arkadaşlarının temsil ettiği Irak
okulu da Mekke okulu kadar güçlüdür. Onun takipçileri arasında Alkame b. Kays,
Mesrûk b. Ecda‘, Esved b. Yezîd, Mürre el-Hemedânî, Hasan-ı Basrî, Katâde b.
Diâme ve İbrâhim en-Nehaî gibişahsiyetler vardır. Tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn
devrinde tefsir bir hayli genişlemiştir. Tâbiîn devrinde bizzat müfessirler
tarafından kaleme alınan tefsirler bir hayli azdır; yine de tefsirin kitap
olarak tedvini hadis mecmualarından öncedir. 150 (767) yılında muhtemelen 100
yaşında vefat eden Mukātil b. Süleyman’ın günümüze ulaşan Kur’an tefsiri (et-Tefsîrü’l-Kebîr:
Tefsîru Muķātil b. Süleymân) ve tefsire dair diğer eserleri tefsirlerin
ilklerindendir.
Aynı dönemlerde rivayet tefsirlerinin
yanında başlayan lugavî (filolojik) tefsir eğilimi tefsir çalışmalarına ayrı
bir hareketlilik kazandırmış, böylece tefsirde yeni bir dal ortaya çıkmıştır.
Bunda İslâm toplumundaki fikrî gelişimin ve değişimin büyük payı vardır.
Önceleri Resûl-i Ekrem’in ve ashabın açıklamaları ile yetinen müslümanlar,
İslâm’ı kabul eden ve büyük çoğunluğu Arap olmayan unsurlar dolayısıyla yeni
problemlerle karşılaşmaya başlamıştır. Kur’an’ın nüzûlüne şahit olmayan ve onun
mânalarına ilk muhatapları kadar nüfuz edemeyen Müslümanlar, Kur’an kelimeleri
ve ibarelerini yer yer konulduğu anlam dışında kullanmaya başlayınca dil
âlimleri i‘râbü’l-Kur’ân, garîbü’l-Kur’ân, meâni’l-Kur’ân, mecâzü’l-Kur’ân,
müşkilü’l-Kur’ân, vücûh ve nezâir gibi çalışmalar yapmıştır.[1]
HADİS TARİHİ
Bazı âlimler, hadis teriminin
kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsî beyan ve fetvalarını da
bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber’e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait
olanlara mevkuf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir. Sonraları
merfû, mevkuf ve maktû terimlerinin hepsini ifade etmek üzere haber kelimesi
kullanılmaya başlanmıştır. Hadis ile sünnetin kapsamları konusunda farklı
görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resûlullah’ın söz,
fiil ve takrirleri için kullanılması özellikle hadis âlimleri arasında daha
fazla kabul görmüştür. Sünnet ve hadisin çerçevesini daha da genişleterek Hz.
Peygamber’in ahlâkını, şemâilini, peygamberlikten önce söylediklerini ve
yaptıklarını da bu çerçeve içine alanlar olmuştur.
Hadislerin tedvînini çabuklaştıran
sebeplerin başında, Hz. Osman’ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric
ve Gāliyye gibi siyasî fırkaların, I. (VII.) yüzyılın sonlarından itibaren
Kaderiyye ve Mürcie, bir müddet sonra da Cehmiyye ve Müşebbihe gibi itikadî
mezheplerin ortaya çıkması gelir. Özellikle Şîa’nın kendi grupları, daha sonra
Abbâsî hilâfeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler icat etmeleri,
ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve
İslâm aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları,
bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi tedvîne
taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir.
Hadislerin tedvîni tamamlanınca
bunların sistemli birer kitap haline getirilmesi ve böylece aranan hadisleri
kolayca bulmaya imkân verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar
ağırlık kazanmıştır. Bazı âlimler hadisleri konularına göre tasnif etmeyi ve bu
şekilde “musannef” adı verilen türde eserler yazmayı denerken bazıları da
hadisleri ilk râvileri olan sahâbîlerin adlarına göre sıralayarak “müsned”
denen türde kitaplar telif etmeyi tercih etmiştir.
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı
muhaddislerin II. (VIII.) yüzyılın ortalarında vefat etmesi, bu çalışmaların
aynı yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren hazırlanmış olduğunu göstermekte,
dolayısıyla tedvîn ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya
imkân bulunmadığını ortaya koymaktadır. IV. (X.) yüzyılda da hadis tahsili için
seyahat etme geleneği sürmekle beraber artık hadislerin kitaplarda toplanmış
olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap
telifi yerine daha önceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından
derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır. Bundan dolayı âlimler IV.
yüzyılın başını mütekaddimîn döneminin sonu, müteahhirîn devrinin başlangıcı
olarak değerlendirmişlerdir. Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebû Ya‘lâ
el-Mevsılî’nin (ö. 307/919) el-Müsned’i sahâbeye ait birçok haberi de ihtiva
eden önemli bir kaynaktır. İbn Cerîr et-Taberî, orijinal bir çalışma olan Tehzîbü’l-âsâr’ında
aşere-i mübeşşere, Ehl-i beyt ve mevâlî’nin müsnedleriyle İbn Abbas’ın
müsnedinin bir bölümünü bir araya getirmiş; hadislerin tariklerini,
illetlerini, âlimlerin bu hadisler hakkındaki ihtilâflarını ve sonunda da kendi
tercihini belirtmiştir. İbn Huzeyme de bugün tam nüshası elde bulunmayan es-sahîh’ini
tasnif etmiştir.[2]
FIKIH TARİHİ
Fıkhın doğuşundan günümüze kadar
geçirdiği değişme ve gelişmelerde bazan kişiler ve nesiller, bazen da siyasî,
sosyal ve kültürel şartlar belirleyici rol oynamıştır. Bundan dolayı fıkhın
dönemleri Hz. Peygamber, sahâbe, Abbâsîler, Selçuklular, Moğol istilâsından
Mecelle’ye ve Mecelle’den günümüze kadarki devirler şeklinde bir sıralamaya
tâbi tutulmuştur.
Hz. Peygamber devri fıkıh
dönemlerinin en önemlisidir; çünkü vahye dayanan veya vahyin denetimi altında
gerçekleşen yasama ve uygulama bu dönem içinde tamamlanmış, dolayısıyla bu
devir daha sonraki dönemlere de kaynak ve örnek olmuştur. Bu devrin hicretten
önce Mekke’de geçen kısmında sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok inanç,
ibadet ve ahlâk konuları üzerinde durulmuş, bir anlamda fıkıh için alt yapı oluşturulmuştur.
Resul-i Ekrem’in toplum lideri olarak benimsenip davet edildiği Medine’de ise
İslâm Allah-fert ilişkileri yanında sosyal hayatı da düzenlemeye yönelmiş, bir
taraftan ibadetler, cihad, aile ve mirasla, diğer taraftan anayasa, ceza,
muhakeme usulü, muâmelât, devletlerarası münasebetlerle ilgili birtakım hüküm
ve kaideler konulmuştur.
Fıkhın bu dönemde üç temel özelliği
vardır: Tedrîc, kolaylık ve nesih. Tedrîc hükümlerin zamana yayılarak peyderpey
konulması, kolaylık ise yasamada, kural koymada, uygulamada insanın tabiatını,
yaratılıştan gelen özelliklerini ve ihtiyaçlarını göz önüne alarak dinle
muhatabı arasına zorluk engelini koymamak, İslâm âlimleri arasında tartışma
konusu olan nesih de alıştırma, kolaylaştırma hikmetine bağlı olarak bazı
hükümlerin önce konup sonra kaldırılması şeklinde gerçekleşmiştir. Fıkhın usul
ve fürû kısımlarının ayrı birer ilim dalı olarak incelenmesi, okutulması,
kitaplara geçirilmesi daha sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olmakla beraber
gerek usulün gerekse fürûun temelleri Hz. Peygamber devrinde atılmış, hatta
esas itibariyle tamamlanmıştır.
Fıkıhla ilgili hükümler ya Kur’ân-ı
Kerîm yahut Sünnet tarafından doğrudan bildirilmekte veya bunlar üzerinde
düşünme, kafa yorma (ictihad: kıyas, istidlal), yahut da bunlardan birine
dayalı ittifak (icmâ) yoluyla intikal etmektedir. Fıkhın birinci döneminde bu
kaynakların ilk ikisi tamamlanmış, diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri
ise ya kullanılmış veya ileride kullanılabileceği açıklanmıştır.
Âyetlerin açık ve doğrudan hüküm
getirmesi esas alındığında fıkıhla ilgili âyet sayısı 200 civarındadır. Kur’ân-ı
Kerîm’de genel çizgileriyle anlatılan iman ve İslâm konularının, namaz, oruç,
hac, zekât gibi temel ibadetlerin vb. hükümlerin geniş açıklamaları ve uygulama
örnekleri sünnetin açıklama görevinin; fıtır sadakası, vitir namazı, bazı
cezalar, kadının hala ve teyzesinin ikinci eş olarak alınmasının yasaklanması,
evcil eşek etinin haram olması, oruç bozmanın kefareti gibi yüzlerce örnek de
boşlukları doldurma fonksiyonunun görüldüğü alanlardır.
Fıkıh tarihinin ikinci dönemi, bir
kırılma noktasıyla Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler şeklinde ikiye ayrılmaktadır.
Her iki dönemde de sahâbe nesli fıkıh açısından belirleyici bir role sahip
olmakla beraber siyaset-fıkıh ilişkisi bakımından Emevîler devri hilâfetin
saltanata dönüşmüş olması sebebiyle önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir.
Hulefâ-yi Râşidîn devri dinî hayatın, İslâm’ın insanlığa getirdiği inkılâbın
tekâmül devridir. Emevîler devrinde ise fazilet ve mânevî tekâmülün yerini
siyasî istikrar ve maddî gelişme almaya başlamış, kültür karışması, saltanatın
ve siyasî baskıların doğurduğu muhalefet (Havâric ve Şîa), özellikle fıkhın
kamu hukuku alanında yeni düşünce ve teorilere zemin hazırlamıştır.
Abbâsîler’in
son zamanları ile Selçuklular devri fıkhın duraklama dönemidir. Merkezî
otoritenin sarsılması ve birçok İslâm devletinin kurulması, bu devletlerarasındaki
dostane ve hasmane münasebetler, çeşitli kültürlerin karşılıklı etkileşiminin
meydana gelmesi, hak ve bâtıl birçok fikir cereyanının, inanç ve düşüncenin
ortaya çıkıp yayılması vb. âmiller, İslâm toplumunda düşünce ve kültür hayatını
ve ilmî gelişmeleri hem olumlu hem de olumsuz yönden etkilemiş olmakla birlikte
bu dönemde fıkıh ilminde tekâmül grafiğinin yükselmesi durmuş, hatta aşağıya
doğru seyretmeye başlamıştır. Artık büyük müctehidler ve mezhep imamları
devrinin hür ve mutlak içtihadı, Kitap ve Sünnet kaynaklarından hukukî ve dinî
hayata doğrudan çözümler ve aydınlık getiren çalışmalar durmuş, onun yerini taklitçilik
ruhu almaya başlamış, sonu gelmez faydasız tartışmalar yaygınlaşmış, mezhep
taassubu yerleşmiş ve ictihad kapısı kapanmıştır. Taklit ruhu ve zihniyeti,
menfi münazara ve münakaşalarla mezhep taassubu bu devri karakterize eden belli
başlı hususlardır.[3]
[1] D.İ.A, İstanbul 2011, C.
XXXX, s. 281-290.
[2] D.İ.A, İstanbul
1997, C. XV, s. 27-64.
[3] D.İ.A, İstanbul 1996, C.
XIII, s. 1-14.